rray
ayten
Tue 28 September 2010, 11:15 pm GMT +0200
Şer’i Deliller
Rahman ve Rahîm olan Allah´ın adıyla...
Peygamber efendimiz Hz. Muhammed´e, onun âl ve ashabına salât ve selamla...
Bu konu ilk önce genel olarak ele alınacak, daha sonra da her delil üzerinde ayrı ayrı durulacaktır.
Serî deliller dörttür: Kitap, sünnet, icmâ ve kıyas.
Birinci Taraf: Genel Olarak Deliller
Genel olarak deliller bahsinde:
a) Delillerle ilgili küllî esaslar.
b) Bunlarla karşılaşılan özel durumlar (avarız)[1] olmak üzere iki husus üzerinde durulacaktır.
Birinci husus on dört mesele altında ele alınacaktır.
Birinci Mesele[2]:
Şeriat, zarurî, hâcî ve tahsînî diye derecelenen esasların korunması amacıyla gelmiş olduğuna göre, bu husus şer´îatm her konusunda, bütün delillerinde yaygın olarak bulunacak ve belli bir mahalle, sadece özel bir konuya ya da kaideye münhasır kılınmış olmayacaktır.[3] Çünkü bunlar küllî esaslardır ve çerçeveleri altına giren her cüzî üzerinde hâkim konumdadırlar. Cüzînin gerçek ya da göreli (izafî)[4] olması arasında fark yoktur. Bu küllilerin ötesinde daha da genel bir başka küllî de yoktur. Dahası bunlar şeriatın esasları olmaktadır ve şer´îat da tamamlanmıştır. Şeriatın esaslarından bir kısmının kaybolması ve onların isbatı için kıyas ya da başka bir yola ihtiyaç duyulması sahih değildir. Şeriat, genel ve özel olarak bütün insanlığın maslahatlarının teminine kâfidir. Çünkü Yüce Allah bu meyanda şöyle buyurmaktadır: "Bugün size dininizi tamamladım[5]; "Kitap´ta Biz hiçbirşeyi eksik bırakmadık"[6] Hadiste de: "Sizi dosdoğru geniş cadde üzere bıraktım.... Bundan sonra Allah´a karşı sapandan başka kimse helak olmaz"[7] Dinin tamamlandığını ve yolun apaydınlık olduğunu gösteren benzeri deliller burada hatırlanabilir.
Durum böyle olunca, cüzîler[8] —ki bunlar şer´îatın esasları ve onların altında bulunanlar oluyor— o küllî esaslardan alındığına göre[9] —aynen varlık âleminde bulunan her türün cüzîsi ile küllisi arasındaki ilişkide olduğu gibi—, Kitap, sünnet, icmâ ya da kıyastan özel delil getirme sırasında aynı zamanda o cüzîlerin küllilerine vurulması[10] zarurî olacaktır. Zira cüzîlerin küllî esaslarına ihtiyaç hissetmemeleri muhaldir. Bu durumda, meselâ cüzî bir konuda, o cüzînin[11] küllisini dikkate almadan bir nassa tutunan kimse hata etmiş olacaktır.[12]
Küllî esası gözardı ederek cüzîye yapışan kimse hata ettiği gibi, cüzîye aldırmaksızm küllî prensipten hareketle hükme ulaşmak isteyen kimse de hata etmiş olacaktır.
Bunu şöylece açıklayabiliriz: Külliye dair olan bilgi, cüzîlerin ele alınması ve onların istikraya tâbi tutulması neticesinde elde edilmektedir. Küllî —küllî olması hasebiyle—, cüzîleri bilmeden önce bizce malûm değildir. Çünkü varlık âleminde küllî diye birşey yoktur. O sadece —aklî konular bahsinde de belirtildiği üzere— cüzîler zımnında (aklen) bulunmaktadır. Şu halde, cüzîyi dikkate almadan küllî ile yetinmek demek, henüz bilinmeyen birşey ile yetinmek demektir. Çünkü cüzî bilinmeden külliyi bilmek mümkün değildir; külliye dair bilgiyi ortaya çıkaran cüzî olmaktadır. Sonra cüzînin cüzî olarak konulması, küllinin tam ve kıvamında olması içindir. Bu durumda, cüzîyi görmemezlikten gelmek, küllinin cüzü olması sebebiyle aslında bizzat küllîyi dikkate almamak demektir. Bu ise bir çelişkidir.[13] Çünkü cüzîyi dikkate almamak, küllinin sıhhati hakkında kuşku uyandıracak bir unsurdur. Zira onu dikkate almamak, ancak onun külliye gerçekten muhalefeti ya da muhalefet ettiği zannı durumunda olur. Küllî cüzîye muhalif bulunursa —ki biz külliye dair olan bilgiyi ancak cüzîden çıkarıyorduk— bu, o külliye dair bilginin henüz gerçekleşmiş olmadığını gösterir. Çünkü o cüzînin, o küllînin bir parçasını oluşturması imkân dahilindedir ve o zaman küllî olduğu iddia edilen şey o cüzîden o parçayı almamıştır. (Bu haliyle de o küllî olamaz.) Bu imkân dahilinde olduğuna göre, külliye dair tam bilgiye ulaşabilmek için mutlak surette cüzîye başvurmamız gerekecektir. Bu da gösterir ki, cüzîyi dikkate almaksızın mutlak surette külliye itibar edilip sonuca ulaşılmaz. Bütün bunlar, şer´an istenilen şeyin, Şâri´in kasdının gözetilmesi ve korunması olduğunu teyid ediyor. Küllî, mahiyet itibarıyla bu anlama gelir[14] cüzî de aynı şekildedir. Bu durumda, her meselede her ikisinin de birden dikkate alınması zorunluluk arzeder.
İstikra neticesinde bir kaideye ulaşılır ve sonra cüzî bir mesele hakkında, bu kaideye herhangi bir şekilde ters düşen bir nass gelirse; mutlaka aralarının telif edilmesi yoluna gidilecektir. Çünkü Sâri´, o cüzî hakkında nass koyarken, mutlaka öbür taraftan o [ioj küllînin korunmasını da istemiştir. Zira onun küllîliği şer´î maksatları kavradıktan sonra zorunlu olarak bilinmektedir. Bu durumda —hal böyle iken— Şâri´in dikkate aldığı birşeyi ihmal ederek kaidelerin ihlâl edilmesi mümkün değildir.[15] Bu sabit olunca da, küllî dikkate alınırken, cüzînin ilga edilmesi mümkün değildir.
İtiraz: Küllînin küllî olduğunun sabit olabilmesi için, cüzîlerin tamamının ya da çoğunun istikraya tâbi tutulması gerekir. Burum böyle olunca da, küllînin altına girmeyen bir cüzînin düşünülmesi mümkün olmayacaktır. Zira istikra, tam olarak yapılması durumunda kesinlik arzeder. Bu durumda daha sonra cüzî üzerinde durmak boşuna bir çaba olur.[16] Cüzînin küllîye muhalif olacağını farzetmek de doğru değildir. Meselâ biz istikra neticesinde insanın canlılığı sonucuna ulaştığımızda, canlı olmayan bir insanın bulunması mümkün olmaz. Ona küllînin hükmü ile hükümde bulunmak, kesin bir hükümdür ve küllînin hükmünün onda bulunmaması mümkün değildir. (O cüzî hakkında özel delil) bulunsun bulunmasın durum farketmez. Bu küllî vasıtasıyla ona hükümde bulunulur ve hüküm için cüzîye ihtiyaç duyulmaz. Çünkü küllî doğrultusunda olmayan hiçbir cüzî olamaz. Bazı cüzîlerin, küllîye muhalif oldukları farzedilse bile, bu onların gerçek cüzî olmamaları sebebiyledir. İnsana nisbetle heykel vb. örneğinde olduğu gibi. Burada da aynıdır. Biz dinin, nefsin, neslin, malın ve aklın korunması için zarurî olan şeylerin şer´an muteber olduğunu ve bu sonucun da cüzî delillerin istikraya tâbi tutulması neticesinde elde edildiğini gördükten sonra, bunların korunmasına ve onlar nerede bulunurlarsa orada dikkate alınacaklarına dair kesin bir bilgi sahibi oluruz. Bu durumda karşılaştığımız ve hakkında bilgi sahibi olmadığımız her cüzî hakkında ulaştığımız bu küllî doğrultusunda hükmederiz. Çünkü o cüzî de asla diğerlerinden farklı olmayacaktır ve hiçbir zaman küllîye muhalefet etmeyecektir. Zira (cüzî) konuluşunun aksine bulunmaz. Yüce Allah: "Eğer o Allah´tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar[17] bulurlardı"[18] buyurur. Hal böyleyken, külliden hareketle cüzînin hükmüne ulaşıldıktan sonra, ayrıca cüzînin dikkate alınmasının ne anlamı vardır
Cevap: İtiraz genel olarak yerindedir. Ancak detaylara indiğimizde doğru değildir. Çünkü, zarurî esasların korunmasının muteber olduğu bilinse de, korunmanın belli bir yönden olduğu bilinemez. Çünkü korunmanın çeşitli yolları vardır ve akıl bunları kavrayabilir de kavrayamaz da. Kavrayabilse de, belirli bir zaman ya da mekân veyahut da âdete nisbetle kavrayabilir; daha farklı zaman, mekan ya da âdete göre kavrayamayabilir. Bu durumda, onun mutlak olarak dikkate alınması, bizzat kaidenin kendisinin ihlâli olur Meselâ küt bir âletle (musakkal) Öldürme olayında şöyle demişlerdir: Eğer böyle bir âletle gerçekleştirilen öldürme olaylarında kısas uygulanmazsa, o zaman kısas ile cinayetlerin önü alınamamış olur. Çünkü kısas, sadece kesici ve delici âletle (muhadded) öldürme durumlarına hasredilmiş olacak, öldürme cinayetine giden kapı kap atıl amamı ş olacaktır. Tek kişinin birden fazla kimse tarafından birlikte öldürülmesi durumunda (kısasın uygulanmaması) [12] halinde[19] de vaziyet aynıdır. Hasta iken namazda ayakta durmak´ gibi zarurî olan şeylerde, hâcî esaslarla ilgili kaidenin bir gereği olarak azimet olan emir ve yasakların hükmünü ortadan kaldıran diğer ruhsatlar da bunun gibidir.[20] Aslında şahinliğini engelleyici kaidelere rağmen, istisna yoluyla sahih kabul edilen muameleler de bu türdendir; Arâyâ, kırâz (mudârabe), müsâkât, selem, karz vb. muameleler gibi.[21] Eğer biz, bütün zarurî olan esasları dikkate alsaydık, o zaman bu, hâcî esasları veya bizzat zarurî olanları ihlâle uğratabilirdi.[22] Ama biz böyle yapmaz da, her mertebede onların cüzîlerini de dikkate alırsak, bu o mertebede ve diğer mertebelerde bulunan küllilerin korunması anlamına gelir. Çünkü bu üç mertebe birbirine hizmet eder; bazısı bazısını tahsis eder. Durum böyle olunca da, hepsinin kendi yerinde ve içerisinde bulunduğu hale göre dikkate alınması ve değerlendirilmesi gerekecektir.
Yine Sâri´ Teâlâ bazen, bunlardan[23] hakkında bir nass olmadıkça akılla asla kavranması mümkün olmayan şeyleri dikkate alır. Bunlar, cüzîyyât konusunda şer´îatın hakkında beyanda bulunduğu şeylerin çoğunluğunu oluşturur. Çünkü akıllı kimseler, fetret[24] devrelerinde kendi akılları doğrultusunda bunları korumakta idiler; ancak bu, insanlar içerisinde âdil olmayan, aralarında hak-nasfet ölçülerine sığmayan bir şekilde oluyordu; bu konuda bir kargaşa yaşanıyordu, bir maslahat elde edelim derken başka bir maslahat ortadan kaldırılıyor, bir ya da daha çok kural ihlâle uğruyordu. İşte böyle bir ortamda iken, şer´îat maslahat prensibini dikkate alarak her zaman ve mekanda mutlak hak ve nasfet Ölçülerini ikame eyledi, maslahatlar içerisinden bidüziyelik arzedenlerle başka bir yönden diğer maslahatlarla çatışanları belirtti. Arâyâ vb.tasarrufların istisnasında olduğu gibi. Eğer Sâri´, cüzîlerden mutlak surette yüz çevirseydi, ortaya mefsedetler çıkardı; maslahatlar ortadan kalkardı. Böyle bir sonuç ise şer´îatın maksadına ters düşerdi. Çünkü cüzîlerin dikkate alınması, külli esasların korunması yollarından olmaktadır. Zira onlar birbirlerine hizmet etmektedirler. Bir cüzîde, üç kaidenin dikkate alınmamış olması hemen hemen olmayacak bir durumdur. Bunlardan bazılarının diğer bazısıy-la çelişir gözüktüğü (tearuz hali) hallerin bulunabileceği ve bu durumda daha önemli olanın —tearuz ve tercih bahsinde açıklandığı şekil üzere— Öne alınacağı bilinmektedir. Nasslar ve muteber kıyaslar, bunu en kâmil bir şekilde içerirler.[25]
Kısaca, cüzîler ele alınırken mutlaka küllilerinin; külliler üzerinde durulurken de cüzîlerinin dikkate alınması gerekmektedir. Müctehidlerin bakış açılarının ulaşacağı son nokta mutlak surette bu olmalıdır.[26] Onların ictihaddaki başarıları da bu noktada düğümlenmektedir.
İtiraz sadedinde ileri sürülen husus genelde doğrudur: Çünkü küllî esas, herhangi bir cüzî yüzünden ihlâle uğramaz. Cüzî, küllinin etki alanı dahilindedir. Ancak bu, bizzat küllî ve cüzînin zatına nisbetle böyledir; haricî durumlara göre ise böyle değildir. Çünkü insan meselâ, bizzat canlılık özelliğine sahiptir; canlılık irade ile hareket etmek demektir. Bu özellik bazen hastalık vb. bir engelden dolayı ortadan kalkabilir. Bu durumda küllî, haddizatında sahihtir. Cüzîlerinden birinin, haricî bir engelden dolayı küllînin mahiyetini dışa vurmaktan geri kalması başka bir durumdur. Bir doktor, küllîye ancak cüzîdeki cereyan ediş ya da etmeyişi açısından bakar; cüzîye de ona götürecek yolla küllîye ulaştırması nokta-[14) sından bakar. Bir doktor olarak o, nasıl ki külliyi incelerken cüzîyi ele almadan edemezse; keza cüzîyi incelerken küllîyi dikkate almadan yapamazsa, şer´îatta da durum aynıdır.[27] Sâri´ en büyük doktordur. Meselâ şer´îatta, balda insanlar için şifa olduğu bildirilmiş ve doktorlar açısından onda pek çok hastalıklar için şifa olduğu ortaya çıkmıştır. Onda bazı yönlerden zarar da bulunmaktadır ve bu, Yüce Allah´ın bu dünyada yürütmüş olduğu âdetlere uygun tecrübeler yoluyla elde edilmiş olmaktadır. Âlimler, bu tecrübelere dayanarak onun genelliğini kayıtlamışlardır. Bu, dinî kaidelerden olan zarurî küllî bir kaideye binaen olmuştur. Bu kaide, şer´îatta haberin, haber konusuna uygun olmaksızın (hilâf-ı hakikat) gelmesinin imkânsızlığıdır. Öbür taraftan nass, onun şifâ oluşu ötesinde bir tahsis gerektirmemektedir. Bu durumda âlimler şer´î küllî kaideyi harekete geçirdiler[28] ve onunla genel cüzî[29] hakkında hüküm verdiler. Tecrübî olarak çelişeni bulunmayan yerlerde de aynı şekilde cüzîye de itibar ettiler.[30] Çünkü bal, kendisinde safra galip olan kimselere zararlı olmakta; böyle olmayan kimseler için de şifa olmakta ya da onun için şifa içermektedir.
İtiraz: Bu bir çelişkidir. Çünkü bu aynı anda cüzînin hem dikkate alınması hem de alınmaması sonucuna götürür.
Cevap: Bu iki ayrı cihetten[31] olduğu için itiraz yerinde değildir. Sonra her cüzînin her hal ve durumda dikkate alınması da gerekmez.[32]Aksine bundan maksat şudur: Hakkında küllînin hükmüyle hükmetme doğru bir şekilde gereçekleşmiyorsa, cüzî o zaman dikkate alınır. Arâyâ ve diğer istisnaî tasarruflarda olduğu gi- [15] bi. Bu durumda cüzî ile küllînin tahsis ya da takyidi cihetine gidilir ve bu hiçbir zaman cüzî sebebiyle küllînin ihlâli neticesini doğuracak şekilde olmaz.[33] Birinin diğeri ile birlikte dikkate alınmasının anlamı da işte budur. Meselenin izahı sırasında örnekler geçmiş bulunmaktadır. Bu nokta (yani cüzî üzerinde dururken külliyi gözardı etmemek ya da tersi) üzerinde ihmalkâr davranmak asla doğru değildir. Çünkü bu konuda, meselenin özü (fıkıh) yatmaktadır. Bu noktayı ihmal ettiği içindir ki, bir çok kimse bu gibi yerlerde hatalar yapmışlardır. Bu durumda yapılacak şey şudur: Mutlaka Şâri´in maksatları üzerinde mutlak düşünceye ulaşmak ve nass-ları mutlak ve mukayyed olarak araştırmaya tabi tutmak[34]. Meselelerin şer´î kaideler doğrultusunca yerlerine oturtulması ve onlara hukukî şekiller verilmesi ancak bu yolla doğru olabilir ve hatalı olmayan sonuçlara ulaşılabilir. Tevfik ancak Allah´tandır.[35]
İkinci Mesele:
Her bir şer´î delil ya katidir[36] ya da zannîdir. Eğer katî ise, dik-
kate alınması konusunda bir problem yoktur. Meselâ, abdestsizlik halinden (hades) temizlenmenin, namazın, zekatın, orucun, haccın,iyiliği emir, kötülüğü yasaklamanın, birlik olmanın, adaletin vb. gerekliliğini ortaya koyan deliller gibi.
Eğer zannî ise, ya katî olan bir aslı vardır ya da yoktur. Eğer katî bir aslı var ise, aslı gibi o da muteberdir. Eğer böyle bir aslı yoksa, o zaman araştırmak gerekecektir ve hemen onun kabul edileceğine dair söz söylemek doğru olmayacaktır. Ancak bu kısım da ikiye ayrılmaktadır:
a) Başka bir esasa ters düşen zannî delil.
b) Ne başka bir esasa ters düşen ne de uygun düşen zannî delil. Böylece tamamı dört kısım olmaktadır.
Birinci kısım: Bu kısmın açıklamaya ihtiyacı yoktur.
ikinci kısım; Yani katî bir aslı bulunan zannî kısım. Bu tür zannî delillerle amel etmek konusu da açık olmaktadır. Vahi d haberlerin tümü bu kabildendir. Çünkü bunlar Kitab´m beyanı kabi-lindendirler. Zira Yüce Allah şöyle buyurur: "Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur´ân´ı indirdik"[37]Meselâ, abdest ve gusül taharetlerinin, namazın, haccın vb. şekillerini gösteren ve Kitap´ta mücmel olarak yer alan hususları açıklayan hadisler bu kabilden olmaktadır. Keza birçok alış-veriş türlerini[38], ribâyı vb. yasaklayan hadisler de bu türden olmaktadır. Çünkü bunlar sonuç itibarıyla Allah´ın şu buyruklarına çıkarlar: "Allak alış-verişi helal, ribâyı ise haram kıldı[39]-"Aranızda mallarınızı haksız yollarla ye-meyin´[40] Vâhid haber şeklinde nakledilen ve daha başka beyan çeşitleri içeren hadislerle, mütevâtir olmakla birlikte delaleti katî olmayan hadisler de yine bu kabilden olmaktadır. Meselâ, Hz. Pey-gamber´in ´Zarar ve zararla mukabele yoktur"[41] hadisi de böyledir. Çünkü o, bu anlamda mevcut bulunan katî bir aslın altına girmektedir. Çünkü doğrudan zarar vermek ya da zarara zararla mukabelede bulunmak şer´îatın hemen her konusunda hem küllî kaidelerde hem de cüzî uygulamalarda yaygın olarak ele alınır ve yasaklanır. Meselâ: "Haklarına tecavüz etmek için onları zararlı olacak şekilde tutmayın[42] "Onları sıkıntıya sokmak için zarar vermeye kalkışmayın[43] "Ana çocuğundan, çocuk kendisinin olan baba da çocuğundan dolayı zarara sokulmasın[44] âyetleri bunlardandır. Bu meyanda olmak üzere cana, mala ve ırza karşı tecavüzde bulunma, öfke, zulüm ve başkalarına zarar verme ya da zararla mukabele anlamı taşıyan herşey yasaklanmıştır. Bunun altına, cana, akla, nesle ya da mala karşı işlenen cinayetler de girer. Zararın ve zararla mukabelede bulunmanın yasaklanmış olması, şer´îatta en küçük bir kuşku ve tartışmaya yer bırakmayacak şekilde son derece genel bir mahiyet taşır. Vâhid haberleri incelediğimizde onların hep böyle (kesin bir esasa dayalı) olduklarını görürüz.[45]
Üçüncü kısım: Yani katî olan bir esasa ters düşen ve mute-berliğine dair katî bir aslı da olmayan zannî delil: Bu tür delillerin reddedileceğinde kuşku yoktur. Buna iki husus delildir:
a) O şer´îatm esaslarına ters düşmektedir. Onun esaslarına ters düşen sahih olamaz. Çünkü o bu haliyle şer´îattan değildir. Şeriattan olmayan birşey de nasıl ondan sayılabilir
b) Onun şahinliğine tanıklık edecek bir unsur bulunmamaktadır. Böyle birşey ise dikkate alınamaz ve itibardan düşer Bu kısma, garib münâsib[46] bahsinde şunu örnek gösterirler: Bir kimse zıhar yaptığında keffaret olarak önce bir köle azad etmesi gerekir. Eğer buna gücü yetmiyorsa iki ay peşi peşine oruç tutmak zorundadır. Şimdi böyle bir kimseye daha baştan iki ay peşi peşine oruç tutabileceğine dair fetva[47] vermek bu kabilden olmaktadır.
Bu kısım iki nevidir:
a) Katî bir esasa muhaliftir ve bu durumda mutlaka reddi gerekir.
b) (Muhalefetin) zannî olması ancak bu zannın ya zannî delil yönünden[48] ya da esasın kesinliğinin tahakkuk etmemiş olması açısından gelmesi. Bu konu müctehidlerin üzerinde durduğu bir noktadır. Ancak burada sabit olan şudur: Zannînin katî olan bir esasa muhalefeti, zannîyi mutlak surette itibardan düşürür ve bu konu üzerinde ihtilaf bulunmamaktadır.
Her ne kadar ilk bakışta öyle gözükmese de, zahirî mezhebi aslında bu esası destekleme noktasına çıkar. Çünkü, herkesin ittifakıyla şer´îatta ihtilaf ve çelişki yoktur.o Allah´tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı"[49] Eğer bu nokta sabitse —ki öyledir—, zahirîye göre bir nassm başka nassa ya da kaideye muhalif olarak gelmesi durumunda çelişkiden bahsedilmez. (Teşrî sırasında) maslahatların dikkate alındığı görüşünden hareket edildiğinde; zahiriye göre, muhalifte, diğerinde bulunmayan bizce bilinen ya da bilinmeyen başka bir maslahat vardır. (O yüzden de onu gerektiren delil gelmiştir.) Maslahatın dikkate alınmadığı görüşünden hareket ettiğimizde ise durum daha da açık olacaktır. Çünkü Sâri´ Teâlâ dilediği gibi emir ve yasakta bulunabilir. Bu durumda her türlü takdire göre de iki muhalif arasında çelişkiden söz edilemez.
Bu nokta anlaşıldı ise şimdi şunu arzedelim: Âlimler, haberler bahsinde bir mesele ortaya atmışlar ve üzerinde ihtilaf etmişlerdir. Meselenin aslı şu bizim anlattıklarımıza çıkmaktadır. Onlar şöyle demişlerdir: Vâhid haber, sıhhat şartlarını tam olarak bulundurduğu zaman acaba Kitab´a arzedilmek zorunda mıdır Yoksa böyle bir mecburiyet yok mudur İmam Şâfıî şöyle demiştir: "Böyle bir mecburiyet yoktur. Çünkü sıhhat şartlarının tam olarak bulunması ancak Kitab´a muhalif olmaması halinde mümkün olur" İsâ b. Ebân ise gerekir demiş ve bu mânâda bir hadisi delil olarak kullanmıştır: Hadis şöyle: "Size bir hadis rivayet edildiği zaman onu Allah´ın Kitâb´ına arzedin; eğer ona uygun olursa onu kabul edin; aksi takdirde onu reddedin[50] Bu görüş ayrılığı —görüldüğü gibi— ( delilin esasa) uygun olup olmadığının tesbiti noktasına çıkmaktadır.[51] Bu konu —inşallah.— Sünnet delili bahsinde gelecek ve orada izah edilecektir.
Meselenin[52] selef-i sâlihe ulaşan dayanağı bulunmaktadır: Hz. Âişe (ra.), "Şüphesiz ölü, yakınlarının üzerine ağlaması yüzünden azap görür´[53]hadisini, "Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan ancak çalıştığına erişir[54] âyetinde belirtilen esasa ters düştüğü gerekçesiyle reddetmiştir. Yine o, İsrâ gecesinde Hz. Peygamber´in Allah´ı gördüğüne dair hadisi, "Gözler O´nu görmez´[55] âyetine dayanarak reddetmiştir.[56] Bu haber, diğer sahabîlere göre reddedilmiş değildir. Çünkü bu haber, âyetle çelişmeyen ve Allah´ın âhirette görülebileceğini ifade eden başka bir esasa dayanmaktadır.[57] Çünkü Allah´ın âhirette görülebileceğine dair hem Kur´ân´da hem de sünnette yer alan ve kesinlik derecesine ulaşan deliller vardır. Görmenin sıhhati konusunda dünya ile âhiret arasında ise bir fark yoktur. Yine Hz. Âişe ve îbn Abbas, elleri kaba daldırmadan önce yıkama hükmünü getiren Ebû Hüreyre hadisini ´güçlüğün ve takat üstü yükümlülüğün kaldırılmış olması´ şeklinde ifadesini bulan kesin bir prensibe dayanarak reddetmişlerdir. Bu gerekçelerini izah sadedinde de: "Peki yalaktan (mihrâs) su alırken nasıl yapacaktır " demişlerdir.[58] Yine Hz. Âişe, uğursuzluk[59] hakkındaki İbn Ömer hadisini reddetmiş ve şöyle demiştir: "Hz. Peygamber cahiliye devri inanışlarından bahsediyordu. (O da onu hakikaten öyle sandı.)" Hz. Âişe bunu yaparken hadis diye rivayet edilen bu sözün katî olan ´Herşey Allah´ın kudret elindedir. Onun irade ve kudreti dışında hiçbirşey, birşey yapamaz. Uğursuzluk yoktur, sirayet yoktur" esasına muhalif olduğunu düşünüyordu. Hz. Ömer, Şam bölgesine geldiğinde, orada veba olduğu haberini almıştı. O, muhacir ve ensarla istişarede bulundu. (Mekke) fethi muhacirleri dışında diğerleri ihtilafa düştüler. Onlarsa Hz. Ömer´in dönmesi konusunda görüşbirliği içerisinde idiler. Ebû Ubeyde ona: "Allah´ın kaderinden kaçmak için mi " dedi. Bu katî olan bir asla dayanan ictihâdî bir görüş oluyordu. Hz. Ömer: "Bunu senden başkası söylemeliydi yâ Ebâ Ubeyde! Evet, biz Allah´ın kaderinden, Allah´ın kaderine kaçıyoruz" dedi. Bu görüş de, katî olan bir başka asla dayanıyordu; çünkü sebebler de Allah´ın kaderinden-di. Sonra Hz. Ömer ona bir misalle cevap verdi ve: "Ne buyurursun Senin develerin olsa da iki taraflı bir vadiye inseler, tarafların biri verimli, diğeri çorak olsa, verimli yerde otlatsan da Allah´ın kaderiyle otlatmış, çorak yerde otlatsan da Allah´ın kaderiyle otlatmış olmaz miydin " dedi, sonra da her iki aslın da dikkate alındığım içeren veba hadisini bildirdi.[60]
Şeriatta, bu kabilden pek çok örnek vardır. Selefin, onları dikkate aldıklarını gösteren nakiller ise çoktur.
İmam Mâlik b. Enes, birçok yerde bu esasa itimad etmiştir: Köpeğin yalamasından dolayı kabın yedi defa yıkanması hadisi hakkında: "Hadis gelmiş ama, doğrusu gerçek olduğunu bilmiyorum" demiştir. İmam bu hadisin zayıf olduğunu söyler ve şöyle derdi: "Tuttuğu avı yeniyor. Bu durumda onun salyası nasıl kerih görülür"[61] Alış-veriş akdinde meclis muhayyerliği konusunda gelen hadis hakkındaki, "Bunun bizce belli bir sının yok; bu doğrultuda bir teamül de yok" sözü de bu noktaya çıkar. O bu sözüyle şöyle demek ister: Meclis, müddet bakımından bilinmemektedir. Akit sırasında taraflardan birisi belirsiz bir müddet muhayyerlik şartı ileri sürecek olsa icmâ ile o akit bâtıl olmaktadır. Bu durumda, şer´îatm ileri sürdüğü bir şart gereği caiz olmayan bir hüküm nasıl şer´îatta sabit olabilir [62] Bu haliyle o, icmâya dayanan bir esasa [22j başvurmuş oluyordu. Sonra, garar ve bilinmezlik kaidesi katı olmaktadır. Bu durumda o, bu zannî hadisle[63] tearuz halinde bulunmaktadır.
Soru: İmam Mâlik, temlik[64] konusunda meclis muhayyerliğini kabul etmiştir. Buna ne demeli
Cevap: Talakın garara talik edilmesi ve meçhul durumlarda sabit olması[65] mümkündür. Bu durumda aralarında bir terslik yoktur. Alış-veriş konusu ise böyle değildir.
İmam Mâlik´in, "Kim ölür ve üzerinde oruç borcu olursa, velisi onun adına tutar" ..."Ne dersin´ Şayet babanın borcu olsaydı..." hadislerini[66] dikkate almaması da bu kabildendir. Çünkü bunları, "Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez. İnsan ancak çalıştığına erişir´[67] gibi âyetlerde ifade edilen küllî ve Kur´ânî esasa[68] ters görmüştü. Nitekim aynı tavrı Hz. Âişe de îbn Ömer hadisi karşısında göstermişti. İmam Mâlik, içerisinde ganimetin taksiminden önce deve ve koyun eti pişirilen tencerelerin devrilmesi hadisini de, mesâlih-i mürsele diye ifade ettiği güçlüğün kaldırılması esasına dayanarak inkar etmiş ve ihtiyaç duyan kimse için,taksimden önce ganimet malları arasında bulunan yiyeceklerden[69] yemesini caiz görmüştür. İbnu´l-Arabî böyle demiştir. Hadis sabit olduğu halde, sedd-i zerîa[70] prensibine itimatla Şevval ayında altı gün oruç tutmayı yasaklamıştır. "Sizlere ... sizi emziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz... haram kılındı´[71] şeklindeki Kur´ânî esasa dayanarak süt emme konusunda beş ya da on defa emme gibi getirilen şartları dikkate almamıştır. Onun mezhebinde bu kabilden daha pek çok husus bulunmaktadır.
