armi
Sun 31 January 2010, 03:49 pm GMT +0200
Rüya
Lügatte açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak, kapalı şeyin yüzünden örtüyü kaldırmak mânâlarına gelen keşf kelimesi, evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalplerine gelen ilhâm yoluyla bilmeleri demektir. Abdülganî Nablüsî, evliyâya hâsıl olan keşiflerin ve herkesin gördüğü rüyâların, bir şeyin misâlinin, benzerinin hayâl aynasında görünmesi olduğunu, uykuda iken olursa, rüyâ dendiğini, uyanık iken olunca keşf olarak isimlendirildiğini ifâde etmiş, hayâl aynası ne kadar çok saf, temiz ise, keşf ve rüyânın o kadar doğru ve güvenilir olacağını belirtmiştir. (E. Ans. c.1, s. 19)
İmâm-ı Rabbânî, evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılmasının, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibi olduğunu, bunun kusûr sayılmayacağını, bundan dolayı evliyâya dil uzatılamayacağını, belki hatâ edene de bir sevâb verileceğini belirtmiş, bundan sonra şöyle demiştir: "Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehidlere (dinde söz sâhibi âlimlere) uyanlara da, onların mezheplerinde bulunanlara da, hatâlı işlere de sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünkü ilhâm ve keşif, ancak sâhibi için seneddir, başkalarına sened olmaz. Müctehidin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için seneddir. (E. Ans. c.1, s. 19)
Hindistan´da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâ- m-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin önde gelen talebe- lerınden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: "Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Bir gün ağlaya- rak yanıma geldi ve başından geçen bir hâdiseyi anlattı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük bir kerâmetini görmüştü. Dedi ki: "Hazret-i Ali´ye kar- şı savaşanları, hele hazret-i Muâviye´yi sevmezdim. Bir gece senin üstâ- dın İmâm-ı Rabbânî´nin Mektûbât´ını okuyordum. Okuduğum yerde; "İ- mâm-ı Enes bin Mâlik buyurdu ki: "Hazret-i Muâviye´yi, sevmemek onu kötülemek, hazret-i Ebû Bekr´i ve hazret-i Ömer´i sevmemek bunları kö- tülemek gibidir. Ona söğene, bunlara söğene verilen cezâyı vermek lâ- zımdır." yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. Mektûbât´ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum. Rüyâmda, senin o büyük üstâdın öfkeli ve kızgın bir hâlde ya- nıma geldi. İki mübârek elleri ile kulaklarımı çekti ve; "Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyor- sun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zâta götüreyim de gör! Resûlullah efendimizin eshâbını sevmediğin için, aldandığını ondan işit." buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü ve kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzak´ta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nûr yüzlü, büyük bir zât oturuyordu. Çekine- rek ve saygı ile o zâta selâm verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona bir şeyler söylüyor, beni gösteriyordu." Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstâdın İmâm-ı Rabbânî, kalktı. Beni çağırdı. "Bu oturan zât, hazret-i Ali´dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor." dedi. Yanlarına gidip, selâm verdim. "Sakın, sakın! Resûlullah efendimizin eshâbına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundur- ma! O büyüklerden hiçbirini, aslâ kötüleme. Aramızda muhârebe şek- linde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; "Bu zâtın yazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasîhatı dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu hususdaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; "Bunun gönlü daha temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!" dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime; "Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Hâlbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu hâlden vazgeçmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rüyânın, o sözlerin tadı, beni başka hâle soktu. Kalbimde Allah´tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmâm-ı Rabbânî´ye ve onun yazdıklarındaki mârifete inancım iyice arttı."
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük oğlu Muhammed Saîd buyurdular ki: "Yüksek babamı, vefâtından sonra rüyâda gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük nîmetlerden tam neşe ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihâr ediyordu. Kendisine; "Canım babacığım, şükr makâmından hiç kimseye bir nasîb verdiler mi?" diye arzettim. "Evet, beni de şükredenlerden eylediler." buyurdu. Arzettim ki, Kur´ân-ı kerîmde meâlen; "Şükreden kullar azdır." (Sebe´ sûresi: 13) buyruluyor. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan, bu cemâatin, peygamberler olduğudur. Yâhud da Peygam- berlerin en büyük eshâblarıdır. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk gibi deyince; "Evet, öyledir. Fakat beni husûsî bir ihsân ve inâyetle, o cemâate dâhil eylediler." buyurdu.
Hâce Muhammed Ma´sûm hazretleri buyurdu ki: "Babamı vefâtından sonra rüyâda gördüm. Münker ve Nekîr´in suâli nasıl geçti? diye sordum." Buyurdu ki: "Allahü teâlâ merhamet ederek, bereket cihetiyle ilhâm edip; "Eğer sen izin verirsen bu iki melek kabrine gelecek." buyurdu. Arzettim ki: "Ey Allah´ım! Bu iki melek de, senin huzûrunda kalsınlar dedim. Nihâyetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma göndermedi." Tekrar; "Kabir sıkması nasıl geçti?" diye sordum. "Oldu, fakat çok az oldu." buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden seyyid bir zât şöyle nak- letmiştir: "Bir grup tüccarla Acîn´de idim. Bu tüccarlar arasında Cân Mu- hammed adında Celender´den bir zât da vardı. Onunla aramızda bir dostluk kurmuştuk. Bir gün biri bana sultânın, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiğini söylediğinden çok üzüntülüydüm. Cân Muhammed beni böyle kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hapsedildiğini duyduğum için, böyle olduğumu söyledim. Cân Muhammed bana; "Ben de onun talebesiyim. Bugün işin aslını ondan öğreneceğim." dedi. Sonra gidip kaylûle yaptı yâni öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda, rüyâsında İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüğünü ve kendisine; "İşittiğiniz haber doğrudur. Fakat bâzı makamları geçmek, Allahü teâlânın celâl sıfatı ile terbiye edilmeye bağlıdır. Eğer öyle olmasaydı o makamları geçmek mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini hoş tutsunlar, işin sırrı budur." buyurduğunu söyledi.
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Azîz Mahmûd Hüdâyî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri Sultan Ahmed Han´ın hocasıdır.
Bir gün Sultan Birinci Ahmed Han rüyâsında; "Avusturya Kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü yere düştüğünü" görmüştü. Zâhiren bakıldığında rüyâ çok korkunç idi. Sabahleyin, derhal huzûra getirilen âlimler ve rüyâ tâbircilerinden hiçbiri bu rüyâyı, Pâdişâhı tatmin edecek şekilde tâbir edemedi. Nihâyet Üsküdar´da bulunan Azîz Mah- mûd Hüdâyî´nin, bu rüyâyı tâbir edebileceğini arz ettiler. Pâdişâh Birinci Ahmed bir mektup yazarak, yakınlarından biriyle gönderdi ve tâbir e- dilmesini ricâ etti. Haberci, mektubu alıp süratle Üsküdar´a geçti. Azîz Mahmûd Hüdâyî´nin kapısını çaldığında, onun içerden elinde bir zarf ile kapıya çıktığını gördü. Habercinin getirdiği mektubu alırken, kendi elindeki mektubu da Pâdişâha verilmek üzere verdi ve; Sultânımızın gönderdiği mektûbun cevâbıdır." buyurdu. Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, derhal mektubu sultâna götürdü ve gördüklerini anlattı. Sultan Birinci Ahmed Hanın gönderdiği mektup, daha açılıp okunmadan cevâbı gönderilmişti. Sultan Ahmed Han, gönderilen bu mektubu heyecanla o- kudu. Deniyordu ki: "Allahü teâlâ insan vücûdunda arkayı, cansız mah- lûklar da ise toprağı, en kuvvetli olarak yarattı. İnsan ile toprağın birbir- lerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, Pâ- dişâhımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla bu rüyâdan İslâmın temsilcisi olan pâdişâhımızın, küffâra karşı zafer kazanacağı anlaşıldı." Pâdişâh bu tâbiri pek beğendi ve; "İşte gördüğüm rüyânın tâbiri budur." dedi. Derhal Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerine bin altın gönderdi.
Diğer taraftan Azîz Mahmûd Hüdâyî´nin hanımı hâmile olup doğumu yaklaşmıştı. Fakir oldukları için doğacak çocuğun ihtiyaçlarını alamamış- lardı. Çünkü Hüdâyî hazretleri kapısına gelen, kendisine el açan fakir ve ihtiyâç sâhiplerine hiç düşünmeden nesi olsa verirdi. Bu sebeple çoğu kez evde yakacak mum bile bulamazlardı. Bu sebeple hanımı;
"Bursa kâdılığını bıraktın, medrese hocalığını terkettin... Elindeki malını mülkünü, ona buna vererek harcadın... Dünyâya gelecek yavruya saracak bir bez parçası bile yok!.." diye yakınıyordu.
Tam bu sırada kapı çalındı. Hüdâyî hazretleri kapıya doğru giderken hanımına da; "Hâtun, Allahü teâlâ istediğin dünyâlığı gönderdi." buyurdu. Kapıyı açtığında Sultan Ahmed Hanın hediyelerini ve bir kese içinde gönderdiği bin altını alarak hanımına teslim etti. Ertesi gün de Pâdişâh kendisi gelerek elini öptü ve talebesi olmakla şereflendi.
