- Sahabilerin fetvaları 2

Adsense kodları


Sahabilerin fetvaları 2

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Wed 15 September 2010, 04:09 pm GMT +0200
Sahabilerin fetvaları 2

c) İlletin Genellik Belirtemesi


392- Zeydiyye´nin, illeti geçiş sağlayıcı olarak benimsedikleri kanaatine vardık. Ni­tekim onlar, sübuta erdiği takdirde illetin, içerdiği hükmün tüm kapsamını gerçekleştir­mesi açısından genel olacağını söylerler. Bu görüş, illetin genellik belirttiği ve uygula­masının da genel olduğu yargısına varan Irak fakihlerinin görüşüdür. Şöyle ki, illet ku-rallaştığı takdirde uygulaması da vacib olur ve ona karşıt bulunan her hüküm, kıyasın muhalifi sayılır. Nihayet temel ilkeler, böylelikle kesinleşir ve hükümler subut bulur. Yine bu şekilde şer´i nasslara dinamizm kazandırmak disipline edilir. Nihayet bu şekilde kıyasla ilgili hükümler ve kıyasa muhalif olarak, ayrıca kararlaştırılmış kuralların dışına taşarak gelen hükümler tanınır. Nass kendisi üzerine oturtulduğu için, illetin saygınlığı vardır.

Zeydiyye, illetin genellik belirtmesi konusunda tartışma açmış ve Iraklıların vardığı sonuca varmıştır. Büyük çoğunluğunun görüşü de bu paraleldedir.[10]

393- Mantığın da kabul ettiği gibi illet genel olduğuna ve her bulunduğu yerde uy­gulandığına göre acaba hususi anlam kazandırdığı hususlara kaynaklık eden her umumi lafzın durumu gibi tahsis edilmeye elverişli midir?

Şüphesiz tahsisinin caiz oluşu konusunda Zeydiler arasında fikir ayrılığı meydana geldiği gibi, hanefiler de ihtilaf etmişlerdir. Bir kısım Zeydilerle Ebu Zeyd ed-Debbûsî, Ebu Hasan el-Kerhi, ayrıca hanefilerden Cassas diye meşhur olan Ebu Bekir er-Razi tahsisin caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Bir kısım Zeydiler ve hanefiler ise tahsisinin caiz olmadığını söylerler. Ancak illetin belirli bir konumdaki hükmünün nassa yahut karşıtı olan bir icma´a geçiş sağlamasını engelleyecek husus geldiği takdirde adı geçen konumdaki hükmünün kesinlik kazanmayacağı noktasında tahsisi normal görenlerle bu duruma karşı çıkanlar ittifak sağlamışlardır. Şüphesiz böyle bir durum, illetin tahsise elverişli olmadığını ileri sürenlere göre tahsis sayılamaz. Çünkü illet, sadece nassın konu­mu içerisinde geçerlidir. Fakat nassın bu konumunda iki delil çelişmektedir:

Birincisi: Umumilik belirten illetin gerekli gördüğü husus,

İkincisi: Nass yahut icma´ veya da bu konumda kendisinden daha güçlü başka bir il­let. Bu durumda daha güçlü olan delil Öne alınır ve illetin umumiliğinin tahsisi sözkonu­su olmaz. Sadece hükmü geçerli olmakla birlikte amel ederken diğerini ona takdim et­mek sözkonusudur. Bu konuda usulcüler arasındaki sürtüşme noktası, bazı durumlarda herhangi bir tahsis edici ile amel etmenin uygun olup-olmadığı hususudur.

İlletin tahsisini normal görenler, bu durumu da caiz görmüşler ve illetin başhbaşına mucib olmayıp, sadece hükme bir emare teşkil ettiği şeklinde hüccet getirmişlerdir. Bu durum, kanun koyucunun bu özelliği illete takdir etmesi suretiyledir. Müçtehid, o illeti bulup-çıkarmakla imtihan edilir. İlletin bir konumda emare olup, diğer bir konumda emare olmaması caizdir. İllet, her durumda değil de birçok durumlarda etkisini göstere­rek hükmün ortaya çıkması suretiyle emare teşkil eder. Sözgelişi, kış aylarındaki yağmur bulutlarının yağmurun yağmasına emare teşkil etmesi gibi. Fakat bazı hallerde yağmurun yağması bu duruma muhalefet edebilir. Bu anlayışın gereği, illetin yararlı olup-olmamakla doğru orantılı bulunmasıdır. Buna göre, illetin mevcudiyetine rağmen yararlılık gerçekleşmezse o zaman illet tahsis edilir ve bu konumda uygulanmaz.

