- Şafii nin usûle hizmeti 2

Adsense kodları


Şafii nin usûle hizmeti 2

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Sat 11 September 2010, 05:15 pm GMT +0200
ŞAFİδNİN USÛLE HİZMETÎ, ONDAN SONRA GELENLERİN YAPTIKLARI


222- Şafiî´den Sonra Şâfîî Usulüne Hizmet Edenler:

îste îmam Şafiî´ye usûlün bir kısmında veya çoğunda muhalefet edenler bunlardır. Bunlara kısaca şöyle bir göz attık. Şimdi aynı şekilde Şafiî´ye tabi´ olanlara bakalım. Şafiî´den ders alan talebesi, onun yetiştir­dikleri bu usûlde1 Şafiî´ye tabi´dirler. Talebesinden ders okuyanlar da aynı usûle tabi´ olmuşlardır. Onun bahis çığırını kendilerine yol tuttular, icti-hadda ve hüküm çıkarmada o yola koyuldular; her ne kadar taklid rüz­gârı esmeğe başlamış ise de bu gayet yavaştır, sakindir. Fıkıh târihi gösteriyor ki, Şafiî ulemâsı içinde Şafiî´nin usûlüne ilâve edenler, onu ge­liştirenler, şerh ve îzah edenler vardır. Tabakât kitapları haber veriyor ki, Müzenî´nin ashabından olan Ebû îshak İbrahim b. Ahmed Mervezî´-nin M-Fusûl fî Ma´rifeti´1-Usûi adlı bir kitabı vardır. Yine onun Ei-Hu-sûsü Ve´1-Umûm adlı bir eseri vardır. Ebû Bekir b. Abdullah Sayrefî´nin (ölümü: 330 H.) Belâüi´l-A´Iâm alâ Usûli´l-Ahkâm, Risâletü´ş-Şâfil şerhi adlı iki eseri vardır.

Doğrusu, mademki Şafiî´nin talebeleri ve tabi´ olanları vardır. Bun­lar birbirini takip etmiş tabakalar halindedirler. Şüphesiz ki bunlar, Şa­fiî´nin usûlünü îsah ederek işlemişlerdir. Usûlde ve istinbât yolunda ona tabi´ olmuşlardır. Nasıl ki, füru´ mes´elelerde ve ietihadlarmda da ona tabi´ idiler. [10]


223- Müsteşriklerin Şafiî´nin Usûlü Ve İcma´ Hakkındaki Yersiz Sözleri:


Mukallid olmayan fukahânın, Şafiî´nin usûlünü nasıl karşıladıklarına dâir sözü kesmezden önce, müsteşrikler tarafından yazılan İslâm Ansik-lopedisi´nin bununla ilgili bir kaydına işaret etmek isteriz: "önce Irak fukahâsınm tarif ettiği gibi Şafiî de Sünneti fıkhın bir kaynağı ola­rak almıştır. Çünkü Sünnet Hz, Peygamber´in işidir. îcmâ´î da Müslü­manların çoğunun kabul ettiği bir re´yi olarak tanır. Kİtab ye Sünnette bulunmayan mes´elelerin çözümü için bunu da bir kaynak olarak almıştır. îcmâ´i, umûmî i´titaarlariyle ve Müslüman ümmetinin re´yine sarılma­ğı emreden Hadîslere bakarak hüccet olarak alır. îmam Şafiî, sonraları çok söylenen bu Hadîsi o zaman henüz bilmiyordu. ´Ümmetim dalalet üze­re icnıâ´ etmez.´ Kanun, umûmî surette İmam Mâlik´ten Önce îslâmî bir renk almıştı. Ancak imam Şafiî, onun tanzimi için büyük bir gayret sar-fetmiştir. Bu gayeye ulaşmak iğin Şafiî, o zamana kadar alışılmış olan fıkhı düşünüş yolundan bir dereceye kadar ayrılmıştır." İşte bu müsteş­riklerin veya onlardan birinin ifadesi böyledir. Bunda okuyucunun ilk gözüne çarpan gey, maksadı açık olarak beyan etmemesi ve dikkatsizlik­tir. Onlar, İslâm fıkhmdaki istinbâtı mahdut olmayan bir ibare ile ifade ediyorlar. Kanunu İslâm rengine boyadılar, diyorlar. Güya bununla de­mek istiyorlar ki: İslâm fıkhı, doğrudan İslâm kaynaklarından alınmamış, daha önce de mevcut imiş, İslâm fukahâsı ona İslâm rengini vermişler. Bu ise vakıa ve İslâm fıkhının geçirdiği devirlere ve muhteviyatına uy­mamaktadır. Meselâ, İslâm fıkhında olan evlenme, boşanma, mîras, va­kıf nizamları, ribâya dâir akidler İslâm´dan evvel mevcut mu idi de Müs­lümanlar onlara îslâmî bir renk verdiler. Biz iyi zandan yine de ayrıl-mayarak diyoruz ki, bu ifade dikkatsizlikten doğma bir kusurdur. Yoksa arzuya kapılarak, garaz güderek ilmî gerçeklerle oynanmak istenmemiştir.

İkinci olarak göze çarpan şey, isbatı güç olan bir iddia ile bir şeyi inkârdır. İlim babında konuşurken bir kimsenin bir şeyi bilmediğini is-batsız ortaya atmak olmaz. Bunlar Şafiî´nin "Ümmetim dalâlet üzere ic-mâ´ etmez." Hadîsini bilmediğini söylüyorlar. Ve bunu beyan edecek bir şey getirmeden kesin hüküm vermek, bilhassa menfî hüküm verirken bunu yapmak, yersizdir. Şafiî´nin icmâ´ hakkında bu Hadîs-i Şerifi delil olarak zikretmemesi, onu bilmediğini göstermez. Belki de onunla istidla­le lüzum görmedi. Çünkü onun nazarında aranan şartı tam olarak hâvi olmayabilir. Zîrâ bütün ictihad esbabım araştırdıktan sonra re´yde hata etmek, Şafiî´ye göre, dalâlet sayılmaz. Çünkü bu kabîl hatada günah yoktur. Olabilir ki Şafiî bunu bırakıp bundan daha kuvvetli olan bir de­lili almıştır. Belki de Hadîsin sıhhati onca sabit değildir, veyahut Hadîsi duymamıştır. Diğer birçok ihtimaller varken kesin olarak bunu bilmedi­ğine nasıl hükmolunur?

