- Saf Türk Olmayanın Hakkı!

Adsense kodları


Saf Türk Olmayanın Hakkı!

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Sat 9 July 2011, 11:48 pm GMT +0200
Dün Bugün Yarın


Aralık 2010 144.SAYI



Sadık ILGAZ kaleme aldı, DÜN BUGÜN YARIN bölümünde yayınlandı.

‘Saf Türk’ Olmayanın Hakkı!

Tarihçiler, Osmanlı Devleti’nin geniş bir coğrafyada, birçok farklı dinî, etnik ve kültürel unsuru bir arada yaşatarak, 6 asır gibi uzun bir ömür sürmesini birçok sebebe bağlarlar.

Güçlü bir devlet yapılanması, güçlü ve düzenli bir ordu, iyi bir eğitim sistemi Osmanlı’yı büyük devlet yapan unsurların başını çekmektedir. Dünya tarihine baktığımızda tüm bu özelliklere sahip olduğu halde ömrü kısa sürmüş pek çok devlete de rastlarız. Bu durum göstermektedir ki, devletlerin ömrünü uzatan sadece iyi bir devlet mekanizmasına, güce sahip olmaları değildir. Peki, Osmanlı Devleti’ni diğer devletlerden ayıran ve daha uzun ömürlü kılan ne gibi özellikleri vardır?

Ülkemizin ve dünyanın önde gelen birçok Osmanlı uzmanı, Osmanlı’nın müsamaha ve adalete verdiği önemi ilk sıralarda sayarlar. Osmanlı, hakimiyeti altındaki müslüman ve gayri müslim tüm tebasının kendi dilleri, kültürleri ve inançlarıyla var olmalarına müdahalede bulunmamış, birbirleriyle ve devletle ilişkilerinde adaleti sağlamaya özen göstermiştir. Ülkemizin yetiştirdiği önemli fikir adamlarından Prof. Dr. Aydın Yalçın’ın (1920-1994) Türkiye İktisad Tarihi isimli eserinde de dile getirdiği gibi, “Osmanlılarda hukuk düzeni, vatandaşın güven altında yaşamasına, kazanmasına, istikrarlı bir vasatta mutlu bir hayat sürmesine imkan veren mühim bir unsurdur.(1)”

Cumhuriyet döneminde ise, ülkemizin hukuk sisteminin yaşadığı sorunları, adaleti değil ideolojiyi ve egemen bir sınıfın çıkarlarını temel alan uygulamaları, özellikle son yıllarda birbiri ardına gelen skandalları ve hukukî olmaktan çok uzak siyasi kararları düşünürsek, devletin vatandaşlarına karşı pek de adil olamadığı anlaşılır. Burada şu soruyu sormak gerekiyor: Altı asır varlığını devam ettirmiş, milyonlarca kilometre karelik topraklarda farklı etnik, dinî ve kültürel unsuru bir arada barış içinde yaşatmış, Osmanlı’nın aksine, genç Cumhuriyet neden adil olmaktan uzaktır?

Bu soruya günümüzün önemli hukukçularından Doç. Dr. Osman Can, Osmanlı Devleti’nin yetiştirdiği en önemli devlet adamı ve hukukçularından biri olan ve Mecelle’yi yazan Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895) ile Cumhuriyet döneminin hukuk sisteminin kurucusu olan Mahmut Esat Bozkurt (1892-1943) arasında yaptığı şu kıyaslama ile cevap verir:

“Ahmet Cevdet Paşa’nın tercihlerinde belirleyici olan unsurlar hukuk siyaseti bakımından doğu-batı sentezi, adalet, hakkaniyet, toplumsal beklentilere yanıt vermek olarak özetlenebilir. Mahmut Esat Bozkurt’un tercihlerinde belirleyici olan yaklaşım ise yönetici sınıf tarafından belirlenmiş, saptanmış olan bir ideolojinin bütün kuşatıcılığıyla, hukuksal ve yargısal araçlarla topluma dayatılmasıdır. Toplumun bu tercihler doğrultusunda “yargı” eliyle terbiye edilmesidir. (2)”

Bu kıyaslamada da görüldüğü üzere, Ahmet Cevdet Paşa’nın hukuk anlayışı adalet, hakkaniyet ve toplumsal beklentilere yanıt vermeyi esas alırken; ırkçı fikirleriyle bilinen Mahmut Esat Bozkurt’un elinde hukuk, yönetici bir sınıfın cahil gördüğü toplumu terbiye etmesi, eğitmesinden başka bir şey değildir.

