saniyenur
Thu 19 July 2012, 11:06 am GMT +0200
ŞEFAAT
ŞEFAAT'İN MAHİYETİ
Günümüz insanı günlük meşguliyetleri ile öylesine yoğrulmuştur ki ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili gerçekleri ciddi bir şekilde düşünmek için hemen hemen hiç vakit bulamamaktadır. Buna rağmen sadece, arada bir, bir yakının cenazesine gitmek durumunda kaldığında ölümün kaçınılmaz olduğunu, er veya geç her insanın koşuşturma ve boş gururla dolu bu dünyadan ayrılmak zorunda kalacağını hatırlama ve anlama fırsatına sahip olabilir. O, en azından bu dünyanın sonu geldiğinde, ahiret gününde Ölünün dirileceğinin ve herkesin yaptıklarından hesaba çekileceğinin bilincindedir. Müsbet yada menfî her hâl ve hareketin karşılığının bu dünyada ceza veya mükâfatının verilememesi de Nihaî yargılamanın yapılacağı Hesap Günü'nün varlığım gerekli kılmaktadır. Bunun neticesinde insanlarda ahire-te ait gerçeklere ait sonu gelmeyen bir düşünceler zinciri oluşmaktadır. Bazı anlarda bu meşgul insan, kaçması mümkün olmayan ecelden korkmaktadır. Kaderinin ne olacağmı ve ne yapması gerektiğini çok iyi bilememekte veya bazen endişe dolu düşünceler arasında kaybolmaktadır. Bazen kendini bataklığa saplanmış hisseden kimse bu hâlde yardım istemek için feryat edebilir. Yeis içinde ona ümit ışığı veren herşeye sarılabilir. İnsandaki bu kurtuluş ümidi ancak ilâhî mağfiret ve şefaat ile mümkündür.
Sânı yüce Allah şefaatinden dolayı hesaba çekilemez. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder.
Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyrulur:
"(Ey Muhammedi) De ki: 'Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra (hepiniz) O'na döndürüleceksiniz." (39: 44). Bir başka âyette ise şöyle denmektedir: '^Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O, dilendiğini bağışlar, dilediğine azâb eder. Allah, Gafur'dur, Rahîm'dir (çok bağışlayan, çok merhamet edendir)." (48: 14).
Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurur: "Göklerdekilerin ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. İçinizde olanı açıklasamz da gizleseniz de onunla Allah sizi hesaba çeker; dilediğini bağışlar, dilediğine azâbeder. Allah her şeye kadirdir." (2: 284). "Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (3: 129). "Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu bilmedin mi? (O), dilediğine azâb eder, dilediğini bağışlar. Allah her şeye kadirdir." (5: 40).
Bu kural cinler için de geçerlidir. "Bir zamanlar, cinlerden bir grubu Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. O'na geldiklerinde (birbirlerine): 'Susun, (dinleyin)' dediler. (Okuma) bitirilince de uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler: 'Ey kavmimiz', dediler. 'Biz, Musa'dan sonra indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, Hakka ve doğru yola götüren bir Kitâb dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın davet-çisine uyun. O'na inanın ki (Allah) günahlarınızdan bir kısmım bağışlasın ve sizi, acı azâbdan korusun." (46: 29-31).
Allah her şeye kaadir ve her şeyden müstağnidir. Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız ona aittir. O birdir ve Alîmdir. O kullarının bütün ihtiyaçlarından ve yaptıklarından haberdardır. Onun kulları kendileri ile Allah arasında bir aracıya ihtiyaç duymazlar. Nitekim Kur'an her şeye kadir olan Allah ile kulları arasında her hangi bîr aracıyı kabul etmemiştir. Adaletin gereği olarak her günahkâr acı bir şekilde cezalandırılacaktır. Fakat Allah dilediği insanları ya kendi bağışlayabilir, veya ilâhî rahmetiyle muttaki insanlara bu izni verebilir. Fakat bu şefaat de kabul edilebilir veya edilmeyebilir. Bunun İçin gerçek mü'minler daima tedbirli olmalı ve gafletten uzak durarak doğru yoldan ayrılmamalıdırlar. Çünkü Kur'an'da beyan edildiği üzere şefaatçilerin bütün şefaatlerinin kabul edileceğinden kimse emin olamaz:
"Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: 'Onlar, hiç bir şeye güçleri yetmeyen, düşünmeyen şeyler olsalar da mı (onları şefaatçi edineceksiniz?)" (39: 43).
"(Onlar da) derler ki: 'Biz namaz kılanlardan olmadık. Yoksula da yedirmezdik. (Boş şeylere) dalanlarla birlikte dalardık. Hesap gününü inkâr ederdik. Sonunda bu hâlde iken ölüm bize gelip çattı.' Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez." (74: 43-48).
"O (Allah) ki gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları altı günde yarattı; sonra arşa istiva etti. Sizin, O'ndan başka bir dostunuz, şefaatçiniz yoktur. Düşünüp öğüt almıyor musunuz?" (32: 4).
Aşağıda meali verilen âyetten de anlaşılacağı üzere Allah müsaade etmedikçe şefaat yoktur:
"...O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez..." (10: 3).
Sebe' sûresinde şöyle buyrulur: "O'nun huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez..." (34: 23).
Tahâ sûresinde yine şöyle buyrulur: "O gün Rahmân'ın izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez." (20: 109).
Yine, Ahiret gününde sadece dünyada iken Allah'ın birliğinin ve kudretinin daima farkında olan insanların Allah katmda şefaat etme hakkına sahip olacakları Kur'an'da belirtilmiştir.
"Yalnız Rahmân'ın huzurunda söz almış olanlardan başkaları şefaat edemezler." (19: 87).
"O'ndan başka (tanrı diye) yalvardıklan şeyler şefaat(gücüne ve yetkisi)ne sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." (43: 86).
Bununla beraber İslam'da tevbe kavramı, kapalı bir şekilde afv ve mağfiret ile benzerlik arzeder.
"O'dur ki kullarından tevbeyi kabul eder, kötülüklerden geçer ve yaptıklarınızı bilir." (42: 25).
