- Savunma harbi dönemi

Adsense kodları


Savunma harbi dönemi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafız_32
Thu 7 October 2010, 10:48 am GMT +0200
BEŞÎNCÎ BÖLÜM


SAVUNMA HARBİ DÖNEMİ


Giriş
 

«Savunma Harbi Dönemi» başlığı altında sunduğumuz savaş­lar, tiilen savunma harbleridir. Bu savaşların tümü -görüleceği gi­bi- puta tapıcılann başlattığı düşmanlıklara veya müslumanların aleyhine yaptıkları ittifaklara karşı koymaktır. Bundan dolayı Asr-ı Saâdet'tekî tslâmi da'vet dönemlerinden sadece bir tanesini temsil eder bu savaşlar. Daha sonra İslâm'daki cihad hükmünün aldığı son şekli açıklamaktan uzaktır bu savaşlar. Zira bu savaşlar, yuka­rıda sadece bir bölümünden söz ettiğimiz, da'vet dönemlerinden bi­ridir. Meselâ: Gizlice da'vet dönemi, sonra açıktan barışçı bir da'vet dönemi gibi...

Biz tslâmî hükmün tümünü, mâkabliyle birlikte teşekkül eden son merhale şeklini, Hudeybiye anlaşmasını takib eden olaylarda göreceğiz. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu merhaleye, Benî Kurayza sa­vaşından dönerken buyurduğu ve Buhâri'nln rivayet ettiği: «Şimdi biz onlara savaş açıyoruz, artık onlar bize savaş açamıyacak» hadi­sinde İşaret etmişti.

Şimdi biz, İslâm da'vetinin ilk yıllarındaki savunma dönemi olaylarını sunacağız. Onları sunarken konuyu uzatacak ihtilaflara veya lüzumsuz açıklamalara girmeksizin, ilgili hükmü veya gerekli öğüdü ve dersi belirtmekle yetineceğiz. [1]

 
Savaşa Başlama
 
-Resûlullah (S.A.V.)'ın Yaptığı İlk Savaş-
 

önceki konularda demiştik ki, eser ve hadislerin delâlet ettiği en sahih görüşe göre savaşın meşru kılınmaya başlaması, ancak Hicret'ten sonra olmuştu. Bu meşruiyet, Resûlullah'ın Medine'ye hic­retinden on iki ay sonra Safer ayının başlarında konuşulmuştu. Resû-lullah (s.a.v.) ilk defa, o zaman savaşmak gayesiyle çıkmıştı. O va-kitki Gaza, «Veddan Gazvesi» idi. Resûlullah (s.a.v.} Kureyş ve Ham-za oğulları oymağıyla savaşmayı aklına koymuştu. Fakat Resûlullah savaşa gerek görmedi. Hamza oğulları, onunla anlaşma imzaladı. Hz. Peygamber ve Ashabı da savaşmaksızın Medine'ye geri döndüler. [2]

 

1- Büyük Bedir Gazvesi
 

Savaşın Sebebi:
 

Resûlullah (s.a.v.), Ebû Süfyan bin Harb'in başkanlığında Şam'­dan gelmekte olan, Kuroyş'in bir ticaret kervanının haberini almıg-tı. Resûlullah (s.a.v.) müslumanları, Mekke'de bıraktıkları mallarına karşılık bu kervanın mallarını ele geçirmeye da'vet etti.

Mü'minlerin bir kısmı bunu hafif bulurken, diğerleri ise ağır buldular. Çünkü onlar bu konuda savaşı akıllarından bile geçirmiyorlardı.

Ebû Süfyan Mekke yolunda iken durumu araştırdı. Ona, müs-lümanların kervanı ele geçirmek için yola çıktıkları haberi ulaş­mıştı. Bunun üzerine o, hemen Zamzam bin Amr el-Gıffâri'yi, Ku-reyş'e durumu bildirmek ve kendi mallarına sahip çıkmaları için adam hazırlamalarım haber vermek üzere, elçi olarak gönderdi.

Haber, Kureyş'e ulaşmıştı. Onlar da hemen sür'atle savaş ha­zırlığı yaptılar. Hepsi savaşmak maksadıyla dışarı çıktı. Hattâ Ku-reyş'in ileri gelenlerinden bir tek kişi bile geride kalmadı. Sayılan bin savaşçıya yakındı.

. Resûlullah (s.a.v.) da, Ramazan ayından birkaç gece geçmişti ki, ashâbıyla birlikte çıktı. İbn tshâk'ın rivayetine göre sayıları üç-yüz ondört kişi idi. Yetmiş tane de develeri vardı. Ashâb-ı Kiram'-dan, her deveye ikişer üçer kişi nöbetleşe biniyordu. Onlar Kureyş'-in durumunu ve savaşa çıktıklarını bilmiyorlardı. Ama, Ebû Süf-yân kervanım kurtarmayı başarmıştı. Çünkü o. Bedir suyunu sol­da bırakarak Mekke'ye giden sah;i yolunu tutmuş; kervanını ve ti­caretini tehlikeden kurtanncaya kadar koşmuştu.

Kureyş'in, müslümanlar üzerine yürüyüş haberi de Hz. Peygam-tter'e gelmişti. Bu haber üzerine Hz. Peygamber (s.a.vj, hemen be­raberindeki Sahâbe-i Kiram ile istişare etti. Muhacirler güzel söz söylediler. Muhâc-rlerden Mikdâd bin Amr söz alarak şöyle konuş­tu: «Yâ Resûlâllah! Allah sana, ne emrefcüyse, yerine getir. Biz se­ninle beraberiz...» Fakat Hz. Peygamber devamlı, E^sâr'a doğru ba­kıyor ve onlara: «Ey nâs; siz de bana bir işaretle bmlununuz!» diyor­du. Bunun üzerine de Ensâr'dan Sa'd bin Muâz ayağa kalkıp,  «Yâ

Resülâllah! Vallahi galiba bizi kasdediyorsun,» dedi. Peygamberimiz de: «Evet» buyuranca, Sa'd bin Muâz:

«— Biz sana iman ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak ve gerçek olduğuna şehadet ettik. Biz, bu hususta dinlemek ve itaat etmek üzere, sana kesin söz verdik. Nasıl istersen öyle yap, biz seninle beraberiz. Seni, Hak din ve Kitab ile gönderene andolsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, mutlaka biz de seninle bir­likte dalarız...» dedi.

Resûlullah (s.a.v.), Sa'd'ın sözünden çok hoşlandı. Sonra şöyle buyurdu: Haydi yürüyünüz. Yüce Allah iki taifeden birini muzaf­fer kılacağını bana va'detti. Vallahi şimdi ben sanki, Kureyş kav­minin, harb meydanında vurulup düşecekleri yerlere bakıyor, onları görüyor gibiyim...»

Sonra Resûlullah (s.a.v.) etrafa gönderdiği gözcüler kanalıyla, Kureyş'in sayısını ve durumunu araştırmaya başladı. Sonunda müs-lümanlar, Kureyş'in sayısının dokuzyüzle bin arasında olduğunu, müşriklerin liderlerinin tümünün aralarında bulunduğunu öğren­diler.

Ebû Süfyan da kervanı kurtarmayı başardığından, Kureyş'in Mekke'ye geri dönmesi için haberci göndermişti. Fakat Ebû Cehil: «Vallahi Bedir'e (her yıl burada panayırlar kurar, toplanırlardı) va­rıp, orada üç gün kalarak, develer boğazlayıp, yemekler yiyip, şa­rap içip, cariyelere şarkı söyleterek eğlenmedikçe geri dönmeyece­ğiz. Başımıza birikecek olan Araplar bizi dinler ve seyrederler. Bun­dan sonra artık, hep bizden çekinirler...» diyerek yürümeye ısrar etti.

Nihayet müşrikler yürüyerek, vadinin en uzak bir kıyısına ge­lip karargâh kurdular. Hz. Peygamber (s.a.v.' ise, Bedir suyunun en yakın bir yerinde konakladı. Habbâb bin Münzir, Peygamberi­mize-. «Ey Allah'ın elçisi! Bu karargâh yaptığın yer sana Allah'ın inmeni emrettiği; bizim için, ileri gidilmesi veya geri çekilmesi ca­iz olmayan bir yer midir? Yoksa şahsî bir görüş neticesi, bir harb ve harb tedbiri olarak mı seçtin?- diye sordu. Hz. Peygamber de: «Ha­yır, şahsî bir görüş neticesi harb tedbiri icabı olarak seçildi» buyur­du. Bu sefer Habbâb: «Yâ Resülâllah, o haldf burası karargâh ola­rak inilecek bir yer değildir. Sen halkı buradan hemen kaldır. Ku­reyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz ya­pıp, onu su ile dolduralım. Sonra müşriklerle çarpışalım. Biz susa­dıkça havuzdan su içeriz. Onlar İse su bulup içemezler ve müşkil duruma  düşerler...»   dedi.  Bu sözler  üzerine,  Peygamberimiz   (s.a. v.) kalktı ve Habbâb'ın tavsiye ettiği yere gidip,  oraya karargah kurdular[3].

Sa'd bin Muaz, Resûlullah'a, Medine'de kalan müslümanlann yanına sağ salim olarak dönmesi ve onu kaybetme bahtsızlığına uğramamalah için; kendisine, içinde emniyetle oturacağı bir gölge­lik yapmasını teklif etti. Resûhıllah (s.a.v.) da bunu uygun bul­dular. Sonra Resûlullah (s.a.v.) ashabını, Allah'ın kendisini destek-liyeceğine ve yardım edeceğine ikna etmeye çalıştı. Hattâ O şöyle buyuruyordu: «Falanın vurulup düşeceği yer şurasıdır, falan vu­rulup düşeceği yer burasıdır (yâni müşriklerden!..) Resûlullah bu­nu derken elini gösterdiği yerlere koyuyordu. Onlardan hiçbirisi de Resûlullaah'ın elini koyduğu yerlerin ne ilerisine, ne de gerisine, tam gösterdiği yerlere düştüler...[4]

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Bedir savaşında, Ramazan ayının onye-disinde. Cuma gecesi akşamleyin dua ederek, Allah'a yalvarmaya başladı. Duasında şöyle diyordu: «Allah'ım! Kibir ve böbürlenmekle gelen şu Kureyş'tir, sana meydan okuyor. Resulünü yalanlıyorlar!.. Allah'ım! Bana yapmış olduğun yardım va'dini yerine getir. Allahım! Onları sabahleyin helak eyle...»

Hz. Peygamber (s.a.v.) devamlı, ellerini semaya açmış, huşu Ünde tazarru ederek Allah'a yalvarıyordu. Nihayet Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Peygamber'e acıyarak, arkasma sokulup şöyle dedi: «Ya Resûlâllah! Rabbına niyaz ettiğin yetişir. Nefsi myed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki; O, sana olan va'dini muhakkak yerine getirecektir».

Müslümanlar da Allah'tan yardım istiyorlar, zafere ulaştırma­sını diliyorlar, yalvarışlarında samimi olduklarını belirtiyorlardı.[5]

Müslümanlarla müşrikler arasında çarpışma, Hicret'in İkinci yı­lının Ramazan'ının 17. günü, Cuma sabahı başladı. Peygamberimiz eline bir avuç ince kum alıp Kureyş müşriklerine karşı dönerek: Kara olsun, yüzleri!» deyip etrafa saçtı. Saçtığı ince kumdan göz­lerine ve yüzlerine dolmayan hiçbir müşrik kalmadı. Yüce Allah da müslümanlar tarafım, savaşan meleklerle takviye etti[6]. Savaş müslümanların lehine büyük bir zaferle sonuçlandı. Bu çarpışmada, müşriklerin ileri gelenlerinden yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kada­rı da esir alındı. Müslümanlardan da ondört kişi şehid oldu.

Bu savaşta öldürülen müşriklerin cesedleri -onların arasında, Kureyş-in liderleri de bulunmaktaydı- Bedir kuyusuna atıldı. Resû-lullah (s.a.v.) kuyunun kenarında durup: «Ey falan oğlu filân! Ey falan oğlu filân!..» diye babalarının ve kendilerinin adları ile ça­ğırarak; «...Biz, Rabbimizin bize va'dettiğini gerçek olarak bulduk. Siz de putlarınızın size va'dettiği şeyi hak olarak buldunuz mu?» diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), Peygamberimize: «Ey Allah'ın elçisi! Şu cansız cesedlere ne diye seslenir, söz söylersin?» deyince, Peygamberimiz (s.a.v.), «Muhammed'in hayatı kudret elin­de olan Allah'a yemin ederim ki, benim söylediğim sözleri, siz on­lardan daha iyi işitir değilsiniz[7]» buyurdu.

Resûlullah (s.a.v.) esirlerin durumunu ashâbıyla istişarede bu­lundu. Hz. Ebû Bekir (r.a.), onlardan fidye olarak para alınmasını teklif etti ki; müsümanlara güç kazandırsın. Ve onlar da salıveril­sin ki, belki onlara Allah hidâyetini nasib eder. Hz. Ömer bin el-Hattâb (r.a.) da, hepsinin boynunun vurulmasını teklif etti. Çün­kü onlar küfrün önderleri ve liderleriydi. Ama Hz Peygamber (s.a. v.) onlara merhametinden dolayı Hz. Ebû Bekir'in görüşü olan, «fid-ye»ye meyletti. Esirler hakkında da böyle karar verdi. Ancak Kur'-an âyetleri, bu konuda; Eesûlullah'ı azarlar mahiyette ve Hz. Ömer'­in görüşü olan -esirleri öldürme- fikrini destekler mahiyette inmiş­ti. Bu âyetler: «Hiçbir peygamberin yeryüzünde ağır basıp (harb edip) zaferler kazanıncaya kadar (muharib düşmandan) esirler al­ması (vâki) olmamıştır...» âyetinden, «...Artık elde ettiğiniz gani­metten helâl ve hoş olarak yiyin, Allah'tan korkun, şübhesiz ki Al­lah çok yarhğayıcıdır, çok esirgeyicidir[8]» âyetine kadardır. [9]

 
İbretler Ve Öğütler
 

Büyük Bedir Gazvesi, dinî sorumluluklarını yerine getirmede samimî ve inandıkları prensiplere sımsıkı bağlı olan mü'minlere; Yüce Allah'ın yardım ve desteğini gösteren büyük mucizeleri olduğu kadar, kıymetli öğütleri ve dersleri de ihtiva ediyor.

Biz bu dersleri ve işaretleri aşağıdaki şekilde özetliyoruz:

1- Bedir Gazvesi'nin ilk sebebi bize gösteriyor ki, müslümanlan Resûlullah ile birlikte çıkmaza zorlayan asıl faktör, savaş ve harb olmayıp, ancak Ebû Süfyan başkanlığında, Şam'dan gelmek­te olan Kureyş kervanım ele geçirme arzusudur. Şu kadar var ki; şanı yüce olan Allah, kendi kulları için daha büyük bir ganimeti, üstün bir zaferi, bir müslümanm tüm hayatında hedef edinmesi ge­reken gaye ile en çok uygun düşen daha şerefli bir hareketi murad etmişti. Bunun için de, ardına düştükleri kervanı kendilerinden uzak­laştırıp, onun yerine hiç beklemedikleri bir orduyu karşılarına çı­kardı. Bunda, iki hususa işaret vardır:

Birinci Husus Müslümanlarla savaşan harbilerin malları, müslümanlara gö­re haram olmayan mallar sayılır. Müslümanların, o malları yağma etmeleri, ellerinin yetiştiklerini almaları haklarıdır. Ellerine geçen bu mallar kendilerinin mülkü sayılır. Tüm fukahâ nezdinde, mütte-fekun aleyh olan hüküm budur. Mekke'deki evlerinden, barkların­dan dışarı atılmış olan Muhacirler, Kureyş'in kervanını yakalama ve ona el koyma arzusunda, haklıydılar. Bunun sebebi ise şudur: Müslümanların Mekke'de bıraktığı, onların hemen ardından da müş­riklerin yağmaladıkları mallara karşılık bir misillemedir bu.

