sidretül münteha
Tue 14 September 2010, 04:11 pm GMT +0200
ŞAFİδNİN TAHSİLİ VE İLMİNİN KAYNAKLARI 2
27- Hadîs Ve Re´y Fıkhı Ekolleri, Mekke Ekolü:
Şafiî´nin yukarıda saydığımız üstâdlarından hangisinden ne okuduğunu açıklayacak bir durumda değiliz. Ancak burada bir noktaya işaret etmek gerekir[14]: Fıkha dâir yazanlardan bâzıları diyor ki: Fıkıhta iki ekol vardı. Bunlardan her birinin muayyen bir sistemi vardı. Fukahâ, pek azı müstesna, bu iki ekolden birinin yolundan yürürlerdi. Bunlardan biri hadîs ekolüdür ki, merkezi Medine´dir. İkincisi re´y ekolü ki, merkezi Irak´tır[15].
Biz bunlara uymakla beraber buna üçüncü bir ekol daha ilâve ediyoruz ki, o da tefsir ekolüdür. Kur´ân´ın yorumunu yapar, nüzul sebeplerini öğretir. Me´sûr olan tefsiri rivayet eder. Arap diline ve bâzı âdetlerine bakarak bunların ışığında Kur´ân´ı anlamağa çalışır. Bu ekol de Mekke ekolüdür. Bunu Abdullah îbn-i Abbâs kurmuştur.
Bana kalırsa, bu ekoller hadîs ve re´y bakımından birbirinden ayrılmaz, belki ders alma sistemi ve görüş yoluyla ayrılır, sahabe fetva çokluğu ve azliğiyle ölçülür. Kabul edilmiş bir gerçektir ki, Hicaz, yâni hadîs fıkhının üstâdları olan yedi fakîh[16] çok defa re´y kullanırlardı. Her ne de olsa Şafiî hepsinden aldı. Hicaz ekolünün üstadı olan îmam Mâlik va-sıtasiyle ehl-i hadîsten ilim aldı. imam Mâlik de teba-ı tabiînden olan bir cemâatten ilim telâkkî etü. Bunlar da fıkıh ilmini, sahabe fetvalarım ve asarı bilmekle olduğu gibi re´y ile de şöhret bulan tabiînden aldılar. Bunlar da Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit, Abdullah İbn-i Ömer´in mesleği üzere yürüyen ashâbdan aldılar. Bunlara bir mes´eie arzolununea onun hükmünü Kitapta ararlardı, bulamazlarsa Hz. Peygamber´den nakil ve rivayet olunan eserlere bakarlardı. Bulamayınca insanların maslahatına göre, faydasına yarar bir şekilde hükmederler, fetva verirlerdi.
Irak ekolüne gelince, bunun üstâdları, Ebû Hanîfellen sonra onun talebeleri oldu. Ebû Hanîfe, fıkhı, Muâz´m fıkhının tesiri altında kalmış olan tabiînden ders alan teba-ı tabiînden aldı. Muâz ise: Sünnette bula-mazsam kendi re´yimle ictihâd ederim, diyen bir sahâbidir. Keza yine bu tabiîn Ömer b. Hattâb´m mesleğini temsil eden Abdullah İbn-i Mes´ûd´dan ilim almıştır. Böylece Irak fıkhı re´ye kail olan mesleğe dayanır. Şafiî bunlardan da ilim aldı.
Şafiî, Kur´ân ve tefsîr ilmini Mekke´de öğrendi, Mekke´de oturan Abdullah İbn-i Abbâs´m medeğini tutmuş olup, hayatta kalan son ulemâdan ders aldı. îbn-i Abbâs Mekke´de Kur´ân´ın mânamı öğretir, tefsîr dem verirdi. Hattâ ona nisbet olunan bir cild tefsîr bulundu. Abdullah İbn-i Mes´ûd, İbn-i Abbâs´ı (Tercümânü´l-Kur´ân) diye vasıflandırdı. Abdullah îbn-i Ömer´e bir âyetin mânâsı soruldu. Soran kimseye,
Abdullah îbn-i Abbâs´a git ve ona sor, zîrâ Muhammed Aleyhisse-lâm´a Allah´ın inzal ettiğini en iyi bilenlerden hayatta olan odur, dedi.