Kur'an'da beyan edildiği üzere kim tevbe ederek Allah'a dönerse Allah da tevbe edene affedici olarak döner. Çünkü Allah çok merhametli ve.şefkatlidir. "Bilmediler mi ki, kullarından tevbeyi kabul eden, sadakaları alan Allah'tır ve Allah, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir." (9: 104).
Nisa sûresinde yer alan âyette şöyle buyrulur. "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur." (4: 110).
En'âm sûresinde ise şöyle tekrar edilir.
"...Rabbiniz, rahmeti kendi üzerine yazdı Sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar da sonra ardından tevbe eder, uslanırsa muhakkak ki O, bağışlayan ve esirgeyendir." (6: 54).
Kur'an'da, insanlara çirkin fiil ve günahlarından dolayı istiğfar etmeleri ve sakınmaları emredilir . Böylece Allah onları affedeceğiı, ve tevbe,,edip yollarını düzeltenlere müsamahakâr davranacağını bildirir.
Hz. Aişe'den gelen bir rivayete göre, kendisine atılan bir iftirayı yayanlar arasında bulunan Mıstah b. Üsase'ye, babası Ebu Bekir bir daha yardım etmemeye dair yemin etmişti. Nur sûresinin şu âyeti tevbe etmeye ve sakınmaya yönelik bir çağrıydı. Kur'an'ın kötülüğe karşı iyilikle mukabele etme prensibi bu âyetle büyük bir uygunluk arzeder.
"...Allah'ın sizi bağışlamasını istemez misiniz...." (24: 22). Hz. Ebu Bekir, bu âyet inzal olduğunda derhal: "Vallahi, biz Allah'ın bizi bağışlamasını arzu ederiz" dedi ve ardından, Misbah'a öncekinden daha cömertçe yardımlara başladı.
Gerçekten evrensel kanunlarla tam bir uygunluk arz eden bu hakikatin mahiyeti şudur:
"...Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir..." (11: 114).
Affedilmeyecek olan tek günah şirktir. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmak veya her hangi bir şeyi onunla denk tutmak mânasına gelen şirk hâli Kur'an'da şöyle beyan edilir:
"Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz, bundan başka her şeyi dilediğine bağışlar..." (4: 116).
Bu husus Kur'an'ın bir başka yerinde değişik olarak şöyle ifade edilir:
"(Ey Muhammed!) De ki: 'Bütün şefaat
Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur.
Sonra (hepiniz) O'na döndürüleceksiniz."
Zümer Sûresi (39): 44.
".'..Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak ki Allah ona cenneti haram etmiştir ve onun varacağı yer ateştir, zâlimlerin yardımcıları yoktur." (5: 72). "...Kim Allah'a .ortak koşarsa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu, uzak bir yere sürüklüyor gibidir." (22: 31).
Çünkü putperesliğe duçar olan kimse gerçekte imanın yüce mertebesinden küfrün en aşağı mertebesine yuvarlanır,'şehvet düşkünlüğü aklını başından alır ve şeytan ona işlediği fenalıkları süslü gösterir.
Allah onlardan hoşnut olmayacak ve onları bağışlamayacaktır:
"Sadakalar hususunda gönülden veren mü'minleri çekiştiren ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanlarla alay edenler yok mu, Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için acı bir azâb vardır. Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları affetmez. Böyledir, çünkü onlar Allah'ı ve Elçisini tanımadılar. Allah, yoldan çıkan kavmi doğru yola iletmez." (9: 79-80).
Aşağıdaki ayette de belirtildiği gibi Allah putperest kâfirleri bağışlamayacaktır.
"Küfre sapanlar ve diğer insanları Allah yolundan alıkoyanlar, sonra da kâfir olarak ölenler var ya, Allah işte onları asla affetmeyecektir." (47: 34).
Ve yine Kur'an'da şöyle beyan edilir:
"İnkâr edip Allah yolundan men edenler, hakikaten uzak bir sapıklık içine düşmüşlerdir. O inkâr edip zulmedenler var ya, Allah onları ne bağışlayacak, ne de bir yola iletecektir. Sadece cehennemin yoluna iletecek ve orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu Allah için çok kolaydır." (4: 167-169).
Aşağıdaki âyetlerde görüleceği üzere Kur'an yeri geldikçe bu noktayı şöyle vurgulamıştır.
"...Onlar inandılar, sonra inkâr ettiler, bu yüzden kalblerinin üzeri mühürlendi, artık onlar anlamazlar. Onları gördüğün zaman cisimleri hoşuna gider (çünkü gösterişli kimselerdir), söz söyleseler, sözlerini dinlersin (sözlerini allayıp pullayarak konuşurlar, dinletirler ama) onlar sanki elbise giydirilmiş (veya duvara dayatılmış) kütüklerdir. Her bağırtıyı kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakının. Allah onları kahretsin, nasıl da (Hak'tan) döndürülüyorlar? Onlara: 'Gelin Allah'ın Rasûlü sizin için mağfiret dilesin' dendiği zaman başlarını çevirirler ve onların, büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün. (Ey Muhammedi) Onlara (Allah'tan) mağfiret dilesen de, dilemesen de onlar için birdir. Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkan bir topluluğu yola iletmez." (63: 3-6).
Şimdi Allah katında şefaati geçersiz olan birinin ne gibi yararı olacağmı veya Allah ile kul arasındaki şefaatçi olma durumunu ele alalım. Bu meseleye dikkatlice bakarsak bunun Allah'ı ve sıfatlarını inkâr İle denk bir inanç olduğunu görürüz. Bazı insanlar geçerli olmayan şefaat hakkında bir takım yanlış kanaatlere sahiptirler. Allah'ın günahkârların durumu hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığını, ahiret gününde bazı aracılann açıklamalanna ihtiyaç duyduğunu zannederler. Bu inanç Allah'ın ezelî bilgi sıfatıyla uyuşmaz. Allah âlimdir, her şeyi bilir.
"...Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey, O'ndan gizli kalmaz. Ne bundan küçük, ne de bundan büyük hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın. (Her şeyi apaçık bir Kitâb'ta tesbit etmiştir) ki, iman edip salih amel işleyenleri mükâfatlandırsın. Onlar için mağfiret ve güzel bir rızık vardır." (34: 3-4).
