hafız_32
Thu 7 October 2010, 10:48 am GMT +0200
BEŞÎNCÎ BÖLÜM
SAVUNMA HARBİ DÖNEMİ
Giriş
«Savunma Harbi Dönemi» başlığı altında sunduğumuz savaşlar, tiilen savunma harbleridir. Bu savaşların tümü -görüleceği gibi- puta tapıcılann başlattığı düşmanlıklara veya müslumanların aleyhine yaptıkları ittifaklara karşı koymaktır. Bundan dolayı Asr-ı Saâdet'tekî tslâmi da'vet dönemlerinden sadece bir tanesini temsil eder bu savaşlar. Daha sonra İslâm'daki cihad hükmünün aldığı son şekli açıklamaktan uzaktır bu savaşlar. Zira bu savaşlar, yukarıda sadece bir bölümünden söz ettiğimiz, da'vet dönemlerinden biridir. Meselâ: Gizlice da'vet dönemi, sonra açıktan barışçı bir da'vet dönemi gibi...
Biz tslâmî hükmün tümünü, mâkabliyle birlikte teşekkül eden son merhale şeklini, Hudeybiye anlaşmasını takib eden olaylarda göreceğiz. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu merhaleye, Benî Kurayza savaşından dönerken buyurduğu ve Buhâri'nln rivayet ettiği: «Şimdi biz onlara savaş açıyoruz, artık onlar bize savaş açamıyacak» hadisinde İşaret etmişti.
Şimdi biz, İslâm da'vetinin ilk yıllarındaki savunma dönemi olaylarını sunacağız. Onları sunarken konuyu uzatacak ihtilaflara veya lüzumsuz açıklamalara girmeksizin, ilgili hükmü veya gerekli öğüdü ve dersi belirtmekle yetineceğiz. [1]
Savaşa Başlama
-Resûlullah (S.A.V.)'ın Yaptığı İlk Savaş-
önceki konularda demiştik ki, eser ve hadislerin delâlet ettiği en sahih görüşe göre savaşın meşru kılınmaya başlaması, ancak Hicret'ten sonra olmuştu. Bu meşruiyet, Resûlullah'ın Medine'ye hicretinden on iki ay sonra Safer ayının başlarında konuşulmuştu. Resû-lullah (s.a.v.) ilk defa, o zaman savaşmak gayesiyle çıkmıştı. O va-kitki Gaza, «Veddan Gazvesi» idi. Resûlullah (s.a.v.} Kureyş ve Ham-za oğulları oymağıyla savaşmayı aklına koymuştu. Fakat Resûlullah savaşa gerek görmedi. Hamza oğulları, onunla anlaşma imzaladı. Hz. Peygamber ve Ashabı da savaşmaksızın Medine'ye geri döndüler. [2]
1- Büyük Bedir Gazvesi
Savaşın Sebebi:
Resûlullah (s.a.v.), Ebû Süfyan bin Harb'in başkanlığında Şam'dan gelmekte olan, Kuroyş'in bir ticaret kervanının haberini almıg-tı. Resûlullah (s.a.v.) müslumanları, Mekke'de bıraktıkları mallarına karşılık bu kervanın mallarını ele geçirmeye da'vet etti.
Mü'minlerin bir kısmı bunu hafif bulurken, diğerleri ise ağır buldular. Çünkü onlar bu konuda savaşı akıllarından bile geçirmiyorlardı.
Ebû Süfyan Mekke yolunda iken durumu araştırdı. Ona, müs-lümanların kervanı ele geçirmek için yola çıktıkları haberi ulaşmıştı. Bunun üzerine o, hemen Zamzam bin Amr el-Gıffâri'yi, Ku-reyş'e durumu bildirmek ve kendi mallarına sahip çıkmaları için adam hazırlamalarım haber vermek üzere, elçi olarak gönderdi.
Haber, Kureyş'e ulaşmıştı. Onlar da hemen sür'atle savaş hazırlığı yaptılar. Hepsi savaşmak maksadıyla dışarı çıktı. Hattâ Ku-reyş'in ileri gelenlerinden bir tek kişi bile geride kalmadı. Sayılan bin savaşçıya yakındı.
. Resûlullah (s.a.v.) da, Ramazan ayından birkaç gece geçmişti ki, ashâbıyla birlikte çıktı. İbn tshâk'ın rivayetine göre sayıları üç-yüz ondört kişi idi. Yetmiş tane de develeri vardı. Ashâb-ı Kiram'-dan, her deveye ikişer üçer kişi nöbetleşe biniyordu. Onlar Kureyş'-in durumunu ve savaşa çıktıklarını bilmiyorlardı. Ama, Ebû Süf-yân kervanım kurtarmayı başarmıştı. Çünkü o. Bedir suyunu solda bırakarak Mekke'ye giden sah;i yolunu tutmuş; kervanını ve ticaretini tehlikeden kurtanncaya kadar koşmuştu.
Kureyş'in, müslümanlar üzerine yürüyüş haberi de Hz. Peygam-tter'e gelmişti. Bu haber üzerine Hz. Peygamber (s.a.vj, hemen beraberindeki Sahâbe-i Kiram ile istişare etti. Muhacirler güzel söz söylediler. Muhâc-rlerden Mikdâd bin Amr söz alarak şöyle konuştu: «Yâ Resûlâllah! Allah sana, ne emrefcüyse, yerine getir. Biz seninle beraberiz...» Fakat Hz. Peygamber devamlı, E^sâr'a doğru bakıyor ve onlara: «Ey nâs; siz de bana bir işaretle bmlununuz!» diyordu. Bunun üzerine de Ensâr'dan Sa'd bin Muâz ayağa kalkıp, «Yâ
Resülâllah! Vallahi galiba bizi kasdediyorsun,» dedi. Peygamberimiz de: «Evet» buyuranca, Sa'd bin Muâz:
«— Biz sana iman ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak ve gerçek olduğuna şehadet ettik. Biz, bu hususta dinlemek ve itaat etmek üzere, sana kesin söz verdik. Nasıl istersen öyle yap, biz seninle beraberiz. Seni, Hak din ve Kitab ile gönderene andolsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, mutlaka biz de seninle birlikte dalarız...» dedi.
Resûlullah (s.a.v.), Sa'd'ın sözünden çok hoşlandı. Sonra şöyle buyurdu: Haydi yürüyünüz. Yüce Allah iki taifeden birini muzaffer kılacağını bana va'detti. Vallahi şimdi ben sanki, Kureyş kavminin, harb meydanında vurulup düşecekleri yerlere bakıyor, onları görüyor gibiyim...»
Sonra Resûlullah (s.a.v.) etrafa gönderdiği gözcüler kanalıyla, Kureyş'in sayısını ve durumunu araştırmaya başladı. Sonunda müs-lümanlar, Kureyş'in sayısının dokuzyüzle bin arasında olduğunu, müşriklerin liderlerinin tümünün aralarında bulunduğunu öğrendiler.
Ebû Süfyan da kervanı kurtarmayı başardığından, Kureyş'in Mekke'ye geri dönmesi için haberci göndermişti. Fakat Ebû Cehil: «Vallahi Bedir'e (her yıl burada panayırlar kurar, toplanırlardı) varıp, orada üç gün kalarak, develer boğazlayıp, yemekler yiyip, şarap içip, cariyelere şarkı söyleterek eğlenmedikçe geri dönmeyeceğiz. Başımıza birikecek olan Araplar bizi dinler ve seyrederler. Bundan sonra artık, hep bizden çekinirler...» diyerek yürümeye ısrar etti.
Nihayet müşrikler yürüyerek, vadinin en uzak bir kıyısına gelip karargâh kurdular. Hz. Peygamber (s.a.v.' ise, Bedir suyunun en yakın bir yerinde konakladı. Habbâb bin Münzir, Peygamberimize-. «Ey Allah'ın elçisi! Bu karargâh yaptığın yer sana Allah'ın inmeni emrettiği; bizim için, ileri gidilmesi veya geri çekilmesi caiz olmayan bir yer midir? Yoksa şahsî bir görüş neticesi, bir harb ve harb tedbiri olarak mı seçtin?- diye sordu. Hz. Peygamber de: «Hayır, şahsî bir görüş neticesi harb tedbiri icabı olarak seçildi» buyurdu. Bu sefer Habbâb: «Yâ Resülâllah, o haldf burası karargâh olarak inilecek bir yer değildir. Sen halkı buradan hemen kaldır. Kureyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz yapıp, onu su ile dolduralım. Sonra müşriklerle çarpışalım. Biz susadıkça havuzdan su içeriz. Onlar İse su bulup içemezler ve müşkil duruma düşerler...» dedi. Bu sözler üzerine, Peygamberimiz (s.a. v.) kalktı ve Habbâb'ın tavsiye ettiği yere gidip, oraya karargah kurdular[3].
Sa'd bin Muaz, Resûlullah'a, Medine'de kalan müslümanlann yanına sağ salim olarak dönmesi ve onu kaybetme bahtsızlığına uğramamalah için; kendisine, içinde emniyetle oturacağı bir gölgelik yapmasını teklif etti. Resûhıllah (s.a.v.) da bunu uygun buldular. Sonra Resûlullah (s.a.v.) ashabını, Allah'ın kendisini destek-liyeceğine ve yardım edeceğine ikna etmeye çalıştı. Hattâ O şöyle buyuruyordu: «Falanın vurulup düşeceği yer şurasıdır, falan vurulup düşeceği yer burasıdır (yâni müşriklerden!..) Resûlullah bunu derken elini gösterdiği yerlere koyuyordu. Onlardan hiçbirisi de Resûlullaah'ın elini koyduğu yerlerin ne ilerisine, ne de gerisine, tam gösterdiği yerlere düştüler...[4]
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Bedir savaşında, Ramazan ayının onye-disinde. Cuma gecesi akşamleyin dua ederek, Allah'a yalvarmaya başladı. Duasında şöyle diyordu: «Allah'ım! Kibir ve böbürlenmekle gelen şu Kureyş'tir, sana meydan okuyor. Resulünü yalanlıyorlar!.. Allah'ım! Bana yapmış olduğun yardım va'dini yerine getir. Allahım! Onları sabahleyin helak eyle...»