Tasavvuf büyüklerinden velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Abdullah Merrakûşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: Anlatılır ki, Bağdât´ta Kerhli bir attâr vardı. Doğruluğu, iyiliği ve güvenilirliği ile meşhur olmuştu. Fakat bir hayli borcu vardı. Hayâsından evinden çıkamaz hâle geldi. Cumâ gecesi olunca, âdeti üzere namaz kıl- dı. Resûlullah efendimize salât ve selâm getirdi ve duâ edip uyudu. Rü- yâda Peygamber efendimizi gördü. Resûlullah ona; "Vezîr Ali bin Îsâ´ya git! Ben ona, sana dört yüz dînar vermesi için emir verdim. Onları al, ih- tiyaçlarını giderip hâlini düzelt." buyurdu. Sabah olunca, attâr, vezîrin ya- nına gitti. Fakat muhâfızlar onu içeri almadılar. Biraz sonra, vezîrin ya- kınlarından biri dışarı çıktı. O, attârı tanıyordu. Muhafızlara durumu anla- tıp, attâra; "Vezir, seher vaktinden beri seni bekliyor. Bana, seni ve kal- dığın yeri sordu. Sen şimdi burada bekle, ben vezîrin yanına gidip ge- leyim." dedi. O şahıs süratle vezîrin yanına gidip geldi. Attârı alıp vezîrin huzûruna götürdü. Vezîr attâra ismini sordu. O da kendisini tanıttı. Kerh ehlinden olduğunu söyledi. Bunun üzerine vezir, attâra; "Allahü teâlâ sa- na iyi karşılıklar versin, dün geceden beri uyuyamadım. Dün gece Resû- lullah efendimizi rüyâmda gördüm. Bana; "Falanca attâra dört yüz dînar ver, hâlini düzeltsin." buyurdu." dedi. Attâr da vezîre; "Ben de dün gece Resûlullah´ı rüyâmda gördüm. Bana; "Vezîr Ali bin Îsâ´ya git, ona, sana dört yüz dînar vermesini emrettim." buyurdu." dedi. Vezîr, Resûlullah e- fendimizin kendisinden bahsetmesinin sevincinden çok ağladı. Attâra bin dînar verilmesini emretti. Hizmetçiler bin dînar getirdiler. Attâra; "Dört yüz dînârı, Resûlullah´ın emri üzerine diğer altı yüz dînârı da, ayrıca sa- na hîbe ediyorum." dedi. Attâr ise fazlasını kabûl etmeyip; "Resûlullah´ın verdiğinden ve ihsânından fazlasını istemem. Ben, Resûlullah´ın ihsânı olan bu dört yüz dînârdan başkasından bereket ummuyorum. Bu söz üzerine vezir ağladı. Uygun olanı budur, nasıl istersen öyle yap." dedi. Attâr, dört yüz dînârı aldı. Bir kısmı ile borcunu ödedi. Resûlullah efendimizin bereketi ile hâli iyileşti ve malı çoğaldı.
Hindistan´ın büyük velîlerinden Ebü´l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir gece Resûlullah efendimizi gördüm. Bir taraftan diğer tarafa gidip geliyorlardı. Mübârek yüzlerinde keder ve üzüntü görülüyordu. Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Üzüntü ve kederinizin sebebi nedir? diye sordum. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: Bugün Abdülhamîd Han tahttan indirildi. Bunun için kederliyim." Ebü´l-Hayr hazretleri rüyâsını naklettikten sonra, gözleri yaş içerisinde şöyle buyur- du: "Bu yüz sene içerisinde Sultan Abdülhamîd Han gibi takvâ sâhibi bir sultan gelmemiştir. O, kavminin derdi ile dertlenir, milletinin iyiliğini ve refahını isterdi. Müttekî ve ilmi seven bir sultândı. Hocam Rahmetullah E- fendiyi Mekke-i mükerremeden İstanbul´a yanına dâvet etmiş, çok ikrâm ve iltifâtta bulunmuştu. Hattâ kendi eliyle ona namaz için seccâde sermişlerdi. O yüce Hâkana bu muâmeleyi revâ görenlerin sonları pek fecî olacaktır. Ama din ve millet çok zarar görecektir, ona yanıyorum."
Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâ- m-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Seyyid Mustafâ Bekri anlatır: "Ben, Medîne-i münevverede Mescid-i Nebevî´nin hizmetkârı, te- mizleyicisiydim. Her akşam Resûlullah efendimizi rüyâda görüyordum. Her gördüğümde de tebessüm buyururlardı. Ben de vazîfemi iyi yapmışım, diye sevinirdim. Bir akşam Resûlullah efendimizi ağlarken gördüm ve çok üzüldüm. Resûlullah efendimiz bana dönerek buyurdu ki: "Ey Mustafâ, sen üzülme! Hizmetinde bir kusûr işlemedin. Benim ümmetimin âlimlerinden, benim ismimi taşıyan birisi vefât etti." Sonra öğrendik ki, o gün İmâm-ı Gazâlî vefât etmiş.
Batıda Ebü´l-Hasan ibni Harezhem adında bir imâm vardı. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ kitabını okuyunca beğenmeyip onu yakmayı emretti. Halkın elinde bulunanları da toplayıp bir Cumâ günü yakılmasını kararlaştırdılar. O Cumâ gecesinde Ebü´l-Hasan rüyâsında: Kendi ders okuttuğu câminin kapısından içeri girdi. Bir de ne görsün; câminin içinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve yanında Ebû Bekr radıyallahü anh ve Ömer radıyallahü anh oturuyorlardı. İmâm-ı Gazâlî de orada ayakta duruyordu ve elinde İhyâ kitabını tutup: "Ey Allah´ın Resûlü! Şu kimse benim hasmımdır." deyip, sonra dizleri üzerine çöktü. İhyâ kitabını Resûlullah´a verip: "Yâ Resûlallah, şu kitaba bakınız, eğer bu kimsenin dediği gibi bunda sünnete uymayan, esâsa muhâlif bir yanlışlık varsa, ben Allahü teâlâya tövbe ettim. Eğer sizin bildirdiğiniz dîne uygunsa, bu adamdan hakkımı alıp beni sevindirin." dedi. Bunun üzerine Resûlullah, İhyâ kitabını baştan sona kadar inceledi ve; "Vallahi bu elbette güzel bir kitaptır." buyurdu, sonra onu hazret-i Ebû Bekr´e ve hazret-i Ömer´e verdiler. Onlar da inceleyerek, bu kitap elbette güzeldir, dediler. Bunun üzerine Resûlullah:
"Adı geçen Ebü´l-Hasan´ın elbisesini soyun, iftirâ edenlere vurulduğu gibi had vurun." buyurdu. Beşinci sopadan sonra hazret-i Ebû Bekr; "Yâ Resûlallah böyle yapması yine senin sünnetini tâzim içindi. Fakat yanıldı." dedi. İmâm-ı Gazâlî de affetti.
Ebü´l-Hasan uyanınca gördüklerini talebelerine anlattı. Tövbe etti. Bir ay, rüyâsında yediği sopaların acısından rahatsız oldu, canı yandı. Sonra geçti, fakat ölünceye kadar sopaların izi sırtında görüldü. Bu rüyâsından sonra dâimâ İhyâ kitabını okur, ona hürmet ederdi.
Anadolu´da yaşayan büyük velîlerden Hacım Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Susuz´a vardıktan bir müddet sonra rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Hacım Sultan Peygamber efendimizin elini öptü. Peygamber efendimiz ona; "Ey ciğerpârem Hacım! Senin makâmın burasıdır. Burada karar eyle. Senin ömrün burada geçer. Allahü teâlâdan râzı ol. O´na tevekkül eyle." buyurdu ve bâzı nasîhatlarda bulundu. Hacım Sultan uykudan uyanınca, Allahü teâlâya şükretti.
Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) rüyâlarından birini şöyle anlatır: Bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Ya- nıma geldiler ve mübârek ayağının ucuyla beni uyandırdılar. Kendisine bakınca; "Bir kimse Allahü teâlâya giden yolu öğrenir, sonra bu yoldan ayrılırsa, Allahü teâlâ bu kişiyi, âlemde hiçbir kimseye vermediği bir azap ile cezâlandırır." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: "Bir defâ cihânın süsü ve kâinâtın serveri olan Peygamber efendimizi rüyâda görmekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübârek nefesi yüzüme geliyordu. Bu esnâda susadım. Serhend büyüğünün oğulları, yâni İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin evlâdı da orada idiler. Resûlullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakîr; "Yâ Resûlallah, onlar benim pîrimin evlâdıdır." diye arzettim. "Onlar bizim sözümüzü tutarlar." buyurdu. Onlardan bir azîz, kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra; "Yâ Resûlallah, hazre- tiniz Müceddîd-i elf-i sânî hakkında ne buyurursunuz?" diye arzettim. "Ümmetimde onun bir benzeri yoktur." buyurdu. "Yâ Resûlallah! İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât´ı, mübârek nazarlarınızdan geçti mi?" dedim. Buyurdu ki: "Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku!" Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bâzı mektuplarında geçen ve Allahü teâlâ için; "O, verâ-ül-verâ sonra yine verâ-ül-verâ´dır, yâni Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir" buyurduğunu okudum. Resûlullah efendimiz bunu çok beğendi ve; "Tekrar oku!" buyurunca, tekrar okudum. Bu ifâdeleri çok güzel buldu. Bu hâl epey bir müddet devâm etti. Sabah olunca büyüklerden bir zât erkenden gelip bana; "Ben bu gece rüyâmda sizin bir rüyâ gördüğünüzü gördüm. O rüyâyı bana anlat!" deyince, anlattım. Çok beğenip, hayret etti. Ben gördüğüm bu rüyâda, Resûlullah efendimizin mübârek nefesinin ve sohbetinin bereketiyle kendimi tamâmen nûr ve huzur içinde buldum. Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu rüyânın bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım."