İkinsi Husus: Bu maksadın meşru oluşuna rağmen yine de Yüce Allah, mü'-min kulları için bundan daha üstün bir gayeyi ve kendilerine da­ha layık olan bir vazifeyi murad etmişti. Zaten onlar bu vazife için yaratılmışlardı. Bilelim ki bu vazife, Allah'ın dinine da'vet bu uğurda cihad, i'lâ-i kelimetullah uğrunda malı ve canı feda etmek­tir. Ebû Süfyan'm ticaretini kurtarmadaki başarısı ne kadar büyük idiyse, Kureyş'le müslümanlar arasında yapılan savaşta Kureyş'in yenilgisi de o kadar mühimdi. Müslümanların nefislerine verilen bu ilâhi terbiye, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetinde en açık bir şekilde kendisini gösteriyor: «Hani Allah size, iki taifeden birinin muhakkak sizin olduğunu va'd ediyordu. Siz ise, kuvvetli ve silâhı bulun­mayanın, kendinizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da emirleriyle Hakk'ı açığa vurmayı, kâfirlerin arkasını kesmeyi irade buyuruyordu[10]

2- Kureyş kervanının, müslümanlardan uzaklaşmasından son­ra, karşılarına baştan aşağı silâhlanmış büyük bir ordunun çıkması üzerine, Resûlullah'm, bu durumu, ashâbıyla müşavere etmek için nasıl bir oturum düzenlediğini düşündüğümüz vakit, iki şer'i işareti öğreniyoruz. İkisinin de önemi pek büyük:

Birinci işaret: Resûlullah'm ashâbıyla müşavereyi kendisine prensip edînmesidir. O'nun hayatının hangi dönemine bakarsak ba­kalım; siyasetti şer'iyye ve tedbirle alâkalı; aynı zamanda hakkında Kur'an'dan bir nass bulunmayan her işte, bu prensibe sarıldığını görüyoruz. Bunun iç!n müslümanlar, teşrii bir esas olarak, hakkın­da kitab veya sünnetten bir nass bulunmayan hususlarda, şûranın kaçınılmazlığı üzerinde ittifak etmişlerdir. Hakkında Kitab'tan bir nass veya hükmünü Resûlullah'm te'kid ettiği, sünnetinden bir ha­dis bulunan konulara gelince; o konuda şûra caiz değildir. Ayrıca onun üzerinde herhangi bir karar verilmesi de gereksizdir.

İkinci işaret: Müslümanlarla, gayr-i müslimler arasında mey­dana gelen anlaşma, barış ve savaş gibi konuların «Siyâset-i Şer'iy­ye» denilen veya bazılarının «Hükmü 1-İmamet» adını verdiği bölüme girdiğine işaret. Bunun açıklaması şudur: Asıl olması yönünden, cihad farzının meşruiyeti; herhangi bir neshe veya tebdile imkân tanımayan, tebliği bir hükümdür. Nitekim sulh ve anlaşmaların meş­ruiyetinin aslı sabittir ki; iptali veya tslâm şeriatı hükümlerinden tecrid edilmesi caiz olmaz. Şu kadar var ki, bunun çeşitli tatbik şekilleri zaman, mekân ve şartlara, müsîümanlann ve düşmanları­nın durumlarına göre değişebilir. Bu konuda en sağlam ölçü, yalnız­ca âdil ve dini bütün bir imamın fliderin) basireti, dindeki sami­miyeti ve ihlâsı ile birlikte dini hükümlerde derin bilgisine bağlı siyâseti, özel garazının bulunmaması, müslümanlarla müşavereye ve onların değişik görüşlerinden ve bilgilerinden istifade etmeye önem vermesidir...

islâm Devlet başkanı; düşmanlarla savaşmamayı müslümanîar için daha hayırlı görüp; görüşünün doğruluğunu müzakere ve mü­şavere ile tesbit ederse; cihad için uygun şartlar gelinceye kadar düşmanla barış imzalaması üzerine vazife olur. Yalnız bu barışın şer'i nasslardan biriyle tezat teşkil etmemesi gerekir. Devlet başka­nı, uygun zamanı gözetir. Bu yönde maslahat ve fayda görürse hal­kını savaşa ve savunmaya teşvik etmesi yine ona vazife olur.

Resûlullah (s.a.v.)'ın hayatından birçok olayların delâlet ettiği ve bütün fakihlerin de üzerinde ittifak ettiği görüş budur. Çok na­dir de olsa, müslümanlara kendi yurtlarında ve memleketlerinde, düşman aniden saldırıya geçtiği takdirde, şartlar ve vasıtalar ne olur­sa olsun, müslümanların kuvvet kullanarak savunmaya geçmeleri farzdır. Bu konudaki farziyet ve mükellefiyet, bütün müslüman er­kek ve kadınlara şâmildir...

Fukahânın tümünün üzerinde ittifak ettiği gerçek şudur ki, şû­ra meşrudur. Fakat şart değildir. Yâni müslüman bir hâkimin (ko­mutanın) kanaatinde ve fikrinde şûradan yararlanması uygun olur. Fakat kendi görüşüne şûra üyeleri karşı çıksalar bile, ekseriyetin görüşünü alması, üzerine vâcib değildir. Kurtubî bu konuda diyor ki:   «İstişare eden kişi, görüşlerin ihtilâfında bakar; eğer mümkün-ise onlardan Kitab ve Sünnet*e en yakın olanını araştırır. Bunun üzerine, onu Allahü Teâlâ o görüşlerden beğendiği birine iletirse;-hemen ona kararım verir ve Allah'a tevekkül ederek, o görüşü uy­gular[11]».

3- Şübhe yoktur ki araştırmacı şunu soracaktır: Niçin Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Ömer'in ve Hz. Mikdâd'ın  (r.â.)   cevabı Resûlullah'ın gönlünde yeter miktarda itmi'nan uyandırmadı? Ve Hz. Peygamber (s.a.v.) devamlı Ensâr'm yüzüne bakıyordu? Nihayet Sa'd b'n Muâz konuşunca, Resûlullah'ın gönlü rahatladı ve huzura kavuştu?..

Cevab: Gerçekten Resûlullah (s.a.v.) bu konuda özellikle Ensâr'm fikrini öğrenmek istiyordu. Bakıyordu ki, onlar hüküm ve ka­rarlarında; Resûlullah ile kendi aralarında yapılmış olan anlaşma­dan ayrılacaklar mı? Çünkü o anlaşma, uyulması gereken özel bir anlaşmaydı. Böyle olunca da, bu anlaşmada kararlaştırıldığı gibi Medine'nin sınırları dışında, onları kendisiyle birlikte savaşmaya ve kendisini savunmaya zorlama hakkı yoktu. Yoksa onlar Cenâb-ı Hak'la birlikte yaptıkları büyük anlaşmadan ve îslâmî hükümlerden ayrılacaklar mı? Bu takdirde de, bu anlaşmaya göre onlardan emin olması Hz. Peygamberin hakkıydı. Bu muahedenin hukukuna riâyet etmeleri ve tüm sorumluluklarını yerine getirmeleri de onların öde­viydi.

Sa'd b. Muaz'ın verdiği cevab iyice düşünülünce, görülecek ki; Ensâr'ın Hicret'ten önce, Mekke'de Resûlullah ile yaptıkları sözleş­me, Allah ile yapılan sözleşmeden başkası değildir. Ensâr-ı Kiram, Resûlullah kendi yanlarına hicret ettiği zaman onu korumayı ken­dilerine ödev kabul ederlerken, Allah'ın dinini ve şeriatını savun­mayı da düşündüler. Buradaki problem, onların Resûlullah ile bir­likte üzerinde anlaştıkları muayyen maddeler mes'elesi değildir. Halbuki onlar bundan ötesini üstlenmeyi istemiyorlar. Ama asıl mes'-ele şudur: Onlar bundan dolayı., Yüce Allah'ın sözünü de içirte alan büyük bir riskin altına girmişlerdi. Ayet şöyle: «Şübhesiz kî Allah, hak yolunda (muharebe ederek, düşmanları) öldürmekte ve kendile­ri de öldürülmekte olan mü'minlerin canlarını ve mallarını -ken­dilerine Cennet (vermek) mukabilinde- satın almıştır[12]».

Bunun için Sa'd bin Muâz (r.a.)'ın cevabi: «Biz sana iman ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de Hak ve gerçek olfluğuna şehadet ettik. Biz bu hususta, dinlemek ve itaat etmek üzerfe, sana kesin sözler de verdik. Nasıl istersen öyle yap, biz seninle berabe­riz...» Yâni biz seninle birlikte yürüyoruz. Akabe blatmda hep bir-. Hkte üzerinde ittifak ettiğimiz şeylerden daha büyük olan muahe­deye uyacağız, şeklinde olmuştu.

4- Devlet başkanı ve komutanın cihad'da ve diğer durumlarda gözcüler ve ileri karakollardan yararlanması, müslüm ani arın da düş­manlarının stratejisini ve durumunu keşfetmek, sayı, teçhizat ve mühimmatı ortaya çıkarmak için, düşmanların arasına casuslar sal­ması caizdir. Yine bu hususta daha başka yollan ve vasıtaları bu­lup kullanması da onlar için caiz olur. Ancak şu şartla ki, bu yol ve vasıta, düşmanın durumunu öğrenme maslahatından daha önem­li olan bir başka maslahata zarar verecek şekilde olmasın... Belki bu vasıta ve yol sır saklamayı veya tuzak kurma türlerinden birini ya da hiyle yapmayı gerekli kılabilir. Bunların hepsi, müslüman-lann maslahatı ve korunması için elzem vasıta olması hasebiyle, güzel ve meşrudur...

Siyret kitablarında şöyle bir rivayet bulunmaktadır:

Resûlullah Efendimiz, Bedir yakınında konakladıkları vakit, as­habından bir adamla birlikte etrafı dolaşırken, ihtiyar bir Arapla karşılaştı. Peygamberimiz ona, Muhammed, Ashabı ve Kureyş hak­kında bildiklerini sordu. İhtiyar Arap da: «Kimlerden olduğunuzu bana bildirmediğiniz sürece, size hiçbir bilgi veremem» dedi. Bunun üzerine, Resûlullah (s.a.v.): «Sen bize soracaklarımız hakkında bil­gi ver. Biz de sana kim olduğumuzu bildirelim» buyurdu, thtiyar da: Şu şöyle, bu böyle mi?» dey.nce, Peygamberimiz: «Evet» diye buyurdu. Böylece ihtiyar bildiği kadar müşriklerin durumunu, duy­duğu kadar da Hz. Peygamber'in ve ashabının durumunu haber verdi. Nihayet sözünü bitirince: «Peki, ya siz kimlerdensiniz?» diye sordu. Resûl-i Ekrem de: «Biz «Su»damz» deyip adamdan uzaklaşır­ken, ihtiyar: «Hangi sudan, Irak suyundan mı?» diye konuşuyordu.

5- Resûlullah'ın tasarruflarının kısımları Resûlullah  (s.a.v.), konakladığı yerin durumu hakkında, Hab-bâb bin Münzir'le arasında geçen konuşma (gördüğüm gibi, o isnadı sahih bir hadîstir)   bize gösteriyor ki,  Hz.  Peygamber'in  tasarruf­larının hepsi teşri nev'inden değildir. Aksine Resûlullah da birçok zamanlarda herkesin düşündüğü gibi düşünen, akıl yürüten bir be­şer olması hasebiyle, birtakım tasarruflarda bulunur. Şübhesiz ki, biz bu gibi tasarruflarında ona uymakla yükümlü değiliz. Bu savaş­ta kendisinin seçtiği yere konaklaması da bu tür bir tasarruftur. Ama Habbâb bin Münzir'in orduyu başka bir yere nakletmesini na­sıl tavsiye ettiğini ve Resûlullah  (s.a.v.)'in da buna nasıl muvafa­kat ettiğini görmüştük, tşte bu, Resûlullah'ın bu yeri seçişinin Al­lah katından gelen bir vahiy sebebiyle  olmadığını,  Habbâb   (r.a.) kesin olarak öğrendikten sonra olmuştur. Resûlullah'ın siyâset-i şer'-iyye grubuna giren tasarrufları çoktur. Resûlullah'ın yaptığı bu ta­sarruflar, kendisinin Allah'tan aldıklarını tebliğ eden bir peygamber olması cihetinden değil de, imam ve devlet başkanı olması yönün-dendir. Onun askeri tedbirleri, bağış ve ihsanları da çoktur. Bu ko­nunun, enine boyuna açıklamasını fukahâ yapmıştır. Onları burada sayıp dökmeye imkân yoktur.

6- Allah'a yalvarıp, yakarmanın önemi ve Ondan çokça yardım isteme: Resûlullah'ın ashabını, zaferin kendilerine âit olduğuna nasıl inandırdığım görmüştük. Halka Peygamberimiz (s.a.v.) : «Burası fa­lanın vurulup düşeceği yer.» diye buyurarak, arazide çeşitli yerleri işaret etmişti. Hakikaten bu durum onun haber verdiği gibi ger­çekleşmişti. Sahih hadîs-i şerifte de vârid olduğu gibi onlardan hiç­biri; Peygamberimizin elini koyduğu yerin ne ilerisinde, ne de geri­sinde; fakat tam gösterdiği yerlere düştüler...

Bununla beraber biz Hz. Peygamber'in; kendisi için yapılmış

gölgeliğin içinde Cuma gecesi boyunca duâ edip; yalvararak Allah'a sığındığını; avuçlarım semaya açarak Allah'ın kendisine va'dettiği zaferi vermesini istediğini, (ellerini fazla kaldırdığından) sırtından ridâsının düştüğünü; Hz. Ebû Bekir'in kendisine acıyarak yanına sokulup: «Yâ Hesûlâllah! Rab bina niyaz ettiğin yetişir artık! Haki­katen Allah sana olan va'dini yerine getirecektir»» dediğini ve yanın­dan hiç ayrılmadığını görmüştük. Resûlullah (s.a.v.), bazılarının vurulup düşecekleri yerleri eliyle gösterdiği ve: «Vallahi ben sanki Kureyş müşriklerinin harb meydanında vurulup düşecekleri yerle­re bakıyor, onları görüyor gibiyim» diyecek derecede emin olduğu halde, bu kadar yalvarış ve yakarışlar da niçin?

Cevab: Hz. Peygamber'in zafere olan imanı ve itmi'nanı, ancak Allah'ın, Resulüne yaptığı va'dini tasdik mahiyetinde olmuştu. Al­lah'ın kendi va'dmden dönmeyeceğinde şübhe yoktur. Çünkü bu savaştaki zafer müjdesi kendisine vahyedilmişti.

Duâ ve yalvarıştaki istiğrakla, elin semaya açılmasına gelince; işte o kulluk vazifesidir ki, insan o vazife için yaratılmıştır. Bu da, her durumda zaferin bedelidir.

Zafer - sebebler ve vasıtalar ne kadar bol olursa olsun - ancak^ Allah katındandır ve O'nun tevfikiyledir. Halbuki Allah CAzze ve Celle) bizden istek ve arzumuzla kul olmamızdan başka birşey is­temiyor. Allah'a yaklaşmış olan hiçbir kul, kulluk sıfatından daha büyük bir sıfatla Allah'a yaklaşmamıştır. Hiçbir insan da, hiçbir va­sıtayla Allah indinde duasının kabulü ve kendisinin makbuliyet ka­zanmasını, tezellül ve tazarru ile Allah'a yakarışı kadar sağlam bir yolla elde etmiş olamaz.

