sidretül münteha
Sat 11 September 2010, 05:01 pm GMT +0200
ŞAFİδNİN USÛLE HİZMETÎ, ONDAN SONRA GELENLERİN YAPTIKLARI
215- Şafiî Hüküm Istînbatı Usûlünü Vaz´ Etmîştîr:
Şüphe taşımaz bir gerçektir ki, fıkıh ilmi, usûl-ü fıkıh ilminden daha önce başlamıştır. Çünkü fıkıh, istinbât, fetva ve ictihâd yoluyla doğup meydana gelmiştir.
Hz. Peygamber, (Ona salât ve selâm olsun) hayatta iken ictihâd başlamıştı. Ashâb-ı Kiranı, Hz. Peygamber´den uzak "üulundakları zaman hükmünü bilmedikleri bir şey kendilerine arz olununca itihad ederek cevap verirlerdi. Hz. Peygamber´den sonra ictihâd devam etti. Hulefâ-yı Râşidîn devrinde ictihâd en yüksek noktasına çıkmıştı. Onlar insanlara Hz. Peygamber´in Hadisleriyle birlikte nice mes´eleler hakkında hüküm ve fetvalardan meydana gelmiş koca bir üim serveti bıraktılar; devlet nizamına ve başkalariyle münasebetlere dâir amelî hükümler gösterdiler. Onların ardından tabiîn geldiler. Onlardan bâzıları fetva hususunda çok ileri gittiler, vuku´bulan ve vuku´bulması muhtemel olan mes´eleler hakkında fetva verdikleri gibi vuku´bulması çok uzak olan mes´eleler farz ve tasavvur ederek onlar hakkında da hüküm verdiler, böylece tak-dîrî fıkıh başladı. Mezheb imamları olan müctehidlerin asrı geldiği zaman, islâm ülkelerinde türlü fetva, kaza ve hükümlerden meydana gelmiş bir fıkıh serveti vardı. Bunlar şekil ve muhteva i´tibâriyle muhtelif konularda idi. îmam Mâlik´in fıkıh mecmuası vardı, Mekke muhaddislerinin fıkıh ile ilgili Hadîs mecmuaları vardı, Irak fukahâsının, çoğu îmam Mu-hammed tarafından toplanmış olan fıkıh eserleri vardı. Bu çeşitli fıkıh mecmuaları ilim ve hüküm istinbatı için büyük bir servetti.
îşte İmam Şafiî gelince bu serveti hazır buldu. Hadîs ve re´y fuka-hâsı gibi muhtelif tutumları olanlar arasında cedel ve münakaşa olduğunu gördü. Aklım ve sağduyusunu kullanarak bu münakaşalara o da ka-rısü. Bu münakaşalar onu münazara ölçü ve kıyaslarını vaz´ etmeyi dü-Sünmeğe sevk etti. Bunlar hatayı savaptan ayırma, araştırma, hüküm çıkarma ve ictihâd hususunda esas olacaktı. İşte bu noktadan usûl-ü fıkıh ilmini vaz´etmeğe yöneldi. Böylelikle istinbat esasları, re´yierin tenMd kaide ve ölçüleri kurulacak, doğru olanlar, olmayanlardan bu sayede ayırt edilecekti.
