meryem
Mon 20 December 2010, 11:32 am GMT +0200
1- Sabır ve Cömertlik
İşte birinci mesele: Felâket içinde sabır, veya zenginlik içinde cömertlik, bu iki faziletin hangisi daha iyidir?
Eğer burada bir ödevi, ya da bir tavsiyeyi tayin etmeye elverişli pratik bir hiyerarşiyi kurmak söz konusu ise, bu soru pek uygunsuz sorulmuş olacaktır. Çünkü, en eski denen, belli bir durumla bağdaşmayan fazileti uygulamaya koymak için, ya yapmacık olarak zıt durumun tavrını takınmak yetişecek -bu ise açıkça saçmadır- veya mevcut durumun yerini tersine durumla doldurmak gerekecek. Fakat, aynı şekilde durumumuzu düzeltmenin veya bozmanın ve bir durumdan karşıt duruma geçmeyi beklerken varlığımızı yitirmenin veya maddeten kendimizi mutlu kılmanın bize bağlı olduğunu farz edersek, bizim acil ödevimiz durumumuzu değiştirmek, ya da durumu elverdiğinde şu veya bu tarzda davranmak mıdır?Bu sorunun cevabını biz, ilk önce kaderin sebatsızlıkları o durumu, bir kimsenin aleyhine döndürmedikçe, Hz. Peygamberin bizden her birimizi alışılagelen hayat tarzını terketmemeye teşvik ettiği makul bir tavsiyede mücmelen bulmaktayız[116]Bu formülü sosyal plandan ahlâkî plana aktarırken, insan halihazır ödevini tam olarak yerine getirebildiği ölçüde onu yapmak zorunda olduğunu ve zıt bir ödev meydana getirerek kendisine sun'î bir hava yaratmak için hiçbir yükümlülüğün bulunmadığını söyleyebilir miyiz?Zaten kıyasla bu akıl yürütmeye başvurmamıza hiç lüzum yok, çünkü biz, aynı öğüdü ahlâkî alanda da bulmaktayız. Binaenaleyh, Medine'nin civarında oturanlar, şehir içinde yerleşmeye gelmek için mülklerini satmak istedikleri zaman, Hz. Peygamber, bu konuda şöyle buyurarak, onları bu projeden vazgeçirmişti: "Ey Benî Seleme! Yurdunuzda kalın ki, adımlarınız sayılsın[117]Bu misalde, başka her çözüm yolunun ters bir anlamı olacağını kaydedelim. Öte yandan, Şehrin civan sanki şehri korumaktadır: Eğer herkes, dış mahalleleri terk ederse, şehir müdâBazı durumlarda, ödevin herhangi bir duruma uymaktan ibaret olmadığını, fakat bir biçim değişikliliğinden ibaret olduğunu tasdik edelim. Yeniden meselenin ifadesine dönmüş olmak için, mutsuz bir insanın zenginleşmek için boşuna çabalayıp durmak zorunda olduğunu kabul edelim, mukabili de doğru mudur? Şu halde, hali vakti yerinde olan bir insanın kendini yoksul kılması ödevi midir? Hayır! Bu konuda îslâmî tavır çok açıktır. Hz. Peygamber, ne yalnız herkese kendi gayretleriyle hayatını kazanmay[118] buyurmakla, ne de sadece sıhhatli kimselere başkasından sadaka istemeyi[119] ve hali vakti yerinde olan kimselere de kendi istekleriyle ister har vurup harman savurmakla, ister bütün varlıklarını bağışlamak[120] suretiyle kendilerini ve yakınlarını bu acıklı duruma atmalarını yasaklamakla kalmıyor. O, aynı zamanda, açık ifadeleriyle şöyle buyuruyor: "Zenginlik, yükümlülüklerini edâ eden kimse için hiç bir mahzur ihtiva etmez.[121]. Daha da âlâsı "Servet bir müslüman için ne güzel arkadaştır! Yeter ki o, ondan fakire, yetime, (zenginlikten uzak kalmış) yolcuya vermiş olsun.