Tahsisi uygun görmeyenler ve illetin tahsisi kabul etmeyeceğini söyleyenler, onun tahsisinin imkanı bulunmadığı kanaatine varmışlardır. Çünkü illetin varlığı ve hükmün bazen gerçekleşmemesi vasfın, hükmün izlediği illet oluşunun ortadan kalkması demek tir. Hem sonra tahsisin anlamı, o konuda tahsis edildiğine dair delil bulunan illetin bu konumdaki hükme delalet etmediği ile ilgili delil teşkil etmesidir. Bunun varacağı so­nuç, illetin o hükümde uygulanılmaması yani o noktada etkisini göstermemesidir. Başka bir deyimle, o hükmün illetin genellemesi kapsamına girmemesidir. Buna göre, umumi­lik kavramı; illetin uygulanmadığı konumu kapsamına almadığından dolayı tahsis sayıl­maz. Bu durum, illetin fer´i konularda bulunmamasına, yahut illet denilebilen vasfın or­taya çırakılmasının tutarsızlığına neden olur. Bazı durumlarda anormalliğin gözükmesi, hata yönünün illetin istinbatı noktasında olduğuna sinyal veren şeydir. Sözgelişi çölde yol kenarındaki nişanların mevcudiyetiyle kendi yolunu araştıran kimse beyaz nişanlar bulduğu takdirde onlarla yolunun doğru olduğuna delil getirir. Siyah işareti gördüğü za­man da o işaretin gösterdiği şekil üzre yola devam eder, bu defa yanılır. Bu durum, o kimseyi yolu gösteren emareyi değiştirmeye sürükler. Bu defa yol gösterici işaretlere mutlak anlamda işaretler değil de sadece beyaz işaretler demek olan bir vasıf ekler.

Bu görüş gereğince illetin umumilik belirttiği kanaatine varılmış olur.

394- Bu husus teorikmiş gibi görünen, oysa pratik olan bir konudur. Çünkü tahsis caiz görenler, onu yararlılık illetine bağlarlar. Caiz görmeyenler ise, bu illete dayandır­mazlar. Birinci görüş, disipline edilme şartına ihtiyaç duyulmaksızın münasip vasıflarla

belirli bir illete dayandıran Zeydiyye çoğunluğunun metoduna daha yakındır. Buna göre daha önce belirttiğimiz gibi onlar nezdinde kıyasın illeti, münasib mürseldir.

395- Cumhur nezdinde olduğu gibi Zeydiyye´ye göre de illet, açıklık getiren emare­dir. İllet, fer´i konulardaki hükmü de ortaya çıkaracağı anlamında bizatihi hükmün ken­disinde etkili olmayıp, bilakis fer´i konulardaki yasa koymanın hükmünü açıklar ve fer´i konularla asiî konular arasındaki irtibatı, ayrıca Allah Teâlâ´mn hükmünün fer´i konular­da kapsadığım beyan eder. Temel mes´ele, Allah Teâlâ´mn fer´i konulardaki hükmünü elde etmek için yol gösteren sadece bir simgedir. Nitekim Miyar el-Ukul adlı kitapdaki fikhî illetin gücünün dozajı konusunda aşağıdaki ibare geçer:

"İllet isbatlayıcı değil, açıklığa kavuşturucu husustur."[11]

396- İlletin varlığıyla birlikte hüküm de bulunur; illet ortadan kalktığı takdirde hü­küm de yok olur. O, var olmak veya yok olmak açısından illetle birlikte deveran eder. İllet bulununca hüküm varlığını gösterir, bulunmayınca hüküm de bulunmaz. Bundan dolayı zeydiler kıyası, kıyas-ı tard ve kıyas-ı aks olarak iki bölüme ayırırlar. Kıyas-ı tard, illetin kesinlik kazandığı yerde hükmün de kesinlik kazanmasıdır. Kıyas-ı aks ise, sıfatlardaki iki pozisyonun ihtilaf etmesi durumunda fer´i mes´elelerdeki hükmün karşıtı nın kesinlik kazanmasidır. Bu ise aynılık kanununun ince bir uygulamasıdır. Buna göre sarhoş etme, haram sayma demek olan hükme, gerçekleştiği her yiyecek ve içecekte ge­çerlilik kazandırır. Hüküm gerçekleşmediği takdirde haram sayma olayı ancak sarhoşluk dışında necaset ve benzerleri gibi başka bir sebebin bulunmasından dolayı geçerlilik ka­zanabilir. Elbisede necasetin bulunması, namazın bozulmasının illetidir. Bu tardi bir olaydır. Necasetin ortadan kalkması, namazın caiz olacağı anlamında hükmün karşıtını geçerli duruma getirir. Herhangi bir içecekte sarhoşluğun bulunması haram edilmesini zorunlu kılar. O içecekten sarhoşluk özelliğini kaldırmak, helal anlamdaki karşıt hükmü gündeme getirir. İşte bu şekilde hakkındaki hükmü gerekli kılan herhangi bir olaydaki bütün vasıflar, o vasıflar devam ettiği sürece hükmü de sürekli gündemde tutar. O vasıf ortadan kalkacak olursa, o zaman hükmün karşıtı geçerlilik kazanır. Hükmün vasıfla birlikte bulunması, tardi bir kıyastır. Bu vasfın ortadan kalkmasıyla hükmün de zail ol­ması ise aksi kıyastır.