Şu dünya hayatında insant tehdit eden, başına üşüşen çeşitli meşakkatler ve çeşitli musibetler, insanın Allah'a yönelmesi, zayıf­lığını ve kulluğunu hatırlatan düşünceyle onun önünde itiraf etme­si her türlü belâ ve fitnelerden O'na sığınmasını gerektirir. Kendi­sine kulluğunu hatırlatan, düşünce ve umutlarını Allah'ın yüceliği­ne ve kudretinin enginliğine çeviren bu sebeb ve âmillerdir... în-san kendi hayatında bu hakıkata karşı uyanık olduğu ve gidişatını onunla renklendirdiği zaman Allah'ın kendi kullarına ta'yin ettiği sınıra ve hedefe varmış olur.

Resûlullah'ın, zafer vermesi için Rabbine yalvarmasında, içten yakarışında ve uzunca duasında eşsiz örneğini gördüğümüz bu ubû-diyyet (kulluk'un) karşılığı, bu savaştaki ilâhî desteğin hak edil­mesidir. Şu âyet-i kerime bunu belirtmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle bu­yuruyor ;

«Hani Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz da; O, «Ben size bir­biri peşinden bin tane melekle yardım ederim[13]» diye cevab ver­mişti.»

Hz. Peygamber (s.a.v.) bu ubûdiyyet sebebiyle, zafere inanıyor­du ve sonucun müslümanlarm lehine olacağından emin idi. Resû-lullah'm, gölgelikteki duruşunda tecelli eden bu ubûdiyyeti ve bu­nun neticesini; Ebû Cehil'in: «Vallahi, Bedir'e varıp, orada üç gün-kalarak develer boğazlayıp, yemekler yiyip, şarap içip cariyelere şarkı söyleterek eğlen m edikçe, geri dönmeyeceğiz. Başımıza birike­cek olan Araplar, bizi dinler ve seyrederler. Bundan sonra artık böylece hep bizden çekinirler» deyişinde kendini gösteren şu azgın­lık ve böbürlenme ile mukayese et.

Gerçekten, Allah'a kul olmanın ve O'nun huzurunda eğilme­nin sonucu, üstün haysiyet ve yüce bir şeref olduğundandır ki, dünyanın tüm mağrur adamları o izzet ve şerefe boyun eğdiler. Ki­birlenme ve azgınlığın neticesi de, zillet ve helak oldu. Ehline .ha­zırlanmış bir mezardı sonucu... Çünkü onlar, kendilerine mezar olan o yerde, şarap içecekler ve şarkıcılar şarkı söyleyip onları eğ-lendirecekti... Sırf Allah için yapılan kulluk, her ne zaman, az­gınlık ve gururla çarpıştıysa, sürme tu İlah böyle tecelli etmişti za­ten...

7- Bedir Gazvesinde Allah'ın melekleri yardıma göndermesi: Bedir Savaşı, sadık mü'minleri destekleyen ve onlara yardım eden mucizelerin en büyüğünü ihtiva ediyor. Yüce Allah o savaşta, melekleri savaşmak üzere, müslümanlarm yardımına gönderdi. Bu hakikat, sahih hadîslerin ve Kur'an'ın açık delaletiyle sabittir. İbn Hişâm, Hz. Peygamber'in gölgelikte bir miktar uykuya daldığını ve sonra uyanıp; «Müjde yâ Ebâ Bekir! Allah'ın nusreti geldi. İşte Ceb-, râil, atının yularından tutmuş, Nakve[14]'ye doğru çekiypr» diye bu­yurduğunu rivayet ediyor. Buhârl bu hadisi buna yakın bir lâfızla, rivayet etmiştir[15].

Meleklerin, müslümanlarla beraber savaşmak için inmeleri, on­ların kalblerini mücerred tatminden ve Allah'tan fazlaca yardım is­temelerine  karşı,  moral  vermekten  ibarettir.   Onların,   Allah  yolunda ilk savaş tecrübeleri olmasıyla birlikte, kendilerinden sayı ve malzemece üç kat üstünlükleri bulunan insanların karşısına di­kilmeleri bu durumu gerektirmişti. Yoksa zafer Allah katındandır. Meleklerin, bunda doğrudan herhangi bir etkisi yoktur. Bu hakikati belirtmek için, Yüce Allah, meleklerin iniş sebebini açıklayarak şöy­le buyurmuştur: «Allah, bunu ancak bir müjde olması ve kaîbleri-nizin yatışması için yapmıştı. Zafer ancak, Allah katındandır. Doğ­rusu Allah güçlüdür, hakîmdir[16]

8- Ölülerin kabir hayatı:

Resûlullah (s.a.v.)'ın kuyunun ağzında durup, müşriklerin ce-sedlerine seslenmesinde, canları çıktığı halde onlarla konuşmasında; bu esnada da Hz. Ömer (r.a.)'e verdiği cevabta, ölü için hakikatim ve keyfiyetini anlayamadığımız özel ruhi bir hayatın varlığına, ölü­lerin ruhlarının kendi cesedleri etrafında devamlı döndüğüne açık İşaret ve delil vardır. Kabir azabının ve ni'metinin mânâsı da bu­radan anlaşılabilir. Şu kadar var ki; bunların hepsi, şu bizim dünye­vi idrâklerimiz ve akıllarımızla tesbit edilemeyen ölçülere göre ya­ratılmıştır. Çünkü bu husus, bizim akli ve maddi tecrübelerimiz ve müşahedelerimiz ötesinde, «Melekût Alemi» diye isimlendirilen şey­lerdendir. Bunlara inanma yolu ise, bize haberi sağlam ve kesin yolla ulaştıktan sonra onlara teslim olmaktır.

9- Esirler mes'elesi:

Resûlullah (s.a.v.)'ın esirler hakkındaki müşaveresi sonunda da fidye ödemeleri şartıyla serbest bırakılmalarına karar vermesi, da­ha sonra bu hükmü vermelerinden dolayı Resûlullah'ı ve ashabını kınayan âyetlerin inmesi mes'elelerinden yürüyerek denir ki; bütün bunlarda çok önemli hikmetler vardır :

a) Esirler ve Peygamberimizin içtihadı: Bu olay bize gösteri­yor ki, Resûlullah'm içtihad etme hakkı vardır. Bu görüşü benim­seyenler -onlar usûl âlimlerinin cumhurudur- Bedir esirleri mes'e-lesini buna delil göstermişlerdir. Resûlullah'ın içtihad etmesi sahih olunca, buna binâen içtihadında isabet veya hatâ etmesi de sahih olur. Şu kadar var ki, hatâ sürekli devam etmez. Bilâkis, onun içti-hadlarını tashih eden, Kur'an'dan bir âyetin inmesi gerekir. Bu hususta herhangi bir âyet inmemiş ise, bu durum Resûlullah'ın iç­tihadının Allah'ın ilmindeki gerçek üzere vuku bulduğuna delil teş­kil eder.

b) Bedir savaşı, müslumanların sayıca az ve güçsüz oldukları bir dönemde, Allah yolunda savaşmak ve fedakârlık etme yönünden ilk denenmeleri oldu. Ayrıca, savaşın ardından da, fakr ve ihtiyaç içinde bulundukları bir halde; karşılarına ganimet ve mal çıkarıl­mak suretiyle denenmişlerdi. Yukarıda söylediğimiz gibi, Allah müs-lümanları, zayıf hallerine rağmen savaş tecrübesine tâbi tutarak, hikmeti gereği zaferi apaçık taddırarak gönüllerini yatıştırıp ba­şarıya ulaştırmıştır. Daha sonra da ilâhî hikmet, münasib bir vakit gelince, fakr ve ihtiyaçla beraber mal ve ganimet de göstererek, ince terbiye metodlanyla onları denedi. Bu savaşın peşinden, bu tec­rübenin eseri, iki olay da kendini göstermişti. Birinci olay şudur: Müşrikler, yenilgiye uğrayıp, arkalarında çeşitli malları bırakıp ka­çınca; bazı müslümanlar ganimet almakta yarışa girdiler. Ve öbür-leriyle ganimetin kimin hakkı olduğunda ihtilâfa düştüler. Nere­deyse bunun üzerine kavga ediyorlardı. Savaşçılar arasında gani­metin dağıtılması hükmü henüz gelmemişti. Resûlullah'a bu duru­mu soruyorlar ve bu konuda anlaşmazlıklarını Resûlullah'a kadar götürüyorlardı. îşte o zaman şu âyet-i kerimeler indi: «Ey Resulüm! Sana ganimetlere dair soru soruyorlar. De ki, «Ganimetler, Allah'a ve Peygamberine aittir. İnanıyorsanız, Allah'tan sakının. Aranızdaki münâsebetleri düzeltin. Allah'a ve Peygamberine itaat edin. tnanan-lar ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman, kalbleri titrer» âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve Rabîerine güvenirler...[17]».

Okuyucu da görüyor ki, bu iki âyette, onların sorularının ceva­bını taşımıyor. Bilâkis bu âyetler, onları konudan uzaklaştırıyorlar. Çünkü enfâl (ganimetler) onlardan birine âit değildir. Aksine o, Allah'a ve Resulüne aittir. Ama onlara yaraşan şey aralarındaki vuku bulan bu anlaşmazlığı düzeltmek, emrettiği hususta Allah'a itaat, yasaklarından da sakınmaktır, tşte onların ödevi budur. Ama mal ve dünya konusuna gelince; her ikisinde de Allah'a güvenme­lidirler. Müslümanlar, şu iki âyetin işaretine yönelip, kavgaya düş­tükleri konudan dikkatlerini uzaklaştırınca, hemen ardından ihtilâ­fa düştükleri ganimetlerin savaşçılar arasında nasıl taksim edileceği mes'elesini açıklığa kavuşturan yeni bazı âyetler geldi. Görüldüğü gibi bu durum, üstün terbiye metodlarmın en çarpıcısıdır.

İkinci olay da şudur: Resûlullah (s.a.v.) esirler konusunu as-hâbıyla görüşürken, ashabın gönülleri, esirlerin fidye ödemelerine daha yatkındı. Bu konudaki mülâhaza ise; onlara karşı şefkat ve merhametle muamele sonucunda hidâyetlerinin te'min umuduydu. Aynı zamanda Muhacirlerin Mekke'de bıraktıkları mallara karşılık bu fidye ile dünya işlerini birazcık olsun düzeltmiş, bii nov'i tazmi­nat almış olacaklardı. Resûlullah'm gönlünün de yattığı bu durum, onun kendi arkadaşlarına karşı ne kadar şefkatli olduğunu göste­rir. Bu şefkat ile Muhacirler Bedir gazvesine giderken, Resûlullah onların durumunu görünce, elini onlar için duaya kaldırmıştı. Mu­hacirlerin üzerinde fakirlik ve yoksulluk belirtileri gözüküyordu. îş-te o vakit Resûlullah, Allah'a şöyle niyazda bulundu: «Allah'ım! Onlar yayadır, sen onları binekli kıl. Çıplaktırlar, sen onları giydir. Açtırlar, sen onları doyur[18]».

 Fakat ilâhî kader, şartlar ve durum nasıl olursa olsun, yalnız­ca dini düşünce esasına dayanan yüce dâvadaki karar için, müs-lümanların mala ve paraya bakışlarını bir ölçü veya ölçünün bir parçası yapmalarına izin vermedi. Çünkü onlar bu tür bir tecrübe ile ilk defa karşı karşıya geldiklerinden; bu görüş üzere bırakılmış olsalardı, bu görüş sürekli bir kaide haline gelirdi. Böyle olunca da, çeşitli dünyevi maksadlardan herhangi birşeyin ulaşamayacağı bir yücelikte kalması gereken bu gibi hüküm ve kararlan, maddî na­zarla görme alışkanlığı sürer giderdi. Dünyanın arkasından koşarak giden ve dünyanın zevkine ve tadına dalan kişilerin, artık ondan vazgeçmesi ve nefsini onun zevkinden alıkoyması çok zor olurdu...

Müslim, Hz. Öber bin el-Hattâb (r.a.î'ın şöyle dediğini nakle­der:

Bedir esirlerinin kurtuluş fidyesi ödemeleri kararlaştırıldıktan sonra, Resûlullah'ın huzuruna girdim. Bir de ne göreyim; Resûlul­lah (s.a.v.), Ebû Bekir'le birlikte oturmuş ağlıyorlar. «Yâ Resûlal-lah, seni ve arkadaşını ağlatan hâl nedir, bana haber ver de, ağla­nacak bir durum bulursam, ben de ağlarım. Ağlanacak bir durum bulamazsam, ikinizin ağlamasına katılırım» dedim. Resûlullah (s.a.v.): «Senin arkadaşların esirlerden fidye alınmasını bana tavsi­ye ettiklerinden ötürü, uğrayacağınız azabın, şu ağaç (Resûlullah'ın yanıbaşında bulunan bir ağaç) tan daha yakın olduğu bana göste­rildi. Yüce Allah, «Hiçbir peygamberin, bulunduğu yerde düşman­larını ağır bir mağlûbiyete uğratıp, kımıldanamaz bir hale ge­tirmedikçe onlardan esirler alması lâyık ve vâki değildir» âyetin­den, «...Artık, aldığınız o ganimetlerden helâl ve temiz olarak yi­yiniz. Allah'tan korkunuz. Şübhe yok ki, Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir» âyetine kadar indirdiği âyetlerde buna işaret buyur­du[19]» dedi[20]...

 
2- Beni  Kaynuka Ve Yahudiliğin Müslümanlara İlk Hıyaneti
 

İbn tshâk naklediyor:

Benî Kaynuka olayı şöyle olmuştur: Re sulu Hah (s.a.v.) onları, Kaynuka oğulları pazarında topladı. Sonra onlara: «Ey Yahudi top­luluğu! Siz, Allah tarafından Kureyş'in uğradığı azab gibi bir aza­ba uğramaktan korkunuz ve Müslüman olunuz! İyi bilirsiniz ki, ben Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bunu da kitabı­nız (Tevrat)'ta ve Allah'ın size olan ahdinde buluyorsunuz» dedi. Bunun üzerine Kaynuka yahucLleri:

«—Yâ Muhammedi Çarpışmayı bilmez, dağınık görüşlü bir kavimle karşılaşıp onları ezmek fırsatını bulman seni aldatmasın! Sen bizi kendi kavmin gibi mi görüyorsun? Eğer bizimle çarpışacak olur­san, nasıl adamlar olduğumuzu o zaman anlarsın» dediler.

İbn Hişâm'ın Abdullah bin Ca'fer'den, onun da Ebû Avâne'den rivayetine göre:

Bir Müslüman Arap kadını bazı şeyler satmak üzere, Kaynuka oğullan pazarına gidip, satacağını sattıktan sonra, bir kuyumcunun dükkânına oturmuştu. Orada bulunan yahudiler, kadının yüzünü açmak istedilerse de, kadın buna diretti. Kuyumcu, kadıncağızın el­bisesinin arka eteğini sırtına iliştirdi. Kadın ayağa kalkınca edeb yeri göründü. Yahudiler gülüşmeye başladılar. Kadın feryâd etti. O sırada oralarda bulunan müslümanlardan birisi, Yahudi kuyum­cunun üzerine atılıp, onu öldürdü. Yahudiler de toplanıp müslüma-nı öldürdüler. Öldürülen müslümamn ailesi de, yahudilere karşı, müslümanlardan imdad istedi. Müslümanlar yahudilere karşı öf­kelendiler. Bu yüzden Kaynuka oğulları yahudileri ile Müslümanlar arasında husûmet başladı. Resûlullah ile aralarında bulunan anlaş­mayı bozan yahudilerin ilki bunlar oldu[21].

Taberi ile Vâkıdi'nin rivayetlerine göre, bu olay Hicret'in ikin­ci yılında, Şevval ayının ortasında oldu[22].