Ata îbn-i Rebâh diyor ki: îbn-i Abbâs´m meclisinden daha değerlisini ve şereflisini, fıkıhça en zengin, heybetçe en yüksek olanını asla görmedim. Fıkıh erbabı onun katında, Kur´ân erbabı onun katında, şiir ve edebiyat erbabı onun katında, bunların hepsi bir kaynaktan su alıyor. A´maş diyor ki: îbn-i Abbâs bir hutbe söyledi. Kur´ân okuyup öyle tefsîr etmeğe başladı ki, ben: Bunu îran ve Bizans halkı dinlese Müslüman olurdu, demekten kendimi tutamadım.
Şafiî Mekke´de yetişti. Ora ulemâsı veya onların bir kısmı Abdullah îbn-i Abbâs´m mesleğinin ve onun dînî anlayış yolunun te´sîri altında kalmıştır. Büyüdüğü ve tahsil görüp yetiştiği yer Mekke idi. Sonra Mekke onun ders verdiği yer oldu. Fıkıhta mesleğini tâyin ettiği, ilimde yolunun hududunu çizdiği yer orasıdır. Belki de o bu esnada îbn-i Abbâs´ın yolunu tutmuştu. Onu örnek tutuyor, kendini onun mesleğine göre yetiştirmeğe çalışıyordu. Çünkü her üstün zekâ sahibi bir kimsenin, kendini yetiştirdiği ve hazırladığı sırada, ilim, fikir ve ahlâk sahasında kendine uyduğu, üstün bir örnek olarak rehber tuttuğu bir şahıs vardır. Onu takip eder, ikisinin arasında bir uyuşma, istidâdlari arasında bir yaklaşma bulunur. İbn-i Abbâs´m meziyetleri bu çağda dillerde destan, illerde yaygın idi. Âlimler ve tarihçiler onları anlatıyor, Hâşimî Devletinde yâni Abbasîler yanındaki yüksek mevkiinden ötürü ondan bahsediyorlardı.
Şafiî ile İbn-i Abbâs arasındaki benzeyiş meydandadır: Şafiî´nin lisânı çok düzgündü. İbn-i Abbâs da böyle idi. Şafiî Kur´ân ilmine çok Önem verirdi, İbn-i Abbâs da böyle idi. Şafiî fıkha olduğu gibi şiir ve edebiyata da önem verirdi. îbn-i Abbâs da böyle yapmıştı. Sonra Şafiî´nin derslerine; Kur´ân ilmi isteyenler, hadîs talebesi, fıkıh öğrenmek isteyenler, gür ve arapça meraklıları devam ederlerdi. Bu hâl ibn-i Abbâs´da da aym idi. Bunlara bakarak Şafiî´nin îbn-i Abbâs´ı kendine Örnek tuttuğu ve onun yolunda yürüdüğü kanısına acaba varamaz mıyız? Böyle farz edişimiz doğru olsun, olmasın, muhakkak olan bir cihet var ki, Şafiî, Mekke´de ders okuyup orada ikâmet etmekle, ne Irak´ta ve ne de Medine´de bulunmayan ilimlerden istifade etmiştir. Yâni îbn-i Abbâs yolunu tutarak Kur´ân ilmine önem vermiş, Kur´ân´ın mücmelini, mufassalını, nıutlâkmı, mukayyedini, hâssıni, âmmını incelemiş, çağındaki fukahâya, malzeme Önlerinde hazır olduğu halde incelemedikleri yeni yeni şeyler vermiştir. [17]
28- (III.) Hususî Etüdleri Ve Bîlgilerî:
Bir âlim, bilgisini yalnız nazarı kaabiliyetlerinden ve üstâdlarmdan almaz. Belki onun hususî incelemeleri, türlü ilimleri araştırması, seyahatleri, deneyleri, görgüleri, bunların hepsinin onun kültüründe büyük te´sîri vardır. Verimli olmasında, aklî meyvelerini veriş özelliğinde bunun te´sîri büyüktür. Şafiî Mekke´de ve Medine´deki üstâdlariyle buluşmakla beraber, yararlı işler peşinde koşardı. Seyahati severdi. Küçük yaşta Hü-zeyl kabilesine gitti. Onların lehçesiyle dilini düzeltti. Onların yanında kaldı, onlar nereye giderlerse o da gider, nereye konarlarsa o da orada konaklardı. On sene gibi uzun bir müddet böyle geçti. Arap yurtlarını, onların âdetlerini ve tabiatlerini yakından tanımak ona çok şeyler kazandırdı. Kur´ân ki, onlar hakkında ve onların içinde inmişti. Onların âdetlerinin bâzısı, Kur´ân-ı Kerîm´de olanların bir kısmım tefsîre yaramakta idi. Bundan sonra hadîs ve fıkıh Öğrenmek için seyahate başladı. Medine´ye gelerek İmam Mâlik´le görüştü ve onun dersine devam etti. Mâlİk´-le münâsebetini devam ettirmekle beraber Arabistan Yarımadasında bilgi toplama ve tedkîk seyahatleri yaptı. İmam Mâîik´in ölümünden sonra Ye-men´e gitti, bâzı vilâyetlerde hükümet vazifeleri aldı, Necrân´da bulundu, âmirle memur, hâkimle halk arasındaki münâsebeti öğrendi. İnsanların birbirleriyle ilgilerini yakından gördü. Sonra Irak´a, oradan da Mısır´a gitti. Şüphesiz ki o, bu seyahatlerinde insanların aralarında yaptıkları muameleleri öğrendi. Âdetlerin ve örflerin nasıl cereyan ettiğini bildi. Bunların hepsinin onun adalet görüşünde ve anlayışında tesiri oldu. Buna göre Ölçüler vaz´etti, hükümler çıkardı. O, seyahat etmede çok büyük fayda görürdü.
Bir şiirinde şöyle der:
"Ben ülkeleri baştan basa, enine boyuna, dolaşacağım, ya muradıma kavuşurum, yahûd da yabancı illerde ölürüm. "Eğer bu uğurda canım çıkarsa, Allah hayırlar versin, "Eğer sâğ, salim, kalırsam, memleketime dönüş yakındır."[18]
Şüphesiz ki seyahat etme, yolculuk yapma, bir fakîhe fıkıh malzemesi ve tecrübe bilgisi verdikten başka ayrıca onun zihnini açar, görüşünü genişletir, duygusunu inceltir ve keskinleştirir. Fikre tasavvur ufku hazırlar ve onu genişletir. Aklî nazariyeler, vukûbulan mes´eleler için yollar açar. Onun için, cüz´î hâdiseler hakkında küllî kaideler koymak isteyen mütefekkire bu lâzım bir şeydir. Bundan ötürü değil midir kî, insan aklının verdiği eserlere yeni yeni şeyler katan feylesofların çoğu yeryüzünde seyahat edenler, arzın sırtlarında dolaşanlar olmuştur. [19]
29- İlîm Yolundaki Seyahatlerin Faydası, Görüştüğü Ulemâ İle Münazaraları, Kitapları İncelemesi:
Şafiî´nin seyâhadleri ilmî seyahatlerdi. O bu seyahatlerde üstâdlarla buluşup görüşür, ulemâ ile ders müzâkereleri yapar, onlardan ilim alır, onlara ilim verirdi. Bu seyahatler onun için ders halkası gibi idi. Muhtelif mezheb sahipleriyle görüştü, bâzılarından dinlemek suretiyle ilim aldı, bâzılarının yazdıkları kitapları görüp okudu. Evzâî´nin mezhebini inceledi. Bu incelemenin mahsûlü olarak yazdığı kitap bugüne kadar gelmiştir. Mısır´da basılan Mecmua-i Fıkhiyye´de Sîyerü´l-Evzâî kitabı da vardır. Şafiî onda Evzâî´nin Sîyer´İndeki fikirlerini münakaşa etmektedir. Onların bâzılarında Evzâî´ye muhalefet, bâzılarında muvafakat etmektedir.