Hz. Peygamber (s.a.v.) devamlı, ellerini semaya açmış, huşu Ünde tazarru ederek Allah'a yalvarıyordu. Nihayet Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Peygamber'e acıyarak, arkasma sokulup şöyle dedi: «Ya Resûlâllah! Rabbına niyaz ettiğin yetişir. Nefsi myed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki; O, sana olan va'dini muhakkak yerine getirecektir».
Müslümanlar da Allah'tan yardım istiyorlar, zafere ulaştırmasını diliyorlar, yalvarışlarında samimi olduklarını belirtiyorlardı.[5]
Müslümanlarla müşrikler arasında çarpışma, Hicret'in İkinci yılının Ramazan'ının 17. günü, Cuma sabahı başladı. Peygamberimiz eline bir avuç ince kum alıp Kureyş müşriklerine karşı dönerek: Kara olsun, yüzleri!» deyip etrafa saçtı. Saçtığı ince kumdan gözlerine ve yüzlerine dolmayan hiçbir müşrik kalmadı. Yüce Allah da müslümanlar tarafım, savaşan meleklerle takviye etti[6]. Savaş müslümanların lehine büyük bir zaferle sonuçlandı. Bu çarpışmada, müşriklerin ileri gelenlerinden yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kadarı da esir alındı. Müslümanlardan da ondört kişi şehid oldu.
Bu savaşta öldürülen müşriklerin cesedleri -onların arasında, Kureyş-in liderleri de bulunmaktaydı- Bedir kuyusuna atıldı. Resû-lullah (s.a.v.) kuyunun kenarında durup: «Ey falan oğlu filân! Ey falan oğlu filân!..» diye babalarının ve kendilerinin adları ile çağırarak; «...Biz, Rabbimizin bize va'dettiğini gerçek olarak bulduk. Siz de putlarınızın size va'dettiği şeyi hak olarak buldunuz mu?» diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), Peygamberimize: «Ey Allah'ın elçisi! Şu cansız cesedlere ne diye seslenir, söz söylersin?» deyince, Peygamberimiz (s.a.v.), «Muhammed'in hayatı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, benim söylediğim sözleri, siz onlardan daha iyi işitir değilsiniz[7]» buyurdu.
Resûlullah (s.a.v.) esirlerin durumunu ashâbıyla istişarede bulundu. Hz. Ebû Bekir (r.a.), onlardan fidye olarak para alınmasını teklif etti ki; müsümanlara güç kazandırsın. Ve onlar da salıverilsin ki, belki onlara Allah hidâyetini nasib eder. Hz. Ömer bin el-Hattâb (r.a.) da, hepsinin boynunun vurulmasını teklif etti. Çünkü onlar küfrün önderleri ve liderleriydi. Ama Hz Peygamber (s.a. v.) onlara merhametinden dolayı Hz. Ebû Bekir'in görüşü olan, «fid-ye»ye meyletti. Esirler hakkında da böyle karar verdi. Ancak Kur'-an âyetleri, bu konuda; Eesûlullah'ı azarlar mahiyette ve Hz. Ömer'in görüşü olan -esirleri öldürme- fikrini destekler mahiyette inmişti. Bu âyetler: «Hiçbir peygamberin yeryüzünde ağır basıp (harb edip) zaferler kazanıncaya kadar (muharib düşmandan) esirler alması (vâki) olmamıştır...» âyetinden, «...Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yiyin, Allah'tan korkun, şübhesiz ki Allah çok yarhğayıcıdır, çok esirgeyicidir[8]» âyetine kadardır. [9]
İbretler Ve Öğütler
Büyük Bedir Gazvesi, dinî sorumluluklarını yerine getirmede samimî ve inandıkları prensiplere sımsıkı bağlı olan mü'minlere; Yüce Allah'ın yardım ve desteğini gösteren büyük mucizeleri olduğu kadar, kıymetli öğütleri ve dersleri de ihtiva ediyor.
Biz bu dersleri ve işaretleri aşağıdaki şekilde özetliyoruz:
1- Bedir Gazvesi'nin ilk sebebi bize gösteriyor ki, müslümanlan Resûlullah ile birlikte çıkmaza zorlayan asıl faktör, savaş ve harb olmayıp, ancak Ebû Süfyan başkanlığında, Şam'dan gelmekte olan Kureyş kervanım ele geçirme arzusudur. Şu kadar var ki; şanı yüce olan Allah, kendi kulları için daha büyük bir ganimeti, üstün bir zaferi, bir müslümanm tüm hayatında hedef edinmesi gereken gaye ile en çok uygun düşen daha şerefli bir hareketi murad etmişti. Bunun için de, ardına düştükleri kervanı kendilerinden uzaklaştırıp, onun yerine hiç beklemedikleri bir orduyu karşılarına çıkardı. Bunda, iki hususa işaret vardır:
Birinci Husus Müslümanlarla savaşan harbilerin malları, müslümanlara göre haram olmayan mallar sayılır. Müslümanların, o malları yağma etmeleri, ellerinin yetiştiklerini almaları haklarıdır. Ellerine geçen bu mallar kendilerinin mülkü sayılır. Tüm fukahâ nezdinde, mütte-fekun aleyh olan hüküm budur. Mekke'deki evlerinden, barklarından dışarı atılmış olan Muhacirler, Kureyş'in kervanını yakalama ve ona el koyma arzusunda, haklıydılar. Bunun sebebi ise şudur: Müslümanların Mekke'de bıraktığı, onların hemen ardından da müşriklerin yağmaladıkları mallara karşılık bir misillemedir bu.
İkinsi Husus: Bu maksadın meşru oluşuna rağmen yine de Yüce Allah, mü'-min kulları için bundan daha üstün bir gayeyi ve kendilerine daha layık olan bir vazifeyi murad etmişti. Zaten onlar bu vazife için yaratılmışlardı. Bilelim ki bu vazife, Allah'ın dinine da'vet bu uğurda cihad, i'lâ-i kelimetullah uğrunda malı ve canı feda etmektir. Ebû Süfyan'm ticaretini kurtarmadaki başarısı ne kadar büyük idiyse, Kureyş'le müslümanlar arasında yapılan savaşta Kureyş'in yenilgisi de o kadar mühimdi. Müslümanların nefislerine verilen bu ilâhi terbiye, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetinde en açık bir şekilde kendisini gösteriyor: «Hani Allah size, iki taifeden birinin muhakkak sizin olduğunu va'd ediyordu. Siz ise, kuvvetli ve silâhı bulunmayanın, kendinizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da emirleriyle Hakk'ı açığa vurmayı, kâfirlerin arkasını kesmeyi irade buyuruyordu[10]
2- Kureyş kervanının, müslümanlardan uzaklaşmasından sonra, karşılarına baştan aşağı silâhlanmış büyük bir ordunun çıkması üzerine, Resûlullah'm, bu durumu, ashâbıyla müşavere etmek için nasıl bir oturum düzenlediğini düşündüğümüz vakit, iki şer'i işareti öğreniyoruz. İkisinin de önemi pek büyük:
Birinci işaret: Resûlullah'm ashâbıyla müşavereyi kendisine prensip edînmesidir. O'nun hayatının hangi dönemine bakarsak bakalım; siyasetti şer'iyye ve tedbirle alâkalı; aynı zamanda hakkında Kur'an'dan bir nass bulunmayan her işte, bu prensibe sarıldığını görüyoruz. Bunun iç!n müslümanlar, teşrii bir esas olarak, hakkında kitab veya sünnetten bir nass bulunmayan hususlarda, şûranın kaçınılmazlığı üzerinde ittifak etmişlerdir. Hakkında Kitab'tan bir nass veya hükmünü Resûlullah'm te'kid ettiği, sünnetinden bir hadis bulunan konulara gelince; o konuda şûra caiz değildir. Ayrıca onun üzerinde herhangi bir karar verilmesi de gereksizdir.
İkinci işaret: Müslümanlarla, gayr-i müslimler arasında meydana gelen anlaşma, barış ve savaş gibi konuların «Siyâset-i Şer'iyye» denilen veya bazılarının «Hükmü 1-İmamet» adını verdiği bölüme girdiğine işaret. Bunun açıklaması şudur: Asıl olması yönünden, cihad farzının meşruiyeti; herhangi bir neshe veya tebdile imkân tanımayan, tebliği bir hükümdür. Nitekim sulh ve anlaşmaların meşruiyetinin aslı sabittir ki; iptali veya tslâm şeriatı hükümlerinden tecrid edilmesi caiz olmaz. Şu kadar var ki, bunun çeşitli tatbik şekilleri zaman, mekân ve şartlara, müsîümanlann ve düşmanlarının durumlarına göre değişebilir. Bu konuda en sağlam ölçü, yalnızca âdil ve dini bütün bir imamın fliderin) basireti, dindeki samimiyeti ve ihlâsı ile birlikte dini hükümlerde derin bilgisine bağlı siyâseti, özel garazının bulunmaması, müslümanlarla müşavereye ve onların değişik görüşlerinden ve bilgilerinden istifade etmeye önem vermesidir...
islâm Devlet başkanı; düşmanlarla savaşmamayı müslümanîar için daha hayırlı görüp; görüşünün doğruluğunu müzakere ve müşavere ile tesbit ederse; cihad için uygun şartlar gelinceye kadar düşmanla barış imzalaması üzerine vazife olur. Yalnız bu barışın şer'i nasslardan biriyle tezat teşkil etmemesi gerekir. Devlet başkanı, uygun zamanı gözetir. Bu yönde maslahat ve fayda görürse halkını savaşa ve savunmaya teşvik etmesi yine ona vazife olur.
Resûlullah (s.a.v.)'ın hayatından birçok olayların delâlet ettiği ve bütün fakihlerin de üzerinde ittifak ettiği görüş budur. Çok nadir de olsa, müslümanlara kendi yurtlarında ve memleketlerinde, düşman aniden saldırıya geçtiği takdirde, şartlar ve vasıtalar ne olursa olsun, müslümanların kuvvet kullanarak savunmaya geçmeleri farzdır. Bu konudaki farziyet ve mükellefiyet, bütün müslüman erkek ve kadınlara şâmildir...