Bunun üzerine, Resûlullah (s.a.v.), Kaynuka oğullarını bir müd­det kuşatma altında tuttu. Sonunda Resûlullah'ın kararına boyun eğdiler. O sırada Abdullah bin Ubey bin Selûl, Resûlullah'a baş vurarak: «Yâ Muhammedi Benim müttefiklerime Ve dostlarıma iyi­likte bulun!» dedi. Peygamberimiz ona yüz vermedi. Abdullah bin Ubey bin Selûl, elini Resûlullah'ın gömleğinin yakasından içeri sok­tu. Hz. Peygamber (s.a.v.) öfkelendi ve orada bulunanlar, Resûlul­lah'ın yüzünde kızgınlık belirtilerini gördüler. Peygamberimiz, onun bu küstahça davranışına karşı: «Yazıklar olsun sana, bırak yakamı» dedi. O da: Bırakmam vallahi! Beni Kızıl ve Karalara karşı koru­yan şu üçyüz zırhlı, dörtyüz zırhsız kişileri, bir sabahta kılıçtan mı geçirmek istiyorsun? Vallahi ben bu kadar insanların yüzünden fe­lâketin aleyhe dönebileceğinden korkuyorum, dedi. Resûlullah da: «Onları sana bağışladım. Onlara, Medine'den çıkmalarını ve civa­rında bile kalmamalarını söyle!» diye buyurdu. Bunun üzerine ya­hudiler çıkıp, Şam Ezraatı'na gittiler. Çoğunluğu orada helak oldu.

Abdullah bin Ubey gibi, Ubâde bin Sâmit de bu yahudüer ile müttefik idi. Hemen Resûlullah'a koşup:  «Yâ Resûlâllah!  Ben, Allah'ı, Peygamberini ve mü'minleri dost edindim, Şu kâfirlerin itti­fakından ve dostluğundan uzaklaştım», dedi.

Abdullah bin Ubey bin Selûl ile Ubâde bin Sâmit hakkında şu aşağıdaki âyetler indi:

«Ey iman edenler! Yahudileri de, hıristiyanları da kendinize dost edinmeyiniz! Onlar ancak birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse, o onlardan olur. Şübhe yok ki Allah, o zalimler güruhunu doğru yola çıkarmaz.

Yüreklerinde hastalık bulunan kimselerin (devrin aleyhimize dönmesinden ve başımıza bir felâket gelmesinden korkuyoruz!) di­yerek, onların arasında (yardakçılık edip) konuştuklarını görürsün. Umulur ki, Allah yakında o fethi veya kendi tarafından bir emri ih­san ediverir de, onlar yüreklerinde gizledikleri şeye pişman olur­lar.[23]

 
İbretler Ve Öğütler
 

Bu olay, baştan sonuna kadar, Yahudilerde bulunan, hıyanet ve döneklik huyunu sergiliyor. Etraflarında komşu olan veya araları­na karışmış olan insanlara kötülük etmeden veya hıyanette bulun­madan onlarla birlikte yaşamak, yahudilerin hoşuna gitmez. Yahu­diler, hıyanet için bütün yolları ve metodları kullanmakta en mü­kemmel istidada sahiptirler. Biz, bu olayın genişçe açıklamasını araş­tırırken birçok dersleri ve prensipleri çıkaracağız. Onları aşağıda şöy­le özetliyoruz:

1- Müslüman kadının örtüsü:

Gördük ki bu hâdisenin sebebi, yahudilerin, Müslüman Arap ka­dınının yüzünü açmak istemeleri idi. Bu olay, Müslüman kadının kendi özel bir işini görmek için Yahudi çarşısına girdiği vakit ol­muştu. İbn Hişâm'ın naklettiği bu sebeb ile diğer seyircilerin ri­vayeti arasında tezad yoktur. Çünkü bu ikincilere göre, müslüman-lann Bedir savaşında kazandıkları zaferi, yahudiler çekemediğin­den bu tür taşkınlıklara girişmişlerdi. Yahudilerin, Peygamberimi­ze: «Eğer bizimle çarpışacak olursan, bizim nasıl adamlar olduğu­muzu sen o zaman anlarsın» diye sarfettiklen sözler, onların kinini ortaya koyuyor. Öyle görünüyor ki, iki sebeb de birlikte vukubulmuş-tur.  Onlardan biri diğerini  tamamlıyor.  Çünkü,  yahudilerin  sadece kinlerini kelimelerde ve yüzlerinde açığa vurmasından dolayı, Resûlullah'ın aralarındaki anlaşmayı bozması çok uzak bir düşün­cedir. İbn Hişâm'm rivayetine göre, bilâkis yahudilerin müslüman-lara karşı kötü davranmış olmaları gerekir...

Bu olay gösteriyor ki, İslâm'ın kadına farz kıldığı örtünme, ka­dının yüzünü de içine almaktadır. Yok eğer böyle olmasaydı, kadı­nın yüzünü örterek yolda yürümesine herhangi bir ihtiyaç kalmaz­dı. Müslüman kadının yüzünü örtmesi, kendisine emredilen dini bir hükmü yerine getirme duygusuyla olmamış olsaydı, elbette yahudi-ler, kendilerini bunu yapmaya iten birşey bulamazlardı. Çünkü ya-hudiler bununla, kadındaki, açıkça görülen dini şuuru rencide et­mek istediler.

Denilebilir ki, îbn Hişâm'ın rivayetinde tek kaldığı bu olayda biraz zayıflık vardır. Bu gibi bir hükme, delil teşkil edecek kuvvet­te de değildir. Ancak buna şehadet edecek diğer sahih hadîsler çok­tur. Onları tenkid etmeye de imkân yoktur.

Buhârİ'nin Hz. Âişe (r.aJ'den, ihrama giren kişinin giyeceği el­bise bahsinde rivayet ettiği şu söz bunlardan biridir. Hz. Âişe şöy­le demiştir: «îhrama giren kadın ağzını burnunu örtemez, yüzünü peçe vs. ile örtemez, Za'feran veya Vers sürülmüş elbise de giye­mez.» Bunun bir benzerini de tmam Mâlik; Muvatta'ında Vâfi'den, o da Abdullah bin Ömer'den rivayet etmiştir ki, ihramlı kadın yü­zünü peçe ile örtemez, eldiven giyemez[24]..

Kadının, hacda ihram esnasında yüzünü yaşmaklaması veya pe­çe takmasının yasaklanmasının anlamı nedir? Bu yasak, erkeğe de­ğil de, niçin özellikle kdına konulmuştur? Bu yasağın, o zaman Müs­lüman kadının yüzünü peçe ile kapamasından ve yaşmaklamasından dolayı meydana geldiğinde şübhe yoktur. Öyle ise var olan bu hü­küm, hacda bu istisnayı gerekli kıldı.

Müslim'in ve diğer hadis imamlarının rivayet ettiği Fâtıma bin-ti Kays hadîsi de yine bunlardan biridir. Fâtıma binti Kays'ı kocası boşamıştı. Boşama işi kesinleşince, Resûlullah (s.a.v.) ona; Ümmü Şerîk'in evinde, iddetini beklemesini emretmişti. Sonra Resûlullah (s.a.v.) ona haber göndererek; Ümmü Şerik'in evini ashabının sık sık ziyaret ettiğini ona bildirdi. Ve ona, şöyle emretti: «Sen amca­nın oğlu İbn Ümmü Mektûm'un yanında iddetini bekle. Çünkü o, gözleri görmeyen bir adamdır. Sen, başörtünü bıraktığın zaman o, seni görmez», buyurdu.

Bu hadîs, kadının yüzünü ve vücudunun diğer kısımlarını, yaban­cı erkeklere karşı, setretmesinin farz olduğuna delâlet etmesi cihetiyle vârid olmuştur.

Erkeğin, kadının yüzüne bakmasının haram olmasına delâlet yönüne gelince; bu hususta da, birçok hadis-i şerifler vârld olmuş­tur :

imam Ahmed'in, Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin de Berire'den riva­yet ettiği hadis-i şerif bunlardandır. Berire demiştir ki; Resûlullah (s.a.v.), Hz. Ali'ye şöyle buyurdu: -— Yâ Ali! Bir bakıştan sonra tek­rar bakma. Zira birinci bakış senin için caiz ise de, ikincisi değildir.» Yine Buhâri bu konuda İbn Abbâs'tan şunu rivayet eder: «Resû­lullah (s.a.v.) kurban gününde, Minâ'da Fadl bin Abbas'ı bineğinin arkasına almıştı. Bu esnada Has'am kabilesinden genç ve güzel bir kadın Resûlullah'a fetva sormak için gelmişti. Fadl bin Abbas bu kadına bakmaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), Fadl'ın çenesinden tutup, kadına bakmasın diye yüzünü başka tarafa çe­virdi».

Oukuyucu, bu hadislerde iki yasağın biraraya geldiğini görüyor: Biri, kadının yabancı erkekler karşısında yüzünü veya vücudunun bir başka yerini açmasının yasak oluşu. Diğeri ise; erkeğin kadına bakmasının yasak oluşu... Bu hadislerde, kadının yüzünün yabancı erkekler karşısında avret (kapanması gereken yer) olduğuna de­lâlet vardır. Ancak, öğrenme, şahidlik, tedavi zarureti g bi özel durum­lar bundan müstesnadır.

Kadının yüzünün ve ellerim avret olmadığı görüşüne sahib olan mezheb imamlarına göre, onları örtmek vâcib değildir. O imam­lar, bunun aksine delâlet eden yukarıdaki hadis-i şeriflerin, vücûb değil de mendûb olduğuna hamlettiler. Şu kadar var ki; bütün imam­lar, kadının vücudundan herhangi bir yere şehvetle bakmanın ca­iz olmadığında, günah işlemenin yaygınlaşıp, kadına bakan fûsık-ların ve kötü niyetlilerin çoğunluğu teşkil ettiği zaman ve zuminde, kadının yüzünü örtmesinin vâcib olduğunda ittifak etm şlerdir.

Bugünkü müslümanların durumu : Fısk u fücurun, kötü ahlâk ve terbiyenin yaygınlaştığı gözönündc bulundurulunca; bu durum­da, kadının yüzünü açmasının caiz olduğunu söylemeye imkân bu­lunmadığı anlaşılmış olur... Hakikaten bugün İslâm toplumunun gös­terdiği bu tehlikeli düşüş karşısında müslümanlara şu yaraşın Bu tehlikeli dönemi atlatıncaya, dizginleri kend: ellerine alıncaya ka­dar, daha dikkatli yürümeleri, daha tedbiri   elmaları,..

Kısa bir ifadeyle deriz ki, genel bir Islâmi program dahilinde tutacak, meşru hududu aşmaktan ve ölçüyü kaçırmaktan alıkoya­cak, dun ve içt mai bir akım icad edilmediği sürece; dinî ruhsatlara yönelmek k'^uun ayağını kaydırır, vacibleri terk ve herşeyi mubah görmeye goturur

Bir kısım insanların şu anlayışı ne kadar da tuhaftır: Bunlar koylaştırma ve hafifletme makamında, «zamanın değişmesiyle hü­kümler de değişir» kaidesine tutunarak vacibleri mubah kılmakta­dırlar. Fakat bunun aksine b.r durum olunca da, bu kaidenin mut­lak olduğunu düşünmüyorlar. Halbuki ben, içinde bulnuduğumuz dönemin gereklerine bakarak yürürken, daha çok sakınmayı ve Al­lah müslumanlara, istenilen Islâmî toplumu hazırlayıncaya kadar, çok daha ölçülü yürümenin gerektiğine inanıyorum. Sürçmenin çok olduğu bu döneme bakarak kadının yüzünü örtme zaruretinde, za­manın değişmesiyle hükümleri değiştiren zarureti gösterecek b!r ör­nek de bulamıyorum...

2- Benî Kaynuka yahudileri yüzünden çıkan bu hâdise, on­ların müslumanlara karşı kalblerinde bulunan gizli kine işaret edi­yor. Fakat yahudilerin, müslumanlara karşı olan kinlerini gzleme-yi ve hilelerini saklamayı başardıkları bu üç yıl süresince, neden bu kinin belirtileri ortaya çıkmakta gecikti?

Cevab: Onların duygularını alevlendiren, içlerinde bulunan giz­li kini ortaya çıkaran asıl sebeb müslümanların Bedir savaşında elde ettikleri zaferdir. Bu zafer yahudilerin hiç beklemedikleri bir sonuçtu. Böyle olunca da, içlerinde taşıdıkları kin ve öfke onları sıkmaya başladı ve başvurdukları bu gibi şeylerle hasetlerini or­taya koymaktan başka bir yol bulamadılar. Nihayet onların kinle­ri, müslümanların Bedir'de elde ettikleri parlak zaferi müteakip or­taya attıkları sözlerde ve yorumlarda açık bir şekilde kendini gös­terdi...

îbn Cerîr, Medine yahudilerinden biri olan Mâlik bin Sayf'ın Bedir dönüşünde, bir kısım müslumanlara şöyle dediğini rivayet eder: «Savaşmayı bilmeyen bir Kureyş topluluğu ile karşılaşmanız sizi aldatmasın. Şayet biz, sizin aleyhinize aldığımız kararı uygula­ma alanına koysak, bizimle savaşmaya gücünüz yetmez.»

Eğer yahudiler, müslümanlarla kendileri aralarında bulunan an­laşma ve sözleşmelere saygı gösterselerdi, elbette müslümanlardan onlara bir kötülük gelmez, onları evlerinde ve yurtlarında rahatsız edecek bir kimse de çıkmazdı. Ancak onlar, şerre rızâ gösterdiler. Böylece de şer, dönüp dolaştı kendi başlarına geldi.

3- İslâm'da münâfık'a yapılan muamele :

Bu olay ve bunun ardından, Abdullah bin Ubey'in gördüğümüz şekliyle yahudileri savunması olayı, bu adamın münafıklık halin­den hiçbir şeyi hemen hemen gizli bırakmıyor. Onun bu durumun­dan anlaşılıyor ki, bu adam, islâm'a nifak sokmak istiyor, kalbinin derinliklerinde İslâm'a ve müslümanlara yalnızca kötülük besli­yordu.

Ancak Resûlullah ts.a.v.) buna rağmen ona bir Müslüman mu­amelesi yapıyordu. Onun hukukunu çiğnemiyor, ona verdiği sözden asla caymıyordu. Resûlullah (s.a.v.) hiçbir zaman ona bir müşrik veya bir mürted ya da müslümanhğında yalancı bir kişi muame­lesi yapmadı. Israr ettiği ve çok yalvardığı hususlarda Resûlullah, onun bu arzularını yerine getirdi.

Bu olay - bütün âlimlerin ittifak ettiği gibi - bir münafığa, şu dünyada müslümanlann bir müslümanmış gibi davranmaları ge­rektiğine işaret ediyor. Bir münafığın münafıklığı kesin olsa bile yine de böyle muamele görür. Bunun sebebi, îslâmî hükümlerin iki yönden oluşmasıdır. Biri bu dünyada uygulanma yönü. Müslü­manlar, kendi aralarında ve kendi toplumlarında bunu tatbik et­mekle mükelleftirler. Bunun denetiminin, halife veya devlet başkanı üzerine alır. Diğer yönü ise âhirette tatbik edilenidir ki, o da sadece Allah'a kalmıştır.

Birincisi dünyevi olup, maddi ve duyularla anlaşılabilen kazi deliller üzerine kurulur. Çünkü bu hükümlerin neticelerinden yal­nızca zahirin icabı ne ise o yapılır. Bu işte vicdani delillerin ve istin­taç edilen karinelerin hiçbiri etkisi yoktur.

İkincisi ise, vicdani kanaatlere dayanır. Bu konudaki karar Al­lah'a havale edilir. Bu kaideyi belirtmek maksadıyla Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: «Şimdi biz, amellerinizin bize görünen ya­nıyla sizi değeıiend'riyoruz.» Bu hadisi Buharı rivayet etmiştir. Yi­ne Resûlullah (s.a.v.), Buhârİ ile Müslim'in rivayet ettiği hadîste şöyle buyurur: «Sizler dâvalarınızı bana arzediyorsunuz. Bazınız (hak­sız iken) hüccetini daha düzgün ifadelere göre (doğru zannederek) onun lehine hükmedebilirim. Binâenaleyh kimin lehine, bir Müslü­man kardeşinin hakkı ile hükmetmiş isem, sakın bu hakkı üzerine almasın. Ancak o, ateşten bir parçadır.»