Bu Ebû Hanife´nin de görüşü olmaktadır. Çünkü o, namazda kahkaha ile gülme haberini[72] kıyas üzerine takdim etmiştir. Zira mesele hakkında icmâ bulunmamaktadır. Kur´a haberini[73] de genel esaslara ters düştüğü gerekçesiyle reddetmiştir. Çünkü esaslar katî, vâhid haber ise zannîdir. Azad işi, bu köleler üzerinde yerini [24] bulmuştur. Azad işi yerini bulduktan sonra onun tekrar kaldırılmasının mümkün olmadığı konusunda ise icmâ bulunmaktadır. Bu yüzden ilgili vâhid haberi reddetmiştir. Onlar meseleyi bu şekilde izah etmişlerdir. İbnu´l-Arabî şöyle der: Vâhid haber, şer´î kaidelerden birisine ters olarak gelecek olsa, onunla amel etmek acaba caiz olur mu, yoksa olmaz mı Ebû Hanife: "Onunla amel etmek caiz değildir" demiştir. İmam Şafiî ise caiz olduğunu söylemiştir. İmam Mâlik ise mesele hakkında tereddüt etmiştir. Onun bu konudaki meşhur ve esas alınacak görüşü şudur: "Eğer böyle bir hadis başka bir kaide tarafından destekleniyorsa, onunla hükmedilir; yalnız kalması durumunda ise terkedilir" Ibnu´l-Arabî, bu izahı getirdikten sonra köpeğin kabı yalaması meselesindeki İmam Mâlik´in sözünü nakleder ve şöyle der: "Çünkü bu hadis iki önemli esasa ters düşmektedir: Birincisi: ´Onların (av hayvanlarının) sizin için tuttuklarından yiyiniz[74] âyeti. İkincisi: Temizliğin illeti hayattır. Bu illet ise köpekte de mevcuttur" Arâyâ hadisi, her ne kadar ribâ esası ile çatışmakta ise de, iyilik ve ihsanda bulunma esası onun meşruiyetini desteklemektedir. Ebû Hanife de, aynı illetten hareketle yaş hurmanın kuru hurma karşılığında satılmasını yasaklayan hadisi kabul etmemiştir. İbn Abdilber şöyle der: Hadis âlimlerinden pek çoğu, birçok sahih vâhid haberi reddetti diye Ebû Hanife´yi eleştiri konusunda haddi aşmışlardır. Çünkü o, bu gibi hadisleri üzerinde görüş birliği edilen hadislerden ve Kur´ân´dan çıkarılan esaslara vuruyordu. Onlara uymayan haberleri reddediyor ve onlara şâz adını veriyordu. Bu prensipten hareketle Irak ekolü, musarrât[75] hadisinin gereği ile amel etmeyi reddetmişlerdir ki, bu aynı zamanda İmam Mâlik´in de görüşü olmaktadır. Çünkü bu hadisi birçok esasa muhalif görmüşlerdir: Bu hadis herşeyden önce "el-Harâcu bi´d-damân"[76] (Yani semere (nimet) cereme (külfet) karşılığındadır) prensibine ters düşüyordu[77] Sonra birşeyi itlaf eden kimse, onu ya misli ile ya da kıymeti ile tazmin ederdi. Bunların dışında, yiyecek ya da eşya gibi başka bir cins ile tazmin şeklinde bir sorumluluk yoktur[78]. Nitekim İmam Mâlik de bu konuda şöyle demiştir: "Bu ne üzerinde anlaşılan, ne de öteden beri sabit birşeydir" İmam, başka bir görüşünde ise, hadise müsbet bakmış ve hadis için üzerinde ittifak edilen başka bir esasın bulunduğunu ve hükmü diğer esaslarla ters düşmeyecek şekilde o esasa dayandırmanın mümkün olduğunu söylemiştir. Bütün bunlardan sonra mesele —inşallah— açıklık kazanmıştır.
Dördüncü kısma yani katî bir esas tarafından desteklenmeyen; keza katî bir esasa da ters düşmeyen kısma (zannî delillere) gelince, bu kısım üzerinde durulmaya ihtiyaç vardır. Bu konu garîb münâsib[79] konusu ile ilgilidir.[80] Bu konuda karşı çıkılarak şöyle denilebilir: Bunlar kabul edilmez. Çünkü bu, benzeri konuda bilinmeyen bir tarz üzere şer´î bir hüküm isbatı demektir. İstikra da böyle birşeyin mevcut olmadığını göstermektedir. Bu iki unsur, mutlak olarak meseleye yapışmanın zayıflığını ortaya koymaktadır. Çünkü şüphe mahallinde olmaktadır; şüphe ile birlikte de delilin sübûtuna dair zan bulunmaz. Çünkü katî bir esas tarafından desteklenmemesi hasebiyle o, şer´î esaslara muhalif olmaktadır. Zira uygunluğun bulunmaması muhalefet demektir. Katî bir esasa muhalif olan şey ise merduttur. Dolayısıyla bu da merduttur. Karşı taraf yani bu tür zannî delillerle amel edilebileceği görüşünde olanlar ise şöyle
diyebilirler: Genelde zan ile amel konusu, furû konularında sabit bulunmaktadır. Bu da onlardan biridir. O, her ne kadar bir esasa uygun değilse de, muhalif de değildir. Eğer uygun olmama yönü onun reddi tarafını destekliyorsa, muhalif olmaması yönü de onun kabulü tarafını desteklemektedir. Bu durumda tearuz söz konusu olur ve zan ile amel esası kabul edilir. "Katil vâris olamaz"[81] hadisi bu kısımdan olmaktadır.[82]Alimler kıyas bahsinde az da olsa garîb münâsib ile amel etmişlerdir. Bu (yani az kullanılması), sıhhatini gösteren bir delilin olması halinde (onunla amel etmeye) zarar verecek bir durum değildir.
Fasıl:
Bil ki, burada kesin esasa başvurmaktan maksat, onunla amel etmenin sıhhatine dair kesin delil getirme mânâsına değildir. Meselâ, vâhid haberle ya da kıyas ile amel etmenin vâcib olduğuna dair delil getirme gibi. Aksine ondan amaç, ´Zarar ve zararla mukabele yoktur´[83] hadisi ile diğer zikredilen meselelerde geçtiği gibi daha Özel bir durumdur.[84] Bu usûlcülerin kastettiği mânâdan farklı bir durum olmaktadır. Allah-u a´lem! [85]
Üçüncü Mesele:
Serî deliller, aklî prensiplere ters düşmez.
Delilleri:
1. Eğer şer´î deliller aklî prensiplere ters düşseydi, o zaman onlar ne şer´î bir hüküm için ne de başka birşey için insanlar hakkında delil olamazlardı. Halbuki, onlar sağduyu sahiplerinin görüşbirliği ile delil olmaktadır. Bu da onların, aklî prensipler doğrultusunda gelmiş olduklarım gösterir.
Şöyle ki: Deliller, sadece mükelleflerin akıllarınca kabul edilsinler diye getirilmişlerdir. Böylece onların gerekleriyle amel edecekler ve yükümlülük getiren hükümler altına gireceklerdir. Eğer bıi deliller aklî prensiplere ters düşecek olsaydı, o zaman akıl, gerekleri ile amel etme bir yana onları kabul dahi etmezdi. Onların böyle bir durumda delil olamayacaklarının mânâsı işte budur. Bu konuda, ilâhî (metafizik) hükümlerle, yükümlülük getiren hükümler hakkında getirilen deliller arasında bir ayırım yoktur.
2. Eğer deliller, aklî prensiplere ters düşseydi, o zaman onların gereği ile yükümlü tutmak, takat üstü yükümlülük olurdu. Çünkü böyle bir durumda mükellef, aklının almadığı, bir türlü tasdik edemediği, hatta aksini düşünüp inandığı şeyi tasdik etme ile yükümlü tutuluyor olacaktır.[86] Durum böyle olunca da, aklın o şeyi tasdik etmesi zorunlu olarak imkânsız hale gelecektir. Bu durumda biz tasdiki imkânsız olan yükümlülüğün bulunduğunu kabul etmiş oluruz. Bu da takat üstü yükümlülük demektir. Böyle bir yükümlülük ise, —usûl kitaplarında belirtildiği üzere— bâtıldır.
3. Yükümlülüğün dayanağı akıldır. Bu tam ve kesin olan istikra ile sabit bir sonuç olmaktadır. Bunun sonucunda akıl ortadan kalktığı zaman yükümlülük de tümden ortadan kalkmakta ve ondan mahrum olan kimseler başıboş bırakılmış sorumsuz hayvan yerine konmaktadır. Mükellefin sorumlu tutulabilmesi için aklın deliller sayesinde tasdike ulaşabilmesi gerekecektir. Eğer deliller, aklî prensipler doğrultusunda gelmeseydi, o zaman akıllı kişinin hükümlerle yükümlülük altına sokulması, bunak, çocuk ve uyku halinde bulunan kimsenin o hükümlerle sorumlu tutulmasından daha zor olacaktı. Çünkü bu sayılan kimselerin delilleri sınayarak tasdik ya da inkara gitmelerini sağlayacak akılları yoktur. Akıllı kimse ise böyle değildir; ona aklının kabul etmediği şeyi götürmek mümkün değildir.[87]Bu nokta gözönünde tutulduğunda sözü edilen kimselerden yükümlülüğün düşmesi, aynı şekilde akıllı kimselerden de düşmesini gerektirecektir. Bu ise,.şer´îatm konuluş amacına ters düşer; dolayısıyla böyle bir sonucu doğuracak şey bâtıl olur.
4. Eğer şer´î deliller aklî prensiplere ters düşseydi, o zaman kâfirler şer´îatı reddetmek için herşeyden önce bizzat şer´î delilleri malzeme olarak kullanırlardı. Çünkü onlar, Hz. Peygamber´in getirmiş oldduğu şer´îatı red konusunda son derece hırslı idiler. Hatta bu uğurda hem Hz. Peygamber hem de getirdiği şer´îat hakkında iftiralara kadar gidiyorlardı: Hz. Peygamber hakkında bazen sihirbaz, bazen divane diyorlar, bazen de onu yalancı sayıyorlardı. Kur´ân için de, o sihirdir, şiirdir, düzmecedir, onu mutlaka bir insan öğretmiştir, öncekilerin mitolojileri gibi sıfatları yakıştırıyorlardı. Serî deliller hakikaten akla ters düşseydi bunlara hiç gerek kalmaz ve onların yerine (Bu makul değil´ veya ´Bu akıl ve mantığa ters´ ya da benzeri şekilde itirazlarda bulunurlardı. Böyle bir itirazda bulundukları sabit olmadığına göre, bu onların şer´îatm muhtevasını kavradıkları ve onların aklî prensipler doğrultusunda cereyan etmekte olduğunu anladıklarını gösterir. Ancak onlar, buna rağmen olanlar oluncaya kadar ona uymamiş-larsa bu, akıllarına yatmadığı için değil, başka durumlardan dolayı olmuştur ve onlardan hiçbiri böyle bir iddia ile ortaya çıkmamıştır. Dolayısıyla bu durum, şer´î delillerin aklî esaslar doğrultusunda yürüdüğünün kesin bir delilidir.
5. İstikra: Serî delillerin aklî prensipler doğrultusunda cereyan ettiğini, üstün akıllarının onu tasdikte[88] bulunduğunu; gönüllü ya da gönülsüz[89] ona boyun eğdiğini[90] istikra da ortaya koymuştur. Hal böyle iken, inatçı yobazların ya da bilenin bilmemezlikten gelmesinin bir önemi yoktur ve onlar dikkate alınacak değillerdir. Delillerin aklî prensiplerin gereği doğrultusunda cereyan ettiğinin anlamı budur. Çünkü akıllar, onlar üzerinde hüküm verme konumundadırlar; ne onları güzel/iyi ne de çirkin/kötü kılma durumunda değillerdir. Bu nokta Makâsıd bölümünde genişçe ele alınmıştı.[91]
İtiraz: Bu iddia yerinde değildir ve aksi görüşü destekleyecek deliller vardır:
1. Kur´ân´da asla anlamı anlaşılamayan unsurlar vardır: Meselâ sûre başlarında bulunan harfler gibi. Öbür taraftan âlimler şöyle derler: "Kur´ân´da çoğunluk (cumhur) insanların anlayabilecekleri şeyler yanında, sadece Arapların anlayabileceği şeyler de vardır. Keza şer´îatta sadece din âlimlerinin anlayabileceği şeyler vardır. Allah´tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceği şeyler[92] vardır" Şimdi bu kısmın aklî prensipler doğrultusunda cereyan ettiğini söylemek nasıl mümkün olacaktır
2. Kur´ân´da müteşabihât dediğimiz bazı unsurlar vardır ki, bunları çoğu insan bilemez; hatta Allah´tan başka kimse bilemez. Meselâ furû konularıyla ilgili müteşabihât ile usûl konularıyla ilgili olan müteşâbihâtta olduğu gibi. Bunların müteşâbih olmaları, sadece akıllara karışık gelmeleri ve ne mânâya geldiklerinin akıllarca tamamen anlaşılamaması ya da çok az kimselerce anlaşılır olması sebebiyledir. Herkes ya da büyük çoğunluk bunları anlayamamaktadır. Bu durumda mutlak olarak şer´î delillerin aklın kavrayabileceği şekilde geldiklerini söylemek nasıl doğru olabilir.
3. Seri deliller içerisinde öyleleri vardırki, akıllar onlar üzerinde ihtilafa düşmüş ve sonuçta insanlar fırkalara, hiziplere bölünmüşler; her grup kendi düşüncesinin haklı olduğunu savunmuş ve ona büyük bir coşku ile bağlanmıştır. Bunun sonucunda da her grup kendi akıl ve mezhepleri ölçüsünde birşeyler söylemişlerdir. Bunlardan bir kısmı tamamen arzu ve heveslerinin peşine düşmüş ve sonuçta bu durum onları helake itmiştir. Meselâ, Necran hıristiyanları teslis[93]inançları konusunda Kur´ân´da ´işledik´, ´hükmettik´ ve ´yarattık´ gibi çoğul kipi ile gelen ifadelere yapışmışlardır. Daha sonra kendilerinin müslüman olduğunu söyleyen buna rağmen şer´îatta çelişki ve tutarsızlıklar olduğunu ileri süren bazı kimseler gelmiştir. Sonra da, Hz. Peygamber´in hadislerinde bahsettikleri fırkalar ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar, aklın hata etmesi-
ne sebep olan hitap şeklinden (şer´î deliller) meydana gelmektedir. Nitekim gerçek böyledir. Eğer deliller akılların kavrayabileceği doğrultuda sevkedilmiş olsalardı, normal olarak bu ihtilafların olmaması gerekirdi. İhtilaflar bulunduğuna göre onlar, —bir yönden de olsa— aklî esas-larm dışına çıkmaktadır, sonucuna ulaşılacağı anlaşılacaktır.
Cevap: Önce birinci itiraz noktasını ele alalım: Sûre başlarında bulunan ayrı ayrı okunan harflerin (hurûfu mukâtaa) yorumu hakkında âlimlerden çeşitli görüşler nakledilmiştir.[94] Bu farklı görüşler, onların âlimlerce bilinebileceği esasına dayanmaktadır. Biz onların, âlimlerin asla bilemeyeceği hususlardan olduğunu söylesek bile, onlar hiçbir şekilde (kalbî ya da bedenî) yükümlülük getiren türden hitaplardan değildir. Böyle olunca da onların herhangi bir fiil hakkında delil olmadıkları anlaşılır. Konumuz ise bu değildir. Bir an için onların delil oldukları kabul edilse bile, şer´îatta olup da Allah´tan başka kimsenin bilemeyeceği şeyler çok nadirdir. Nadir hakkında ise ayrıca hükümde bulunulmaz ve dolayısıyla bu yüzden hakkında istidlalde bulunulan küllî esas ihlâl görmez. Çünkü o takdirde bunlar (sûre başlarındaki harfler vb.) akim anlamaya yol bulamayacağı şeylerden olacak, dolayısıyla sözünü ettiğimiz kısımla ilgili olmayacaktır. Bizim burada konu ettiğimiz husus, akılca kavranılabilen, ancak aklî prensiplere ters olduğu görülen kısımdır. Sûre başlarında bulunan harfler ise bu kısım dışında kalır. Çünkü biz kesin olarak inanıyoruz ki, eğer onların anlamları açıklanmış olsaydı mutlaka aklî prensipler doğrultusunda açıklık kazanacaktı. Varılmak istenen sonuç da budur.
İkinci[95] itiraz konusuna gelince, müteşâbihât konusu, —her ne kadar bazı kimseler öyle düşünse bile— aklî prensiplere ters düşen hususlardan değildir. Çünkü böyle bir yanlış düşünce, doğru bir zemin üzerine oturtulma sonucunda değil, arzu ve heveslere uyma yüzünden ortaya çıkmaktadır. Nitekim Yüce Allah: "Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre (keyfi) yorum yapmak için onların müteşâbih olanlarına uyarlar´[96] âyetinde buna işaret buyurmuştur. Eğer onlar doğru bir zemin üzerine oturtma yolunu seçselerdi, yorum (tevil) makul ve aklî prensiplere uygun bir sonuca ulaşırdı. Müteşâbihât konusunun, Allah´tan başka kimse tarafından bilinemeyeceği kabul edilecek olursa, o zaman aklın onlara ulaşamaması; onların aklî prensiplere ters düşer olmasından değil, daha başka bir durumdan dolayı olacaktır. Bu, tek bir cümle için olabileceği gibi, birçok cümle içeren söz ve çeşitli durumlarla ilgili haberler için de geçerli olabilir. Yeterince araştırma yapmayan kimse bu durumda onların aklî prensiplerle uyuşmadığı vehmine kapılabilir. Acem tabiatlı[97] konu hakkında kendisini bilgin zanneden cahiller de aynı hatayı yaparlar. îşte bu yüzdendir ki, Necran hristiyanları Kur´ân´da Allah için kullanılan çoğul kiplerine sarılarak teslis inancını savunmuşlar, mülhidler Kur´ân ve Sünnette akıl ve mantıkla bağdaşmayan hususların ve tutarsızlıkların olduğu iddiasında bulunmuşlardır. Onlar arzu ve heveslerine uymak yanında hikmet-i teşri konusundaki cahillikleri ile birlikte, kendilerine izin verilmeyen zamanda ve mekânda onların içerisine dalmışlar ve bunun sonucunda da yollarını şaşırmışlardır. Çünkü Kur´ân ve Sünnet Arapçadır. Bu itibarla onlar üzerinde inceleme yapacak kimselerin mutlaka Arap olması[98] gerekecektir. Nitekim onların maksatlarını kavrayamamış kimselerin de, şer´î maksatlardan dem vurmaları doğru değildir. Çünkü, bu gibi konular bilinmeden onlar üzerinde inceleme yapmak doğru ve mümkün değildir. Eğer kişi, gerek dil ve gerekse şer´î maksatlar bakımından ehil olursa, o zaman şer´îatta herhangi bir çıkmaz olmadığını, onun akılla bağdaşmayan unsurlar içermediğini görecektir.
Konuya açıklık getirmesi bakımından bir örnek vermek istiyoruz: Nâfı b. el-Ezrak, İbn Abbas´a şöyle sorar:
"Ben, Kur´ân´da bana ters gelen bazı hususlar görüyorum: Meselâ bir yerde "O gün aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez[99] denilirken, başka bir yerde "Birbirlerine dönüp hal hatır sorarlar[100]deniliyor. Bir yerde "Ve Allah´tan bir söz gizleyemezler[101] denilirken, bir başka yerde "Sonra: ´Rabbimiz! Allah´a and olsun ki bizler puta tapanlar (müşik) değildik´ demekten başka çare bulamazlar"[102] deniliyor ve bu âyette gizledikleri belirtiliyor. "Allah onu bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir. Gecesini karanlık yapmış, gündüzünü aydınlatmıştır. Ardından yeri düzenlemiştir"[103] âyetinde göğün yaratılışının yerden önce olduğu belirtilirken "Siz yeri iki günde yaratanı mı inkar ediyor ve O´na eşler koşuyorsunuz. ... Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi..."[104] âyetinde de yerin yaratılışının göğün yaratılışından daha önce olduğu belirtiliyor. Sonra çeşitli âyetlerde gibi ifadeler[105] var. Sanki evvelce öyle idi de sonra bu özellik kalktı gibi intiba vermekte."
İbn Abbas ona şöyle cevap verdi: "Aralarında soy yakınlığının fayda vermemesi sura ilk üilenişi (kıyametin kopuşu) anındadır. O zaman sura üflendiğinde gökte ve yerde her kim varsa —Allah´ın diledikleri hariç— hepsi baygın düşecektir. Sonra âhiret suru üflenecek ve o zaman da akrabalar "Birbirlerine dönüp hal hatır soracaklardır[106] "Ve Allah´tan bir söz gizleyemezler" âyeti ile Allah´a and olsun ki bizler puta tapanlar (müşrik) değildik" âyeti ise şöyle: Yüce Allah ihlas sahibi kullarını affedecek ve onların günahlarını bağışlayacaktır. O zaman müşrikler "Allah´a and olsun ki, bizler puta tapanlar (müşrik) değildik" diyecekler. Allah onların ağızlarını mühürleyecek, onların elleri konuşacaktır. O zaman anlaşılacak ki, Allah´tan hiçbir söz gizlenemez. İşte o anda küfreden ve Rasûle isyan edenler yerle bir olmayı[107] ne kadar da isteyeceklerdir. Göklerin ve yerin yaratılışına gelince, Allah önce yeri iki günde yarattı, sonra göğü yarattı ve ona yöneldi; onları iki ayrı günde düzene [33J koydu. Sonra da yeri düzene koydu yani ondan su ve otlak çıkardı, dağları, tepeleri ve onda bulunan diğer şeyleri ayrı iki günde yarattı. Böylece yeri ve yerde olanları dört günde, gökleri de iki günde yaratmış oldu. Bazı âyetlerde buyrulmuş ve Yüce Allah kendisini bu gibi sıfatlarla nitelemiştir. Bu tür ifadeler (Allah için söz konusu edildiğinde —Allah zamandan münezzeh olduğu için— geçmiş zaman mânâsı ortadan kalkar ve) O´nun her zaman için öyle olduğu anlamını taşır. Çünkü Allah´ın irade buyurduğu her şey mutlaka yerini bulur. Bu durumda sen, Kur´ân´da bir tutarsızlık bulamazsın; çünkü onun hepsi de Allah katandandır"
İbn Abbas´m cevabı böyle. O bu cevabayla, eğer her şey yerli yerine konulacak olursa, Kur´ân´ın tamamının makul olacağını ve asla tutarsızlık içermeyeceğini göstermiş oluyordu. Dini lekelemek ve onda kusur bulmak isteyen kimselerin zikrettikleri, keza ilim talipleri hakkında problem olarak gözüken diğer konularda da durum aynıdır. Bu gibi konularda, ancak ilimde derinleşen insanlar (rüsûh sahipleri) başarı elde edebilirler. "Eğer o Allah´tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı"[108]İctihad bölümünde —Allah´a hamd olsun!— bu konuda yeterli bilgi bulunmaktadır. Kur´ân ve Sünnette çelişki ve tutarsızlık bulunmadığına dair bir çok âlim eser yazmıştır. Bu konuda daha çok bilgi ve derinleşmek isteyen, susuzluğunu gidermek isteyen o tür eserlere bakmalıdır.[109] [110]
Dördüncü Mesele:[111]
Serî delillerin konulmasından gözlenen amaç, mükellefin fiillerini uygun oldukları yere oturtmak ve onlara hukukî bir yapı vermektir. Bu hususta herhangi bir tartışma yoktur. Ancak mükellefin fiilleri iki açıdan ele alınarak değerlendirilebilir: a) Onların zihindeki makûllükleri açısından, b) Hariçteki (akıl dışında varlık âleminde) varlıkları açısından.
Şöyle ki: Yapılması ya da terki ile yükümlü kılınan ya da tercihe bırakılan fiil, mahiyeti itibarıyla ona ilave edilecek ya da eklenecek özelliklerden soyutlanarak ele alınacaktır; bu özelliklerin zorunlu olarak ortaya çıkıp çıkmaması (lâzımı olması) arasında fark yoktur. İşte bu aklî itibar oluyor.
Ayrıca bir de mahiyeti itibarıyla, ancak b.u kez zorunlu (lâzımı) olarak ortaya çıksın çıkmasın varlık âleminde kendisine eklenecek ya da katılacak Özellikler ve vasıflarla ele alınırlar. Buna da haricî itibar diyoruz. Meselâ emredilmiş olan namaz, bu iki itibarla da ele alınabilir. Taharet, zekat, hac, diğer ibadetler ile; nikah, alış-veriş, icare vb. gibi âdetleri de aynı şekilde ele almak mümkündür. Bu iki itibar arasındaki fark, meselâ gasbedilmiş bir yerde kılınan namaz veya bir kerahet içeren namaz ya da kemalini noksanlaştı-ran bir özellikle birlikte eda edilen namaz gibi konularda kendisini gösterir. Tabî bu durum sadece namaz örneğine de has değildir.
Aklen bu iki itibar da sahih olduğuna göre, deliller bu iki yönden hangisine tevcih edilecektir Fiilin aklen makûllüğü yönüne mi, yoksa varlık âleminde (hariçte) meydana geliş şekline mi Bu nokta ictihad mahallidir ve dolayısıyla ihtilaflara gebedir. Bu ihtilaflar, gasbedilen yerde namaz meselesinde kendisini gösteren görüş ayrılıklarının bir gereği olmaktadır.[112]Bu konuda mezheplerin görüş ve delilleri usûl ilminde ele alınmış ve açıklanmıştır. Ancak biz burada bir nokta üzerinde yoğunlaşmak ve böylece bu iki itibardan her birinde Şâri´in maksadını yakalamaya çalışmak istiyoruz:
Birinci yani zihnî itibarın sıhhatine delalet eden hususlar vardır:
1.
Emredilen veya yasaklanan ya da tercihe bırakılan şeyler, o isimlerin haklarında kullanıldıkları fiillerin hakikatleri olmaktadır. Bu ise itibar konusunda zihnî bir durum olmaktadır. Çünkü biz fiili gerçekleştirdiğimizde, o fiili zihnimizde olan bu mânâya vururuz: Eğer işlenen fiil ile zihindeki birbirinin aynı olursa, fiil sahih olur; aksi takdirde sahih olmaz.İkinciyi yani haricî itibarı esas alan kimseler ise şöyle diyebilirler: Emir, yasak ya da tercihe bırakmadan maksat, mükellefin onların gereğini yerine getirmiş olmasıdır. Böylece onlar varlık âleminde yer alan fiiller olacaklar, zihnî durum olmaktan çıkacaklardır. Hatta zihnî durumlar, hitaptan anlaşılan şeylerdir; hitaptan maksat ise bizzat onların anlaşılır olmaları değil, onlara uyma ve gereğini yerine getirmedir. Bunlar ise zihnî değil haricî fiillerle olur. Bunların amelî ya da itikâdî olmaları arasında fark da yoktur. Haricî fiiller ise mutlaka nitelenmiş olarak meydana geleceklerdir. Hakkında verilecek hüküm de ona göre olacaktır.[113]
2.
Eğer biz fiillerde zihnen makûl olanı dikkate almayacak olursak, o zaman Hükümler (Mubah) bahsinde izah edilen el-Ka´bî´nin mezhebi[114] gibi çirkef bir görüşle karşı karşıya kalırız. Çünkü ona göre her fiil ya da söz sonuç itibarıyla, varlık âleminde bir haramın terki demektir ve bu görüşüyle o daha önce geçenlerin hepsini bir tarafa itmektedir. Onun bu görüşünün sakatlığı daha önce belirtilmişti.
ikinci itibarı esas alan kimseler de şöyle diyebilirler: Eğer biz haricî özelliklerinden soyutlayarak sadece zihnî makûllüğü esas alırsak, o zaman haricî özelliklerin mutlak surette dikkate alınmaması gibi bir sonuç lazım gelir. Bu ise ittifakla batıldır. Çünkü sedd-i zerîa İslam´da bir prensip olarak vardır ve o bu tarzda alınmış bir prensiptir.[115]Aslında caiz olmakla birlikte, iyilik ve takvada ya da kötülük ve günahta yardımlaşma anlamını içeren bütün fiillerde de durum aynı olurdu.[116] Bayram günü oruç tutmanın, güneş doğarken ya da batarken namaz kılmanın yasaklanması doğru olmazdı. Bu konu gerçekten geniş bir sahadır.
3.
Eğer biz fiilleri sadece haricî özellikleri itibarıyla dikkate alacak olursak, o zaman mükellefin fiilleri çok nadir olarak sahih olabilir. Çünkü fiiller ve terkler birbirleri ile iç içedir.[117]Bunlar, borcunu ödeme vakti gelen bir kimsenin namaz kılması meselesini ortaya koyarak, o zaman muhaliflerin böyle bir namaza bâtıl demelerinin gerekeceğim söylemişlerdir; çünkü bu kişi namaz sebebiyle bir vacibi terketmiş olmaktadır. Salih bir amel ile kötü bir işi birbirine karıştıran herkesin durumu da böyle olacaktır. Çünkü varlık âleminde salih amel yanında kötü bir durumun da bulunması halinde sâlih amelin bâtıl olması lazım gelecektir. Bu ise Allah´ın "Onlar iyi (sâlih) işi kötüyle karıştırmışlardı"[118] âyetindeki meramına ters düşecektir. Çünkü hariçte, bunların birinden diğeri lazım gelecek ve onlardan biri diğerinin bir vasfı gibi olunca; o zaman salih amel, salih (kötü amel de kötü) olmayacaktır ve o takdirde iki amelin birbirine karıştırılması gibi birşeyden de söz edilmeyecek; ya iyi ya da kötü olmak üzere sadece tek amel söz konusu olacaktır. âyet ise iki ayrı amelden bahsederek bu sonucun batıl olduğunu belirtiyor. İbâdetler için sözü edilen bu durum aynı şekilde âdetlerle ilgili konularda[119]da geçerlidir. Bu da, önemli olan hususun, hâriçteki değil de zihindeki amelin makûllüğünün dikkate alınması olduğunu gösteriyor.
İkinci itibar taraftan olanlar şöyle diyebilirler: Haricî işlerden soyutlanmış olarak sadece zihinlerde mevcut olan durumlar yapılamazlar. Yapılamayan şeylerle de yükümlü tutulamaz.[120] Yapılamayan şeylerle yükümlü tutulmaması açıktır. Hariçteki varlığından soyut olarak zihnî durumların yapılamaz olmaları da aynı şekilde açıktır. Duyular alemiyle ilgili olarak meselâ insanı ele alalım: Onun akılda yer eden canlılık ve konuşma özelliğinden mürekkep hakikati hariçte sabit değildir. Çünkü o, —hususiyet kazanıncaya kadar— bir küllî olmaktadır. Şahıs haline gelmedikçe de (teşahhus) husûsîleşmeyecektir. Şahıslaşmış diğerlerinden başka özelliklerle ayrıcalık kazanmadıkça da şahıs halini almayacaktır. Bu durumda insan türü: a) Cinse vasıf özelliği taşıyan küllî Özelliklerin bulunmasını gerektirmektedir. Gülmesi, ayakta dik durması, tırnaklarının çıkması vb. gibi. b) Şahsî özelliklerin bulunmasını gerektirmektedir: İnsan cinsinin bireyleri işte bu özellikler sayesinde birbirinden ayrılırlar. Eğer bunlar olmasaydı, o zaman insan varlık âleminde asla gözükemezdi. Şu halde haricî ve arızî olan bu durumlar, insanın varlık alemindeki vücudu için zarurîdir.