Öyle olunca, fıkıh ilminin, usûl-ü fıkıh ilminden daha önce ortaya çıkmış olmasında, bir garabet yoktur. Çünkü usûl-ü fıkıh ilmi, görüşlerin sahîh olanım, sahîh olmayanlarından seçmek için bir Ölçüdür. Ölçülecek madde fıkıhtır. Tartıdan evvel, tartılacak bir şeyin olması gerekir. Bu bir kaide altına alınan bütün ilimlerde böyledir. Nahiv ilmi, fasîh konuşmadan sonradır. İmam. Halil b. Ahmed aruz kaidelerini vaz´ etmezden önce de şâirler vezinli ve kafiyeli gür söylerler, manzumeler inşâd ederlerdi. Aristo mantık ilmini vaz´ etmezden önce de insanlar münazara yaparlar, karşılıklı konuşurlardı. Aristo, zihni, düşünürken hataya düşmekten korumak için bir yardımcı olsun diye, kendinden önce gelip geçen Sokrat, Eflâtun, Sofestailer ve diğer feylesofların arasında geçen münazara ve konuşmaların topundan yardımlanarak mantık ilmini kurmuştu. İmam Şâfit de türlü türlü yön ve renkte olan fıkıh mes´eleleri mecmuasından yardımlanarak hüküm istinbat yollarını gösteren kaideleri meydana koydu. Fakîh olan kimse bunlara riâyet etmekle savaba yaklaşır, hatadan uzaklaşır. [1]
216- Şafîî Kendinden Önceki Irak Ve Hicaz Fukahasının Fıkıh Malzemesinden Faydalanarak Sağlam Esaslar Kurdu:
imam Şafiî, yaşadığı devirde bu fıkıh servetini önünde hazır buldu, onunla ilgilendi. Her nev´inden bir kısım aldı. Onların yollarını yakından tanıdı. Bu hususta yeni î>ir gey getirmek, türlü mes´eleler, dağınık parçalar arasından görüşlerin doğrusunu çürüğünden ayıracak derli toplu bir kanun ve nizam çıkarmak ve bu hususta yeni bir şey getirmek için yararlı bütün vasıtalara mâlikti. Arap dilini bütün inceliğiyle bilirdi. Dil bilginlerinin ulularının sınıfında yer alanlardan sayılır. Hadîs ilmine vâkıftı; îlm-i Hadîs ricalinin en büyüklerinden ders almıştı. Çağındaki her türlü fıkıh ilmini etrafiyle bilirdi. Sahabe devrinden kendi zamanındaki-lere gelinceye kadar ulemâ arasında geçen ihtilâflara vâkıftı. Ashabın ihtilâf ettikleri mes´eleleri, onların tutumlarını, türlü yönlerini Öğrenmeğe çok meraklı idi. Hadîslerin sahîh olanlarım bilmeğe ve ihtilâf halinde olanların arasını bulmağa çok merakla, sarılmıştı. Yukarıda belirttiğimiz gibi cedel ve münazarada mümârese sahibi idi. Bilindiği üzere ulemâ, yaptıkları münazaralar esnasında delillerini tafsîîâtiyle ortaya atarlardı, yazılarında bunları gösterirlerdi. Bu yolla bunlara da vâkıftı. Bundan başka o, diyar diyar dolaşırdı. Her yer halkının örf ve âdetlerim bilir, o beldeye gelen ashabın eserlerini ve fıkhım Öğrenirdi. Çağında yazılı olan fıkhı okumağa, onun görüşlerini, yöneliklerini bilmeğe meraklı idi. Bunların hepsini doğru düşünen, salim bir ilim kafasiyle yapti.
Elbette bu sayede Şafiî, bildiği ve aldığı malzemeden yeni kaideler kurmak imkânını buldu.
Şâfii, kuvvetli lisan bilgisi sayesinde Kur´ân´ın ahkâmını anlamak için kaideler kurdu. Bu hususta Kur´ân´ı öğrenmeğe ve anlamağa dâir Ashâb-ı Kirâm´dan naklolunanlardan yardunlandı. Bilhassa Abdullah tbn-ıi Abbas´dan çok faydalandı. Çünkü îbn-i Abbas, Mekke ekolünün birinci üstadı idi, Kur´ân-ı Kerîm´i, nâsih ve mensûhu ashabın en iyi bi-lenlerindendi. Tercüman-ı Kur´ân-ı Kerîm vasfım kazanmıştı. Bilindiği üzere, İmam Şafiî ilmî hayâtının büyük bir kısmını Mekke´de bu ekolün çatısı altında geçirdi, onun gölgesinde barındı, onun düğünce tarzından ilham aldı.
Hadîs ilmini etrafiyle bilir, muhtelif ve müttefik rivayetleri tanır. Hadîsi; görüşleri, nıezhebleri ayrı ayrı olan birçok ilm-i Hadîs ricalinden almıştır. îslâm diyarında dolaşarak Ashâb-ı Kirâm´m eserlerine ve onların rivayet ettiklerine muttali´ olmuştur. İşte bütün bunlar sayesinde Kitâb´a nazaran Sünnetin mevkiini bilmiş, Kitâb´a tearuz eden veya birbirine muarız olan Hadîslerin durumunu öğrenmiştir. Bunların hepsini usûlüne yerleştirmiştir.