Leys b. Sa´d´m mezhebini inceledi. Hattâ fıkıhta Leys´i, imam Mâ-lik´ten üstün bulduğu söylenir. "Leys, Mâlik´ten daha fakîhtir, ancak Leys´in talebeleri vazifelerini yapmadılar." demiş. Böyle bir söz, Şafiî gibi bir zâttan, iki tarafın görüşlerini incelemeden çıkmaz. Her iki tarafın görüşlerinin kuvvet derecesini tanıdıktan, sahibinin fıkıhtaki mertebesini ölçtükten sonra ancak bu sözü söyler. Öyle olunca, şüphe yok ki, Şafiî Leys b. Sa´d´m fıkhını derin bir incelemeden geçirdi ki, neticede böyle bir hükme vardı. Fıkhını zayi´ ettiklerinden, onu yaymağa çalışmadıklarından dolayı Leys´in talebelerine de levmde bulundu. Bundan sonra, Irak ehlinin fıkhını inceden inceye öğrendi. Muhammed b. Hasan´ın kitaplarını bizzat Muhammed b. Hasan´dan dinledi. Hilâfiyât kitaplarını Iraklıların kendilerinden okudu. Elimizdeki Mecmûa-i Fiklu´yye´sinde bu incelemelerin bir kısmı kayd ve tescil olunmuş bir haldedir. Bu eserde sen, Ebû Hanîfe ile Ibn-i Ebî Leylâ´nın ihtilâflarına dâir Ebû Yûsuf´un yazdığı kitabı bulursun. Orada Şafiî, Ebû Hanîfe´nin, Jtbn-i Ebî Leylâ´nın ve Ebû Yûsuf´un görüşlerini münâkaşa eder, sonra bunların iğinden hakîkate en yakın gördüklerini seçer.
Bütün bunlardan görüyoruz ki, Şafiî, zamanındaki tanınmış, mez-hebleri bir müdekkik ve münekkid görüşüyle incelemiş, doğruyu bulmak ve anlamak istemiştir. Yoksa ne kusur bulmak isteyen bir kimse, ne de adamlara ve sırf isimlere tabi´ olan bir mukallid sıfatiyle bunu yapmış değildir.
O, bu ilmî seyahatlerinde yalnız, halîfeler hizmetine ve itâatına girmiş olan ehl-i sünnetin fukahâsını incelemekle kalmadı. Belki Şia´nın ve diğer mezheblerin görüşlerini de inceledi. Bunun izlerim, o ulemânın bâzısını öğen sözlerinde görmekteyiz. îbn-i Kesîr Tarih´inde geçtiği üzere, onun şöyle dediği rivayet olunuyor: "Fıkıh öğrenmek isteyen kimse Ebû Hanîfe´nin iyâlidir, sîyer isteyen Muhammed b. îshâk´m iyâlidir, hadîs isteyen Mâlik´in iyâlidir, tefsir isteyen Mukâtil b. Süleyman´ın iyâlidir."
Şafiî´nin tefsîr ilminin imâmı olarak tanıdığı bu Mukâtil b. Süleyman, Şia´nın Zeydiyye mezhebindendir. îbn-i Nedîm, Fihrist´inde der ki:
"Mukâtil b. Süleyman, Zeydiyye´dendir. Muhaddistir ve müfessirdir. Onun şu kitapları vardır: Tefsîr-i Kebîr kitabı, Nâsih ve Mensûh kitabı, Kıraat kitabı, Müteşâbihi´l-Kur´ân kitabı, Cevâb Li l-Kur´ân kitabı."