Serî olan şeylere gelince, meselâ namazın kıyam, rükû, sücûd, kıraat ve diğer rükünlerden mürekkep hakikati, çeşitli hal, şekil ve kalıplar olmaksızın asla varlık âlemine çıkmaz. Bu şekil ve kalıplar, namazın mahiyetinin hakikatine hüküm için esas teşkil eder ve o namazın tam ya da noksan olduğuna veya sahih ya da bâtıl olduğuna hükmedilir. Bunlar namazı müşahhaslaştıran Özelliklerdir; aksi takdirde onun sahibi hakkında bir hükümde bulunmak sahih olmazdı. Çünkü zihinde bunlar sanki yok hükmündedir. Öyle olunca da, namaz hakkında dikkate alınacak şey, onun hariçteki vücudu olacaktır. Onlar da, özel ve lazım bazı durumlarla nitelenmiş ya da aksi şekilde bulunan fiillerden başka birşey değillerdir. Her mükellef özel olarak onunla yükümlüdür. Şu halde o, kendisi için hariçte vücud vermesi sahih olacak şeyle yükümlüdür. Bu ise, o fiille birlikte hâriçte zorunlu olarak bulunması gereken şeylerden hali olması durumunda imkânsız olur. Dolayısıyla o, başkalarıyla değil, onlarla (yani haricî zorunlu unsurlarla) yükümlüdür. Varılmak istenen netice de işte budur. Eğer bir vasıf fazla ya da noksan olarak meydana gelirse, o zaman fiil, gerçek hakikati üzere değil başka bir hakikat üzere meydana gelmiş olacaktır ve yükümlü tutulduğu şey henüz gerçekleşmiş olmayacaktır.
İtiraz: Bu durumda "Onlar iyi işi kötüyle karıştırmışlardı"[121]âyetinin anlamı bir problem arzetmeyecek midir Sonra namaz bazen eksik ya da fazla olarak icra edildiği halde bile sahih olmaktadır. Bu da dikkate alman hususun, genel anlamda namaz diyebileceğimiz birşeyin bulunması olduğunu gösterir ki, bu da zihnî itibar oluyor.
Cevap: Ayette sözü edilen iyi ve kötü amellerin ayrı ayrı zamanlarda işlenmiş ameller olması mümkündür. Nitekim âyetin iniş sebebi de bunu göstermektedir. Dolasıyla orada sözü edilen hükümleri zıt amellerin, birbirlerinin lâzımı sonuçları olması doğru değildir. Biribirini gerektirici şekilde olsalar ve bunun sonunda biri diğerinin sıfatı gibi olsa; eğer sıfat selbî nitelik gibi ise, telâzıımun (birinden diğerinin lâzım gelmesi) olmaması konusunda bir problem olmayacaktır. Çünkü selbî özellik, nitelenen için tamamen itibarî olup, vücûdî bir nitelik değildir. Eğer vücûdî bir nitelik ise ya da vücûdî nitelik gibi[122] ise, o zaman o hâriçte hâsıl olana râci olacaktır; böyle birşey ise âyetin altına girmeyecektir.[123] Sıhhati iptal etmeyen ziyade ya da noksanlığa gelince, bu durumda itibar hariçte vücuda gelene olmakta ve o yükümlü tutulan yerine konmaktadır; çünkü noksan namaz hariçte tam namaza benzemektedir; dolayısıyla da tam namaz muamelesi görmüştür. Yoksa bu, bir anlamda da olsa zihnî itibarın dikkate alınmış olmasının bir sonucu değildir. Bu konu üzerinde araştırma dallanmakta ve üzerine pek çok fıkhı meseleler bina edilmektedir.
ayten
Tue 28 September 2010, 11:18 pm GMT +0200
Fasıl :
Burada sözü edilen iki itibarın geçerliliği, biri diğerine vasıf durumunda olan muhtelif fiillerde sozkonusu olur. Böyle olmayan fiillerde ise, iki itibar geçerli olmaz.
Şöyle ki: Aralarında telâzum bulunan fiiller, ya biri diğerinin vasfı olur ya da olmaz. Eğer ikincisi ise, aralarında gerçek anlamda telâzum yok demektir. Meselâ zina veya hırsızlığın terki ile birlikte namazın terki gibi. Çünkü bu iki terkten biri diğeri için bir vasıf durumunda olmaz. Zira işleme konusunda aynı anda bir arada bulunma (tezahüm) durumu yoktur. Çünkü mükellef için, meşru veya gayr-ı meşru her fiili terketmesi mümkündür. Bu durum, mükellef için onların aynı anda ve aynı zamanda bulunması gereken şeyler olmadığı içindir. Bunun da sebebi, onların selbî bir duruma dönük olmalarıdır. Selbî olan şeyler, tamamen itibarî şeyler olup bir hakikatları yoktur. Eğer birinci durum sozkonusu ise, fiillerden biri diğeri için ya selbî bir vasıftır ya da vücûdî bir vasıftır. Eğer selbî bir vasıf ise, ya onun itibara alınmış olduğu özel olarak şer´îatta sabittir ya da değildir. Eğer birinci şıktan ise, o zaman haricî olan şeklin dikkate alınacağı konusunda bir problem bulunmamaktadır: Meselâ, namazda taharetin, kıbleye yönelmenin ter-kedilmesi gibi. Eğer ikinci şıktan ise, selbî vasfın dikkate alınmayacağı konusu açıktır. Borcunu ödemekten kaçmak için namaza sıgınan bir kimsenin borcu ödemeyi terkle birlikte namaz kılması gibi. Çünkü bu namaz, her ne kadar bir vacipten kaçış diye nitelense de, bu hariçte varlığı olmayan tamamen takdirî itibarî bir vasıf ile olmaktadır. Eğer vasıf vücûdî ise, bu konu üzerinde durulması gereken bir husus olmaktadır: Gasbedilen yerde namaz kılma, gas-bedilen bıçakla hayvan kesme, özü haricinde kalan özelliklerinden dolayı fâsid olan alış-veriş türleri vb. gibi.
Hasılı, terkler —terk olmaları hasebiyle- hariçte telâzum yani birinin varlığından diğerinin lazım gelmesi durumunu doğurmazlar. Şer´an bir telâzum sabit olmadıkça, fiillerle terkler arasında da böyle bir durum olmaz. Meselenin asıl kaynağı şudur: Terkler, vücûdî fiil için vücûdî vasfın yokluğu durumunda ancak itibara alınırlar. Meselâ namaz için taharet gibi. Fiillerle fiillerin bir arada bulunmasına gelince, hariçte bir araya geldiklerinde telâzum doğuran işte bunlar olmaktadır. Bu durumda onlardan belli bir nitelikle anılan tek bir fiil ortaya çıkar ve bu durumda daha önce de geçti-ği gibi hem o fiile hem da o vasfa birden bakılır. ALLAH-u a´lem! Bu meselenin, emir ve nehiy bahsi ile de ilgisi bulunmaktadır. [124]
Beşinci Mesele:
Serî deliller iki kısımdır: a) Sırf nakle yönelik olanlar, b) Sırf rey ve düşünceye yönelik olanlar. Bu taksim, delillerin asıllarına nisbetle olmaktadır. Yoksa bunlardan herbiri diğerine muhtaç bulunmaktadır. Çünkü naklî delillerle istidlalde bulunabilmek için mutlaka düşünceye ihtiyaç vardır. Nitekim rey ve düşüncenin muteber olabilmesi için de mutlaka şer´î bir dayanağının olması gerekmektedir.
Birinci kısım, Kitap ve Sünnetten ibarettir. İkinci kısım da kıyas ve istidlali içine alır. Bunlardan her bir gruba daha başka deliller de —ittifakla ya da ihtilafla— katılır. Birinci gruba bütün şekilleriyle icmâ[125], sahabî kavli[126] ve bizden öncekilerin şer´îatları katılır. Çünkü bütün bunlar ve bu anlamda olanlar düşünceye yer vermeksizin sırf nakil ile amelde bulunma anlamına gelir. İkinci gruba ise, istihsan ve nazarî bir duruma râci olduklarını kabul et-meraiz durumunda mesâlih-i mürsele katılır. Eğer maslahatlar mânâların genel çerçevelerine girerler (umûmâtı-ı maneviyyeye râci) dersek, o zaman onlar da birinci gruba dayandırılmış olurlar. Nitekim bu husus, bu kitabın ilgili yerinde[127] —ALLAH´ın izni ile— anlatılacaktır.
Fasıl:
Sonra bütün sert delillerin aslında birinci kısım içerisinde yer aldığını da söyleyebiliriz. Çünkü biz ikinci kısım içerisinde yer alan delilleri akıl yolu ile ispat etmiş değiliz. Onları sadece birinci kısımdan olan deliller yolu ile ispat etmiş bulunuyoruz. Çünkü onlara itimat etmenin sahih olacağını gösteren deliller onlardan çıkmıştır.[128]Durum böyle olunca, birinci kısım deliller temel dayanak olmaktadırlar.
Bu durumda birinci kısımdan olan delillerin, teklifi hükümlere mesned teşkil etmesi iki yönden olmaktadır:
a) Cüzî ve ferî hükümlere delalet etme yönü.
b) Cüzî ferî hükümlerin tesbitinde kıstas olarak kullanılacak kaide ve prensiplere delalet yönü.
Birinci delâlet şekline örnek: Meselâ, taharet, namaz, zekat, hac, cihad, av, boğazlama, alış-veriş, had ve cezalar vb. gibi konularla ilgili hükümleri göstermesi.
İkinciye örnek de, meselâ icmâm, kıyasın, sahabî kavlinin, bizden Önceki şeriatların hüccet oluşlarını göstermesi gibi.
Fasıl:
Sonra birinci kısmı oluşturan deliller de sonuç itibarıyla iki açıdan Kitaba çıkarlar. Şöyle ki:
a) Sünnet ile amel etmek ve ona itimat etmek, ancak Kitab´ın delalet ve onayı ile olmuştur. Çünkü peygamberin doğruluğuna delil mucizelerdir. Hz. Peygamber ise "Bana verilen şey, sadece ALLAH´ın bana indirdiği vahyidir´[129] sözü ile kendi mucizesinin yalnızca Kitaba münhasır olduğunu belirtmiştir. Gerçi Hz. Pey-gamber´in pek çok mucizesi bulunmaktaydı; ancak bunlar içerisinde Kur´ân´ın mucizeliği hepsinden daha büyük oluyordu.Hem sonra Yüce ALLAH Kur´ân´da: "Ey inananlar! ALLAH´a itaat edin, peygambere ve sizden buyruk sahibi olanlara itaat edin..."[130] buyuruyor ve pek çok yerde de "ALLAH´a ve Rasûlünne itaat edin..."[131] buyruğunu tekrarlıyordu. Bu emrin tekrar edilmiş olması, ALLAH Rasûlünün, —ister Kitap dahilinde olsun ister Kitap haricinde (yani Sünnet)— ne getirirse getirsin mutlaka ona itaat edilmesi gerektiğini gösterir. Yine Yüce ALLAH: "Peygamber size ne ver-rirse onu alın; sizi neden menederse ondan geri durun[132] "Onun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar"[133] vb. buyurmaktadır.
b) Sünnet, Kitabı açıklamak ve onun mânâlarını şerhetmek için gelmiştir. Bu hususu belirtmek üzere Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur´ân´ı indirdik[134] "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et"[135] âyette sözü edilen tebliğ iki çeşit olur:
1. Risâletin yani Kitabın tebliği.
2. Onun mânâsının açıklanması.
Hz. Peygamber de emredildiği şekilde yapmıştır. Ondan gelen Sünnet üzerinde düşünüldüğü zaman, onların Kitabı beyan sadedinde olduğu görülecektir. Bu, konu ile ilgili genel bir açıklama olmaktadır; tafsilat —inşALLAH— ileride gelecektir.[136]
Bu durumda ALLAH´ın kitabı asılların aslı, düşünürlerin düşüncelerini dayandıracağı son merci, ictihad erbabının hükümleri alacağı temel kaynak olmaktadır ve onun ötesinde başvuracak daha başka bir esas da yoktur. Çünkü o ALLAH´ın kadîm kelâmı olmaktadır ve "Doğrusu herşey Rabbinde biter"[137]. Yüce ALLAH şöyle buyurur: "Sana herşeyi açıklayan ve müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kur´ân´ı indirdik[138]"Kitab´ta Biz hiçbirşeyi eksik bırakmadık"[139] Bu konu ileride detaylarıyla birlikte açıklanacaktır.[140] [141]
Altıncı Mesele:
Bütün şer´î deliller iki mukaddime üzerine kurulurlar:
a) Birincisi, hükmün dayanağının (menât) tespitine yönelik iş.
b) Bizzat hükmün kendisine yönelik iş.
Birincisi nazarîdir (fikrî). Burada nazarîden kasdını, nakli olmayan demektir. Zorunlu olarak tespit edilmiş olması ile fikir ve düşünce yolu ile tespit edilmiş olması arasında fark yoktur. Bu durumda burada nazarî ile, zarurînin karşılığını kastetmiş olmuyorum.
İkincisi ise, naklidir. Bu husus, her şer´î talep konusunda gayet açıktır; hatta aynı durum[142] aklî ve naklî diğer konularda da geçerlidir.
Bu durumda şöyle dememiz doğru olacaktır; Birincisi hükmün dayanağının tespitine (tahkîkî´l-menât); ikinci ise hükme yöneliktir. Ancak burada amaçlanan şey, şer´î talep konularının açıklığa kavuşturulmasıdır. Meselâ ´Her sarhoşluk veren haramdır´ dediğimiz zaman, bu küllî ile herhangi bir cüzî hakkında hüküm vermek, işaret edilen iki husus gerçekleştirilmeden önce mümkün olmaz. Çünkü şer´î hükümler, fiili işleyenler hakkında, işledikleri fiillerin mahiyetine uygun hükümde bulunmak için gelmişlerdir. Meselâ kişi şarap içmeye yeltendiği zaman ona önce: ´Bu şarap mı değil mi ´ denilir. Bu safhada mutlaka onun şarap olup olmadığının üzerinde durulması gerekmektedir. Hükmün dayanağının tespiti işinden kastedilen işte budur. Muteber bir inceleme sonucunda onun şarap olduğunu ya da şarap emareleri taşıdığını tespit edince: ´Evet, bu şaraptır´ diyecektir. Bu noktada ona: ´Her türlü şarabın kullanılması haramdır´ denilecektir ki ondan kaçınsın. Aynı şekilde meselâ kişi bir su ile abdest almak istese, bu noktada mutlaka su üzerinde durması gerekecek ve onun mutlak[143]su olup olmadığını tespite çalışacaktır. Bu da suyun rengine, kokusuna ve tadına bakmak ile olacaktır. Bu incelemeden sonra o suyun aslî yaratılışı üzere olduğu ortaya çıkınca, hükmün dayanağı onun katında ortaya çıkmış ve suyun mutlak su olduğu belirmiş olacaktır. Nazarî olan mukaddime işte bu oluyor. Sonra bu nazarî mukaddimeye ikinci ve naklî mukaddimeyi ekleyecek ve ´Mutlak olan her su ile abdest almak caizdir´ diyecektir. Abdest almakla yükümlü mü, değil mi konusunun tesbitinde de aynı şeyi yapacak; önce abdestsiz olup olmadığını tespit edecek; bu tespiti yaptıktan sonra da —ki bu hükmün dayanağı oluyor—, naklî mukaddimeyi getirecek ve böylece abdest almakla yükümlü olduğu sonucuna ulaşacaktır. Hades halinin bulunmadığı ortaya çıkınca da yine aynı durum olacak ve o kimsenin abdestle yükümlü olmadığı sonucuna ulaşılacaktır.
Kısaca, Sâri Teâlâ mükellefin fiilleri ile ilgili olmak üzere mutlak[144] ya da mukayyed[145] olarak hükümler koymuştur. Bu iki mukaddimeden birinin gereği olmaktadır. Bu naklî olan oluyor. Mut-laklık ya da getirilen kayıt üzere hükmün dayanağı tahakkuk etmedikçe onunla hükümde bulunulamaz. Bu tespit işi de nazarî olan mukaddimenin gereği oluyor. Serî meselelerde bu husus açıktır.
Evet, dil ve mantık konularında da durum aynıdır. Meselâ biz, ´Zeyd Amr´ı dövdü´ anlamına gelen dediğimiz ve bu isimlerden hangisinin merfû hangisinin de mansûb[146] olduğunu Öğrenmek istediğimiz zaman yapacağımız iş şudur: Önce hangisinin fail (özne) hangisinin de mefûl (tümleç) olduğunu tespit etmemiz gerekecektir. Failin hangisi olduğunu tespit edip diğerinden ayırdığımız zaman, yapacağımız ikinci iş ´Her fail merfûdur´ şeklindeki naklî olan kuralı ona uygulamak ve hükmü vermektir. Aynı şekilde mefûlü de nasbetmemiz gerekecektir; çünkü kural gereği mefûller de mansûbtur. Yine meselâ "akreb" kelimesinin ism-i tasgirini[147] yapmak istediğimiz zaman ilk önce onun dört harfli bir kelime olduğunu tespit edeceğiz. Sonra da her dört harfli kelimenin ism-i tasgiri kalıbında olduğu kuralından hareketle onun ism-i tasgirinin´ "ukayrıb" şeklinde olduğuna hükmedeceğiz. Diğer dil bilimlerinde de durum aynıdır. Aklî konulara (akliyyât) gelince, onlarda da durum aynı olacaktır: Meselâ, âlemin hadis (sonradan var edilmiş) olup olmadığına bakmak istiyoruz. Bu durumda yapılacak ilk iş, hükmün dayanağını tespit işi olacaktır. O da, âlemdir. Onu ele alacağız ve onun değişken olduğunu tespit edeceğiz. Bu birinci önerme oluyor. Sonra herkesçe kabul gören Önermeyi getireceğiz ki, bu da her değişkenin hadis olduğudur.
Ancak biz diyoruz ki: Serî ve diğer naklî konularda, bu iki mukaddimeden birinin mutlaka nazarî olması gerekir ki, o da hükmün dayanağının tespitini sağlamaktadır. Bu nokta aklî olan konularda da aynen geçerlidir. Diğeri ise naklî olacaktır, diyoruz. Şimdi soru şu: Aklî olan şeylerde naklî olan yerine geçecek nedir Bu konu üzerinde düşünmek gerekiyor.
Bu konuda söylenecek şu olmalı: Naklî mukaddimenin özelliği; onun naklî olmasının sabit olması durumunda itirazsız kabul görmesi (müsellem) ve ayrıca üzerinde durma ve incelemeye ihtiyaç göstermem e sidir. Bunlarda inceleme ancak sahih olarak nakledilip edilmediği konusunda söz konusu olur. Bunun benzerî aklî konularda herkesçe kabul gören önermelerdir; ki bunlar zorunlu olarak bilinen şeylerle, hasım tarafından kabul edilen ve dolayısıyla zorunlu olanlar mesabesinde sayılabilen önermeler olurlar. Bu yani kabul edilirlik (müsellemlik) iki önermeden birinin özelliği oluyor. Diğerinin özelliği ise, hakkında hüküm verilen şeyin hükme esas olacak dayanağının tespitidir. Burada konuyu daha fazla açıklamaya gerek görmüyoruz; çünkü üzerinde düşünüldüğü zaman anlaşılabilecek şekildedir. Ayrıca sual ve cevap faslında konu ile ilgili bir açıklama da bulunmaktadır. Tevfik ancak ALLAH´tandır. [148]
Yedinci Mesele:
Kitap´ta[149] mutlak olarak sabit olan; herhangi bir kaydı bulunmayan; hakkında belli bir kıstas ya da kaide getirilmeyen şer´î bir delil/nass, mükellefin değerlendirmesine bırakılmış demektir. Bu türden olan deliller daha çok hikmetleri aklen kavranabilen âdetlerle ilgili olmaktadır. Meselâ, emredilen konulardan adalet, iyilik, af, sabır, şükür gibi; yasaklanan konulardan zulüm, fuhuş, kötülük, zulüm ve taşkınlık, ahdi bozma gibi. Şeriatta, mutlak olmaksızın belirli kayıtlarla gelen; hakkında belirli kıstas ve kaideler konulan deliller/nasslar ise, taabbudîlik ifade ederler. Bunlar eğer mükellefin değerlendirmesine bırakılacak olsaydı; mükellef onlardan gözetilen amaca ulaşamazdı. Çünkü ibadetler konusu, akıllarca tafsilatı bir tarafa ta esastan bile kavranamayan şeylerdir. İbâdetler hakkında ortaya çıkan diğer durumlarda da vaziyet aym olacaktır; çünkü onlar da ibadetler cinsinden olmaktadır. Bu tür deliller daha çok ibâdetlerle ilgili konularda sözkonusudur. Bu ikinci kısımdan olanlar daha çok Medenî[150] esaslarda görülür; çünkü Medenî teşrî, daha çok önceden mutlak olarak gelen hükümlerin kayıtlanması; ya da cüzî sebepler üzerine getirilmiş yeni hükümlerin konulması şeklinde gelişmiştir. Konunun açıklık kazanması için yeni bir mesele açmak durumundayız. [151]
Sekizinci Mesele:
Medenî teşrî içerisinde küllî bir esas bulursan, iyice düşündüğünde onun daha kapsamlı olan başka bir külliye nispetle cüzî olduğunu[152] ya da küllî bir esasın tamamlayıcı unsuru (tekmîlî)[153] olduğunu göreceksin. Açıklamak gerekirse: Şeriatın korunmasını istediği küllî esaslar beş tanedir. Bunlar da: Dinin korunması, nefsin korunması, aklın korunması, neslin korunması ve malın korunmasıdır.
Dinin korunması: Bu, Kur´ân ve Sünnet çağrısının esasını teşkil eder. Mekke´de inen ilk esas bu olmaktadır.
Nefsin korunması: Bu esasın da Mekke´de inmiş olduğu açıktır. Meselâ: "ALLAH´ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın"[154]Kız çocuğunun hangi suçtan dolayı öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman..[155] ; "Size ne oluyor ki, ALLAH size darda kalmanızın dışında[156] haram olanları genişçe anlatmışken adının üzerine anıldığı şeyden yemiyorsunuz "[157] vb. âyetleri delil olarak burada hatırlanabilir.
Aklın korunmasına gelince: Gerçi aklı ifsad eden şeylerin somut olarak haram kılındığını gösteren deliller Medine döneminde gelmiştir. Ancak Mekke döneminde de konuya mücmel olarak temas edilmiştir. Zira aklın korunması da diğer organların ya da işitme, görme vb. gibi onların menfaatlerinin korunmasında olduğu gibi nefsin korunması esası içerisine dahil bulunmaktadır.[158] Bu haliyle akim, kendisini tümden izale edecek ya da üstüne bir örtü örtüp sonra kaldırmak gibi bir müddet veya bir an giderecek şeylerden korunması da, Mekkî esaslar içerisinde yerini almış olmaktadır. Sonra, aklın bu şekilde korunması tamamlayıcı unsurlardan olmaktadır. Çünkü içki içmenin kötülüğünü Yüce ALLAH beyanla şöyle buyurmuştur: "Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi ALLAH´ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister"[159] Böylece içkinin, günah ve taşkınlığa yardımcı olacağı ortaya çıkmıştır.
Neslin korunması: Mekkî olan teşrîde zinanın haramlığı gelmiş; eşler ve cariyelerle olan ilişkiler hariç edep yerinin korunması emredilmiştir.
Malın korunması hakkında ise; zulmün, yetim malı yemenin, israfın, haksızlığın, ölçü ve tartıda hile yapmanın, yeryüzünde fitne ve fesat çıkarmanın ve benzeri hususların haram kılındığını görüyoruz.
farzın korunması da, nefse eza ve işkence verici şeylerin yasaklanması esası altına girmektedir.Bunlar, korunması istenilen esasları ortadan kaldırmaya yönelik şeylerle ilgilidir. Öbür taraftan bunlara vücut verme ve devamlarını sağlama yönünden de aynı şekilde gerekli önlemler alınmıştır. (Yani Mekkî teşrî ile esaslar belirlenmiş, Medenî teşrî ile de tamamlama yoluna gidilmiştir.) Son dört esasta bu açık. Dinin korunması esasına gelince, ona vücud verme ve devamını sağlama kalp ile tasdik, organlarla da itaat yoluyla gerçekleşir. Kalp ile tasdik, ALLAH´a, peygamberine ve âhiret gününe imandan gözetilen maksadı ortaya koyar. Böylece Medenî teşrî içerisinde mufassal olarak gelen diğer imânî şeyler[160] bu esastan dallanmış (teferrû) olacaktır. İmânî asıl ise Mekkî teşrîde gelmiş oluyor. Organlarla itaatte bulunma (tek bir yükümlülüğün icrasıyla da olsa) bir şekilde hasıl olmakta; bundan sonrası artık o ilk itaatin tamamlayıcı unsurları sayılmaktadır. Mekkî teşrî içerisinde bu meyanda olmak üzere şehâdet kelimesini söylemek, namaz kılmak ve zekat vermek esasları getirilmiştir. Bunlarla itaat mânâsı gerçekleşmiştir. Oruç ve hac ise, mükemmil (tamamlayıcı) unsurlardan olmak üzere Medenî teşrî içerisinde yer almaktadır.[161] Çünkü hac ataları Hz. İbrahim´den tevarüs edilmiş olarak Araplarca işlenen fiillerdendi.İslâm geldi ve onların bozmuş oldukları kısımları düzelterek onları tekrar meşru olan hacca döndürdü[162]. Oruçta da durum aynıdır. Cahiliye devrin dems anlar AşÛra gününde oruç tutuyorlardı; Hz. Peygamber da o günde tutuyordu. Medine´ye geldiği zaman hem kendisi tutmuş hem de ashabına tutmalarını emretmişti. Ramazan orucu ile neshedilinceye kadar durum bu şekilde devam etmişti. Aşûra günü orucu hakkında Hz. Âişe hadisine bakınız.[163] Bu durumda Medenî teşrî hac ve orucu sağlama bağlamış ve "Bugün size dininizi tamamladım..[164] buyurduğu en büyük günündeki yerleşmiş olduğu şekil üzere onları ibkâ etmiştir. Bu durumda onlar için Mekkî teşrî içerisinde genel anlamda bir asıl bulunmaktadır.[165] (Küllî esas gibi gözüken ve) Medine döneminde teşrî kılınan cihad ise, aslında Mekke´de ortaya konulmuş bulunan iyiliği emretme, kötülüğü önleme genel prensibinin (en önemli bir ) uzantısı olmaktadır. "Ey Oğulcuğum! Namazı kıl, iyiliği buyurup, kötülüğü önle..."[166] vb. gibi Mekkî âyetler, onun aslı olan prensibi koymuş oluyordu. [167]
Dokuzuncu Mesele:[168]
Her bir şer´î delilin küllî olarak kabul edilmesi mümkündür; onların sîga ve lafız itibarıyla genel ya da husûsî olmaları arasında fark yoktur. "Mü´minlere değil sade sana mahsus olmak üzere..."[169] ve benzeri nasslarda olduğu gibi, bir delil tarafından şahsa özelliği belirtilen konular bu kaidenin istisnasını teşkil eder.
Bunun delili şudur: Kendisine dayanılan nass, ya küllidir ya da cüzîdir. Eğer küllî ise, zaten maksat hasıl olmuş demektir. Yok cüzî ise, bu cüzîlik esas teşrî hasebiyle değil nassın inmesine sebep olan olay hasebiyledir. Dolayısıyla öylesi durumlarda da nassm hükmü genel kabul edilir. Buna şu hususlar delalet eder:
1. Esasta teşriin genel oluşu. Bu konuda şu âyetler hatırlana-,bilir: "Ey insanlar! Doğrusu ben ... ALLAH´ın hepiniz için
gönderdiği peygamberiyim[170] "Ey Muhammedi Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir[171] "Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur´ân´ı indirdik[172] Bu husus kesin olmaktadır ve bu kesinlik, Huzeyme´nin şehadeti[173], Ebû Bürde´nin oğlağı[174] konusunda vârid olan hadislerle bozulacak değildir. Hadiste de şer´îatın genelliği bildirilmiş ve "Ben kızıl ve siyah tenlilere (yani bütün insanlara) gönderildim" buyurulmuş-tur.[175]
2. Kıyasın meşruluğu ilkesi: Kıyasın anlamı, sîgası özel olan bir nassı, mânâ bakımından genelleştirmekten başka birşey değildir. Kıyasın meşruluğu, üzerinde ittifak edilen bir husustur. Eğer cüzî hakkındaki delilin küllî olarak ele alınıp genelleştirilmesi caiz olmasaydı, o zaman kıyas imkânı kalmazdı.
3. Yüce ALLAH´ın şu buyruğu: "Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik ki, evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda mü´minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin"[176] Burada evlendirme fiilinin, genellik ya da başka birşey gerektirecek bir sîgası yoktur. Ancak Yüce ALLAH, onun bir örnek olması için peygamberine böyle emrettiğini açıklamış ve bunun gerekçesini de "... mü´minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin" diye beyan buyurmuştur. Başka bir âyette de: "ALLAH´ın Rasû-lünde sizin için güzel bir örnek vardır"[177]buyurulur. ALLAH Rasûlüne has olmak üzere Yüce ALLAH bazı özellikler kılmıştır: Kadının kendisini ona hibe etmesi, eşlerinin kendisinden sonra başkalarına haram olması, dört kadından fazlasıyla evli olmasına izin verilmesi gibi. Buna rağmen onunla ilgili olan bu evlendirme işinin hükmü genelleştirilmiş; ona has olan istisnaî birkaç hüküm hariç kendisine hitap eden deliller genelleştirilme hükmü dışına çıkmamıştır. Bu durumda, başkaları hakmda özel olarak gelen nassların —genel bir lafızla gelmese bile— genellik ifade edeceği daha da açıklık kazanacaktır. Mutlak ifadeler de aynı şekilde, genel olarak değerlendirilecektir.
Hz. Peygamber bu hususu hem sözü hem de fiili ile açıklamışlardır. Sözlü açıklamasına misal: "Benim bir kişi hakkındaki hükmüm, cemâat için de hükmüm demektir"[178] Birçok kere kendisine özel konular hakkında başvurup aldıkları cevaplar karşısında, "Bu sadece bize mi hastır Yoksa bütün insanlar için geçerli midir " diye sorduklarında: "Bilakis bütün insanlar içindir" buyurmuştur. "Gündüzün iki ucunda ve gecenin gündüze yakın zamanlarında namaz kıl. Doğrusu iyilikler kötülükleri giderir"[179] âyetinin inişine sebep olan mesele[180] ve benzerlerinde olduğu gibi. Hz. Peygamber kendisini insanlar için bir örnek (nümûne-i imtisal) olarak takdim etmiştir. Nitekim oruç tutma niyeti ile birlikte cünüb olarak sabahlama, guslün sünnet mahallerinin karşılaşmasından gerekeceği hadislerinde bu husus gayet açık olarak ortaya çıkmaktadır. Onun (sehiv secdesi hakkında): "Ben, sünnet olması için unuturum ya da unutturulurum[181] demesi; "Benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız, siz de öyle kılın[182]"Hac menâsi-kini benden alınız[183] buyurması bu hususu dile getirmektedir. Benzeri deliller çoktur. [184]
Onuncu Mesele:
Serî deliller iki kısımdır:
a) Aklî burhan tarzında gelen deliller. Bunlarla, istenilen sonuca ulaşılmak istenir ve bu deliller bir nevi muhaliflere karşı nasıl delil getirileceğini Öğretmek amacı taşır. Bu deliller, ilk plânda bu amaç için konulmuştur. Bu tür delhller içerisine bütün aklî deliller girer. Ayrıca aklî delil mesabesinde olanlar da onlara katılır. Örnekler: "Eğer yerle gökte ALLAH´tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de bozulurdu[185] "And olsun ki: ´Muhammed´e elbette bir insan öğretiyor.´ dediklerini biliyoruz. Kastettikleri kimsenin dili yabancıdır; Kur´ân ise fa- sih Arapça´dır[186] "Biz bu Kur´ân´ı yabancı bir dil ile ortaya koysaydık: ´âyetleri uzun açıklanmalı değil miydi Bir Araba yabancı bir dille söylenir mi ´ derlerdi[187]"Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini yaratmaya kadir olmaz mı [188] "İbrahim: ´Şüphesiz ALLAH güneşi doğudan getiriyor; sen de batıdan getirsene!´ dedi. İnkâr eden şaşırıp kaldı.[189] ´´Sizi yaratan-, sonra rızıklandıran, sonra öldüren daha sonra da dirilten ALLAH´tır. O´na ortak koştuğunuz şeylerden böyle birşey yapan var mıdır [190].. Bu türden olan deliller hem inanana hem de karşı çıkana getirilebilir. Çünkü bunlar, aklı başında olan herkesçe zaten belli şeylerdir. Dolayısıyla sadece aynı inancı paylaşan kimselere karşı getirilmez.
b) İslâm inancını paylaşan kimseler hakkında getirilen deliller. Bunlar teklifi hükümler getiren nasslardır. Mükelleften bir-şeyin yapılmasını ya da terkini isteyen emir ve nehiy kiplerinin delâleti gibi. Ayrıca "Öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı)[191] "Size oruç yazıldı[192]; "Oruç gecesinde size cinsî ilişki helal kılındı"[193]gibi nasslar[194] da bu türden delillerdir. Bu ve benzeri nasslar, bir delil ikâmesi için gelmemiş; istidlal makamında da gelmemişlerdir. Aksine bu nasslar ile bazı hükümler getirilmekte ve onlann ka-: ´ bulle karşılanması, boyun eğilerek gereği ile amel edilmesi istenmektedir. Bunların dayanağı olan temel delil, onları getiren peygamberin doğruluğunu gösteren mucize olmaktadır. Mucize delili sabit olunca, onun doğruluğu da sabit olur. Doğruluğu sabit olunca da, mükellef üzerine getirilen yükümlülük sabit olacaktır.