Bursa velîlerinden Miskâlî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevenlerden Mustafa Efendi adında bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir gün damda uyuyordum. Rüyâmda Miskâlî Efendi ayağı ile bana dokunup; "Kalk buradan bire gâfil!" dedi. Hemen uyandım rüyânın tesiriyle yerimden fırlayıp kalktım. O anda tavanda bulunan büyük bir taş parçalanıp, bir parçası tam başımı koyduğum yere düştü. Sonra huzûruna gittiğimde kulağıma yavaşça; "Yatacaktın değil mi?" dedi."
Anadolu evliyâsından Baba Haydar Semerkandî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, pâdişâh Kânûnî Sultan Süleymân, bir gece rüyâsında ak sakallı, nûr yüzlü bir ihtiyârın sırtını sıvazladığını gör- dü. İhtiyâr kendisine: "Efendimiz, Eyüp´teki Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyâret ediniz." dedi. Pâdişâh uyanınca bu sıcak sesi mânâlândırmaya çalıştı. Kimdi bu Baba Haydar? Devamlı Eyüb´e gitmesine rağmen, Baba Haydar diye birisinden bahsedildiğini hiç duymamıştı. Pâdişâhı ayağına dâvet eden bu zât kimdi? Kânûnî bunları düşünürken Şeyhülislâm huzûra girdi. Pâdişâhı düşünceli görünce; "Bir derdiniz mi var Sultânım?" diye sordu. Pâdişâh da; "Hayrolsun inşâallah. Bu gece rüyâda yaşlı bir zât bana; "Eyüp´te Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Buna bir mânâ veremedim. Bu dâvete, sen ne dersin?" dedi. Şeyhülislâm; "Hayırdır inşâallah Pâdişâhım! Eyüp´te hiç bu isimde kimsenin bulunduğunu bilmiyorum. Baba Haydar kim acabâ? Sizinle Baba Haydar´ı arayıp bir ziyâret etsek iyi olur." dedi. Kânûnî bir süre sonra rüyâsını unuttu. Akşam yatınca, yine o ak sakallı ihtiyârı rüyâsında gördü ve yine:
"Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor Pâdişâhım!" dedi. Sabah Pâdişâh, rüyâsını Şeyhülislâma anlatınca, o da; "Bu ziyâret artık mecbûr oldu Pâdişâhım!" dedi. Pâdişâh buna rağmen o gün de Baba Haydar´ın ziyâretine gidemedi. Gece yatınca rüyâsında üçüncü defâ yaşlı zâtı gördü. Pâdişâha dargın dargın bakıp, kırık bir sesle sâdece:
"Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Sabah olunca, Sultan lalasını yanına çağırıp; "Tez davran. Eyüp´ten dâvet aldık gidiyoruz." dedi. Her ikisi kıyâfet değiştirip, Eyüb´e gittiler. Öğle ezânı okunduğu sıra Eyüb´e vardılar ve namaz kıldıktan sonra cemâatten bâzı kişilere:
"Biz uzaktan geldik. Baba Haydar isimli birini arıyoruz. Acaba tanıyor musunuz?" diye sordular. Koca câmide Baba Haydar´ı tanıyan çıkmadı. Sokakta bulunan dükkan sahiplerine de sordular. Onlar da tanımıyordu. Bu sırada küçük bir çocuk:
"Siz şu tepede oturan ve kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz?" diye sordu. Sultan da gayr-i ihtiyârî; "Evet, onu arıyoruz." deyince, çocuk kendisini tâkib etmelerini istedi. Epeyce gittikten sonra, yapayalnız köhne bir kulübeyi işâret ederek; "O amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübeye almaz." dedi. Pâdişâh ve lalası yavaşça kulübeye yaklaşıp, kulübenin önünde tereddüd içinde beklerken içeriden titrek ince bir ses:
"Buyurunuz Pâdişâhım!" diyerek dâvet etti. Pâdişâh selâm vererek içeri girdi. Baba Haydar bir postekinin üzerinde oturuyordu. Binlerce sinek her yanını kaplamış onu gizliyordu. Geceleri rüyâsına giren zâtı merak eden Pâdişâh, büyük bir dikkatle Baba Haydar´ın yüzüne bakıyordu. Fakat sineklerden yüzünü seçemiyordu. Bir müddet duran Sultan dayanamayarak; "Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir görsek." dedi. Baba Haydar; "Sultânım! Siz Peygamber efendimizin vekîlisiniz. Şu gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın." buyurunca, Sultan hemen harekete geçti. Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamadı. Baba Haydar hazretleri kalkıp, pencereyi açtı ve odaya doğru dönüp; "Haydi bakalım!" deyince, bütün sinekler emir almışçasına odayı hemen boşalttı. Pâdişâh o anda karşısında nûr yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu gördü. Elini öpmek istedi ise de Baba Haydar elini çekti. Pâdişâh ona:
"Efendim! Benden ne dilerseniz dileyin." dedi. "Senin sağlığından başka hiçbir şey istemem." deyince, Sultan postekinin altına, altın dolu bir kese bırakmak istedi. Bunu fark eden Baba Haydar, eliyle keseyi iterek:
"Mâdem çok istiyorsan, şuraya bir mescid inşâ ettir. Çünkü öyle zannediyorum ki bana komşular gelecek. Eyüp Câmii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibâdet etsinler." dedi. Pâdişâh bu isteği hemen yerine getirdi. Câmi kısa zamanda tamamlandı. Câminin açılışında Kânûnî Sultan Süleymân da hazır bulundu ve Baba Haydar´ın yanına giderek:
"Efendi hazretleri buyurunuz. Artık mescid sizindir. Orada sizin için de husûsî yer yaptırılmıştır." dedi.
Baba Haydar, Sultana; "Ben ölünceye kadar mekânım şu gördüğün kulübedir. Öldüğüm zaman bu kulübenin bulunduğu yere gömülmek isterim. Benim başımın ucunda mescid olduktan sonra, üzerime sakın türbe yaptırmayın. Bir mezar taşı bana yeter. Bu bizim sana vasiyetimiz olsun." dedi. Pâdişâhın bütün ısrarlarına rağmen, mescidde kendisi için hazırlanan odada oturmadı. Baba Haydar, vefât edinceye kadar bu câmide imâmlık yaptı ve insanlara vâz u nasîhatleri ile doğru yolu anlattı.
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettikten sonra, büyüklerden biri kendisini rüyâda görüp; "Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi." diye sordu. Buyurdular ki: "Beni toprağa koydukları zaman bir ses duydum ki; "Ey Bâyezîd! Bizim için ne getirdin?" diyordu. "Yâ Rabbî! Sana lâyık hiç bir iyi amel yapamadım. Huzûruna lâyık hiçbir şey getiremedim, ama şirk de getirmedim." dedim.
Hazret-i Bâyezîd, vefât ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendisini rüyâda görüp sordu. "Münker ve Nekir sana nasıl muâmele eyledi?" Cevâbında; "O iki mübârek melek gelip; "Rabbin kimdir?" diye sorunca, onlara dedim ki: "Bunu sormakla sizin maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana O´nu soracağınıza, beni O´na sorun. Eğer O, beni, kulu olarak kabûl ederse ne âlâ. Mâzallah O, beni kulu olarak kabûl etmezse, ben, yüz defâ; "O, benim Rabbimdir." desem ne faydası olur?" buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatıyor: "Bir kere rüyâmda çok güzel bir genç gördüm. "Sen kimsin?" diye sordum. "Takvâyım." dedi. "Nerede ikâmet edersin?" deyince; "Dertlilerin kalbinde." dedi. Sonra diğer tarafa baktığımda, çirkin, siyah bir kocakarı gördüm. "Sen kimsin?" dedim. "Ben kahkaha, zevk ve keyifim." dedi. "Nerede ikâmet edersin?" deyince; "Çok gülenlerin kalbinde." dedi. Uyandıktan sonra hiç bir zaman kahkaha ile gülmemeye niyet ettim."
Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini vefâtından sonra rüyâda gördüler. Benzi sararmış bir hâlde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sebebini sorduklarında; "Gömülü bulunduğum şu kabristana defnedilen cenâzelerden, onda biri bile mümin olarak ölmemiş." buyurdu. "Öldükten sonra sana nasıl muâmele edildi?" diye sorduklarında: "Elime bir sevap ve günah defteri verildi. Bunu okurken, bilmediğim bir günahtan dolayı, amel defteri baştan başa simsiyah oldu. Geriye kalan kısmını okuyamadım. O sırada bir nidâ geldi ve; "Dünyâda iken lütuf ve ihsânımız olarak bu günâhını gizlemiştik, burada açıklamak bize yakışmaz, affettik." buyruldu.
Cezâyir´de yetişen büyük velîlerden Ebü´l-Abbâs Müstegânimî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin annesi Fâtıma Hanım anlatır: Hâmile iken "Bir gece rüyâmda âlemlerin efendisi olan Peygamber efendimizi görmekle şereflendim. Mübârek ellerinde bir demet nergis çiçeği vardı. Tebessüm ederek çiçek demetini bana attılar. Ben de onu büyük bir hayâ ve edep içerisinde yakaladım ve uyandım. Büyük bir sevinç içerisinde rüyâmı zevcime, kocama anlattım. O da buna çok sevinip; "Bu rüyân, Allahü teâlânın bizlere sâlih bir erkek evlâd ihsân edeceğine alâmettir." diye tâbir etti. Yedi ay sonra bir oğlum dünyâya geldi. Allahü teâlâ bizi, rüyâmdaki müjdeye kavuşturmuştu."