Onun geriye bırakmış olduğu kitapları, ister Müsned´i veRisâle´si, ister Kitâbü´l-Umm´ü olsun, her biri, onun, ashabın ihtilâflarını araştırıcı ve inceleyici bir münakkid sıfatiyle etüd etmeğe son derece önem verdiğini gayet açık olarak göstermektedir. Sanki o, bunlarda öyle bir fıkıh malzemesi görüyordu ki, fakîh, onların dışına çıkmadıkça asla şaşırmaz; kendisi de istinbat yaparken onlara uyarsa hiç sapmaz. Şüphesiz ki, o bunları incelerken nâsih, mensûh ilmini elde etti, ashabın benimsedikleri birçok re´yleri öğrendi, dînin umûmî gayelerini anladı, hükümlerin hikmet ve ruhunu kavradı. îşte belki de bunun için olacak, mücte-hidin, ashabın ihtilâflarım bilmesini şart koşmuştur. Ashabın ihtilâflarını araştırıp onları, öğrenmek isteyen bir tenkidci gözüyle incelemesi, ona tuttuğu usûlün birçok yollarım göstermiştir. Öyle anlaşılıyor ki, onun böyle muhtelif görüşleri ve ashabın re´ylerini derinden derine incelemesi talebesinin gözünden kaçmış değUdir. Hattâ Ahmed b. Hanbel onu, insanların ihtilâfalrını bilmede bir feylesof saymıştır.
Şafiî, re´y ehlinin fıkhına muttali´ oldu. Kıyas kaidelerini vaz´ etmeseler de, kıyasa son derece önem verenler bunlar olmuştur. En çok kıyas yapan ve kıyasta en mahir olan, kıyasın vecihlerini en çabuk anlayan fu-kahâ bunların arasından çıkmıştır.
imam Şafiî, re´y fıkhım öğrenince onu ehl-i Hadis fıkhiyle kargılaş-tırdi. Bu sayede, re´y ehlinin nezdindekilere tıpatıp muvafık olmasa bile, kıyas için muayyen ölçüler ortaya koydu. Parlak idrâkiyle, doğru düşüncesiyle hazırladıklarına taunları da kattı. [2]
217- Şafii´ye Göre Usûl-ü Fıkıh, Re´ylerin Doğrusunu Ayırmak Içîn Kurulmuş Bîr Mîzandır, Hüküm Istinbâtında Ona Riayet Gerekir:
Böylece görüyoruz ki, tmam Şafiî bulduğu fıkıh servetinden faydalanmak, onlardan istifade ederek ilmî dirayetiyle, yalnız mes´elelerin cüz´iyâtinda kalmayıp içyüzüne nüfuz edip külli mahiyetlerini kavramış ve böylece usûl-ü fıkıh ilmini vaz etmiştir.
Usûl-ü fıkhın kuruluşunda birbirine yakın iki nokta göze çarpar:
1- Usûl-ü fıkıh, görüşlerin doğru olanım, doğru olmayanından ayırmak için bir ölçüdür, bir tartıdır, tmam Şafiî, üstada îmanı Mâlik´in görüşlerini bununla tarttı. Irak fukahâsının görüşlerini, imam Evzâî´nin ve diğerlerinin görüşlerini hep bununla tarttı. Böylece o, fıkhı görüşler üzerinde hâkim oldu, kendisi onlara eğilmedi.
2- Usûl-ü fıkıh öyle bir küllî kanundur ki, yeni hüküm istinbat ederken ona riayet etmek gerektir.
Şafiî, kendisi bununla tamâmiyle mukayyed olmuştur. Usûl-ü fıkıh esasları, onun mezhebinin esasları olmuştur. Bu, sade kendi mezhebini savunmak ve onun yönünü açıklamak bakımından değildir. O, usûlü Önce vaz´ etmiştir, sonra o çığırdan yürümüştür. Mezhebinden önce bu usûlü vaz´ etmiştir. Onlar mezhebe göre değil, mezheb onlara göredir. Hüküm çıkarırken Şafiî, kendisi bu kayıdîara tabi´ olmuştur. Yukarıda Şafiî´nin fıkhından söz ederken geçtiği üzere, o kendi görüşlerine sarılıp onlardan ayrılmamağa düşkün değildi. O, görüşleri müdafaa için usûl vaz´ etmiş değildir. O, delile bakardı, delilin ardısıra yürürdü, delil nereye götürürse oraya giderdi. Delil, aksini gösterdiği zaman eski görüşünü terk ederdi. Hattâ bu yüzden görüşlerinden çok döndüğünden dolayı rauâ-haze bile edilmiştir. Yukarıda bunun bir kusur değil, bir kemâl eseri olduğunu açıkladık. Taassupla gözleri körleneııler bunu bir kusur sayabilirler.