Alim, birinci türden delil getirdiği zaman, o delil, sanki âlimin kendisi tarafından vaz´ ediliyormuş gibi, inşaallahâî türden olur. İkinci türden bir delil kullandığı zaman, onu ilzam ve iltizam şekliyle gereğini anlamak ve ona boyun eğmek için almış oluyor anlamına gelmektedir. Bu durumda ´delil´ lafzı, her iki tür için de kullanıldığı zaman, müşterek lafızlar gibi kullanılmış olur; çünkü birinci anlamında delil, ikinci anlamındaki delilden farklıdır. Delil lafzı, birinci anlamında ulemaca meşhur olan ıstılah üzerinde kullanılmış olur. İkinci mânâsında ise mucizenin ortaya çıkardığı bir sonuç olur ve bu haliyle delilden maksat sadece kabul gören bir söz demektir.[195]
Onbırıncı Mesele:
Delil, lafız hakkında hakîkat olduğu zaman, onunla mecazî mânâya istidlalde bulunulamaz. Ancak müşterek lafzın umumu[196] vardır (ve umumdan hareketle müşterek lafzın her bir mânâsı aynı anda kastedilmiş olabilir) görüşü kabul edilirse bu bir istisna olur. Bu durumda şart olarak da o lafzı o mânâda Arapların kullanır olması ileri sürülür. Bu şart bulunmadığı zaman ise bilinen dışında başka mânâda kullanılamaz.
Şartın varlığı ile beraber müşterekin her mânâsının aynı anda kastedilebileceğine örnek: "Ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın..."[197] âyetidir. Bir grup bu âyetteki hayat ve ölümden maksadın hakîkî anlamda hayat ve ölüm olduğunu söylemişlerdir. Bu anlamda âyet meselâ, ölü nutfeden canlı insanın çıkarılması; canlı insandan ölü nutfenin çıkarılması şeklinde ya da buna benzer anlamlarda anlaşılır. Başka bir grup ise, hayat ve ölüm kelimelerini "Ölü iken kalbini dirilttiğimiz... kimsenin durumu..."[198] gibi âyetlerde kullanıldığı gibi mecazî anlamda tefsir etmişlerdir. Bir başka grup[199] ise müşterek lafzın umûmu vardır görüşünden hareketle âyetten her ikisinin de birden murat olduğunu iddia etmişler ve böylece lafzın hem hakikat hem de mecaz anlamda kullanıldığını söylemişlerdir. Bu essasla ilgili pek çok örnek vardır.
Şartın bulunmaması haline örnek: "Ey inananlar! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünübken yolcu olan müstesna— gusledene kadar namaza yaklaşmayın"[200] Müfessirler buradaki sarhoşluktan (sekr) maksadın hakikat mânâda sarhoşluk ya da mecazî mânâda uyku sarhoşluğu olduğunu söylemişlerdir. Cünüb-lük ve ondan dolayı gusülden maksadın da hakikat mânâda bilinen şey olduğunu söylemişlerdir. Eğer sarhoşluk sözcüğü, gerçek anlamda içki içmeden doğan sarhoşluğun kastedilmesi yanında, takvaya itibarla ibadetin kabulüne engel olan gaflet, şehvet ve dünya sevgisi sarhoşluğu diye tefsir edilecek olursa; cünüblükten maksat, günah kirlerine bulanmak, gusül ise tevbe etmektir[201] denilecek olursa, işte bu şekilde yapılacak tefsirler muteber olmayacaktır.
Çünkü Araplar, bu gibi yerlerde bu anlamlarda bu kelimeleri kullanmazlar ve bu kelimelerin bu anlamlarda kullanıldığını bilmezler. Çünkü Arap cünüblük ve gusül kelimelerinden hakikat mânâları dışında birşey anlamaz. Benzeri bir diğer örnek de: "Ayakkabılarını çıkar"[202] âyeti hakkındadır. Bazıları âyetteki "na´leyn" (iki ayakkabı) dan maksadın iki âlem (dünya ve ahiret) olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu mânâlar, bu lafızlar için Araplar-ca ne hakikat ne de mecaz olarak bilinmeyen şeylerdir. Yine Hz. Peygamber´in "Tedavi olun; çünkü derdi indiren ALLAH mutlaka devasını da indirmiştir"[203] hadisinden, günah dertlerinden tevbe ile tedavi olunuz, işareti çıkarılmıştır. Bütün bu yorumlar geçerli değildir. Serî delillerin bu şekilde kullanılmaları doğru olmaz. Böyle bir tavrın sahih olmadığını gösteren en güçlü delil; Kur´ân´ın Arapça ile, Arapların dili ile gelmiş olmasıdır. Sünnet de aynı şekilde Arapların anlayabileceği bir dil ile gelmiştir. Bu tür yorumlar ise, onlarca bilinmeyen şeylerdir. Bu konu —ALLAH´ın izni ile — yerinde izah edilmiştir.[204] İlim erbabından olup tefsir sahasında söz sahibi bir âlimden böyle bir tefsir nakledildiği zaman gösterilecek tavır -ALLAH´ın izni ile ileride ele alınacaktır.[205] [206]
Onikinci Mesele:
Her bir şer´î delil şu ihtimallerin birinden uzak değildir:
a) İlk selef döneminde devamlı ya da çoğu kez olarak kendisi ile amel edilmiştir.
b) Çok nadir olarak ya da belli bir dönem içerisinde amel edilmiştir.
c) Asla kendisi ile amel edilmemiştir.
Böylece delille amel edilip edilmeme konusunda karşımıza üç kısım çıkmaktadır:
Birinci kısım: Devamlı ya da çoğu kez olarak kendisi ile amel edilmiş olması. Böylesi bir delili kullanma ve onun gereği ile amel etme konusunda herhangi bir problem bulunmamaktadır. Tabi olunması gereken sünnet, takip edilmesi gereken doğru yol budur. Delilin gereklilik (vücup), mendupluk ya da başka bir hüküm gerektirir olması arasında bir fark yoktur. Meselâ, Hz. Pey-gamber´in sözlü beyanları yanında fiili ile taharet, her çeşidi ile farz ve nafile namaz hükümlerini bildirmesi, şartlan ile birlikte zekâtı açıklaması, kurban, akîka, nikah, talak, alış-veriş ve şeriatta yer alan diğer hükümleri söz, fiil ya da takrir (tasvib, onay) yolu ile açıklaması gibi. Onun ve ondan sonra gelen ashabının uygulaması da devamlı ya da çoğu kez, bu açıklamalar doğrultusunda meydana gelmiştir. Genel olarak bu gibi yerlerde söz ile uygulama birbirine uygun düşmüş ve herhangi bir şekilde çeliş memiştir. Böylesi bir durumda daha sonra gelen ümmetin herhangi bir kayıt aranmaksızın bu tür delilleri kullanmaları ve onların gereği ile amel etmeleri konusunda en ufak bir kuşku bulunmamaktadır. Kim buna muhalefet eder ve ilk nesillerin amel ettikleri deliller doğrultusunda amel etmezse, onun hakkında Hükümler bahsinde küllîliğin ve cüzîliğin dikkate alınması konusundaki husus geçerli olacaktır.[207] Oraya bakılsın. Burada tekrara gerek duymuyoruz.
İkinci kısım: Nâdir hallerde, ya da belli bir hal ya da zamanda kendisi ile amel edilen kısım. Bu durumda bu kısımdan olmayan başka bir delil tercih edilmiş, devamlı[208] ya da çoğu kez o kullanılmış oluyor demektir. İşte o diğeri, tabi olunması gereken sünnet, takip edilmesi gereken yol olmaktadır. Nadir olarak kendisi ile amel edilen delile gelince, onun üzerinde durmak ve gereği doğrultusunda amel etmek üzerinde düşünmek, daha yaygın ve daha çok amel edilen delil üzerinde sebat göstermek gerekecektir. Çünkü ilk nesillerin o delile muhalif olan delil üzerinde amelde devamlılık göstermeleri ya şer´î bir gerekçeden, ya da şer´î olmayan bir gerekçeden dolayı olacaktır. Şer´î olmayan bir gerekçeden dolayı olması , ihtimali batıldır. Şu halde mutlaka şer´î bir gerekçeden dolayı onunla amelde istikrar göstermiş olmalıdırlar[209] Durum böyle olunca nadir hallerde istidlalde bulunulan delil ile amel etmek,—hakikatte bir tearuzdan söz edilmese de[210]— selefin amel için araştırdıkları mânâya ters düşmüş olur. Bu durumda mutlaka onların araştırdıkları delili araştırmak ve onların üzerinde devamlı olarak bulundukları delile uygunluk göstermek gerekecektir. Sonra, nadiren amel edilen delil ile, çoğu kez kendisi ile amel edilmiş olan delilin muhayyerlik gerektirecekleri[211] farzedilse bile, selefin o delille devamlı olarak amel etmiş olmaları, bunun mutlak bir muhayyerlik olmadığını ortaya koyar. Aksine, onların üzerinde devamlı bulundukları delil, —diğeri ile amelde bir beis olmasa bile— bir anlamda daha öncelikli olacaktır. Aynen mubahla mendûbun karşı karşıya gelmesi durumunda olduğu gibi. Çünkü bunların konumu, mükellefin işlemesine nisbetle tercihe bırakılan şeye benzemektedir. Çünkü mendûbun kısmen[212] terkinde bir günah bulunmamaktadir. Dolayısıyla mükellef mendup ve mubah karşısında bir nevi muhayyer gibi olmaktadır. Ancak aslında durum öyle değildir; mendûbu işlemesi, mubahı işlemesinden daha uygun olmaktadır. Aynı durum konumuz için de geçerlidir. Buna ilaveten usûl-cüler, kadâyâ a´yân diye anılan şahsa/hale özel nitelikli nassların bir başka delille desteklenmedikçe kendi başlarına delil olarak kullanılamayacaklarını da söylemişlerdir. Çünkü bizzat kendisinde ihtimal bulunduran bu deliller Öte taraftan, sürekli yapılagelen amele ters düşmeme imkânı da taşımaktadır (o yüzden kendileri ile amel edilebilmesi için başka bir delil ile desteklenmesi şartı aranmıştır). Hükümler bahsinde geçen ve bazı sahabîlerin bazı mubahları ter-kettiklerini bildiren (ve onların sanki bu şeylerin mubah olmadığı düşüncesinde oldukları intibaını veren) durumlar bunlardandır. Durum böyle olunca, bu az amel edilmiş delilin karşısında bulunan delil ile amel etme tarafı ağır basmış olacaktır. Bu kısım için pek-çok örnek bulunmaktadır. Ancak bunlar iki gruba ayrılırlar:
1.
Az amel edilmesinin makul bir izah ve sebebi olan deliller. Bu türden olanlarda, sebebin ortadan kalkması durumunda sonuç da ortadan kalkacak şekildedir. Bunun bir çok yerleri vardır; tahdid edilmiş sınırları veya tayin edilmiş vakitleri vb. beyan için vuku bulması gibi.
Meselâ, Cibril´in (as.) Hz. Peygamber´e iki gün imamlık yaptığını bildiren hadis[213] Hz. Peygamber´in namaz vaktini soran kimseye: "Bizimle birlikte bu iki gün namaz kıl" buyurması bu türdendir. Hz. Peygamber´in bu soruya cevap olsun i-çin, namazı ikinci günde vakitlerin tam sonunda kılmış olması, kişinin tercihine bırakılan ve artık öte aşması imkânı bulunmayan vaktin en son dilimini bildirmek içindir. Sonra Hz. Peygamber yazın, şiddetli sıcağın biraz serinlemesini beklemek, yolculukta iki namazı birleştirerek kılmak vb. gibi bir mazeret olmadıkça devamlı olarak namazı vaktin ilk anlarında kılmıştır. "Kim güneş doğmadan önce bir rekat kılabilirse, o kişi sabah namazına yetişmiş olur.[214] hadisi de aynı şekilde, mutlak olmayıp özür vakitleri ile ilgili açıklama yapmak içindir. Onun içindir ki, normal şartlarda bu vakitte namaz kılma gerçekleşmemiştir. Bunun içindir ki, "Sabah namazını aydınlatın´[215]hadisi doğrultusunda amel etme görüşünün zayıf kaldığı (mercuhluğu[216]anlaşılmış olur. Eğer hadis sahih değilse, zaten durum açık olur. Ebû Mesûd el-Ensârf-nin, namazı vaktin sonuna bırakması yüzünden el-Muğîre b. Şu-be´ye ; Urve b. ez-Zübeyr´in de aynı şekilde Ömer b. Abdülaziz´e tepki göstermelerinin izahı da bu yolla anlaşılmaktadır. Urve bu karşı çıkması sırasında, Hz. Aişe´nin: "Hz. Peygamber ikindi namazım güneş evin içerisinde iken henüz (batıya doğru meyledip de duvara vurup) zahir olmadan kılardı[217] sözünü delil olarak kullanmıştır. Hadiste geçen ´kılardı´ ifadesi, örfen işin çokça böyle yapıldığım gösterir. Bu haliyle o, Hz. Peygamber´in üzerinde devamlı olduğu bir hususa muhalefet konusunda ona karşı delil getirmiş oluyordu. Nitekim Ebû Mesûd da, el-Muğîre´ye karşı Cibril´in indiğini, Hz. Peygamber´e namaz kıldırdığını ve sonunda da "işte bu şekilde emrolundun" dediğini ifade eden hadisi delil olarak kullanmış oluyordu. Hz. Ömer de cuma günü kendisi min-
[60j berde hutbe irad ederken mescide giren kimseye "Bu hangi saat "[218] demesi vb. de bu türden olmaktadır.
Hz. Peygamber Ramazan gecesini mescidde ihya (teravih namazı kılarak) etmişti. Sonra cemaatin çoğalması sebebiyle onlara farz olabilir endişesiyle bunu terketti. Daha sonra hem kendisi hem de Hz. Ebû Bekir, farklı bir uygulamaya gitmediler. Hz.Ömer devri gelince, o teravih namazını cemaat halinde kıldırdı; çünkü farz olma endişesi artık yoktu. Sonra bu namazın gecenin sonunda kılınmasının, kendisinin yaptığı bu işten daha faziletli olduğunu hatırlatmadan da geri kalmadı. Bunun içindir ki, sahabe ve tabiîn neslinden ileri gelen simalar, yatsı namazını kıldıktan sonra evlerine gidip; teravih namazım cemâatle kılmazlardı (gecenin sonunda kendi evlerinde gecelerini ihya ederlerdi). İmam Mâlik de, güç yetirebilen kimseler için bunu müstahap görmüştür.
Hz. Âişe, Hz. Peygamber´in kuşluk namazını terket-mesini işte bu şekilde izah etmiştir. Kendisi ise, onun terkini gerektiren illet ortadan kalktı gerekçesi ile kuşluk namazını kılardı. O şöyle diyor: "Hz. Peygamber´in kuşluk namazı kıldığım asla görmedim.[219] Ben ise bu namazı kılıyorum" Başka bir rivayette ise şöyle demiştir: "Ben gerçekten o namazı kılıyorum. Muhakkak ki Rasûlullah bazı amelleri yapmayı arzu ettiği halde, insanlar onlarla amel ederler de sonra onlara farz kılınır korkusundan dolayı onları terkederdin[220] Hz. Âişe, kuşluk namazını sekiz rekat olarak kılardı ve sonra da: "Ebeveynim kabirden çıksa bile yine onları terketmem"[221] derdi. Şimdi biz, (terk delilini) Hz. Aişe´nin anladığı şekilde Hz. Peygamber´in kuşluk namazına müdavimliği terkinin gerekçesine dayandığımızda, kuşluk namazını (müdavim olarak) kılmada herhangi bir sakınca kalmayacaktır.
Bunun bir benzeri de visal orucu ile ilgilidir: Hz. Peygamber iftarsız peşi peşine oruç tutardı. Sonra bu orucu yasakladi Sahabe —Hz. Âişe ve daha başkaları— bu yasağın gerekçesini insanlara acıma şeklinde değerlendirdi ve içlerinden visal orucu tutanlar oldu. Hepsi de bu orucu tutmadılar; içlerinden sadece buna güç yetirebilen ve bu oruç sonucunda zayıf düşüp de diğer sorumluluklarını yerine getiremeyecek bir duruma düşmekten emin olan kimseler tuttu.
Bu kısmın örnekleri çoktur. Bunların alması gereken hükmü, her nasıl olursa olsun gâlib olan amele uygunluk ve nadiren meydana gelen uygulamaları onların yaptığı gibi terketmek ya da azaltinaktır. Delil, bir sınır belirleme ve benzeri konularla ilgili ise, Hz. Peygamber döneminde carî olan amel, evlâlığı üzere sü-regelecektir. Aynı şekilde sahabe ve selefden gelen konularda da durum, o konuda Hz. Peygamber´e muvafakat şeklinde olacaktır.[222]Muvafakat etmedikleri gibi gözüken şeylere gelince, onlarda da durum aslında öyledir.[223] Geçen üç Örnek üzerinde durulduğu zaman bu durum açıklık kazanmaktadır:
Şöyle ki: Hz. Peygamber´in Ramazan gecesini mes-cidde ihya etmesi (teravih namazını kılması), sonra farz olur korkusuyla mutlak surette terketmesi durumu (yani endişe) daha sonraki dönemlerde de geçerlidir. Bu durum, kendilerine uyulan mücte-hid imamlar, âlimler ve fazilet sahibi kimseler için de sözkonusu-dur. Çünkü bunlar, yaptıkları hususlarda ümmetin kendilerine uymaları için vardırlar. Nitekim beyân bahsinde bu konu ele alınacaktır. Hal böyle iken, âlimin bir fiilde müdavim olduğunu gören bir cahil, o fiilin vacip olduğunu sanacaktır. Sedd-i zerâi´ (yani kötülüklere götürecek yolların kapatılması) ise dinde istenilen birşey-dir. Bu prensip, şer´îatta kesin bulunan esaslardan biri olmaktadır. Bu kitapta konu ele alınmıştır. Ancak sahabe amel etmişse, —teravih namazının cemaat halinde kılınmasında olduğu gibi— o zaman Hz. Peygamber döneminde nâdir olarak gerçekleştirilen uyguluma doğrultusunda amel etmede bir sakınca olmayacaktır. Onların sünnetleri geçerlidir. Vâcib olma endişesinden Yüce ALLAH onları korumuştur. Kaldı ki onlar, teravih namazının evlerde kılınmasının daha uygun olduğu görüşünü taşımakla birlikte bir imam arkasında cemaatla kılma ve bunda devamlılık gösterme durumunda olmuşlardır. Ellerinden geldiği kadar da daha uygun olan durum doğrultusunda hareket etmeye çalışıyorlardı. Dolayısıyla hem sözlerinde hem de uygulamalarında hâkim olan, gecenin evlerde ihyasının daha doğru olduğu anlayışı idi. Bu yüzden bazı fakihler, Kur´-ân´ı iyi bilmeyen ya da ancak başkalarına uymak suretiyle gayrete gelen kimseler için Ramazan gecelerini camilerde ihya etmenin daha isabetli olacağını söylemişlerdir. Böylece onun evlâlığı ruhsat gibi bir mazerete dayalı olmaktadır. Bazıları ise, mutlak surette evlerde kılmanın daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda, öyle ya da böyle Hz. Peygamber´in üzerinde müdavim olduğu şey (yani teravihin cemaatle devamlı kıhnmaması), Öncelikli olmakta;selef-i sâlihînin kabul gördüğü şey de yine sünnet telakki edilmektedir. Bu yüzden de bazıları şöyle demişlerdir: "Mescidlerin teravih namazından tümden uzak kalması da uygun olmaz. Çünkü böyle bir tutum, sahabe arasında süregelen amele ters düşmüş olur"
Kuşluk namazına gelince, Hz. Âişe´nin, Hz. Peygamber´i bu namazı kılarken hiç görmediğini söylemesi, Hz. Peygamber´in bu namazı çok az kıldığının bir delili olur. Sonra sahabeden de, hepsinin bu namazı kıldıklarına dair nakiller yoktur. İçlerinden sadece bazıları başkalarına örnek teşkil etmeyecek meselâ ev gibi yerlerde buna devam etmişler, bunu yaparken de bu ibadeti kendileri icad etmemişler; sâlih amellerde devamlılık gösterme prensibi gereği amel etmişlerdir. Çünkü Hz. Âişe, bu namazın vâcib kılınması korkusu olmasaydı, Hz. Peygamber´in bu namaza devam edeceği inancındadır. Bu mânâ (yani halkın bu namazı vacip sanması endişesi), kendilerine uyulan din âlimleri için de sözkonusudur. Ancak, gizli yapmış olmaları örnekliğe mani olacaktır. Bu noktadan hareketledir ki, nafile namazlarda cemaat mutlak olarak meşru kılınmamış; ancak bayram namazları[224], ay tutulması (husuf) namazı vb. gibi mü-ekked olan bazılarında meşru kılınmıştır. Bunların dışında kalan diğer nafile namazlar için ise, Hz. Peygamber (as.) onların evlerde kılınmalarının daha uygun olduğunu açıklamıştır. Hatta hadislerinde, evlerde kılman nafile namazların mekanların en şereflisi olan kendi mescidinde kılmaktan daha üstün olduğunu açıklamışlardır.[225]Bunun içindir ki, Hz. Peygamber Müleyke´nin evinde cemaatle iki rekat namaz kıldırmış, teyzesi Meymûne´nin evinde gece cemaat olarak İbn Abbâs´a namaz kıldırmıştır. Bunları ne insanlar içerisinde yapmış, ne de bu doğrultuda onlara emir vermiştir. Bunları aşikâre yapmadığı gibi çok da yapmamıştır. Aksine nafile olan amellerini, münferid halde yapıyordu. Bütün bu emareler, bunların selef-i sâlih arasında da yayılmamış ve onların bu ameller üzerinde müdavim olmamaları hususu da eklenince, onun zayıf kaldığını (mercûh); üzerinde bulundukları genel ve galip olan uygulamaların ise kendileriyle amel için daha uygun ve layık olduğunu göstermektedir. Biz sedd-i zerâi prensibine baktığımız zaman, bu gibi konularda (Hz. Peygamber zamanında nadir olarak işlenen amellerin işlenmesi halinde halk onları için vacip sanacaklarından) durum zorlaşır. Dolayısıyla evvelkilerin üzerinde müdavim oldukları amelin işlenmesi daha uygun olur. İmam Mâlik´in de kabul ettiği görüş budur. Çünkü onun, nafile namazlarında iki yada üç kişi ile ve yayılmayacak tarz ve şekilde olması halinde cemaat olmayı caiz gördüğü rivayet edilmektedir. Böyle olmaması halinde ise o, nafile namazlarının cemâatle kılınmasını mekruh görüyor.
Visal orucuna gelince, bu konuda daha doğru ve uygun olanı, onların çoğunluğunun üzerinde olduğu uygulamadır. Seleften seçkin sahabeler visal orucunu tutmamışlardır. Halbuki onların oruçlu hali diğerlerinin oruçsuz hallerinden farksızdı; çünkü Yüce ALLAH onlara bir güç ve kuvvet veriyordu. Nitekim Hz. Peygamber´in Ben Rabbim katında gecelerim; O beni yedirir ve içirir"[226] buyruğu seçkin zevatın hallerini yansıtan bir örnek olmaktadır.Buna rağmen onlar visal orucunu tutmamışlardır. Kaldı ki (Abdullah b. Amr gibi) sahabe içerisinden (geceleri iftar ederek) devamlı o-ruç tutanlar yaşlanıp zayıf düşünce: "Keşke, Rasûlullah´ınruhsatını kabul etseydim" diye temennide bulunmuştur.[227] Sonra sâlih ameller üzerinde devamlılık talebi, sonunda usanır ve tümden bırakır korkusuyla kolaylık ve orta yolcu bir esas üzerine oturtulmuştur. Bu konu Hükümler bahsinde ele alınmıştı.[228] Dolayısıyla, doğru ve daha uygun olanı, orta hal üzere yormaktır. Bu ise, çoğunluğun amel edegeldiği şeyi esas almakla olacaktır. Böylece, bu türden olan diğer benzeri durumları da bu esasa göre değerlendirmek mümkün olacaktır.
İkinci kısım: Ona muhalif olan, ancak çeşitli şekillerde gelen kısım: Bunları aşağıdaki şekillerde sıralamak mümkündür:
1.
Vukuu üzerinde görüşbirliği olmakla birlikte, meselenin bizzat kendisinin çeşitli yorumlara açık olması[229]. Bunun neticesinde de, müctehidin kendince daha güçlü gözüken tarafa meyletmesi ve böylece arada ihtilafın doğması, ya da meselenin bizzat vukuunda ihtilafın bulunması.[230] Bu durumda sorumluluktan kurtulmanın en iyi yolu, ihtiyatlı davranmaya en uygun olanı nâdir olanın terki ile birlikte yaygın ve galip olan uygulama doğrultusunda amel etmektir.
Meselâ, bir adamın başka bir adama, saygı ve ikram olsun diye ayağa kalkmasını ele alalım: Süregelen uygulama, böyle bir davranışın gösterilmemesi şeklindedir. Sahabe, yanlarına Hz. Peygamber´in gelmesi halinde ayağa kalkmıyorlardı ve O mecliste neresi boş ise oraya otururdu. Selefin sürekli a-yağa kalktıklarına dair bir haber nakledilmemiştir. Eğer onlar saygı için ayağa kalkar olsalardı, mutlaka bu bize ulaşırdı. Ömer b. Abdulaziz, veliahd tayin edildiği zaman kendisine ayağa kalkmışlardı. Onlara: "Eğer kalkarsanız biz de kalkarız; eğer oturursanız biz de otururuz. İnsanlar, ancak âlemlerin Rabbi´ne kıyamda bulunurlar" demiştir. Hz. Peygamber´in amcası oğlu Cafer için ayağa kalkmış olması ve bir başka olayda "Büyüğünüz[231] için ayağa kalkınız´[232] buyurmasını zahiri üzere alsak bile, o zaman daha uygun olanı —daha önce anlatılan gerekçeden dolayı— onun aksi olacaktır. Ama biz onun üzerinde biraz durduğumuz zaman, burada sözkonusu edilen ayağa kalkmanın hürmet ve saygı gösterisi için olması ihtimali yanında, özlemekten dolayı bir an önce ona kavuşma arzusu ya da mecliste yer açılması ve böylece onun da oturabileceği bir yerin temin edilmesi veya ona herhangi bir şekilde yardımcı olunması amacı vb. gibi bir başka sebepten de kaynaklanabileceği görülecektir. Mesele, bu gibi ihtimallere açık olduğuna göre, o zaman bizim süregelen uygulama doğrultusunda hareket etmemiz gerekecektir. Çünkü, bu nadir olan uygulamanın, genel olan uygulamaya (belirtilen ihtimaller sebebiyle) ters düşer olmaması imkânı bulunmaktadır. Biz uygulanagelen amel doğrultusunda hareket ettiğimiz zaman, kesin olarak bir delil üzere bulunmuş ve ittifakla da sorumluluktan kurtulmuş oluyoruz. Yorumlara açık olan bu nâdir uygulamaya başvurduğumuzda, güçlü bir muâ-rız sebebiyle onda tutunacak bir yön bulamıyoruz. Ancak zahire tutunma gibi bir durum sözkonusu olabilmekte; bu ise (ihtilaf içermeyen ve yaygın olarak amel edilmiş bulunan) muarız delile karşı koyacak güçte değildir.
Kucaklaşma konusunda İmam Mâlik ile Süfyân arasında geçen olay da bunun bir benzeridir. Mâlik ona: "Bu sadece Cafer´e hastı" demiştir. Süfyan da: "Eğer biz sâlihlerden olursak, onun için Özel olan bize de özel; onun için genel olan bizim için de genel olur" demiştir. İmam Mâlik´in kucaklama konusunda, sözü edilen prensip doğrultusunda amel etmiş olması mümkündür. Böylece o, Hz. Peygamber´in [ ´S´f] Cafer´i kucaklamış olmasını özel bir durum yani amele esas olmayacak bir uygulama olarak kabul etmiş oluyor. Bu konuda yapılması uygun olan, süregelmekte olan yaygın uygulama doğrultusunda hareket etmektir.
El öpme konusu da —böyle bırşeyi farzetmemiz ya da bu konuda rivayet edilen haberi sahih saymamız durumunda— aynıdır.. Çünkü Hz. Peygamber´in elini Öpme olayı çok nadir olarak meydana gelmiştir. Sonra sahabe ve tabiîn nesilleri içerisinde uygulama hep bunun terki doğrultusunda gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu durum, el öpmenin zayıflığını (mercûhluğumı) ortaya koyar.
Şükür secdesi hakkında da —Hz. Peygamber tarafından yapıldığını farzetmemiz durumunda— durum aynı şekilde olacaktır. Çünkü Hz. Peygamber kendisine üst üste pek çok sevinç haberi geldiği, üzerine ALLAH´ın nimetleri yağdığı halde böyle bir secdeye devam etmemiştir. Onun şükür secdesine devam ettiği hakkında herhangi bir nakil bulunmamıştır. Sahabeden de yaygın olarak böyle birşey yaptıkları haberi gelmemiştir. Ancak Ka´b b. Mâlik´in tevbesinin kabul edildiğine dair âyet inmesi üzeri- ne secdeye kapanması gibi çok nadir haller bulunmaktadır. Bu durumda şükür secdesinde bulunma, onların büyük çoğunluğunun yaygın olarak gösteregeldikleri tavira muhalefet etmek olacaktır.