[122].Gerçekten Kur'ân ve Sünnetin bu dünya nimetlerini değerden düşürmesi, bizi bu fanı nimetlere karşı, belli bir vazgeçmeye teşvik etmektedir. Fakat herkesçe manevî bir anlamda anlaşılabilen bu vazgeçme, ancak çok nadir şartlarda maddeten anlaşılmak zorundadır. Bu, işsiz güçsüz ve uzaktan veya yakından hiç bir yükümlülüğün (sadaka ödevi gibi) onun faaliyetini gerektirmediği bir insanın durumudur. Hiç şüphesiz, bu insan için, bir defa kendi hali hazır ihtiyaçlarına ait iktidara sahip olduktan sonra, artan kazancın üzerine çok düşmemesi ve gayretinin büyük kısmını kalbini ve ruhunu terbiye etmeye vakfetmesi daha iyidir. Bu haller, bilhassa bu konuda, Peygamberin Ashabından belli bir sayıyı, özellikle Ehî-i Suffa'yı kendilerine örnek alan müslüman mutasavvıfların durumlarıdır. Fakat herkesin, daha önce dünyevî zenginlikler karşısında, ihtiyatlı manevî muayyen bir tutuma ve ruhu, maddenin boyunduruğu altına alan ve basit vasıtayı gerçek bir gaye haline getiren bu aşırı sevgiden, belli derecede bir uzaklaşmaya riayet etmek ödevi vardır.faasız oiacaktır. Ayrıca, eğer bütün sakinler, belli bir yere doğru kendileri yerleşmeye teşvik ediiirse, orada münâkaşa ve ihtilaf olacaktır.Tavrı Bu çift yönlü anlamın dışında, îslâm'da meşru hiç bir zahitlik yoktur. İşte bu şekildedir ki, iyi bir müslüman olmak için hali vakti yerinde olan bir kimseye kendi iradesi ile fakirleşmesi tavsiye edilemez. Bizzat Hz. Peygamberin bize sunduğu tarifle bu konu üzerinde hükmedilirse, gerçek riyazeVin bundan ibaret olmadığı anlaşılır. Peygamberimiz şöyle buyurur: "Dünya nimetlerinden el etek çekme, ne helâl olan bir şeyden kendini mahrum ermektir, ne de malı elden kaybetmektir. Fakat o, senin iki elinde bulunanların, Allah'ın katında bulunanlardan daha güven verici olmaması demektir[123]Hoşnutluk ve kanaatkârlıkla zaruri olandan yararlanan ve özellikle üstün değerlere daha çok bağlanan ilgisiz bir insanınki olan, tersine durum için de hal böyledir. Biz, aynı şekilde onu maddeten zenginleşmesi için ideallerini terketmeye tahrik etmek zorunda da değiliz.Gerçekten zamanın zorunlu kıldığı vazifenin dışında, yapılması gerekli olan her şey, durumun veçhesini değiştirmesi anından itibaren, sadece bilkuvve olarak bile olsa, tutum değiştirme hususunda sebatkâr niyete sahip olmaktır; bu, daima zafere ve müdafaaya, cömertliğe ve sabı-ra hazır olmaktır.Eğer durum böyle ise, bu iki fazilet arasında onların karşılıklı şartlarına müteallik bir değer eşitliği ilişkisini kabul etmek gerekir. Her durum, kendine has ahlâkî icablara sahip olduğundan, bu hususta vazifesini yapmasını bilen kimsenin, tam ve değiştirilemez olan ödevini ne fazla, ne de eksik şekilde yerine getirdiği açıktır. Bundan dolayı, biz bu ahlâkın mümeyyiz evsaflı düşüncesinden zaruri olarak doğan bir neticeye inanıyoruz; şöyle ki o, bizim eşyanın tabiatını zorlamamızı istemez, fakat bir cesaret ve zarafet bütünlüğü gerektiren intibak kelimesinin en üstün anla-mıyle ona intibak etmemizi ister. Yalnız bu prensipten hareket ederek, bu konuda açık nasslara sahip olmasak bile, daha şimdiden iki tutumun aşağı yukarı eş değerde olduğu ifade edilebilir. Oysa bu nasslar mevcuttur, îşte onlardan bazıları: Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Mü'minin durumuna hayran olurum! Elbette onun bütün işleri hayırdır. Bu durum mü'minden başka hiç bir kimsede yoktur. Kendisine varlık isabet ederse, (Allah'a) şükreder, bu onun için hayır olur. Darlık isabet ederse, sabreder, bu da onun için hayır olur[124]Keza şu müteakip hadis-i şerif daha da açıktır: "Gücünü hayır işinde ve Tanrıya şükürde kullanan zengin bir insan, oruç tutan ve meşakkatlere tahammül eden kişi derecesindedir.