Öyle ise o, şüclir. Şafiî onun kitaplarım okudu, inceledi ve neticede onları okumağa teşvik etti. Onu bu hususta imam addetti. Bu maddede kendisine başvurulan bir âlim saydı.. Şüphesiz bu da gösteriyor ki, Şafiî fıkıhla ilgili olan her şeyi inceliyordu. Fıkha dâir naklolunan ictihâdtan, o kimsenin mezhebine bakmaksızın araştırıyordu. îlme nail olmaktan bag-ka bir şey onun umurunda değildi[20].
30- Bir iddia: Şâfîî Yunanca Biliyor Muydu?
Şafiî, ana kaynağı Kitap ve Sünnet olan bir fıkıh mezhebi kurmak istedi ve îslâm fıkhına faydalı olan her geyi öğrendi. Arap dilini, Kur´ân´i, hadîsi, kendinden öncekilerin görüşlerini öğrendi. Önlarm mezheb ve kanaatlerine bakmaksızın, ayrıldıkları, birleştikleri noktaları inceledi. Bu uğurda ilmî seyahatlerde bulundu. Bunlardan büyük istifâdelerde bulundu. Çok bilgiler edindi, insanların tabiatlerini, durumlarını, içtimaî hallerini tanıdı. Lâkin acaba bu meyanda yunanca da öğrendi mi? Bu hususta elimizde sağlam, doğru bir rivayete dayanan bir bilgi yoktur. Biz her ne kadar redde meyyal isek de, red veya isbat eden bir delile sahip değiliz. Çünkü Şafiî, üstâdlanmn çoğunu ve kendileriyle görüştüğü âlimleri zikretti. Eğer kendisine yunanca öğreten biri olsaydı onu da söylerdi. Kendisine taraftarlıkta aşırı gidenler, onu ilmin en üstün derecelerine çıkarmaktadırlar. Eğer yunanca Öğrendiğini gösteren bir şey olsaydı, onu hemen ilân ederler, Şafiî´nin nâmını yükseltirlerdi. Fakat onların tu-tunabilecekleri doğru bir rivayet bulamıyoruz.
Şâfiî hakkında incelemelerde bulunanlardan bâzılarının onun yunanca bildiğini ileri sürdüklerini görüyoruz. Bu konuda Fahrürrâzî´nin eserinde geçen sözleri delil tutuyorlar. Fahrürrâzî´nin rivayet ettiğine göre, Şafiî Şiîlik ithâmiyle Harun Reşid´in huzuruna çıkarıldığı vakit, Harun Reşid ona neler bildiğini sorar. Bu karşılıklı konuşma da şöyle geçiyor: "Reşid ona: Tıp bilgin nasıldır? dedi. Şafiî de şöyle cevap verdi: Aristo, Hipocrat, Calinus, Sertorius, Ebuklis gibi Yunan bilginlerinin dediklerini onların lisâniyle bilirim. Arap tabiblerinin nakil ettiklerini, Hind feylesoflarının takrir ettiklerini, îran bilginlerinin yazdıklarım bilirim."[21]
Bu sözler onun Rumca, yani Şark tarihçilerinin çoğunun tâbirince, Yunanca bildiğini ifade etmektedir, fakat geçen münakaşaya dair Râzî´-nin anlattığı bu hikâyenin bu tarzda cereyanı, üzerinde önemle durulacak bir noktadır. Çünkü bu hikâyeye göre Harun Reşid´in meclisinde Ebû Yûsuf ile Muhammed b. Hasan varmış. Halbuki Şafiî´nin itham olunarak Bağdad´a gelmesi 184 yılında idi. Yâni Ebû Yûsuf´un vefatından sonra olduğu muhakkak..