İmam Mâlik´in uygulamayı (amel)[233], hadislerden önde tutma-smdaki maksadı işte bu noktadan anlaşılabilir. Zira o, ancak süregelen uygulamayı ya da çoğunlukça uygulamaya sokulan hususları dikkate almakta ve —hakkında hadisler bulunsa bile— böylesi olmayanları terketmektedir. Kendisi tabiîn nesline yetişmiş ve onların amellerim gözetlemişti. Onların uygulamaları, sahabeden tevarüs edilegelen uygulamalardan ibaretti. Sahabe arasında yaygın olarak yapılagelen bir amelin bu özelliği gösterebilmesi için mutlaka Hz. Peygamber´in onu yaygın ya da sürekli olarak yahut da en azından o güçte yapması gerekirdi. İmam Mâlik´e: "Bazı kimseler ´teşehhüd farzdır´ diyorlar" denildiği zaman: "Teşehhüdü onlardan başka bilen bir kimse yok muydu " şeklinde cevap vermişti. Bu ce-vabıyla o, sözü edilen görüşe tepki göstermiş oluyor ve görüşün, selefin görüşüne uymayan bir bid´at olduğunu belirtmek istiyordu. Ebû Yusuf, kendisine ezan hakkında sormuştu: "Ona ne ihtiyacın var Şaşılacak şey, fakih olsun da ezanı sorsun!" dedi ve sonra: "Peki, sizde ezan nasıldır " diye sordu. Ebû Yusuf da ezan hakkındaki görüşlerini söyledi. İmam: "Bunu nereden aldınız " diye sordu. Ebû Yusuf da. Hz. Bilal´in Şam´a geldiğinde ondan kendilerine ezan okumalarını istediklerini; onun da onlardan naklettiği gibi okuduğunu söyledi. İmam Mâlik şöyle cevap verdi: "Günün ezanı nedir Günün namazı nedir (Başka türlü) bilmem. İşte Hz. Peygamber´in müezzini, ondan sonra da oğulları, hem onun [ al^isı^lu] hayatında yanıbaşmda hem de kabrinin başucunda; ondan sonra da Râşid halifelerin huzurunda ezanı okuyagelmişlerdir" Bu sözüyle imam, uygulamaya esas olan ve devamlılık gösteren bir hususun (teamül), uyma konusunda daha güvenilir ve başvurma için de daha yerinde bir esas olduğunu belirtmek istiyordu.Utbiyye´de bu mânâyı ortaya koyan önemli bir esas açıklanmıştır. Dayandırdığı yer üzerinde düşünen kimse için esas, gerçekten çok önemli olmaktadır. Şöyle ki: İmam Mâlik´e şöyle bir soru soruldu: "Bir adama sevineceği bir haber gelir ve o sevincinden Allah´a şükür secdesinde bulunur. Bu secdenin hükmü nedir " O Şöyle cevap verir: "Onu yapmaz. Daha önce geçen insanların uygulamasında böyle birşey yoktur" Kendisine: "Anlattıklarına göre Hz. Ebû Bekir, Yemame gününde ALLAH´a şükür secdesinde bulunmuştur. Bunu işitmedin mi " dediklerinde: "Ben onu işitmedim. Ben o sözün Ebû Bekir´e isnad edilen bir yalan olduğu kanaatindeyim. Kişinin birşey işitip de sonra ´Bu aksini işitmediğim birşeydir.´ demesi bir tür sapıklıktır" der. Onlar: "Biz bunu sadece senin görüşünü öğrenmek ve onunla o haberi reddetmek için soruyoruz" dediler. Şöyle cevap verdi: "Sana benden işitmediğin bir başka şey daha söyleyeceğim: Hz. Peygamber´e ve ondan sonra da diğer müs-lümanlara ALLAH fetihler nasip etmiştir. Onlardan hiçbirisinin böyle birşey yaptığını işittin mi insanlar arasında ve onlar üzerinde cereyan eden olaylar hakkında bir mesele ile karşılaşır ve o konuda onlardan hiçbirşey işitmemiş sen; senin yapacağın da bu olmalı. Çünkü eğer onların konuyla ilgili bir hükümleri olsaydı mutlaka zikredilirdi. Zira daha Önce geçen insanların durumlarını ilgilendiren bir konudur. Şimdi şükür secdesi konusunda sen onlardan hiçbirisinin secde yaptığını işittin mi Bu bir icmâdır. Sana bilmediğin bir durum gelirse onu bırak" Rivayetin tamamı böyle. Esas alınması gereken şeyin —her ne şekil olur ve hangi mahalde bulunursa bulunsun— genel olan uygulama olduğunda bu gayet açıktır. Hal böyle iken, genel ve yaygın olan duruma muhalefet etmesi halinde şaz nakillere ya da nadiren yapılan fiillere iltifat edilmez.
2.
Bu nâdir olan uygulamanın Hz. Peygamber yada sahabe zamanına veya belli bir hale has olması ve bu kayıt hali dışında başka şekilde amel edilmesi için hüccet olmaması. Meselâ, Hz. Peygamber´in hasta olması sebebiyle abdest alırken alnına ya da sarığına meshettiği rivayeti bu şekilde izah edilmiştir. Keza kurban etlerinin üç günde bitirilmeyip sonrası için saklanmasının yasaklanması da bu şekildedir. Tabiî bu izah, daha sonra vermiş olduğu iznin nesih sayılmaması esasına mebnîdir. Hadis şöyle: Hz. Peygamber kurban etlerinin üç günden fazla tutulmasını yasaklamıştı. Ertesi sene olunca buna izin verdi ve: "Ben size (onu Medine´ye akın eden) yoksullar için yasaklamıştım; şimdi ise yiyiniz, tasadduk ediniz ve (isterseniz) saklayınız´[234] buyurdu.
3.
Hakkında herhangi bir teşrîî hüküm bulunmaksızın yapılmış olması; Hz. Peygamber´in de bilgisi olmasına rağmen sükut etmesi; daha sonra ise o şeyi ne o sahabînin ne de daha başka birisinin bir daha işlememesi; Hz. Peygamber´in de o şeyi şer´î bir hüküm olarak vaz´ etmemesi; başlangıç itibarıyla hiçbir kimseye de izin vermemesi. Bu durumda Hz. Peygamber´in ona karşı ses çıkarmamasının ona ya da diğerleri hakkında verdiği izin sayılması gerekmez. Ebû Lübabe el-Ensârî´nin başından geçen olayda olduğu gibi. Bu zatı Hz. Peygamber bir iş için göndermişti. İşi yaptı ve bu arada kendisinin ALLAH´a ve Rasûlüne hıyanet ettiğini anladı.[235] Bunun üzerine hemen kendisini mescidin direklerinden birisine bağladı ve bizzat Rasûlullah çözmedikçe kendisini çözmeyeceğine de yemin etti. Hz. Peygamber, onun hakkında: "Eğer bana gelseydi, onun bağışlanmasını dilerdim" buyurdu. Sonunda Allah´ın hakkında verdiği hükme kadar onu o şekilde bıraktı.[236]
Bu ve benzeri uygulamalar, ne başlangıç itibarıyla ne de devam itibarıyla bir meşruiyet hükmü doğurmazlar. Başlangıç itibarıyla meşru değildir; çünkü Hz. Peygamber´in izni ile kendisini bağlamamıştır. Devam itibarıyla da olamaz; çünkü ALLAH hakkında hüküm indirinceye kadar onu o halde bırakmıştır. Bu durum, Hz. Peygamber´in zamanına hastır. Zira böyle bir sonuca ancak vahiy yoluyla ulaşılabilir. Onun vefatından sonra ise vahiy kesilmiştir; dolayısıyla böyle bir uygulamayı şer´î bir esas gibi kabul ile devam ettirmenin ve benzeri durumlarda uygulamaya koymanın imkânı yoktur. Hem sonra ne o zatın ne de bir başkasının Hz. Peygamber zamanında ve daha sonraki dönemlerde benzeri böyle birşey işlemiş olduğu vaki değildir. Şu halde, böyle birşey ile amelde bulunmak son derece aldatıcıdır. Çünkü } daha öncesinde ona meşruiyet verecek bir teşrî durumu yoktur. Olsa bile, uygulamanın aksi doğrultuda gelmiş olması, o uygulamanın amel için zayıf kaldığını (mecrûhluğunu) göstermeye yeterlidir.
Nâdir uygulama, bazı sahabîlere ait muvafakat alınmamış şahsî görüşe müstenid olabilir. Olay ictihâdî olmayıp taabbudîlik göstermektedir ve Hz. Peygamber zamanında olmuştur ama onun bilgisine sunulmamıştır; dolayısıyla onaylama ya da yasaklama hususu gerçekleşmemiştir. Meselâ Ebû Talha el-Ensârî´-den rivayet edildiğine göre, o Ramazan´da oruçlu iken dolu yemişti. Kendisine: "Oruçlu iken dolu mu yiyorsun " denildiğinde: "Ne olur ki Bu sadece gökten inen dolu; onunla karnımızı temizliyoruz. O ne yiyecek ne de içecek" diye cevap vermiştir. et-Tahâvî şöyle yorum yapıyor: "Sanıyorum bu, o zatın bir fiilidir ve Hz. Peygamber durumdan haberdar olmamıştır ki, kendisine gerekli olan şeyi öğretsin" O şöyle devam eder: Buna benzer şeyler Hz. Peygamber zamanında da vardı ve Hz. Ömer onları dikkate almamıştır. Çünkü bu rivayetlerde Hz. Peygamber´in bu tür olaylara vakıf olduğu ve tepki göstermediği bildirilmemiştir. Ebû Talha´dan nakledilen olayda da durum aynıdır. Rifâa b. Râfi´den rivayet edilen olay da bu kabildendir: O şöyle anlatır: Hz. Ömer´in sağında idim. Bir adam geldi ve: "Zeyd b. Sabit, cünüplük konusunda insanlara kendi kafasından fetva veriyor" dedi. Hz. Ömer: "Çabuk onu bana getir!" dedi. Zeyd geldi. Hz. Ömer ona: "Bana ulaştığına göre Hz. Peygamber´in mescidinde cünüplük konusunda kendi kafandan fetva veriyormuşsun" diye sordu. Zeyd ona "ALLAH´a yemin ederim ki, —Ey Mü´minlerin Emiri!— ben kendi kafamdan fetva vermedim; ancak ben amcalarımdan birşey işittim ve onu söyledim" dedi. Hz. Ömer: "Hangi amcalarından " diye sordu. O: "Übeyy b. Ka´b, Ebû Eyyûb ve Rifâa b. Râfi´den" dedi. Hz. Ömer bana döndü ve: "Bu genç ne söylüyor " dedi. Ben de: "Biz Hz. Peygamber zamanında bunu[237] yapardık; sonra da yıkanmazdık" dedim. O: "Bunu Hz. Peygamber´e sordunuz mu " dedi. Ben: "Hayır!" dedim.... Hadisin sonrasında Hz. Ömer şöyle der: "Eğer birinin bunu yaptığını ve yıkanmadığını bir duyarsam, onu mutlaka iyice cezalandırırım"[238] İşte bu da konumuzla ilgili bir örnek olmaktadır.[239] Hz. Ömer´in dayanağı şu idi: Bu kendisi ile amel edilmeyen bir görüştü ve herhangi bir şekilde insanların kabul ve ameli-, ne iktiran da etmemişti. Onun terki için bu kadarı yeterli idi.
5.
Az bir süre amel edilmiş, sonra ise neshedilmiş ve böylece tümden terkedilmiş olabilir. Bu durumda o, kesin olarak bir delil olamaz. Bu halde yapılması gereken şey, onun zıddı olan yaygın ve genel uygulama alanı bulan delil doğrultusunda amel etmektir.Bunun da örneği, ölü adına oruç tutma hadisidir. Çünkü bu hadisle ne amel edilegeldiği ne de çokça amel edildiği nakledilme-mistir. Bu konuda rivayetler genelde Hz. Aişe ve İbn Abbas etrafında toplanır. Bu hadise ilk muhalefet edenler de onların kendileridir. Rivayete göre Hz. Aişe´ye üzerinde oruç borcu olarak ölen bir kadının durumu sorulur. Cevap olarak o: "Onun adına yemek yedi-rin" diye cevap verir. İbn Abbas da: "Hiçbir kimse bir başkası adına oruç tutamaz" der. İmam Mâlik der ki: "Ne Hz. Peygamber´in ashabından ne de Medine´de bulunan tabiîn neslinden tek bir kimsenin, birinin bir başkası adına oruç tutmasını veya onun adına namaz kılmasını emrettiğini asla duymadım. Bunları herkes ancak kendi adına yapar" Bu sahabenin büyük çoğunluğunun ve ondan sonra gelen neslin rivayet edilen hadisle ameli terk ettiklerini bildirmektedir. İmamın meselede temel aldığı husus işte bu olmaktadır. Nitekim o, bütün görüşlerinde bu hususu gözönünde bulundurmaktadır.
el-Mufassal´da[240] bulunan tilavet secdesi[241] hakkında kendisine soru yöneltilmiş ve "Sen o âyette secde eder misin " denmiştir.O: "Hayır!" diye cevap vermiştir. Ona: "Biz bu soruyu sana Ömer b. Abdulaziz hadisi dolayısıyla soruyoruz" dediklerinde İmam: "Bana hadisler içerisinde en sevimli olanı, insanların üzerinde görüşbirli-ği ettikleri hadislerdir. Bu, insanların üzerinde görüşbirliği etmedikleri hadislerdendir. O sadece insanların sözlerinden bir sözdür. Ondan daha büyük olan Kur´ân´dır. Yüce ALLAH: "Onda Kitabın temeli olan muhkem âyetler vardır..[242] buyurur. Kur´ân, önem bakımından daha büyüktür. Onda nâsih ve mensûh[243] vardır. Hadislerle onu nasıl bir tarafa itebiliriz Sonra bu hadis, insanların üzerinde görüşbirliği etmedikleri hadislerden olmaktadır" Bu, tearuz eden iki delilden birisi ile amel edilmiş olmasının; o delilin diğerini neshetmiş olduğunun belirtisi olduğu konusunda açıktır. Zira onlar, devamlı olarak Hz. Peygamber´den sâdır olan en son uygulamaları esas alıyorlardı. İbn Şihâb´dan da şöyle dediği rivayet edilir: "Fukahâ, ALLAH Rasûlü´nün hadisleri içerisinde hangisinin nâsih hangisinin mensûh olduğunu öğrenme konusunda çok yoruldular ve âciz kaldılar" Bu söz doğrudur. İmam Mâlik, prensip olarak insanların amel edegeldikleri hadisleri alıp, görüşbirliği olmayan hadisleri atınca, nâsih ve mensûhu ayırmak için kolay bir yol tutmuş oldu. ALLAH´a hamdolsun!Zikri geçen hüküm altına sokulan daha başka kısımlar da bulunmaktadır.
Şu halde amelde bulunan kimsenin, amelinin ilk nesillerin ameline uygun düşmesi doğrultusunda araştırmada bulunması uygun olacaktır. Nâdir olan uygulamalara yapışma konusunda nefsine müsamaha tanımamalıdır; ancak çok az olarak ve ihtiyaç anında zaruretin bulunması durumunda istisnaî olarak onunla amel etmelidir. Bunun da aşağıdaki gibi şartları olacaktır: Nâdir olan uygulama delili, muhayyerlik mânâsı gerektirecek, nesh ve delilin sahih olmaması korkusu bulunmayacak, yahut delil hüccet olamayacak derecede yoruma açık olmayacak vb. Bu şartlara rağmen, nâdir olan uygulamayı amele esas alır ve sürekli onunla amel yönüne giderse o zaman şu sonuçlar ortaya çıkacaktır:
1.
O amelde müdavim olmamaları cihetiyle ilk nesillere muhalefette bulunma. Bilindiği gibi ilk nesillere (selef-i sâlihîn) muhalefet çok tehlikeli bir durumdur.
2.
Bunun tabiî sonucu olarak onların üzerinde devamlı oldukları şeyi terketme. Zira farzedilen durum, onların bu tür nâdir uygulama delillerinin aksi istikametinde amel edegeldikleri şeklinde idi. Onların devam etmedikleri şey üzerinde müdavimlik, onların devamlılık gösterdikleri şeye muhalefet etmek demektir.
3.
Bu tutum, selefin üzerinde bulundukları uygulamaların yok olmasına, muhalefet ettikleri şeylerin de yayılmasına yol açan bir davranış biçimidir. Zira fiilî olarak gerçekleştirilen uyma, sözle yapılan uymadan daha belirgin ve etkindir. Eğer bu kendilerine uyulan imamlar tarafından gerçekleştirilirse, durum daha da büyük bir boyut ve ciddiyet kazanır.
İlk nesillere muhalefet durumuna düşmekten aman ha aman sakınınız! Eğer ortada bir fazilet varsa, mutlaka ilk nesiller o fazilete daha yakın ve layıktırlar.
Üçüncü kısım: İlk nesillerin hiçbir şekilde amel etmedikleri deliller. Bu kısım, bir önceki kısımdan daha ciddî bir boyut arzeder. Orada geçen deliller aynısı ile burada da öncelikli olarak geçerlidir. Sonra gelenlerin (müteahhirûn) kendi kuruntularına bunları delil olarak kullanmaları asla yerinde değildir ve onlar hiçbir şekilde delil olamazlar. Zira eğer delil olsalardı, sahabe ve tabiîn nesillerinin değerlendirmelerinden uzak kalıp da şunlarm onu anlaması gibi bir sonuç asla ortaya çıkmazdı. İlk nesillerin ameli, —terk de olabilir— delil sanılan şeyin gereğine nasıl ters düşer ve onunla çatışabilir Sonra gelen nesillerin bu türden delillerle amel etmeleri, ilk nesillerin icmâına muhalefet olmaktadır. İcmâa muhalefet eden her kim olursa olsun hatalıdır. Zira Muhammed ümmeti hata üzerinde görüşbirliği etmez. Onların üzerinde bulundukları fiil ya da terk, sünnettir ve muteber bir durumdur, hidâyettir. İnsan ya hata eder ya da isabet eder. İlk nesillere muhalefet eden kimseler hata üzerindedir. Bu kadarı delil olarak yeterlidir. Âlimlerin hiçbir şekilde amel etmedikleri zayıf hadisler de bu mesabede sayılmaktadır.
İşte bu noktadan hareketledir ki, ehl-i sünnet âlimleri Râfızîle-rin ´Hz. Peygamber kendinden sonra halife olmak üzere Hz. Ali´yi tayin etti´ şeklindeki iddialarına kulak asmamışlardır. Çünkü bütün sahabenin bu iddia aksine hareket etmiş olmaları, onun bâtıl ve dikkate alınmayacağına açık bir delildir. Çünkü sahabe hata üzerinde görüşbirliği etmez. Çoğu zaman bid´at ve sapık mezhep sahiplerinin Kitap ve sünnet ile iddialarını desteklemeye çalıştıklarını görürsün; bunlar keyfi yorumlar yaparlar, onların müteşâbihlerine sarılarak havayı bulandırmak ve böylece halka karşı kendilerinin hak üzere oldukları intibaını vermek isterler.
ayten
Tue 28 September 2010, 11:20 pm GMT +0200
Bunun pek çok örnekleri vardır: Meselâ bâtınîlerin kendi çirkef görüşlerine bilinen meşhur tevillerle istidlalde bulunmaları gibi. Kitap bahsinde —inşallah— bu konuda açıklamalar gelecektir. Tenasüh[244] inancında olanların kendi inançlarına ´´İstediği şekilde seni terkip eden.,[245]âyetini delil olarak kullanmaları gibi. Pek çok itikadı mezhep mensupları, kendi görüşlerinin doğruluğunu ortaya koyabilmek için Kitap ve Sünnet´in zahirine sarılma yoluna gitmişlerdir. Halbuki bu görüşler ilk nesillerce ne sözü edilmiş ne de onlardan hiçbir kimsenin aklından geçmemiş şeylerdir. Hâşâ böyle şeyleri düşünmekten onlar uzaktırlar. Kur´ân´m koro halinde okunmasının [246] , halka halinde yüksek sesle zikir çekmenin câizli-ğine dair "Allah´ın kitabını okumak ve aralarında müzakere etmek için bir kavim toplanırsa..[247]"Allah´ı zikrederek bir kavim toplanırsa...[248] gibi zikir meclislerinin fazileti hakkında gelen hadislerle istidlalde bulunma çabaları da aynıdır.Keza müezzinlerin geceleyin (evlere vurarak) çağırmasının ca-izliğine de "Sabah akşam, Rablerinin rızasını isteyerek O´na çağıranları! yalvaranları[249] kovma,[250] ve "Rabbinize gönülden (tazarru ile) ve gizlice çağırın I yalvarın´ü[251] âyetleri ile delillendir-me çabaları da böyledir. Geceyi ihya edenlerin Kur´ân´ı cehri olarak okumalarını da delil olarak kullanmışlardır. Mescidlerde ve başka yerlerde raksetnıenin (oyun, dans) câizliğine, Habeşlilerin mescidde kılıç-kalkan oynadıklarını belirten hadisle ve bu hadiste bulunan Hz. Peygamber´in onlara: "Haydi bakalım ey Erfide oğulları!´[252] buyurmasım delil olarak kullanma çabaları da aynıdır.
Bir bid´at koyan ya da selef-i sâlih zamanında bulunmayan ve sonradan ortaya çıkan birşeyi güzel gören ve bu tavrını desteklemek için de şöyle bir delil getirmeye çalışanlar vardır: "Selef-i sâlih, Hz. Peygamber zamanında bulunmayan bazı şeyler ortaya koymuşlardır. Meselâ, Kur´ân´ın mushaf haline getirilmesi, kitapların tasnif edilmesi, divanların kurulması, zenâatkârların taz-rr.inle sorumlu tutulmaları ve benzeri usûlcülerin mesâlih-i mürse-le bahsinde zikrettikleri diğer örnekler gibi" Böyle bir yaklaşım sergileyen bu kimseler meseleyi karıştırmakta ve hata etmektedirler. Fitne ve fesat çıkarmak, keyfi tevillere girişmek için şer´î nasslar içerisinde bulunan müteşâbihâta yapışmışlardır. Böyle bir yaklaşım din adına tümden hatadır ve inkarcıların yoluna uymaktan başka birşey değildir. Çünkü böyle bir yola başvuran ve keyfi tevillere girişen kimseler, ya şer´î kaynaklardan selefin anlayamadığı şeyleri anlamışlardır; ya da onların anlayışından sapmışlardır. Doğru olan bu sonuncusudur. Zira seleften ilk nesiller (mütekaddi-mûn), doğru yol üzere idiler; zikri geçen vb. delillerden de ancak üzerinde bulunageldikleri şeyleri anlamışlardır. Bu sonradan icad edilmiş şeyler ise onlar zamanında yoktu; onlarla amel etmiş de değillerdi. Bu durum, sözü edilen delillerin sonradan icad edilen o mânâları asla içermediğini gösterir. Onların sonradan icad edilen mânâlara muhalif olarak amelde bulunagelmeleri de sonradan ortaya çıkıp da yeni yeni mânâlar çıkaran kimselerin istidlallerinde, uygulamalarında hatalı olduklarını, bu tavırlarıyla Sünnete muhalif düştüklerini gösteren icmâî bir delil olur.
Bu tür istidlallerde bulunan kimselere şöyle denilir: Senin ortaya çıkardığın bu mânâ, ilk nesillerin uygulamasında yer alıyor mu Yoksa onların uygulamaları içerisinde böyle birşey yok mu Eğer olmadığını sanıyorsa —ki mutlaka öyle olması gerekiyor— o zaman kendisine: Senin dikkatinden kaçmayan birşey hakkında onlar gaflet içerisinde mi idiler Yoksa onlar câhil mi idiler Tabiî bu soruya evet diyemeyecektir; çünkü böyle bir cevap kendisinin rezil ve rüsvaylığını ortaya koyacak ve icmâm delinmesi gibi bir sonucu getirecektir. Eğer o: Onlar diğer delilleri bildikleri gibi bu delillerin kaynaklarından da haberdar idiler, derse ona bu kez: Peki, sence onlarla bu delillerin gereği ile amel etme arasına giren ve onları amelden engelleyen şey ne idi Niçin bunları bırakarak başka delillere gittiler Onların bu tutumu —Ey yalancı!— senin değil de onların hata üzerinde birleşmelerinin bir sonucu olmaktan başkası olabilir mi Halbuki kesin şer´î ve örfî deliller bunun aksini söylüyor. Dolayısıyla selef-i salibin üzerinde bulunduğu uygulamalara ters düşen her yeni şey sapıklığın tâ kendisidir.
Eğer bu sahip olduğu görüşün evvelki nesiller içerisinde sükût geçilmiş (meskûtun anh) konulardan olduğunu iddia ederse bakılır: Eğer meskûtun anh olur ve deliller içerisinde ona cevaz bulunursa o zaman zaten muhalefetten söz edilmez. Muhalefet, onlardan nakledilenin zıddına hareketle inad göstermesi durumundadır ve bu, münker olan bid´at olmaktadır. Bu durumda ona şöyle denilir: Hayır (bu sükût değil) aksine muhaliftir. Çünkü şer´îatta sükût geçilen konular iki kısımdır:
a) Hz. Peygamber zamanında esbâb-ı mûcibesi olduğu halde sükût geçilmiş ve ve hakkında o zamanda bulunan hükümler ötesinde ilave bir hüküm getirilmemiştir. Bu durumda (ziyadeye gidilerek) ona muhalefet imkânı yoktur. Çünkü selefin şunlarm amel ettiği şeyi terketmiş olmaları ona zıt düşmektedir. Kim şeriata onda olmayan birşey eklemek isterse Sünnete muhalefet etmiş olur. Nitekim Makâsıd bölümünde bu husus açıklanmıştı,
b) Hz. Peygamber zamanında esbâb-ı mûcibesi bulunmayan ve bu yüzden de hakkında sükût geçilen konular. Bunlar daha sonra meydana gelmiş ve bu gibi durumlarda genel prensiplerden hareketle şer´îatm ruhuna uygun hükümler konulmuştur. Bunlar mesâlih-i mürsele diye anılmaktadır. Bu esas, şer´î hükümlerin üzerine kurulduğu esas prensiplerden biri olmaktadır. Çünkü bu prensip de —usûl kitaplarında belirtildiği gibi— şer´î delillere dönük olmakta- : dır. Dolayısıyla bunların bid´at cinsi altına sokulması sahih değildir. Sonra mesâlih-i mürsele —delil olarak kabul edenlere göre— asla taabbudî konularda geçerli değildir. Bu prensibin geçerli olduğu saha, ümmetin varlığını sürdürmesi ve fertlerinin âdetlerle ilgili tasarruflarında kollanması gereken konulardadır. Bu yüzdendir ki İmam Mâlik, -ki o mesâlih-i mürsele ile amel konusunda en geniş davranandır— ibâdetler konusunda çok titiz davranmakta ve ibadetlerin mutlaka ilk nesillerin uygulamasına uygun düşmesi konusunda ısrar etmektedir. O yüzden de delillerin mutlak !ifadesi yasak getirmese bile bazı şeyleri yasaklamış, bazı
şeyleri de mekruh görmüştür. Çünkü onun kabul ettiği prensibe göre, bu tür delillerin mutlak ifadeleri uygulama ile kayıtlanmış olmaktadır; dolayısıyla onların üzerine bir ilave getirmek mümkün değildir. Usûl kitaplarında yine bildirildiği üzere, mutlak bir nassa rağmen eğer uygulama belli bir şekil üzere cereyan etmişse, mutlak olan o delil, bir başkası hakkında hüccet olmaz.[253]
Hasılı, hakkında mutlak bir delil bulunan bir durum hakkında emir ya da izin bulununca, ilk nesillerin de onunla ilgilendikleri ve gereğince amel edegeldikleri görülürse, o şeyde uygulama dışında başka bir şekilde de amelin olabileceğine dair bir delil olamaz.Aksine onun (mutlak ifadenin), sözkonusu farklı şekle de delalet edebilmesi için tabi olacağı bir delile muhtaçtır. Bütün bunlar bu kitapta Emir ve Nehiy konusunda, fakat başka bir açıdan açıklanmıştır. Şu halde selef döneminde mevcut uygulamaya muhalif olan görüşler sükût geçilmiş (meskûtun anh) konulardan değildir. Keza bunlar mesâlih-i mürsele kabilinden de değildir. Şu halde geriye sadece, selef-i sâlihin uygulamasına ters düşme durumu kalmaktadır. Ayakların kayması için de bu kadarı yeterlidir. Tevfîk ancak Allah´tandır.
Fasıl:
Bil ki: Selef-i sâlihînin uygulamasına muhalefet hep aynı kategoride değildir. İçlerinde hafif olanları olduğu gibi şiddetli olanları da vardır. Bu konunun açıklanması uzun izahlara ihtiyaç gösterir. O yüzden bunu müctehidlerin değerlendirmelerine bırakalım. Ancak muhalif durumunda olanlar iki gruptur:
a) İctihad ehlinden olanlar. Böyle birisi içtihadında ya bütün gayretini kullanmış olur[254]; ya da öyle olmaz. Eğer Öyle ise, onun için bir günah sözkonusu olmaz ve o her halükârda sevap alır. Eğer içtihadın tam hakkını vermez ve taksir gösterirse, o zaman o kişi usûlcülerin belirttiği üzere günahkar olur.
b) İctihad ehlinden olmayanlar. Böyle bir kimse kendisini muhalefet içerisine yanlışlıkla ya da mugalata sonucunda sokmuş olmaktadır. Çünkü böyle bir kimsenin muhalefete yetkisi olduğuna dair ehil kimseler tarafından şehadette bulunulmamış; kendileriyle birlikte bunların da meseleye dahil olduklarını kabul etmemişlerdir. Böyle bir kimsenin tavrı kötü karşılanmış ve yerilmiştir.
Selef-i sâlihin (mütekaddimîn) uygulamasına muhalefet ancak bu tip insanlardan sudur eder. Çünkü müctehidler, her ne kadar mesâilde ihtilaf etmişlerse de, ihtilafları genelde iki noktada toplanır: a) Ya ilk nesillerin üzerinde ihtilaflı oldukları[255] konularda ihtilaf etmişlerdir. Bu kısımda ilk nesillerin amel konusunda da ihtilaf etmeleri lazım gelir, b) Ya da bir mesele ki, mütekaddimîn (meselâ sahabe) için görüş itibarıyla ihtilaf ortaya çıkmaz ve herkes kendi görüşü doğrultusunda istidlalde bulunmaz. Buna rağmen kendilerinden amel konusunda farklı durumlar rivayet edilir. Müc-tehidlerin ihtilafı ikinci olarak işte böyle bir konuda olur.[256]
İkinci kısma yani içtihada ehil olmayanlara gelince, bunlar amele uygunluk noktasında tercihi gerektirecek unsurlardan ne bulunduğunu bilemezler. Çünkü delilin amele uygunluğu, kullanılan delilin bir şahidi olur; onu icmâın tasdik ve teyidi gibi güçlendirir. Çünkü amel (uygulama, teamül) bir nevi fiilî icmâ olmaktadır. Delilin amele muhalif düşmesi durumu ise böyle değildir. Çünkü Öylesi bir muhalefet, delili zayıflatır veya onu yalana çıkarır. Sonra delilin amele uygun düşmesi, deliller için sözkonusu olan ve onları zayıflatıcı rol oynayan ihtimallerden[257] uzaklaştırır. Çünkü mücte-hid, ictihad etmek üzere delil üzerinde düşünmeye başladığı zaman pek çok hususları araştırma mecburiyeti hisseder ve bu Önçalışmalar yapılmadan delilin devreye sokulması doğru olmaz. İlk nesillerin uygulamalarını dikkate almak, deliller için sözkonusu olan ihtimalleri kesin olarak ortadan kaldırır; nâsihi mensûhtan ayırmada yardımcı olur; mücmeli beyan eder.... Bu husus, ictihad yoluna girme yolunda büyük bir yardımdır. Bu yüzdendir ki İmam Mâlik b. Enes ve onun görüşünde olan kimseler uygulamaya (amel, teamül) büyük önem vermişler ve onu bir esas olarak almışlardır. Bu türden örnekler daha önce geçmiştir. Sonra delillerin zahirleri, ilk nesillerin uygulamaları dikkate alınmaksızın değerlendirilmeye kalkışılırsa, bu tutum, delillerin birbiri arasında tearuz (çelişme) ve ihtilaflara götürür. Bu husus müşahede edilen bir durumdur. Çünkü nasslarm zevahirinin ilk bakışta tearuz halinde görünmeleri çoktur. Halbuki, şer´îatta tutarsızlık ve ihtilafların bulunmadığı da kesin bir esas olmaktadır.