Üçüncü olarak şu nokta da göze çarpmaktadır: Şafiî´nin söylemediği bir şeyi ona nisbet etmektedirler. Şafiî´nin icmâ´i: Müslümanların çoğu­nun aldığı re´ydir, diye tarif ettiğini söylüyorlar. Bu, Şafiî´nin ne Er-Ri-sâle´sine, ne de El-Üm kitabına muttali´ olmamış bir kimsenin sözüdür. Yahut bu iki kitabdakileri kasden tahrif etmek isteyen kimse böyle bir şey diyebilir! Yukarıda El-Üm´deki Cimâu´l-îlim´den ve Er-Risâle´den buna tamâmiyle muhalif olan sözleri naklettik. Er-Risâle´deki sözlerini tekrarlayalım: "Ben ve ilim erbabından hiçbirimiz bir şey hakkında sa­na bunda icmâ´ vardır demeyiz; ancak rasladığın her âlimin sana aynını söylediği ve kendisinden öncekilerden ittifaken naklettiği şeylerde icmâ´ vardır, deriz. Öğlenin farzının dört rek´at olması, şarabın haram olması ve benzeri isler gibi..." [11]

Şafiî´nin Er-Risâle´deki sözleri böyledir. Müsteşriklerden bir grup, Şafiî´nin icmâ´da çoğunluğu kâfi gördüğünü söylüyorlar. Şafiî´nin kendi hakkında haber verdikleri yalan da, onların söyledikleri mi doğru? [12]



224- Şafii´den Sonra Bâzı Ulemânın Ictîhad Kapısını Açık Addetmeleri Ve Taklid Devrinde De Usûl-ü Fıkhın Gelîşmesî:

Şafiî´nin usûlünü kucaklayan o çağlarda, şartlarım hâiz olanlar için ictihad kapısı açıktı. Sonraları bâzı yerlerde ictihad kapısı kapanmış olsa da seçkin kimseler, umûmunda değilse bile, bâzı fıkıh mes´elelerinde icti­had kapısını kendileri için dâima açık bilirlerdi. Bununla beraber onlar, kendilerini cumhur müslimînin seçtiği dört mezhebden birinin bayrağı al­tında bilirlerdi. [13]

Meselâ Şafiî´lerden imam Harameyn ve Gazali, Hanefîlerden Fethü´l-Kadîr sahibi Kemâleddin b. Hümâm, Hanbelîlerden tbn-i Teynıiyye ve Ibn-i Kayyım Cevziyye bunlardandır. Bunların hepsi umûmî olarak muayyen bir mezhebi almışlar, fakat bâzı mes´elelerde ictihad yapmışlardır, îhtiyâr ettikleri mezhebde de delile Önem verirler.

Temelini Şafiî´nin attığı usûl-ü fıkıh ilmi ondan sonra gelişti. Onun dediği gibi bu fidan boy attı, büyüdü. Hattâ ictihad kapısının kapalı ol­duğu taklid devirlerinde bile serpilip gelişti, insanlar cedel ve münazara­ya düşkün olduklarından, fıkıhta ise füru´ mes´elelerde mukallidler için bu kayıt altında bulunması hasebiyle, usûl-ü fıkıhta kendilerine meydan buldular. Kaideleri tesbit, nazariyeleri tahkik ve bunlara göre mes´eleler tefri´ ettiler, âdeta bu fukahâ kendilerini füru´ meselelerde taklide bağla­dılar. Fakat usûlde hürriyete kavuşarak serbest hareket ettiler. Hattâ Şafiî fukahâsmdan öyleleri vardır ki, füru´ mes´elelerde Şafiî´nin re´yine tamâmiyle bağlıdırlar, fakat usûlünün bir kısmında ona muhalefet eder­ler, onu tenkid ve usûlünden bâzısını red bile ederler. Güya ki mezheb-deki mes´elelere bağlı kalmak amel bakımından olmuş, görüş ve mücer-red fikir bakımından ise, bir serbestlik vardır. Usûl-ü fıkıh düşünüş cep­hesini geliştirmiştir.

Usûl-ü fıkıh, taklid çağında, fıkhı görüşleri ölçen bir mikyas olma­sı i´tibâriyle kıymetini muhafaza etmişse de, sahîh istinbat için bir esas, içtihadında müctehid için bir mürşid ve rehber olmak bakmandan kıyme­tini kaybetmiştir. Çünkü ictihad eden olmadığından bu hususta onun rehberliğinden faydalanan kalmamıştır. [14]


225- Taklîd Çağında Usül-ü Fıkıh Gelişirken Iki Yön Takîp Etmiştir: Nazarîlik Ve Mezheb Taraftarlığı. Kelamcıların Usûlünde Felsefi Düşünce Hakîmdîr (Eş´ari Ve Mâtürîdllik Hakkında Not):

Taklid çağında usûl-ü fıkıh her ne kadar gelişse de, bu, füru´daki taklid ile tamâmiyle ayrı olmuş değildir. Bu gelişme başlıca iki yön ta­kip etmiştir. Ancak bâzı fıkıh yazarları bundan ayrılmıştır.
1- Sırf nazarî olan bir yöneliş almıştır. Bunda nazarî bahis hâ­kimdir.

2- Füru´ mes´elelerin tesiri altında onlara hadim bir yön tutmuştur.