Çünkü Ebû Yûsuf 183 yılında vefat etti. Yine bu hikâyede Muhammed b. Hasanla Ebû Yûsuf´un Harun Reşid´î Şâfü aleyhine tahrik ettikleri isnad olunur. Böyle bir şey ilim erbabının ahlâkiyle, bu iki değerli imâmın mâruf olan halleriyle asla bağdaşamaz. Bundan başka, herkes arasında yayılıp duyulan ve tarihi kat´î olarak bilinen şeyler hükmünde olan bir cihet vardır ki, imam Şafiî bu seyahati esnasında Bağ-dad´a geldiğinde, îmanı Muhamnıed´le görüştü. Onun kitaplarım ondan dinleme suretiyle okudu. O hikâye, bununla da bağdaşamaz. Sonra o hikâyede geçen fıkıh münakaşalarında Şafiî´nin verdiği cevaplar, Şafiî mezhebine uygun değildir, bu da hikâyenin uydurma olduğunu gösterir. Fahrürrâzî, bunların bâzısını müdâfaa etmek isterse de îbn-i Kesîr ve İbn-i Hacer bu hikâyeyi reddetmişlerdir. îbn-i Hacer bu hususta diyor ki: "Şafiî´ye nisbet olunan ve Abdullah îbn-i Muhammed Belevî yoliyle rivayet edilen seyahatnameyi Âbürî, Beyhakî ve başkaları uzun ve kısa surette çıkarmışlar, Fahrürrâzî de, bu ikisine güvenerek onu, isnadszz olarak, Menâkib-ı Şafiî´de kaydetmiştir. Bu yalandır. Bundakilerin çoğu uydurmadır. Bâzıları da başka rivayetlerle karıştırılmış şeylerdir. Bundaki en açık yalanlardan biri şudur: Güya Ebû Yusuf´la Muhammed b. Hasan, Harun Reşid´i Şafiî´yi öldürmeğe teşvik etmişler imiş. Bu, iki yönden bâtıldır:
1- İmam Şafiî Bağdad´a geldiği zaman, îmam Ebû Yûsuf vefat etmişti, bu itibarla Şafiî ile buluşmasına imkân yok.
2- Bu iki imam gibi zatlar, bir Müslümânm, bilhassa ilmiyle meşhur olan bir kimsenin katline çalışmaktan çok uzaktırlar. Allah´ın kendisine bahşettiği ilminden başka bir şeyi olmayan bir kimsenin ne sugu var? Böyle bir şey bu gibi zatlardan asla beklenemez. Onların mevkîi, şanları, herkesçe bilinen temiz dindarlıkları bunu redde kâfidir."
Râvileri doğru söyleyenlerden olmadığından ve rivayetin bâtıl olduğu içindekilerden anlaşıldığından, madem ki, bu hikâye muhakkik râvilerce kabule şayan görülmeyip reddedilmiştir. Öyle ise ona bakıp da en= da tutunacak yer aramak ilmî araştırma ile bağdaşamaz. Ancak bu hususta başka bir delil bulunur, daha doğru ve daha duru bir haber varsa o başkadır. Biz bu rivayetten başka bir yerde onun Yunanca öğrendiğine dâir bir gey bulamadık. Bu bakımdan onu kabul edemiyoruz. Bu konuda gerçek ilmî araştırma yolundan başka yola uymuş değiliz. Zîrâ târih meseleleri, doğruluğu tercih olunarak, râvisinde ve rivayetinde yalan şaibesi bulunmadığı takdirde kabul olunur. Şafiî´nin Yunanca öğrendiği iddiasını reddetmekte, bizim hususî bir maksadımız yoktur. Şafiî öyle bir imamdır ki, onun bahis yolu açıktır, ilminin kaynakları meydandadır. Hükme bağladığı mes´elelerde hüküm çıkarma metodu, usûl Ölçüsü olarak koyduğu küllî kaideler bellidir. Yunanca bilmesi onun mezhebini tanımamıza birşey ilâve etmez. O dili bilmiş olması onun metoduna bir nakî se vermez. [22]
[14] Bu sözü söyleyenlerce bu iki ekol Şafiî zamanında birbirine yaklaşmıştır.