Kuzey Afrika´da yetişen büyük velîlerden Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî (rah- metullahi teâlâ aleyh) Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem rüyâda gördü. Peygamber efendimiz ona; "Yâ Ali! Elbiselerini kirden te- mizle ki, her nefesinde Allahü teâlânın imdâdına mazhâr olasın." buyur- du. "Yâ Resûlallah! Benim elbisem hangisidir?" dedim. Buyurdu ki: "Allahü teâlâ sana beş hil´at giydirmiştir. Muhabbet, tevhîd, mârifet, îmân ve İslâm hil´atlarıdır. Allahü teâlâya muhabbet edene, sevene her şey ko- lay olur. Allahü teâlâyı tanıyanın gözünde dünyâdan bir şey kalmaz. Al- lahü teâlâyı vahdâniyetle bilen, O´na hiçbir şeyi ortak koşmaz. Allahü teâlâya inanan, her şeyde emin olur. İslâmla sıfatlanan, Hak teâlâya âsî olmaz. Eğer âsî olursa, af diler. Af dilerse, kabûl edilir. Ebü´l-Hasan der ki: Bu îzâhtan, Allahü teâlanın Kur´ân-ı kerîmde meâlen; "Ve elbiseni temizle." âyetinin mânâsını anladım."
Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri anlatır: "Bir gece rüyâmda hazret-i E- bû Bekr-i Sıddîk´ı gördüm. Bana; "Dünyâ sevgisinin kalpten çıktığının a- lâmeti nedir, biliyor musun?" diye sordu. Bilmediğimi söyleyince; "Dünyâ sevgisinin kalpten çıktığının alâmeti; bulunca vermek, olmayınca kalben rahat olmaktır." buyurdu.
Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından ve büyük velî Ebüssü´ûd Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şeyhülislâm olmasıyla ilgili bir rüyâsını şöyle anlatmıştır: "Henüz daha medresede talebe iken, bir gece rüyâm- da Zeyrek Câmiine girdim. Câmi çok kalabalık idi. "Bu topluluk nedir?" dedim. "Resûl-i ekrem efendimizin dîvân-ı seâdetleridir, toplantılarıdır" denildi. Hürmetle bir köşede durdum. Önümde de, o devrin müftîsi İbn-i Kemâl Paşa oturuyordu. Peygamber efendimiz mihrâbda bulunuyordu. Sağ ve solunda Eshâb-ı kirâm efendilerimiz edeble ayakta duruyorlardı. Resûlullah efendimizin huzûrunda da bir zât vardı. Kıyâfetinden onu A- rab zannetmiştim. Peygamber efendimiz ile dizdize denilecek bir hâlde oturuyor ve konuşuyordu. Acabâ bu zât kimdir ki, Eshâb-ı kirâm efendile- rimiz ayakta oldukları hâlde, o, Resûlullah´ın huzûrunda oturuyor? diyerek hayret ettim. Konuşmalarını dinledim; Peygamber efendimiz Arabca konuşuyorlar, o zât ise Farsça söylüyordu. Peygamber efendimiz ona; "Yâ Mevlânâ Câmî, ben Arabca konuşuyorum, sen de Arabca konuş" buyurunca, Arab zannettiğim o zâtın Mevlânâ Abdürrahmân Câmî ol- duğunu anladım. Mevlânâ Câmî, Peygamberimize; "Yâ Resûlallah! Bir hatâmdan dolayı sizden özür dilemiştim. Acabâ özrüm makbûl olmadı mı?" dedi. Peygamber efendimiz; "Ne yolla îtirâz etmiştin?" buyurunca, şöyle dedi: "Sizi methetmek için yazdığım bir kasîdemde; "Onun sırrına eremiyorum, O Arabdır, ben ise Acemim..." demiştim" dedi. Peygamber efendimiz; "Beis yok, Farsça konuşman da makbûldür" buyurdu. Sonra Peygamberimiz, Mevlânâ Câmî´ye hitâben; "Şu oturan kimseyi bilir misin?" diyerek İbn-i Kemâl Paşayı gösterdiler. Mevlânâ Câmî; "Bilmem yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, İbn-i Kemâl Paşadır ve hâlen ümmetimin müftîsidir." buyurdu. Sonra da beni göstererek; "Ya onun arkasında oturan şu kimseyi bilir misin?" buyurdu. Mevlânâ Câmî yine; "Hayır Yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, Ebüssü´ûd bin Yavsî´dir. O da ümmetimin müftîsi olsa gerektir." buyurdu. Bu sâdık rüyâdan tam otuz yıl sonra, bu âcize fetvâ işleri vazifesi verildi.
Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa´da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birisi anlatır: Bir gece rüyâmda şöyle gördüm: Bursa´nın uzak kasabalarından birkaç kişi: "Bursa´da bir evliyâ var. Allahü teâlânın izniyle ne hâcetin varsa verirmiş." diye yola çıktılar. Ben de yatakta yatıyordum. Onların dediklerini duyunca, aralarına katılarak, biz de duâsını alalım diye birlikte Bursa´ya gittik. Dergâha girip Emîr Sultan´ı görünce bayılmışım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkacak tâkati bulamadım. Emekliye emekliye Sultan hazretlerinin yanına vardım. "Sultânım, beni talebeliğe kabûl edin!" dedim. "Kâbûl eyledik!" diyerek mübârek elleri ile sırtımı sığadılar. Heyecanla uyandım. Rüyâmı anneme anlattım ve tâbir etmesini istedim. Annem; "Sen hemen o büyük velînin yanına koş, himmetine kavuşarak duâsını al." dedi. Hemen yola çıktım. Bir grup insanın, rüyâmdaki gibi; "Gidip Emîr Sultan´ı ziyâret edelim. Onun duâsını alalım." diye yürüdüklerini gördüm. Aralarına katılarak, rüyâmdaki gibi, sırayla dergâha girip huzûrlarına çıktık. Emîr Sultan´ın mübârek nazarlarına kavuşunca, aklım başımdan gitti. Düşüp bayıldım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkamayıp, emekliyerek ayak uçlarına kadar gittim. "Bizi talebeliğe kabûl buyurun Sultânım." deyince; "Biz seni talebeliğe kabûl edeli kırk yıl oldu." buyurdular.
Musul âlimlerinden ve Evliyânın büyüklerinden Feth-i Mûsulî (rah- metullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: "Bir gün Emir-ül-müminîn hazret-i Ali´yi rüyâmda görüp, bana nasîhat et, dedim. Tevâzudan daha iyi bir şey görmedim. Yalnız Allahü teâlâdan sevap umarak, zenginin yoksula gösterdiği tevâzudan daha güzel ne olabilir, dedi. Biraz daha nasîhat edin, dedim. Buyurdu ki: Ondan daha güzel olanı, Allahü teâlâya gâyet fazla güven duyan fakirin, zengine karşı kibirli ve gururlu davranmasıdır."
Vefâtından sonra Feth-i Mûsulî´yi rüyâda görenler; "Allahü teâlâ sana ne yaptı?" dediler. Dedi ki: Allahü teâlâ bana; "Niçin o kadar ağladın?" buyurdu. "Günahlarım ve kusurlarım sebebiyle yüzüm olmadığından ağlıyorum." dedim. "Ey Feth! Bu çok ağlaman sebebiyle, günâhını yazan meleğe sana günah yazmamasını emretmiştim." buyurdu.
İstanbul evliyâsının büyüklerinden Mehmed Emîn Tokâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Hattat Muhammed Râsim Efendi şöyle anlatır; "Cennetmekân Üçüncü Ahmed Hânın vefâtından sonra, şöyle bir rüyâ gördüm. Geniş bir sahrada orduyu hümâyûn kurul- muştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsûs bir çadır, çadırın etra- fında ise büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp; "Bu ordunun kumandanı kimdir?" diye sordum. O da; "Âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâmdır." dedi. Cehennem´e götürülecek bâzı kimseler bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefâat edilirse Cehen- nem´den kurtuluyordu. Yine birisine; "Peygamber efendimiz nerede bulunuyor?" diye sorduğumda; "Tepedeki büyük çadırda" dedi. Hemen ça- dırın yanına koştum. Çadırın kapısına vardığımda, Mehmed Emîn To- kâdî hazretlerini çadırın kapısında gördüm. Şefâat istiyenleri çadırın içi- ne götürüp, getiriyordu. Çok şaşırdım. Biz bu zâtı anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına doğru getirdikle- rini gördüm. "Bu kimdir?" diye sorduğumda, Sultan Ahmed´dir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırın içine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine iltifât buyurdu. Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri; "Şefâat buyurulup affolundun, müjde olsun!" diye bağırdı. Dışarda sultanlara mahsus süslü bir at duruyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, sultânı tâzim ve hürmetle çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerin tebrikleri arasında, süratle oradan uzaklaştı.
Bu rüyâyı gördükten sonra ertesi gün talebelere hat dersi veriyordum. Mehmed Emîn Efendi bâzı günler teşrif ederdi. O gün de dershânemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp elini öptüm. Bu sırada bana; "Hoca Efendi, akşamki seyrâna ne dersin?" buyurdu. O gece gördüğüm rüyâyı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım. Mehmed Emîn Efendi de ağladı. Sonra şükredip bana; "Ben hayatta iken bu gibi ilâhî sırları yayarak, bizim hâlimizi teşhir etmene rızâ göstermem. Vefâtımdan sonra anlatmanda bir mahzûr yoktur." buyurdu. Vefâtına kadar bunu kimseye anlatmadım. Vefâtından sonra güzel vasıflarını ve üstünlüğünü yâd etmek bakımından yeri geldikçe nakleder oldum."