Bu kaidenin meşru kılımşındaki hikmet; insanlar arasında, ada­letin, tam bir güven içinde, oyuncak haline getirilmeden ve haklar ihlâl edilmeden icra edilmesidir. Çünkü, bazan bir kısım hâkimler,

nefsanî ve şahsî içtihadlarına kapılarak,  bazı kişilere haksız yere zarar verme yolunu tutabilirler.

Bu şer'i kaidenin uygulaması olarak; Resûlullah (s.a.v.), müna­fıkların içlerinde gizledikleri ve görünürde bulunan birçok halleri­ni bilmesine ve Allah katından kendisine vahiyle bildirilmesine rağ­men, münafıklara ahkâm-ı şeY'iyyede hiçbir ayırım yapmadan; müs-lümanlara yaptığı muamelenin aynisini yapıyordu...

Bu durum, müslümanlann, münafıklara karşı daima dikkatli ol­malarına ve onların davranışları karşısında tam b.r uyanıklık içinde bulunmalarına aykırı değildir. Bu, her yerde ve her zamanda müs­lümanlann başta gelen ödevlerindendir. [25]

 
-Gayr-i Müslimleri Dost Edinmek -
 

Biz bu hâdisenin teşriî sonucu hakkında (ki, o da, bu olayı açık­lamak için inen Kur'an âyetleridir) düşündüğümüz zaman; herhangi bir Müslümanın, bir gayr-â müslimi kendisine dost (yâni aralannda yardımlaşma ve dostluk mes'ûliyetinin müşterek olduğu) bir arka­daş edinmesinin caiz olmadığını anlamış oluyoruz.

Müslümanlar arasında, üzerinde ihtilâfa düşülmemiş İslâmİ hü­kümlerden biri de budur. Çünkü bu konudaki sarih Kur'an âyetle­ri birçok yerde tekrar edilmiştir. Ayrıca bunları tavzih eden hadis-i şerifler de mânevi tevatür derecesine ulaşıyor. Bu delilleri burada serdetmeye imkân yoktur. Zaten onlar, herkes tarafından bilinen, araştırmacıya gizli kalmayan şeylerdir.

Bu hükümden yalnızca bir durum istisna edilmiştir. O da, müs-lümanların çok zayıf oluşları sebebiyle,  bu dostluğa mecbur bıra­kıldıkları zamandır. Çok zayıf olmaları, jstemiyerek onları buna sev-keder. Cenâb-ı Hak, bu konuda şöyle buyurarak izin vermiştir: «Mü'-minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böy­le yaparsa, Allah katında bir değeri yoktur. Ancak onlardan gelebile­cek  bir tehlikeden dolayı sakınmanız müstesnadır. Allah size asıl kendisinden   korkmanızı    emreder.    Nihayet   gidiş   de   ancak   Al­lah'adır[26]».

Şurasını bilmemiz gerekir ki, gayr-i müslimleri dost edinmeyi yasaklamak, onlara karşı kin gütmeyi emretmek anlamına gelmez. Zaten Müslümanın, insanlardan herhangi birine karşı kin taşıması yasaklanmıştır. Yalnız burada, insanın herhangi bir kişiye Allah için buğz etmesi Ue kin tutması arasında büyük bir farkın olduğunu bilmek gerekir. Birincisinin kaynağı Allah'ın razı olmadığı bir mün-kerdir ki; Yüce Allah'ın bir Müslümandan, onu işleyene karşı buğz etmesini istemesi kendi hakkıdır. Ama ikincisinin kaynağı, kişinin amellerine ve davranışlarına bakılmaksızın, bizzat kendi şahsıdır. İş­te tsîâm bunu yasaklıyor.

Allah için öfkelenmenin temelinde, öfkeyi hak etmiş bir kâÇi-re veya isyankâra karşı acımanın etkisi vardır. Çünkü kendi nefsi için istediği şeyi bütün insanlığa da istemesi, mü'minin şiarıdır. Bir mü'min, sadece kendi nefsini kıyamet azabından kurtarma ve ken­di nefsi için ebedi saadeti garanti etme gayret ve düşüncesinde ol­maz. Çünkü, mü'minin kâtirlere ve âsilere karşı öfkelenmesindeki etken, yalnızca onlara acıması, onların nefislerini ebedi azaba; âhi-rette Allah'ın azabına atmalarından duyduğu üzüntüsüdür. Aşikâr­dır ki, bu öfke herhangi bir husustaki kinden dolayı olmamakta­dır. Böyle olsa, mutluluğu ve iyiliği için, babanın oğluna veya kar­deşe kızması kin olurdu.

Bu durum, birçok zamanlarda kâfirlere karşı muamelede katı dav­ranmanın meşruiyetine aykırı düşmez. Çok kerre, bu tür bir katı davranış, biricik ıslâh vesilesi olur, o da şefkat ve merhamet için ge­rekli olan neticedir. Nitekim şâir şöyle diyor:

«Islâh olmaları için sert davranmıştı.

O halde merhametli kimse,

Acıdığı kişiye bazen sert davransın.»

Böylece şunu da bilmek gerekir ki; kâfirlerle dostluğun yasak­lanması; onlarla müslümanların arasında çıkan anlaşmazlıklar da, adalet prensibini uygulamada veya müslümanlarla onların arasında yapılan anlaşmalara riayet hususunda, ihlâl edici davranışın ceva­zını gerektirmez. Çünkü sürekli olarak adaletin uygulanması gere­kir. Allah için öfkelenme ve nefretin, adalet prensibinin uygulanma­sı karşısında, asla engel olarak dikilmemesi gerekir. Bu konuda, Ce-nâb-ı Hak : «Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahldHk edenler olunuz! Bir topluluğa karşı olan öfkeniz, sizi adaletli davranmaktan alıkoymasın! Adaletli davranın ki, O, tak­vaya daha çok yakın olandır. Allah'tan korkun. Şübhesiz ki, Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır[27]» buyuruyor.                           Asıl maksad, müslümanların gayr-i müslimlere karşı bir tek ümmet olduklarını bilmektir.   Nitekim   önceki konularda açıklamasını yaptığımız (BELGE: Hz. Peygamber'in Anayasası) bu hususu kaideleştirmişlir. Durum böyle olunca, gayr-i müslimlerle dostluk ve kardeşliğin sınırlı olması gerekir. Ama bütün insanlarla birlikte, gayr-i müslimlerle olan muamelelerde de, adalet prensibinin hassas bir şekilde uygulanması gerekir. Ayrıca bütün insanlığın hayrım istemek, tüm İnsanlara, kurtuluşa ermeleri ve doğru yolu bulmaları için duâ etmek icabeder... [28]

 

3- Uhud  Savaşı
 

Savaşın Sebebi:
 

Bedir savaşında sağ kalan Kureyş ululan Bedir'de öldürülenlerin intikamını almayı kararlaştırdılar. Resûlullah (s.a.v.)'a karşı sa­vaşmak üzere kuvvetli bir ordu hazırlamak için Ebû Süfyan'ın ker­vanından ve kervandaki mallardan yararlanmayı plânladılar. Bu konuda Kureyş sözbirliği etmişti. Ayrıca «Ehâfrş» denilen Arap ka­bileleri de kendilerine katıldı. Savaş sırasında müslümanlar onları kuşattığı vakit, erkeklerin bırakıp kaçmasını önlemek için kadınlar­dan da büyük bir kalabalığın yardımını istediler. Sayıları üç bin sa­vaşçıya varan bir ordu ile Mekke'den hareket ettiler.

Resûlullah (s.a.v.) bu haberi duyunca hemen ashâbıyla istişare etti. Onları, düşmanı karşılamak ve savaşmak için Medine'nin dışı­na çıkmakla, Medine'de kalmak arasında muhayyer bıraktı. Buna göre, eğer Kureyş ordusu Medine'ye girerse, orada savaşacaklardı. Müslümanların yaşlılarının bir kısmının fikri, Medine'den çıkma­maktı. Münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selûl de bu görü­şün sahiplerinden idi. Ancak Bedir'de savaşma şerefine eremenvş Sahâbe-i Kirâm'dan birçokları da ikinci bir görüş olarak şehrin dı­şına çıkmayı arzu ettiler ve onlar Resûlullah'a şöyle dediler: «Yâ Resûlâllah! Sen bizi düşmanlarımıza karşı çıkar ki, onlar bizim ken­dilerinden korkmadığımızı ve sinmediğimizi görsünler.» Bu görüşün sahipleri Resûluîlah'i kendi görüşlerine razı edinceye kadar onun ya­nından ayrılmadılar. Bunun 'üzerine, Resûlullah (s.a.v.î hemen hâ-ne-i şeriflerine girip zırhını g^ydi ve silâhını aldı. Resûlullah'a Medi­ne'nin dışına çıkmak için ısrar eden kişiler, arzu etmediği şeyi ona zorla kabul ettirdiklerini zannederek yaptıklarına pişman oldular. Resûlullah (s.a.v.) çıkıp yanlarına gelince: «Yâ Resûlâllah, senin hoş­lanmadığın şeyi biz sana ısrar ettik! Halbuki bu konuda bize herhan­gi bir şey düşmez. Sen istersen, Medine'de kal!» dediler. Resûlullah (s.a.v.) da: «Bir peygambere, zırhını giydikten sonra düşmanlarıyla savaşmadan onu çıkarıp yerine koyması yaraşmaz[29]» dedi.

Sonra Resûlullah Cs.a.v.) ashabından bin kişilik bir orduyla Me­dine'den dışarı çıktı. Bu hareket hicretten iki yıl sekiz ay sonra, Şev-vâl'in yedinci günü Cumartesi olmuştu[30]. Hz. Peygamber'in ordusu Medine ile Uhud arasında bir yere gelince, münafıkların başı Abdul­lah bin Ubey bin Selûl kendi adamları ve taraftarlarıyla birlikte or­dunun üçte biri kadar bir toplulukla ayrılıp; «O (Resûlullah'ı kasde-dlyor) re'y ve görüş sahibi olmayan delikanlıların sözünü dinledi de beni dinlemedi. Şuracıkta biz, kendimizi ne diye öldüreceğimizi bir türlü anlıyamadım?» diyerek geri döndü.

Abdullah bin Haram onların arkasından yetişerek, «Allah'ı se­verseniz, Resûlullah'ı yardımsız bırakmayınız» diyerek yalvarıyor-du. Fakat Abdullah bin Ubey bin Selûl de, «Bllsek ki savaş olacak, mutlaka sizinle gelirdik» dedi. Buharı, Zeyd bin Sabit (r.a.)'den şu­nu naklediyor:

Müslümanlar kendilerinden ayrılıp giden bu kişilerin durumu hakkında anlaşmazlığa düştüler. Bir grup, -onlarla savaşalım» der­ken, diğer bir grup da; «Bırakalım onları» diyordu. Bu konuda Ce-nâb-ı Hakk'ın şu kelâmı indi: -Siz hâlâ niçin münafıklar hakkında - Allah onları kazandıkları bunca günahlar yüzünden tepesi aşa­ğı getirdiği halde - iki zümre (bölük) oluyorsunuz? Allah'ın saptır­dığını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz? Allah kimi saptı-rırsa, artık onun için hiçbir yol bulamazsın[31]».

Sahâbe-i Kirâm'dan bazıları, yahudilerle aralarında yardımlaş­ma sözleşmesi bulunduğu için onlardan yardım istemeyi teklif et­tiler. Resûlullah (s.av.) da: «Bir şirk ehlinden birine karşı diğer şirk ehlinden yardım isteyemeyiz[32]» buyurdu.

Resûlullah ve Ashabı - yediyüz savaşıçyı aşmıyorlardı - Uhud'da Şı'b vadisinde karargâh kurdu. Müslümanlar Medine'yi karşıları­na alarak arkalarını dağa verdiler. Resûlullah Cs.a.v.) müslüman-ların arkasındaki dağın tepesine elli kişilik bir okçu grubunu yer­leştirdi ve onların başına Abdullah bin Cübeyr'i komutan ta'yin et­ti. Ayrıca onlara şöyle emir verdi: «Haydi kalkınız, şurada yerlerini­zi alınız. Bizi arkamızdan koruyunuz! Düşmanı yendiğimizi görse­niz de sakın, bize katılmayınız! Düşmanların bizi öldürdüklerini gör­seniz de, yine gelip bize yardımcı olmayınız[33]» dedi.

Râfi bin Hadx Semûre bin Cündeb, Resûlullah ile beraber savaşa katılmaya ısrar ettiler. Halbuki, yaşları henüz onbeş idi. Re­sûlullah (s.a.v.î yaşlarının küçüklüğü sebebiyle onları kabul etme­di. Resûlullah'a: «Ey Allah'ın Elçisi! Râfi gerçekten bir okçudur» de­nilince, ona izin verdi. Bunun üzerine Semûre bin Cündeb tekrar Resûlullah'm yanına sokularak: «Vallahi ben Râfi'yi yenerim» de­di. Bu sefer Resûlullah (s.a.v.)  ona da izin verdi.

Resûlullah (s.a.v.) elinde tuttuğu kılıcını göstererek: «Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?» diye sordu. Ebû Dücâne, Resûlul­lah'm yanına gelerek: «Onun hakkını vermek üzere ben alırım» de­di. Hz. Peygamber de kılıcı ona verdi. Ebû Dücâne kırmızı bir sa­rık çıkarıp başına sardı. Ölesiye savaşmayı istediği vakit, o böyle yapardı. Sonra saflar arasında çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.): «Bu öyle bir yürüyüştür ki, Al­lah onu bu gibi yerlerin dışında sevmez[34]» buyurdu. Sonra Resû­lullah (s.a.v.) sancak-ı şerifi Mus'ab bin Umeyr'e verdi. Müşriklerin sağ kanadına Halid bin Velid, sol kanadına ise, Ebû Cehü'in oğlu tkrime kumanda ediyordu.

Artık insanlar savaşmaya ve birbirini öldürmeye başladılar. Savaş iyice kızışmıştı. Müslümanlar, müşriklerin bozulmaya başla­dıklarını anlıyorlardı. Müşriklerle karşı karşıya meydan okuyarak savaşanların başında Ebû Dücâne, Hamza bin Abdülmuttalib ve Mus'ab bin Umeyr (r.a.) gelmekteydi.

Mus'ab bin Umeyr (r.a.), Resûlullah (s.a.v.) 'in önünde şehid edilince sancak-ı şerifi Ali bin Ebi Tâlib kaptı. Allah (c.c.) müslü-manlara yardımını gönderir göndermez, hemen müşriklerin safla­rında yenilgi görüldü. Artık müşrikler hiçbir şeye bakamaz oldu­lar ve kadınları «yazıklar olsun» diye bağrışmaya başladılar. On­ların arkasından da, müslümanlar önlerine geleni kılıçtan geçiri­yorlar, mallarını da yağma ediyorlardı. Bu durumu gören dağın te­pesindeki nöbetçi okçular, aşağı inmeyi tartışmaya başladılar ve aralarında anlaşmazlık çıktı. Okçuların çoğu savaşın sona erdiği­ni zannederek, hemen aşağı indiler. Arkadaşlarıyla yerinde kalan Abdullah bin Cübeyr de Sahâbe-i Klrâm'dan beş kişi ile birlikte şe­hid oldu. îbn Hişâm'ın rivayetine göre, o beş kişinin sonuncusu Umâre bin Yezid bin Seken idi. O da Resûlullah'm önünde yarala­nıp yere düşünceye kadar savaştı. Resûlullah (s.a.v.î, onun yere düşmesi üzerine: «Onu bana doğru yaklaştırınız» buyurarak, mü­barek ayaklarım onun başına yastık yaptı. Yanağı Resûlullah'm ayağı üzerinde iken ruhunu teslim etti.