Allah her şeyden haberdardır. Günahkârların durumunu bilir ve kendi izniyle birisinin onlara şefaat edeceğini de bilir. Bu şefaati de kabul eder veya etmez. Bu mevzuda Kur'an'da şöyle buyrulur:
"...De ki: 'Allah'ın göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz?
O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir." (10: 18).
Ve Kur'an'da tekrar şöyle buyrulur: "Allah onların önlerinde ve arkalarında ne varsa bilir. Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler ve onlar O'nun korkusundan titrerler." (21: 28).
Allah'ın peygamberlerine ahiret gününde kendi katında şefaat etme hakkını ihsan ettiğini biliyoruz. Bu şefaat Özellikle pişmanlık ve fıtrî faziletleri sebebiyle Allah'ın rızâsını (bağışlamasını) kazananlar içindir. Şefaat hakkı peygamberlere verilecek, fakat bu durum Allah'ın izni ile olacaktır. Şefaatin geçersiz olabilme ihtimalini inkâr etme, valnızca Allah'ın her şeyi bildiğini inkâr etme olmayıp, aynı zamanda O'nun takdirinin değişmezliğini inkâr
etme gibidir. Bu durum Sebe1 sûresinin bir âyetinde şöyle ifade edilmiştir. "O'nun huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez..." (34: 23).
Sonuç olarak, Fahreddin Razi'nin de tefsirinde işaret ettiği gibi, büyük günah sahipleri bile Allah'tan mağfiret umabilirler. Ahiret gününde peygamberlere ihsan edilecek olan şefaat hakkının sebebi onların hayattayken Allah'tan gafil kalmamaları ve onun birliğine kesin bir şekilde inanmalarıdır. Kur'an'da zikredildiği üzere ahiret gününde peygamberler mutlaka şefaatçi olacaklardır:
"Ve yine Allah demişti ki: 'Ey Meryem oğlu İsa, sen mi insanlara; "beni ve annemi, Allah'tan başka iki tanrı edinin" dedin?' 'Hâşâ', dedi, 'sen yücesin, benim için gerçek olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer demiş olsam, sen bunu bilirsin, sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gayblan bilen yalnız sensin, sen! Ben onlara: "Benim ve sizin Rab-biniz olan Allah'a kulluk edin", diye senin bana emretmiş olduğundan başka bir şey söylemedim. Ben onların içinde olduğum sürece onları kolladim. Fakat sen beni vefat ettirince onları gözetleyen (yalnız) sen oldun. Sen her şeyi görensin! Eğer onlara azâbedersen, onlar senin kullarındır (dilediğini yaparsın); eğer onları bağışlarsan, şüphesiz sen daima Üstünsün, hikmet sahibisin!" (5: 116-118).
A'râf süresindeki bir âyette de şöyle buyrulur:
"İlle onun te'vilini mi gözetiyorlar? O'nun te'vili geldiği (haber verdiği şeyler ortaya Çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: 'Doğrusu Rabb'imizin elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler, yahut tekrar geri döndürül(üp dünyaya gönderilmemiz mümkün mü ki (orada eski) yaptıklarımızdan başkasını yapalım?' Onlar, kendilerini ziyana soktular ve uydurdukları şeyler kendilerinden saptı, kaybolup gitti." (7: 53).
Son peygamber ve rasûl Hz. Muhammed'e gelince, Allah ona ümmeti için şefaat etme hususunda Özel bir imtiyaz verecektir. Kur'an'da zikredildiği gibi
" (Ey Muhammed) Elbette senin sonun, ilkinden iyidir. Rabb'in sana verecek, ve sen razı olacaksın." (93: 5).
Açık işaretler taşıyan aşağıdaki ayette de görüldüğü üzere:
"...Umulur ki Rabb'in seni, övülmüş bir makama ulaştırır." (17: 79). Hz. Peygamber'in kıyamet gününde şefaat etme makamına yükseltilmesi de Makâm-ı Mahmûd "övülmüş makam"m bir bölümüdür. Ebu Hu-reyre'den nakledilen bir hadise göre de bu "övülmüş makam"dan mürad edilen şeyin, O'nun, insanların büyük bir kısmına ve özelde kendi ümmetine şefaatçi olacağıdır. Bu görüş aşağıdaki ayetle tam bir uyum sağlamaktadır.
"(Tarafımdan onlara) de ki: 'Ey nefislerine karşı aşın giden kullarım, Allah'ın.rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (17: 53).
Allah içtenlikle tevbe eden ve kendisini birleyen herkesin günahlarını affedecek, müşrikleri ise asla bağışlamayacaktır. Kur'an'da bu hususta şöyle buyurulur:
"O nankörler benden ayrı olarak kullarımı kendilerine veliler yapacaklarını mı sandılar? Biz kâfirlere cehennemi konak olarak hazırladık." (18: 102).
Bu âyette yalnızca yaratılan şeylere ve tabiat güçlerine tapınma îma edilmeyip aynı zamanda halk arasmda yaygın olan bir başka hurafeye gönderme yapılmaktadır. Şöyle ki, ölü veya diri olsun veli kulların Allah'ın izin vermediği kişiye şefaat edeceği kabul edilir. Yukarıdaki âyette ise Bir olan Allah'ın vereceği hükme, yaratıklarından hiçbir şeyin her hangi bir etkide bulunamayacağı kastedilmektedir.
Diğer peygamberlerden ayrı olarak Hz. Muhammed'e tanınan şefaat yetkisinin özel bir konuma sahip oluşu hakkındaki genel kabul gören hadis aşağıda geçen iki âyet tarafından desteklenmektedir.
"...Rabb'inin seni, oturanların Allah'a ham-dettiği âlî bir makama (Makâm-t Mahmâda) gönder(ip orada oturt)ması muhakkaktır." (17: 79) ve "...Rabb'in sana verecek, ve sen razı olacaksın." (93: 5).