Fukahânın tümünün üzerinde ittifak ettiği gerçek şudur ki, şûra meşrudur. Fakat şart değildir. Yâni müslüman bir hâkimin (komutanın) kanaatinde ve fikrinde şûradan yararlanması uygun olur. Fakat kendi görüşüne şûra üyeleri karşı çıksalar bile, ekseriyetin görüşünü alması, üzerine vâcib değildir. Kurtubî bu konuda diyor ki: «İstişare eden kişi, görüşlerin ihtilâfında bakar; eğer mümkün-ise onlardan Kitab ve Sünnet*e en yakın olanını araştırır. Bunun üzerine, onu Allahü Teâlâ o görüşlerden beğendiği birine iletirse;-hemen ona kararım verir ve Allah'a tevekkül ederek, o görüşü uygular[11]».
3- Şübhe yoktur ki araştırmacı şunu soracaktır: Niçin Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Ömer'in ve Hz. Mikdâd'ın (r.â.) cevabı Resûlullah'ın gönlünde yeter miktarda itmi'nan uyandırmadı? Ve Hz. Peygamber (s.a.v.) devamlı Ensâr'm yüzüne bakıyordu? Nihayet Sa'd b'n Muâz konuşunca, Resûlullah'ın gönlü rahatladı ve huzura kavuştu?..
Cevab: Gerçekten Resûlullah (s.a.v.) bu konuda özellikle Ensâr'm fikrini öğrenmek istiyordu. Bakıyordu ki, onlar hüküm ve kararlarında; Resûlullah ile kendi aralarında yapılmış olan anlaşmadan ayrılacaklar mı? Çünkü o anlaşma, uyulması gereken özel bir anlaşmaydı. Böyle olunca da, bu anlaşmada kararlaştırıldığı gibi Medine'nin sınırları dışında, onları kendisiyle birlikte savaşmaya ve kendisini savunmaya zorlama hakkı yoktu. Yoksa onlar Cenâb-ı Hak'la birlikte yaptıkları büyük anlaşmadan ve îslâmî hükümlerden ayrılacaklar mı? Bu takdirde de, bu anlaşmaya göre onlardan emin olması Hz. Peygamberin hakkıydı. Bu muahedenin hukukuna riâyet etmeleri ve tüm sorumluluklarını yerine getirmeleri de onların ödeviydi.
Sa'd b. Muaz'ın verdiği cevab iyice düşünülünce, görülecek ki; Ensâr'ın Hicret'ten önce, Mekke'de Resûlullah ile yaptıkları sözleşme, Allah ile yapılan sözleşmeden başkası değildir. Ensâr-ı Kiram, Resûlullah kendi yanlarına hicret ettiği zaman onu korumayı kendilerine ödev kabul ederlerken, Allah'ın dinini ve şeriatını savunmayı da düşündüler. Buradaki problem, onların Resûlullah ile birlikte üzerinde anlaştıkları muayyen maddeler mes'elesi değildir. Halbuki onlar bundan ötesini üstlenmeyi istemiyorlar. Ama asıl mes'-ele şudur: Onlar bundan dolayı., Yüce Allah'ın sözünü de içirte alan büyük bir riskin altına girmişlerdi. Ayet şöyle: «Şübhesiz kî Allah, hak yolunda (muharebe ederek, düşmanları) öldürmekte ve kendileri de öldürülmekte olan mü'minlerin canlarını ve mallarını -kendilerine Cennet (vermek) mukabilinde- satın almıştır[12]».
Bunun için Sa'd bin Muâz (r.a.)'ın cevabi: «Biz sana iman ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de Hak ve gerçek olfluğuna şehadet ettik. Biz bu hususta, dinlemek ve itaat etmek üzerfe, sana kesin sözler de verdik. Nasıl istersen öyle yap, biz seninle beraberiz...» Yâni biz seninle birlikte yürüyoruz. Akabe blatmda hep bir-. Hkte üzerinde ittifak ettiğimiz şeylerden daha büyük olan muahedeye uyacağız, şeklinde olmuştu.
4- Devlet başkanı ve komutanın cihad'da ve diğer durumlarda gözcüler ve ileri karakollardan yararlanması, müslüm ani arın da düşmanlarının stratejisini ve durumunu keşfetmek, sayı, teçhizat ve mühimmatı ortaya çıkarmak için, düşmanların arasına casuslar salması caizdir. Yine bu hususta daha başka yollan ve vasıtaları bulup kullanması da onlar için caiz olur. Ancak şu şartla ki, bu yol ve vasıta, düşmanın durumunu öğrenme maslahatından daha önemli olan bir başka maslahata zarar verecek şekilde olmasın... Belki bu vasıta ve yol sır saklamayı veya tuzak kurma türlerinden birini ya da hiyle yapmayı gerekli kılabilir. Bunların hepsi, müslüman-lann maslahatı ve korunması için elzem vasıta olması hasebiyle, güzel ve meşrudur...
Siyret kitablarında şöyle bir rivayet bulunmaktadır:
Resûlullah Efendimiz, Bedir yakınında konakladıkları vakit, ashabından bir adamla birlikte etrafı dolaşırken, ihtiyar bir Arapla karşılaştı. Peygamberimiz ona, Muhammed, Ashabı ve Kureyş hakkında bildiklerini sordu. İhtiyar Arap da: «Kimlerden olduğunuzu bana bildirmediğiniz sürece, size hiçbir bilgi veremem» dedi. Bunun üzerine, Resûlullah (s.a.v.): «Sen bize soracaklarımız hakkında bilgi ver. Biz de sana kim olduğumuzu bildirelim» buyurdu, thtiyar da: Şu şöyle, bu böyle mi?» dey.nce, Peygamberimiz: «Evet» diye buyurdu. Böylece ihtiyar bildiği kadar müşriklerin durumunu, duyduğu kadar da Hz. Peygamber'in ve ashabının durumunu haber verdi. Nihayet sözünü bitirince: «Peki, ya siz kimlerdensiniz?» diye sordu. Resûl-i Ekrem de: «Biz «Su»damz» deyip adamdan uzaklaşırken, ihtiyar: «Hangi sudan, Irak suyundan mı?» diye konuşuyordu.
5- Resûlullah'ın tasarruflarının kısımları Resûlullah (s.a.v.), konakladığı yerin durumu hakkında, Hab-bâb bin Münzir'le arasında geçen konuşma (gördüğüm gibi, o isnadı sahih bir hadîstir) bize gösteriyor ki, Hz. Peygamber'in tasarruflarının hepsi teşri nev'inden değildir. Aksine Resûlullah da birçok zamanlarda herkesin düşündüğü gibi düşünen, akıl yürüten bir beşer olması hasebiyle, birtakım tasarruflarda bulunur. Şübhesiz ki, biz bu gibi tasarruflarında ona uymakla yükümlü değiliz. Bu savaşta kendisinin seçtiği yere konaklaması da bu tür bir tasarruftur. Ama Habbâb bin Münzir'in orduyu başka bir yere nakletmesini nasıl tavsiye ettiğini ve Resûlullah (s.a.v.)'in da buna nasıl muvafakat ettiğini görmüştük, tşte bu, Resûlullah'ın bu yeri seçişinin Allah katından gelen bir vahiy sebebiyle olmadığını, Habbâb (r.a.) kesin olarak öğrendikten sonra olmuştur. Resûlullah'ın siyâset-i şer'-iyye grubuna giren tasarrufları çoktur. Resûlullah'ın yaptığı bu tasarruflar, kendisinin Allah'tan aldıklarını tebliğ eden bir peygamber olması cihetinden değil de, imam ve devlet başkanı olması yönün-dendir. Onun askeri tedbirleri, bağış ve ihsanları da çoktur. Bu konunun, enine boyuna açıklamasını fukahâ yapmıştır. Onları burada sayıp dökmeye imkân yoktur.
6- Allah'a yalvarıp, yakarmanın önemi ve Ondan çokça yardım isteme: Resûlullah'ın ashabını, zaferin kendilerine âit olduğuna nasıl inandırdığım görmüştük. Halka Peygamberimiz (s.a.v.) : «Burası falanın vurulup düşeceği yer.» diye buyurarak, arazide çeşitli yerleri işaret etmişti. Hakikaten bu durum onun haber verdiği gibi gerçekleşmişti. Sahih hadîs-i şerifte de vârid olduğu gibi onlardan hiçbiri; Peygamberimizin elini koyduğu yerin ne ilerisinde, ne de gerisinde; fakat tam gösterdiği yerlere düştüler...
Bununla beraber biz Hz. Peygamber'in; kendisi için yapılmış
gölgeliğin içinde Cuma gecesi boyunca duâ edip; yalvararak Allah'a sığındığını; avuçlarım semaya açarak Allah'ın kendisine va'dettiği zaferi vermesini istediğini, (ellerini fazla kaldırdığından) sırtından ridâsının düştüğünü; Hz. Ebû Bekir'in kendisine acıyarak yanına sokulup: «Yâ Hesûlâllah! Rab bina niyaz ettiğin yetişir artık! Hakikaten Allah sana olan va'dini yerine getirecektir»» dediğini ve yanından hiç ayrılmadığını görmüştük. Resûlullah (s.a.v.), bazılarının vurulup düşecekleri yerleri eliyle gösterdiği ve: «Vallahi ben sanki Kureyş müşriklerinin harb meydanında vurulup düşecekleri yerlere bakıyor, onları görüyor gibiyim» diyecek derecede emin olduğu halde, bu kadar yalvarış ve yakarışlar da niçin?
Cevab: Hz. Peygamber'in zafere olan imanı ve itmi'nanı, ancak Allah'ın, Resulüne yaptığı va'dini tasdik mahiyetinde olmuştu. Allah'ın kendi va'dmden dönmeyeceğinde şübhe yoktur. Çünkü bu savaştaki zafer müjdesi kendisine vahyedilmişti.