Sözün kısası, Şafiî fıkhın usûlünü vaz´ ederken bunlar cedel ve münazarada mezhebini müdafaaya yarasın diye yapmamıştır. Münazara usûlünü yoluna koyarsa da bunu bir mezhep gayretiyle yapmış değildir. O, bu usûlü, ictihad tarzını yoluna koymak, müctehîdler için bir sınır ve plân çizmek için kurmuştur. Tâ ki fakîh, gece karanlığında el yordamiy-le odun toplayan bir oduncu gibi olmasın. Eline geçen odun mudur, yoksa zehirli yılan mıdır bunu fark etsin. [3]
218- Şafii´ye Göre Usûl, Nazarî Ve Ameli İki Yol Takîp Eder (Îslâm Ansîklopedlsl´nln Yanlış Blr Görüşü
Şafiî´nin usûlü nazarî ve amelî bir yön takip eder. O sırf hayalî tasavvurlar ve faraziyeler peşinde koşmaz. Vâki´ olan, mevcut bulunan umuru, bir kaide altına alır. Nâsih ve mensûh nıes´elesinden bahsederken Hz- Peygamber´den rivayet olunan Hadîslere, ashabın fetvalarına göre önce neshi sabit olan mes´elelere nisbel nesih kaideleri kurar. Âmin ve hassa dâir sözleri, önündeki Kur´âıı âyetlerine ve Hz. Peygamberin Hadîslerine dayanmaktadır. Böylece görülüyor ki, o, kurduğu kaidelerde, kafasında tasarladığı kuru nazariyeler ardısıra koşmug değildir. O, dâima önündeki dînî kaynaklara uymakta, onların içine dalmakta, derinliğini ölçüp İlim incileri almakta ve küllî kaideler meydana çıkarmaktadır. Hattâ kıyasta bile nasslarm vahyile mukayyed olmakta, ibarelerin ona gösterdiği yönü tutmaktadır. Bundan başka o, sana yalnız maddeyi, malzemeyi vermekle iktifa etmez, belki onları nereden aldığım, nasıl tanıdığını gösterir; onları te´yid eden sahabe fetvalarım, Hz. Peygamber´den bu hususta me´sûr olanları açıklar. Kurduğu kaide delilleriyle yerleşip karar bulduktan sonra bu esas üzerine kurulan fer´î mes´eleleri beyan etmeğe başlar. Böylece ortada dipdiri bir usûl, tatbik edilen kaideler görürsün. Yoksa mücerred kurallar, vuku´ bulması uzak olan zihnî tasavvurlar, kuru hayâller değil. Onun kaideleri arasında böylesini göremezsin: Teklif için kudretin şart olması bahsi, kulun takati dışında olan bir şeyle teklifin caiz olup olmadığı, mensûhla amel edilmeden Önce neshin mümkün olup olmadığı ve benzerleri gibi sırf zihinde yer bulan, vakıalara ve mevcut olana dayanmayan hayalî tasavvurlar kabilinden şeyleri gözönünde tutmakta, tatbikata dayanmaktadır. Hayâlinin dizginlerini serbest bırakıp farazi şeyler peşinde koşma.z. Bunu yerinde işaret ettiğimiz iki şeyde görmekteyiz:
Birincisi: O, icmâ´ı kabul edip Kitab ve Sünnetten bir nass bulunmayan yerde onu şer´î bir hüccet olarak almağa götüren delil buldu. Fakat baktı ki, ince mânâsında icmâ´ mün´azir bir şeydir, en azından güç bir iştir. Onun için icmâ´ı delil olarak Öne sürmeği reddeder. îcmâ´ iddiasının bir delile dayanmadığını açıklar. Yukarıda belirttiğimiz gibi, icmâ´ı yalnız usûl-ü ferâizde kabul edip alır. Sonra o, ashabın bir icmâ´ını bulursa, bunun Hz. Peygamber´den duydukları bir şeye istinad etmiş olmasını farz ve takdir etmez. Çünkü Hz. Peygamber´den olarak rivayet öyle farz ve tasavvur etmekle olmaz, o, nakil ve duyulanı anlatma üe olur.
îkincisi: Şafiî, sahabe kavillerinin derecesinden bahsederken onlardan Kitab ve Sünnete en yakın olanı seçtiğini söyler. Eğer hepsi birbirine müsavi olursa o zaman Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali Sibi Hulefâ-yı Râşidîn´i taklid edip onların sözünü tercih eder. Fakat tat-bîkatta bunların İhtilaf hâlinde bulundukları yerde içlerinden birini Kitab ve Sünnete daha yakın bulur, yine sahabe kavlini tercih etmiş olur. Hattâ halîfe olmayanın sözünü, halîfe olandan ileri tutar. Nasıl ki, fa-râizde kardeşlerle beraber dedenin mirası mes´elesinde, Zeyd b. Sâbit´in sözünü Hz. Peygamber´in halîfesi olan Hz. Ebû Bekir´in sözüne tercih etmiştir.