Abdullah b. Ömer'in rivayetine göre, "kıyamet günü insanlar küme küme olup, her ümmet peygamberinin peşinde ileri geri dönüşürler ve büyük peygamberlere: 'Ey falan, şefaat et; ey falan, şefaat et; ey falan şefaat et.'derler. En sonunda şefaat dileği Nebiye erişip nihayet bulur. Bu şefaat olayı Allahu Teâlâ'nm peygamberi Muhammed'i Makâm-ı Mahmûd'a gönderdiği gün vuku bulur." Buharî buna, Abdullah b. Salih'in şu ziyade rivayetini de ilave etmektedir: Hz. Muhammed, mahşerde bunalan halk arasında hemen hüküm ve kazaya başlamasına şefaat ve delâlet etmek için tlâhî dîvâna gider. İşte o gün Allahu Teâlâ Peygamber'e Makâm-ı Mahmûd'ü ihsan eder. Bu şefaat ve delâletten dolayı mahşer halkının hepsi Son Peygamber'e hamdederek minnettarlıklarını arzederler (Buharî).
Câbir b. Abdullah'ın bu husustaki rivayetinde Rasûlullah şöyle buyurmaktadır: "Her kim ezan okunurken tamamını işitip dinlediği zaman; Allahümme Rabbe hâzihi'd-dâ'veti't-tâmme, ve's-salâti'l-kâime. Ât-i Muhammeden, el-vesîlete ve'l-fadile, veb'ashü mekâmen Mahmuden. Ellezî veadtehû. (Allah'ım! Ezanın ve kılınacak namazın Rabb'İ! Muhammed'e cennette âlî menzile ve fazilet mertebesi ver ve O'nu vaadettiğin Makâm-ı Mahmûd'a gönder -de şefaatçi kıl!) diye dua ederse o kişiye kıyamet gününde şefaat etmek bana düşer." (Buharî).
İbni Esîr, Nihaye isimli eserinde Makâm-ı Mahmûd'ü şöyle tarif eder: O bir yüce makamdır ki, orada her ümmet ve bütün insanlık peygamberler servetinin şefaat ve delaletiyle acele hesaplan görülüp çok uzun ve üzücü bir vukuf ve intizardan kurtulup ebedî rahata kavuştuklarından, bu günün yegane şefaatçisi olan Peygamber @'e hamdederek minnettarlıklarını arzederler. Bazıları da Makâm-ı Mahmûd'u kısaca 'şefaat makamıdır' diye tefsir etmişlerdir.
Enes b. Mâlik'in bir rivayetinde Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Her peygamberin Allahu Teâlâ'dan bir dileği vardı, onu diledi ve Allah indinde icabet ve kabul olundu. Fakat ben duamı Kıyamet gününde ümmetime şefaate tahsis ve tehir ettim." (Buharî).
Yine Buharî ve Müslim'in şefaat bahsinde Ebu Hureyre'den uzunca bir rivayet yer almaktadır: Bir keresinde Rasûlullah'in etrafında otururken bize şunları anlattı: "Ben kıyamet gününde bütün insanların ulusuyum. Bu neden, bilir misiniz?" diyerek şöyle izah eyledi: Dünyada önce ve sonra gelmiş, geçmiş ne kadar insan varsa bunların hepsini Allahu Teâlâ kıyamet gününde düz ve geniş bir sahada toplayacaktır. Öyle düz ve geniş meydan ki, orada bir çağına seslenince sesini herkese duyurabilecek ve bakan kişinin gözü mahşer halkını bir bakışta görebilecek. Bir de güneş bütün hararetiyle yaklaşacak. Artık insanların gamı, meşakkati dayanılmaz ve tahammül olunmaz bir dereceye varacak. Bu sırada insanlar birbirlerine: 'Size erişen şu faciayı görüyor musunuz? Rabb'inize delâlet edecek bir şefaatçi bulmak çaresine niye bakmıyorsunuz?' diyecekler. Bunun üzerine mahşer halkının bazısı bazısına: 'Haydi Âdem'e gidiniz', deyip mahşer halkı Âdem aleyhisselâma gelerek: 'Ey İnsan nevinin babası! Allah seni kudret eliyle yarattı ve sana kendi ruhundan hayat verdi. Sonra meleklere emredip onlar da sana secde ettiler. Rabb'ine hakkımızda şefaat dile. Ey atamız, içinde bulunduğumuz şu müşkül vaziyeti görmüyor musun? Başımıza gelen şu musibeti bilmiyor musun?' diyerek Âdem'e; sonra: 'Ey Nuh, sen yeryüzünde Allah'tan başka şeye tapan insanlara risalet vazifesiyle gönderilen peygamberlerin hiç şüphesiz ilkisin. Allah sana "çok şükreden kul" (17: 3) adını verdi. Lütfen hakkımızda Rabb'ine şefaat eyle.' diyerek Nuh'a; sonra: 'Ey İbrahim, sen yeryüzündeki insanlardan Allah'ın peygamberi ve Allah'ın dostu bir zâtsın. Rabb'in Teâlâ'ya hakkımızda şefaat etsen. Şu acıklı hâlimizi görüyorsun.' diyerek İbrahim'e; sonra: 'Ey Musa, sen Allah'ın peygamberisin. Allah, risaleti ile ve kelâmı ile seni insanlar üzerine faziletli kıldı. Rabb'in Teâlâ'ya hakkımızda şefaat et.' diyerek Musa'ya; sonra: 4Ey İsa! Sen Allah'ın Rasûlüsün ve Allah tarafından Meryem'e konulan bir mucize ve kerim kılınan bir ruhsun (4: 171) ki, sen beşikte bir sabî iken insanlarla konuştun (19: 30-33). Rabb'ine hakkımızda şefaat et.' diyerek İsa'ya gelecekler. (Bu peygamberlerin herbiri buna ehil olmadıklarını söyleyerek bir sonrakine gönderecekler). En sonunda bana başvurarak şöyle diyecekler: 'Ey Muhammed, sen Allah'ın elçisi ve peygamberlerinin sonuncususun (33: 40). Allah senin geçmişte ve gelecekte vukuu farzolunan bütün günahlarını mağfiret etmiştir (48: 2). Rabb'in Teâlâ'ya hakkımızda şefaat et, görüyorsun ki ne elem ve ızdırab içindeyiz,' diyecekler. Bunun üzerine ben de Rabb'imin huzurunda secdeye kapanacağım. Sonra secdemde Allah bana kendisine olunacak en güzel hamd ü senadan Öyle bir mefhum feth ve ilham edecektir ki, şimdiye kadar onu benden önce hiç bir peygambere feth ve ilham etmemiştir. Ben mülhem olduğum surette Allah'a hamd ü senadan sonra Allah tarafından: 'Ey Muhammed, başını kaldır, iste. Dileğin verilecektir, şefaat eyle. Şefaatin kabul edilecektir,' buyurulur. Ben secdeden başımı kaldırıp: 'Yâ Rab, ümmetim! Yâ Rab, ümmetim! Yâ Rab, ümmetim!' diye ümmetim hakkında şefaat edeceğim. Bunun üzerine: 'Ey Muhammed, ümmetinden hesap ve suale lüzumu olmayanları cennet kapılarından sağ kapıdan cennete koy. Onlar cennetin bundan başka öbür kapılarından da nâs ile ortaktırlar,' buyurulacaktır." Sonra Rasûlullah: "Hayatım kudret elinde olan Allahu Teâlâ'ya yemin ederim ki; cennetin kapı kanatlarından iki kanadın arası Mekke ile Himyer, yahut Mekke ile Busrâ arası kadar geniştir." buyurmuştur (Buhari ve Müslim). Bu hadîs, küçük değişikliklerle Buhari'nin değişik bölümlerinde geçer.