Birinciye mütekellimîn usûl veya Şafiî usûlü denir. İkinciye ise Ha-nefîyye usûlü nâmı verilir. Çünkü Hanefîler, kendi mezheblerini müdafaa etmek ve mes´eleleri bir kaide altına almak için bu yolu ortaya çıkarmış­lardır. Bu sayede bütün mezhebi içine alan usûl vaz´ ederek onlarla mez­hebi müdafaa etmişlerdir.

Şimdi bu iki tutumdan kısaca bahsedelim:

Birincilerin tutumu sırf nazarîdir. Bunda araştırıcıların maksadı, herhangi bir mezhebi gözönünde tutmayarak, mezheb gayretine düşmek­sizin kaideleri incelemeğe ve ayıklayıp temizlemeğe matuftur. Delilleriyle kaidelerini te´yid ederler, delil bakımından en kuvvetli olanı seçip alır­lar; bu, ister mezhebine hizmete yarasın ister yaramasın, onca birdir. îç-lerinden bâzıları, daha Önce belirttiğimiz gibi, füru´da her ne kadar Şa­fiî´ye tabi´ ise de, usûlde ona muhâîefet bile etmiştir. Meselâ İmam Şafiî sükûtî İcmâ´ı kabul etmez. Fakat Ânıidî, mezhebce Şafiî olduğu halde El-îhkâm adlı usûl kitabında Sükûtî iernâ´m hüccvt olmasını tercih eder. Bu konudaki delillerin münakaşasından sonra şöyle diyor: "Sükûtî icmâ´ zannîdir, Onunla istidlal zahirîdir, kat´î değildir. [15] Âmidî, siikütî icmâ´ı hüccet olarak alıyor, fakat sükûtî olmayan icmâ1 derecesinde tutmuyor. Haber-i vâhid gibi zannî delil i´tibar ediyor.

Bu tarz tutumun içine Mutezileden, Eş´arîlerden ve Mâtürîdiyeden[16] olan kelâmcılar daldılar. Bunda kendi aklî temayüllerine uyan ve hakî-katlara mücerret bir nazarla bakışlarına uygun gelen nice şeyler buldu­lar. Bunda da kelâm ilminde bahsettikleri şekilde bahislere daldılar. Tak­lid etmeden gerçekleri araştırdılar, incelediler. Onun için bu usûle müte-kellemîn usûlü = kelâmcılann yolu denildi. Çünkü usûl ilmine dalan ke­lâmcılar bu yola girdiler.

Bunun tesiri görüldü. Usûlde bu tarzda nazarî laraziyeler çoğaldı; âdeta felsefî bir yön aldı. Bakarsın, usûlcüler lûgata dr Jarlar, kelimele­rin kökünden bahsederler, kelime nasıl doğmuş, nasıl türemiş onu araş­tırırlar. Delâletten söz açarlar, onu mantıkçıların taksimi gibi taksim ederler. Bunlar, delâlet bahsinde Kur´ân ve Hadîsin anlaşılması için olan taksimden ayrıdır. Usûlcüler, üzerine amelî bir hüküm terettüp etmeyen, fıkhı bir ciheti olmayan bahisleri de kurcalamışlardır. Hüsün ve kubuh aklî midir, şer´î midir? diye ihtilâf etmişlerdir, ibâdetlerden başka bütün muamelelerin hükümlerinin illeti vardır. Hikmeti ve gayeyi akıl bilir. Bunda birleşiktirler. Ancak bir şeyin hüsün ve kubhuna yâni iyi veya kötü olduğuna, akıl hükmedebilir mi, bunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Halbu­ki fıkıhta bunun üzerine hiçbir şey terettüp etmez, hüküm istinbat yo­lunda bunun üzerine bir mes´ele kurulmaz. Onların bu ihtilâf neticesi or­taya attıkları mes´eleler hep nazarîdir, hiçbir suretle fıkıhla alâkası yok­tur. In´am sahibine şükretmek vacip olduğunda ittifak ettikten sonra bu­nun nakille mi, yoksa akılla mı vâcib olduğunda ihtilâf etmiş durmuşlar­dır. Şeriat gelmezden önce bu vâcib midir, yoksa vâcib değil midir? Bu­nun münakaşasını yapmışlar, tşte böylece birçok nazarî raes´elelerde ih­tilâf etmişler ki, bunların amelî tatbikatta yeri yoktur, tstinbat ederken bunlara müracaat edilmez. Bu kabîl ihtilâflardan biri de ma´dûma tekli­fin caiz olup olmadığı mes´elesidir. Âmidî bunu şöyle tasvir eder:

"Bundan örtüyü kaldırmak şöyledir: Biz, ma´dûmuri mükellef olma­sı demek, onu yok olduğu halde fi´len yerine getirmek demektir, demi­yoruz. Belki bunun mânası mükellef ma´dum iken Ulu Rabbımız tarafın­dan kadîm bir taleb bulunmasiyle, onun takdiriyle ma´dum olan mükel­lefin bunu fi´le sâlih olması ve bu hitabı anlamasıdır. Mükellef hazır bu­lunduğu zaman, bu taleb ve kadîm iktiza ile mükellef olmuş olur." [17]

Bunun hüküm istinbâtiyle ilgisi olmayan mücerred felsefî bir bahis olduğunu görmektesin. Çünkü bunu münakaşa eden her iki taraf da itti­fak etmiştir ki, ma´dum olduğu halde ma´duma teklif hitabı teveccüh et­mez. Bu bedahet yoluyla bilinen bir şeydir, bunda kimse ihtilâf etmez. Fakat onlar, kimsenin ihtilâfa düşmediği bu bedihî işin mevzuunu, fel­sefî bir sahaya döküyorlar. Mükellef bulunmadan önce ilâhî teklif Zât-ı Bari ile kâimdir diyorlar. Bu ise kelâm ilmi mes´elelerindendir. Bunu kur­calamak amelî bir değeri olmayan felsefî ve nazari bir şeye dalmaktır. Yoksa bu, hüküm istinbâtına bir esas veya onun yollarından bir yol değildir.