Belki de kaide meydana çıkarmakta ve tatbikatta amelî bir yön tutması sebebiyle olacak ki, kıyası anlatırken, getirdiği misâllerle onun hakikatim ve nevi´lerini beyan etmekle iktifa etmiş, illeti bulup çıkarmağı müctehide bırakmış; illetin zabtını, çıkarma yollarını, tutumunu, kuvvet derecesini, umum ve hususunun beyanım îzâha girişmemiş, bunlara hiç dokunmamışlar. Çünkü bunların hepsi müctehidin içtihadına bağlıdır. Şafiî çağındaki icfcihâdm kaidelerini kurmuş, illeti bulma yollarını göstermiştir. Bu yoldaki etüd, felsefî bir çığır tutmaktır ki, bu o çağdaki fuka-hâ arasında şüyu´ bulmuş değildi, Fukahânra böyle bir yönelişi yoktu. Vasıfların takdirini, uzak veya yakın oluşunu müctehide bırakırlardı. Hattâ usûl-ü fıkıh ulemâsı, Şafiî´den sonra illet ve illeti bulup çıkarma işine daldıkları zaman bunun tatbikinde nice ihtilâflara düşmüşlerdir. Bu kaideleri zabt altına alma işi o kadar büyük fayda getirmemiştir.
Kıyasta Şafiî´nin yaptıkları her ne kadar as da olsa, hiç değilse onu belli etmiş, kaidelerini zabt altına almış, kısımlarını bildirmiştir. Bunda ihtilâfa yer yoktur. Bunu ulemâ takdirle karşılar. Bu hususta ilk şeref Şafiî´ye aittir, diğerleri ondan sonra gelir. [4]
219- Usülde Şafiî´nin Açtığı Çığır, Hanefilerin, Malîkîlerîn, Hanbelilerin Bu Konuda Durumları Ve Tutumları:
Şafiî, müctehidlere birer rehber olmak ve re´yleri bir kaide altına almak, bunların îslâm Dîni´nin ruhuyla münâsebetini tâyin,etmek maksadiyle hüküm istinbâtı usûlünü vaz´ etmiştir. Tek başına yaptığı bu işiyle Şafiî, fıkhı, sabit asıllar üzerine oturan bir ilim hâline getirmiştir. Onu birtakım fetva ve hükümler yığını, vukuu farzolunan cüz´î mes´elelerin çözümü olmak hâlinden kurtarmıştır. Şafiî bu igiyle, fıkhın gözünü açmı§, kendisinden sonra gelen müctehidlere bu başlanan i§i tamamlamak için tutacakları yolu göstermiştir.
Şafiî´nin açtığı bu çığır önünde ulemânın tutumu, fıkhî yönelişlerine göre muhtelif olmuştur. Bir kısmı Şafiî´nin getirdiklerinin çoğunu aldı, yalnız bâzı tafsilâtta onlardajı ayrıldı. Bir kısmı ise Şafiî´nin usûlüne muhalif kaldı. Bir kısmı ise Şafiî´ye uyarak onun çığırından yürüdü, onun getirdiklerini şerhedip yaydı. Bunlar Şafiî´nin mezhebine uyanlardır. Bu sınıflardan her birinden biraz bahsedelim: Şafiî´nin kurduğu usûle uygun bir yol tutup ancak füru´da ve tafsilâtta ondan ayrılanlardan biri Hane-fîlerdir. Hanefîlerin istinbat yolu, Şafiî´nin usûlüne uygundur. Tafsilâtta ve füru´da ihtilâflar da o kadar büyük değildir. Âmmı, haber-i vâhid olan Hadîs tahsis eder mi, etmez mi ? Ve buna benzer mes´elelerdeki ihtilâflar bu kabildendir.
Mâlikîler de böyledir. Onların yolu da Şafiî´nin Risâle´sinde bildirdiği usûlün çoğuna uygundur. Mâlikîlerle Şâfüler arasındaki ihtilâf, Ha-nefîlerle Şâfiîler arasındaki ihtilâftan daha çoktur. Hattâ usûlde bile bâzan ayrılmışlardır. Mâlikîlere göre Medine halkının ameli hüccettir. Halbuki Şafiî Kitâbü´l-Um´de birçok yerlerde bunu şiddetle reddetmektedir.