Sonra savaş iki taraf arasında sakinleşti ve müşrikler savaş alanım bırakarak dağıldılar. Kazandıkları zaferle gururlandılar Müslümanlar şehidleri için feryâd ediyordu. Şehidlerin arasında, Hamza bin Abdülmuttalib, Yemân, Enes bin Nadr, Mus'ab bin Umeyr ve daha birçokları vardı. Hz. Peygamber (s.a.v.), amcasının şehid edilişine son derece üzüldü. Hz. Hamza'ya müsle yapılmıştı. Yâni karnı yarılmış, burnu ve kulakları kesilmişti. Resûlullah (s.a.v.) şe-h'dlerden iki kişiyi bir elbiseye koyuyor ve soruyordu: «Onların Kur'an'dan en çok ezbere bileni hangisi? Kendisine gösterileni daha önce kabre koyuyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.): «Kıyamet günü bu kişilere şahidlik edecek benim» buyurdu. Onların üzerlerine cena­ze namazı kılınmadan ve yıkanmadan kanlı elbiseleriyle defnedilme­lerini emretti[35].

Yahudiler ve münafıklar müslümanlann başına gelenlere sevinç­lerini göstermeye başladılar. Abdullah bin Ubey bin Selûl ve arka­daşları, müslümanlara:

«Eğer siz beni dinleseydiniz, sizden öldürülen kişiler öldürül-mezdi» diyorlardı. Üzerinde vehme kapıldıkları zaferi ve Resûlul­lah ile ashabının arasını açmak için çeşitli yolları denemeye baş­ladılar. Bunun üzerine Allahü Teâlâ, yahudilerin ve münafıkların uydurdukları yalan haberlerin asılsızlığını açıklamak, Uhud sava­şında meydana gelen olayların hikmetini beyân etmek için Âl-i İm-rân süresindeki şu âyet-i kerimeleri indirdi. O âyetler: «Hani sen, mü'minleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek üzere erken­den evinden ve ailenden ayrılmıştın. Allah hakkıyla işiten, herşeyi bilendir» âyetiyle başlıyor, «Kendiler, evlerine oturup kardeşlerine: (Bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi)» dediler. De ki, «Eğer doğru sözlü  iseniz,  ölümü kendinizden savın[36]»   âyetiyle  sona eriyor.

Resûlullah (sa.

hafız_32
Thu 7 October 2010, 10:50 am GMT +0200
(sa.v.) Cumartesi akşamı Uhud'dan geri döndü. As-hâbıyla birlikte geceyi Medine'de geçirdi. Müslümanlar da geceyi, yaralarını tedavi etmekle geçirdiler. Resûlullah (s.a.v.) Pazar günü sabah namazını kıldırınca Hz. Bılâl'e, bağırarak şöyle söylemesini emretti: «Resûlullah (s.a.v.) size düşmanı takib etmenizi ve dün savaşta bulunanların dışında kimsenin bizimle birlikte çıkmamasını emrediyor1» Hz. Peygamber (s.a.v.) henüz bağı çözülmemiş sanca­ğını istedi. Onu Hz. Ali'ye verdi. Müslümanlar aralarında yaralılar ve düşkünler olduğu halde yola çıktılar. Ta, Hamrâu'l-Esed'e kadar gelip karargâhı kurdular  Burası, Medine'ye on mil uzaklıktaki bir yerdi. Müslümanlar burada büyük büyük ateşler yaktılar. Ta uzak yerlerden görülsün ve sayılarının çok kalabalık olduğu sanılsın di­ye böyle yaptılar.

Ma'bed bin Ma'bed el-Huzaî, - henüz o gün Huzaa müşriklerin­den biri idi - yanlarından geçti. Sonra onlardan uzaklaşıp aşarak müşriklerin yanına geldi. Müşrikler Uhud'da kazandıkları başarı­nın gururu, sevinci ve şamatası içinde idiler. Müslümanların işini bitirmek için tekrar Medine'ye dönmeyi müzakere ediyorlardı. Saf-van bin Ümeyye ise onları bundan vazgeçirmeye uğraşıyordu. Ebû Süfyan, Ma'bed'I görünce: «Ey Ma'bed! Geriden, geldiğin yerden ne haber var?» diye sordu. O da: «Yazık size! Muhammed ile ashabı, şimdiye kadar bir benzeri daha görülmemiş sayıda asker toplayıp peşinize çıktılar. Size olan kızgınlıklarından dolayı ateş püskürü-yorlar! Onlarda size karşı bir benzeri daha görülmemiş bir kızgın­lık var!» dedi. Yüce Allah da bu sözlerle müşriklerin kalblerine bü­yük b'.r korku düşürdü. Onlar da hemen Mekke'nin yolunu tutarak, sür'atle kaçtılar. Resûlullah (s.a.v.), Hamrau'l-Esed'de pazartesi, sa­lı ve çarşamba günlerini geçirip sonra Medine'ye döndü[37].

 
İbretler Ve Öğütler
 

Uhud savaşı her asırdaki müslümanlar için önemli dersleri ih tiva ediyor. Uhud savaşının, açıkladığımız şekil üzere vuku bulma­sının hikmeti şudur: Orada müslümanlara, düşmanla yaptıkları sa­vaşlarında, zafere nasıl ulaşılacağını, hezjmet ve dağılma tehlikele­rinden nasıl korunulacağını öğreten pratik dersler veriliyor. Şimdi biz, bu büyük derslerin üzerinde durup sırayla düşünelim:

1- Yine burada Resûlullâh'ın kendisi için edindiği bir pren­sip ortaya çıkıyor. O da müşavere ve araştırmayı gerektiren her işte, ashâbıyla müşavereye başvurmasıdır. Fakat biz burada, Be­dir Savaşı öncesinde vuku bulan müşaverede göremediğimiz ayrı bir özellik üzerinde duracağız. Hz. Peygamber (s.a.v.), Ashabın, gö­rüşlerinden vazgeçip, pişman olmalarına ve uygun gördüğü takdir­de Medine'de kalmasını rica etmelerine rağmen; savaş hazırlığını bitirip, zırhını giydikten sonra, düşmanı karşılamak için Medine dı­şına çıkmadan geri dönme fikrine katılmadığını gördük. Halbuki Resûlullah (s.a.v.) müşavere ânında Medine'de kalma fikrine mey­lediyordu ve öyle görünüyordu.

Bundaki açık hikmet, belki de; savaş için gerekli hazırlığı yap­tıktan ve Resûlullah silâhını alıp zırhını giymiş bir vaziyette, asha­bının ve kavminin içinde göründükten sonra, artık iş; yeniden mü­nakaşa etmenin, istişare ölçülerini aştığını gösteriyordu. Özellikle de, müşavereyle birlikte, o kadar büyük bir sebat isteyen savaş ka­rarlarında, yine savaş için gerekli hazırlığı yaparak onların yanına çıktıktan sonra Resûlullah'ın, Medine dışına çıkmayı' ertelemesin­den, bir irade zaafı ve bocalama anlamı çıkacaktı. Bu ise çok kere anlamsız korku ve endişeden kaynaklanıyor. Bunun i.in, Hz. Pey­gamber (s.a.v.) kavminin şamatasına ve kendi aralarındaki itham­lara aldırmaksızın kesin tutumunu belirten bir ifade ile onların sö­züne: «Bir peygambere zırhını giydikten sonra düşmanlarıyla savaş­madan onu çıkarıp yerine koyması yaraşmaz[38] diye cevab verdi...

2- Bu savaşta münafıkların hali iyice açığa çıkmıştı. Bu da tabiîdir. Hani bu savaş, birçok gaye ve hikmetleri ihtiva etmekte­dir. En önemlilerinden biri de mü'minleri, aralarına katılmış bulu­nan münafıklardan arındırmaktır. Bunun arkasında da müslüman-lar için büyült faydalar vardır. Nitekim sonunda durum onların ya­rarına tecelli etmişti.

Abdullah bin Ubey bin Selûl'ün, Medine'den çıktıktan sonra üç-yüz kişilik taraftarıyla birlikte, Resûlullah ve ashabından nasıl ay­rılıp gittiğini görmüştük. Kendi itirafına göre bunun zahirdeki sebe­bi; Resûlullah (s.a.v.)'in, yalnızca toy delikanlıların görüşünü alıp, kendi gibi yaşlılardan, düşünce ve kanaat sahibi kişilerin görüşü­nü almayışıdır. Ancak için hakikatında kendisinin, mü'minlerin ya­nında savaşmayı istememesi var. Çünkü o kendisini, tehlikeli ve meçhul işlere atmayı arzu etmiyor... Münafıkların en bariz özellik­lerinden biri de işte bu: İslâm'ın helâl kıldığı ganimetleri almayı ama, bu uğurdaki zarar ve yorgunluklardan uzak durmayı ister­ler!... Onların islâm'dan beklediği yalnızca iki şeyden birisidir: Bek­ledikleri ganimeti almak, çekindikleri zorluk ve meşakkattan kaç­mak.

3- Hz. Peygamber (s.a.v.), bu savaşta müslümanların sayısı­nın azlığına rağmen, gayr-i müsümlerden yardım istemeye razı ol­madı. İbn Sa'd'ın Tabakat'ındaki rivayetine göre, Resûlullah (s.a. v.) şöyle buyurmuştur: «Ehl-i şirkten birine karşı, diğer ehl-i şirk­ten yardım istemeyiz[39]». Müslim de şu hadîsi rivayet etmiştir: Resûlnilullah ts.a.v.) Bedir günü, kendisiyle birlikte savaşmak için arka­sından gelen bir adama: «Sen Allah'a inanıyor musun?» diye sor­du. O da: «Hayır», deyince, Resûlullah (s.a.v.) : «Öyle ise hemen geri dön. Ben ebediyyen bir müşrikten yardım istemem» buyurdu.

Ulemadan büyük bir çoğunluk, buna binâen, savaşta kâfirler­den yardım istemenin caiz olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Bu hususta Imâm-ı Şafii, bir ayırım yaparak şöyle demiştir: «Devlet başkanı, kâfirin müslümanlar hakkında iyi niyetli ve emanet sahi­bi olduğuna kanaat getirirse ve o andaki ihtiyaç kâfirden yardım istemeyi de gerekli kılıyorsa, yardım istenebilir. Aksi halde olmaz'».

Bu görüşün bütün deliller ve kaidelerle ittifak halinde olduğu muhtemeldir. Zira Hz. Peygamber'in Huneyn günü, Safvan bin Ümey-ye'nin yardımını kabul ettiği rivayet edilmiştir. Bu duruma göre, bu mes'ele, siyaset-i şer'iyye diye isimlendirilen şeyler çerçevesine gir­mektedir. Resûlullah'ın Bedir ve Uhud'da yaptığıyla Huneyn'de yap­tığının arasındaki farkı, inşâallah münasip yerinde açıklayacağız.

4- Üzerinde düşünmeye değer hususlardan biri de Semûre bin Cündeb ile Râfi bin Hâdic'in durumlarıdır. Halbuki her ikisi de he­nüz onbeş yaşlarım aşmamış çocuklardı. Savaşa katılmak için, ken­dilerine izin vermesi için nasıl da gelip Resûlullah'a yalvarıyorlar. Hangi savaşa? Ölümün kol gezdiği savaşa. Taraflar arasında mu­vazenenin bulunmadığı bir savaşa. Müslümanların sayıları yediyü-zü ğeçmiyorken kâfirlerin üç bin kişiyi aşan bir güce sahip olduğu savaşa...

Hakikaten, İslâm'a fikri saldırıda bulunanların bazısı bu gibi olaylar üzerinde dururken-, Arapların ardı arkası kesilmeyen harb-lerin gölgesinde yaşayan bir millet, yâni savaş ortamında gelişmiş, varlığını sürdürmüş millet olduklarını sanmış; bunun için de o sa­vaşlara, onlara göre korkudan uzak ve bütünüyle benimsenen bir durum olarak bakmışlardır. Bu son derece garib bir görüştür.

Şübhe yok ki bu tahlili yapan kişiler; bu sözleri söylerken, hay­ret verici bir ısrar içinde-, Abdullah bin Ubey bin Selûl ve arkadaş­larından üçyüz kişinin, sırf rahatları ve savaşın doğuracağı tehli­kelerden uzak kalmak niyeti, yâni korkudan ötürü geri döndükle­rini görmezlikten geliyorlar!.. Ve yine bu tahlilin sahipleri: yaz sıcağının ortasında Medine'nin gölgesini, meyvalarını ve sularını tat­mak isteyen, «bu sıcakta savaşa çıkmayınız!» diyerek, Resûlullah'ın savaşa çıkma çağrısından yüz çeviren bu münafıkların savaştan ka­çışlarını da görmezler. Müşriklerin sayılan kabarık, müslümanla-rın sayıları az ve kalblerine de korku düşmüş olduğu halde, Bedir savaşında müşriklerin yenilgilerini de görmemezlikten gelirler... Halbuki müşrikler de savaşların gölgesinde doğmuş, o çilelerle bes-lenmş ve onların zorluklarını küçümsemiş olması gereken aynı Arap soyundan idiler.

Apaçık bir olayın vereceği hükmü kabulîenmcyip kaçırmak, in­saflı bir kişi için oldukça zordur. Şöyle ki: Bu gibi çocukların, ölü­mün üzerine doğru koşmalarındaki sır, yalnızca kalbe kök salmış, üzerine de şiddetli bir peygamber sevgisi yerleşmiş yüce bir iman duygusudur. Bu iman ve bu sevgi' nerede bulunursa; böyle yiğitlik ve ölümün üzerine yürüme, orada kendini gösterir. Nerede, kalb-deki muhabbet azalır, iman da zayıflarsa; hemen orada atılganlık tembelliğe ve çekingenliğe, ölümün üzerine doğru yürüme de, kor­ku ve ürkekliğe dönüşür...

5- Resûlullah'ın, ashabının saflarını düzene korken, onlara sa­vaş vaziyeti aldırırken, müslümanların arkalarına gerekli muhafız­ları yerleştirirken ve okçulara savaş meydanındaki arkadaşlarının durumunu nasıl görürlerse görsünler; kendisinden bir emir alma­dıkça kesinlikle yerlerini terketmemelerini emrederkenki halini dü­şünerek diyoruz ki; bâris bir hakikat ortaya çıkar ve arkasından da diğer birçok önemli olaylar aydınlığa kavuşur!

O bariz hakikat, onun savaş ânında gösterdiği askeri meha-retidir. Resûlullah (s.a.v.) savaş plânlarını ve taktiğini tensipte, kur­maylıkta önde gelmektedir. Şübhesiz ki Allahü Teâlâ onu bu saha­da nâdir bir dehâ ile mücehhez kılmıştır Fakat biz diyoruz ki, bu dehâ ve meharet, ancak onun semavî risâlet ve nübüvvetinin ar­kasından gelir. Resûlullah'ın savaş tekniğinde ve diğer hususlarda mahir ve dâhi olmasını gerekli kılan şey, Nübüvvet ve Risâlet mer­kezidir. Nitekim aynı merkez onun her türlü zelle ve sapmadan uzak ve masum olmasını gerekli kılmıştı. Biz bu hususu bu kitabın bi­rinci bölümünde açıkladık. Artık tekrarına gerek yoktur.

Resûlullah (s.a.v.)'in özel olarak okçular için, genel olarak da ashabı için yaptığı şu güzel tavsiyelerin arasından çıkacak bir ib­ret de, okçuların bir kısmının Resûlullah'm direktiflerinden çıkma­ları sonucu tahakkuk eden sonuçta görülür. Sanki Resûlullah (s. a.v.), daha sonra meydana gelecek olan bu olayın perde arkasını, Nübüvvet feraseti veya Allah'tan  gelen  bir vahiyle görmüştü  de, birtakım tavsiye ve emirlerle onu izhâr ediyordu. Sanki Hz. Pey­gamber, ashâbıyla birlikte nefişlerindeki düşmana, nefislerinin arzu­larına veya nefislerinde bulunan ganimet ve mal isteğine karşı can­lı bir manevra veriyordu. Neticesi ne olursa olsun, bu manevra bü­yük bir fayda ifade ediyor. Bazan menfî bir netice müsbet netice­den daha fazla yarar sağlıyor...