[125].Böylece,, amelî türden hiç bir anlamı olmamak, yani ödevimizde herhangi bir değişiklik getirmemek üzere, şu anda bizi meşgul eden mesele, özel imkânlarımızdan ayrı olarak, kendiliğinden hayrın nazariyat ve takdir alanında ortaya çıkmak zorunda olmasıdır. Oysa bu alana taşındığında bize öyle geliyor ki, İslâm'ın bu konuda getirdiği çözüm, üstünlüğü ortak hayrın yaratıcı faziletine, yani lütuflarmı sahibi ile sınırlandıran ve mahrumiyeti ve meşakkati içine alan faziletten ziyade, zenginliğin ve tabii huzurun az çok yüksek seviyeli bir derecesini gerektiren fazilete vermeğe yönelmektedir.Bu en azından Peygamber ile bazı Ashabı arasında vuku bulan sohbetten çıkan neticedir. îşte Müslim'in bu konudaki rivayeti: Bir gün birtakım fakir Muhacirler, Peygamberle konuşmaya geldiler ve hayırlı işler yapmadıklarına ilişkin sıkıntılarını ifade ettiler, bir de "Zenginler yüksek derecelere ve ebedi saadete ulaşıyorlar[126] diye mütalaada bulundular. Oysa Hz, Peygamber, onların nokta-i nazarını müzakere etmek şöyle dursun, manevi emir olarak, sadakanın yerine kaim olmak üzere, onlar için daha elde edilebilir başka bir ameli onlara bildirdi... Fakat işte bunlar, biraz daha sonra yeni baştan kendilerinin kadr ve kıymetlerinin aşağılığından yakınarak Resulullah (s.a)'a: "Zengin kardeşlerimiz bize öğrettiğin o nafile ibadetleri duydular. Onlar da aynısını yaptılar" dediler. Peygamberimiz "ne gibi?" buyurdu. Onlar: "Bizim kıldığımız gibi onlar da namaz kılıyor, bizim oruç tuttuğumuz gibi onlar da oruç tutuyor, sadaka veriyorlar, biz veremiyoruz, köle azad ediyorlar biz edemiyoruz" diye fikirlerini açıkladılar. Bunun üzerine Resulullah "Sizden öncekilere kavuşacağınız, sizden sonrakileri geçeceğiniz ve sizin yaptığınız gibi yapan müstesna, sizden daha üstün başka bir kimsenin olmadığı bir şeyi size öğreteyim mi?" buyurdu. Onlar da "Evet ya Rasulullah" dedi. O "Her namazın peşinde otuz üç defa teşbih, tekbir ve hannd getiriniz" buyurdu. Ebû Salih diyor ki: "Bir müddet sonra bu fakir muhacirler Resulullah'a gelerek: 'Zengin kardeşlerimiz,bizim yaptıklarımızı duydular ve onlar da aynısını yaptılar' diye yakır -dılar. Resulullah (a.s.) da bu sözleri üzerine: "Bu Allah'ın dilediğine verdiği bir ihsandır[127] buyurdu.
[116] Krş. tbn Mâce, Kitâbü't-Ticâre, Bab 4.
[117] Krş. Müslim, Kitâbü'i-Mesâcid, Bab 50.
[118] Krş. Buhârî, Kitâbü'1-Buyû', Bab 15.
[119] Aynı yer. Bak., aynı şekilde Nesâî, Kitâbü'z-Zekât, Bab 87.
[120] Krş. Buhârî, Kitâbü'z-Zekât Bab 20. Aynı eser, Kitâbü'l-Vasıyye, Bab 2. Ebû Davud, Kitâbü'z-Zekât, Bab 38.
[121] Krş. Ibn Mâce, K. Ticâre, B. I.
[122] Krş. Buhârî, K. Zekât, B. 49 .
[123] Krş. Tirmizî, Kitâbü'z-Zühd, Bab 22.
[124] Krş. Müslim, Kitâbü'z-Zühd, Bab 13.
[125] Ibn Mâce Kitâbü's-Sıyâm, Bab 55.
[126] Krş. Müslim Kitâbü's-Salât, Bab 79.
[127] Aynı eser ve Buharı, Kitâbü'd-Da'vât, Bab 17.