Bu yüzdendir ki, sapık fırkalardan hiçbirinin, keza usûl ya da furû konularında ihtilaf halinde bulunan hiçbir kimsenin kendi mezhep ve görüşünü desteklemek üzere delillerin zevahiri ile istidlalde bulunmadan âciz kaldıklarını asla göremezsin. Bu türden pek çok örnekler geçmiştir. Hatta biz fâsık ve fâcirlerin, pâk şer´îata nisbet ettikleri delillerle kendi fisk ve fücurlarının meşruiyetini delillendirmeye çalıştıklarını bile görmekteyiz. Tarih ve geçmişlerin haberlerinden bahseden kitaplarda yer alan ve şer´îat aleyhinde son derece çirkef yorumlar getiren Örnekler vardır. Meselâ el-Harîrî´nin Dürretu´l-gavvâs adlı eserindeki sarhoşluğun tedavisi hakkındaki alıntıya bakınız.[258] Hatta bazı hıristiyanlar inançları olan teslis akidesini Kur´ân âyetleriyle teyid etmeye çalışmışlar, sonra hileye başvurup kendilerinin de tevhid konusunda aynen müslümanlar gibi olduklarına dair Kur´ân´dan deliller getirmeye yeltenmişlerdir.[259] "Yüce Allah onların dediklerinden mün-nezzehtir, yücedir, uludur´[260]Bundan dolayı, sert deliler üzerinde duran kimselerin, mutlaka o delillerden ilk nesillerin ne anladıklarını gözönünde bulundurmaları bir mecburiyettir. Onların amel ede gel diklerine uygun düşen delil/mânâ, doğru olmaya en layık olandır; ilim ve amel için en uygunudur. Bu durumun bir sebebi vardır ki —Allah´ın izni ile— onu da aşağıdaki meselede kısaca zikredeceğiz. [261]
Onüçüncü Mesele:
Bil ki: Hükümlere delalet etmesi için delillere yaklaşım şekli iki türlü olmaktadır:
a) (Tarafsız yaklaşım): Delile, duyulan ihtiyaçtan dolayı ve içermiş olduğu hükme ulaşmak için başvurulması. Bu durumda farazi olarak düşünülen olay o delile arzedilecek ve delilin gerektirdiği hükme uygun olarak varlık âlemine çıkması sağlanacaktır. Bunun olayın vukuundan önce yapılması, delile uygun olarak meydana gelmesi içindir. Vukuundan sonra delile vurulması ise, durumu idare etmek ve meydana gelen hatayı telafi etmek içindir. Öyle ki, bu işlem sonucunda zann-ı galiple ya da kesin olarak o şeyin Şâri´in kas-dı olduğu bilinecektir. Bu yaklaşım, selef-i sâlihin delillerden hükümleri çıkarış seldi olmaktadır.
b) (Önyargılı, kasıtlı yaklaşım): Meydana gelen olayda gözettiği garazının sıhhatine destek aramak için delillerin kullanılması.Bu tavrı gösterenler, Şâri´in kasdını dikkate almaksızın, ilk bakışta delilin gözettikleri garaza uygunluğundan hareket ederler. Bunların delilleri şevketmekten maksatları garazlarına mesnet aramaktır. Bu yaklaşım,kalplerinde eğrilik bulunan kimselerin, delillerden hüküm çıkarış biçimi olmaktadır.
Bu husus şu âyette gayet açık olarak ifadesini bulmaktadır: "Kalplerinde eğrilik olan kimseler, fitne çıkarmak, kendilerine göre yorumlamak için onların çeşitli anlamlı olanlarına (müteşâbihât) uyarlar´[262]Bu tür insanların maksatları delillerden hüküm çıkarmak değildir; aksine onların amaçları arzu ve heveslerinin peşine düşerek zırva tevillerle fitne ve fesat çıkarmaktır. Çünkü bunların yaklaşımında önce düşünce belirlenmekte; daha sonra ise bu sapık görüşü destekleyici deliller aranmaktadır. Böylece asıl olan deliller, tâbi durumuna düşmektedir. İlimde derinleşmiş kimselere (rusûh erbabı) gelince; bunların, hükümlerin delilleri üzerine takdim edeçekleri arzu ve hevesleri yoktur. Bu yüzden de onlar "Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır..." derler ve: "Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra, kalplerimizi eğriltme´[263] şeklinde dua ederek bu tür sapıkların davranışından kendilerinin korunması için Allah´a sığınırlar. Birinci yaklaşım sahipleri, delilleri arzu ve heveslerine hâkim kılmaktadırlar; şeriatın esası da bu olmaktadır. Çünkü şeriatın geliş amacı sadece, kulları arzu ve heveslerine köle olmaktan kurtarmak ve böylece sırf Allah´a kul olmalarını temin etmektir. İkinci yaklaşım sahipleri ise, arzu ve heveslerini deliller üzerinde hâkim kılmakta ve bunun sonucunda deliller, garazlarına tâbi duruma düşmektedir. Bu mânâ Makâsıd bölümünde açıklanmıştı. Ayrıca —Allah´ın izniyle—tamamlayıcı mahiyette olmak üzere İctihâd bahsinde konuya tekrar temas edilecektir. [264]
Ondördüncü Mesele;
Delillerin mahallerine nisbetle hükümleri ortaya koyması (iktizâ) iki şekildedir:
a) Aslî iktizâ: Bu delalet şekli, arızî durumların ortaya çıkmasından önce aslî olarak ortaya konulan delalet şeklidir. Bu durumda, tâbi ve talî unsurlar (arızî durumlar) dikkate alınmaksızın soyut olarak delilin mahalle delaleti sözkonusu-dur. Meselâ, avın, alış-verişin, icarenin... mübahlığına; nikâhın sünnetliğine, zekat dışında kalan diğer sadakaların mendupluğuna vb. hükmetmek gibi.
b) Tâbi iktizâ: Mahal için sözkonusu olan tâbi ve talî unsurların da dikkate alınarak hükme varılması. Meselâ, nikahın, kadınlara karşı (aşırı) bir arzusu bulunmayan kimse için mubah, zinaya düşme korkusu taşıyan kimse için vacip olduğuna; eğlence kasdı ile yapılan avın mekruhluğuna; ortada hazır yemek varken ya da sıkışık vaziyyette iken namaz kılmanın mekruhluğuna hükmetmek gibi. Kısaca, haricî bir unsurdan dolayı aslî hükmü değişen herşey bu tür delaletin bir gereği olmaktadır.
Amaçlanan şey ortaya çıktığına göre şimdi şöyle bir soru sorabiliriz: jstidlâlde bulunurken, acaba aslî hükmü gerektiren delil ile yetinmek yeterli midir Yoksa tâbi ve talî (arızî) unsurların da dikkate alınması gerekecek ve böylece mutlaklığı gerektiren delil onları dikkate almayı gerektiren delillerle kayıtlanacak mıdır Bu, üzerinde düşünülmesi ve tafsile gidilmesi gereken bir konudur.Delili kullanan kimse ya onu fiilî durumdan (vâki´) soyutlayarak tek başına ele alır; ya da öyle yapmaz. Eğer soyut olarak ele alırsa, istidlali sahihtir. Yok, onu filî durum kaydı ile birlikte ele alırsa sahih olmaz. Şöyle ki: Delili fiilî durum (vuku) kaydı ile birlikte ele almak, onu belli bir dayanağa (menât) oturtmak demektir. Hükmün dayanağının tayini —pek çok olaylarda[265]— talî (arızî) unsur ve kayıtların bulunmasını gerektirir ki, mükkellef onların tayin edilmemesi durumunda bunlara (ihtiyaç) hissetmez. Mükellefin (yokluğunu) hissetmeyeceği birşeyi beyan etmek de gerekmeyecektir. Zira buna ihtiyaç yoktur. Dayanağın, istidlal sırasında dikkate alınmasına ihtiyaç duyulan bir unsurla birlikte olması hali ise böyle değildir ve o takdirde mutlaka onun dikkate alınması gerekir.
Meselâ: "İnananlardan oturanlar ile, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenler birbirine eşit değildir[266] âyeti ilk kez indiğinde, aslî hükmü ortaya koymuş oluyordu. Bu hüküm önceden b l-li kudret ve emre uyma imkânından oluşan aslî dayanak (menât) üzerine oturtulmuştu. Özürlü olanların hükmü inmemişti. Özürlü olan kimse netliğe ulaşamayıp, eşit olmayacağı bildirilen hükmün özürlü özürsüz bütün oturanları kapsadığını zannedince korkuya kapılmış ve bu konuda ruhsat olup olmadığını sormuştur. Bunun [80] üzerine de "özürsüz olarak..." kaydı inmiştir.[267]Bir başka örnek: Hz. Peygamber [ al^ha´iı^tu] âhiret âlemi ile ilgili bir esası belirtmek üzere: "Kim hesaba çekilirse azap görür" buyurunca, Hz. Âişe, Yüce Allah´ın: "Amel defteri kendisine sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir.[268]âyetinin mânâsını sorar. Çünkü bunu hadisin genel kapsamı altına sokmak kendisine müşkül gelmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber âyette sözkonusu kolay hesabın "arz" olduğunu, hesaba çekilme olmadığını belirtmiştir.[269]Bir üçüncü örnek: Hz. Peygamber bir hadislerinde: ´´Kim Allah ile karşılaşmayı severse, Allah da onunla karşılaşmayı sever; kim de Allah ile karılaşmadan hoşlanmaz ise, Allah da onunla karşılaşmadan hoşlanmaz" buyurmuştu. Hz. Âişe[270], buradaki hoşlanmamadan maksadın ne olduğunu ve onun ölüme karşı cibillî olarak duyulan hoşlanmama hali olup olmadığını sordu. Hz. Peygamber de: "Hayır" buyurdu[271] ve böy-le-ce maksat olan hoşlanmama halinin dayanağı ortaya çıktı. Bir dördüncü örnek: Yüce Allah normal halleri dikkate alarak: "Allah için namaza durun (kıyam edin)´ü[272] buyurmuştur. Kıyam hükmüne normal hal dışında başka bir mahal (menât) —ki hastalık oluyor— arız olunca Hz. Peygamber bunu (attan düşüp de) böğrü incindiğinde hem söz ile hem de fiil ile açıklamıştır.[273] Başka bir örnek: Hz. Peygamber : "Ben ve yetimin işlerini üstlenen, cennette (şehadet parmağı ile orta parmağını göstererek) şöy-leyiz´[274] buyurmuştur. Sonra üzerinde düşünülmesi gereken başka bir durum sözkonusu olduğunu görünce, Ebû Zer´e: "Sakın ola ki, yetim malı idaresini üstlenmeyesin!" buyurmuştur.[275]
Bu türden Örnekler sayılmayacak kadar çoktur. Şeriatta yer alan bu tür örneklerin istikraya tabi tutulması sonucunda, bu izahın doğruluğunu ifade eden kesin bilgi elde edilmektedir. Bu durumda meselâ genel bir hükmün indiği farzedilse, sonra da onu işiten her bir kimsenin o genel hükmün gereğini kendisine nisbetle Esil yerine getirdiği Öğrenilse, buna verilecek cevap bu kaide doğrultusunda olacaktır. Aynen şunda olduğu gibi: Hz. Peygamber sahabîlerinden birisine şunu tavsiye ederken, bir başkasına daha başka birşeyi tavsiye etmiştir. Meselâ birine (en hayırlı amel hakkında) "Rabbim Allah´tır, de sonra da dosdoğru ol![276] buyururken, bir başkasına "Kızma!"[277] buyurmuştur. Öbür taraftan Allah yolunda harcamaya teşvik ettikten sonra (Ebû Bekir gibi) bazı sahabîlerinden malının tümünü sadaka olarak kabul ederken; kiminden yarısını kabul etmiş, kimisinin getirdiği malları da iade etmiştir[278]
Fasıl:
Menâtı (yani hükmün bağlandığı yeri) belirleyen yerler vardır:
1.
Hükümlerin ortaya konmasını gerektiren esbâb-ı mucibe. Bir âyet ya da hadis bir sebep üzerine gelmiş ise, bu durumda delil o sebebe göre ve gerçekleşen tam beyan doğrultusunda gelecektir. [82] Ayette: "Allah nefsinize güvenemeyeceğini biliyordu; bu sebeple tev-beleriniz kabul edip sizi affettti; artık onlara yaklaşabilirsiniz[279] buyurulmaktadır. insanlar oruç gecesinde kadınlarına yaklaşmama konusunda kendilerine guvenemiyorlardı; bu yüzden âyet gelerek daha önce kendilerine yasak olan şeyi mubah kıldı. Böylece o vakitte bu fiilleri yapmış olmalarının kendilerine bir hıyanet olmaması amaçlandı. "Eğer velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil hoşunuza giden başka kadınlarla... evlenin[280] Bu âyet de, adaletle davranamama korkusu üzerine inmiştir. Benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür. Hadiste de: "Kimin hicreti Allah ve Rasûlüne olursa; onun hicreti Allah ve Rasûlünedir.[281] Bu hadîste hüküm, sebep hicret olduğu için hicret örneklemesi ile gelmiştir. Başka bir hadiste: "Vay, ateşte yanacak topuklara![282] buyrulmuştur. Halbuki, topuk dışında kalan diğer uzuvlar da hükümde aynıdır. Ancak, hadiste abdestte yıkanması gereken yerleri tam yıkama konusunda ihmal göstermenin sonucunu belirtmeye, topukların ihmali sebep olmuştur. Bu tür örnekler çoktur.
2.
Bazı mahallerin (menât) hükme dahil ya da hükümden hâriç olduğunun sanılması; aslında ise öyle olmaması.[283] Birincinin örneği daha önce geçen "Kim hesaba çekilirse azap görür" hadisi ile "Kim Allah ile karşılaşmayı severse, Allah da onunla karşılaşmayı sever; kim de Allah ile karılaşmadan hoşlanmaz ise, Allah da onunla karşılaşmadan hoşlanmaz"[284] hadisidir. İkinciye Örnek, Hz. Peygamber´in "Seni çağırdığımda bana cevap vermenden alıkoyan ne idi Halbuki bana gelenler içerisinde: ´Sizi çağırdığında Allah´a ve Rasûlüne icabette bulunun.´ [285] emri bulunmaktadır" hadisi ya da bu mânâdaki sözüdür. Sahabî[286] çağrıya rağmen namazını bozmamıştı. Çünkü içinde bulunduğu bu hali, âyetin kapsamadığını zannediyordu.
3.
Hitap edilen lafzın, başlangıçta maksat anlaşılanı ayacak şekilde mücmel olması ve bu durumda mükellefin amel sırasında açıklamaya ihtiyaç duyması. Bu mücmellik bazen bütün mükellefler için, bazen de sadece bazıları için sözkonusu olur. Genel olup herkes için mücmellik arzedene örnek: "Namazı ikâme edin". "Size rızık olarak verdiklerimizden harcayın" gibi âyetlerdir. Çünkü ilk etapta bunlardan neyin maksat olduğu anlaşılamamaktadır. Daha sonra ise, Hz. Peygamber´in sözlü ve fiilî tasarrufları gelmekte ve bunları açıklamaktadır. Hususîlik arzeden kısma örnek olarak da Adiy b. Hâtim´in durumunu verebiliriz. Bu sahabî imsak vaktini belirten âyette[287] geçen beyaz iplik ve siyah iplik ifadelerinden gerçek ipliği anlamış ve yastığının altına biri beyaz diğeri de siyah iki iplik koyarak onlara bakmış ve birbirinden ayırt edilinceye kadar yiyip içmeye devam etmişti. Onun bu anlayışı yüzünden de âyete "tan yerindp" ilavesi inmişti.[288] Yine aynı sahabînin "Onlar Allah´ı bırakıp hahamlarını, papazlarını... Rableri olarak kabul ettiler"[289] âyeti hakkındaki sorusu da bu şekildedir[290] İbn Ömer´in karısmı hayızli iken boşaması olayı da bu kabildendir. Bunun gibi daha pek çok Örnek vardır.
Bu ve benzeri hükmün bağlandığı yerlerin (menât) belirlenmesini gerektiren yerlerde, her olaya nisbetle mutlaka delilin fiilî duruma (vâki´) uygun olarak ele alınması gerekmektedir.
Eğer ortada bir belirleme durumu yoksa, bu durumda delilin vukuu farzedilen fiilî duruma uygun olarak ele alınması sahih[291] olduğu gibi aslî iktizâ üzere delalet eden delilin gereği olarak onu ayrıca ele almak da sahihtir. Taayyün etmeyenin mutlaka tâbi unsurlarının dikkate alınması gerekecektir. ( ) Bu durumda şöyle deriz: Âlime, vukuu sırasında tâbi unsurları ve belli bir keyfiyeti o-lan bir durum hakkında soru sorulduğunda, onun ancak fiilî duru-4^ ma göre cevap vermesi sahih olacaktır. Eğer böyle yapmazsa, hükmü sorulan mahhalli (menâtın) dikkate almadığı için hata etmiş olur. Çünkü ona muayyen bir mahal (nıenat) hakkında sorulmuştur; fakat o, belli olmayan mahalle (menâta) göre cevap vermiştir.
İtiraz: Muayyen olmayan menât (hükmün bağlandığı yer), muayyen menatı da içine alır. Çünkü o, âmmm cüzlerinden biridir; ya da mutlaktan bir mukayyeddir,
Cevap: İtiraz yerinde değildir. Çünkü farzedilen durum farklıdır. Burada sözü edilen konu, arızî durumların ortaya çıkması sebebiyle âmm olan menâttan farklılık arzeden hususî bir menât hakkındadır. Nitekim Örnekleri geçti. Eğer birbirlerinden farklı olmadıkları farzedilecek olursa, o zaman verilecek cevap husûsî menâta uygun olarak vuku bulacaktır. Bunun örneği aynen şunu soranın durumuna benzemektedir: "Şu sikke dirhemin, aynı ağırlıkta şu sikke dirhem karşılığında veya sikke olarak basılmış gümüşün aynı ağırlıkta sikke halinde olmayan gümüş karşılığında satılması caiz midir " Soru sorulan kişi buna şöyle cevap verir: "Dirhem, dirhem karşılığında eşit olarak satılır. Kim artırırsa ya da taraflardan biri diğerinden fazla olursa, o zaman ribâ olmış olur" Böyle bir cevapta, ifade edilen esas ile sorunun cevabı verilmiş olmaz. Zira onun şöyle demesi mümkündür: "Sorduğun şey ribâ kabilinden midir, yoksa değil midir " Ama soruyu soran: "Dirhemi ağırlığı, sik-keliği ve ayan aynı olan dirhem karşılığında satmak caiz midir " dese de, o da aynı şekilde cevap verse o zaman —soruyu soran kimse, iki dirhemin her yönden birbirinin aynı olduğunu bildiği için— maksat hasıl olurdu; ancak arz ( ) yoluyla, Gümüşün gümüş karşılığında satılışı sorulsaydı da, o yine bu cevabı verseydi, yine isabet etmiş olurdu. Çünkü bu durumda soru, sadece mutlak menât hakkında sorulmuştur ve o da aslî iktizâ doğrultusunda cevap vermiştir. Bu halde iken, durumu fiilî vaziyete göre tafsil edecek olsaydı, o da caiz olacaktı ve bu durumda pek çok farazî şekil muhtemel olacaktı. Fıkhî mesâil hakkında detaylara giden ve geniş açıklamalar yapan musanniflerin tutumu da bu olmaktadır. Bu yüzden de tedvin edilen eserlerin hacimleri alabildiğine büyük olmuş, fıkhî mesâil sayıca iyice kabarmıştır. Ancak hikmet gereği olmak üzere, âlim soruya, sorunun çerçevesini dikkate alarak cevap vermelidir. Dolayısıyla eğer muayyen olmayan menat hakkında sormuşsa, aslî iktizâ doğrultusunda cevap vermelidir; muayyen menât hakkında sorarsa, o zaman da mutlaka fiilî durumu dikkate almalıdır. Böylece ihtiyaç duyulan her hususa açıklık kazandırılmış olsun. Kur´ân ve Sünnette mevcut bulunan hüküm ve fetvalar üzerinde düşünen kimse, onların bu esasa uygun olduklarını görecektir. Tevfîk ancak Allah´tandır. [292]
İkinci Bakış Açısı: Avârızu´l-Edille
Konu beş fasıl altında elle alınacaktır:
[1] Avânz dediği kısımda beş fasıl açacak ve bu fasıllarda muhkemlik ve müteşâbihlik, hükümler ve nesih, emir ve nehiy, umumîlik ve hususîlik, mübeyyenlik ve mücmellik konularını işleyecektir.
[2] Bu mesele, şer´î delillerle ilgili olan bütün usûl meselelerinin anası sayılır. Müellif bu meselede, usûl meselelerinin şer´î tafsîlî delillerle ve şer´î kaidelerle olan sıkı bağlantısını belirtmiştir. Öyle ki, iki durum için de, hüküm istinbatında bulunan kimsenin bu düşünceden müstağni olması mümkün değildir: Cüziyyât yani tafsîlî deliller üzerinde düşünülürken, aynı anda cüzînin mertebesini belirlemede kendisine başvuracağımız kıstas kabul edilen usûl kaidesi üzerinde de düşünmekten ve öylesi birşeyde Şâri´in maksadının ne olduğunu tesbit etmeye çalışmaktan müstağni olmayacaktır. Öbür taraftan küllî ile yetinip, o cüzî hakkında Kitap ya da Sünnet´te bulunan özel bir delil aramaksızın sözkonusu küllî esastan hareketle cüzîye hüküm verme yoluna da gidemeyecektir. Müellif, bu konu ile ilgili olmak üzere meselenin başında bir giriş yapmış, sonra da cüzî meselelerin, küllî esaslara olan ihtiyaç şeklini açıklamıştır. Daha sonra da külli esasların cüzîlerden müstağni olamayacaklarını açıklamış ve bu husus üzerinde fazlaca durmuştur. Çünkü yanlış anlamalara yer verebilen bir konu olmaktadır.
[3] Yani, şer´î meselelerden ve onların ayrıntılarından hiçbir cüzînin bu üç mertebeden biri altına girmemesi mümkün değildir. Serî tafsili delilleri, bu feri mesele ve cüzîleri kapsamaktadır. Bu konuda, onların dinin zarurî, hâcî ya da tahsînî esaslarından olması arasında, keza âdetlerle ilgili olan meseleler ile ibâdetlerle ilgili meseleler arasında fark yoktur. Dolayısıyla bu hususta
namaz, alış-veriş, yargı vb. arasında bir fark yoktur. Keza meselâ garar (akit konusunun varlığının ya da evsafının bilinmemesi) kaidesi ile ribâ kaidesi arasında bir fark bulunmamaktadır. Maksat genellemedir ve tafsili delillerin genel ve kapsayıcı olduklarını ifade etmektir. Eğer Kitap´ta yoksa, sünnette olacaktır. Sünnette yoksa icma´da ya da istihsan, mesâlih-i mürsele gibi o deîiîlerdeki cüzîlere itibarla mutlaka bir delili olacaktır. Bunların hepsi de tafsili delillerdir ve belirtilen üç mertebenin cüzîleri ile İlgilidir. Tafsili deliller hakkında durum nasıl böyle ise, istikra neticesinde elde edilen küllileri hakkında da aynı olacaktır: O da aynı şekilde, bu üç mertebeyle ilgili bulunan her şey hakkında geneldir. Bu mertebelerden sadece bazısı ile ilgili bulunan tafsili delillere ya da sadece bazı şer´î kaidelere has değildir. Aksine onlar, genel küllilerdir ve tafsili delillerin tamamı ve göreli olarak cüzî diye nitelenen şer´i kaideler üzerine vâki olur. Böylece onlardan gözetilen maksatlar tesbit edilir, onlar kıstas yapılarak o tafsili delillerin kullanılışı ve kendileriyle amel edilişi belirlenir. Nasıl ki, tafsili deliller ve şer´î kaidelerden oluşan cüzîler, belirtilen üç mertebenin tamamı içerisinde yayılmış olarak bulunuyorsa, istikra neticesinde elde edilmiş olan bu külliler de aynı şekildedir ve çerçevesine giren her cüzî ve tafsili delil üzerinde hâkim konumdadır. Bu küllî esaslardan bazılarının kayıp olması ve onların isbatı için kıyas ya da başka bir yola ihtiyaç duyulması mümkün değildir. Çünkü bu durum, usûlde değil, ancak furûda söz-konusu olur. Aksi takdirde şer´îat tamam olmazdı.
Burada, müellifin açıklık getirmek için bu meseleyi koymuş olduğu sorusu akla geliyor: Acaba, müctehid hüküm istinbatında bulunurken, küllî esaslarla yetinerek cüzî ve tafsili delillerden kendisini müstağni hissedebilir mi Meselâ dil kaidelerinde durum öyle: Kişi Arap dilini okuma sırasında bütün faillerin merfû olduğu esasından 1
hareketle uygulamayı sürdürür ve özel olarak bu failin Arap dilinde merfû olarak geldiğine dair bir delil arama zahmetine girmez. Durum aynen burada da böyle mi Meselâ şöyle denilebilir mi : Bu cüzî, eğer zarurî ise, hâcî üzerine, yok hâcî ise tahsînî üzerine takdim edilir. Bizzat zaruri olanlar içerisinde de dinin korunmasına yönelik olanlar, nefsin korunmasına yönelik olana, bu da kendisinden sonra gelen diğerlerine takdim olunur.... Böylece sadece küllî esaslar üzerinde durularak, o konu ile ilgili şer´î özel delil aranmasına gidilmez mi Aynen nahiv kaidesinin tatbikinde olduğu gibi. Keza küllilerle yetinilerek izafî olan cüzîlerde de aynı tavır gösterilir mi
Bu soruların cevabı, zannedildiğinin aksine olumsuzdur. Aksine her ikisinin de aynı anda gözönünde bulundurulması gerekir. Nitekim müellif bunu açıklamıştır. Bu mesele, deliller kısmı ile ilgili genel bir esas şeklinde görüldüğü için, müellif bölüme bu mesele ile başlamıştır. Allah için söylemek gerekir ki, müellifin bu düşüncesi ne kadar doğru ve yerinde bir değerlendirmedir. Bu konuya İctihad bölümünün onüçüncü meselesinde tamamlayıcı mahiyette tekrar değinilecektir.
[4] Serî kaide gibi.
[5] Mâide5/3.
[6] En´âm6/38.
[7] Benzeri rivayet için. İbn Mâce, Mukaddime, 6.
[8] Yani tafsili delilleri oluşturan nasslar gür´-hakîkî cüzîlerle, daha kapsamlı bulunan üç derece altına giren küllî kaideler gibi göreli olan cüzîleri kastediyor.
[9] Çünkü şer´î deliller ve onlardan çıkarılaır kaideler, üç mertebe teşkil eden genel şer´î maksatların bir sonucu olmaktadır. Varid olan her şeyde Sâri Teâlâ, dünya ve âhiret yaşantısının ahengi, korunmalarına bağlı olan söz-konusu mertebeler üzere onların korunmasını amaçlamış olmaktadır.
[10] Yani cüzînin küllî altına girmiş olduğu karışıklığa meydan vermeyecek şekilde kesinlik kazanınca. Aksi takdirde cüzî hakkında hüküm vermek sahih olmaz.
[11] Hakîkî ya da göreli olabilir. Yani ister Kitap ya da diğer kaynaklardan özel bir delil olsun, ister daha kapsamlı bulunan başka bir küllî altına giren bir kaide olsun farketmez.
[12] Yani hata edebilir. Yoksa böyle bir kimse isabet etmiş olabiliyor. Nice kereler vardır ki, kişi cüzî bir konu hakkında bir hadisi delil olarak kullanmakta ve o cüzînin küllî esasını hiç dikkate almamakta; fakat sonuçta isabet edebilmektedir. Ancak şöyle denilebilirdi: "Böyle bir kimse, neticede hata etmese bile, ictihad metodunda hata etmiştir.´
[13] Yani küllîyi dikkate alıp da cüzîden yüz çevirmek bir çelişkidir. Çünkü cüziden yüz çevirmek, müellifin izahının gereği olarak bizzat külliden yüz çevirmek olur. Bu durumda, aynı anda küllî hem dikkate alınmış hem de dikkate alınmamış olur. Bu ise bir çelişkidir.
[14] Yani, cüzîlerin incelenmesi sırasında küllînin dikkate alınması ve gözö-nünde bulundurulması, Şâri´in maksatlarını muhafazada bulunma açısındandır. Bu da cüzîyi de dikkate almaksızın olmaz.
[15] Yani kaidelerin içermiş olduğu şeyleri ilga ederek. Kaideler muteberdir ve
onları sözkonusu cüzî hakkında bulunan nass ortadan kaldırmış değildir. Ancak bu durumda, sadece külliden hareketle hükümde bulunulup cüzî de ilga edilmez. Çelişki mahalli haricinde bir yerde mutlaka küllînin dikkate alınması ve böylece ne küllînin ne de cüzînin heder edilmemesi gerekmektedir. Açıklama ve örnekleri gelecektir
[16] Bazıları şöyle derler: İstikranın tamamlanması, cüzî deliller üzerinde durmakla olur. Bu delillerin içermiş olduğu şeylerin ortak noktalan, özel bir delil ile asla sabit olmayacak, aksine delillerin birbirlerine eklenmesi sonucunda oluşacak manevî tevatür diyebileceğimiz bir hâsıla ortaya koyarlar. Eksere yakın olan şeylerin de şer´îatta genel ve kesin gibi itibar gördüğü daha önce geçmişti. Keza bazı cüzîlerin küllinin gereğine uymamaları halinde, o küllînin küllîlıkten çıkmayacağı da geçmişti. Çünkü meselâ zarurî olandan çıktı mı, mutlaka ya hâcî ya da tahsînî olan küllînin altına girecektir ve bu arızî bir durumdan dolayı olacaktır.
[17] Bütün şeyleri bir arada tutai. tek bir küllî bulunacak ve onlar hep aynı vadiden olacaklar; buna rağmen hükümleri birbiriyle çelişecek ve birbirine zıd düşecek. Böyle bir durum şer´îatta asla mevcut değildir.
[18] Nisa 4/82.
[19] Hz. Ömer, suikast ile öldürdükleri bir kişi yüzünden beş ya da yedi kişiyi kısasla öldürmüştür. Çünkü o (ra.), kısas ile gözetilen can güvenliğinin temini maksadını kavramış ve eğer bir kişi karşılığında bir grubu kısas yolu ile öldürmezse, kısas yolu ile cinayetlerin önüne geçilemeyeceğini görmüştür. Bu uygulama karşısında meselâ akıl durabilir ve bir kişi karşılığında yedi kişiyi öldürmenin, nefsi koruma prensibi ile bağdaşmayacağını zannedebilir. Bu Hz. Ömer´in ictibadı olmaktadır ve şöyle demektedir: "Eğer Sana halkı hep birlikte onu öldürmüş olsalardı, onların hepsini kısas yoluyla öldürürdüm" O, bu sözü ile nefsi korumanın gerçekleşme yönünü ortaya koymuş oluyordu. Aynı konuda belki de başkaları onun düşüncesine ulaşa-mayabilirlerdi. Hatta bu konuda kendisi dahi mütereddid idi ve bu tereddüdü Hz. Ali ile aralarındaki şu konuşmaya kadar devam etmişti:
Hz. Ali: —Ne dersin Bir grup birşeyi hep birden çalsalar, ne yapardın Ellerini keser miydin
Hz. Ömer: —Evet!
Hz. Ali: —Burada da durum aynı.
Bunun üzerine Hz. Ömer de onların öldürülmelerine hükmetmişti.
Küt bir âletle öldürme konusuna gelince, Yahudinin biri ziynet eşyasını almak için bir cariyeyi taşla öldürmüştü. Hz. Peygamber de kısas olarak onun başını Öldürdüğü iki taşla ezdirtmişti. Bu konu nassla belirlenmiş olduğu halde müellifin onu burada zikretmesi izaha muhtaçtır. Sonra burada, nefsin korunmasını temine yönelik bir mâniden dolayı kısasın olmaması gibi bir yanlış anlayışa da yer yoktur. İbn Hâcib, kesici ve delici âletlerle Öldürmeye kıyasla, küt âletle öldürmede de kısas gerekeceğini söylemiştir. Bu ifadesiyle sanki o, arzettiğimiz hadis nassı ile bir maniden dolayı yetinmemektedir. Sebebler konusunda yapılmış kıyas kabilinden-dir, şeklinde bir itiraz da geçerli değildir; çünkü sebep aynıdır ve o da düşmanlıkla bile bile öldürmektir. Dolayısıyla sebebte yapılmış bir kıyas sözkonusu değildir.
