- Sabır Taşı

Adsense kodları


Sabır Taşı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
Hadice
Wed 1 December 2010, 02:55 pm GMT +0200
Sabır Taşı


Kızıl Temmuz sıcağının bezdirdiği sokaklar, kaldırımlar, duvarlar, evler, ağaçlar bir miktar serin geçen gecenin ardından yine zorlu bir güne hazırlanıyor. Yine güneş her şey üzerindeki ceberut hâkimiyetini gösterecek, her bir şey, omzunda bir ağır yük varmış gibi yaşayacak günü.

Yaz ayları böyledir, kış gibi anlayışlı değildir. Sıcak, nem, bunaltı, bezginlik; değirmen taşı gibi biner adamın sırtına; omuzlarından inmek istemez gündüz vakti kimsenin. İkindi sonunda eh hadi işte biraz yorulmuş mudur nedir, insanlar gözünü açar gibi olur, kendilerine gelir.

Ağırbaşlı sabah serinliği, kıpırtısız gece molasını, gri gölgeler ile kuşluk vaktinin insanın suratını alev gibi yalayan güneşi arasında bir yerlere bağlıyor. Saat sekiz gibi. Evde uyanık olan yalnız benim. Gece geç yattılar annem, abim, babam. Balkonda uykumun arasında çit çit çekirdek çitlediler. Salondaki televizyonu balkona çıkarıp film seyrettiler.

Kapı çalındı. Bu sabah vakti kim ola ki? Baktım postacı gidiyor. Birkaç zarf bırakmış. Acaba geldi mi? Evet evet tam da o zarfı tutuyorum şimdi. Amanın ne heyecanlı bir durum öyle! İçindeki kâğıdı yırtma korkusuyla zarfı hemen açma telaşı arasında pür heyecan ulaştım sonuç belgesine. Aklımdan senaryolar film şeridi gibi kaydıkça kayıyordu. İçinde beni üzecek bir haber de olabilirdi havalara uçuracak bir bilgi de… Katlarını açtım. Olaylar sanki ağır çekimde ilerliyordu. Harflerinin yarısı silik, yarısı koyu bir yazı vardı işte orada. Cümlenin son kelimesi kazandınız diye bitiyordu. Çözdüğüm sorularda sondaki kelimeleri hep karıştırır, olumsuzu olumlu okurdum, yine öyle olmasın diye yeniden, bir daha, tekrar tekrar, döne döne baktım da baktım, tastamam “kazandınız” diyordu. Kazandınız’ın önünde ise “Selçuk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümü” yanıp yanıp sönüyordu. Sevincimi, hayretimi daha dün gibi hatırlarım. Sıpalar gibi bir o yana bir bu yana zıplayıp duruyordum sevincimden. Patırtıma annem pürtelaş koştu geldi. Mutlu haberi duyunca yüzüne yayvan bir gülümseme yayıldı, uykusuz gözleri daha da kısıldı.

Sonuç belgesini masanın üstünde özenle sakladığım diplomamın yanına koydum. Diplomamın kenarı zincir gibi halkalı nakışlarla bezeliydi. Halkalar, kıvrım kıvrım çerçevelemişti yazıları. Perdenin nakışı saç örgüsü gibi birbirinin içine gire çıka dolana kıvrıla zincir gibi aşağıya doğru akıyordu. Kahvaltıya kadar bu zincirin halkalarına daldım çıktım kulaçladım hayalleri. Konya’ya gidecektim. Aman Allah’ım ben de bir abi olacaktım ha! Mahallenin haytası Engin bir üniversiteli abi oldu ha? İnanılır gibi değil.

Babam sonuca nasıl tepki verecek acaba? Sevindiğini belli edemez ki! Azarlar gibi sever sağolasıca. Sonunda kahvaltıya kalktı hepsi. Hepsi de bir bir öğrendi benim üniversiteyi, o büyülü dünyayı kazandığımı.