6- Hakkını vermek üzere,   Resûlullah'm   elinden kılıcı   alan Ebû Dücâne, saflar arasında çalımlı çalımlı dolaşıyordu. Resûlullah (s.a.v.) onun bu halini ayıplayıp yasaklamadı. Ancak şöyle buyur­du: *Bu öyle,bir yürüyüştür ki, Allah bu gibi yerlerin dışında on­dan hoşlanmaz», fiu hadis-i şerif, basit hallerde haram kılman ki­birli davranışların, savaş halinde haramlığmın ortadan kalktığına delâlet ediyor. Bir müslümanın yeryüzünde kibirlenerek, çalım ata­rak yürümesi, yasaklanan davranışlardandır. Fakat bu davranış sa­vaş alanında haram değil, güzel bir iştir. Evleri veya kapları ve bardak bibi şeyleri, altm ya da gümüşle süslemek gibi haram kı­lınan kibirli davranışlardandır. Ancak savaş âletlerini ve silâhları gümüşle süslemek yasak değildir. Buradaki kibirli davranış, ancak hakikatta  düşmanlara  karşı  İslâm'ın  şerefiyle  övünmektir.  Zaten bu, müslümanlarca önemini yitirmemesi gereken nefisle savaşın mâ­nâsını ifade eder.

7- İyi düşününce müslümanlarla düşmanları arasında devam eden bu savaşın iki devrede sürdüğünü görürüz.

Birinci Devre: Bu bölümde müslümanlar yerlerine ve komutan­larından aldıkları emirlere sahip çıktılar. O halde bunun semeresi ne olmuştur? Olan şu: Müslümanlar zafere doğru ilerlerken müş­riklerin saflarında hezimet belirdi. Üçbin kişinin kalbini korku sa­rınca, hemen yerlerini terkedip, arkalarına dönüp kaçmaya başla­dılar. Şu âyet-i kerime işte bunu açıklar: «An d olsun ki Allah size verdiği sözde durdu. O'nun izniyle kâfirleri kmp biçiyordunuz,..[40]».

İkinci Devre: Bu devrede de müslümanlar, yakaladıkları düş­manların işini bitirmek, bırakılan eşyaları ve malları ganimet ola­rak almak için müşriklerin arkasından koşmaya başladılar, işte o zaman okçular üstlendikleri dağın tepesinden; arkadaşlarının, kaç­maya yeltenen düşmanlarına, kılıç çalmak yerine silâhlarını bıra­kıp mal ve ganimet peşine düştüklerini gördüler. Bu sefer okçuların bir kısmı ganimet almak için savaş alanındaki arkadaşlarına katıl­mak istediler... Bu İstek onları şöyle düşündürdü: Demek ki, Resûlullah'tan aldıklan emirler sona ermiş. Bu anlayışla da, onlar yer­lerini terketmek için Resûlullah'tan izin gelmesini bekleme ihtiya­cım duymadan, tepeden inmeye karar verdiler. Bu onların bir iç­tihadıydı. Başlarındaki komutan Abdullah bin Cübeyr ile birkaç ar­kadaşı onların bu içtihadına karşı çıktı. Fakat bu içtihadın sahip­leri inip ganimet almak için arkadaşlarına katılmaya gittiler. Peki, bunun neticesi ne oldu?

Müşriklerin kalblerlni saran bu korku, yeni bir atılıma dönüş­tü. Kaçmak üzere olan Halid bin Velid de; birdenbire hile ve tuzak yolları açılınca, düşünerek etrafına baktı. Daha önce tahkim edil­miş olan tepeyi muhafızlardan ve nöbetçilerden boşalmış buldu. Ka­fasında aniden askeri bir fikir şimşek gibi parladı. Yanındaki müş­rik askerlerle birlikte dağın arkasını dolaşır dolaşmaz, aşağıya in-meyip tepede kalanları hemen şehid ettiler. Müslümanları arkala­rından ok atarak bozguna uğrattılar!.. Gördüğünüz gibi, bu sefer de korku müslümanların gönlünü kuşatmaya başladı. Şu âyet-i kerîme de savaşın bu bölümüne işaret etmektedir: «Andolsun ki Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip, bu hususta çekiş­tiniz ve isyan ettiniz. Sizden kimi dünyayı, kimi âhireti istiyordu. Derken denemek için Allah sizi geri çevirip bozguna uğrattı. Andol­sun ki Allah sizi bağışladı. Allah'ın inananlara ni'meti boldur[41]».

Bakınız, bu hatânın vebali ne kadar büyük, neticesi de ne ka­dar genel oldu:

islâm ordusunda az sayıdaki kişilerin hatâsı, hepsinin başına ne kötü bir akıbet getirdi. Hattâ o vebalin neticesinden, Resûlullah (s.a.v.) bile kurtulamadı... Kâinatta Allah'ın kanunu budur. Bu or­dunun içinde Resûlullah'ın bulunması bile, o kanunun işlemesine engel olamadı. Halbuki Resûlullah (s.a.v.) yaratıklar içinde, Allah'­ın en çok sevdiği varlıktır. Bu okçuların hatâları ile bugün hususi ve umumi hayatımızın çeşitli yönlerinde etkili, müslümanların muh­telif hatâları arasındaki ilgiyi düşününüz. Bir de Allah'ın müslü-manlara olan sonsuz lütfunu düşününüz ki Allah, iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek ödevini edâ etmedikleri, tek fikirde birleş-medikleri, elleriyle kazandıkları cezayı hakettikleri halde, müslü-manları cezalandırmıyor. Bu hususu düşündüğümüz takdirde, bazı­larının : «Bu gün Müslüman milletlerin diğer emperyalist devletler karşısında mağlûb bir şekilde yaşamalarının hikmeti nedir? Halbu­ki bunlar Müslüman, öbürleri kâfir ya!..» sorusuna karşılık verile­rek cevabı anlaşılmış olur.

8- Bu savaşta, Resûlullah'ın birçok eziyetlere uğradığını, ba­şının yaralandığını, kesici dişinin kırıldığını, kanın yüzünde iz ya­parak aşağıya doğru aktığını ve birçok meşakkatlere düştüğünü görmüştük. Bunların her biri, müslümanların, komutanlarının emir­lerinin dışına çıkmalarından dolayı meydana gelen hatânın sonuç­larından birer parçadır. Fakat Müslüman ordunun saflarında Re-sûlullah'ın  öldürüldüğü  haberinin  yayılmasındaki  hikmet  nedir?

Cevab: Müslümanların Resûlullah'a ve onun kendi aralarında bulunmasına olan düşkünlükleri, kendileri için bir kuvvet kayna­ğıydı. Öyle ki onlar, Resûlullah'ın ayrılığını bile tasavvur edemiyor-lardı ve ondan sonra kendileri için bağlanacak bir kudreti akıl­larından bile geç irem iyorlardı. Böyle olunca da Resûlullah'ın vefat işi, onlar için akla gelmeyen birşeydi. Sanki onlar, akıllarından bu-'nun hesabını siliyorlardı. Şübhesiz ki onlar, Resûlullah'ın gerçek ölüm haberi ile, bu uykularından uyanmış olsalardı, elbette ki bu haber onların yüreklerini hoplatır, inanç dünyalarını sarsıntıya uğ­ratır ve birçoklarının gönlünde onun yüceliğini yıkardı.

Bu savaştaki büyük askeri dersler arasında bir de bu yalan haberin yayılması, müslümanların inanç ve iradesini deneme ol­ması bakımından insanı dehşete düşüren bir hikmet ifade eder. Çünkü bu müslümanların tâ baştan beri nefislerini alıştırmaları gereken bir konuda denenmesidir. Yâni Resûlullah aralarından çe­kilince, tabanları üzerine geri dönmemelerinin gerektiği ilkesidir bu. Bu gerçeğe alışıp ulaşsınlar böylece... Müslümanların çoğunun, Resûlullah'ın öldüğü şeklindeki haberi duyunca gösterdikleri yıl­gınlık ve şaşkınlığı açıklamak için de şu âyet-i kerime nazil olmuş­tu: «Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmişti. Şimdi o, eceliyle ölür veya öldürülür-se, siz ökçelerinizin üzerine gerisin geri mi döneceksiniz? Kim böy­le ökçeleri üzerinde arkaya dönerse, elbette Allah'a hiçbir şeyle za­rar vermiş olamaz.  Allah  şükredenleri  mükâfatİandıracaktır[42]

Resûlullah, fiili olarak Refik-i A'lâ'ya kavuştuğu gün bu der­sin müsbet neticesi ortaya çıkmıştı. Şu Uhud şayiası hakkında inen Kuran âyeti ile birlikte, müslümanları uyandırmış ve onların dik­katini asıl hakikata çekmişti. Müslümanlar bu şuura ererek, üzün­tülü kalbleriyle, Resûlullah'ı ebedî yolculuğa uğurladılar. Sonra, kendilerine bırakılan emânete döndüler: O emânet, Allah uğrunda cihad ve İslâm'a da'vettir. Müslümanlar inançlarında daha güçlü, Allah'a olan tevekküllerinde ve akidelerinde daha sağlam bir bağ­lılıkla cihad ve da'vet emânetini yerine getirdiler.

9- Ölümün, Resûlullah'ın ashabı üzerine üşüştüğünü düşüne­lim. Bu durumda onlar Resûlullah'ın etrafına kümelenmiş müşrik­lerin oklarına ve darbelerine karşılık kendi vücutlarıyla onu koru­yorlar. Ok yağmurunun altında birinin ardından diğerine iş düşü­yor. Halbuki onlar bu durumda büyük bir neş'e içinde ve Resû­lullah'ın hayatını korumaya çok istekli bir halde idiler. Bunun dı­şında hiçbir şeye aldırmıyorlar... Bu hayret verici fedakârlığın kay­nağı nedir?

Şübhesiz ki onun kaynağı, önce Allah'a ve Resûlü'ne iman, ikin­ci olarak da Resûlullah sevgisidir. Bunların her ikisi birlikte, bu eşsiz ve hayret verici fedakârlığın sebebidir. Müslüman ikisine bir­likte muhtaçtır. Bir müslümanın kalbi, Allah ve Peygamber sevgi­si ile dolmadıkça, inanılması gerekene iman ettiğini iddia etmesi yeterli değildir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuş­tur: «Hiçbiriniz, ben kendisine, babasından, evlâdından ve bütün in­sanlardan daha sevgili olmadıkça, hakkıyla iman etmiş olmaz[43]-.

Bu demektir ki, Allahti Teâlâ insanda aklı ve kalbi yaratmıştır ki, birincisiyle düşünsün ve inanılması gereken hususlara iman et­sin. İkincisini de Allah'ın sevmesini emrettiklerini sevmekte, buğ-zedilmesini emrettiklerine buğzetmekte kullansın. Kalb, Allah, pey­gamber ve sâlih kullan sevmekle meşgul olmazsa, mutlaka şehvet, heva, heves ve haramların sevgisi ile dolacaktır Kalb, şehvet, heva ve heves ile dolup taştığı takdirde de; itikadın tek başına sahibini bu tür fedakârlıklara sevketmesi çok uzaktır.

Bu hakikat ahlâk ve terbiye âlimlerinin kabul ettiği asıl ger­çeklerdendir. Aklın reddedemiyeceği tecrübeler bunu göstermekte­dir. Bu konuda Jan Jack Rousseau'nun «Emil» adındaki kitabında söylediklerine bakalım:

Faziletleri yalnızca aklın üzerine kurma isteği hakkında çok söz söylendi ve tekrar edildi. Onun için de (yâni akıl için) sağlam bir esas gerekmektedir. Bu hangi esas olacak? Söyledikleri gibi fazilet nizamın tâ kendisidir. Nizama inanmak, benim hususi mutluluğu­mu kuşatmaya yetecek mi? Bu savunulan esas, kelimelerle oynamak­tan başka birşey değildir. Bu duruma göre fazilet, çeşitli şekillerle nizam sevgisinin tâ kendisidir[44]».

Bu gerçekten dolayı Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti 1933 yılında toplantı salonlarında ve kulüplerde içkiyi, içkinin alını-satı-mınm yasaklandığını ilân etti ise de, faydasını kabul edip inandığı bu şeyi gerçekleştirmeye gücü yetmedi. Çünkü kısa bir müddet geç­memişti ki, kanun yapıcıları izlerinin üzerine geri döndüler. Ya­saklama üzüntüsünden dolayı sendeleyerek vazgeçtiler. Koydukları kanunu yürürlükten kaldırınca, yeniden kadehlerini bir yudumda boşaltmaya başladılar.

Halbuki Resûlullah'ın ashabı (belki onJar bugünkü Amerikalı­lara nisbetle, fayda ve zararları bilme, medeniyet ve kültür yönün­den daha zayıf yetişmişlerdi) yalnızca Allah'ın kendilerine içkiden vazgeçmeleri hususundaki emrini duymakla yetinmişlerdi. Onlar he­men kadehlerini kırıp, şarap fıçılarını etrafa döktüler ve sesleri «Vazgeçtik yâ Rabbi, vazgeçtik» diye yükseldi.

Bu iki olay, iki şekil arasındaki fark şudur: Onların kalbine iman iyice yerleşmiştir. Böyle olunca da kalbin arzusu Allah'ın em­rine ve hükümlerine tâbi olmuştur.

Bu sevgidir. Resûlullah'ın ashabının kalbine kök salmış olan bu arzu, onlara, göğüslerini Resûlullah'a siper ettiriyor. Ve onun ha­yatını koruma uğrunda ölümle kucak kucağa getiriyor onları. Uhud savaşında bu muhabbetin eseri olarak ortaya çıkan nice eşsiz sah­neler vardır. Çünkü bu, muhabbet sahibinin kalbini iyice kapla­mıştır artık...

İbn Hişâm  şunu nakleder:

Uhud günü Resûlullah (s.a.v.) ashabına-. «Sa'd bin Rebi'nin ne yaptığını-, onun canlılar arasında mı, yoksa ölüler arasında mı bu­lunduğunu görüp, bana kim haber getirir?» diye sordu. Ensâr'dan bir zât: «Yâ Resûlâllah! Ben Sa'd'm ne yaptığını görüp, sana bir haber getireyim» dedi. Ensâri sağa sola bakındı. Bir de ne görsün, Sa'd yaralı olarak, ölüler arasında henüz ruhunu teslim etmemiş... Ensâri ona: «Resûlullah senin sağlar arasında mı, yoksa ölüler ara­sında mı bulunduğunu görüp kendisine haber götürmemi bana em­retti» .dedi. Bunun üzerine Sa'd: «Ben artık ölüler arasındayım! Re­sûlullah'a selâmımı ilet ve de ki: Sa'd bin Rebi': Senin için-, ümmet­lerini doğru yola kılavuzlayan peygamberlerin alacakları mükâfat­ların en hayırlısı ile Allah seni bizden dolayı mükâfatlandırsın» di­yor. Kavmine de selâmımı ilet ve de ki: «Sa'd bin Rebi', vallahi göz­leriniz kımıldarken Peygamber Aleyhisselâm'ı düşmanlardan koru­mazsınız da, ona bir musibet erişirse; sizin için Allah katında ileri sürülebilecek hiçbir mazeret yoktur» diyor. Ensârî: «Ben onun ya­nından henüz ayrılmamıştım ki o ruhunu teslim etti» dedi.

tddia ediyorum ki; şu asrımızda müslümanları, şehvetlerinden ve enâniyetlerinden birazcık uzaklaştıracak olan bu gibi muhabbet onların gönüllerini doldurduğu ve ruhlarını kapladığı gün, onlar yeniden başka bir halk olurlar. Ve ölümün pençesinden kurtulma­ya yönelebilirler. Önlerinde ne kadar yokuş ve engel olursa olsun, düşmanlarını bozguna uğratabilirler!..