Şam´da yetişen büyük velîlerden Muhammed Bedahşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Sultânın yakınlarından Hasan Can anlatır: Mısır feth olunduğu günlerdi. Bir sabah, Yavuz Sultan Selîm Han bana şöyle buyurdu: "Bu gece rüyâda Muhammed Bedahşî´yi gördüm. Yolculuk hazırlığında olup, bir beyaz kepenek giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu hâlde gelip, yolculuğa çıkacağını söyleyip bizimle vedâlaştı." Ben ise, gençlik atılganlığı ile hemen rüyâyı tabire giriştim ve; "Velîlerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhiret seferi olmak gerektir. E- ğer vefât etmemiş ise, yakında vefât edeceklerine işârettir." dedim. Yavuz Sultan Selîm Han karşılık vermedi. Ben de rüyâyı böyle tabir ettiğim için pişmanlık duydum. Çok geçmeden, Muhammed Bedahşî´nin ölüm döşeğinde Şam´ın ileri gelenlerini toplayıp; "Yavuz Sultan Selîm Hanın Allahü teâlâ katında övülmüş olduğunu haber vererek, Arap diyârının fethiyle Hak teâlâ tarafından vazifelendirildiğini, bilcümle evliyânın onun yardımcısı olduğunu bildirdi. Orada hazır olanlara veya olmayanlara, Sultânın emirlerine saygılı olmalarını tavsiye etmiş ve ayrıca; "Hara- meyn-i Muhteremeyne (Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye) hizmetleri ile başlara tâc olan Sultân´a benden duâ ve selâmlarımı ve muhabbetlerimi iletirken dünyâdan da sefer ettiğimi bildirin." diye vasiyet- te bulunmuştu.
Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahme- tullahi teâlâ aleyhâ) hazretleri hakkında Abede binti Şevvâl şöyle anlat- mıştır: "Râbia´yı vefatından bir sene sonra rüyâda gördüm. Yeşil elbise- ler giymiş, başında da yeşil bir örtüsü vardı. Ben; "Seni sardığım kefeni- ne ne oldu?" dedim. "Allahü teâlâ onları çıkardı ve bana bunları verdi." dedi.
Vefâtından sonra kendisini rüyâda görenler; "Münker ve Nekir melekleri ile aranızda ne gibi bir şey oldu?" diye sordular. "O iki heybetli melek gelip de bana Men rabbüke (= Rabbin kim?) suâlini sorunca, onlara dedim ki, ey melekler! Hemen geri gidip Rabbime şöyle arzediniz: (Ey Allah´ım! Dünyâda bunca halk arasında, ihtiyar bir kadıncağızı unutmadın. Ben, seni hiç unutur muyum?)"
Bessâr bin Gâlib en-Necrânî diyor ki: "Râbia-i Adviyye için vefâtından sonra hep duâ ederdim. Bir defasında onu rüyâmda gördüm. Bana; "Hediyelerin nûrdan mendil içinde ve nûrla kaplanmış tabaklarla bize sunulmaktadır." dedi. "Bu nasıl oluyor?" dedim. "Hayatta olan müminler ö- lüler için duâ ettiklerinde, ipek mendiller içinde nûrdan tabaklara konup, ölüye götürülür ve (Bu, sana filân dostunun hediyesidir) denilir" buyurdu.
Hindistan´da yetişen evliyânın büyüklerinden Şâh-ı A´lâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin vefâtından, iki seneden fazlaca bir zaman geç- mişti ki, talebelerinden ve aynı zamanda sultânın yakın adamlarından o- lan Mesmât Revşenâhî ismindeki bir zât, mübârek hocasının kabrini tâ- mir etmek, kabrin üzerine güzel bir türbe yapmak istedi. Fetihpûr şeh- rinden kırmızı taş getirtti. İnşâata başlandı. İşin başında bulunan mühendis gece rüyâsında, Şeyh´in, kabrinin üstünde ayakta durduğunu ve; "Siz benim kabrimi kazarken, tabutumun tahtasına bir tuğla parçası düş- tü. Tahtayı kırdı ve sol dizimin üzerine geldi. Hemen o tuğla parçasını tabutumdan çıkarın, alın. Tahtayı düzeltin ve sonra inşâata devâm edin" buyurduğunu gördü. Sabah olunca o mühendis, Mesmât´ın yanına geldi ve rüyâsını anlattı. Mesmât; "Hazret-i Şeyh´in buyurduğunu yapın." dedi. Öyle yaptılar. İleri gelenler, şehrin büyükleri, o zâtın talebeleri ve o zâtın büyüklüğüne inananların huzûrunda kabri açtılar. Gerçekten tabutun tahtasının sol taraftan kırılmış olduğunu ve bir tuğla parçasının içine düş- tüğünü gördüler. Düşen tuğla parçasını almak için tabutu açtılar. Bir de ne görsünler. Bütün bedeni sağlam ve nûrlu, sîmâsı ise hayattaki kadar canlı ve tâze olarak duruyor. Hayretler içinde kaldılar. Rüyâda olduklarını sandılar. Mesmât, hocasının mübârek bedenine gülsuyu ve anber sürdü. Hazır olanlar Fâtiha okudular. Sonra kırılmış tabutu tâmir ettiler ve tür- benin yapımına başladılar. Güzel bir türbe yapıldı. İnsanlar ziyâret edip rûhâniyetinden istifâde ederlerdi.
Evliyânın büyüklerinden Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü´l-Vefâ (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) ilim öğretmekle meşgûl olduğu sırada, bir gece rüyâsın- da Peygamber efendimizi gördü. Rüyâsını şöyle anlatır: "Resûl-i ekrem, Eshâbı ile berâber oturuyordu. Ben Eshâbdan bir zâta; "Bu topluluk nedir?" diye sordum. O zât da; "Seyyid Ebü´l-Vefâ´ya, Allahü teâlâ yedi yâren verdi. Bu topluluğun gâyesi, onları tâyin etmektir." dedi. Ben bunu duyunca, bir köşede edeble oturdum. O tâyin olacak kimseleri görmek için beklemeye başladım. Resûl-i ekrem; İmâm-ı Hasan, İmâm-ı Hüseyin ve İmâm-ı Zeynel Âbidîn´e; "Gidin, Tâc-ül-Ârifîn´in akrabâsından Seyyid Matar, Seyyid Kâzım, Seyyid Muhammed, Seyyid Ali ibni Kamîs, Abdur- rahmân Tafsuncî, Ali ibni Haytî, Seyyid Askeri-i Şevdî adlı yedi kimseyi alıp getirin." buyurdu. Onları alıp, Peygamber efendimizin huzûruna getirdiler. Ben bu zâtları görünce çok sevindim. Peygamber efendimiz; "Yâ Hasan, yâ Hüseyin, yâ Zeynel Âbidîn! Gidiniz, oğlunuz Ebü´l-Vefâ´yı getirin." buyurdu. Bu emir üzerine onlar gelip, beni Peygamber efendimizin huzûruna götürdüler. Ben selâm verip, Peygamberimizin mübârek elini öptüm. Peygamber efendimiz bana; "Merhabâ yâ Ebü´l-Vefâ! Allahü teâlâ sana hem dünyâda hem âhirette yâren olarak bu yedi kişiyi verdi." buyurdu. Ben; "Yâ Resûlallah, bunların derecesi nedir?" diye suâl edince; "Yâ Ebü´l-Vefâ! Senin yârenin olan bu yedi kişi dünyâ ve âhirette saîd kimselerdir. Bunların nesli kıyâmete kadar kesilmeyip, bütün dünyâya yayılsa gerektir." buyurdu. Sonra o zâtlara dönerek; "Birer ellerinizi Seyyid Ebü´l-Vefâ´nın sırtına, birer ellerinizi de benim elimin altına koyup bîat ediniz, ona yâren olunuz." diye emir buyurunca bu emri yerine getirdiler.
Peygamber efendimiz, Ebü´l-Vefâ´ya dönerek; "Yâ Ebü´l-Vefâ! Sana yedi yâren verdik. Kim bunlara ihlâs ve sıdk ile riyâsız muhabbet besler ve mürîd olursa, kıyâmet gününde benim bayrağım altında haşrolunur. Benim evlâdım olan seyyidlere kim hürmet ederse, aynen bana hürmet etmiş olur. Bana hürmet eden, Allahü teâlâya hürmet etmiştir. Allahü teâ- lâya hürmet eden, Cennet´i kazanmıştır. Benim evlâdıma kim hürmet et- mezse, bana hürmet etmemiş olur. Bana hürmet etmeyen, Allahü teâlâ- ya hürmet etmemiştir. Allahü teâlâya hürmet etmeyenin yeri ise Cehen- nem´dir.
Ey Ebü´l-Vefâ! Sana ve yârenlerine vasiyetim olsun. Kıyâmete kadar kimseyle kavga ve anlaşmazlık çıkarmayın. Çünkü kavga ve anlaşmazlık karışan silsilenin nesli helâka uğrar. Ey Ebü´l-Vefâ! Benim sünnetimi yerine getirip bu yedi yârenin eteğine yapışan saâdete ulaşır. Bunlardan u- zaklaşan, benden uzaklaşmış olur." buyurdu. Ben bu ahde sâdık kalacağımı söyledim ve bu yedi zâtı da cân u gönülden yârenliğe kabûl ettim. Peygamber efendimiz duâ ettiler. Kapı çalınmasıyla uyandım."