Babam: “Kedi kedi olalı bir fare tuttu. Bakalım sonu nasıl olacak. Bitirip de diplomanı almadan inanmam senin öğretmen olacağına hayırsız! Valla inanmam! Zorla mı yahu!” dedi. Keyifliydi. Bu cümleler babamın dilinde “ Aferin yavrum. Bu habere çok sevindim. Yıllar su gibi geçer de diplomanı eline alır, bir meslek sahibi olursun.” anlamına geliyordu.

Aksi abim haberi duyunca “Haddi bea” dedi ilkin. Gerçek olduğunu öğrenince “Senden öğretmen olursa ben de milletvekiliyim, cumhurbaşkanıyım arkadaş. Millet sana güvenip de çocuk teslim edemez eline. Kurttan çoban olur mu hiç! Peeaah!” diye homurdandı.


Sözlü sınavda, kazandığım yer ünitesi iyi geçti ama iş kalacağım yer konusuna gelince babamın sesinin tonu değişti. Yüzünün hatları gerginleşti. Yüzünde kara bulutlar belirdi. Büyüyen gözlerinin içine gömüldüm gittim. Kırmızı damarlı koca iki yuvarlak, iç içe kocaman iki halka…

“Ne demek evde kalacam. Basbayağı yurda yazılacaksın.”

Boğazımda bir yumruk... Yutkunamıyorum. Direnmeye çalışıyorum.

“Ben oğlumu olur olmadık her yere bırakmam öyle!”

Sesim, içimde başka biri varmış da o konuşuyormuş gibi, kendi sesimden uzak, kısık, boğuk çıkıyor:

“Onlar, her yer mi baba?”

Nasıl olur da Ekrem Abilerin durumunu görmez. Bataklık içindeki menekşe ocağı gibi tertemiz kalan insanlar bunlar. Kendi de takdir ederdi düne kadar. Çevrelerine de olumlu etki bırakmaya çalışıyorlar. Bu insanlar düzeltecek kötü gidişi demez miydi ikide bir? Ne oldu şimdi?

Deminki iki küçük halka, koca iki gezegen gibi dönüyor… Döndükçe başımı döndürüyor:

“Bu dünya böyle gelmiş böyle gider. Sen mi düzelteceksin âlemi?”

Boğazımdaki yumruk gırtlağıma kök saldı sanki. Ne yukarı ne aşağı… Cevap da veremiyorum. Üniversitelilerle birlikte tertemiz evlerde kalmak bir ideal olmuştu benim için. Ama önüme en büyük engel babam çıkmıştı şimdi de. “Sen mi düzelteceksin dünyayı?” diyor başka bir şey demiyordu adam. İç odaya koştum. Yatağın üstüne attım kendimi. Filmlerdeki gibi ağladım ağladım. İçimden kalp atışı gibi tekrarlıyordum: İnsanlar hemen düzelmez, sabır lazım sabır! İnsanlar hemen düzelmez, sabır lazım sabır! İnsanlar hemen düzelmez, sabır lazım sabır! Sabır, sabır, sabır…

O gün üstüme daha gelmedi. Kayıt için yola çıkana kadar aramız limoni idi. Babamı hiç mi hiç kırmak istemezdim; ama arkadaşlarla birlikte evde kalmam gerektiğini düşünüyordum. Bu benim idealim hâline gelmişti sanki. Çünkü ortalıkta cayır cayır bir yangın vardı; ama yananlar yandıklarının farkında değildi. İnsan olan, yanana yardım ederdi. Ben de insandım ve ben de yangına su taşıyacaktım. Bilmeyene imanı öğretecektim. Anlamamışa gerçekleri anlatacaktım.

Helalleşirken, “Yeni bir yere vardığında ilkin oranın manevi bekçilerini ziyaret et” dedi Ekrem Abi. “Bu hocamdan bana bir tavsiyedir. Benden de sana bir tavsiye olsun.” Ben de Konya’ya vardığımda Mevlana türbesinde aldım soluğu.

Müzeye herkes gibi ayakkabı üzerine mavi bir galoş takarak girdim. Bu naylon bir galoş değil de sanki Bin Bir Gece Masalları’ndan fırlamış gelmiş, uçan sırmalı bir halıydı, beni başka âlemlere götürdü gitti içeride. Manevi atmosfer müthişti. Ortam beni sıcak çay bardağının içindeki şeker gibi eritti, akıttı, yok etti. Derinden gelen ney sesi kulağımdan girdi gönlüme sızdı. Benliğimi saydamlaştırdı.