Enes b. Mâlik, Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kıyamet günü hulul ettiğinde (umûmî surette) ben şefaat ederim. 'Yâ Rabbî! Gönlünde hardal tanesi kadar imanı olanları cennete koy,' diye niyaz ederim, bunlar cennete girerler. Sonra ben: 'Yâ Rabbî! Hardal tanesinden az imanı olanları da koy,' diye şefaat ederim." Enes der ki: "Az bir imanı dediği sırada ben Rasûlullah'ın parmaklarına bakar idim. O parmaklarını birbirine zam ederek işaret ediyordu." (Buhari).
Enes b. Mâlik'den gelen bir başka rivayette Rasûlullah, Allah'a; "Yâ Rab! Bana müsaade buyur da Lâ ilahe illallah, diyen bütün tevhid ehli hakkında şefaat edeyim," diye yalvaracak, bunun üzerine Cenab-ı Hak: "İzzetim ve celâlim, kibriyâ ve azametim hakkı için Lâ ilahe illallah diyen tevhid ehlinin hepsini muhakkak surette cehennemden çıkaracağım," buyuracaktır. (Buharî).
Kur'an'a göre cennete dahil edilen kimseler orada ebedî olarak kalacaklardır. Gerçekte şefaat Allah'a ortak koşmayan 'büyük günah sahipleri' içindir. Çünkü Hz. Muhammed şöyle buyurmuştur: "Benim şefaatim ümmetimin büyük günah (kebair) işleyenleri içindir." (Buhari, Ebu Davut, Tirmizî).
Hz. Muhammed'in ahiret günündeki şefaati icma ile sabittir. Allahu Teâlâ'nın Hz. Muhamitıed'e bir tercih olarak şefaat imtiyazı verdiği ve ümmetinin yarısının cennete gireceğini vaadettiği rivayet edilir. Son hastalığından kısa bir süre önce, Ebu Müveyhibe adında azâd olunmuş bir köle Hz. Peygamber ile birlikte Baki el-Garkad diye bilinen kabristana dua etmek için gittiler. Dönüşte Peygamber Ebu Müveyhibe'ye şöyle dedi: "Bana dünyanın hazineleri ve uzun bir ömür ile cennet ve cennette Rabb'imle buluşmak arasında dileğim soruldu. Ben ikincisini seçtim."
Hz. Aişe, Rasûlullah hakkında şöyle dedi: "Allah, Peygamberini hiç bir zaman tercihsiz bırakmaz." Hz. Aişe devamla şöyle dedi: "Vefatından önce Peygamber'in şöyle dediğini işittim: 'Hayır, cennette yüksek mertebeye vâsıl olmuş dostu tercih ederim." Hz. Aişe şunları da ilave etti: "Allah nezdinde O, bizi seçmiyordu. Çünkü bize şöyle demişti: 'Bir peygamber kendisine arzusu sorulmadan ölmez." (İbni Hişam).
Her peygambere taraf-ı ilâhîden bir meziyet ve fazilet bahşedilmiştir ki, Bakara sûresinin bu husustaki ayeti şu mealdedir: "İşte biz, o elçilerden kimini kiminden üstün kıldık. Allah onlardan kimiyle konuştu, kimini de derecelerle yükseltti..." (2: 253). Şefaat konusunda Hz. Muhammed'in diğer peygamberlere göre mümtaz bir mertebesi olduğu kabul edilmektedir. Câbir b. Abdullah'ın rivayetine göre Peygamber şöyle buyurmuştur: "Benden evvel hiçbir kimseye verilmedik beş şey hep birden bana verilmiştir... Bunlardan birisi şefaattir." (Buharî).
Şefaat izni muhakkak ki, Allahu Teâlâ'dandır: "...O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez..." (10: 3). "O'nun huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez..." (34: 23). "De ki: 'Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra (hepiniz) O'na döndürüleceksiniz." (39: 44).
Şefaat ile yakından alâkalı bir diğer konu da mağfirettir. Yüz kişilik bir müslüman cemaatin, ölen bir müslüman için cenaze namazı kılmaları ve onun günahlarının affı için dua ettiklerinde bu duaların Rabb katında kabul edileceğine dair genel bir hüsnü zan vardır (Müslim). Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde, cemaatin adediyle ilgili bir rakam verilmemekle beraber, ölen kişi için, üç saflık bir cemaatin duada bulunması nakledilmiştir.
Gerçekte, her namazda müslüman kişi kendisinin, ana babasının ve bütün mü'minlerin Hesap gününde bağışlanmasını diler. Bu dua Kur'an-ı, Kerîm'de yer almaktadır: "Rabb'-imiz, hesabın görüleceği gün, beni, anaraı-ba-bamı ve mü'minleri bağışla!" (14: 41).