Hanıma, "Git, bak kim gelmiş?" dedim. Hanım kapıyı açınca, o yedi zâtı gördü ve bana; "Yedi kişi geldi, seni soruyorlar." dedi. Onları içeri dâvet ederek, yemek yedirdim ve; "Gelmenizin sebebi nedir?" diye sordum. Onlar da; "Rüyâmızda Peygamber efendimizi gördük. Bize Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü´l-Vefâ sizin zâhiren ve bâtınen atanız oldu. Ona gidin, buyurdu." dediler. Ben de onlara gördüğüm rüyâyı anlattım. Onlar zâhiren de bana bîat ettiler.
Evliyânın meşhurlarından Abdurrahmân bin Ali Sekkâf (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) bir elini devamlı gizli tutar, göstermek istemezdi. Bir defâsında bâzıları ısrarla sebebini sorunca şöyle anlatmıştır:
Peygamber efendimizi methetmek için bir kasîde yazdım. Sonra dün- yâya düşkün olan bâzı kimseleri de methettim. Bunun üzerine Peygamber efendimizi rüyâmda gördüm. Beni azarlayıp elimi kesmemi emretti. Ben de elimi kestim. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.anh) bana şefâatçi olup, Resûlullah´dan affetmesini diledi. Bunun üzerine af buyurdular. Kestiğim elimi birleştirdim, eskisi gibi oldu. Uyandığım zaman elime bir baktım, kesilmiş ve birleştirilmiş olan yerde bir iz vardı. Sonra elini çıkarıp o ısrar edenlere gösterdi. Baktılar ki elindeki o izden bir nûr parlıyordu.
Lügatte açmak, gizli bir şeyi bulmak, ortaya çıkarmak, kapalı şeyin yüzünden örtüyü kaldırmak mânâlarına gelen keşf kelimesi, evliyânın, his ve akılla anlaşılmayan şeyleri, kalplerine gelen ilhâm yoluyla bilmeleri demektir. Abdülganî Nablüsî, evliyâya hâsıl olan keşiflerin ve herkesin gördüğü rüyâların, bir şeyin misâlinin, benzerinin hayâl aynasında görünmesi olduğunu, uykuda iken olursa, rüyâ dendiğini, uyanık iken olunca keşf olarak isimlendirildiğini ifâde etmiş, hayâl aynası ne kadar çok saf, temiz ise, keşf ve rüyânın o kadar doğru ve güvenilir olacağını belirtmiştir. (E. Ans. c.1, s. 19)
İmâm-ı Rabbânî, evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılmasının, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibi olduğunu, bunun kusûr sayılmayacağını, bundan dolayı evliyâya dil uzatılamayacağını, belki hatâ edene de bir sevâb verileceğini belirtmiş, bundan sonra şöyle demiştir: "Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehidlere (dinde söz sâhibi âlimlere) uyanlara da, onların mezheplerinde bulunanlara da, hatâlı işlere de sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşiflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünkü ilhâm ve keşif, ancak sâhibi için seneddir, başkalarına sened olmaz. Müctehidin sözü ise mezhebinde bulunan herkes için seneddir. (E. Ans. c.1, s. 19)
Hindistan´da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâ- m-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin önde gelen talebe- lerınden Muhammed Hâşim-i Keşmî şöyle anlatmıştır: "Seyyidlerden bir genç, medresede talebe idi. Onunla arkadaşlık ederdik. Bir gün ağlaya- rak yanıma geldi ve başından geçen bir hâdiseyi anlattı. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük bir kerâmetini görmüştü. Dedi ki: "Hazret-i Ali´ye kar- şı savaşanları, hele hazret-i Muâviye´yi sevmezdim. Bir gece senin üstâ- dın İmâm-ı Rabbânî´nin Mektûbât´ını okuyordum. Okuduğum yerde; "İ- mâm-ı Enes bin Mâlik buyurdu ki: "Hazret-i Muâviye´yi, sevmemek onu kötülemek, hazret-i Ebû Bekr´i ve hazret-i Ömer´i sevmemek bunları kö- tülemek gibidir. Ona söğene, bunlara söğene verilen cezâyı vermek lâ- zımdır." yazılı idi. Bunu okuyunca, canım sıkıldı ve yerinde olmayan bir yazıyı buraya yazmış dedim. Mektûbât´ı yere attım. Yatağıma uzandım. Uyudum. Rüyâmda, senin o büyük üstâdın öfkeli ve kızgın bir hâlde ya- nıma geldi. İki mübârek elleri ile kulaklarımı çekti ve; "Ey câhil çocuk! Sen bizim yazdığımızı beğenmiyorsun ve kitabımızı fırlatıp, yere atıyor- sun. Benim yazımı okuyunca şaşaladın ve inanmadın. Ama gel, seni bir zâta götüreyim de gör! Resûlullah efendimizin eshâbını sevmediğin için, aldandığını ondan işit." buyurdu. Beni çekerek, bir bahçeye götürdü ve kapısında bırakıp kendisi yalnızca ilerledi. Uzak´ta görünen büyük bir odaya doğru yürüdü. Orada nûr yüzlü, büyük bir zât oturuyordu. Çekine- rek ve saygı ile o zâta selâm verdi. Önünde diz çöküp oturdu. Ona bir şeyler söylüyor, beni gösteriyordu." Uzaktan bana bakışlarından benden bahsettiği anlaşılıyordu. Biraz sonra senin o yüksek üstâdın İmâm-ı Rabbânî, kalktı. Beni çağırdı. "Bu oturan zât, hazret-i Ali´dir. İyi dinle! Bak ne buyuruyor." dedi. Yanlarına gidip, selâm verdim. "Sakın, sakın! Resûlullah efendimizin eshâbına karşı, kalbinde bir dargınlık bulundur- ma! O büyüklerden hiçbirini, aslâ kötüleme. Aramızda muhârebe şek- linde görünen işlerimizin, hangi iyi niyetlerle yapıldığını, biz ve o kardeşlerimiz biliriz!" dedi. Senin yüksek hocanın adını söyleyerek; "Bu zâtın yazılarına da sakın karşı gelme!" buyurdu. Bu nasîhatı dinledikten sonra, kalbimi yokladım. Bu hususdaki tereddüdün ve soğukluğun, kalbimden çıkmadığını gördüm. Bu hâlimi hemen anladı. Öfkelendi. Senin yüksek hocana bakarak; "Bunun gönlü daha temizlenmedi. Suratına bir tokat indir!" dedi. Şeyh hazretleri, yüzüme kuvvetli bir tokat indirdi. Tokadı yiyince, kendi kendime; "Bunu sevdiğim için onlara düşmanlık etmiştim. Hâlbuki kendisi onlara düşmanlığımdan bu kadar çok incinmektedir. Bu hâlden vazgeçmeliyim!" dedim. Kalbimi yokladım. Düşmanlık, kırgınlık kalmamış, tertemiz buldum. O anda uyandım. Şimdi de kalbim o kinden temizlenmiştir. O rüyânın, o sözlerin tadı, beni başka hâle soktu. Kalbimde Allah´tan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmadı. Senin yüksek hocan İmâm-ı Rabbânî´ye ve onun yazdıklarındaki mârifete inancım iyice arttı."
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin büyük oğlu Muhammed Saîd buyurdular ki: "Yüksek babamı, vefâtından sonra rüyâda gördüm. Allahü teâlânın kendisine verdiği büyük nîmetlerden tam neşe ve sevinçle anlatıyordu ve bununla iftihâr ediyordu. Kendisine; "Canım babacığım, şükr makâmından hiç kimseye bir nasîb verdiler mi?" diye arzettim. "Evet, beni de şükredenlerden eylediler." buyurdu. Arzettim ki, Kur´ân-ı kerîmde meâlen; "Şükreden kullar azdır." (Sebe´ sûresi: 13) buyruluyor. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan, bu cemâatin, peygamberler olduğudur. Yâhud da Peygam- berlerin en büyük eshâblarıdır. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk gibi deyince; "Evet, öyledir. Fakat beni husûsî bir ihsân ve inâyetle, o cemâate dâhil eylediler." buyurdu.
Hâce Muhammed Ma´sûm hazretleri buyurdu ki: "Babamı vefâtından sonra rüyâda gördüm. Münker ve Nekîr´in suâli nasıl geçti? diye sordum." Buyurdu ki: "Allahü teâlâ merhamet ederek, bereket cihetiyle ilhâm edip; "Eğer sen izin verirsen bu iki melek kabrine gelecek." buyurdu. Arzettim ki: "Ey Allah´ım! Bu iki melek de, senin huzûrunda kalsınlar dedim. Nihâyetsiz rahmet ve merhametinden bana acıdı ve onları benim yanıma göndermedi." Tekrar; "Kabir sıkması nasıl geçti?" diye sordum. "Oldu, fakat çok az oldu." buyurdu.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden seyyid bir zât şöyle nak- letmiştir: "Bir grup tüccarla Acîn´de idim. Bu tüccarlar arasında Cân Mu- hammed adında Celender´den bir zât da vardı. Onunla aramızda bir dostluk kurmuştuk. Bir gün biri bana sultânın, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiğini söylediğinden çok üzüntülüydüm. Cân Muhammed beni böyle kederli görünce, üzüntümün sebebini sordu. Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hapsedildiğini duyduğum için, böyle olduğumu söyledim. Cân Muhammed bana; "Ben de onun talebesiyim. Bugün işin aslını ondan öğreneceğim." dedi. Sonra gidip kaylûle yaptı yâni öğle vaktine yakın biraz uyudu. Sonra bu uykusunda, rüyâsında İmâm-ı Rabbânî hazretlerini gördüğünü ve kendisine; "İşittiğiniz haber doğrudur. Fakat bâzı makamları geçmek, Allahü teâlânın celâl sıfatı ile terbiye edilmeye bağlıdır. Eğer öyle olmasaydı o makamları geçmek mümkün olmazdı. Dostlarımıza söyle, gönüllerini hoş tutsunlar, işin sırrı budur." buyurduğunu söyledi.