[20] Zarurî esasların muhafazası konusunda onların korunması büyük meşakkatlere de sebebiyet verse yine de aynı minval üzere devam edilmesi gerekse idi, o zaman ruhsatlar olmaz ve meselâ hasta için namazda oturmaya müsade edilmezdi. Aynı şey, Ramazan ayında hasta olan bir kimsenin oruç tutması hakkında da sözkonusu edilirdi. Eğer Sâri´ bu cüzîlere temas etmese ve ruhsat hükmünü belirtmese idi, o zaman zarurî esasların korunması ilkesinden hareket edilirdi ve bu ruhsatlar olmazdı. Ruhsatlar olmadığı zaman da kesinlikle dinde yeri bulunmayan büyük sıkıntı ve güçlükler doğardı. Bu gibi meselelerde, her ne kadar zaruri esaslar içerisinde yer alıyorlarsa da, hâcî esaslardan hareketle ruhsatlar getirilmiş ve zorluk ortadan kaldırılmıştır.
[21] Bu, ahş-veriş ve icare akitlerinin zarûriyyâttan olduğu önkabulünden hareketledir. Bunlarda zarurî olanların korunmasıyla yetinilmemiş, garar gibi çeşitli sebeplerden men edilmesi gereken mudârabe, selem... gibi akitlerin genel kuraldan istisna yolu ile tashihi cihetine gidilerek güçlük ve sıkıntının ortadan kaldırılması amaçlanmıştır. Güçlüğün kaldırılması hâciyyâttan olmaktadır.
[22] Yani bütün cüzîlerinde onların korunmasını üstlenseydik, o zaman şer´îat tarafından kaldırılan güçlük ve sıkıntı içerisine düşerdik. Bu durum bazen, bizzat zarurî esasların ihlâli neticesini de doğururdu. Meselâ hastalanma ya da hastalığın artması korkusu bulunduğu zaman teyemmüm almayı mubah görmezsek, hastalık iyice artar ve kişinin hiç namaz kılamayacağı bir hale gelmesine sebebiyet verebilir.
[23] Yani bu mertebeler üzere cüzîlerin korunması, akıl ile kavranılması kolay olmayan, karıştırıl abilen ve ancak koruma şekli nass ile bilinebilen konulardan.
[24] Peygamber gönderilmeyen dönemler. (Ç)
[25] Şu halde cüzî delillere başvurmak gerekecektir. Bunlar da nasslar ve sahih kıyaslardır. "Fail merfûdur" vb. nahiv kaidelerinde olduğu gibi, küllî esaslarla yetinilerek bunlara ihtiyaç duyulmaması mümkün değildir.
[26] Çünkü onlar, özel delil üzerinde durma ile, çerçevesi dahilinde bulunduğu küllî prensibi üzerinde birden düşünme konusunda icmâ etmektedirler. Böylece onlar, o gibi şeylerde genel bir tarzda Şâri´in maksadını öğrenmeye ulaşmış olmaktadırlar. Küllî sayesinde, o özel delil ile gözetmiş olduğu kasıt da husûsî bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
[27] Doktor, falanca hastalığın belirtilerinin ve ilacının ne olduğunu bilir. Ancak, acaba tedavi ettiği hastada bu hastalık için olması gerekli olan belirtiler bulunuyor mu Doktor Önce buna bakar. Eğer o belirtileri bulursa, küllînin (hastalığın) o haftada mevcut olduğunu anlar ve bu durumda ikinci olarak mutlaka cüzî açısından düşünmek zorunda olur: Acaba bu kimsede hastalığın ilacına mani olacak bir özellik var mıdır Bunu öğrenmek ve ona göre ilacı hafifletmek ya da başka bi. şeyle karıştırarak vermek durumundadır. Böylece doktor, bu özel cüzîyi kendisine uygun düşecek ilaç küllisine döndürmek üzerinde düşünür. O küllî hastalık için bilinen ilacı, o hastalığın ilacıdır diye hemen vermez; aksine önce kişinin bünye yapısına bakmak zorundadır. Tıp konusunda durum nasıl böyle ise, burada da aynıdır. Müellif, gerçekten fevkalâde bir misal getirmiştir
[28] Ve cnun kesin olarak şifa olduğunu söylediler.
[29] Cüzîlikten maksat, namaz, zekât, alış-veriş, nikâh, ilaç, hastalık... gibi özel bir konuya has olmasıdır. Genellikten kasıt da, bu gibi cüzî konular hakkında varid olan nassîarın genel ibir ifade içerisinde gelmiş olmasıdır.
[30] Tecrübî olarak elde edilen ve balın bazı kimselerde zararlı olduğu cüzî sonucunu da dikkate aldılar ve böylece küllînin (balın şifahğının) bidüziye-lik (muttaritlik) arzetmediğini ve meselâ safralı kimseler gibi bazıları için zararlı olduğu istisnalarını getirdiler.
[31] Zatı açısından cüzî, küllî ile birlikte dikkate alınmaz; çünkü cüzî olması hasebiyle küllîye muhalefette bulunması mümkün değildir. Ancak haricî bir durumdan dolayı cüzî, küllînin hükmüne muhalefet edebilir. Meselâ bir başka illetle birlikte bulunan hastalık örneğini ele alalım: Söz konusu bu başka illet (meselâ balın şifalığı örneğinde safranın bulunması gibi) o cüzîye bir başka açıdan bakılması sonucunu doğurmaktadır.
[32] Yani, bazı cüzîler bazı hallerde , küllinin hükmü dışında başka bir hüküm alabilirler.
[33] Cüzînin dikkate alınması demek, özel delilin gereği ile —delillerin istikrası neticesinde elde edilen usûl kaidesinin yani küllî esasın hükmünden çıkma gibi bir netice doğursa bile— amel etmek demektir. Küllinin dikkate alınması ise; onun genel olan şer´î tafsîlî delil ile tahsisi ya da mutlakınm takyidi cihetine gidilmesidir. Meselâ geçen örnekte küllî kaide amel ettirilmiştir. Bu kaide, şeriatta hilâf-ı hakikat bir haberin bulunmamasıdır. Bununla, ishal hastalığına karşı balın faydası konusunda mutlak olarak gelen nassı kayıtlamışlardır. Ancak bunu yaparken ne cüzî konusunda gelen genelliğin, ne de mutlak delilin ihlâline meydan vermemişlerdir.
[34] Yani aynı anda hem küllî esaslar vasıtasıyla Şâri´in maksatları üzerinde düşünmek, hem de nasslan —ki bunlar da cüzîler oluyor-— araştırmak gerekmektedir. Her iki noktanın aynı anda gözonünde bulundurulması sonucunda, Sâri´ katında kabul görecek sonuçlara ulaşılacaktır. Doğrusu bu iş çok zordur! Avamdan farkı olmadığı halde ictihad davasına kalkışanların iddialarının ne derece sakat olduğu buradan da anlaşılacaktır.
[35] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/3-12
[36] Yani delalet bakımından. Delilin sened bakımından lafzen mütevâtir olmasıyla pek çok farklı münasebetlerle gelen şer´î delillerin tümünden elde edilen manevî mütevâtir türünden olması arasında fark yoktur. Eğer delâlet bakımından katî değilse, sadece lafız bakımından mütevâtir olması yeterli değildir. Zannî ise katinin karşılığı oluyor. Kitap ve Sünnet´te bunun böyle olduğu açık. İcmâ´da da durum aynıdır ve onda da katî ve zannî olanı vardır. Kıyasa gelince, onun tamamı zannî kısımdan olmaktadır. Yirmibeş kadar itiraz varken, kıyas sonucunda katî olduğu iddia edilen sonuçlara ulaşmak mümkün değildir. Müellifin "her bir delil´ sözü, göründüğü gibi genelliği üzere değildir; çünkü meselâ kıyas bahsinde bu taksim geçerli değildir. (N)
Daha önce de açıkladığımız gibi katî yüzde yüz bilgi (ilim) ifade eder. Zannî ise, yüzde ellinin üzerinde bir bilgi ifade eder; kesin değildir. Yüzde elli oranında olursa şekden bahsedilir. Daha aşağı olursa vehimden sözedi-lir. Usûl ve akîde bahislerinde zanna itibar edilmez. Furû bahislerinde ise, amel için zan yeterlidir. (Ç)
[37] Nahl 16/44.
[38] Muhâkala, muhâdara, mülâmese, münâbeze, müzâbene vb. gibi.
[39] Bakara 2/275.
[40] Nisa 4/29.
[41] Daha Önce geçti. bkz. [2/46].
[42] Bakara 2/231.
[43] Talâk 65/6.
[44] Bakara 2/233.
[45] İhbar kabilinden olan nadir haberler bunlardan bir istisna teşkil eder. Meselâ İsrâiloğulları ile ilgili haberler, fiten ve kıyamet alâmetleri ile ilgili hadisler, "Yahudilerle savaşmadıkça kıyamet kopmaz" gibi hadisler bu genellemeden istisna oluyor. Çünkü bu gibi hadislerin dayandığı katî bir esas bulunmamaktadır.
[46] Garîb iki nevidir: a) Münasibin dört kısmından biridir ve bu haliyle garîb; müessir, mülâim ve mürselin yanında yer alır. b) Mürselin üç kısmından biridir. Bunlar: Garib, malûmu´1-ilgâ (ilgâsı belli), mülâim. Mürselin kısımlarından olan garib ile maiûmu´1-îlgâ kısımları ittifakla merduttur. Mülâim hakkında ise ihtilaf vardır. Münasibin dördüncü kısmı olan garibe gelince, onun hakkında ´Delil, onun ilga edildiğini gösteriyor´ denilemez. Çünkü bu, mürselin kısmı olan garib için geçerlidir. Müellif kıyas bahsinde konuya değinecek ve âlimlerin onunla amel ettiklerini söyleyecektir. Burada sözü edilen garibden maksat, mürselin üç kısmından biri olan garibtir ve ittifakla onun, ilgâsı belli olan kısımla birlikte merdut olduğunu söylemişlerdir. Ancak onlar bu misali (yani azad yerine iki ay oruç tutmayı) garib için değil de ilgâsı belli olan için göstermişlerdir. Geniş bilgi için usûl kitaplarına bakılabilir.
[47] Ulemâdan birisi, hükümdarın birine Ramazan ayında cima etmesi üzerine iki ay oruç tutmasının gerekeceğine dair fetva vermişti. Diğer âlimler bu fetvaya tepki gösterdiler. Bunun üzerine o: "Eğer köle azad etmen gerekir deseydim bu kendisine kolay gelecek ve cinsî duygularının tatmini için malını harcamış olacaktı. Benim fetvam Şâri´in Ramazan orucunu bozmama maksadını gerçekleştirmeye uygun (münasib) bir hükümdür" demiştir. Ancak onun bu hükmü, orucun azaddan sonra geleceğini bildiren nassa ters düşmekte ve bu görüşü destekleyecek başka bir esas da bulunmamaktadır. Dolayısıyla mutlaka reddi gerekecektir.
[48] Yani katî bir esasa muhalif olmaması sebebiyle. Bu zannînin, katiye muhalefeti doğurmayacak bir mânâya yorulması şeklinde olur.
[49] Nisa 4/82.
[50] Buna yakın bir rivayet, es-Sağânî´nin Risâletu´l-mevdûât´mda zikredilmiş ve mevzu (uydurma) olduğu belirtilmiştir. Daha başka rivayetler bulunmakla birlikte hepsi de su götürür cinstendir.
[51] Yani uygun olan kabul edilecek, uygun olmayan da reddedilecektir. Aralarındaki görüş ayrılığı, bu sonuca ulaşma yolunda kendisini göstermektedir.
[52] Zannî delilin, kendisini itibardan düşürecek kati bir esasa muhalefet etmesi.
[53] Daha önce geçti. bkz. [2/231],
[54] Necm 53/38-39.
[55] En´âm 6/103.
[56] ibn İshak´ın zikrettiğine göre, îbn Ömer, İbn Abbas´a birini göndererek Hz. Peygamber´in (as.) Allah´ı görüp görmediğini sordurur. O: "Evet. O´nu başgözü ile görmüştür" der.
[57] Yani her ne kadar katî bir esasla tearuz halinde ise de, bir başka asıl kendisini desteklemektedir. Kaldı ki, "Gözler O´nu görmez" âyetinin delaletinin katiliği konusu tartışılabilir ve bu durumda o, konumuzun dışında ka-lir.
[58] Daha önce meşakkatler bahsi incelenirken, onların dikkate alınması için yapılması istenilen fiillerde mutat üstü bir düzeyde olması kaydı getirilmişti. Kabın eğilmesi gibi bir konuda mutat olmayacak bir meşakkatten sözedilemez. Çünkü burada ortaya çıkacak meşakkat, muhtemelen abdest almak için su aramaya çıkmak, ya da derin kuyudan ip ve kova ile su çekmek için karşılaşılacak olan meşakkatten daha da az olacaktır. Bunun, katî olduğu, kesinlik kazanmayan ikinci kısımdan olduğu söylenebilir. Çünkü o, kovayı eğiltmenin güçlük olduğunun kesin olarak ortaya çıkması takdirine göredir. Halbuki onun güçlük olduğu su götürür. Onların: "Peki yalaktan (mihrâs) su alırken nasıl yapacaktır " şeklindeki sözlerine gelince, eğer mihrâstan maksat, çok su alan bir kap ise, o abdest kabı olmaz ve bu durumda onun güçlük gerektireceği şüphesi ortaya çıkmaz. Çünkü hadis mutat olan abdest kaplan hakkında varid olmuştur.
[59] "Uğursuzluk ancak şu üç şeydedir: At, kadın ve ev" şeklinde rivayet edilen hadis. Bkz. Buhârî, Cihâd, 47 ; Müslim, Selâm, 115-120 ; Ebû Davud, Tıbb, 24. Hadisteki uğursuzluğu, bereket azlığı diye yormuşlardır. Buna göre kadının uğursuzluğu doğurmaması, atın uğursuzluğu Allah yolunda savaşa katılmaması, evin uğursuzluğu ezandan uzak olması ve cemaate yetişi-lememesidir. Hadiste ´ancak´ ifadesiyle getirilen hasır, gerçek anlamda değildir. Buna göre de tearuz, katî değil zannî olacaktır.
[60] "Bir yerde taun (veba) olduğunu işitirseniz, o yere gitmeyin! Bir yerde ortaya çıkar, siz de orada bulunursanız, ondan kaçmak için o yerden çıkmayı-nız" hadisini rivayet etti. bkz. Müslim, Selâm, 98 (9/657).
[61] İmam bu sözüyle hadisin kesin bir esasa muhalif olduğunu belirtmek istiyor ve böylece onun zayıflığını ifade etmiş oluyordu. Köpeğin ağzı avının yenmesi delili ile temizdi. Buna rağmen bir de sayı (yedi defa) ne oluyordu Toprakla oğmak da nesiydi Kaldı ki, bu iki şarta da pisliğin temizlenmesi sırasında uyulmamakta idi.
Doğrusu, zamanla hadiste istenilen şeylerin sırrı ortaya çıkmıştır. Şöyle ki: Köpek sık sık kıçını yalar ve kıçında bulunan zehirli bir madde ağzına bulaşır ve salyasıyla birlikte kaba geçer. Kaldı ki onun pisliğinde mikrop bulunmaktadır ve bir başka canlıya sirayet etmesi durumunda ona zarar vermektedir. Hem sonra kuduz mikrobunun en önemli taşıyıcısının köpek olduğunu da unutmamak gerekir.
[62] Eğer aslı caiz olsaydı, şartı da caiz olurdu. Allah´ın kitabında olmayan her şart merduttur.
[63] *Ahş-veriş yapan taraflar, birbirlerinden ayrılmadıkça ya da biri diğerine tercih et demedikçe muhayyerdirler" hadisi. (Müslim, Büyü, 17, 24, 25, 27]
[64] Yani, kocanın boşama yetkisini karısına tevdi ve temlik eylemesi durumunda, aynı mecliste bulundukları sürece kocanın dönme hakkı bulunmaktadır
[65] Meselâ, kocanın karısını, elinde bulunan fakat miktarı meçhul olan para karşılığında boşaması (hm") sahih olmaktadır. Alış-veriş ise böyle değildir ve bu tür bilinmezlikler ona zarar verir.
[66] Daha önce geçti. bkz. [2/232].
[67] Necm 53/38-39.
[68] Bu esas, oruçla birlikte diğer ibadetleri de kapsıyordu. Bu esas şer´îatm hemen her konusunda kendisini gösteren kesin bir esas olmaktadır.
[69] Yiyecek iki kısımdır: Taksim edilmeden Önce ganimet mallarından boğazlanan deve ya da koyun. Tencerelerin devrilmesi ve içerisindeki etlerin Hz. Peygamber´ce (as.) toprağa belenmesi hakkında gelen hadis işte bu kısım hakkındadır. Bu kısım, İmam Mâlik ile diğer âlimler arasında ihtilaf konusu olmaktadır. İmam Mâlik, bu etlerin de yenebileceğine cevaz vermiş ve bu konuda geçerli olan esaslara dayanmıştır. Bu esaslara muhalif olduğu için sözü edilen hadise de iltifat etmemiştir. İçyağı, zeytinyağı, bal... gibi diğer yiyeceklere gelince, bunların mübahlıgı kaidelerle de desteklenen nass ile belirlenmiştir. Abdullah b. el-Mugaffel, Hayber savaşında içyağı dolu bir tuluk bulur ve Hz. Peygamber´in huzurunda ona kendi sahiplenir. Hz. Peygamber (as.), ona bunu yasaklamaz.
[70] Şevval orucunun vacib sanılacağı endişesinden dolayı.
[71] Nisa 4/23.
[72] Görme özürlü bir zat, Hz. Peygamber (as.) ashabı ile birlikte namaz kılarken bir kuyuya düşmüştü. Bunun üzerine bazıları güldüler. Hz. Peygamber (as.) de onlara abdestlerini yenilemelerini emretti. Ebû Hanife bu haberi, kıyas üzerine takdim etmiştir. Namaz içerisinde kahkaha ile gülme, namaz haricinde kahkaha ile gülme üzerine kıyas edildiği zaman abdestin bozulmaması gerekecekti. Keza kahkaha hades de değildir. Çünkü hades, ön ve arkadan çıkan şey sebebiyle meydana gelmektedir. Hanefîler bu hususta: "Çünkü naklî delil varken kıyas deliline baş vurulmaz" demişlerdir. Ancak bunun mesele ile ilgisi yoktur. Konu zannî delilin katiye muhalefeti yüzünden reddedilmesi hakkındadır. Bu mesele, zannî mukabilinde —ki kıyas oluyor—, zannî haberle amel etme türündendir. Çünkü kıyas mertebece haberden daha sonra gelir.
[73] Hz. Peygamber (as.), ölüm hastalığında efendilerinin kendilerini azad ettiği altı köle hakkında kur´a ile hükmetmiş, kendilerine kur´a çıkan iki kölenin azadını geçerli kabul ederken diğerlerininkini geçersiz saymıştır. Çünkü kişinin ölüme bağlı tasarrufları, ancak malının üçte biri hakkında geçerlidir.
[74] Mâide 5/4.
[75] Hz. Peygamber (as.) şöyle buyurmuştur: Deve ve koyunlar sütlü zannedilsin diye sağmayarak sütünü memesinde toplamayın. Kim böyle memesinde süt birikmiş bir hayvanı sütlü zannederek satın alırsa, o kişi o hayvanı sağdıktan sonra muhayyer olur: Ya razı olur ve hayvanı yanında alı-koyar ya da beraberinde bir sâ hurma ile birlikte hayvanı geri iade eder. (Buharı, Büyü, 64 ; Müslim, Büyü, 11, Ebû Davud, Büyü, 46)
[76] Ebû Davud, Büyü, 71 ; Tirmizî, Müslim, 53. Hadise göre, meselâ bir kimse bir köle satın alsa ve onu çalıştırsa; sonra alış sırasında kölenin kusurlu olduğu ortaya çıksa ve ayıb muhayyerliğine dayanarak köleyi geri iade etse, bu arada köleden elde edilen fayda müşteriye ait olacaktır. Çünkü köle, eğer bu zaman içerisinde ölecek olsaydı müşterinin hesabından gidecekti. Dolayısıyla bu cereme karşılığında onun gelirlerine sahip olacaktır.
[77] Bu prensip gereği olarak hiçbirşey geri vermemesi gerekiyordu. Çünkü hayvan o sırada ölseydi kendi hesabından gidecekti. Dolayısıyla hayvandan edineceği fayda da kendisine ait olacaktır. Çünkü semere, cereme karşılığındadır.
Hadisi müdafaa konusunda şu şekilde cevaplar verilmiştir: Her şeyden önce musarrât hadisi el-Harâcu bi´d-damân hadisinden daha güçlüdür, ikinci olarak, memede biriken süt, satış akdinden önce satıcının mülkiyetinde iken meydana gelmişti. Dolayısıyla satış gerçekleştikten sonra meydana gelen ürünlerden değildi. Bu itibarla müşterinin cereme karşılığında ona malik olması doğru olamaz. Bu durumda kıymetini vermesi gerekirdi. Bir sâ hurma ile tazmin edilmesinin gerekçesi için Neylu´l-evtâr ve İlârnu´l-Muvakkıîn´e bakılabilir. Mâlikîlere göre ille de bunun hurma ile ödenmesi gerekmez. O beldenin gâlib yiyefceğinden bir sâ verilir. Hadiste bunun hurma olarak belirlenmesi, o devrin gâlib yiyeceğinin hurma olmasındandır.
[78] Bu prensipten hareketle de ya sağdığı süt kadar süt, ya da ne kadar ise kıymetini ödemesi gerekirdi. Dolayısıyla tazmin sorumluluğunun ne hurma ile ne de miktar olarak bir sâ ile takyidi cihetine gidilmezdi.
[79] . Münasebetten maksat, hüküm ile illet arasında, birinciyi ikinciye nisbet edebileceğimiz (yükleyebileceğimiz) bir durumun bulunmasıdır. (Ç) Ayrıca (45.) dipnota bkpz.
[80] Yani, ona benz;er bir durum arzetmektedir. Bu, sadece hükmün ona uygun olarak tertip edilmesi ile aynı cins vasfın aynı cins hükümde itibar edildiğinin sabit olması halidir. Ancak ne nass ne de icmâ ile, aynı vasfın aynı cins hükümde veya aynı cins vasfın aynı hükümde, veya vasfın cinsinin, hükmün cinsinde dikkate alındığı sabit olmamıştır. Eğer Öyle olmasaydı zaten mülâim olurdu. Örnek: Ölüm hastalığında vâris olmaması için karısını bâin talak ile boşayan kimsenin durumunu ele alalım: Bu kimse, mirasa konmak için Öidüren ve vâris olamayacağına hükmedilen kimseye kıyasla amacının zıddı ile mukabele görür ve karısı vâris olur. Her iki meselenin ortak noktası (cami vasıf), her iki fiilin de fasit bir amaç doğrultusunda işlenmiş iki haram fiil oluşlarıdır. Bu garîb münasib oluyor. Bunun üzerine hüküm tertibinde maslahat bulunmaktadır ve bu maslahat da, onları haram olan bu fiillerden alıkoymayı /caydırmayı temindir. Ancak, daha önce geçtiği şekilde bunların dikkate alındığına dair bir esas bulunma-ma.ktadır. Aksine bu sonuca, gösterilen kıyas yoluyla ulaşılmıştır.
ayten
Tue 28 September 2010, 11:22 pm GMT +0200
[81] Daha önce geçti. bkz. [2/305].
[82] Çünkü bu hadis zannî bir delil olmakta, onu teyid eden kesin bir esas bulunmadığı gibi, reddeden başka bir esas da bulunmamaktadır.
[83] Daha önce geçti. bkz. [2/46].
[84] Çünkü buradaki amaç, katî olanla mânâ bakımından uyum içinde olmasıdır. Bu ise, usûlcülerin kastettikleri şeyden daha Özel bir durumdur. Çünkü bazen, haberin mânâsı, özel mânâsında katî olanla uyum içerisinde olmayabilir. Ancak, onunla amel bakımından, katî olan kaide (yani vâbid haberle amel kaidesi) altına girdiği için o da katî sayılacaktır. "Katil, vâris olamaz" haberi, burada murad olan mânâ ile değil de, usûlcülerin kastettikleri mâna ile katîye raci olur. Çünkü mânâsı konusunda, kendisini teyid eden katî ile uyum içinde değildir. O yüzden, burada kastedilen daha özel bir mânâ olmaktadır
[85] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/12-22
[86] Bu, ilâhî ve itikadı hükümlerin delilleri konusunda açıktır. Amelî hükümlere gelince, bunlardan maksat tasdik değil, sadece fiilin işlenmesidir. Gelecek diğer izah şekillerinde durum birincideki gibi olabilir ve onlarda, da ıtikâdî hükümlerle, amelî hükümlerin delilleri arasında bu açıdan- bir fark bulunmaz.
[87] Çünkü böyle bir durumda, akıllı kimsede, getirilen yükümlülüğe zıd düşen ve onu engelleyen akıl bulunmaktadır. Çünkü getirilen delil akıl ile çatışmada ve akıl onun zıddınm makûl olduğunu düşünmektedir. Meselâ deli ise böyle değildir. Onun getirilen hükmün ne lehinde ne de aksi istikametinde düşünme gibi bir durumu yoktur. Onun için denilebilecek şey, sadece onun o yükümlülük için hazır olmadığıdır. Akıllı kimse ise, o şeyin zıddı için kendisini kabule hazır görmektedir. Birşeye ulaşmak için vasıtası olmayan kimse ile, o şeyin zıddına ulaştıracak vasıta içerisinde olan kimse arasında fark vardır. O şeyden ikincinin uzaklığı daha fazla ve güçlü olacaktır.
[88] Yani itikadı konularda,
[89] Yani deliller karşısında bir süre inat ettikten sonra veya inat etmeden hemen.
[90] Yani amelî konularda. Bu ayırım ehl-i sünnete göredir. Mutezileye göre ise.
her iki durum da (yani tasdik ve itaat) açıkça cereyan eder. Çünkü akıl, bu delillerin gereğinin güzelliğini tasdik eder. Öyle ki, deliller, aklın idrak etmiş olduğu güzelliğe uygun olur.
Ehl-i sünnete göre, akılların boyun eğmesi amelî konuların delilleri hakkında da geçerli olabilir; şu mânâda ki akıllar şer´îatın bidüziyelik arzedecek şekilde sadece kulların dünyevî ve uhrevî maslahatlarım temin etmek için geldiğini genel olarak kavrayabilir; özel hükümde bulunan husûsî maslahatı kavrayıp kavrayamaması ise Önemli değildir. İşte bu, aklın boyun eğmesinin mânâsı olur.
[91] Şâri´in, şer´îatı anlaşılır olsun için koyması bahsinde.
[92] Sûre başlarındaki harfler de bunlardandır. Burada sözü edilen müteşâ-bihâttan farklıdır. Çünkü müteşabihât bir bakıma kavranabilir, ancak netliğe ulaşılamaz. Burada sözü edilen kısım ise asla mânâsı kavranama-yacak şeylerdir. Böylece bir sonra sözü edilecek kısım ile aralarında fark olduğu anlaşılmalıdır.
[93] Hıristiyanlıkta Baba-Oğul-Kutsal Ruh üçlüsünden oluşan inanç sistemi. (Ç)
[94] Yani bu haliyle onlar, anlamı akılla anlaşılabilen kısımdan olmaktadır.
[95] Üçüncü itiraz noktasının cevabı ile birleştirilmiştir. Çünkü her iki itiraz noktasının esası aşağı yukarı aynıdır.
[96] Âl-i İmrân 3/7.
[97] Necran hıristiyanları aslen Arap oldukları için müellif böyle bir kayıt getirmiştir. Onlar aslen Arap olmakla birlikte komşuları olan Acemlerin ifade tarzlarının etkisinde kalarak ´Biz yarattık´ ... gibi ifadelerden ne kastedildiğini anlayamamışlar ve tazim için olan bu ifadeyi gerçek anlamda çokluk için sanmışlardır.
[98] Arap diline vakıf olması denilse idi daha isabetli olurdu.
[99] Mü´minûn 23/101.
[100] Sâffât 37/27.
[101] Nisa 4/42.
[102] En´âm 6/24.
[103] Naziât 79/28-30.
[104] Fussılet 41/9-11.
[105] Lafzı tercümesiyle "Allah çok bağışlayıcı ve çok merhametli idi..." anlamında. (Ç)
[106] Sâffât 37/27.
[107] Nisa 4/42.
[108] Nisa 4/82.
[109] Meselâ bkz. İbn Kuteybe, Te´vîlu müşkili´l-Kur´ân, Beyrut 1981 ; İbn Ku-teybe, Te´vîlu muhtelefı´l-hadîs, Beyrut 1985. (Ç)
[110] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/22-29
[111] Bu mesele, usûl kitaplarında ele alınan bir şeyin aynı yönden hem vacip hem de haram olmasının muhalliği´ konusu ile ilgilidir. Müellif burada bu mesele ile, konu üzerinde derinleşmek ve gasbedilmiş bir yerde kılınan namazın hükmü gibi meselelerde niçin ihtilaf edildiğini açıklığa kavuşturmak istemektedir.
[112] . Şâri´in emirden maksadı, zihnî makûllüğe yöneliktir görüşünde olanlar bu esas üzerine şunu bina ediyorlar: Kişi emredilen şeyi, zihinde itibar edilen şart ve rükünleri ile birlikte tam olarak yapması durumunda sahih olacaktır ve bu kimseler bu görüşe varırken, o şeye eklenen haricî durumları dikkate almamaktadırlar. Çünkü Şâri´in maksadı bu kadarlık-la gerçekleşmiş olmaktadır. Meselâ gasbedilmiş bir yerde kılınan namaz, Şâri´in namazın hakikatinde bulunmasını istediği şart ve rükünleri içermesi durumunda sahih ve yeterli olacaktır ve namazın hakikati dışında haricî vasıflar onun sıhhatine hükmetmek için —nehyi gerektiren bir mefsedet olsa da— dikkate alınmayacaktır. Çünkü bunlar hârici özellik olmaları itibarıyla emredilen şeyin bir parçası kabul edilmeyeceklerdir. Bunun sonucunda da, tümünün fesadını gerektiren bir kısmı sahih, bir kısmı fâsid gibi bir durum meydana gelmeyecektir.
Ama biz, deliller, zihnen makûl olan bu şeyin haricî fertlerine yöneliktir diyecek olursak o zaman iş değişecektir. Çünkü fertler ancak dış şekil ve kalıpları ile kendilerini göstereceklerdir ve bu haricî şekiller fertlerin mahiyetine dahil olacaklardır. Bu durumda emredilen şeyle birlikte hariçte bulunan keyfiyet ve haller, emredilen şeyin bir parçası sayılacak ya da parçası gibi kabul edilecektir. Bu durumda meselâ gasbedilen yerde kılınan namaz örneğinde, gasbedilen şeyle faydalanma namazın bir parçası gibi kabul edilecek ve bunun sonucunda namaz, hem sahih olan hem de fâsid olan unsurlardan meydana gelmiş olacağından fâsid olacaktır. Bu mesele ve getirmiş olduğu izahlar, müellifin gerçekten ilminin çok derin olduğunu göstermektedir. Allah ona rahmet etsin!