Aşağı yukarı benzer bir dua Nuh sûresinde yer almaktadır: "Rabb'im, beni, anamı-babamı, mü'rain olarak evime gireni, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla.
Zâlimlerin de helakini artır." (71: 28).
Ebu Hureyre'den, ashabının Peygamber'e şöyle sorduğu rivayet edilir: "Ey Allah'ın rasûlü, senin şefaatine ahİret gününde en yakın kişiler kimlerdir." Peygamber şöyle cevap verdi: "Şefaatime en lâyık kişiler tam bir samimiyetle Allah'tan başka tapınılacak kimse olmadığına şehadet edenlerdir." (Buharî).
Hadîsler, cehennem ehlinin korkulu durumdan nasıl kurtarılacağını açık bir şekilde anlatır. Onlardan bazılarının diğerlerine nazaran biraz daha alevler içinde kalacağı, bazılarının ise kısmen küle dönecekleri bildirilir. Daha sonra onlar hayat çeşmesinden yıkanacaklar ve daha sıhhatli bir hâle döndürüleceklerdir. (Müslim).
Diğer bir hadiste her peygamberin bir niyazı olduğu belirtilerek Hz. Peygamber'in bu niyazını, Allah katında, ümmetinin büyük günahkârlarının affı için Ahiret gününe sakladığı rivayet edilir. (Müslim ve Müsned-i Ah-med).
Allah'm izniyle diğer rasûller, peygamberler, bazı melekler, şehidler ve veli kulların ahiret günü şefaat hakkına sahip olacakları hadîste geçmektedir. (Buhari ve Müsned-i Ahmed). Ümmetin bir üyesinin başkaları adına niyazıyla yetnıişbin günahkârın cennete gireceği rivayet edilir. (Buhari, Darimi, Tirmizî). Hatta orucun ve Kur'an okumanın ahiret gününde amel sahibi için şefaatçi olduğu belirtilmektedir (Müsned-i Ahmed). Bu durum Kur'an'ın şu âyetiyle de sabittir:
"Gündüzün iki tarafında (sabah, akşam) ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namaz kıl; çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir Öğüttür." (11:114),
Hz. Muhammed'in Üstünlüğü onu ümmeti için ilk şefaat edici kılmaktadır. Bu durum hadislerde geçmektedir (Müslim, Ebu Davud).
Peygamberlerin büyük günah işleyenlere şefaat edeceği İslâmî bir realite olarak kitaptan, sünnetten ve icmadan kesin delillerle sabittir. Bu durum akaid kitaplarında geniş bahislerle açıklanmıştır (Bkz.: Nesefî, eh Akaid, Tefta-zânî, Şerhu'l-Akaid; er-Râzî, el-Muhassal; eş-Şehristânî, Nihâyetıı'l-İkdâm; İbni Hazm, el-Fasl; ve el-Eş'arî, el-Makâlâî). Hz. Peygamber'in şöyle dediği rivayet edilir: "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir." (Ebu Davud, Tirmizî).
îmam Gazali, Allah'ın fazlu keremiyle ahiret gününde peygamberlere, sâdıklara, ulemaya, sâlihlere ve muttakîlere kendi ailelerine, yakınlarına, dostlarına ve âşinâ oldukları kimselere şefaat izni verileceğini söyler. {İhya c. IV, sh. 447-450). Gazali, bir hadisi naklettikten sonra şöyle bir sonuca varır: Mü'minlerin genel olarak Hz. Peygamber'in şefaatıyla büyük ve küçük günahlan affedilecek. Çünkü Allah, Gafur (çok bağışlayıcı)dur, Gafûru'r-Rahîm (bağışlayıcı ve merhametledir ve Afuvv (affedici)dir. Ve Allah müşkülpesent değildir. Onun sonsuz rahmeti diğer Özelliklerini geçmiştir. Bu sebeple müslümanlar Hz. Muhammed'in şefaati sayesinde daima kurtulma ümidinde olmalıdır. Çünkü Allah Peygamberine şöyle hitab eder: "Rabb'in sana verecek, ve sen razı olacaksın." (93: 5).
Bu sebeple Müslümanlar ümitsiz olmamalı ve Hz. Peygamber'in Ahiret gününde kendileri için yapacağı şefaat konusunda iyimser olmaları gerekir, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyu-rulur: "(Ey Muhammed! Tarafımdan onlara) De ki: 'Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım, Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahlan bağışlar. Çünkü O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (39: 53).
"Sana gerçeği müjdeledik, ümit kesenlerden olma!' dediler. 'Sapıklardan başka kim Rabb'inin rahmetinden ümit keser?' dedi." (15:55-56).
Şurası açık bir gerçektir ki afv (affetme), mağfiret (bağışlama) ve şefaat üç farklı şeydir. Genel olarak afv bu dünyadaki olaylar ile ilgilidir. Bir kişi bir başkasının yaptığı kötü bir davranışı affedebilir. Allah da insanların günahlarını affedebilir. Allah, Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurur: "Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (bir şey) vermemeğe yemin etmesinler, affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah bağışlayan, esirgeyendir." (24: 22). Fakat mağfiret (bağışlama) öte dünyada suçların affedilmesiyle ilgilidir. Ancak Allah kullarının günahlarını bağışlar (yağfirû). Çünkü O Gafûr'dur, Rahîm'dir. Bağışlayan ve merhamet edendir. Kur'an'daki ifadesiyle: "Bil ki Allah'tan başka ibadet edilecek kimse yoktur. Kendi günahın, mü'min erkeklerin ve mü'min kadınların günahı için (Allah'tan) mağfiret dile..." (47:19).
Hz. Peygamber, müslümanlara namazlarda secdede okunmak üzere bir dua öğretti: "Ey Rabb'imiz! Dünyada bize iyi (hayırlı) olanı ver. Ahirette de iyi olanı ver. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi, rahmetinle bizi ateşin azasından koru! Ey Rabbimiz! Rahmet edenlerin en merhametlisi! Beni, anamı, babamı, mü'min erkek ve kadınları bağışla." İbrahim sûresinde' de bu mahiyette bir âyet yer almaktadır: "Rabbimiz, hesabın görüleceği gün beni, anamı, babamı ve mü'minleri bağışla!" (14:41).