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Azîz Mahmûd Hüdâyî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri Sultan Ahmed Han´ın hocasıdır.
Bir gün Sultan Birinci Ahmed Han rüyâsında; "Avusturya Kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü yere düştüğünü" görmüştü. Zâhiren bakıldığında rüyâ çok korkunç idi. Sabahleyin, derhal huzûra getirilen âlimler ve rüyâ tâbircilerinden hiçbiri bu rüyâyı, Pâdişâhı tatmin edecek şekilde tâbir edemedi. Nihâyet Üsküdar´da bulunan Azîz Mah- mûd Hüdâyî´nin, bu rüyâyı tâbir edebileceğini arz ettiler. Pâdişâh Birinci Ahmed bir mektup yazarak, yakınlarından biriyle gönderdi ve tâbir e- dilmesini ricâ etti. Haberci, mektubu alıp süratle Üsküdar´a geçti. Azîz Mahmûd Hüdâyî´nin kapısını çaldığında, onun içerden elinde bir zarf ile kapıya çıktığını gördü. Habercinin getirdiği mektubu alırken, kendi elindeki mektubu da Pâdişâha verilmek üzere verdi ve; Sultânımızın gönderdiği mektûbun cevâbıdır." buyurdu. Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, derhal mektubu sultâna götürdü ve gördüklerini anlattı. Sultan Birinci Ahmed Hanın gönderdiği mektup, daha açılıp okunmadan cevâbı gönderilmişti. Sultan Ahmed Han, gönderilen bu mektubu heyecanla o- kudu. Deniyordu ki: "Allahü teâlâ insan vücûdunda arkayı, cansız mah- lûklar da ise toprağı, en kuvvetli olarak yarattı. İnsan ile toprağın birbir- lerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, Pâ- dişâhımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla bu rüyâdan İslâmın temsilcisi olan pâdişâhımızın, küffâra karşı zafer kazanacağı anlaşıldı." Pâdişâh bu tâbiri pek beğendi ve; "İşte gördüğüm rüyânın tâbiri budur." dedi. Derhal Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretlerine bin altın gönderdi.
Diğer taraftan Azîz Mahmûd Hüdâyî´nin hanımı hâmile olup doğumu yaklaşmıştı. Fakir oldukları için doğacak çocuğun ihtiyaçlarını alamamış- lardı. Çünkü Hüdâyî hazretleri kapısına gelen, kendisine el açan fakir ve ihtiyâç sâhiplerine hiç düşünmeden nesi olsa verirdi. Bu sebeple çoğu kez evde yakacak mum bile bulamazlardı. Bu sebeple hanımı;
"Bursa kâdılığını bıraktın, medrese hocalığını terkettin... Elindeki malını mülkünü, ona buna vererek harcadın... Dünyâya gelecek yavruya saracak bir bez parçası bile yok!.." diye yakınıyordu.
Tam bu sırada kapı çalındı. Hüdâyî hazretleri kapıya doğru giderken hanımına da; "Hâtun, Allahü teâlâ istediğin dünyâlığı gönderdi." buyurdu. Kapıyı açtığında Sultan Ahmed Hanın hediyelerini ve bir kese içinde gönderdiği bin altını alarak hanımına teslim etti. Ertesi gün de Pâdişâh kendisi gelerek elini öptü ve talebesi olmakla şereflendi.
Tasavvuf büyüklerinden velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Abdullah Merrakûşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular: Anlatılır ki, Bağdât´ta Kerhli bir attâr vardı. Doğruluğu, iyiliği ve güvenilirliği ile meşhur olmuştu. Fakat bir hayli borcu vardı. Hayâsından evinden çıkamaz hâle geldi. Cumâ gecesi olunca, âdeti üzere namaz kıl- dı. Resûlullah efendimize salât ve selâm getirdi ve duâ edip uyudu. Rü- yâda Peygamber efendimizi gördü. Resûlullah ona; "Vezîr Ali bin Îsâ´ya git! Ben ona, sana dört yüz dînar vermesi için emir verdim. Onları al, ih- tiyaçlarını giderip hâlini düzelt." buyurdu. Sabah olunca, attâr, vezîrin ya- nına gitti. Fakat muhâfızlar onu içeri almadılar. Biraz sonra, vezîrin ya- kınlarından biri dışarı çıktı. O, attârı tanıyordu. Muhafızlara durumu anla- tıp, attâra; "Vezir, seher vaktinden beri seni bekliyor. Bana, seni ve kal- dığın yeri sordu. Sen şimdi burada bekle, ben vezîrin yanına gidip ge- leyim." dedi. O şahıs süratle vezîrin yanına gidip geldi. Attârı alıp vezîrin huzûruna götürdü. Vezîr attâra ismini sordu. O da kendisini tanıttı. Kerh ehlinden olduğunu söyledi. Bunun üzerine vezir, attâra; "Allahü teâlâ sa- na iyi karşılıklar versin, dün geceden beri uyuyamadım. Dün gece Resû- lullah efendimizi rüyâmda gördüm. Bana; "Falanca attâra dört yüz dînar ver, hâlini düzeltsin." buyurdu." dedi. Attâr da vezîre; "Ben de dün gece Resûlullah´ı rüyâmda gördüm. Bana; "Vezîr Ali bin Îsâ´ya git, ona, sana dört yüz dînar vermesini emrettim." buyurdu." dedi. Vezîr, Resûlullah e- fendimizin kendisinden bahsetmesinin sevincinden çok ağladı. Attâra bin dînar verilmesini emretti. Hizmetçiler bin dînar getirdiler. Attâra; "Dört yüz dînârı, Resûlullah´ın emri üzerine diğer altı yüz dînârı da, ayrıca sa- na hîbe ediyorum." dedi. Attâr ise fazlasını kabûl etmeyip; "Resûlullah´ın verdiğinden ve ihsânından fazlasını istemem. Ben, Resûlullah´ın ihsânı olan bu dört yüz dînârdan başkasından bereket ummuyorum. Bu söz üzerine vezir ağladı. Uygun olanı budur, nasıl istersen öyle yap." dedi. Attâr, dört yüz dînârı aldı. Bir kısmı ile borcunu ödedi. Resûlullah efendimizin bereketi ile hâli iyileşti ve malı çoğaldı.
Hindistan´ın büyük velîlerinden Ebü´l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir gece Resûlullah efendimizi gördüm. Bir taraftan diğer tarafa gidip geliyorlardı. Mübârek yüzlerinde keder ve üzüntü görülüyordu. Anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Üzüntü ve kederinizin sebebi nedir? diye sordum. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: Bugün Abdülhamîd Han tahttan indirildi. Bunun için kederliyim." Ebü´l-Hayr hazretleri rüyâsını naklettikten sonra, gözleri yaş içerisinde şöyle buyur- du: "Bu yüz sene içerisinde Sultan Abdülhamîd Han gibi takvâ sâhibi bir sultan gelmemiştir. O, kavminin derdi ile dertlenir, milletinin iyiliğini ve refahını isterdi. Müttekî ve ilmi seven bir sultândı. Hocam Rahmetullah E- fendiyi Mekke-i mükerremeden İstanbul´a yanına dâvet etmiş, çok ikrâm ve iltifâtta bulunmuştu. Hattâ kendi eliyle ona namaz için seccâde sermişlerdi. O yüce Hâkana bu muâmeleyi revâ görenlerin sonları pek fecî olacaktır. Ama din ve millet çok zarar görecektir, ona yanıyorum."
Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâ- m-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Seyyid Mustafâ Bekri anlatır: "Ben, Medîne-i münevverede Mescid-i Nebevî´nin hizmetkârı, te- mizleyicisiydim. Her akşam Resûlullah efendimizi rüyâda görüyordum. Her gördüğümde de tebessüm buyururlardı. Ben de vazîfemi iyi yapmışım, diye sevinirdim. Bir akşam Resûlullah efendimizi ağlarken gördüm ve çok üzüldüm. Resûlullah efendimiz bana dönerek buyurdu ki: "Ey Mustafâ, sen üzülme! Hizmetinde bir kusûr işlemedin. Benim ümmetimin âlimlerinden, benim ismimi taşıyan birisi vefât etti." Sonra öğrendik ki, o gün İmâm-ı Gazâlî vefât etmiş.