Duâ ve yalvarıştaki istiğrakla, elin semaya açılmasına gelince; işte o kulluk vazifesidir ki, insan o vazife için yaratılmıştır. Bu da, her durumda zaferin bedelidir.
Zafer - sebebler ve vasıtalar ne kadar bol olursa olsun - ancak^ Allah katındandır ve O'nun tevfikiyledir. Halbuki Allah CAzze ve Celle) bizden istek ve arzumuzla kul olmamızdan başka birşey istemiyor. Allah'a yaklaşmış olan hiçbir kul, kulluk sıfatından daha büyük bir sıfatla Allah'a yaklaşmamıştır. Hiçbir insan da, hiçbir vasıtayla Allah indinde duasının kabulü ve kendisinin makbuliyet kazanmasını, tezellül ve tazarru ile Allah'a yakarışı kadar sağlam bir yolla elde etmiş olamaz.
Şu dünya hayatında insant tehdit eden, başına üşüşen çeşitli meşakkatler ve çeşitli musibetler, insanın Allah'a yönelmesi, zayıflığını ve kulluğunu hatırlatan düşünceyle onun önünde itiraf etmesi her türlü belâ ve fitnelerden O'na sığınmasını gerektirir. Kendisine kulluğunu hatırlatan, düşünce ve umutlarını Allah'ın yüceliğine ve kudretinin enginliğine çeviren bu sebeb ve âmillerdir... în-san kendi hayatında bu hakıkata karşı uyanık olduğu ve gidişatını onunla renklendirdiği zaman Allah'ın kendi kullarına ta'yin ettiği sınıra ve hedefe varmış olur.
Resûlullah'ın, zafer vermesi için Rabbine yalvarmasında, içten yakarışında ve uzunca duasında eşsiz örneğini gördüğümüz bu ubû-diyyet (kulluk'un) karşılığı, bu savaştaki ilâhî desteğin hak edilmesidir. Şu âyet-i kerime bunu belirtmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor ;
«Hani Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz da; O, «Ben size birbiri peşinden bin tane melekle yardım ederim[13]» diye cevab vermişti.»
Hz. Peygamber (s.a.v.) bu ubûdiyyet sebebiyle, zafere inanıyordu ve sonucun müslümanlarm lehine olacağından emin idi. Resû-lullah'm, gölgelikteki duruşunda tecelli eden bu ubûdiyyeti ve bunun neticesini; Ebû Cehil'in: «Vallahi, Bedir'e varıp, orada üç gün-kalarak develer boğazlayıp, yemekler yiyip, şarap içip cariyelere şarkı söyleterek eğlen m edikçe, geri dönmeyeceğiz. Başımıza birikecek olan Araplar, bizi dinler ve seyrederler. Bundan sonra artık böylece hep bizden çekinirler» deyişinde kendini gösteren şu azgınlık ve böbürlenme ile mukayese et.
Gerçekten, Allah'a kul olmanın ve O'nun huzurunda eğilmenin sonucu, üstün haysiyet ve yüce bir şeref olduğundandır ki, dünyanın tüm mağrur adamları o izzet ve şerefe boyun eğdiler. Kibirlenme ve azgınlığın neticesi de, zillet ve helak oldu. Ehline .hazırlanmış bir mezardı sonucu... Çünkü onlar, kendilerine mezar olan o yerde, şarap içecekler ve şarkıcılar şarkı söyleyip onları eğ-lendirecekti... Sırf Allah için yapılan kulluk, her ne zaman, azgınlık ve gururla çarpıştıysa, sürme tu İlah böyle tecelli etmişti zaten...
7- Bedir Gazvesinde Allah'ın melekleri yardıma göndermesi: Bedir Savaşı, sadık mü'minleri destekleyen ve onlara yardım eden mucizelerin en büyüğünü ihtiva ediyor. Yüce Allah o savaşta, melekleri savaşmak üzere, müslümanlarm yardımına gönderdi. Bu hakikat, sahih hadîslerin ve Kur'an'ın açık delaletiyle sabittir. İbn Hişâm, Hz. Peygamber'in gölgelikte bir miktar uykuya daldığını ve sonra uyanıp; «Müjde yâ Ebâ Bekir! Allah'ın nusreti geldi. İşte Ceb-, râil, atının yularından tutmuş, Nakve[14]'ye doğru çekiypr» diye buyurduğunu rivayet ediyor. Buhârl bu hadisi buna yakın bir lâfızla, rivayet etmiştir[15].
Meleklerin, müslümanlarla beraber savaşmak için inmeleri, onların kalblerini mücerred tatminden ve Allah'tan fazlaca yardım istemelerine karşı, moral vermekten ibarettir. Onların, Allah yolunda ilk savaş tecrübeleri olmasıyla birlikte, kendilerinden sayı ve malzemece üç kat üstünlükleri bulunan insanların karşısına dikilmeleri bu durumu gerektirmişti. Yoksa zafer Allah katındandır. Meleklerin, bunda doğrudan herhangi bir etkisi yoktur. Bu hakikati belirtmek için, Yüce Allah, meleklerin iniş sebebini açıklayarak şöyle buyurmuştur: «Allah, bunu ancak bir müjde olması ve kaîbleri-nizin yatışması için yapmıştı. Zafer ancak, Allah katındandır. Doğrusu Allah güçlüdür, hakîmdir[16]
8- Ölülerin kabir hayatı:
Resûlullah (s.a.v.)'ın kuyunun ağzında durup, müşriklerin ce-sedlerine seslenmesinde, canları çıktığı halde onlarla konuşmasında; bu esnada da Hz. Ömer (r.a.)'e verdiği cevabta, ölü için hakikatim ve keyfiyetini anlayamadığımız özel ruhi bir hayatın varlığına, ölülerin ruhlarının kendi cesedleri etrafında devamlı döndüğüne açık İşaret ve delil vardır. Kabir azabının ve ni'metinin mânâsı da buradan anlaşılabilir. Şu kadar var ki; bunların hepsi, şu bizim dünyevi idrâklerimiz ve akıllarımızla tesbit edilemeyen ölçülere göre yaratılmıştır. Çünkü bu husus, bizim akli ve maddi tecrübelerimiz ve müşahedelerimiz ötesinde, «Melekût Alemi» diye isimlendirilen şeylerdendir. Bunlara inanma yolu ise, bize haberi sağlam ve kesin yolla ulaştıktan sonra onlara teslim olmaktır.
9- Esirler mes'elesi:
Resûlullah (s.a.v.)'ın esirler hakkındaki müşaveresi sonunda da fidye ödemeleri şartıyla serbest bırakılmalarına karar vermesi, daha sonra bu hükmü vermelerinden dolayı Resûlullah'ı ve ashabını kınayan âyetlerin inmesi mes'elelerinden yürüyerek denir ki; bütün bunlarda çok önemli hikmetler vardır :
a) Esirler ve Peygamberimizin içtihadı: Bu olay bize gösteriyor ki, Resûlullah'm içtihad etme hakkı vardır. Bu görüşü benimseyenler -onlar usûl âlimlerinin cumhurudur- Bedir esirleri mes'e-lesini buna delil göstermişlerdir. Resûlullah'ın içtihad etmesi sahih olunca, buna binâen içtihadında isabet veya hatâ etmesi de sahih olur. Şu kadar var ki, hatâ sürekli devam etmez. Bilâkis, onun içti-hadlarını tashih eden, Kur'an'dan bir âyetin inmesi gerekir. Bu hususta herhangi bir âyet inmemiş ise, bu durum Resûlullah'ın içtihadının Allah'ın ilmindeki gerçek üzere vuku bulduğuna delil teşkil eder.
b) Bedir savaşı, müslumanların sayıca az ve güçsüz oldukları bir dönemde, Allah yolunda savaşmak ve fedakârlık etme yönünden ilk denenmeleri oldu. Ayrıca, savaşın ardından da, fakr ve ihtiyaç içinde bulundukları bir halde; karşılarına ganimet ve mal çıkarılmak suretiyle denenmişlerdi. Yukarıda söylediğimiz gibi, Allah müs-lümanları, zayıf hallerine rağmen savaş tecrübesine tâbi tutarak, hikmeti gereği zaferi apaçık taddırarak gönüllerini yatıştırıp başarıya ulaştırmıştır. Daha sonra da ilâhî hikmet, münasib bir vakit gelince, fakr ve ihtiyaçla beraber mal ve ganimet de göstererek, ince terbiye metodlanyla onları denedi. Bu savaşın peşinden, bu tecrübenin eseri, iki olay da kendini göstermişti. Birinci olay şudur: Müşrikler, yenilgiye uğrayıp, arkalarında çeşitli malları bırakıp kaçınca; bazı müslümanlar ganimet almakta yarışa girdiler. Ve öbür-leriyle ganimetin kimin hakkı olduğunda ihtilâfa düştüler. Neredeyse bunun üzerine kavga ediyorlardı. Savaşçılar arasında ganimetin dağıtılması hükmü henüz gelmemişti. Resûlullah'a bu durumu soruyorlar ve bu konuda anlaşmazlıklarını Resûlullah'a kadar götürüyorlardı. îşte o zaman şu âyet-i kerimeler indi: «Ey Resulüm! Sana ganimetlere dair soru soruyorlar. De ki, «Ganimetler, Allah'a ve Peygamberine aittir. İnanıyorsanız, Allah'tan sakının. Aranızdaki münâsebetleri düzeltin. Allah'a ve Peygamberine itaat edin. tnanan-lar ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman, kalbleri titrer» âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve Rabîerine güvenirler...[17]».
Okuyucu da görüyor ki, bu iki âyette, onların sorularının cevabını taşımıyor. Bilâkis bu âyetler, onları konudan uzaklaştırıyorlar. Çünkü enfâl (ganimetler) onlardan birine âit değildir. Aksine o, Allah'a ve Resulüne aittir. Ama onlara yaraşan şey aralarındaki vuku bulan bu anlaşmazlığı düzeltmek, emrettiği hususta Allah'a itaat, yasaklarından da sakınmaktır, tşte onların ödevi budur. Ama mal ve dünya konusuna gelince; her ikisinde de Allah'a güvenmelidirler. Müslümanlar, şu iki âyetin işaretine yönelip, kavgaya düştükleri konudan dikkatlerini uzaklaştırınca, hemen ardından ihtilâfa düştükleri ganimetlerin savaşçılar arasında nasıl taksim edileceği mes'elesini açıklığa kavuşturan yeni bazı âyetler geldi. Görüldüğü gibi bu durum, üstün terbiye metodlarmın en çarpıcısıdır.