397- İllet birinci olarak nass veya icma´ yoluyla ana mes´elede gerçekleşip kesinlik kazanması durumunda olduğu gibi apaçık bir şekilde gerçekleşebilir. Böylece Nebi (s.a.v)´in kedi konusunda:

´´Onlar sizin etrafınızda çok sık dolaşan hayvanlardandır" kavlinde olduğu gibi ille­tin varlığını fer´i konularda da tanıtma hakkında müçtehid çok gayret sarfeder. Bu ifa­deyle anlıyoruz ki, hayvanın insanların etrafında çok sık dolaşan türden olması, onun te­mizliğinin illetidir. Müçtehid içtihad yöntemiyle böceklerle fare gibi mikrop saçan hay­vanlardan insanların çevresinde sık dolşan hayvanların varlığını kedilerin kapsamına sokmak için açıklamada bulunur. Celi kıyas diye adlandırılan bu tür illeti kıyası redde­den illetin nass ile sabit olması durumunda müçtehidin yaptığı içtihad zaten nassın uy­gulama alanı içinde olduğu için ona kıyas denilemiyeceğini söyler. Celi kıyas´ın karşıtı olan ikinci kısım da hafi kıyas´tır. Hafi kıyas, asıl mes´eledeki illetin gizli kaldığı ve onu isbatlayacak bir nassın bulunmadığı, ayrıca fakihin, onu tanıtırken illetin ortaya çıkarıl­ması yöntemlerinden birisi ile gayret sarfettiği kıyastır.

Her iki kıyas çeşidi de kıyasü´l-İlle diye adlandırılır. Kıyas çeşitlerinin karşıtı ise Kı­yas-ı şebih´tir. İmam Şafii er-Risale adlı kitapta kıyası şebeh´i, hükmünden açıkça bah­sedilmeyen hususun birkaç asıl içinde çeşitli benzer yönlerinin bulunabileceği müçtehi­din bu hususu asıllardan kendisine en çok benzeyene ilhak edeceği şeklinde yorumlar. Ayrıca İmam Şafii kıyas-ı ille´yi kıyas-ı rnana [12]diye de isimlendirir ve bu konuda şöy­le der:

"Kıyas iki açıdan ele alınır:

Birincisi: Fer´i mes´elenin tek bir asim anlamı içinde birtek benzerinin bulunması­dır. Dolayısıyla kıyasçılann bu hususta hiçbir ihtilafı sözkonusu olmaz.

İkincisi: Fer´i mes´elenin, birkaç asılda birkaç benzerinin bulunmasıdır. Bu durumda fer´i mes´ele asılların en evla olanına ve en çok benzeyenine ilhak edilir. Kıyasçılar ise bu noktada ayrılığa düşerler."[13]

398- Kıyasın bu bölümlerinin hepsi Zeydiyye´nin usul kitaplarında belirtilmiştir. Ni­tekim el-Fusıd el-Lü´îüiyye sahibi ile Mi´yar el-Ukul sahibi ve diğerleri bu bölümleri zikretmişlerdir.

Bütün bunlardan, Zeydiyye´nin kıyas konusundaki açıklamalarının cumhurun anla­yışlarıyla uygunluk sağladığını, ittifak ettikleri noktalarda onlarla İttifak ettiklerini, ihti­lafa düştükleri noktalarda ise zeydilerin görüşünün, cumhurun bir kısmının görüşüyle uyum içerisinde bulunduğunu görüyoruz. Fakat acaba zeydilerin açıkladıkları bu ayrıntı konusunda İmam Zeyd´den mi etkilenmişlerdir? Bu soruyu cevaplamak için aşağıdaki iki gerçeğe değinmemiz gerekiyor:

Birincisi: Bu denli ayrıntılar ve görüşlerin dallara ayrılması ancak usul ilmi üzerin­deki araştırmalarla ilgili görüşlerin yaygınlık kazanmasından sonra meydana gelmiş ve usul alimlerinin fikirleri hür, her türlü mezhep sınırlamalarından uzak bir araştırma sofrası üzerinde buluşmuştur. Bu olay ne İmam Zeyd döneminde ve ne de ilk müçtehidler döneminde kesinlikle meydana gelmemiştir. Usul kaideleri üzerinde ilk görüş beyan eden, İmam Şafii´dir. Lakin o da bu konular üzerinde, İslam kütüphanelerinin dolup-taş~ tığı bu denli şubeleştirmelere yer vermemiştir. Netice olarak biz, bu tür bölümlere ayır­manın, İmam Zeyd´den etkilenmediği sonucuna varıyoruz. Dolayısıyla İmam Zeyd´in, fıkhı konusunda bu denli ayrıntılarla hüküm verip-vermediği şeklinde bir araştırmaya girmek, abesle iştigaldir.

İkinci gerçek: İmam Zeyd, bu konuda ayrıntıya girmese bile kıyasla hüküm vermiş­tir. Onun bu husustaki durumu, bir araya geldiği çağdaşı İmam Ebu Hanife (r.a)´m duru­mu gibidir. El-Mecmu adlı kitabın sayfalarım karıştıracak olursak, İmam Zeyd´in kıyas­la hüküm verdiğinden bahseden ibarelere rastlarız. Nitekim İmam Zeyd´in, kocanın karı­sına soylulukta yahut zenginlikte veya benzer durumlarda denkliğinin şart bulunmasın­dan ibaret "küfiiv" konusunun İslam´da hiçbir yeri olmadığını isbatlamayla ilgili ibarele­rini nakletmiştik. Şimdi bu ibareyi tekrar nakledelim: Ebu Halid:

Zeyd b. Ali´ye (her ikisine de selam olsun) biribirine denk olanların evlenmesi durumunu sordum. Aleyhisselam:

 İnsanların bir bölümü diğer bir bölümüne denktir. Arap oluşları, Acem oluşları, Kureyş´ten olmaları ve Haşimi oluşları denktir. Müslüman olup iman ettikten sonra din­leri aynıdır. Bizim için helal olanlar onlar için de helal, haram olanlar ise onlar için de haramdır. Kanları, diyanetleri ve dini görevleri aynıdır. Bu konularda hiçbirisinin diğe­rine üstünlüğü yoktur.