Hattâ onlar, kelâm ilminin en iç meselelerinden olan şeyleri usûldü fıkıhta bahis konusu etmekten çekinmemişlerdir. Bunların fıkıhla bîr il­gisi yoktur. Meğer ki, bunlardan bahis, usûl-i dînden olmaları bakımın­dandır, denilsin. Meselâ: Peygamberlerin ismeti bahsi bu kabildendir. Usûl-ü fıkıhta buna bir bahis ayırmışlar, Peygamberlik gelmezden Önce ve sonra Peygamberlerin masum olmasından söz etmişler, Peygamberlik­ten önce ma´sûm olmalarında ihtilâf etmişler, Peygamber olduktan son­ra ismetlerinde birleşmişlerdir. Bu mes´elelere nasıl daldıklarını göster­mek için bâzı misâller verelim, Âmidî, El-îhkâm´da Peygamberlerin ma´sûm olduklarına dâir şunları kaydediyor: "Kadı Ebû Bekir´e ve bizim ashabımızın ekserisine ve Mu´tezileden birçoklarına göre Peygamberlik­ten Önce onlar için büyük veya küçük günahlar imkânsız sayılmaz. Hat­tâ küfürden sonra îman edip Müslüman olanın Peygamber olarak gön­derilmesi aklen imkânsız değildir. Râfizîler ise, Peygamberlikten önce dahi olsa bunların hepsinin imkânsız olduğuna i ürler. Çünkü bu gibi haller halk nazarında onların küçümsenmesine seu..p olur, halkı onlara tabi´ olmaktan pcfret ettirir. Bu ise Peygamber göndermekten maksût olan hikmete aykırıdır. Küçük günahlardan kalanında Mu´tezîlenin ekse­risi de Râfizîlerle beraberdir. Doğru olan ise, Kadı Ebû Bekir´in zikretti­ğidir. Zara Peygamber olarak gönderilmezden önce ma´sûm olduklarına delâlet eder bir şey isitilmemiştir. Hüsün ve kubhun aklî olması, AUâhu Teâlâ´ya, ef âlinde hikmete riâyetin vâcib olması, bunların hepsini kelâ­ma dâir kitaplarımızda ibtâl ettik. Peygamberlikten sonra Peygamberle­rin ismeti hakkında bütün din erbabı birleşiktir... " [18]
Bundan sonra, Peygamberlerin işlerinde hatâ ve nisyamn caiz olup olmadığına, Peygamberlik vazifesiyle münasebeti olmayan kavlî ve fi´Iî ma´siyete dâir ulemâ arasındaki ihtilâfları anlatıyor. Hâriçlerin ve baş­kalarının muhalefetlerini söylüyor. Bunlar şüphesiz hep kelâm mes´elesi­dir. [19]



226- Usûlde Şâflî Yolu Ve Mütekellîmîn Yolu:


işte Şafiî´den sonra usûl-ü fıkıh ilminin tuttuğu birinci yol budur. Buna Şafiî´nin- yolu denildi. Çünkü bu yolu tutanların çoğu Şâfü* mezhe­binde idiler. Mütekellimîn yolu nâmı da verildi. Zîrâ kelâmcılar da bu bahislere daldılar. Kelâm ilminin bahislerinden birçoğunu buna soktular. Nazarî bahis yolu bâzı bakımdan felsefî bir yöneliş almıştı. Onun için ye­rinde olarak Kelâmcılar yolu ismini aldı.

Bu tutum, usûl-ü fıkıh ilmi için faydalı oldu. Görüldüğü üzere bu bahislerde mezheb taassubu yer almamaktadır. Usûl kaideleri, mezhebin fer´î mes´elelerine uydurulmuyor, belki bu kaideler, fer´î mes´elelere hâ­kim ve nâzım olarak istinbat yolları ve fıkhın temeli hâlinde okunup öğ­renilirdi. Bu mücerred bakış, kaideleri taassubdan uzak nezih bir surette derîn bir yolda incelenmesini sağlardı. Bununla beraber usûlü tenkîh edip temizleme ve bu kavâidi tesbit etme işi ile yapılmış oldu. Şüphe yok M, yalnız bu bile, ilmî faydası büyük olan bir iştir. İslâm ilmini Öğrenen­leri, bol ilim malzemesiyle besledi, onlara en ince ve en sağlam olanlarını öğretti. Dînin sır ve hükümlerini, fıkhın umûmî hükümlerini, aralarında­ki münasebetleri beyan etti.

Eskilerin çoğu, ictihad kapısını kapayıp usûl-ü fıkhın bu ilmî tutu­mundan amelî surette faydalanmamışlarsa da, istinbat yâni hüküm alma kapısı açıldığı zaman, usûl-ü fıkha bu yönü veren bu ulemânın yap­tıkları sayesinde ictihad yolunu önlerinde hazır bulacaklardır.

Usûl-ü fıkha dâir bu yolda birtakım kitaplar te´lif olunmuştur ki, bunlar bu ilmin direği, dayağı olmuştur. Bu kitaplardan eskiler arasında tanınanların en büyüklerinden üç tanesi vardır ki onlar da şunlardır:
1- Ebû Hüseyin Muhammed b. Basrî´nin El-Mutemed´i   [20]

2- İmam Harameyn´in El-Burhan adlı kitabı [21]

3- Hüccetü´l-islâm İmam Gazâlî´nin El-Müstasfâ´sı ki, pek meş­hurdur.

Bunlardan sonra gelen ulemâ, bu kitapları telhîs etmişlerdir. Hattâ sonraları bu telhisler ihtisar edilerek birer özet hâline sokulmuştur. O derece ihtisar etmişlerdir ki, anlaşılması güç olduğundan bu muhtasarla­rı da şerh etmek lüzumu duyulmuş, yine kalemler oynayarak şerh etmiş­lerdir.