Hanbelîler de Şafiî´nin usûlünü almışlardır. Ancak ashabın icmâ´ın-dan başkalarının icmâ´ını Şâfiîler mümkün görmediklerinden onlardan ayrı düşmüşlerdir. Fakat bu ayrılış zahire göredir. Gerçekte Şafiî´nin güttüğü gayeden ayrılmış değildirler. Şafiî´ye göre icmâ´dan bahsederken dediğimiz gibi, Şafiî icmâ´ı mutlak olarak hüccet alır. Onun herhangi bir asırda olmasını farz ve takdir etmez. Ancak icmâ´ hakkında münazara yaparken icmâ´in in´ikadmın güçlüğünü, müteazzir olduğunu söyler ve icmâ´ı usûl-ü ferâiz hakkında hüccet tutar. Biz bunu yerinde beyan etmiş bulunuyoruz. Şafiî ile Ahmed arasında icmâ´ hakkındaki fark dış bakışa göre küçük değilse de, gerçekte büyük bir fark yoktur.
Bütün bunlardan görülüyor ki, dört mezheb sahibi olan dört imâmın fıkıhtaki usûlü birleşmekte ve istinbat kaynakları birbirine yaklaşmaktadır. Bâzan füru´ mes´elelerde büyük ihtilâflar olsa da usûlde bîribirin-den uzaklaşmazlar. Demek esas prensiplerde ihtilâf yoktur, ancak tatbikatta ve tafsilâtta bâzı ihtilâflar doğmuştur. [5]
220- Şafiî´nin Vaz´ Ettiği Usûlü Almayanlar, Zâhiriyye Mezhebî:
Usûlde îmam Şafiî´ye yaklaşan ve hattâ onunla birleşen bir fukahâ-nın yanısıra, bu usûlün bir kısmında ona muhalif olanlar vardır. Bâzısı kıyası delil olarak almamakta, ancak nassı kabul etmektedir. Mâverdî bunları Ahkâmü´s-Sultaniye´de iki sınıf olarak şöyle anlatmaktadır: "Kıyası kabul etmeyenler iki sınıftırlar. Bir kısmı kıyası almaz ve nassın zahirine tabi´ olurlar. Nassa muhalif olmamak gartiyle selefin kavlini alırlar, içtihadı reddederler, re´yden kaçınırlar. Kaza işlerinde bunlara güvenilmez. Çünkü bunlar, fıkhı tam olarak mükemmel bilmezler. Diğer bir, kısmı ise kıyasın hepsini reddeder. Fakat fıkhî istinbâtta kavle ve mânaya dayanarak yürürler. Bunlar Zâhîriyye ehlidir."
Zâhiriyye ehli, kıyası reddederler. Ancak nassa i´timad ederler. Kı-yas-ı celî denen kıyası, kıyastan savmazlar, onu nass gibi i´tibar ederler. İllet nassla bildirilmiş olduğu vakit delâleti kıyas i´tibar etmezler. Hüküm nasstan alınmış i´tibar edip kıyas yoluyla alınmış saymazlar.
Bu mezhebin imâmı Ebû Süleyman Dâvud b. Halef Isfahânî´dir. [6]
Şafiî mezhebinde idi. Şâfü ulemâsından sonra Şafiî mezhebini bırakarak nasslardan başkasına i´timad etmeyen bir mezheb kurdu. Şafiî´nin kıyası kabul etme prensibini reddetti. Nasıl ki Sâfü istihsânı reddetmişti. Dâvud Zâhirî´ye:
__Şafiî mezhebini neden bıraktın? diye sormuşlar.
O da şu cevabı vermiş:
?. Şafiî´nin istihsânı ibtâl eden kitabını okudum. Baktım ki, orada istihsânı ibtâl için getirdiği bütün deliller aynı zamanda kıyası da ibtâl etmekte. Onun için mezhebinden ayrıldım. [7]
221- İbâziye Fırkası, Cumhur Müslîmînin Usulüne Aykırı Bir Usûl Takîp Etmişlerdir. Şia´nın Usûlü:
İslâm cemaatına siyâsî bakımdan muhalif olan fırkalar, istinbat usûlü i´tibâriyle de Ehl-i Sünnetten ayrılmaktadır, tbâziye fırkası Müslüman fukahâsının icmâ´ını muteber saymaz. Onlar ancak kendi fırkalarının icmâ´ını muteber tutarlar. Çünkü cumhur müslimîn onların nazarında dalâlet üzeredir. Dalâlet erbabının re´yi hiç muteber olur mu? Bu görüş onların siyâsî görüşlerine dayanan bir görüştür. Yahut da yerinde açıkladığımız gibi, günah irtikâp eden hakkındaki görüşlerine göre verilmiş bir hükümdür. İcmâ´ mes´elesinde cumhur müslimîn ile ihtilâf hâlinde obualarına rağmen kıyas prensibini almaktadırlar. Kitab ve Sünnete bakışta ise İslâm cemaatından ayrılmazlar. Bu husustaki ihtilâfları, kendi adamlarının rivayet ettiği Hadîsleri alıp başkalarının bâzı rivayetlerini reddetmeği aşmaz. Bâzı Hadîsleri alıp bâzısını almama hususunda meşhur dört mezh o arasında da ayrılık olmuştur.