Bu anlatılanlardan anlıyoruz ki, İmam Zeyd (r.a) soy değişikliğine iltifat etmeyip di­ni eşitliğe bakılmasını, kan diyetlerindeki eşitliğe kıyas etmiştir. Buna göre, kanlardaki eşitlik sabit olduğu gibi, evlenme ve diğer konularda da soy değişikliğine hiçbir itibar yoktur.

Yine küfüv konusunda İmam Zeyd, küfüvlüğü reddetmek için, nesebin kesinlik ka­zanmasına ters düşmemek şartıyla, zifaf gerçekleştiği takdirde evliliğin sahih olacağı, ayrıca zifaf öncesinde kadını boşadığı takdirde yanm mihir hakkının bulunacağı, zifaf sonrası boşadîği takdirde ise tam mihir hakkının olacağı hükmünü verirken kıyası kul­lanmıştır. Bu konuda Zeyd (r.a) şunları söylemiştir:

"Arabm gurur ve kibir sahiplerine sorduk ve ´bir Acemin Arap kadınla evlenmesinin haram veya hefal oluşu konusunda bize bilgi verin1 dedik. Bir kısmı helal olduğunu, bir kısmı da haram olduğunu söyledi. Yine onlara, Arap kadın bir çocuk doğuracak olsa bu durumda nesebinin kesinlik kazanıp kazanmayacağı konusunda görüşlerini sorduk. Evet, kazanır´ dediler. O takdirde bu evliliğin helal olduğunu söyledik. Çünkü haram ol­saydı, nesebi kesinlik kazanmazdı. Yine, zifaf Öncesi o kadını boşayacak olursa erkeğin yanm mihir ödemesi konusundaki görüşlerini, zifafa girecek olurlarsa kadının karar­laştırılan mihri veya mihr-i misli alma hakkının bulunup-bulunmadiğını, ayrıca Arap ol-

mayan bu erkek sözkonusu kadınla zifafa girerse kadının kendisini üç talakla boşayan kocasına tekrar helal olup-olmayacağını, diğer yandan mülkiyeti olduğu halde bu koca ölecek olsa kadının bu kocaya varis olup-olamayacağını, kadının babası veya kardeşleri razı olunca bu kimseyle evlenmesinin caiz mi yoksa batıl mı olduğunu sorduk. Bütün bunların caiz olduğunu ve nikahın da sahih bulunduğunu anladık."

Anlıyoruz ki İmam. Zeyd bu mücadele içerisinde kıyası kullanmıştır. Küfüv bulun­mamakla birlikte, bu tür evlilikteki nesebin kesinlik kazanması, aynca tam veya yarım mihrin gerekli olması nedeniyle sözkonusu evliliği sağlıklı görmüş, öte yandan bütün bunları evlüiğin sıhhatini gösteren gerçekler saymıştır. İşte bütün bunlarda kıyas yönte­mi mevcuttur. [14]



11- İSTİHSAN


399- Zeydilere göre istihsamn kıyas konusu içerisinde zikredilmesi, istihsanm kıyas türlerinden oluşu yahut da istihsan konusundaki açıklamaların kıyasla ilişkili bulunma­sından dolayıdır. İstihsan, Maliki ve Hanefi fıkıhlarında cari olduğu gibi, aynı şekilde Zeydiyye fıkhında da cereyan etmiştir. Şafii ise istihsana karşı çıkmıştır.

"Her kim istihsanla hükmederse, yasa uydurmuş olur" dediği İmam Şafii´den rivayet edilir.

Malikiler nezdinde istihsanm manası istidlal-i mürsel ile tamamen uygunluk arze-der. İstihsan kıyasın illetinin uygulandığı herhangi bir cüz´i mes´ele konusunda maslaha-ün kıyastan önceye alınmasıdır. Kıyasla hüküm vermek toplumsal çıkarla çeliştiği tak­dirde toplumsal çıkar kıyastan önceye alınır. Bu itibarla istihsan, toplumsal çıkarın kı­yastan önceye alınmasıdır. İlmin onda dokuzunun istihsandan ibaret olduğunu söylediği , İmam Malik´ten rivayet edilir. Bu anlayış, istihsanm lügat manasına uygun düşer. Çün­kü istihsan güzel olanı arzulamaktır. İslam´da güzel olan değer, içinde şeriat´m maksatla-nyla uyum sağlayan maslahatın bulunduğu şeydir. Bundan dolayı "kıyasın içinde boğu­lan kişi neredeyse sünnetten ayrılacaktı" denilmiştir. Malikilere göre istihsan, kıyasın hızını kesmek, aynca kıyasın kural dışı yönlerini önlemek içindir. Çünkü kıyas şeriatın genel çıkarlarıyla çelişince kural dışı duruma düşer.