Adı geçen üç kitabı telhîs eden ve bâzı İlâveler yapan biri de Fah-reddin Râzî olmuştur ki, kitaba M-Mahsûl adını vermiştir. Bunları top­layan ve bâzı ilâveler yapanlardan biri de Ebû´l-Hasan Ali´dir ki, Âmidî soy adıyla tanınmıştır [22] Kitabına El-îhkâm Usûli´l-Ahkâm diye ad vermiştir. Gerek Râzı´nin El-Mahsûl´ünü, gerelcse Âmidî´nin El-îhkâm´ını ulemâdan birçokları ihtisar etmişlerdir. Hattâ bâzan bu ihtisarlar o de­rece aşırı gider ki, adetâ birer remz hâlini alır. Sonra da bu renızleri çözmek için şerhler yazılmıştır. Böylece bu sahadaki te´lifler çoğalmış da çoğalmış, telhisler artmış, ihtisarlar çoğalmış, yığın yığın usûl mecmua­ları toplanmış ki bunlar araştırıcıya istinbât yollarının en iyisini göster­mekte ve ışık tutmaktadır. [23]



227- Usûlde Hanefîyyenin Tuttuğu Yol Ve Mümeyyiz Vasıf­ları:

Usûl ilminin takip ettiği ikinci yön, füru´ mes´elelerin te´siri altında olan tutumudur. Bunda araştırıcılar füru´ mes´eleleri te´yid etmek ve on­ların istinbât yollarını tashih etmek ve bunların müdafaasını yapmak için usûl kaidelerini incelemeğe koyulmuşlardır. Bu yolda usûlü etüd et­mek, mezhebin fer´î mes´elelerine hadim olur, onlara hâkim değil. Bu yo­la Hanefiyye yolu denir. Çünkü bu çığın açanlar ve onu takip edenler onlardır. Bu konuda ulemâdan bâzısı diyor ki: Hanefilerin, mezheb nıes´e-lelerinin istinbât olunduğu ilk zamanda, birinci tabaka imamları çağmda, tesbit olunmuş fıkhî usûlü yoktu. İmamlarının te´lif ettikleri iddiasın­da bulundukları usûl kitaplarını tarih hıfzetmemiştir. Baktılar ki, Şafiî istinbât için usûl vaz´ ediyor, ondan sonra gelen ulemâ bu bahis ufkunu genişlettiler, onlar da mezhebleri için usûl vaz´ etmek istediler ve bunu. yaptılar.

 Pez-devî´nin yaptığı gibi eskilerin istinbât konusunda bu hususta vârid i´ti-razlara cevapları tekellüftür." [24]

Şah Veliyyullah Dehlevî, bu anlamdaki sözleri Hüccetü´llâhi´l-Bâliğa adlı eserinde de tekrarlar. Sonra da fakîh olmayan bir râvînin rivayet et­tiği Hadîs, kıyasa muhalif olur veya kendi tâbirince re´y yolunu kaparsa, onunla amelin terk edilmesine dâir Ebû Hanîfe´den veya iki talebesinden bir şey naklolunmadığını delil getiriyor ve söyle diyor: Musarrât Hadî­sinde olduğu gibi zabt ve adaletle meşhur olup da fakîh olmayan râvînin Hadîsi kıyasa muhalif ise´ onunla amel gerekmez mes´elesinin muhakkik-ların sözü sana bu hususta delil yönünden kâfi gelir. Çünkü onlara göre bu, îsâ b. Ebâ´nın kavlidir. Müteahhirînden çoğu onu ihtiyar etmiştir. Kerhî ise, Hadîsi kıyastan ileri tutulduğundan, râvînin fakîh olmasını şart koşmamaktadır ve ulemâdan birçoğu da buna uymuşlardır. Onlar di­yorlar ki: Böyle bir söz bizim ashabımızdan, mezheb imamlarımızdan naklolunmuş değildir. Onlardan naklolunan söz, haber-i vahidin kıyas­tan ileri tutulduğudur. Baksana, onlar, unutarak yiyip içen oruçlu kim­senin orucunun bozulmaması hususunda, kıyasa muhalif dahi olsa, Ebû Hüreyre Hadîsiyle amel etmişlerdir. Hattâ Ebû Hanîfe (Allah ona rah­met esin) şöyle demişlerdir: "Eğer bu rivayet olmasaydı kıyasla bozulur derdim."

Şüphesiz bu söz gösteriyor ki, Hanefiyyenin, mezhebin usûlü olarak zikrettikleri, mezheb imamları tarafından vaz´ edilmiş değildir. O imam­lar evvelâ bunları vaz´ etmişler ve istinbatlarını bu esaslara göre yapmışlardır, denemez. (Yâni evvelâ usûlü kurup mes´eleleri onlara göre yapmış­lar değil, evvelâ mes´eleleri halletmişler, usûlü mes´elelerden çıkarmışlar­dır.) Usûl kaidelerini sonraları Hanefî mezhebi ulemâsı vaz´ etmişlerdir ve mezhebin fer´î mes´elelerine hizmet edecek kaideler kurmuşlardır. Demek usûl, füru´dan sonra kurulmuştur, önce değil. Onun için ulemâ, fer´î mes´elelerde delil ve istinbât için bir yol i´tibar edilecek umûmî kaideler bulup çıkarmağa gayret gösterdiler; imamlardan naklolunanın hilâfına bâzı usûle kail oldular; râvînin fakîh olmasını şart koşmak gibi. Bu şartı istinbâtta bir esas tutup bâzı füru´ı müdafaa etmek istediler. Fakat bu, îmam Ebû Hanîfe´nin haber-i vahidi kıyas üzerine tercih ettiği meşhur nakle muhalif düşer. [25]


228- Hanefîyys Usûlünün Takip Ettiği Metodun Faydaları, Furu´ İçîn Umûmî Kaideler Kuruluvermesî, Usûlün Fürua Yaklaşması:

Hanefiyye usûlde öyle bir yol tuttu ki, kaideler, fer´î mes´elelertn hizmetine konuldu. Yâni mezhebin mes´elelerini te´yid eden usûl ve kai­deler vaz´ ettiler. Bu kaideler mezhebin usûlü ittihaz olunup onları müda­faa ettiler, bulabildikleri delillerle, getirebildikleri burhanlarla bunların doğruluğunu isbâta çalıştılar. Bu yol, belli bir mezhebi müdafaa olduğun­dan, dış görünüşe göre biraz kısır ve az verimli gibi görünürse de nnıfiTn? olarak îslâm fıkıh düşüncesinde ve bilhassa Hanefî mezhebinde bunun açık tesirleri ve büyük faydaları olmuştur. Bu faydalar şöyle özetlenebi­lir:

1- Sevkeden sebep ne olursa olsun, bu, umûmî esaslariyle bir fıkıh düşüncesidir, usûl ve kavâidi çıkarıp vaz´ etmek için bir fikir hareketidir. Bu sayede ortaya müstakil kaideler çıkmıştır ki, bunların diğer kaideler­le mukayesesi imkân dâhiline girmiş, doğruluğuna delil getirmek müm­kün olmuş, aralarında karşılaştırma yapılabilmiş. Böylece muhtelif kaide­ler arasında mukayese yapma suretiyle doğru düşünen akıl, bunların içinden en doğrusunu, en kuvvetlisini ve sahih istinbâta en doğru yoldan götüreni bulmak mümkün olur.

2- Bu, usûlü, füru´a yaklaşan bir surette incelemektir. Bunlar mü­cerret nazarî bahisler değil, küllî bahisler, umûmî kaziyyeler olup cüz´î mes´elelere tatbik olunur. Bu incelemeler sayesinde küllî kaideler canlı­lık ve kuvvet kazanır. Bu suretle bunlar mücerret tasavvurlar halinde kalmamış olurlar.

Bundan dolayıdır ki, Şâfiîlerden bâzıları da usûllerinin kaidelerini Şâ-fü mezhebine tatbik etmek istediler. Önce kaideyi zikreder, sonra da ona teferru´ eden fer´î mes´eleyi zikrederler. Meselâ Esnevî´nin Usûle füru´u çıkarmağa temhîd [26] adlı kitabında bunu yaptığını görmekteyiz. Bu sayede usûl canlılık kazandı, Şafiî mezhebi de istidlal kuvveti kazandı.

3- Usulün bu yolda incelenmesi, mukayeseli fıkıh dersi demektir. Ancak burada mukayese füru´ mes´eleleri arasında değil, usûl arasında yapılır. Okuyucu burada cüz´î şeyler içinde dolaşmaz, küllî kaidelerin in­celenmesinde derinleşir. Bu inceleme sayemde aralarında mukayese ya­pılmak istenen iki mezhebin dayandığı ınillî kaideler bulunmuş olur.

4- Hanefî mezhebine yararlı olan bu kaideler, cüz´iyyâtı zabt edip usûle bağlamaktadır. Bu usûlü bilmekle bunlar üzerine kurulan hükümle­ri tanımak mümkün olur. Ancak usûle aykırı olarak §âz nev´inden olan­lar, kıyasa muhalif hükümler bunun dışında kalır.

5- Bu, mezhebde tahrîcin nasıl olacağını da gösterir. İmamların as­rında olmayıp da sonradan ortaya çıkan mes´elelerin hükümlerini, mezhe­be uygun bir surette yerinde vermek için usûle göre füru´ hallolunur. öy­le ki, eğer o imamlar hayatta olsalardı, onlar da bu hükümlerin aynını verirlerdi. Çünkü bu hükümler onların yoluna göredir, onların füru´un-dan çıkarılmış usûlün icaplarına uygundur. Şüphe yok ki, bu suretle mez-heb gelişir ve büyür. Sahası genişler, ulemâ, yalnız imamlarından riva­yet olunan hükümlere saplanıp kalmazlar, onları genişletirler, yeni çıkan mes´eleleri imamların usûlüne ve yoluna göre hallederler. Böylece bir mezhebe tabi1 olmak, yeni ortaya çıkan yeni mes´elelerin hükmünü bulup onları çözmeğe bir mâni teşkil etmemiş olur. [27]



229- Hanefiyye Usûlüne Göre Yazılan Usül-ü Fıkth Kitap­ları:

işte usûl-ü fıkıhtaki ikinci tutum budur ve buna Hanefiyye yolu de­nilmiştir. Çünkü bu tarzda yazanlar, yukarıda zikrettiğimiz gibi, Hanefiy­ye ulemâsıdır. Onlardan bu hususta ilk eser yazan da Ebû Zeyd Debbûsî olmuştur [28]. Tesisü´n-Nazar adım verdiği kitabım yazmış, bunda Hanefiy­ye mezhebi imamlarının diğerleriyle ittifak ettikleri veya ihtilâf hâlinde bulundukları usûlü beyan etmiştir. Ondan Önce Hanefiyye ulemâsından Ebû Hasan Kerhî [29] usûl hakkında küçük bir risale yazmış bulunuyordu. Bu iki kitab, usûlden daha çok fıkha yakındır. Çünkü bunlarda fıkhın fer´î mes´eleleri için başvurulacak kaideler ve bunları bir zabt altına alan esaslar beyan olunmuştur. Bu iki eserde, hüküm istinbâtı için tutulan yol ve usûl açık olarak beyan edilmiş değildir. Bunlar varsa da azdır. Daha sonra Fahrü´l-Islâm Ali b. Muhammed Pezdevî (ölümü: 483 H.) geldi. Usûl-ü Pezdevî adıyla bilinen eserini yazdı. Gerçekten Hanefî usû­lüne dâir en açık, en derli toplu bir kitabdır. Hanefî usûlü üzere yazılan kitablarm en vazıh olanı odur. Ondan sonra yazılan muhtasar ve mu­fassal usûl kitablan, hep onun çığırı üzere yazılmıştır. [30]


230- Sonra Gelen Usülcüler, Bu İki Yolun Ortası Bir Yol Tuttular:
İmam Şafiî´den sonra usûl-ü fıkıh ilminde tutulan iki yol bunlardır. Bunlardan her ikisi de, diğerinin yürüdüğü yoldan başka bir yol tutmuş­tur. Kelâmcılar, bir mezheble mukayyed olmaksızın nazarî bahis yolunda yürürler. Hanefîler de mezheblerindeki istinbat usûlünü beyan edip onu müdafaa ederler.