Bu sebeple şunu müşahade ediyoruz ki afv ve mağfiret şefaat olmaksızın müsaade edilebilir iki unsurdur. İbadetlerimizde, gece ve gündüz her vesileyle ölülerimiz için mağfiret dileriz. İslâm'da bu konuda herhangi bir sınırlama yoktur.
Fakat Ahiret gününde, Allah bazı peygamberlerine, elçilerine, meleklerine ve bazı muttaki kullarına, katında, günahkâr müslümanlar için şefaat etmelerine müsaade edecektir. Bu peygamberler, melekler ve muttaki kişiler ancak Allah'ın bağışlamasına izin verdiği kişilere şefaat edebileceklerdir. Ve Allah'ın müsaade etmediği kişiler için niyazda bulunamayacaklardır.
Bu durum ilâhî kanun ile tam bir uyum içindedir. Gerçek şudur ki, Allah herşeyi bilir, her şeye gücü yeter ve şefaat amelinin yaratıcısıdır. Çünkü "Allah her şeyin yaratıcısıdır ve O, her şeyin vekilidir." (39: 62).
"Oysa sizi de, yaptığınızı (bu şeyler)i de Allah yaratmıştır." (37: 96).
Ebû'1-A'lâ Mevdûdî'nin konu Üzerindeki düşüncelerini aktarırken, bu konuda ifrata veya tefrite kaçan görüşlerden sakınmanın lüzumunu görüyoruz. Mevdûdî'ye göre şefaat kapısı insanların çoğuna açıktır. Fakat ahiret gününde aşağıda sıralanan özellikteki insanlar bağışlanmayı ümit edemeyeceklerdir, ve hiç kimse onlara şefaat edebilecek veya yardım edebilecek bir durumda olamayacaktır.
Bunların ilki müşrikler ve kâfirlerdir. Mevdûdî'nin teshillerine göre Kur'an'da nerede şefaatten bahsedilse, öncelikle çok tanrıcılıktan bahsedilmiştir. Kur'an, müşriklerin temel düşüncelerini değişmez bir kararlılıkla daima reddeder. Onlar, melekler gibi asîl yaratıkların, peygamberlerin, bazı veli kulların, hatta putların ve uydurma tanrıların kendi imdatlarına koşacaklarına, şefaat ederek Allah katında kendilerinin bağışlanmaları için uğraşacaklarına inanırlar. Böyle insanları Allah, yanlış inanışlarından dolayı peygamberleri vasıtasıyla uyarmıştır. Çünkü putlara, meleklere veya başka herhangi bir şeye tapmak ve ibadet etmek ıslahı mümkün olmayan büyük bir günahtır. Belki, onlar boş bir umudla Ahi-ret gününde putlarının ya da uydurdukları tanrılarının fırsattan istifade ederek kendileri için şefaatte bulunabileceklerini zannediyorlar. Kur'an'da şöyle buyurulmaktadır.
"Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere tapıyorlar ve: 'Bunlar Allah katında bizim şefaatçİlerimizdir!' diyorlar. De ki: 'Allah'ın, göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz?' O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir." (10:18).
"İyi bil ki, hâlis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinerek: 'Biz bunlara sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz.' diyenler..." (39: 3).
"Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: 'Onlar, hiç bir şeye güçleri yetmeyen, düşünmeyen şeyler olsalar da mı (onları şefaatçi edineceksiniz?)" (39: 43).
"Göklerde nice melekler var ki onların şefaati hiç bir işe yaramaz. Meğer Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseye İzin verdikten sonra olsun." (53: 26).
Putperestler gerçekten uzak bir zanla putlan-nm, meleklerin veya peygamberlerin ahiret gününde Allah katında kendileri için şefaat edeceklerini hayal ediyorlar. Fakat onlar kendilerini tamamen yardımsız bulacaklar ve hiç bir şey onlara fayda veremeyecektir. Bu husus Kur'an-ı Kerîm'de şöyle belirtilir:
"Andolsun, sizi ilk kez yarattığımız gibi, yine tek olarak bize geldiniz ve (dünyada) size verip hayaline daldırdığımız şeyleri arkanızda bıraktınız. Hani, (bizim) ortaklar(ımız) sandığınız aracılarınızı da yanınızda görmüyoruz! (Bakın işte) aranızdaki bağlar kesilmiş ve (tanrı) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir!"^: 94).
Kur'an'ın bazı âyetlerinde Hz. Peygamber'e bu tür insanları uyarması öğütlenir: "Rab'lerin(in huzuru)na toplanacaklarıma inanıp bu durum)dan korkanları onunla uyar ki; kendilerinin, O'ndan başka ne dostları, ne de aracıları (şefaatçileri) yoktur. (Böyle uyar), belki korunurlar." (6: 51).
İkinci olarak- bahsedilecek insanlar gelecekte ceza ya da mükâfat görüleceği inancını inkâr eden kâfirlerdir. Onlar cahillikleri ve sapıklıkları sebebiyle, Allah'ın ilâhî takdirini ve O'nun ulûhiyetini inkâr ederler. Kur'an'da şöyle buyruluyor: "...Allah'ın nimetini mi inkâr ediyorlar? Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve eşlerinizden de size oğullar ve torunlar yarattı ve sizi güzel (ve helâl) nzıklarla besledi. Böyle iken onlar, bâtıla mı inanıyorlar ve Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?" (16: 71-72).
"Hem Allah'ın nîmetini bilirler (bu nimetleri Allah'ın yarattığını kabul ederler), hem de (bunları kendilerine verenden başkasına taparak) bu nimetleri inkâr ederler, çokları da kâfirdirler." (16: 83).
Onlar, hoşlandıkları bütün nimetlerin yaratıcısının Allah olduğunu itiraf etmekle birlikte, ibadetlerini ve şükürlerini kendi putlarına ve uydurma tanrılarına yaparlar ki onların şefaatleriyle duaları kabul edilsin. Bunlar gerçekten kâfirdirler. Mekke müşrikleri aslında hayatın bütün nimetlerim ve güzelliklerini kendilerine Allah'ın ihsan ettiğini biliyorlardı. Ancak bâtıl bir inancın gereği olarak putların ve diğer ilâhların cansız birer obje olmalarına rağmen Allah katmda şefaat edebileceklerine inanarak Allah'ın himayesini inkâr ediyorlardı. Onlar böylece çeşitli putlara, ilahlara, papazlara ve kişilere minnettarlıklarını ifade ettiler. Bunları minnettar olmaları gereken nesneler olarak gördüler.