İkinci olay da şudur: Resûlullah (s.a.v.) esirler konusunu as-hâbıyla görüşürken, ashabın gönülleri, esirlerin fidye ödemelerine daha yatkındı. Bu konudaki mülâhaza ise; onlara karşı şefkat ve merhametle muamele sonucunda hidâyetlerinin te'min umuduydu. Aynı zamanda Muhacirlerin Mekke'de bıraktıkları mallara karşılık bu fidye ile dünya işlerini birazcık olsun düzeltmiş, bii nov'i tazminat almış olacaklardı. Resûlullah'm gönlünün de yattığı bu durum, onun kendi arkadaşlarına karşı ne kadar şefkatli olduğunu gösterir. Bu şefkat ile Muhacirler Bedir gazvesine giderken, Resûlullah onların durumunu görünce, elini onlar için duaya kaldırmıştı. Muhacirlerin üzerinde fakirlik ve yoksulluk belirtileri gözüküyordu. îş-te o vakit Resûlullah, Allah'a şöyle niyazda bulundu: «Allah'ım! Onlar yayadır, sen onları binekli kıl. Çıplaktırlar, sen onları giydir. Açtırlar, sen onları doyur[18]».
Fakat ilâhî kader, şartlar ve durum nasıl olursa olsun, yalnızca dini düşünce esasına dayanan yüce dâvadaki karar için, müs-lümanların mala ve paraya bakışlarını bir ölçü veya ölçünün bir parçası yapmalarına izin vermedi. Çünkü onlar bu tür bir tecrübe ile ilk defa karşı karşıya geldiklerinden; bu görüş üzere bırakılmış olsalardı, bu görüş sürekli bir kaide haline gelirdi. Böyle olunca da, çeşitli dünyevi maksadlardan herhangi birşeyin ulaşamayacağı bir yücelikte kalması gereken bu gibi hüküm ve kararlan, maddî nazarla görme alışkanlığı sürer giderdi. Dünyanın arkasından koşarak giden ve dünyanın zevkine ve tadına dalan kişilerin, artık ondan vazgeçmesi ve nefsini onun zevkinden alıkoyması çok zor olurdu...
Müslim, Hz. Öber bin el-Hattâb (r.a.î'ın şöyle dediğini nakleder:
Bedir esirlerinin kurtuluş fidyesi ödemeleri kararlaştırıldıktan sonra, Resûlullah'ın huzuruna girdim. Bir de ne göreyim; Resûlullah (s.a.v.), Ebû Bekir'le birlikte oturmuş ağlıyorlar. «Yâ Resûlal-lah, seni ve arkadaşını ağlatan hâl nedir, bana haber ver de, ağlanacak bir durum bulursam, ben de ağlarım. Ağlanacak bir durum bulamazsam, ikinizin ağlamasına katılırım» dedim. Resûlullah (s.a.v.): «Senin arkadaşların esirlerden fidye alınmasını bana tavsiye ettiklerinden ötürü, uğrayacağınız azabın, şu ağaç (Resûlullah'ın yanıbaşında bulunan bir ağaç) tan daha yakın olduğu bana gösterildi. Yüce Allah, «Hiçbir peygamberin, bulunduğu yerde düşmanlarını ağır bir mağlûbiyete uğratıp, kımıldanamaz bir hale getirmedikçe onlardan esirler alması lâyık ve vâki değildir» âyetinden, «...Artık, aldığınız o ganimetlerden helâl ve temiz olarak yiyiniz. Allah'tan korkunuz. Şübhe yok ki, Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir» âyetine kadar indirdiği âyetlerde buna işaret buyurdu[19]» dedi[20]...
2- Beni Kaynuka Ve Yahudiliğin Müslümanlara İlk Hıyaneti
İbn tshâk naklediyor:
Benî Kaynuka olayı şöyle olmuştur: Re sulu Hah (s.a.v.) onları, Kaynuka oğulları pazarında topladı. Sonra onlara: «Ey Yahudi topluluğu! Siz, Allah tarafından Kureyş'in uğradığı azab gibi bir azaba uğramaktan korkunuz ve Müslüman olunuz! İyi bilirsiniz ki, ben Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bunu da kitabınız (Tevrat)'ta ve Allah'ın size olan ahdinde buluyorsunuz» dedi. Bunun üzerine Kaynuka yahucLleri:
«—Yâ Muhammedi Çarpışmayı bilmez, dağınık görüşlü bir kavimle karşılaşıp onları ezmek fırsatını bulman seni aldatmasın! Sen bizi kendi kavmin gibi mi görüyorsun? Eğer bizimle çarpışacak olursan, nasıl adamlar olduğumuzu o zaman anlarsın» dediler.
İbn Hişâm'ın Abdullah bin Ca'fer'den, onun da Ebû Avâne'den rivayetine göre:
Bir Müslüman Arap kadını bazı şeyler satmak üzere, Kaynuka oğullan pazarına gidip, satacağını sattıktan sonra, bir kuyumcunun dükkânına oturmuştu. Orada bulunan yahudiler, kadının yüzünü açmak istedilerse de, kadın buna diretti. Kuyumcu, kadıncağızın elbisesinin arka eteğini sırtına iliştirdi. Kadın ayağa kalkınca edeb yeri göründü. Yahudiler gülüşmeye başladılar. Kadın feryâd etti. O sırada oralarda bulunan müslümanlardan birisi, Yahudi kuyumcunun üzerine atılıp, onu öldürdü. Yahudiler de toplanıp müslüma-nı öldürdüler. Öldürülen müslümamn ailesi de, yahudilere karşı, müslümanlardan imdad istedi. Müslümanlar yahudilere karşı öfkelendiler. Bu yüzden Kaynuka oğulları yahudileri ile Müslümanlar arasında husûmet başladı. Resûlullah ile aralarında bulunan anlaşmayı bozan yahudilerin ilki bunlar oldu[21].
Taberi ile Vâkıdi'nin rivayetlerine göre, bu olay Hicret'in ikinci yılında, Şevval ayının ortasında oldu[22].
Bunun üzerine, Resûlullah (s.a.v.), Kaynuka oğullarını bir müddet kuşatma altında tuttu. Sonunda Resûlullah'ın kararına boyun eğdiler. O sırada Abdullah bin Ubey bin Selûl, Resûlullah'a baş vurarak: «Yâ Muhammedi Benim müttefiklerime Ve dostlarıma iyilikte bulun!» dedi. Peygamberimiz ona yüz vermedi. Abdullah bin Ubey bin Selûl, elini Resûlullah'ın gömleğinin yakasından içeri soktu. Hz. Peygamber (s.a.v.) öfkelendi ve orada bulunanlar, Resûlullah'ın yüzünde kızgınlık belirtilerini gördüler. Peygamberimiz, onun bu küstahça davranışına karşı: «Yazıklar olsun sana, bırak yakamı» dedi. O da: Bırakmam vallahi! Beni Kızıl ve Karalara karşı koruyan şu üçyüz zırhlı, dörtyüz zırhsız kişileri, bir sabahta kılıçtan mı geçirmek istiyorsun? Vallahi ben bu kadar insanların yüzünden felâketin aleyhe dönebileceğinden korkuyorum, dedi. Resûlullah da: «Onları sana bağışladım. Onlara, Medine'den çıkmalarını ve civarında bile kalmamalarını söyle!» diye buyurdu. Bunun üzerine yahudiler çıkıp, Şam Ezraatı'na gittiler. Çoğunluğu orada helak oldu.
Abdullah bin Ubey gibi, Ubâde bin Sâmit de bu yahudüer ile müttefik idi. Hemen Resûlullah'a koşup: «Yâ Resûlâllah! Ben, Allah'ı, Peygamberini ve mü'minleri dost edindim, Şu kâfirlerin ittifakından ve dostluğundan uzaklaştım», dedi.
Abdullah bin Ubey bin Selûl ile Ubâde bin Sâmit hakkında şu aşağıdaki âyetler indi:
«Ey iman edenler! Yahudileri de, hıristiyanları da kendinize dost edinmeyiniz! Onlar ancak birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse, o onlardan olur. Şübhe yok ki Allah, o zalimler güruhunu doğru yola çıkarmaz.
Yüreklerinde hastalık bulunan kimselerin (devrin aleyhimize dönmesinden ve başımıza bir felâket gelmesinden korkuyoruz!) diyerek, onların arasında (yardakçılık edip) konuştuklarını görürsün. Umulur ki, Allah yakında o fethi veya kendi tarafından bir emri ihsan ediverir de, onlar yüreklerinde gizledikleri şeye pişman olurlar.[23]
İbretler Ve Öğütler
Bu olay, baştan sonuna kadar, Yahudilerde bulunan, hıyanet ve döneklik huyunu sergiliyor. Etraflarında komşu olan veya aralarına karışmış olan insanlara kötülük etmeden veya hıyanette bulunmadan onlarla birlikte yaşamak, yahudilerin hoşuna gitmez. Yahudiler, hıyanet için bütün yolları ve metodları kullanmakta en mükemmel istidada sahiptirler. Biz, bu olayın genişçe açıklamasını araştırırken birçok dersleri ve prensipleri çıkaracağız. Onları aşağıda şöyle özetliyoruz:
1- Müslüman kadının örtüsü:
Gördük ki bu hâdisenin sebebi, yahudilerin, Müslüman Arap kadınının yüzünü açmak istemeleri idi. Bu olay, Müslüman kadının kendi özel bir işini görmek için Yahudi çarşısına girdiği vakit olmuştu. İbn Hişâm'ın naklettiği bu sebeb ile diğer seyircilerin rivayeti arasında tezad yoktur. Çünkü bu ikincilere göre, müslüman-lann Bedir savaşında kazandıkları zaferi, yahudiler çekemediğinden bu tür taşkınlıklara girişmişlerdi. Yahudilerin, Peygamberimize: «Eğer bizimle çarpışacak olursan, bizim nasıl adamlar olduğumuzu sen o zaman anlarsın» diye sarfettiklen sözler, onların kinini ortaya koyuyor. Öyle görünüyor ki, iki sebeb de birlikte vukubulmuş-tur. Onlardan biri diğerini tamamlıyor. Çünkü, yahudilerin sadece kinlerini kelimelerde ve yüzlerinde açığa vurmasından dolayı, Resûlullah'ın aralarındaki anlaşmayı bozması çok uzak bir düşüncedir. İbn Hişâm'm rivayetine göre, bilâkis yahudilerin müslüman-lara karşı kötü davranmış olmaları gerekir...