Bu iki yol doğrulduktan sonra, çoğu Hanefî ve bâzısı Şafiî olmak üze­re bir grup ulemâ geldi ki, bunlar Hanefiyye yolu ile kelâmcüarm yolu­nu birleştirerek her iki çığın bir arada toplayan kitaplar yazdılar. Me­selâ 694 senesinde Ölen Hanefî ulemâsından Muzafferüddin Ahmed b. Ali Sââtî Bağdadî bunlardan biri olup Bedîu´n-Nizâm El-câmi´ Beyne Ki-tâbi´l-Pezdevî Ve´1-lhkâm adını verdiği kitabı yazdı. Bu eserinde Pezde-vfnin usûlü ile Seyfeddin Âmidî´nin îhkâm´mda olanları topladı. Ondan sonra meşhur Sadru´ş-Şerîa Ubeydullah b, Mes´ud Neccârî (Ölümü: 747 H.) geldi ve Tenkîhü´1-Usûl adlı kitabım yazdı, sonra bunu kendisi şerh ederek bu şerhe de Tavzih adım verdi. Bunda Pezdevînîn Usûl´ü ile Fah-reddin Râzî´nin El-Mahsûl´ü ve Ibn-i Hâcib´in Muhtasar´ını telhis ederek birleştirdi. (Sa´deddin Teftâzânî de tavzîhi şerh ederek Telvîh adlı ese­rini yazdı.)

Bundan sonra her iki yolu birleştirip iki mesleği birbirine katarak kitab yazma işi devam etti ve ortaya değerli eserler çıktı. Değerli bir Hanefî fakîhi olup Hicri 861´de ölen Kemâleddin îbn-i Hümâm Tahrir adlı kitabım yazdı. Şafiî ulemâsından olup 771´de ölen Tâceddin Abdul-vahhâb b. Ali Sübkî Cem´ul-Cevâmi´ni yazdı. 1119 yılında Ölen Hind ule­mâsından Muhibbullah b. Abdüşşekûr Müsellemü´s-Sübût adh kitabını kaleme aldı. [31]



231- Dînîn Güttüğü Umûmî Gaye Ve Maksadları Açıklayan Ulemâ, Bu Konuda Şâtıbî´nin Hizmetleri:

imam Şafiî´den sonra usûl-ü fıkıh ilminin aldığı durum hakkında sö­zü bitirmezden önce bir şeye işaret etmemiz gerekiyor. Şafiî´den beri usûl ulemâsı şeriatın umûmî maksatlarını beyana, özet veya tafsîlât hâlinde güttüğü gayeleri, taşıdığı mânâları îzâha pek yönelmiş değildiler. Kıyası beyan ederken münasip bir hüküm veya bir vasıf zikretseler de, sözü kı­sa tutarlar, uzatmazlardı. Zîrâ onlar hükümleri illetlerine bağlı i´tibar ederler, münasip vasıflarına değil. Bu i´tibarla ahkâmın teşrî´ine sebep olan ve kulların maslahatına bağlı bulunan şeriatın umûmî maksad ve gayelerini beyân etmek onlarca ikinci derecede kalırdı. Bu ise usûl-ü fı­kıh ilminde açık bir noksanlık idi. Çünkü fıkhın hedefi ve gayesi, asıl bu maksatlardı.

Muhtelif çağlarda İslâm ulemâsından bu noksanlığı kapatacak kim­seler bulunmuş, yazdıkları bahislerde, kaleme aldıkları eserlerde bu ci­het üzerinde önemle durmuşlardır. Örneğin İbn-i Teymiyye bu alanda ba-şariyle kalem oynatmış, talebesi Ibn-i Kayyım da türlü kitablarında bu konuda faydalı bahisler ağmış, bilhassa I´lâmü´l-Muvakkıîn eserinde ge­niş bilgi vermiştir. Izz îbn-i Abdü´s-Selâm da Kavâid´inde güzel ve doğru bir yön takip etmiş, dînin güttüğü maksad ve gayelerin büyük bir kıs­mım açıklamış, bu alanda geniş adımlarla yürümüştür.

780 senesinde ölen Mâliki ulemâsından fakîh Ebû İshak İbrahim b. Mûsâ Şâtıbî, El-Muvafıkât adlı eserinde bu ağır vazifeyi omuzlarına al­mış, bu yükün üstesinden gelmiş ve bu hizmeti sonuna kadar îfâ etmiş­tir. İslâm, Dîni´nin maksadlannı ve gayelerini tam bir surette beyân et­miş, bu maksadları usûlcülerin kâideleriyle birleştirmiş, bu maksad ve gayelerin ışığı altında şer´î hükümlerin kaynaklarından bahsetmiş, böy­lece usûl-ü fıkıh ilminde yepyeni bir çığır açmıştır ki, usûlün takip et­mesi gereken gerçek yol bu olmalıdır. [32]


[10] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 325.

[11] Şafiî, Er-Risâle, s. 534, Ahmed Şâkir tashihiyle Halebî tab´ı.

[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 325-327.

[13] Dört Mezheb: Hanefî, Mâliki, Şafiî ve Hanbelî mezhebleridir. Birçok raea-hebler kurulmuş, sonraları dördü seçilmiştir.