Üçüncü sefil grup, münafıklar grubudur. Müslümanlara bu zümre için mağfiret dilemek yasaklanmıştır. Allah Peygamber @'den bahsederken şöyle der: "(Sen) onlar için ister af dile, ister dileme. Onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları affetmez. Böyledir, çünkü onlar Allah'ı ve Rasûlünü tanımadılar; Allah, yoldan çıkan topluluğu (doğru) yola iletmez." (9: 80).
Münafıklar düşmandırlar ve Allah, rasûlü Muhammed'i onlar hakkında dikkatli olması için uyarır. Gerçeklerden yüz çevirerek döndükleri için Allah onları lânetlemiştir. Onlara ne zaman "Peygamber'e dönün ki sizin için mağfiret dilesin" dense onlar kendi önderlerine uyarlar ve büyüklenerek topluluklarına dönerler. Bu durum için Allah, Rasûlü'ne şöyle öğüt verir:
"Onlara (Allah'tan) mağfiret dilesen de, dile-mesen de onlar için birdir. Allah onları bağış-lamayacaktır. Çünkü Allah, yoldan çıkmış bir toplumu yola iletmez." (63: 6).
Mevdûdî bir başka ince noktayı da tafsilatlı olarak şöyle dile getirmiştir: O, Allah'ın her şeyi bilen ve herşeye gücü yeten gerçeğini vurgulayarak anlatır. Allah açık ve gizli, şimdi veya gelecekte olan herşeyi bilir. İster peygamber olsun, ister melek Allah'tan başka hiç kimse olaylar hakkında mükemmel bir bilgiye sahip olamaz. Ve hiç kimse ahiret gününde Allah katında şefaat etme hakkına kesin ve mutlak bir şekilde sahip olamaz. O, bir kişiyi bağışlamak istemezse, hiç kimse bağışlaması için onu ikna edemez.
Gerçek şudur ki hiç bir şey ilâhî bilgiden kaçamaz. Melekler ve peygamberler de dahil olmak üzere yaratılmış olanlar Allah bildirmedikçe hiçbir şey bilemezler. Bu sebeple yaratılmış olanlar şefaat haklarım desteklemek için hiçbir yeni delil bulamazlar ki -hâşâ- Allah'ı buna mecbur etsinler.
Hz. Nuh olayı bu noktayı izah edebilir. O, tufandan sonra oğlunun içinde bulunduğu topluluğun boğulması üzerine Rabb'ine yalvara-rak şöyle demişti:
"...Rabb'im, dedi, oğlum benim ailemdendir. Senin sözün elbette haktır ve sen hâkimlerin hâkimisin." (11: 45).
Allah şöyle cevap verdi: "Ey Nûh, o senin ailenden değildir. O(nun yaptığı), yaramaz iştir. Bilmediğin bir şeyi benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim!" (11: 46).
Mevdûdî bu hâdiseye uygun yorumlar getirerek, okuyuculara kabul edilmeyen şefaatlere ait örnekler veriyor. Hz. Nuh'un oğlu için olan şefaati geçersiz olmuş, aynı zamanda sert bir şekilde uyarılmıştır. Benzer bir şekilde Hz. İbrahim'den de yanlış duadan kaçınması istenmişti: "İbrahim'den korku gidip kendisine müjde gelince, Lût kavmi hakkında bizimle mücadele etmeye başladı (elçilerimize onlardan azabı kaldırmalarını veya hafifletmelerini rica ediyordu). Çünkü İbrahim gerçekten halimdir, içlidir, (Allah'a) yüz tutup yalvarandır. (Melekler): 'Ey İbrahim' dediler, 'bundan vazgeç (boşuna uğraşma). Zira Rabb'inin emri gelmiştir. Onlara, mutlaka geri çevrilmez azâb gelecektir!" (11: 74-76).
Burada yine Hz. İbrahim'in Lût kavmi hakkında mağfiret dilememesi istenmiştir.
Mevdûdî, sonuç olarak şöyle demektedir: Allah'ın izni olmadan kimse kimse çin şefaatte bulunamayacaktır. Buna göre gayet tabii ki, Allah'ın en sevdiği peygamberi Hz. Muhammed ahiret günü ümmeti ve ümmetinin bazı fertleri için şefaatte bulunmak için teşebbüs edecektir. Fakat bu şefaat Allah'ın müsaadesine bağlı olacaktır ve sadece, hayatları boyunca ellerinden geldiğince iyi birer nıüslüman olmaya çalışan ve Allah'a itaatle salih ameller işleyen, bununla beraber bazı günahları olan gerçek mü'minleredir. Bile bile günah işlemiş ve ellerindeki imkânları kötüye kullanarak cürümler işleyenler kurtulamayacaklardır. Rasûlullah bu hususu açık bir şekilde belirtmiştir.
Ebu Hureyre'den nakledildiğine göre bir gün Hz. Peygamber, ashabının arasında bulunduğu sırada, emanete riayet (ganimette hıyanet) konusuna işaret etti ve şöyle dedi: "Sakın sizden birinizi kıyamet gününde ensesinde meleyen bir koyun, ensesinde kişneyen bir at olduğu halde: 'Yâ Rasûlullah beni kurtar!' derken bulmayayım. Ben de: 'Senin için hiç bir şeye mâlik değilim, ben sana tebliğ ettim,' demeyeyim." (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed, Mişkatü'l-Mesabih). Nisa sûresinde "Her kim ganimet hainliği yaparsa kıyamet gününde aşırdığı şeyle gelecektir." Duyurulmuştur (4: 161). Bu ve benzeri suçlar için şefaatin dahi kabul edilemeyeceği hadîste ge-çen; "Senin için hiç bir şeye mâlik değilim." ifadesinden anlaşılmaktadır.