Zeydiyye nazarındaki istihsanm manası, Hanefîyye´nin istihsan anlayışıyla yaklaşım arzeder. Şimdi her iki fırkanın da istihsanı tanımlamasını zikredelim; böylece karşılaş­tırmanın gerçek yüzü ortaya çıksın:

Ebu Hasan el-Kerhi, Hanefiyye nazanndaki istihsan anlayışım tanımlar ve şöyle der:

"îstihsan, müçtehidin önceki yargıdan vazgeçmeyi gerektirecek daha güçlü bir hu­sus dolayısiyle benzer konularda verdiği hükmün aynısını, sözkonusu mesele hakkında da vermekten vazgeçmesidir."

Nitekim istihsanla ilgili olarak Mi´yar el-Ukul adlı kitapta şöyle geçer:

"İstihsanm bütün yönleriyle tanımlanması konusunda söylenenlerin en derli toplusu,

onun, lafzın kapsamlı oluşu kadar kapsamlı olma özelliği bulunmayan içtihaddan , daha

güçlüsüne doğru mesafe kaydetmektir. Böylece istihsan, önceki içtihada tepeden inen

bir yabancı gibi olur. Tanımdaki "lafzın kapsamlıhğı kendisinde bulunmayan" ifadesi,

umumi lafzın kapsamhliğını kendisini tahsis edene nisbet etmekten sakınmaktır. Bu, is­tihsan değildir. Tanımdaki "daha güçlüsüne" ifadesi, nassdan kıyasa yahut daha zayıf bir nassa doğru ilerlemekten sakınmaktır. Bu da istihsan değildir, "önceki içtihada tepeden inen bir yabancı gibi olur" ibaresi istihsanı kıyas uğruna terketmekten sakınmaktır. Zira bu da istihsan değildir. Bilakis tepeden inme yabancı bir hükmün gayrısıyla amel etmek kıyastır. Çünkü istihsan, kıyasın üzerine tepeden inme yabancı gibidir."[15]

400- Bu tanımlamaya göre istihsan, daha güçlü bir delille hüküm vermeyi gerekli kılacak olağanüstü bir durum dolayısiyle kıyastan vazgeçmek anlamında yoğunluk ka­zanmaktadır. Bu anlayış, Hanefiyye´ye göre istihsanm vardığı noktadır.

Daha sonra kitap, bu konudaki görüşünü ayrıntılı olarak şöyle ifade eder:

"İstihsanm gerçekleşmesi için, birisi kendisinden vazgeçilen, diğeri de kendisine doğru yönelinen iki zanni delilin bulunması zorunludur. Her ikisinin de şartlarında anor­mallik sözkonusu olmayacak şekilde sahih olmaları gerekir. Fakat ister ikisi de kıyas, İs­terse biri kıyas diğeri haber tarzında bulunsun, birisinin tercihe şayanlık yönünden daha güçlü olması icabeder."[16]

Böylece anlaşılıyor ki, kesinlik belirten iki delil arasında varlığı düşünülemiyeceği için, istihsan bu gibi deliller üzerinde cereyan etmez. Çünkü delaleti ve senedi açısından kesinlik belirten delillerde, biri diğerini neshetmesi hariç, çelişkinin meydana gelmesi imkanı yoktur. Nesih ise Sari´ Teala´nın çizdiği stratejiden başkası değildir. İstihsana ge­lince, o içtihada dayalı bir tercihtir. O halde kat´i delille zanni delil arasında çelişiklik düşünülemez. Zira kat´i delil, zanni delilin geçerliliğini ortadan kaldırır. Öyleyse istih-sanda iki delilin de zanni olmasının gerekliliği belirginlik kazanıyor. Esasen vazgeçilen delilin kıyasa nass teşkil etmesi mümkün değildir. Çünkü illetinin organizeli olması ne­deniyle kıyasın da bir çeşit umumiliği vardır. Buna göre nass ile dengelendiği zaman kıyas olağanüstü sayılamaz. Çünkü nass, onun geçerliliğini ortadan kaldırır.

Bu duruma göre istihsan, sıhhatinin hiçbir şartı anormal olmayan sahih kıyas üzerin­de cereyan eder. Kıyasa ya daha güçlü bir kıyasla karşı koyar; o durumda istisnai bir konumda kendisinden vazgeçilmesini zorunlu kılar ve benzeri bütün olaylara sirayet eder. Veya haber-i ahadla, veyahut da varlığı ahad haberle kesinleşen bir icma´ ile kıya­sa karşı koyar. Varlığı tevatür yoluyla kesinlik kazanan icma´a gelince, şüphesiz o kesin­lik ifade eder. Böylece kıyası teşkil eden zanniliğin geçerliliğini yürüklükten kaldırır.

401- Buraya kadarında, daha doğrusu istihsanla hüküm verme konusunda bütün bo­yutlarıyla Hanefiyye mezhebi Zeydiyye mezhebi ile uygunluk sağlar. Nitekim Hanefiy­ye istihsanı dört kısma ayırmıştır:

1) İstihsanü´l-kıyas,

2) İstihsanü´s-sunne,

3) îstihsanü´l-icma´,

4) İstihsanü´l-Zarura.