Bu olay gösteriyor ki, İslâm'ın kadına farz kıldığı örtünme, kadının yüzünü de içine almaktadır. Yok eğer böyle olmasaydı, kadının yüzünü örterek yolda yürümesine herhangi bir ihtiyaç kalmazdı. Müslüman kadının yüzünü örtmesi, kendisine emredilen dini bir hükmü yerine getirme duygusuyla olmamış olsaydı, elbette yahudi-ler, kendilerini bunu yapmaya iten birşey bulamazlardı. Çünkü ya-hudiler bununla, kadındaki, açıkça görülen dini şuuru rencide etmek istediler.
Denilebilir ki, îbn Hişâm'ın rivayetinde tek kaldığı bu olayda biraz zayıflık vardır. Bu gibi bir hükme, delil teşkil edecek kuvvette de değildir. Ancak buna şehadet edecek diğer sahih hadîsler çoktur. Onları tenkid etmeye de imkân yoktur.
Buhârİ'nin Hz. Âişe (r.aJ'den, ihrama giren kişinin giyeceği elbise bahsinde rivayet ettiği şu söz bunlardan biridir. Hz. Âişe şöyle demiştir: «îhrama giren kadın ağzını burnunu örtemez, yüzünü peçe vs. ile örtemez, Za'feran veya Vers sürülmüş elbise de giyemez.» Bunun bir benzerini de tmam Mâlik; Muvatta'ında Vâfi'den, o da Abdullah bin Ömer'den rivayet etmiştir ki, ihramlı kadın yüzünü peçe ile örtemez, eldiven giyemez[24]..
Kadının, hacda ihram esnasında yüzünü yaşmaklaması veya peçe takmasının yasaklanmasının anlamı nedir? Bu yasak, erkeğe değil de, niçin özellikle kdına konulmuştur? Bu yasağın, o zaman Müslüman kadının yüzünü peçe ile kapamasından ve yaşmaklamasından dolayı meydana geldiğinde şübhe yoktur. Öyle ise var olan bu hüküm, hacda bu istisnayı gerekli kıldı.
Müslim'in ve diğer hadis imamlarının rivayet ettiği Fâtıma bin-ti Kays hadîsi de yine bunlardan biridir. Fâtıma binti Kays'ı kocası boşamıştı. Boşama işi kesinleşince, Resûlullah (s.a.v.) ona; Ümmü Şerîk'in evinde, iddetini beklemesini emretmişti. Sonra Resûlullah (s.a.v.) ona haber göndererek; Ümmü Şerik'in evini ashabının sık sık ziyaret ettiğini ona bildirdi. Ve ona, şöyle emretti: «Sen amcanın oğlu İbn Ümmü Mektûm'un yanında iddetini bekle. Çünkü o, gözleri görmeyen bir adamdır. Sen, başörtünü bıraktığın zaman o, seni görmez», buyurdu.
Bu hadîs, kadının yüzünü ve vücudunun diğer kısımlarını, yabancı erkeklere karşı, setretmesinin farz olduğuna delâlet etmesi cihetiyle vârid olmuştur.
Erkeğin, kadının yüzüne bakmasının haram olmasına delâlet yönüne gelince; bu hususta da, birçok hadis-i şerifler vârld olmuştur :
imam Ahmed'in, Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin de Berire'den rivayet ettiği hadis-i şerif bunlardandır. Berire demiştir ki; Resûlullah (s.a.v.), Hz. Ali'ye şöyle buyurdu: -— Yâ Ali! Bir bakıştan sonra tekrar bakma. Zira birinci bakış senin için caiz ise de, ikincisi değildir.» Yine Buhâri bu konuda İbn Abbâs'tan şunu rivayet eder: «Resûlullah (s.a.v.) kurban gününde, Minâ'da Fadl bin Abbas'ı bineğinin arkasına almıştı. Bu esnada Has'am kabilesinden genç ve güzel bir kadın Resûlullah'a fetva sormak için gelmişti. Fadl bin Abbas bu kadına bakmaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), Fadl'ın çenesinden tutup, kadına bakmasın diye yüzünü başka tarafa çevirdi».
Oukuyucu, bu hadislerde iki yasağın biraraya geldiğini görüyor: Biri, kadının yabancı erkekler karşısında yüzünü veya vücudunun bir başka yerini açmasının yasak oluşu. Diğeri ise; erkeğin kadına bakmasının yasak oluşu... Bu hadislerde, kadının yüzünün yabancı erkekler karşısında avret (kapanması gereken yer) olduğuna delâlet vardır. Ancak, öğrenme, şahidlik, tedavi zarureti g bi özel durumlar bundan müstesnadır.
Kadının yüzünün ve ellerim avret olmadığı görüşüne sahib olan mezheb imamlarına göre, onları örtmek vâcib değildir. O imamlar, bunun aksine delâlet eden yukarıdaki hadis-i şeriflerin, vücûb değil de mendûb olduğuna hamlettiler. Şu kadar var ki; bütün imamlar, kadının vücudundan herhangi bir yere şehvetle bakmanın caiz olmadığında, günah işlemenin yaygınlaşıp, kadına bakan fûsık-ların ve kötü niyetlilerin çoğunluğu teşkil ettiği zaman ve zuminde, kadının yüzünü örtmesinin vâcib olduğunda ittifak etm şlerdir.
Bugünkü müslümanların durumu : Fısk u fücurun, kötü ahlâk ve terbiyenin yaygınlaştığı gözönündc bulundurulunca; bu durumda, kadının yüzünü açmasının caiz olduğunu söylemeye imkân bulunmadığı anlaşılmış olur... Hakikaten bugün İslâm toplumunun gösterdiği bu tehlikeli düşüş karşısında müslümanlara şu yaraşın Bu tehlikeli dönemi atlatıncaya, dizginleri kend: ellerine alıncaya kadar, daha dikkatli yürümeleri, daha tedbiri elmaları,..
Kısa bir ifadeyle deriz ki, genel bir Islâmi program dahilinde tutacak, meşru hududu aşmaktan ve ölçüyü kaçırmaktan alıkoyacak, dun ve içt mai bir akım icad edilmediği sürece; dinî ruhsatlara yönelmek k'^uun ayağını kaydırır, vacibleri terk ve herşeyi mubah görmeye goturur
Bir kısım insanların şu anlayışı ne kadar da tuhaftır: Bunlar koylaştırma ve hafifletme makamında, «zamanın değişmesiyle hükümler de değişir» kaidesine tutunarak vacibleri mubah kılmaktadırlar. Fakat bunun aksine b.r durum olunca da, bu kaidenin mutlak olduğunu düşünmüyorlar. Halbuki ben, içinde bulnuduğumuz dönemin gereklerine bakarak yürürken, daha çok sakınmayı ve Allah müslumanlara, istenilen Islâmî toplumu hazırlayıncaya kadar, çok daha ölçülü yürümenin gerektiğine inanıyorum. Sürçmenin çok olduğu bu döneme bakarak kadının yüzünü örtme zaruretinde, zamanın değişmesiyle hükümleri değiştiren zarureti gösterecek b!r örnek de bulamıyorum...
2- Benî Kaynuka yahudileri yüzünden çıkan bu hâdise, onların müslumanlara karşı kalblerinde bulunan gizli kine işaret ediyor. Fakat yahudilerin, müslumanlara karşı olan kinlerini gzleme-yi ve hilelerini saklamayı başardıkları bu üç yıl süresince, neden bu kinin belirtileri ortaya çıkmakta gecikti?
Cevab: Onların duygularını alevlendiren, içlerinde bulunan gizli kini ortaya çıkaran asıl sebeb müslümanların Bedir savaşında elde ettikleri zaferdir. Bu zafer yahudilerin hiç beklemedikleri bir sonuçtu. Böyle olunca da, içlerinde taşıdıkları kin ve öfke onları sıkmaya başladı ve başvurdukları bu gibi şeylerle hasetlerini ortaya koymaktan başka bir yol bulamadılar. Nihayet onların kinleri, müslümanların Bedir'de elde ettikleri parlak zaferi müteakip ortaya attıkları sözlerde ve yorumlarda açık bir şekilde kendini gösterdi...
îbn Cerîr, Medine yahudilerinden biri olan Mâlik bin Sayf'ın Bedir dönüşünde, bir kısım müslumanlara şöyle dediğini rivayet eder: «Savaşmayı bilmeyen bir Kureyş topluluğu ile karşılaşmanız sizi aldatmasın. Şayet biz, sizin aleyhinize aldığımız kararı uygulama alanına koysak, bizimle savaşmaya gücünüz yetmez.»
Eğer yahudiler, müslümanlarla kendileri aralarında bulunan anlaşma ve sözleşmelere saygı gösterselerdi, elbette müslümanlardan onlara bir kötülük gelmez, onları evlerinde ve yurtlarında rahatsız edecek bir kimse de çıkmazdı. Ancak onlar, şerre rızâ gösterdiler. Böylece de şer, dönüp dolaştı kendi başlarına geldi.
3- İslâm'da münâfık'a yapılan muamele :
Bu olay ve bunun ardından, Abdullah bin Ubey'in gördüğümüz şekliyle yahudileri savunması olayı, bu adamın münafıklık halinden hiçbir şeyi hemen hemen gizli bırakmıyor. Onun bu durumundan anlaşılıyor ki, bu adam, islâm'a nifak sokmak istiyor, kalbinin derinliklerinde İslâm'a ve müslümanlara yalnızca kötülük besliyordu.