Şîa´nın îniâmiyye koluna gelince, onlar Kitâb´ı ve Sünneti delil tutmaktadırlar. Ancak Ehl-i Sünnetin hilâfete dâir aldıkları Hadîslerin çoğunu reddederler. Nasıl ki Ehl-i Sünnet de onların bu husustaki Hadîslerini almazlar. îmâmiyye fıkhı istinbâtı imamlarına hasrederler. îmamlarının kavilleri onlarca en azından Kitab ve Sünnetten sonra gelen muteber bir hüccettir. Onlar, hilâfet makamı kendisine vasiyet edildiğini iddiasında bulundukları bir imâmın bulunması i´tibâriyle, o imâmın re´yinden başka re´ye bakmazlar, ondan başkasının içtihadını almazlar, imâmın sözünün Ötesinde başka delil aramazlar. Onlar ancak imâmın gaybubeti esnasında delil ararlar. îmam bulunduğu zaman onlar birer mukallid du-runıundadirlar. Mukallid, taklid ettiği kimseden delil istemez. İmamlar onlara göre, nassla bildirilmemiş olan veya Peygamber´in ilân etmediği ilimi bilirler.
Şeyh Muhamnıed Âl Kâşif, Aslu´ş-Şîa kitabında, imamların dîni beyan hususundaki mevkilerini şöyle anlatıyor: "Mal veya nikâh akdine dâir olan muameleler hakkında din sıhhat veya fesat i´tibâriyle hükmünü verir. Allâhu Teâlâ bu hükümlerin hepsini son Peygamberi Hz. Muhammedi tevdi´ etmi§, Hs. Peygamber bunları Allah´dan vahiy yoluyla Öğrenmiştir. Sonra, olayların olusuna, ibtüâlarm husul bulusuna, eserlerin ve hâllerin yenilenmesine göre bunların birçoklarını insanlara beyan etti. Bilhassa etrafını saran, bir gün bile huzûr-ı saadetinden ayrılmayan yakın ashabına bunları açıkladı. Onlar da etraftaki diğer Müslümanlara bunları ulaştırdılar. Onlar halka, Peygamber de onlara şahit oldular. Ya asr-ı saadette vuku´ bulmadığından veyahut maslahat teşriîm îcâbetme-diğinden dolayı birçok hükümlerin beyanına sebep hâsıl olmamışta. Hâsılı hikmet-i teşri´, bâzı hükümlerinin beyan edilmesini, .bâzısının da gizli kalmasını icabetti. Fakat Hz, Peygamber (Ona selâm olsun) onları vasiy tâyin ettiklerine tevdi´ buyurdu. Her vasiy bunu kendinden sonrakine devretti. Tâ ki hikmete göre, münasip vakitte ânımı tahsîs, mutlâki tak-yîd, mücmeli beyan ve emsali yollarla nesir etsin. Hz. Peygamber bir şeyi âmm olarak zikreder, sonra bir müddet geçtikten sonra onu tahsîs edeni zikreder, bâzan tahsisi hiç zikretmez de bunu vasiy olan yerine getirir. [8]
Bu sözden görüyoruz ki, onlar, Hz. Peygamber ilân etmediği şeyleri kendilerine tevdi´ ettiği iddiasiyle imamlarının sözlerini Sünnetin yanına koyuyorlar. Eğer imamlar, Kitâb´m umûmuna muhalefet ederlerse, onların bu sözleri ânımı tahsis kabilinden olur. Nasıl ki Hz. Peygamber´in sözleri bâzan Kitâb´ı tahsis edici olurdu.
Şia´nın Imâmiyye kolu, kendi imamları yoluyla gelmeyen Hadîsleri reddedip almazlar, kıyası kabul etmezler. Bu konuda Şeyh Âl-Kâşif söyle demektedir: "înıâmiyye kıyası almaz, imamların şöyle dedikleri tevatür yoluyla naklolunmuştur: Şeriat kıyasla olursa din mahvolur... Onları ancak Ehl-i Beyt yoluyla cedleri Hz. Peygamber´den sabit olan Sünnetf alırlar... Fakat Ebû Hüreyre, Semüre b. Cündüb, Mervan b. Hakem, îmran b. Hattan Haricî, Amr b. Âs ve emsalinin rivayet ettiklerinin îmâmiyye nazarında sivrisinek kanadı kadar i´tibârı yoktur."