«Bu muhabbetin yolu nedir?» diye sorulduğu zaman bilmeli ki, onun yolu zikri çoğaltmak, Resûlullah'a salâvatları arttırmak, Al­lah'ın sana olan ni'metleri ve bereketi hususunda düşünmek ve te­fekküre dalmak, bir de Resûlullah'ın siyretini, ahlâkını ve yaşayı­şını öğrenip, benimsemektir. Ama bunların hepsi; huzur ve huşu içinde, ibâdetleri dosdoğru yaptıktan ve her saniye kendini Allah'a ve ibâdete adadıktan sonradır.

10- Buhari'nin rivayetinde, Hz. Peygamber'in, şehidlerin üze­rine namaz kılmadığı halde, kanlarıyla gömülmesini emrettiği ve iki kişiyi bir kabre koyduğunu görmüştük.

Ulema bundan, cîhad hengâmesinde şehid düşen kişinin yıkan­mayacağı, üzerine namaz kılınmayacağı, bilâkis kanıyla gömüle­ceği hükmünü çıkarmışlardır, tmam Şafiî (r.a.) bu hususta şöyle der: «Resûlullah'ın Uhud şehidleri üzerine namaz kılmadığı mütevatir yollardan birçok hadîste geçmiştir. Ama Resûlullah'ın, onlardan onar kişilik gruplar halinde, üzerlerine namaz kıldığı ve her defasında Hz. Hamza'nm da içinde bulunduğu, sonunda onun üzerine yetmiş kere namaz kılmış olduğu ifadesiyle rivayet edilen hadîs zayıftır ve hatâdır[45]». Nitekim ulema, yine bunu zaruret ânında birden fazla kişilerin bir kabre konmasının caiz olduğu, zaruret yoksa ca­iz olmadığı yönünde delil kabul etmişlerdir.

11- Resûlullah'ın,  ashâbıyla birlikte Medine'ye döner dönmez tekrar düşmanı takib etmek için Medine'den çıkmaya kalkışmasını düşündüğümüz vakit, Uhud savaşının tam bir açıklıkla bize vere­ceği ders ortaya çıkar. Savaşın müsbet ve menfî neticeleri bizim için aydınlanmış olur. Ve yine zaferin ancak sabırla, mükemmel ga­yeyi hedef edinmekle elde edileceği gerçeği de şübheye imkân kıl­mayacak ekilde açığa çıkar:

Resûlullah Cs.a.v.), daha -dün savaşta kendisiyle birlikte bulu­nanlara; yara aldıkları, acılar ve yaralarla bitkin hale geldikleri, sonra henüz evlerinde dinlenmemiş, kendi haline ve vücuduna ba-kamamış oldukları halde; toplanıp düşmanı takib etmeden onların dağılmasına izin vermeyecekti. Onlar bu vaziyette iken hemen Re-sûlullah'ın ardına düşüp, henüz kafalarında zafer sarhoşluğunun ateşi yanan müşrikleri takibe çıktılar. Tabiî ki bu sefer aralarında ganimet veya dünyevî bir maksad taşıyan kişiler bulunmam aktaydi... Ancak onlar Allah yolunda şehid olma veya zaıerie kavuşma arzusunu taşıyorlardı. Ve onlar bunun yanında, kanadan ve acı veren yaralarını düşünmüyorlardı bile...

Bunun neticesi ne oldu?

Ne başarı sarhoşluğu, ne de galibiyet zevki hasımların! ezmek için müşriklerin kalblerini bütünleştirdi, ne de müslümatılörı, ya­ralarının izdırabı, kahramanlıktan ve zafer arzusundan vazgeçme­ye iletebildi....

Bu nasıl oldu? Bu, müslümanlara ders ve ibret olacak mucize ve hârika ile gerçekleşti. Yâni; müşriklerin kalbine aniden bir kor­ku düştü. Uzaktan müslümanları görmüş olan dostlarından birinin onlara haber verdiği gibi; müşrikler, Hz. Muhammed'in arkadaş­larının, bu defa ölümü göze alarak gelmiş olduklarını tasavvur et­tiler. Bu korku ve tasavvur üzerine, Medine'ye doğru yönlerini çe­virmiş iken izlerinin üzerine geri döndüler ve artık sağa sola bak­maksızın seri bir şekilde Mekke'ye doğru gittiler.

Müslümanlardan dolayı müşriklerin kalbine bu garip korku na­sıl düşmüştü? Halbuki birkaç saat önce müslümanlar silâhlarım el­lerinden bırakmışlardı ve onların şevketi kırılmıştı. Bu durumu, sa­vaştan dolayı müslümanlara güzel bir ders veren ilâhî iradeye ha­vale etmek gerekir. Bu ders, hem müsbet, hem de menfi yönü, her ikisini birden, bir anda biraraya getirdi.

Cenâb-ı Hakk'ın şu kavli, Uhud dersini tamamlayan o son an hakkında indi: «Yara aldıktan sonra yine Allah ve Resûlü'nün da'-vetine uyanlar, iyilik yapıp takva ile davrananlar için büyük mü­kâfat vardır. Bir kısım insanlar mü'minlere, düşmanlarınız size kar­şı toplandılar, aman sakının dediklerinde, bu onların imanlarım bir kat daha arttırmıştı. Allah en iyi vekildir ve bize y.eter, dediler. Bunun üzerine kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan Allah'ın ni'-met ve keremiyle geri döndüler. O'nun rızâsına uymuş oldular. Al­lah büyüktür, kerem sahibidir[46]». 

[1] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 223.

[2] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 223.

[3] Habbâb bin Münzir'in rivayet ettiği bu hadisi, îbn ttlşâm. Slyret'lnde; tbn tshâfc'tan, o da Seleme oğullarından baz kişilerden rivayet etmiştir, tbn Hi-şam'ın bu rivayeti, meçhul kişilerden yapılan bir rivayettir. Hafız Îbn Hacer bu hadisi, «el-tsâbe»'de zikretmiştir. Yalnız onu tbn îshâk'tan, o da Yezld bin Ruman'dan, o da Urve bin Zübeyr'den, o da Bedir kıssasını anlatan bir­çok kişiden rivayet etmiştir. Bu sened sahih bir senettir. Hafız tbn Hacer, ri­vayetinde ve nakillerinde sika (güvenilir) dır. (Bkz: el-tsâbe; 1/302).

[4] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. 6/180.

[5] îbn Hişâm. Siyret: 1/205; tbn Kayyım, ZadÜ'1-Meâd: 3/87. Resûlullah'ın. Be­dir Gazvesinde Rabbi'nden yardım dilemesi hadisi müttefekun aleyhdlr.

[6] Bedir'de mü'minleri, Allah'ın meleklerle te'ykll hadîsi: Müttefekun aleyhdir.

[7] Buharî: 5/8; Müslim: 8/163. (Benzeri).

[8] Müslim:  5/157-158.

[9] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 224-227.

[10] Enfâl sûresi, âvt: 7.

[11] Kurtubi, el-Câmİ 11 Ahkâmİ'l-Kur'ftn: 4/252.

[12] Tevbe sûresi, âyet: 111.

[13] Enfâl sûresi, âyet: 9.

[14] En-Nakve: Mekke yakınında bir mahallin adı. (Mütercim)

[15] Bu hadîsin Buhâri'deki lâfzı şöyledir:  «Hz. Peygamber (s.a.v.) Bedir KÜnÜ şöyle buyurmuştur: «Bu Cibril'dir. Atının gemini tutmuş, üzerinde de harb âleti var.»

[16] Enlâl sûresi, âyet: 10.

[17] Enfâl sûresi, âyet: 1-2.

[18] Ebû Dâvud, el-CemYl-Fevâid: 2/90.

[19] Müslim: 5/158. Yukarıya meallerini aldığımız âyetler, Enfal sûresinin 67 11& 69. âyetleridir.

[20] Ne hikmetse müellif, Bedir Gazvesi sonunda alınan esirlerden ve İstenen fid­yelerden bahsettiği halde; «Okuma - yazma öğreterek fidyelerini edft eden­lerden» söz etmemiş.

Halbuki bu İşlem, üzerine yorum yapılacak bir husustu. Siyer ve SIyret kltablarında var olan bu mes'ele, muteber kaynaklarda da geçmektedir.

Hâdise şudur :

Esirlerden parası olmayan ve fldye-i necat Ödeyemeyen fakat okur-yazar olanlara; Medlnell (10) çocuğa okuma-yazma öğretmek şartıyla, hürriyeti­nin verileceği bildirildi. Ve bunlar Medine'ye getirilip vazifelendirildi. On­lar da, formül olarak gösterilen bu İşi tamamlayıp; herblri on çocuğa okuma-yazma öğrettikten sonra, hürriyetlerine kavuştular. Bu olayı kısaca tesbit eden en yakındaki müelliflerden: M. Asım Koksal, îslâm Tarihi: Cilt 2, sahife 189-190'da (İbn tshâk ve tbn Hİşâm, es-Siyer: 1/160; V&kıdl, Meftazî: S. 98; İbn Sa'd, Tabakat: 2/18-22) atıflarla veriyor.

Muhammed Hamidullah da olayı tesbit İçin (tbn Sa'd, Tabakat: 1/14 -17; Ebû Ubeyd, KitâbÜ'l-Emvâl Haşiyesi: 309. Müşrik öğretmen konusundaki tartışmaları ve o müşrik öğretmenlerin talebeyi dövdüğünü tesbltte de tbn Hanbel: 1/247, 2216. hadise atıfta bulunur.)

M. Zekâl Konrapa İse, «Peygamberimiz» eserinde («Asr-ı Saadet»: 1/346) atıfta bulunuyor. Zeyd bin Sabit gibi meşhur sahabe, sonra vahiy kâtibi, sonra da Kur'ân'm cem'İnde hey'et başkanı olan zât da yazıyı bu muallim­lerden öğrendi diye kaydediyor. Olay, medeniyet dünyasında eşine az rast­lanan türdendir. Esirlerden, müşrik kimselerden öğretmen olarak yararlan­ma fikri!... tik vahiy, «Okuma» emri İle gelmişti. İlk savaş da, yazı öğren­mede çarpıcı bir eğitim formülünü uygulamakla bitiyor... Biz bu olaydan (müellifin metoduna uyarak) bazı işaretler görelim :

a) Okuma - yazmaya verilen önem: Bunu uzun anlatmaya gerek yok. Çünkü bunu herkes kabulleniyor. Ancak sadece yazı öğrenmek eğitimin baş­langıcı ve bir vasıtasıdır. Gayeler bundan sonra başlar. Yazıyı tanıyanın, bir gayesi olsa gerek. Yoksa yazıyı Öğrenmek, sanıldığı gibi cehaletten kurtul­ma değildir. Tersine belki kör cahilliğe de, aydınlığa da götürecek bir başlan­gıçtır... Günümüzde örneklerini gördüğümüz, okuma - yazma öğrenenlerin hali şahit: Sadece ŞEYTAN gazeteleri ve benzeri yayınlara okuyucu çoğalmış oluyor... Aslolan, okumayı öğretince, neyi okuyacağını da aşılamaktır. îste burada öğretmen problemi çıkar.

b) Nitekim bu olayı yorumlayan ulema da, o gün Medlnell çocuklara yazı öğreten müşriklerin durumuna dikkat çekmiş ve daha sonrasına ışık tutmuşlardır.

Burada önce; müşrikten muallim olur mu? Sonra da; hangi konuda olur? gibi İki husus gelir akla. Üçüncü olarak da şartlar dikkat çeker...

Birincisi; evet, olur diye cevablanır. Çünkü bunu Resûlullah uygulamış­tır.

Konusunu da, o uygulamayla tanımlayabiliriz: Okuma - yazma, teknik bir. konudur. Herkes İçin aynıdır. İdeolojik ve fikri İş değildir... öyleyse; İnanç, fikir ve ahl&k konuları dışında; İslâm nizamına dil uzatılamıyacak ve (ta'bir caizse) yan te'siri olmayacak ilim ve tenikte, yabancılar öğretmen olabilir. Müşrik de olsa. çalıştırılabilir. Ancak bazı tedbirlere bağlı:

1- Teknik konu olmalı.

2- Talebe önce, fikren korunabilecek kıvama ulaştırılmalı.

3- Öğretmen olarak çalıştırılan kişi mahkûm olmalı, hakim değil... Ya­ni İpi İslam otoritesinin elinde olmalı.

4- Sadece çizilen plân ve programı vermekte mecbur ve murakaben olmalı...

Bu açıdan, müşriklerin, İslâm ülkelerinde veya yabancı iklimlerde; müs-lüman gençlere; din ve dünya konusunda hocalık yapması değerlendirmeye tâbi tutulursa, fecaat sezilebilir!..

c) Ancak, öğretmenin, sınırlı konuda talebeyi yetlştirebllmesi için belli ölçüde otorite kurması gerekli olur. Fakat, o gün Medlneli çocuklara yazı Öğ­retenlerin, dayak attığı rivayeti var. Ve bunun düşmanlık duygusuyla yapıl­dığı da kaydediliyor...

O bakımdan gayr-i mUsllm öğretmene hayranlık ve mutlak İtaate fırsat verilemez. (Mütercimler)

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 228-238.

[21] İbn Hişâm, 2/47.

[22] Taberî:  2/480, Tabakat:  3/67.

[23] Mâide sûresi, ftyef   51-52.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 239-241.

[24] Buhârî: 3/146, Muvatta':  1/328.

[25] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 241-246.

[26] Âl-i îmrân sûresi, âyet: 28.

[27] Nisa sûresi, âyet:  135.

[28] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 246-248.

[29] Bu hâdiseyi tbn İshâk, îmam Ahmed ve buna yakın bir lâfızla da Taberl riva­yet etmiştir. Bkz. : İbn Hişâm, es-Siyre: 2/62; Taberİ, Tarih: 2/500; İmam Ahmed, Müsned: 22/52.

[30] İbn Sa'd. Tabakat. 3/87, İbn Hişâm, es-Siyre: 2/62.

[31] Buhârî, Sahih: 5/31; Nisa sûresi, âyet: 88.

[32] tbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübrâ: 3/80: İbn Hişâm, es-Siyre: 2/65.

[33] İbn Sa'd, Tabakat: 3/80. İbn Hişâm da buna yakın lâfızlarla rivayet etti. Bir benzerini de Buhârî rivayet etmiştir: 5/28.

[34] Sahth-İ Müslim:  7/150.

[35] Buhari: 5/49.

[36] Al-1 İmrân sûresi, âyet; 121 -168.

[37] Bkz. : tbn Sa'd: Tabakat, îbn Hişâm:  Siyrct, Taberî: Tarih.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 249-253.

[38] Bazan şöyle denilebilir: Müslümanlarla birlikle savaşa katılmaları teklif edi­len bu kişiler, ehl-İ kitab olan yahudilerdır. O halde Rtsûlullah (s.a.v.) on­ları  ehl-i  şirk  olarak  nasıl   İsimlendirmiştir?   Cevab.   Onlara   şirk  ta'birinin izafe  edilmesi,  puta  tapan  araplara  kullanılan  ıstılahı  mânânın  dışındaki bir mânâ iledir. Şirk kelimesinin umumi bir mânâsı vardır. Kâfirlerin tümü için kullanılması doğrudur.

[39] Bkz. : Mufcnil-Muhtâc:   4/221.

[40] Âl-i tmrân sûresi, âyet: 152.

[41] Al-i İmrân sûresi, âyet: 152.

[42] Âl-İ İmrân sûresi, âyet: 144.

[43] Mütefekun aleyhtir.

[44] Bu konuda daha fazla bilgi İçin; «Tecrübetü't-Terbiyeti'l-îslâmiyye» adlı ki­tabımıza bakılmalıdır.

[45] Bakınız, Muğniye'l-Muhtâc:  1/349.

[46] Al-l tmrân sûresi, âyet: 172-174.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 253-263.