Şimdi bu bölümlere teker teker işaret edelim: [17]



1-İstihsanü´l-Kıyas


Mes´elede biri diğerine zıt iki kıyası gerekli kılacak iki sıfatın bulunmasıdır. Bunlar-. dan birisi ıstılahı kıyas demek olan açık, ilk akla gelen, düzenli kıyastır. Diğeri İse, bi­rinci aslın dışında başka bir aslın kapsamına alınması gereken gizli kıyastır. Bu sonun­cusu, iki kıyasın çekiştiği mes´elede daha etkilidir. Dolayısiyle mes´elede etkisi daha güçlü olan gizli kıyas gereğince hüküm verilir. Etkinin güçlü ve zayıf oluşunun ana esa­sını, kolaylığı sağlamak ve zorluğu ortadan kaldırmak teşkil eder. Bu her iki kıyastan da daha güçlü olan delil, bünyesinde kolaylığı sağlamayı, daha büyük toplumsal çıkarı cel-betmeyi ve daha güçlü mazarratı ortadan kaldırmayı taşıyan delildir. Bu nedenle İmam Serahsi ifadeleri özetlerken şöyle der: "İstihsan, zorluklan terkederek kolaylığa yönel­mektir. Allah Teala şöyle buyurur: "Allah sizin için kolaylığı murad eder; güçlüğü nıu-rad etmez." (Bakara 185) Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuştur: "Dinimizin en ha­yırlı yönü kolaylık sağlamasıdır."

Şu iki misal, bu tür istihsanın örnekleri arasındadır:

Birinci misal: Alış-veriş yapan iki kişi müşteri malı teslim almadan önce fiyat ko­nusunda ihtilaf ettiklerinde, zahir kıyas gereğince davayı bir belgeyle isbat etme zorun­da olan kişi satıcının kendisidir. Çünkü fiyatın daha fazla olduğunu ileri süren satıcıdır. Satıcının bir belgesi bulunmadığı takdirde müşteri yemin eder, fakat her ikisinin de di­ğerinin ileri sürdüğü hususu inkar etmesi nedeniyle hem satıcının, hem de alıcının ye­min etmesi istihsam oluşturur.

Gerçek şu ki, satıcı alacağının daha fazla olduğunu iddia ediyor ve bu miktarı öde­meksizin müşterinin sözkonusu malı hakketmesi olayım reddediyor. Alıcı ise, iddia edi­len bu fazlalığı ödemeden malı elde etmeye hak kazandığını ileri sürüyor ve o fazlalığı ödemeye zorunlu olduğu iddiasını reddediyor. İşte bu, istihsanın illetini teşkil eder. Bu illet, zahir ve hemen akla gelen kıyasın illetinden, etki bakımından daha güçlüdür. Bü­tün bunlar, sürtüşmenin malın teslim alınmasından önce meydana gelmesi halindedir. Mal teslim alındıktan sonra sürtüşme cereyan edince, her ikisi de yemin ederler. Lakin bu durum, ileride de açıklayacağımız üzere istihsan-ı kıyas yoluyla değil, istihsan-ı sün-ne yoluyladır.

İkinci misal: Yırtıcı kuşun içtiğinden arta kalan su mes´elesidir. Şüphesiz kartal ve atmaca gibi yırtıcı kuşlar, etlerinin pis olması, aynca etobur olmaları dolayısıyla yırtıcı

hayvanlara benzerler. Yırtıcı hayvanların artığı pis olduğuna göre, aynı şekilde bunların da artıkları pis olur. İşte bu anlayış, zahir kıyasın ta kendisidir. Fakat bu noktada yırtıcı kuşun artığıyla yırtıcı hayvanların artığını biribirinden ayıran gizli bir kıyas mevcuttur. Bu kıyasa göre yırtıcı hayvanların artığı salyalarıyla bulaştığı ve salyaları da pis etten kaynaklandığı için necis sayılmakta, buna karşılık yırtıcı kuşlar suyu gagalarıyla içtikle­ri, salyalarını suya akıtmadıkları, gagalar suda herhangi bir eser bırakmadığı, dolayısiyle suya pislik karışmadığı için bu su artık necis sayılmamaktadır. İşte bu yorum da istihsa­nın ta kendisidir. [18]



2- İstihsanü´s-Sünne


402- İstihsanü´s-sünne, herhangi bir durumda kıyasın terkedilmesini gerektirecek bir sünnetin sübuta ermesidir. Şu hadis de bu türdendir:

"Alıcı ile satıcı, mal henüz orta yerdeyken ihtilafa düşerlerse ikisi de yemin eder ve alıp-verdikleri şeyi geri öderler."

Yine unutarak yiyip-içen kişinin orucunun bozulmayacağı, ayrıca namazda kahka­hayla gülmenin hanefilere göre abdesti bozacağı şeklindeki hadisler bu örnekler arasın­dadır. Bütün bu hadisler kıyasın ölçülerine aykırıdır. Kıyas kendi ölçütleri içerisine ter-kedilir ve böyle bir uygulamaya istihsan denilir.

İstihsanü´l-kıyas ile istihsanü´s-sünne arasındaki fark şudur: İstihsanü´l-kıyasm hük­münün istihsana dayalı kıyasın illetinin kesinlik kazandığı her konuma geçiş sağlaması imkanı mevcuttur. Buna göre, alıcının malı teslim almasından önce mal konusunda ihti­laf edildiğinde kıyas yürürlüğe girer. Böylece kiralamanın ücreti konusunda mal teslim edilmeden önce taraflar ayrılığa düştükleri takdirde her iki taraf da yemin eder.