Bu ibareden görülüyor ki, Şia´nın îmâmiyye kolu, islâm cemâatinin aldığı Hadîslerin çoğunu reddetmektedir. Çünkü Hadîslerin Âl-i Beytten (Allah onlardan râza olsun) rivayet olunanları cidden mahdut sayıdadır.
Şîa, imam bulunmadığı zaman, birçok ahvalde bu böyledir, ictihad ederler. Ve yalnız kendi ulemâsının icmâ´mı muteber sayarlar. Onlardan başkasının re´yine i´tibar yoktur, ictihad kapısı onlara göre kapanmamıştır, dâima açıktır. Şîa, bugün diğer İslâm cemaatlarına karşı bununla iftihar etmektedir. [9]
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 315-316.
[2] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 316-318.
[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 318.
[4] İslâm Ansiklopedisinde şöyle denilmektedir: "Şafiî kıyas yolunu ilk bulan değildir. Fakat kıyası geliştirmekte ve tatbikini genişletmekte onun büyük payı vardır. Kıyasla tutulan yoî, re´yin takip ettiği yolun aynıdır. Re´y kelimesinden ürken insanlar, kıyastan o kadar ürkmediklerinden bu kelimeyi ortaya atmıştır. Şafiî, kıyasın istimalini biraz kısmıştır, öyle anlaşılıyor ki, Irak fukahâsı zayıf ve ha-ber-i vâhid olan Hadîslerden kaçınmak için kıyas kullanmışlardır. Şafiî de kıyasın istimâline dâir muayyen kaideler kurmak istemiştir. Fakat bunda az başarı sağlamıştır. Kıyas sonraki çağlarda o kadar işlememiştir. Kıyâsın usûlünü tarif etmesine rağmen yine kapalı kalmış ve ikna hususunda kesin bir kuvvet olmaktan mücerred bulunmuştur. Şafiî´ye göre kıyas, eski mânâsında içtihadın müradifidir."
[5] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 321-322.
[6] Zâhiriyye mezhebinin imamı olan Dâvud Zahirî, 200 yılında doğmuş, 270 yılında ölmüştür. Zâhid ve fakîh idi. Kitapları sahîh Hadîslerle doludur ki, bu onun ilminin kudretini gösterir. Aslı Isfahânlıdır. Kûfe´de doğdu, Bağdad´da yaşadı ve orada öldü. Zamanında ulemânın başı idi. Baştan Şafiî mezhebinde idi, Şafiî´ye taas-subla taraftar idi. Şafiî´nin menâkıbma dâir ilk eser yazan odur. Sonra Şafiî mezhebini bırakarak nasslarm zahirini almağa başladı. Ebû´1-Fedâ İbn-i Regîr onun hakkında §öyle diyor: "Meşhur fukahâdandı... Sahîh kıyası bile reddeder oldu. Bu yüz den fıkhın birçok yerlerinde gayet darlıklara düştü. Nassın mânâsını ve ruhunu anlamadan mücerret zahire uyması dolayisiyle bâzı kesin olan mes´elelerde lüzumsuz sözlere kaydı."
Ondan sonra kıyasçı fukahâ, onun muhalefetiyle beraber icmâ´ mün´akid olup olmamasında ihtilâfa düşmüşlerdir. Ibn-İ Sübkî, Tabakât´mda birkaç kavil zikretmektedir. Bir kavile göre i´tibar edilir, sahîh olan budur. İkinci kavle göre i´tibsr edilmez. Üçüncü kavle g"öre celî kıyasa muhalif olduğu takdirde i´tibar edilmez, diğerinde edilir. îbn-i Sübkî´ye göre, Dâvud Zahirî, celî kıyası inkâr etmez... Hafî ve celî kıyası mutlak olarak inkâr eden zâhiriyeden bir taifedir ki, başları îbn-i Kazm´dir. Ga-zâlî, Mustasfâ´sında şöyle diyor: Kıyası İnkâr eden Zâhirî´nin, kıyas yoluyla kesin olarak katılan malûm ve kat´î şeyleri de inkâr ettiği zannolunmasın, Eeîki de o, zannî olanları inkâr etmiştir. Dâvud Zâhirî´nin şöyle dediği naklolunur: "Uz. Peygamber bir şeyi haram kılsın da diğer biri de onun haram kıldığından başkasını haram kılsın, bu caiz olmaz..."
[7] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 322-323.
[8] Muhammed Âl-Kâfiif, Aslü´ş-Şîa. 324
[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 323-325.