[15] Üstâd Âhmed Emin, Duha´l-îslâm adlı kitabında re´y ekolü olan EbÛ Ha-nîfe Medresesinin ashâb´dan, tâbiîn´den ve sonra gelenlerden olan üstâdlarının silsilesini tespit etmistir
[16] Medine´nin yedi fakîhi listede gösterilmiştir. Ashâb içinde en fakîh olup yedi fakîh nâmiyle anılanlar da şunlardır:
Hz. Ömer (?23), Hz. Ali (?40), Abdullah İbn-i Mes´ûd (?32), Hz. Ai§e (?58), Zeyd b. Sabit (?45), Abdullah tbn-i Abbâs (?68), Abdullah îbn-i Ömer (?74).
(Mütercim)
[17] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 41-44.
[18] Şafiî seyahatin faydasına dâir diğer bir şiirinde şöyle demektedir: "Seyahat et ki, bırakıp ayrıldıklarının yerine başkalarım bulursun. Bu uğurda meşâkkatlara katlan, zira hayatın şevki yorulmaktadır". "Ben gördüm ki, suyun bir yerde durması onu bozuyor, Akıp gitmesi ise onu temiz ve berrak yapıyor, akmazsa temiz olmuyor". "Aralan yaşadığı ormandan ayrilmazsa av bulup avlanamaz, Ok yayından çıkmayınca hedefe isabet etmez. Altın tozu yerinde bıraküdikça toprak gibidir. Udda yerinde durdukça bir odun parçasıdır".
[19] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 44-45.
[20] Bundan gâfiî´nin, Şîa-ı Zeydiyyeye meyil ettiğini çıkarmak istemiyoruz. ÇÜnkÜ bu ona bir delil sayılamaz. Çünkü Şafiî ilmi nerede bulursa alırdı. O, ilmi içinde taşıyan kaba bakmazdı, onun için mühim olan, kabın içindeki İlimdi. Şafiî Harun Regld zamanında ŞÜHkle İtham olundu, gizli olarak Evlâd-ı Alî´den bâzılarına bîat etti, denildi.
Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 45-46.
[21] İbn´ül-Kayyim bu rivayeti reddetmiştir. Miftâhü´s-Saâde kitabında Yunan tıbbim onların diîiyle bildiği rivayetini söyledikten sonra diyor ki: "Bu, Şafiî´ye ya-pılmıg bir iftiradır, yalandır. Bu yalan, Muhammed oğlu Abdullah Belevî´den gelmektedir. O yalancıdır, yalan uyduran biridir. Şafiî´nin seyahatim Rıhletü´ş-Şâfiî´ye uyduran odur. Onda Şafiî´nin Ebû Yûsuf´la Re§id´in huzurunda münazara yaptığını söyler. Halbuki Şafiî Ebfi Yûsuf´u hiç görmedi. Onunla asla buluşmadı. Çünkü Ebû Yûsuf un ölümünden sonra Bağdad´a geldi. Bundan başka hikâyenin gelişi de aklı olan kimseye bunun yalan ve iftira olduğunu göstermektedir. Çünkü Şafiî Yunanca bilmiyordu ki, onların dediklerini kendi dilleriyle biliyorum demiş olsun. Yine bu hikâyede, Muhammed b. Hasan´m, Şafiî´yi Harun Reştd´e gammazladığı, Regid´in de onu öldürmek istediği söyleniyor. Halbuki îmanı Muhammed´in Şafiî´ye kargı gösterdiği saygı, beslediği sevgi, Şafiî´nin de onu saydığı, onu öğdüğü herkesçe bilinen bir şeydir. Bu da, o yalanı reddetmektedir. Bak: îbn-i Kayyim Cevziyye, Miftâhü´s-Saâde,
a. 565.
[22] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 46-48.