İstİhsanü´s-sünne´ye gelince o, nassın ilgi alanı ile sınırlandırılır. Bu sınırı aşmasını sağlayacak bir illetinin bulunması dışında o nassuı alanını taşamaz. Dolayısiyle malı tes­lim aldıktan sonra tarafların yeminleşmesinin illeti bulunmadığı için, verilen hüküm ko­nusunda nassm ilgi alanı içerisinde bağımlı kalınmıştır. [19]



3- İstihsanü ´L-İcma


403- İstihsanü´I-icma´, kıyasın gereğinin vardığı noktaya aykırı olarak icma´ yapılan bir mes´elede kıyası terk etmektir. Sözgelimi, sipariş verme akdinin geçerli oluşu konu­sunda bütün müslümanlann icma´ sağlamalarında olduğu gibi. Çünkü kıyas, mal ortada olmayınca alış-veriş akdinin geçerli olmamasını gerektirir. Aynca sipariş maddesi he­nüz sanatkarın elinde bulunduğundan dolayı emek karşılığı ücret belirleme anlaşması da doğru olmayacağı için, kıyas böyle bir akdin geçersizliğini icabettirir. Fakat böyle bir akdin caiz olduğu konusunda müslümanların icma´i bulunduğu için böyle bir akid ca- izdir. Zira emek vermek, her dönemde o akdin sıhhati üzerine kurulmuştur. Emeği bir akde bağlamayı örf haline getirmişlerdir. Böylece olay, kendisiyle kıyasın terkedildiği bir icma´ halini almıştır. O sözleşme sayesinde emek vermek ise, bir delilden, daha güç­lüsüne yönelmek olur. Zeydiyye, zorluğu ortadan kaldıran vasf-ı münasib demek olan maslahat dolayisıyle caiz gördüğü için, sipariş anlaşması ile ilgili anlaşmayı istihsan-ı kıyas saymaktadır, Zaten bu istihsan çeşidi, onlara göre kıyasın bir türüdür. [20]



4- İstihsanu ´z-Zarure


404- Bir mes´elede, müçtehidi kıyası terketmeye zorlayan zaruretin bulunmasıdır. Bu çeşit istihsalim gereğince uygulama yapmak, havuz ve kuyuların temizlenmesi misa­linde olduğu gibidir. Kıyasla amel edecek olursak, bunların temizlenmesi mümkün ol­maz. Çünkü havuza ve kuyuya temizlemek maksadıyla su akıtmak mümkün olmaz. Zira havuza giren su pisleneceği gibi, pis su ile bulaşması sonucu kova da pislenecektir. Böylece kuyular ve havuzlar pis kalarak çalışma tekrarlanıp duracaktır. Dolayısiyle kı­yasla uygulamayı terk edişi, zorlayıcı zaruret nedeniyle istihsan saymışlardır. Zaruretin etkisi yükümlülüğün düşmesinde kullanılmış ve nihayet belirli sayıda kova takdirinde bulunmuşlardır. Böylece kovalar havuza atılır ve suyu boşaltılır. Belirli sayıda kovalarla da kuyudan su çekilir, bu işin tekrarlanması suretiyle, tamamen temizlenmese de neca­set oranı azaltılmış olur.

405- Hanefiyye nazarında istihsamn şekilleri bunlardan ibarettir. Bu şekiller, istih-san´ul-kfyas ve ahad haberle gelen istihsanu´s-sünne konularında Zeydiyye ile uyum sağlamaktadır. Çünkü bu iki şekilde de, her ikisi de sahih olan iki zanni delil çelişmek­tedir. Hanefiyye nazanndaki istihsanu´z-zarure üzerinde ise Zeydiyye´nin görüşü tatbik edilmez. Çünkü bu tür istihsan, kafi bir delilin zanni delil üzerine tevarüd ettirilmesidir. Böylece kafi delil öne geçirilir. Zaruretler, her zaman mahzurları mubah kılar. Çünkü zaruretler, kat´i nasslardaki mükellefiyeti düşürür. Bu iş, zanni kıyasla nasıl olur? Aynı durum, nisbet yoluyla kafiyyet ifade ettiği zaman icma´ için de söylenilir. Şüphesiz bu durum, Zeydiyye´ye göre istihsan sayılamaz. Çünkü istihsamn tarifi buraya uygun düş­memektedir. Ahad haber yoluyla kesinleşen icma´a gelince, şüphesiz ondan vazgeçip kı­yasa yönelmek, aynı şekilde zanni bir delilden vazgeçerek gene zanni delile varmak olur. Böylece ortaya çıkıyor ki, hanefilerin istihsan anlayışı, mantığı açısından Zeydiyye ´nin istihsan anlayışına yakınlık arzetmektedir. Aralarında çok ince bir anlayış farkı var­dır.