Ictihadları ve görüşleri bir mezheb hâlini alan büyük imamların ve müctehidle-rin ölüm tarihlerine göre bir liste veriyoruz. Bu aynı zamanda mezheblerin kuruluş­larım sıra ile gösteriyor demektir. Değerleri birbirinden az olmayan bu mezheblerin çoğunun taraftarları kalmadığından sönmüşlerdir. Ortada ana mezheb hâlinde dört mezhebin kalması ise dördüncü yüzyılda olmuştur. Ebû Tâlib Mekkl, Kûtü´l-Kulûb´da I. ve II. yüzyıllarda mezheb olmadığım söyler.

Hicrî Milâdî

Hasan Basrî ?-110 / ?-728

Abdullah Ibn-i Şübrüme 72-144 / 691-761

Muhammed tbn-i Ebî Leylâ 72-148 / 693-765

İT Ebû Hanîfe Nûman b. Sabit 80-150 / 699-767

Abdürrahman Evzâî 88-157 / 707-774

Ebû Abdullah Süfyan Sevrî 97-161 / 719-778

L*ys b. Sa´d 94-157 / 701-788

* Mâlik Ibn-i Enes 93-179 / 711-795

Süfyan Ibn-i Uyeyne 107-198 / 725-814

İT Ebû Abdullah Muhammed Ibn-i Idris Şafiî 150-204 / 767-820

Ishak Ibn-i Râheveyh 161-238 / 777-853

Ebû Sevr ibrahim ?-240 / ?-854

İT Ahmed b. Hanbel 164-241 / 780-855

Ebû Süleyman Dâvud Zahirî 202-270 / 817-883

Ebû Ca´fer Muhammed b. Cerîr Taberî 224-310 / 838-923

[14] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 327-328.

[15] Seyfeddin Âmidî, El-Ihkâm Fİ Usûli´l-Ahkâm, c. IV, s. 365.

[16] Eş´arîler ve Mâtürîdiler kelâmda iki fırkadırlar. Hicretin dördüncü asrın­da meydana gelmişlerdir. Mu´tezileye karşı olan görüşü temsil ederler. Fukahânm ve muhaddislerin akideleri Mu´tezMenin yolunca, aklî delillerle müdafaa ederler. Eş´arîler, 334´te Ölen Ebû Hasan Eş´arî´ye mensupturlar. Baştan mûtezil! İdi. Çağın­da Mutezilenin bağı olan Ebû Ali Cübbâî´nin talebesi idi. Düzgün konuştuğu ve cez-beli olduğu için hocası nâmına münakaşa ve münazaralara karışırdı. Fakat son­radan Mutezileden ayrıldı. Fukahâ ve muhaddislerin safına geçti. Bir müddet evine çekilip muhtelif fırkaların görüşlerini inceledi ve yeni bir görüşle, bir akide sistemiy­le ortaya çıktı. Halk ona uydu. Bundan sonra Mutezileye karşı amansız bir savaş açtı. Eş´arî, Şafiî mezheb indedir, Irak´da yaşamış, ilmî hayâtını orada geçirmiştir.

Mâtüridiyyeye gelince, bu mezheb Ebû Mansur Muhammed Mâtürîdi´ye nisbet edilir, Mâtürîd Semerkand´da bir köydür. Mâtürîdî, Hanefî mezhebi üzere tahsil gördü. TJsûl-ü fıkha dâir (Kitâbü´l-Cedel), fıkıhta da Maâhızü´l-Şerîa adlı kitaplarını yazdı. Sonra kelâm İlminde şöhreti etrafı tuttu. Horasan´da mezhebi çok yayıldı. Çağdaşı olan Eş´arî mezhebi kadar tutuldu. Şeyh Muhammed Abduh, Akâid-1 Adu-diyye üzerine yaptığı haşiyede diyor ki: Mâtürîdîlerle Eş´arîler arasında 30 kadar mes´elede ihtilâf vardır. Fakat bunlar ulemânın çoğuna göre esasta olmayıp cüz´î mes´elededir ve lâfzi şeylerdir. Ebû Mansur Mâtürîdî 332 yılında vefat etti. Kitâbü´l-Red Alel-Ka´bî El-MûtezlH, tdhâmü´l-MûtezUe, Er-Red Ale´r-Râfiza ve başka eser­leri vardır.

[17] Seyfeddin Âmidî, El-îhkâm Fî Usûli´l-Ahkâm, c. I, s. 219,

[18] Seyfeddİn Anüdî, EI-îhkâm Fî Usûli´l-Ahkâm, c. I, s. 219.

[19] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 328-331.

[20] Ebû Hüseyin Basrî, amelde mezheb bakımından Şafiî, akîde bakımından Mûtezilî idi. Hicrî 413 yılında Öldü.

[21] îmam El-Harameyn nâmiyle meşhur olan zât, Ebû´l-Maâlî AbdulmelUc b. Abdullah Cüveynî´dir. Meşhur Şâflîlerdendir. îmam Gazâlî´nin de hocasıdır. 478 Hic­rî yılında Öldü.

[22] Seyfeddin Ebü Hasan AH b. Muhammed Âmidî. 6S3´te ölmüştür.

[23] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 331-332.

[24] Dehlevî, El-lnsaf.

[25] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 332-334.

[26] Esnevî bir Şafiî fakîhı ve usûl âlimidir. Süyûtî´nin Hüsnü´I-Muhadara´-smda kaydettiği üzere 377´de öldü. Bu kitabı Suudî Arabistan Hükümetinin emriyle Mekke´de basıldı.

[27] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 334-335.

[28] Kadî Ebû Zeyd Abdullah b. Ömer Debûsî, 430 Hicrî yılında vefat etmiştir.

[29] Ebû Hasan Ubeydullah b. Hüseyin b. 0e!hem Kerhî 260 Hicrî yılında doğ-muş, 340´ta ölmüştür. Çağında Hanefîlerin baş âlimi idi. Son derece dürüst, zâ-hld bir adamdı. Kendisine kadılık teklif olundu, fakat o kabul etmedi.

[30] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 335-336.

[31] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 336.

[32] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 336-337.