Mahmut Esat Bozkurt’un 19 Eylül 1930 tarihinde Adalet Bakanı sıfatıyla şöyle diyordu: “Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır: Hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler.”

Dönemin başbakanı İsmet İnönü de 31 Ağustos 1930 tarihinde şu açıklamayı yapar: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”

Bunlara bakınca yanlış temeller üzerine kurulmuş bir hukuk sisteminin ülkeye neden huzur ve mutluluk getiremediği net olarak anlaşılacaktır.

(1) Aydın Yalçın, Türkiye İktisat Tarihi / Osmanlı İktisadında Büyüme ve Gerileme Süreci, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1979, s. 66.

(2) Osman Can, Darbe Yargısının Sonu: Karargâh Yargısından Halkın Yargısına, Timaş, İstanbul, 2010, s. 29.

Özgürlük Nereden Gelir?

Basit bir soru:

20. yüzyılda teknoloji devriminin gerçekleşmesiyle birlikte bilgisayar, internet gibi teknolojik alet ve kavramlarla tanışmamızdan önce, “bilişim suçları” gibi bir suç tanımlaması yapmak ve bunları yasalaştırmak gibi bir ihtiyaç var mıydı?

Ya da bilim adamları tarafından varlığı ilk kez keşfedilmiş bir canlı, var olduğu ortaya çıkmadan önce herhangi bir dünya dilinde kendine bir karşılık bulmuş mudur?

Bu türden soruların cevabı elbette “hayır”dır. Bu durum ortaya net olarak koyuyor ki, insanoğlu kelime ya da kavramları bir ihtiyacın belirmesiyle, o ihtiyacı tanımlamak için üretir.

Bugün gündelik hayatımızdan devletle olan ilişkilerimize, politik tartışmalardan dinlediğimiz şarkılara kadar birçok alanda, olguda, konuşmada bir kelimeyi sıklıkla kullanıyor, ihtiyaç duyuyor, talep ediyoruz: “Özgürlük.”

Özgürlük kelimesi bugün her zamankinden fazla kullanım alanımızda, çünkü özgürlük her zamankinden fazla talep ediliyor. Örneğin; başörtüsüne özgürlük, Youtube’a özgürlük, haksız hapis yattığını düşündüklerimize özgürlük vs...
Peki, “özgürlük” kelimesi/kavramı hangi ortamda, nasıl bir ihtiyaçtan doğmuş, ilk nerede kullanılmış?

Samuel Noah Kramer’in “Tarih Sümer’de Başlar” (Kabalcı Yayınevi) isimli dünyaca ünlü kitabında bu soruların cevabını veren hayli ilginç bir hikâyeye rastlıyoruz. Kramer’in anlattığına göre bu kelime ilk olarak Mezopotamya’da, Sümerlerin bir şehri olan Lagaş’ta ortaya çıkıyor. Sümerce’de “Amargi” olarak kullanılan ve dünya dillerinde özgürlük anlamına gelen ilk kelime olan bu kavramın, dünyanın ilk şehir devleti olan Lagaş’ta ortaya çıkması, dolayısıyla dünyanın ilk devleti ile yaşıt olması da bir tesadüf değil. Zira toplumsal bir sözleşme ile toplu halde yaşamaya başlayan, bu sözleşme ile şekillenmiş devlet kurumları tarafından yönetilmeye başlanan insanoğlu, bir toplumsal sözleşme ile kısıtlanıyor ve bunu hissettiği anda da kaybının farkına varıyor, onu yeniden elde etmenin peşine düşünüyor.

Reha Çamuroğlu’nun da “Tarih, Heterodoksi ve Babaîler” isimli kitabında “Bu sözcük, kültür tarafından bireysel olarak belirlenen ama onu kolektif olarak değiştirebilen insanların bir değiştirme çabası sırasında ortaya çıkmıştır.” (Kapı Yayınları, s.9) sözleriyle özetlediği özgürlük, insanoğlunun peşini hiç bırakmayacağı bir ihtiyaç olarak gündemimizden hiç düşmüyor, devlet ve onun tahakküm aracı kültür var oldukça da gündemimizden düşeceğe benzemiyor. Zira özgürlük, Çamuroğlu’nun da ifade ettiği gibi, memnun olunmayanı değiştirmek, isteneni elde etmek çabası ve ihtiyacımızın adı olarak karşımıza çıkıyor.