Cüz´i konularda, bulunduğu konumdaki toplumsal bir çıkar için kıyası terkederek toplumsal çıkar uğruna istihsana başvurmak suretiyle Zeydiyye´nın hüküm verdiği düşü­nülebilir. Fakat bu durum onlara göre, kıyasa rağmen istihsan yapılması kapsamına gi-

rer. Çünkü toplumsal çıkar, münasib vasıftır. O toplumsal çıkarın da, zeydilere göre kı­yasın illeti olarak düşünülmesi uygun düşer. İşte bu illet anlayışıyla aralarında çelişki meydana gelir;

406- Hanefiyye´nin istihsan anlayışında olduğu gibi Zeydiyye´nın istihsan anlayışı da acaba nasslara dayanmaksızın aklı putlaştırma sayılır mı ki, böylece bu anlayışa İmam Şafii´nin: "Kim ki istihsanla hüküm verirse, yeni bir yasa uydurmuş olur" veya "İstihsan bir lezzet alma eylemidir." sözleri uygun düşmüş olsun? Buna cevap olarak denilir ki, Hanefiyye´nin istihsan anlayışı, kıyastan vazgeçerek daha güçlü bir delile yö­nelmektir. Dolayısiyle istihsanda bulunan kimse, yeni bir yasa koyan kişi olmaz. Çünkü yapılan bu eylem, şer´an geçerli sayılan delile dayai.maktadır. Zaten İmam Şafii de bu anlayışı benimser. Zeydiyye´nin istihsan anlayışına gelince o, disipline edilmiş illete da­yalı istihsanu´I-kıyas´a nisbetle Şafii´nin reddettiği istihsan kapsamına girmez. Zeydiyye nazanndaki maslahata dayalı istihsan´ul Kıyas ise, İmam Şafii´nin kabul etmediği istih­san kapsamına girmektedir. Çünkü İmam Şafii kıyas konusunda aslı teşkil eden belirli bir nassa itimad edilmesini şart koşar. Halbuki maslahata dayalı kıyas, doğrudan doğru­ya nassa değil, bilakis İmam Şafii´nin istihsan adını verdiği hususlardan ibaret olan hü­kümler cinsine itimad eder. Zira bu tur istihsanda, hükmü belirli bir nassa hamletmek sözkonusu değildir. Belirli bir nassa dayanmadıkları için, bu tarz uygulamaların tümü­nü İmam Şafii "istihsan" adıyla anmaktadır.

407- Bu noktada, İmam Zeyd´in istihsan anlayışı etrafında bir nebzecik duralım. Acaba İmam Zeyd istihsanla hüküm vermiş midir, yoksa vermemiş midir? Bu konuda deriz ki, İmam Zeyd döneminde, istinbatta bulunma Ölçüleri, henüz temel esaslara da­yandırılmış kurallar halinde kontrol altına alınmamıştı. Her ne kadar istinbat için fıkhın yöneldiği metodlar mevcut idiyse ve İmam Zeyd o metodlan kendi iç dünyasında gozö-nünde bulundurmakta idiyse de, bununla beraber birçok zamanlar konuşmalarında bu metodlar net olarak belirtmemişse de, öte yandan kıyasla istihsamn her ikisinde üstad sayılan İmam Ebu Hanife´den, kıyasın ve istihsamn kurallarını içeren kaynak haber nak-ledilmemişse de, Ebu Hanife´den her iki metodu da kullandığıyla ilgili kaynak haber nakledilmiştir. Bundan dolayı onun hakkında, öğrencisi Muhammed b. Hasan şöyle der:

"Onun arkadaşları, kendisiyle belli mikyaslar dahilinde tartışırlardı. O istihsan yap­tığı zaman, kimse kendisine katılmayabilirdi."

Zeydiyye´nin istihsan anlayışı, nassla, yahut kıyasla, yahut da maslahatla hüküm,, vermektir. Nitekim İmam Zeyd´in fıkıh anlayışından, kıyası tutarlı bir istinbat metodu saydığını gösteren hususlar kaynak haber olarak nakledilmiştir. Ayrıca İmam Ali (r.a)´in de maslahatla hüküm verdiği kaynak haber şeklinde rivayet edilmiştir. Nitekim İmam Ali (r.a) suyun önüne konulan tahta kapağın tazmin ettirilmesi ile fetva vermiştir. Yine

Ali (r.a): "İnsanlar ancak bu şekilde ıslah olur" buyurmuş ve öldürdükleri bir kişi karşı­lığında öldüren bütün cemaatin öldürülmesiyle fetva vermiş, bu fetvasını toplumsal menfaate dayandırmıştır. Buna benzer olaylar çoktur. Bu olanlar İmam Ali (r.a)´den sü-buta ermiş ve İmam Zeyd (r.a) tarafından izlenilen benzer örnekleri eî-Mecmu´ adlı ki­tap rivayet etmiştir. Dolayısiyle İmam Zeyd´in, kıyasa mukabil olarak toplumsal çıkarla hüküm verdiğini kabul etmek, akıllıca bir davranış olur. Bizim tercih ettiğimiz görüş de budur. [21]



[10] Mi´yar el-Ukul, Varak: 106 ve devamı. Bu varaklar, daha sonra gelecek olan açıkla­maların kaynağıdır.



[11] Mi´yar el-Ukul, Varak 3

[12] Mi´yar el-Ukul Varak no: 112

[13] er-Risale, 479.

[14] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 392-397.

[15] Mi´yar el-Ukul, Varak : 110.

[16] A.g.e Varak: 111

[17] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 398-400.

[18] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 400-401.

[19] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 401.

[20] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 401-402.

[21] Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehra, İmam Zeyd, Hayatı, Fikirleri ve Çağı, Şafak Yayınları: 402-404.