[113] Yani hariçte vuku şekli gözönünde bulundurularak verilecek; zihinde bulunana uygunluğu ölçüsünde değil. Hüküm hariçteki vuku şekli esas alınarak verilmesi durumunda, o zaman fiilin üzerinde bulunduğu hal, şekil ve kalıpların mutlaka dikkate alınması gerekecektir. Dolayısıyla, eğer fiilin fesadım gerektiren bir özellikle birlikte bulunmuşsa, o müfsid unsur fiili ifsad edecektir.
Taraflardan her birinin delili -görüldüğü gibi- sanki kuru bir iddia gibi gözükmekte; söze karşı söylenmiş söz intibaını vermektedir.
[114] el-Ka´bî, her mubahta bir haramın terki olduğu görüşündedir. {Görüşü ve reddi daha önce geçti. bkz. [1/111, 124]. ) Bu durumda her mubahın vacip olması lazım gelirdi. Halbuki siz, şer´î hükümler içerisinde her iki tarafı da birbirine eşit olan ve mubah diye anılan bir kısmın bulunduğunda bizimle görüşbirîiği içerisindesiniz.
[115] Yani bunlarda kesinlikle fiilin özünde bulunmayan tamamen haricî durumlar dikkatte alınmış olmaktadır. Eğer öyle olsaydı, onları yasaklamak sahih olmazdı.
[116] Meselâ, tâat üzere ya da günahlara karşı güç kazanmak amacıyla yemek gibi. Aslında yemek mubah iken, bu gibi hârici Özellikler sebebiyle tâat ya da masiyet halini almaktadır. Bu kısım sedd-i zerîadan başka olmaktadır. Sedd-i zerîada, aslında caiz olan bir işin, harama götürmesi sebebiyle yasaklanması durumu vardır. Örtülü ribâya götüren satışlar (büyûu´1-âcâl) gibi. Böylece müellif burada, kendilerinde Şâri´in haricî vasıfları dikkate almış olduğu üç tür zikretmiştir: İkisi bunlar. Üçüncüsü de bayram günü oruç tutmanın, güneşin doğması ve batması sırasında namaz kılmanın yasak kılınması gibi hususlardır. Bu üç tür ile, sadece zihnî makûliyetin dikkate alınmasının bâtıl olduğu gösterilmeye çalışılmıştır.
[117] Makâsıd bölümünün üçüncü nevinin yedinci meselesinde konu ele alınmış ve hakların birbiri ile aynı anda aynı yere taalluk edebilecekleri, birbirlerine zıd düşebilecekleri vb. belirtilmişti. Meselâ aynı anda hac etme ve cihad yükümlülüğünün karşı karşıya gelmesi gibi.
[118] Tevbe 9/102.
[119] Gasbedilmiş bıçakla hayvan kesme, fâsid ahş-verişlerde vb. olduğu gibi.
[120] Bu delilden çok demogojiye benziyor.
[121] Tevbe 9/102.
[122] Meselâ, namaz için taharetin terki gibi. Bu her ne kadar selbî bir nitelik ise de, şer´an itibara alındığa sabit olduğu için sanki vücûdî nitelik gibi işlem görmüştür.
[123] Çünkü âyet, salih amellerle TEbûk gazvesinde cihadın terki arasını birleştirmeleri hakkındadır. Burada terk, tamamen selbî bir niteliktir; meselâ namaz için taharet gibi değildir.
[124] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/29-35
[125] Yani İmam Ahmed´den rivayet edildiği gibi meselâ icmâm sadece sahabeye has bir durum olduğunu söylesek de söylemesek de; veya İmam Mâlik´in dediği gibi sedece Medine ehlinin icmâmı esas alsak da, almasak da ; veya icmâın hüccetliği için tevatür şartını arasak da aramasak da; icmâm senedinin kıyas da olabileceiğini kabul etsek de —Zahirîler gibi— etmesek de hiçbir fark olmayacaktır. Ancak bu son durumda yani icmâm senedinin kıyas olması halinde o icmâ birinci gruba değil ikinci gruba katılmış olacaktır.
[126] Tabiî kendi şahsî içtihadı olmadığı zaman.
[127] İctihâd bahsinde onuncu meselede.
[128] Yani ikinci kısmın delillikleri, birinci kısmın onayı ile olmaktadır. <Ç)
[129] Buhârî, Fedâilu´l-Kurân, 1 ; Müslim, İman, 239 ; Ahmed, 2/341, 451.
[130] Nisa 4/59.
[131] bkz. Mu´cemu´l-müfehres, 430.
[132] Haşr 59/7.
[133] NÛr 24/63.
[134] Nahl 16/44.
[135] Mâide 5/67.
[136] Sünnet bahsinin ikinci meselesinde.
[137] Necm 53/42.
[138] Nahl 16/89.
[139] En´âm 6/38.
[140] Sünnet bahsinin dördüncü meselesinde. Müellif orada, Kitabın Sünneti nasıl içerdiğini izah edecektir.
[141] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/35-38
[142] Yani delilin iki mukaddimeye olan ihtiyacı.
[143] Yani kullanılmış su, pis su, gülsuyu vb. gibi herhangi bir kaydı bulunmayan, normal su demektir. (Ç)
[144] ´Mürted yani dinden dönen öldürülür´ kaidesi gibi kayıtsız.
[145] ´Katil öldürülür´ kaidesi gibi. Yani baba olmadığı zaman veya mağdurun velileri tarafından affedilmediği zaman... gibi kayıtlan vardır. Bu türden olan hükümler çoğunluğu teşkil eder.
[146] Merfû ve mansûb terimleri, Türkçedeki ismin hallerine benzeyen ve kelimenin sonunun nasıl seslendirileceğini ifade eden teknik tabirlerdir. (Ç)
[147] Küçüklük veya şefkat bildiren kip: Evcik, kuşcağız gibi. (Ç)
[148] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/38-40
[149] Ya da sünnette, dolayısıyla şer´îatta. Çünkü bu bölümde ele alınan husus genel olarak deliller idi.
[150] Kur´ânî teşri Mekke dönemi ve Medine dönemi olmak üzere ikiye ayrılır. İlkine Mekkî, ikincisine de Medenî denilir. (Ç)
[151] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/40
[152] Meselâ cibad gibi. Bu küllî gibi görünse de aslında iyiliği emretme, kötülüğü de yasaklama ilkesinin kapsamına giren bir cüzîsi mahiyetindedir
[153] Mesela şarap içmenin yasaklanması gibi.buda günah ve kötülüklerden kaçınma genel prensibinin bir örneklemesi ve uygulaması mahiyetindedir.
[154] En´âm 6/151.
[155] Tekvîr 81/9.
[156] Delil olarak kullanılan kısım burası. Yani nefsi korumak için haram olan şeylerin yenmesine dahi izin verilmiştir.
[157] En´âm 6/119.
[158] Çünkü insan akimi devamlı olarak izale eden şey, onun bir uzvunu izale etmiş; belli bir süre izale eden de onun bir menfaatini izale etmiş olur. Nefsin korunması esası genel olup, bizzat akim korunması hususunu içine aldığı gibi, akıl menfaatinin korunması noktasını de içine alır. Bir organin menfaatini belli bir süre için de olsa ortadan kaldırmak yasaktır. Dolayısıyla aynı yasak aklın izalesi için de geçerli oiur.
[159] Mâide 5/91.
[160] İmanın şubeleri, Allah ve Rasûlüne muhabbet gibi.
[161] Organlarla itaatte bulunma külli esası içerisine dahildir demiyoruz. Çünkü bu mücmellik ve külli kavramlarında genişliğe gitmek gibi bir sonucu gerektirecektir. Aksine bunlar dini tamamlayan unsurlardan olmaktadırlar. Çünkü hac, müslümanlarm birlik ve beraberlik gösterisi olan bir toplantıdır ve orada onların birbirleri ile tanışmaları ve kaynaşmaları sağlanmakta; güç gösterisi doğmaktadır. Oruç da, emirlere uyma, yasaklardan da geri durma melekesinin gelişmesi için nefsin terbiye ve eğitilmesini tamamlayıcı rol oynamaktadır. Bu durumda hac ve oruç, dinin korunması zaruri esasının tamamlayıcı unsurları olmaktadırlar.
[162] Bu izah, asıl tezi destekleyecek türden değildir. Çünkü tez, Medenî teşri içerisinde eğer küllî bir esas varsa, o mutlaka Mekke´de teşrî kılman daha genel bir esasın ya cüzü ya da onun tamamlayıcı unsurudur, şeklinde idi. Çünkü onların ifsad edip bozdukları şeyin ıslahı ancak Medine döneminde sözkonusu olmuştur.
[163] Hadis için bkz. Buhârî, Tefsir, 2/24 ; Savm, 1, 69 ; Müslim, Siyam, 111 vd. Müellifin buradan maksadı, oruç gibi bir ibadet şeklinin Mekke döneminde iken var olduğunu ortaya koymaktır. Bunun ispatı için de Hz. Pey-gamber´in (as.) Aşura gününde oruç tutması yeterlidir. Çünkü o, kendisine peygamberlik geldikten sonra kesin olarak şer´îat üzere amel etmiş oluyordu. Bu orucun sırf kendisine ait olması da, orucun esas meşruiyetinin Mekke döneminde olduğunu engellemez.
[164] Mâide 5/3.
[165] Bu izah oruç için geçerli ise de hac için yukarıdaki notumuzdada işaret ettiğmiz gibi pek isabetli değildir.
[166] Lokman 31/17.
[167] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/40-41
[168] Bu meselenin bir benzeri, Makâsıd bölümünün dördüncü nev´inde dokuzuncu meselede geçmişti. Aralarındaki tek fark, orada şer´îatm mükellefler açısından genel olduğu idi. Burada ise, şer´j delilin genel olarak alınacağı hakkındadır. Öyle görünüyor ki, burada işlenen mesele, orada işlenen meselenin tabii bir sonucu olmaktadır. Çünkü madem ki, şer´îat geneldir ve belli bir ferde ya da fertlere mahsus değildir, Öyle ise bütün delillerin —lafzı genel olmasa ve özel bir konu hakkında olsa bile— genel olarak değerlendirilmesi gerekecektir. O yüzden de, burada kullanılan delillerîe orada kullanılan delillerin bir kısmının aynı olduğu görülmektedir. Orada aklî yönden istidlalde bulunmya biraz daha ağırlık vermiş ve sonra da mesele üzerine çok değerli bazı faydalar ortaya koymuştu. Müellif, burada meseleyi zikredip bunun o mesele üzerine bina edilmiş olduğunu söyleyebilirdi. Ancak burada, orada temas etmediği bazı hususları ele almıştır ki, meselenin ortaya koyduğu yenilik de bu oluyor.
[169] Ahzâb 33/50.
[170] A´râf 7/158.
[171] Sebe´34/28.
[172] Nahl 16/44.
[173] Yani mâlî konularda sade onun şehadeti ile yetinildiğini bildiren hadis.
[174] Ebû Bürde´nin oğlağı kurban edilemeyecek kadar küçüktü. Ancak —başka imkânı da bulunmadığı için olmalı— Hz. Peygamber onun hakkında: "(Kes, fakat) senden başkası için o yeterli olmayacaktır" buyurmuştu. (Hadis için bkz. Ahmed, 4/303).
[175] Bu lâfızla bulamadık. "Tüm insanlara gönderildim" ifadesi ile gelen hadis için bkz. Buhârî, Teyemmüm, 1; Salât, 56 ; Nesâî, Gusl, 26 ; Dârimî, Sala t, 111.
[176] Ahzâb 33/37.
[177] Ahzâb 33/21.
[178] Tenkidi hk. bkz. Keşfu´1-hafâ, 17436.
[179] Hûd 11/114.
[180] Adamın biri, karısını öpmüş ve öylece namaza gelmişti. Durumunu sordu. Bunun üzerine de iyiliklerin kötülükleri götüreceği âyeti indi. Bu durumun kendisine mi has olduğunu sorunca da Hz. Peygamber: "Hayır! Bütün ümmet içindir" buyurdu, (bkz. Buhâri, Mevâkît, 4 (134).
[181] Muvatta, Sehv, 2 (1/100). îbn Abdilber şöyle der: Bu hadisi, müsned ya da maktu Hz. Peygamber´den rivayette bulunan bir başkasını bilmiyorum. Bu hadis, Muvatta´da yer alıp da diğer hadis kitaplarında şöyle ya da böyle bulunmayan dört hadisten birini teşkil eder. Hadisin mânâsı genel prensiplere uymaktadır. Şifa´da hadisin sahih olduğu söylenmiştir, el-Hâfız (İbn Hacer), hadisin bir senedi olmadığını söylemiş ve bütün aramalara rağmen İmam Mâlik´ten ´belâğ´ ifadesiyle yapılan rivayetinden başka yerde bulunamadığını belirtmiştir.
[182] Buhâri, Ezan, 18 ; Edeb, 27 ; Dârimî, Salât, 42 ; Ahmed, 5/53.
[183] Nesâî, Menâsik, 220 ; Müslim, Hac, 310 ; Ebû Dâvud, Menâsik, 77.
[184] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/41-43
[185] Enbiyâ 21/22.
[186] Nahl 16/103.
[187] Fussilet 41/44.
[188] Yasin 36/81.
[189] Bakara 2/258.
[190] Rûm 30/40.
[191] Bakara 2/178.
[192] Bakara 2/183.
[193] Bakara 2/187.
[194] Bu tür nasslar emir ve nehiy kipi içermemekle birlikte, talep anlamında olan haber cümleleridir. O yüzden müellif, ayrıca bunları da zikretmiştir.
[195] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/43-46
[196] Hanefîler ile Şafiî ve Mutezilî mezhebinden bazıları, lafzın hem hakikat hem de mecaz anlamda birlikte kullanılamayacağını söyler.Çoğunluk Şâfiüer, el-Kâdî ve bazı Mutezile mensupları ise, bunun mutlak surette caiz olduğunu benimser. Ancak her iki anlamın bir anda kullanılması imkânsız olursa o zaman bunun bir istisna olacağını belirtirler. Meselâ emir kipinin hem emir hem de tehdid anlamında kullanılması gibi. Çünkü emir gereklilik ortaya koyar; tehdid ise terki gerektirir. Dolayısıyla aynı kipten hem emir hem de tehdit anlamlarını bir anda kastetmek mümkün olmaz, İmam el-Gazzâlî ile Ebû´l-Huseyn, bunun ancak ak-len caiz olduğunu, dil bakımından caiz olmayacağını söylemişlerdir. Ancak müfred dışında tesniye (ikil) ve cemi (çoğul) durumlarında dil bakımından da bunun caiz olabileceğim söylemişlerdir.
[197] Âl-i İmrân 3/27.
[198] En´âm 6/122
[199] Asıl örnek bu kısım olmaktadır.
[200] Nisa 4/43.
[201] Yani hakikat mânâsı yanında mecaz anlamında da böyledir demek. Zira sûfiyyeden işârî tefsirlerde bulunan zevat, bu gibi nassiardan maksadın sadece mecazî mânâya münhasır olduğunu söylememektedirler.
[202] Tâ-Hâ 20/12
[203] EbûDavud, Tıbb, 1.
[204] Makâsıd bölümü, ikinci nev´i dördüncü meseleye bakınız. Kitap´la ilgili bahislerin dokuzuncu meselesinde de tekrar ele alınacaktır.
[205] Yani ikinci fasılda dokuzuncu meselede. Orada Sehl b. Abdullah´tan bu tarzda yapılmış bazı âyetlerin tefsiri üzerinde durulacaktır.
[206] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/46-47
[207] Küllîliğin ve cüzîliğin dikkate alınması mânâsı açık değildir. Orada geçen husus, af kapsamına giren noktalarda kendisini gösterir.
[208] Burada sözü edilen az da olsa delil ile amel edilmesi haliyledir. Bu takdirde onun mukabilinde kendisi ile devamlı surette amel edilen bir delilin varlığından söz etmek uygun değildir.
[209] Bu usûicülerin tercih bahislerinde anlattıkları Medine ehlinin ameli, Râşid halifelerin ya da selefin çoğunluğunun tatbikatı gibi hârici bir durum sebebiyle yapılan tercihten başka bir tür tercih olmaktadır. Burada sözkonusu olan —bu haricî bir durumla olsa da— o mânâda bir tercih değildir. Hz. Peygamber´in ameli, ondan sonra gelen sahabe ve tabiînin tatbikatı o deüi üzere olmuş, muhalefeti gerektiren bir sebep olmadıkça ona muhalefet yoluna gitmemişlerdir. Bunun amel ile araştırılan mânâ arasında tearuz doğuran haricî bir durumdan dolayı yapılan bir tercih sayılmasına bir mani yoktur. Çünkü aslında, tearuz iki haber arasında olmaktadır; amelin muânzlığı ise tâbi olmaktadır.
[210] Yani çoğu kez kendisi ile amel edilen delil karşısında zayıf kalacağından dolayı.
[211] Çünkü bunlar, birbiri ile tearuz halinde bulunan ve birini diğerine tercihi gerektirecek bir delil bulunmayan iki delil durumunda olmaktadırlar.
[212] Daha önce de geçtiği gibi, mendûbun bütün olarak terki sakıncalıdır. Zira cüz itibarı ile mendup olan birşey, kül itibarı ile ele alındığında vacib olmaktadır.
[213] Müslim, Mesâcid, 166 ; Ebû Davud, Salât, 2.
[214] Buhârî, Mevâkît, 28 ; Müslim, Mesâcid, 261-265 ; Ebû Davud, Salât, 4. .
[215] Tirmizi, Salât, 3.
[216] Çünkü bu şekilde amelde bulunmak az olmuştur.
[217] Ebû Davud, Salât, 4. Güneş benüz dik iken pencere ya da kapıdan vuran güneş evin ortasına düşer; eğilip de batıya doğru kaydıkça duvara da düşmeye başlar.
[218] Yani amel edilegelen böyle değil demektir. Çünkü onlar cuma için erkenden geliyorlardı.
[219] Bu hadis, başka hadislerde gelen ve Hz. Peygamber´in kuşluk namazını dört rekat olarak kıldığını belirten hadislere ters düşmez. Çünkü kuşluk namazı vakti genelde Hz. Peygamber´in eşleri yanında bulunmadığı bir vakittir ve Hz. Peygamber´in bu namazı kıldığı —kendisi görmese de— Hz. Âişe için sabit olmuştur. O yüzden de kılmıştır. Eğer Hz. Peygamber bu namazı devamlı kılsaydı^ o zaman Hz. Aişe´nin onu nasıl olsa görmesi gerekirdi. O yüzden de Hz. Âişe, Hz. Peygamber´in onda müdavim olmadığına hükmetmiştir.
[220] Buhârî, Teheccüd, 5 ; Müslim, Müsâfırin, 77 ; Muvatta, Sefer, 29.
[221] Yani kuşluk namazından aldığım huzur ve ferah, ölmüş ebeveynimi görmekten alacağım sevinçten daha büyüktür; dolayısıyla onları asla bırakmam, demektir.
[222] . Yani hüküm gâlib olan ile olacaktır.
[223] Bunlarla ilgili hükmün, Hz. Peygamber zamanında amel edilen galibe uygun olmadığı sonucu anlaşılabilir. Ancak geçen üç örnekte de görüldüğü gibi, bunlarda da durum, muvafakat edilen hususlarda olduğu gibidir. Çünkü ihtilaf gözüken bu üç örneği şu noktaya döndürmek mümkündür: Bu gibi yerlerde dahi, evlâ olan, Hz. Peygamber (a.s.) zamanında câri olan şekildir. Başkası ise, —makûl bir sebepten dolayı— her ne kadar haddizatında kendisi sahih ise de, zayıf (mercûh) kalmaktadır.
[224] Teklifi hükümler cumhur ıstılahında beşe ayrıldığı halde; Hanefî usûlünde yediye ayrılır. Bu itibarla beşli taksimde müekked sünnet altına giren bazı şeylar Hanefi ıstılahında vâcib altına girmektedir. Bayram namazlarında olduğu gibi. (Ç)
[225] bkz. Buharı, Ezan, 81 ; Müslim, Müsâfırîn, 213; Ebû Davud, Salât, 199.
[226] Buhârî, Savm, 20 ; Müslim, Sıyâm, 57.
[227] bkz. Buharı, Savm, 55 ; Müslim, Sıyâm, 182. 217 Ruhsat bahsinde
[228] Ruhsat sahibinde.
[229] Gelen birisi için ayağa kalkma örneğinde olduğu gibi.
[230] El öpme ve şükür secdesi örneklerinde olduğu gibi.
[231] Kureyzaoğullaiı hakkında hüküm vermekle görevlendirilen Sa´d b. Mu-az için.
[232] Buhârî, İsti´zân, 26 (7/135).
[233] Mücerred amel olmayıp, şer´î bir delile dayanan amel (uygulama). İmam Mâlik´e göre, süregelen uygulama, delili, böyle bir uygulaması bulunmayan diğer deliller üzerine tercihi gerektirir. Müellifin ifadesi bu şekilde anlaşılmalıdır. Nitekim usûlcüler de böyle demektedirler.
[234] Müslim, Edâhî, 28 ; Ebû Davud, Edâhî, 1 ; Nesâî, Dahâyâ, 38 ; Ahmed, 6/51.
[235] Kureyzaoğulîarı, Hz. Peygamber´in vereceği hükme razı olarak kalelerinden inmeleri konusunda bu zatla istişarede bulunmak istemişler ve Hz. Peygamber´in kendilerine ne hüküm vereceğini sormuşlardı. O da elini boğazına götürerek Öldürüleceklerini işaret etmişti. Daha bunu yapar yapmaz Allah ve Rasûlüne hiyanet ettiğinin farkına varmıştı....(bkz. Ibn Hişâm, Sîre, 3/247).
[236] Tevbesi kabul edilince, Hz. Peygamber (as.), yeminini yerine getirmiş olması için ona yardımcı oldu ve iplerini kendi mübarek elleri ile çözdü.
[237] Yani meni gelmeden yapılan cinsî ilişki.
[238] bkz. Ahmed, 5/115.
[239] Aslında bu örnek bir süre yapılıp da sonra neshedilen kısma örnek olmaktadır. Hz. Peygamber (as.) önceleri: "Şüphesiz su (yıkanma) ancak sudandır (meninin gelmesindendir)" buyurmuşlardı. {Ebû Davud, 1/56) Übeyy b. Ka´b: "Şüphesiz su (yıkanma) ancak sudandır (meninin gelmesindendir)" hükmü İslâm´ın ilk yıllarında verilmiş bir ruhsattı; sonra yasaklandı" demiştir (Ebû Davud, 1/55).
[240] Yani Necm sûresinde, bkz. Tecrid, 3/359.
[241] Secde âyetleri hk. bkz. Tecrid, 3/352
[242] Âl İmrân 3/7.
[243] Bu âyette geçen ´muhkem´ in nâsih, ´müteşâbih´in de mensûh ile tefsir edilmesi durumundadır. Muhkemden açık anlamlı olan mânâsının kastedilmesi durumunda İmam´ın âyeti delil olarak kullanması yerinde olmayacaktır.
[244] Ruhun kalıptan kalıba girmesi, ruhgöçü inancı. (Ç)
[245] İnfıtâr 82/8.
[246] Metinde şeklinde geçiyor. İbim´I-Kâsim´ın, Mâlik´-ten işitmesi şöyle: Bir grup insan toplanıyorlar ve bir sûreyi İskenderiyelilerin yaptığı gibi tek ses üzere okuyorlar. İmam bunu mekruh gördü ve böyle bir davranışın ilk nesillerin uygulamasında bulunmadığını söyledi.
[247] Müslim, Zikr, 38 ; Tirmizî, Kur´ân, 10.
[248] Ebû Davud, Vitr, 14 ; İbn Mâce, Mukaddime, 17.
[249] Âyette kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime yalvarmak, dua etmek mânâlarına geldiği gibi davet etmek, çağırmak mânâlarına da gelmektedir. Bu istidlalde bulunanlar kelimeye çağırmak mânâsı vermektedirler. (Ç)
[250] En´âm 6/52.
[251] A´râf 7/55.
[252] Buhârî, Salât, 69 ; Iydeyn, 2 ; Cihâd, 81 ; Müslim, Iydeyn, 19 ; Ebû Davud, Edeb, 51 ; Ahmed, 2/308 , 3/161.
[253] el-Âmidî´nin, el-İhkâm adlı eserinde sekizinci meselede Hz. Peygamber´in fiili ile umûmun tahsisinin sözkonusu olduğunu ve çoklarının bunu kabul ettiğini belirtmiş, sonra Mutlak bahsinde de şöyle demiştir: "Umûmu tahsis eden şeyler (muhassıs) olarak zikrettiğimiz şeylerin tamamı -üzerinde ittifak edilen, ihtilaf edilen, tercihe şayan olan olmayan— bizzat mutlakm takyidi konusunda da geçerlidir"
[254] Bazı sahabîlerin visal orucu hakkında gelen yasak karşısındaki tutumları gibi.
[255] Yani mezhep ve görüş itibarıyla. Onlardan her birinin ameli, kendi görüşünün (mezhep) bir gereği olmaktadır. Bu birinci şekil.
[256] Müctehidler bu durumda ihtilaf ettikleri zaman, onlardan her birinin görüşü birinci surette mütekaddimînden bazısının hem görüşüne hem de ameline, ikinci surette de onların ameline uygunluk arzedecektir. Ancak bir üçüncü ihtimal daha var: Müctehidler, mütekaddimîn zamanında görüş bir yana esastan bir amelin de bulunmadığı bir konuda ihtilaf etmiş olabilirler. Ancak müellif sözünü genelde diye kayıtladığı için bu ihtimale değinmemiş olur.
[257] Mecaz, nesh, aklî tearuz... gibi on ihtimal.
[258] . Özetle şöyle: Hâmid b. eî-Abbâs, vezirlik divanında sarhoşluk illetinden tedavi konusunu Ali b. İsa´ya sorar. O cevap vermez. Sonra Kâdı´l-kudât Ebû Amr´a sorar. O şöyle cevap verir: Yüce Allah: "Allah Rasûlü size neyi verdiyse onu alınız; neyi de yasakladıysa ondan kaçınırınız" buyurur, Hz. Peygamber de: "Zenâatlar konusunda ehlinden yardım isteyin (işi erbabına sorun)" der. Cahiliyye döneminde bu zenâafcle meşhur olan
kişi eî-A´şâ´dir. Bir şiirinde şöyle demiştir:
"Bir kâsesini içtim lezzetle / Tedavi oldum sarhoşluğundan diğer biriyle"
İslâm döneminde de Ebû Nüvas onu takip etmiş ve o da:
"Yermeyi bırak bîr tarafa; çünkü o kışkırtır / Sen beni dert ile tedavi eyle" demiştir. Bu cevabı alan Hâmid´in yüzü güler, Ali b. İsa´yı da azarlar ve ona: Kâdı´l-kudâtın cevap verdiği gibi sen de cevap verseydin ne zararı olurdu O âyet ve hadisi kendisine destek edindi.... der.
Şüphe yok ki. böylesine rezil bir kâdı´l-kudâttan çıkan bu cevap, ancak fâsık ve fâcir kimselerden çıkabilecek bir cevaptır.
[259] bkz. [3/29].
[260] İsrâ 17/43.
[261] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/49-70
[262] Âl-i İmrân 3/7.
[263] Âl-i İmrân 3/8.
[264] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/70-71
[265] Şu halde böyle tâli unsurları bulunmayan olaylar da vardır. Bu durumda tâbi ve talî unsurları bulunmayan vakıayı esas alarak delili kullanması durumunda bu istidlal şekli sahih olacaktır. Çünkü bu durumda onun bu şekilde ulaşılan hükmü ile, aslî hüküm arasında bir farklılık olmayacaktır. Hükmün dayanağı da, dikkate alınması gereken bir unsurla birlikte bulunmamış olur. Bu durumda müellifin mutlak olarak ´sahih değildir´ demesi pek açık değildir.
[266] Nisa 4/95.
[267] Bu Örnek, istisnadan sonra âyetin özürlü kimselerin, mücâhidlerle aynı olduğunu belirttiği esası üzerine mebnîdir. Halbuki durum Öyle değildir. Çünkü âyet, getirdiği bu istisna ile özür sahiplerinin sadece bu karşılaştırma hükmüne girmeyeceğini belirtmektedir. Soruyu soran görme özürlü İbn Ümmü Mektûm da âyeti böyle anlamıştır ve o yüzden de kendisi cihada çıkar ve ve saflar arasında dururdu.
[268] İnşikâk 84/8.
[269] bkz. Müslim, Cennet, 79 ; Buhârî, İlim, 35 ; Ebû Davud, Cenâiz 1 ; Tirmizı, Tefsir, 84/2.
[270] Hz. Âişe, bu hadisi ´Kim ölümü severse...´ şeklinde anlamış ve o yüzden de sormuştur. Çünkü bilindiği üzere, insan yaratılış itibarıyla ölümden ürker ve korkar; o yüzden de onu sevmez.
[271] . bkz. Müslim, Zikr, 14-18 ; Tirmizî, Cenâiz, 67 ; Zühd, 6 ; Nesâî, Cenâiz, 10; Muvatta, Cenâiz, 51.
[272] Bakara 2/238.
[273] bkz. Buhârî, Ezan, 51, 72, 128; Salât, 18 ; Müslim, Salât, 77-81 ; Ebû Davud, Salât, 68. "Şüphesiz ki imam, kendisine uyulsun diye tayin edilmiştir... O oturduğu zaman siz de oturun" buyurmuş ve onlara oturarak namaz kıldırmıştır.
[274] Buhârî, Talâk, 25 ; Edeb, 24 ; Müslim, Zühd, 42; Ebû Davud, Edeb, 123; Tirmizî, Birr, 14
[275] Daha önce geçti. bkz. [1/177].
[276] Tirmizî, Zühd, 61 ; İbn Mâce, Fiten, 12 ; Dârimî, Rikâk, 4.
[277] Buhârî, Edeb, 76 ; Tirmizî, Birr, 73 ; Muvatta, Husnu´l-huluk, 11 ; Ahmed, 2/362.
[278] Ebû Hüreyre anlatır: Rasûlullah {as.} bir gün sadaka vermelerini emretti. Bir adam: "Ya Rasûİallah! Yanımda bir dinar (altın para) var" dedi. Hz. Peygamber (as.): "Onu kendine harca" buyurdu. Adam: "Bende bir din^r daha var" dedi. Hz. Peygamber (as.): "Onu da çocuğuna harca" buyurdu. Adam: "Bende bir dinar daha var" dedi. Hz. Peygamber (as,): "Onu da hanımına harca" buyurdu. Adam: "Bende bir dinar daha var" dedi. Hz. Peygamber (as.): "Onu da hizmetçine harca" buyurdu. Adam: "Bende bir dinar daha var" dedi. Hz. Peyg-":v,ber (as.): "Onu ne yapacağım sen daha iyi bilirsin" buyurdu, (bkz. Ne^âî, Zekât, 54 ; Ahmed, 2/471).
[279] Bakara 2/187.
[280] Nisa 4/3.
[281] Daha önce geçti. bkz. [1/297"
[282] Buhârî, Vudû, 28 ; Müslim, Taharet, 25-28.
[283] Yani Şâri´in hükmün dayanağını (menât) açıklayarak netliğe ulaşılmasını sağlaması.
[284] bkz. [3/80].
[285] Enfâl 8/24.
[286] Ebû Sa´d el-Muallâ. Bkz. İbn Kesir, 2/297.
[287] Bakara 2/187.
[288] bkz. İbn Kesir, 1/220.
[289] Tevbe 9/31.
[290] Hz. Peygamber bu rab edinmenin şeklim "Onlar kendi katlarından hüküm koyuyorlar mıydı, koymuyorlar mıydı " sorusu ile izah etmişti. Çünkü bu yetki sadece Alemlerin Rabbine ait bir hakti. (bkz. İbn Kesir, 2/348).
[291] Bu halele iki durum arasındaki fark ortaya çıkmamaktadır. Çünkü mutat vukuu farzetmek birşeyi değiştirmeyecektir.
[292] Şâtıbi, el-Muvâfakât, İz Yayıncılık: 3/71-79