Ancak Resûlullah ts.a.v.) buna rağmen ona bir Müslüman muamelesi yapıyordu. Onun hukukunu çiğnemiyor, ona verdiği sözden asla caymıyordu. Resûlullah (s.a.v.) hiçbir zaman ona bir müşrik veya bir mürted ya da müslümanhğında yalancı bir kişi muamelesi yapmadı. Israr ettiği ve çok yalvardığı hususlarda Resûlullah, onun bu arzularını yerine getirdi.
Bu olay - bütün âlimlerin ittifak ettiği gibi - bir münafığa, şu dünyada müslümanlann bir müslümanmış gibi davranmaları gerektiğine işaret ediyor. Bir münafığın münafıklığı kesin olsa bile yine de böyle muamele görür. Bunun sebebi, îslâmî hükümlerin iki yönden oluşmasıdır. Biri bu dünyada uygulanma yönü. Müslümanlar, kendi aralarında ve kendi toplumlarında bunu tatbik etmekle mükelleftirler. Bunun denetiminin, halife veya devlet başkanı üzerine alır. Diğer yönü ise âhirette tatbik edilenidir ki, o da sadece Allah'a kalmıştır.
Birincisi dünyevi olup, maddi ve duyularla anlaşılabilen kazi deliller üzerine kurulur. Çünkü bu hükümlerin neticelerinden yalnızca zahirin icabı ne ise o yapılır. Bu işte vicdani delillerin ve istintaç edilen karinelerin hiçbiri etkisi yoktur.
İkincisi ise, vicdani kanaatlere dayanır. Bu konudaki karar Allah'a havale edilir. Bu kaideyi belirtmek maksadıyla Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: «Şimdi biz, amellerinizin bize görünen yanıyla sizi değeıiend'riyoruz.» Bu hadisi Buharı rivayet etmiştir. Yine Resûlullah (s.a.v.), Buhârİ ile Müslim'in rivayet ettiği hadîste şöyle buyurur: «Sizler dâvalarınızı bana arzediyorsunuz. Bazınız (haksız iken) hüccetini daha düzgün ifadelere göre (doğru zannederek) onun lehine hükmedebilirim. Binâenaleyh kimin lehine, bir Müslüman kardeşinin hakkı ile hükmetmiş isem, sakın bu hakkı üzerine almasın. Ancak o, ateşten bir parçadır.»
Bu kaidenin meşru kılımşındaki hikmet; insanlar arasında, adaletin, tam bir güven içinde, oyuncak haline getirilmeden ve haklar ihlâl edilmeden icra edilmesidir. Çünkü, bazan bir kısım hâkimler,
nefsanî ve şahsî içtihadlarına kapılarak, bazı kişilere haksız yere zarar verme yolunu tutabilirler.
Bu şer'i kaidenin uygulaması olarak; Resûlullah (s.a.v.), münafıkların içlerinde gizledikleri ve görünürde bulunan birçok hallerini bilmesine ve Allah katından kendisine vahiyle bildirilmesine rağmen, münafıklara ahkâm-ı şeY'iyyede hiçbir ayırım yapmadan; müs-lümanlara yaptığı muamelenin aynisini yapıyordu...
Bu durum, müslümanlann, münafıklara karşı daima dikkatli olmalarına ve onların davranışları karşısında tam b.r uyanıklık içinde bulunmalarına aykırı değildir. Bu, her yerde ve her zamanda müslümanlann başta gelen ödevlerindendir. [25]
-Gayr-i Müslimleri Dost Edinmek -
Biz bu hâdisenin teşriî sonucu hakkında (ki, o da, bu olayı açıklamak için inen Kur'an âyetleridir) düşündüğümüz zaman; herhangi bir Müslümanın, bir gayr-â müslimi kendisine dost (yâni aralannda yardımlaşma ve dostluk mes'ûliyetinin müşterek olduğu) bir arkadaş edinmesinin caiz olmadığını anlamış oluyoruz.
Müslümanlar arasında, üzerinde ihtilâfa düşülmemiş İslâmİ hükümlerden biri de budur. Çünkü bu konudaki sarih Kur'an âyetleri birçok yerde tekrar edilmiştir. Ayrıca bunları tavzih eden hadis-i şerifler de mânevi tevatür derecesine ulaşıyor. Bu delilleri burada serdetmeye imkân yoktur. Zaten onlar, herkes tarafından bilinen, araştırmacıya gizli kalmayan şeylerdir.
Bu hükümden yalnızca bir durum istisna edilmiştir. O da, müs-lümanların çok zayıf oluşları sebebiyle, bu dostluğa mecbur bırakıldıkları zamandır. Çok zayıf olmaları, jstemiyerek onları buna sev-keder. Cenâb-ı Hak, bu konuda şöyle buyurarak izin vermiştir: «Mü'-minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah katında bir değeri yoktur. Ancak onlardan gelebilecek bir tehlikeden dolayı sakınmanız müstesnadır. Allah size asıl kendisinden korkmanızı emreder. Nihayet gidiş de ancak Allah'adır[26]».
Şurasını bilmemiz gerekir ki, gayr-i müslimleri dost edinmeyi yasaklamak, onlara karşı kin gütmeyi emretmek anlamına gelmez. Zaten Müslümanın, insanlardan herhangi birine karşı kin taşıması yasaklanmıştır. Yalnız burada, insanın herhangi bir kişiye Allah için buğz etmesi Ue kin tutması arasında büyük bir farkın olduğunu bilmek gerekir. Birincisinin kaynağı Allah'ın razı olmadığı bir mün-kerdir ki; Yüce Allah'ın bir Müslümandan, onu işleyene karşı buğz etmesini istemesi kendi hakkıdır. Ama ikincisinin kaynağı, kişinin amellerine ve davranışlarına bakılmaksızın, bizzat kendi şahsıdır. İşte tsîâm bunu yasaklıyor.
Allah için öfkelenmenin temelinde, öfkeyi hak etmiş bir kâÇi-re veya isyankâra karşı acımanın etkisi vardır. Çünkü kendi nefsi için istediği şeyi bütün insanlığa da istemesi, mü'minin şiarıdır. Bir mü'min, sadece kendi nefsini kıyamet azabından kurtarma ve kendi nefsi için ebedi saadeti garanti etme gayret ve düşüncesinde olmaz. Çünkü, mü'minin kâtirlere ve âsilere karşı öfkelenmesindeki etken, yalnızca onlara acıması, onların nefislerini ebedi azaba; âhi-rette Allah'ın azabına atmalarından duyduğu üzüntüsüdür. Aşikârdır ki, bu öfke herhangi bir husustaki kinden dolayı olmamaktadır. Böyle olsa, mutluluğu ve iyiliği için, babanın oğluna veya kardeşe kızması kin olurdu.
Bu durum, birçok zamanlarda kâfirlere karşı muamelede katı davranmanın meşruiyetine aykırı düşmez. Çok kerre, bu tür bir katı davranış, biricik ıslâh vesilesi olur, o da şefkat ve merhamet için gerekli olan neticedir. Nitekim şâir şöyle diyor:
«Islâh olmaları için sert davranmıştı.
O halde merhametli kimse,
Acıdığı kişiye bazen sert davransın.»
Böylece şunu da bilmek gerekir ki; kâfirlerle dostluğun yasaklanması; onlarla müslümanların arasında çıkan anlaşmazlıklar da, adalet prensibini uygulamada veya müslümanlarla onların arasında yapılan anlaşmalara riayet hususunda, ihlâl edici davranışın cevazını gerektirmez. Çünkü sürekli olarak adaletin uygulanması gerekir. Allah için öfkelenme ve nefretin, adalet prensibinin uygulanması karşısında, asla engel olarak dikilmemesi gerekir. Bu konuda, Ce-nâb-ı Hak : «Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahldHk edenler olunuz! Bir topluluğa karşı olan öfkeniz, sizi adaletli davranmaktan alıkoymasın! Adaletli davranın ki, O, takvaya daha çok yakın olandır. Allah'tan korkun. Şübhesiz ki, Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır[27]» buyuruyor. Asıl maksad, müslümanların gayr-i müslimlere karşı bir tek ümmet olduklarını bilmektir. Nitekim önceki konularda açıklamasını yaptığımız (BELGE: Hz. Peygamber'in Anayasası) bu hususu kaideleştirmişlir. Durum böyle olunca, gayr-i müslimlerle dostluk ve kardeşliğin sınırlı olması gerekir. Ama bütün insanlarla birlikte, gayr-i müslimlerle olan muamelelerde de, adalet prensibinin hassas bir şekilde uygulanması gerekir. Ayrıca bütün insanlığın hayrım istemek, tüm İnsanlara, kurtuluşa ermeleri ve doğru yolu bulmaları için duâ etmek icabeder... [28]
3- Uhud Savaşı
Savaşın Sebebi:
Bedir savaşında sağ kalan Kureyş ululan Bedir'de öldürülenlerin intikamını almayı kararlaştırdılar. Resûlullah (s.a.v.)'a karşı savaşmak üzere kuvvetli bir ordu hazırlamak için Ebû Süfyan'ın kervanından ve kervandaki mallardan yararlanmayı plânladılar. Bu konuda Kureyş sözbirliği etmişti. Ayrıca «Ehâfrş» denilen Arap kabileleri de kendilerine katıldı. Savaş sırasında müslümanlar onları kuşattığı vakit, erkeklerin bırakıp kaçmasını önlemek için kadınlardan da büyük bir kalabalığın yardımını istediler. Sayıları üç bin savaşçıya varan bir ordu ile Mekke'den hareket ettiler.