Mevlana hazretlerinin sandukasının önünde yürekten bir fatiha okudum. Bu fatihanın o yüce ruha mı günahkâr kendime mi olduğunu kestiremedim.

Burada dünyamızdan çok uzakta, başka âlemlerde yaşamış bir medeniyetin inanılmaz eşyaları sergileniyor gibiydi. Sol yanıma döndüğümde yukarıdan aşağıya sarkan ilginç bir işlemeye gözüm takıldı. Mermerden yapılmış gibiydi. Asılı olduğu yerden aşağıya halkaları beyaz, kocaman bir zincir sarkıyordu. Evet evet mermerden oyulmuştu bu zincir. Zincir aşağıda bir küreye bağlanıyordu. Bu da mermer bir küreydi. Taştan bir kanaviçe gibiydi. İlginç bir durumdu. Mermer, tereyağı gibi işlenmişti. Merdivene oturmuş ve sorana açıklamalar yapan orta yaşlı görevliye danıştım:

“Bu nedir acaba?”

“Sabır taşı…”

“Nasıl yani?”

“Eskiden insanlar kendilerini eğitmek için nefsin aceleciliğini yenmek için bir anlamda nefsi terbiye etmek için kendilerine böyle işler bulurlarmış. Taşa şekil verirken kendi ruhuna şekil verirmiş insan. Sabretmeyi öğrenirmiş. Mesela yukarıdaki taş yekpare mermerden yapılmıştır. Zincir halkaları, alttaki yuvarlak mermer topuz, onun altındaki halkalar hep bir parça mermerdendir. Hatta kafes gibi işlenmiş yuvarlağın içinde bir mermer top daha vardır ki o da işlemelidir. İçteki küçük topu da görüyor musun?”

Anlattıkları karşısında ürpermiştim. Şimdi insanlık kültür tarihi kalıntılarının nadir örneklerinden birinin karşısında duruyordum: Sabır taşı. Bu derece ince düşünceli atalarımla gurur duydum şimdi bir kez daha. Bu kültürün çocuğu olmakla kıvandım.

“Bunu bir adam kaç senede bitirir ki?”

“Bir adam bir ömürde bitiremez çoğunlukla. Yarım kalan sabır taşını oğlu devam ettirir. Belki ancak torunu tamamlar.”

Adam anlattıkça içimde bir yerlerde bir fırtına kabardı, kabardı, tüm benliğimi sardı. Sanki bedenim safi ruha kesmişti. Bu ne sabır! Bu ne irade! Şimdinin derinliksiz, kolaycı, insanına ne kadar uzak bir medeniyet bu! Atalarımın ruhlarını eğitmekte, nefislerine şekil vermekte kullandıkları bu yönteme vurulmuştum. Kendi kendime, mırıldanıvermişim:

“Sabır taşı diye sen de kaya gibi sert nefsini kes, biç, yont, oy, işle!”

O günden sonra nefsim mermer, ben de bir taş ustası, ruhuma şekil vermekle uğraşıyorum.

Mevlüde
Sat 6 August 2016, 04:16 pm GMT +0200

 Bu ne sabır! Bu ne irade! Şimdinin derinliksiz, kolaycı, insanına ne kadar uzak bir medeniyet bu! Atalarımın ruhlarını eğitmekte, nefislerine şekil vermekte kullandıkları bu yönteme vurulmuştum.

Cok etkileyici gercekten.bir omur haa,belki o bile yetmiyor.yani bir omur sabri ogrenemk kendilerini egitmekle mesgul oluyorlar.dusununce ne kadar da sabirsizi biz oyle....

yagmur_7-c
Sat 6 August 2016, 04:17 pm GMT +0200
Esselamu aleykum
Sabır konulu çok güzel bir hikaye...İnsan dq hayatının belli donemlerinde ruhunu bir mermer yapıp oynadı aslında...Sabir ile...Rabbim sabırlı kullarindan etsin inşallah...