Resûlullah (s.a.v.) bu haberi duyunca hemen ashâbıyla istişare etti. Onları, düşmanı karşılamak ve savaşmak için Medine'nin dışına çıkmakla, Medine'de kalmak arasında muhayyer bıraktı. Buna göre, eğer Kureyş ordusu Medine'ye girerse, orada savaşacaklardı. Müslümanların yaşlılarının bir kısmının fikri, Medine'den çıkmamaktı. Münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selûl de bu görüşün sahiplerinden idi. Ancak Bedir'de savaşma şerefine eremenvş Sahâbe-i Kirâm'dan birçokları da ikinci bir görüş olarak şehrin dışına çıkmayı arzu ettiler ve onlar Resûlullah'a şöyle dediler: «Yâ Resûlâllah! Sen bizi düşmanlarımıza karşı çıkar ki, onlar bizim kendilerinden korkmadığımızı ve sinmediğimizi görsünler.» Bu görüşün sahipleri Resûluîlah'i kendi görüşlerine razı edinceye kadar onun yanından ayrılmadılar. Bunun 'üzerine, Resûlullah (s.a.v.î hemen hâ-ne-i şeriflerine girip zırhını g^ydi ve silâhını aldı. Resûlullah'a Medine'nin dışına çıkmak için ısrar eden kişiler, arzu etmediği şeyi ona zorla kabul ettirdiklerini zannederek yaptıklarına pişman oldular. Resûlullah (s.a.v.) çıkıp yanlarına gelince: «Yâ Resûlâllah, senin hoşlanmadığın şeyi biz sana ısrar ettik! Halbuki bu konuda bize herhangi bir şey düşmez. Sen istersen, Medine'de kal!» dediler. Resûlullah (s.a.v.) da: «Bir peygambere, zırhını giydikten sonra düşmanlarıyla savaşmadan onu çıkarıp yerine koyması yaraşmaz[29]» dedi.
Sonra Resûlullah Cs.a.v.) ashabından bin kişilik bir orduyla Medine'den dışarı çıktı. Bu hareket hicretten iki yıl sekiz ay sonra, Şev-vâl'in yedinci günü Cumartesi olmuştu[30]. Hz. Peygamber'in ordusu Medine ile Uhud arasında bir yere gelince, münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selûl kendi adamları ve taraftarlarıyla birlikte ordunun üçte biri kadar bir toplulukla ayrılıp; «O (Resûlullah'ı kasde-dlyor) re'y ve görüş sahibi olmayan delikanlıların sözünü dinledi de beni dinlemedi. Şuracıkta biz, kendimizi ne diye öldüreceğimizi bir türlü anlıyamadım?» diyerek geri döndü.
Abdullah bin Haram onların arkasından yetişerek, «Allah'ı severseniz, Resûlullah'ı yardımsız bırakmayınız» diyerek yalvarıyor-du. Fakat Abdullah bin Ubey bin Selûl de, «Bllsek ki savaş olacak, mutlaka sizinle gelirdik» dedi. Buharı, Zeyd bin Sabit (r.a.)'den şunu naklediyor:
Müslümanlar kendilerinden ayrılıp giden bu kişilerin durumu hakkında anlaşmazlığa düştüler. Bir grup, -onlarla savaşalım» derken, diğer bir grup da; «Bırakalım onları» diyordu. Bu konuda Ce-nâb-ı Hakk'ın şu kelâmı indi: -Siz hâlâ niçin münafıklar hakkında - Allah onları kazandıkları bunca günahlar yüzünden tepesi aşağı getirdiği halde - iki zümre (bölük) oluyorsunuz? Allah'ın saptırdığını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz? Allah kimi saptı-rırsa, artık onun için hiçbir yol bulamazsın[31]».
Sahâbe-i Kirâm'dan bazıları, yahudilerle aralarında yardımlaşma sözleşmesi bulunduğu için onlardan yardım istemeyi teklif ettiler. Resûlullah (s.av.) da: «Bir şirk ehlinden birine karşı diğer şirk ehlinden yardım isteyemeyiz[32]» buyurdu.
Resûlullah ve Ashabı - yediyüz savaşıçyı aşmıyorlardı - Uhud'da Şı'b vadisinde karargâh kurdu. Müslümanlar Medine'yi karşılarına alarak arkalarını dağa verdiler. Resûlullah Cs.a.v.) müslüman-ların arkasındaki dağın tepesine elli kişilik bir okçu grubunu yerleştirdi ve onların başına Abdullah bin Cübeyr'i komutan ta'yin etti. Ayrıca onlara şöyle emir verdi: «Haydi kalkınız, şurada yerlerinizi alınız. Bizi arkamızdan koruyunuz! Düşmanı yendiğimizi görseniz de sakın, bize katılmayınız! Düşmanların bizi öldürdüklerini görseniz de, yine gelip bize yardımcı olmayınız[33]» dedi.
Râfi bin Hadx Semûre bin Cündeb, Resûlullah ile beraber savaşa katılmaya ısrar ettiler. Halbuki, yaşları henüz onbeş idi. Resûlullah (s.a.v.î yaşlarının küçüklüğü sebebiyle onları kabul etmedi. Resûlullah'a: «Ey Allah'ın Elçisi! Râfi gerçekten bir okçudur» denilince, ona izin verdi. Bunun üzerine Semûre bin Cündeb tekrar Resûlullah'm yanına sokularak: «Vallahi ben Râfi'yi yenerim» dedi. Bu sefer Resûlullah (s.a.v.) ona da izin verdi.
Resûlullah (s.a.v.) elinde tuttuğu kılıcını göstererek: «Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?» diye sordu. Ebû Dücâne, Resûlullah'm yanına gelerek: «Onun hakkını vermek üzere ben alırım» dedi. Hz. Peygamber de kılıcı ona verdi. Ebû Dücâne kırmızı bir sarık çıkarıp başına sardı. Ölesiye savaşmayı istediği vakit, o böyle yapardı. Sonra saflar arasında çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.): «Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah onu bu gibi yerlerin dışında sevmez[34]» buyurdu. Sonra Resûlullah (s.a.v.) sancak-ı şerifi Mus'ab bin Umeyr'e verdi. Müşriklerin sağ kanadına Halid bin Velid, sol kanadına ise, Ebû Cehü'in oğlu tkrime kumanda ediyordu.
Artık insanlar savaşmaya ve birbirini öldürmeye başladılar. Savaş iyice kızışmıştı. Müslümanlar, müşriklerin bozulmaya başladıklarını anlıyorlardı. Müşriklerle karşı karşıya meydan okuyarak savaşanların başında Ebû Dücâne, Hamza bin Abdülmuttalib ve Mus'ab bin Umeyr (r.a.) gelmekteydi.
Mus'ab bin Umeyr (r.a.), Resûlullah (s.a.v.) 'in önünde şehid edilince sancak-ı şerifi Ali bin Ebi Tâlib kaptı. Allah (c.c.) müslü-manlara yardımını gönderir göndermez, hemen müşriklerin saflarında yenilgi görüldü. Artık müşrikler hiçbir şeye bakamaz oldular ve kadınları «yazıklar olsun» diye bağrışmaya başladılar. Onların arkasından da, müslümanlar önlerine geleni kılıçtan geçiriyorlar, mallarını da yağma ediyorlardı. Bu durumu gören dağın tepesindeki nöbetçi okçular, aşağı inmeyi tartışmaya başladılar ve aralarında anlaşmazlık çıktı. Okçuların çoğu savaşın sona erdiğini zannederek, hemen aşağı indiler. Arkadaşlarıyla yerinde kalan Abdullah bin Cübeyr de Sahâbe-i Klrâm'dan beş kişi ile birlikte şehid oldu. îbn Hişâm'ın rivayetine göre, o beş kişinin sonuncusu Umâre bin Yezid bin Seken idi. O da Resûlullah'm önünde yaralanıp yere düşünceye kadar savaştı. Resûlullah (s.a.v.î, onun yere düşmesi üzerine: «Onu bana doğru yaklaştırınız» buyurarak, mübarek ayaklarım onun başına yastık yaptı. Yanağı Resûlullah'm ayağı üzerinde iken ruhunu teslim etti.
Sonra savaş iki taraf arasında sakinleşti ve müşrikler savaş alanım bırakarak dağıldılar. Kazandıkları zaferle gururlandılar Müslümanlar şehidleri için feryâd ediyordu. Şehidlerin arasında, Hamza bin Abdülmuttalib, Yemân, Enes bin Nadr, Mus'ab bin Umeyr ve daha birçokları vardı. Hz. Peygamber (s.a.v.), amcasının şehid edilişine son derece üzüldü. Hz. Hamza'ya müsle yapılmıştı. Yâni karnı yarılmış, burnu ve kulakları kesilmişti. Resûlullah (s.a.v.) şe-h'dlerden iki kişiyi bir elbiseye koyuyor ve soruyordu: «Onların Kur'an'dan en çok ezbere bileni hangisi? Kendisine gösterileni daha önce kabre koyuyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.): «Kıyamet günü bu kişilere şahidlik edecek benim» buyurdu. Onların üzerlerine cenaze namazı kılınmadan ve yıkanmadan kanlı elbiseleriyle defnedilmelerini emretti[35].
Yahudiler ve münafıklar müslümanlann başına gelenlere sevinçlerini göstermeye başladılar. Abdullah bin Ubey bin Selûl ve arkadaşları, müslümanlara:
«Eğer siz beni dinleseydiniz, sizden öldürülen kişiler öldürül-mezdi» diyorlardı. Üzerinde vehme kapıldıkları zaferi ve Resûlullah ile ashabının arasını açmak için çeşitli yolları denemeye başladılar. Bunun üzerine Allahü Teâlâ, yahudilerin ve münafıkların uydurdukları yalan haberlerin asılsızlığını açıklamak, Uhud savaşında meydana gelen olayların hikmetini beyân etmek için Âl-i İm-rân süresindeki şu âyet-i kerimeleri indirdi. O âyetler: «Hani sen, mü'minleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek üzere erkenden evinden ve ailenden ayrılmıştın. Allah hakkıyla işiten, herşeyi bilendir» âyetiyle başlıyor, «Kendiler, evlerine oturup kardeşlerine: (Bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi)» dediler. De ki, «Eğer doğru sözlü iseniz, ölümü kendinizden savın[36]» âyetiyle sona eriyor.
Resûlullah (sa.