Batıda Ebü´l-Hasan ibni Harezhem adında bir imâm vardı. İmâm-ı Gazâlî hazretlerinin İhyâ kitabını okuyunca beğenmeyip onu yakmayı emretti. Halkın elinde bulunanları da toplayıp bir Cumâ günü yakılmasını kararlaştırdılar. O Cumâ gecesinde Ebü´l-Hasan rüyâsında: Kendi ders okuttuğu câminin kapısından içeri girdi. Bir de ne görsün; câminin içinde Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve yanında Ebû Bekr radıyallahü anh ve Ömer radıyallahü anh oturuyorlardı. İmâm-ı Gazâlî de orada ayakta duruyordu ve elinde İhyâ kitabını tutup: "Ey Allah´ın Resûlü! Şu kimse benim hasmımdır." deyip, sonra dizleri üzerine çöktü. İhyâ kitabını Resûlullah´a verip: "Yâ Resûlallah, şu kitaba bakınız, eğer bu kimsenin dediği gibi bunda sünnete uymayan, esâsa muhâlif bir yanlışlık varsa, ben Allahü teâlâya tövbe ettim. Eğer sizin bildirdiğiniz dîne uygunsa, bu adamdan hakkımı alıp beni sevindirin." dedi. Bunun üzerine Resûlullah, İhyâ kitabını baştan sona kadar inceledi ve; "Vallahi bu elbette güzel bir kitaptır." buyurdu, sonra onu hazret-i Ebû Bekr´e ve hazret-i Ömer´e verdiler. Onlar da inceleyerek, bu kitap elbette güzeldir, dediler. Bunun üzerine Resûlullah:
"Adı geçen Ebü´l-Hasan´ın elbisesini soyun, iftirâ edenlere vurulduğu gibi had vurun." buyurdu. Beşinci sopadan sonra hazret-i Ebû Bekr; "Yâ Resûlallah böyle yapması yine senin sünnetini tâzim içindi. Fakat yanıldı." dedi. İmâm-ı Gazâlî de affetti.
Ebü´l-Hasan uyanınca gördüklerini talebelerine anlattı. Tövbe etti. Bir ay, rüyâsında yediği sopaların acısından rahatsız oldu, canı yandı. Sonra geçti, fakat ölünceye kadar sopaların izi sırtında görüldü. Bu rüyâsından sonra dâimâ İhyâ kitabını okur, ona hürmet ederdi.
Anadolu´da yaşayan büyük velîlerden Hacım Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Susuz´a vardıktan bir müddet sonra rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Hacım Sultan Peygamber efendimizin elini öptü. Peygamber efendimiz ona; "Ey ciğerpârem Hacım! Senin makâmın burasıdır. Burada karar eyle. Senin ömrün burada geçer. Allahü teâlâdan râzı ol. O´na tevekkül eyle." buyurdu ve bâzı nasîhatlarda bulundu. Hacım Sultan uykudan uyanınca, Allahü teâlâya şükretti.
Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) rüyâlarından birini şöyle anlatır: Bir gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Ya- nıma geldiler ve mübârek ayağının ucuyla beni uyandırdılar. Kendisine bakınca; "Bir kimse Allahü teâlâya giden yolu öğrenir, sonra bu yoldan ayrılırsa, Allahü teâlâ bu kişiyi, âlemde hiçbir kimseye vermediği bir azap ile cezâlandırır." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin meşhûrlarından Mazhar-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: "Bir defâ cihânın süsü ve kâinâtın serveri olan Peygamber efendimizi rüyâda görmekle şereflendim. Yanyana uzanmış yatıyorduk. O kadar yakındık ki, mübârek nefesi yüzüme geliyordu. Bu esnâda susadım. Serhend büyüğünün oğulları, yâni İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin evlâdı da orada idiler. Resûlullah, onlardan birine su getirmesini emir buyurdu. Fakîr; "Yâ Resûlallah, onlar benim pîrimin evlâdıdır." diye arzettim. "Onlar bizim sözümüzü tutarlar." buyurdu. Onlardan bir azîz, kalkıp su getirdi. Kana kana içtim. Sonra; "Yâ Resûlallah, hazre- tiniz Müceddîd-i elf-i sânî hakkında ne buyurursunuz?" diye arzettim. "Ümmetimde onun bir benzeri yoktur." buyurdu. "Yâ Resûlallah! İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât´ı, mübârek nazarlarınızdan geçti mi?" dedim. Buyurdu ki: "Eğer ondan hatırladığın bir yer varsa oku!" Ben de, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bâzı mektuplarında geçen ve Allahü teâlâ için; "O, verâ-ül-verâ sonra yine verâ-ül-verâ´dır, yâni Allahü teâlâ ötelerin ötesidir. Akıl neyi düşünür ve neyi tasavvur ederse O değildir" buyurduğunu okudum. Resûlullah efendimiz bunu çok beğendi ve; "Tekrar oku!" buyurunca, tekrar okudum. Bu ifâdeleri çok güzel buldu. Bu hâl epey bir müddet devâm etti. Sabah olunca büyüklerden bir zât erkenden gelip bana; "Ben bu gece rüyâmda sizin bir rüyâ gördüğünüzü gördüm. O rüyâyı bana anlat!" deyince, anlattım. Çok beğenip, hayret etti. Ben gördüğüm bu rüyâda, Resûlullah efendimizin mübârek nefesinin ve sohbetinin bereketiyle kendimi tamâmen nûr ve huzur içinde buldum. Uyanık iken ele geçen şeylerden daha çok bereketli olan bu rüyânın bereketiyle günlerce acıkmadım ve susamadım."
Bursa velîlerinden Miskâlî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevenlerden Mustafa Efendi adında bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir gün damda uyuyordum. Rüyâmda Miskâlî Efendi ayağı ile bana dokunup; "Kalk buradan bire gâfil!" dedi. Hemen uyandım rüyânın tesiriyle yerimden fırlayıp kalktım. O anda tavanda bulunan büyük bir taş parçalanıp, bir parçası tam başımı koyduğum yere düştü. Sonra huzûruna gittiğimde kulağıma yavaşça; "Yatacaktın değil mi?" dedi."
Anadolu evliyâsından Baba Haydar Semerkandî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, pâdişâh Kânûnî Sultan Süleymân, bir gece rüyâsında ak sakallı, nûr yüzlü bir ihtiyârın sırtını sıvazladığını gör- dü. İhtiyâr kendisine: "Efendimiz, Eyüp´teki Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyâret ediniz." dedi. Pâdişâh uyanınca bu sıcak sesi mânâlândırmaya çalıştı. Kimdi bu Baba Haydar? Devamlı Eyüb´e gitmesine rağmen, Baba Haydar diye birisinden bahsedildiğini hiç duymamıştı. Pâdişâhı ayağına dâvet eden bu zât kimdi? Kânûnî bunları düşünürken Şeyhülislâm huzûra girdi. Pâdişâhı düşünceli görünce; "Bir derdiniz mi var Sultânım?" diye sordu. Pâdişâh da; "Hayrolsun inşâallah. Bu gece rüyâda yaşlı bir zât bana; "Eyüp´te Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Buna bir mânâ veremedim. Bu dâvete, sen ne dersin?" dedi. Şeyhülislâm; "Hayırdır inşâallah Pâdişâhım! Eyüp´te hiç bu isimde kimsenin bulunduğunu bilmiyorum. Baba Haydar kim acabâ? Sizinle Baba Haydar´ı arayıp bir ziyâret etsek iyi olur." dedi. Kânûnî bir süre sonra rüyâsını unuttu. Akşam yatınca, yine o ak sakallı ihtiyârı rüyâsında gördü ve yine:
"Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor Pâdişâhım!" dedi. Sabah Pâdişâh, rüyâsını Şeyhülislâma anlatınca, o da; "Bu ziyâret artık mecbûr oldu Pâdişâhım!" dedi. Pâdişâh buna rağmen o gün de Baba Haydar´ın ziyâretine gidemedi. Gece yatınca rüyâsında üçüncü defâ yaşlı zâtı gördü. Pâdişâha dargın dargın bakıp, kırık bir sesle sâdece:
"Baba Haydar sizi bekliyor." dedi. Sabah olunca, Sultan lalasını yanına çağırıp; "Tez davran. Eyüp´ten dâvet aldık gidiyoruz." dedi. Her ikisi kıyâfet değiştirip, Eyüb´e gittiler. Öğle ezânı okunduğu sıra Eyüb´e vardılar ve namaz kıldıktan sonra cemâatten bâzı kişilere:
"Biz uzaktan geldik. Baba Haydar isimli birini arıyoruz. Acaba tanıyor musunuz?" diye sordular. Koca câmide Baba Haydar´ı tanıyan çıkmadı. Sokakta bulunan dükkan sahiplerine de sordular. Onlar da tanımıyordu. Bu sırada küçük bir çocuk:
"Siz şu tepede oturan ve kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz?" diye sordu. Sultan da gayr-i ihtiyârî; "Evet, onu arıyoruz." deyince, çocuk kendisini tâkib etmelerini istedi. Epeyce gittikten sonra, yapayalnız köhne bir kulübeyi işâret ederek; "O amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübeye almaz." dedi. Pâdişâh ve lalası yavaşça kulübeye yaklaşıp, kulübenin önünde tereddüd içinde beklerken içeriden titrek ince bir ses:
"Buyurunuz Pâdişâhım!" diyerek dâvet etti. Pâdişâh selâm vererek içeri girdi. Baba Haydar bir postekinin üzerinde oturuyordu. Binlerce sinek her yanını kaplamış onu gizliyordu. Geceleri rüyâsına giren zâtı merak eden Pâdişâh, büyük bir dikkatle Baba Haydar´ın yüzüne bakıyordu. Fakat sineklerden yüzünü seçemiyordu. Bir müddet duran Sultan dayanamayarak; "Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir görsek." dedi. Baba Haydar; "Sultânım! Siz Peygamber efendimizin vekîlisiniz. Şu gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın." buyurunca, Sultan hemen harekete geçti. Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamadı. Baba Haydar hazretleri kalkıp, pencereyi açtı ve odaya doğru dönüp; "Haydi bakalım!" deyince, bütün sinekler emir almışçasına odayı hemen boşalttı. Pâdişâh o anda karşısında nûr yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu gördü. Elini öpmek istedi ise de Baba Haydar elini çekti. Pâdişâh ona:
"Efendim! Benden ne dilerseniz dileyin." dedi. "Senin sağlığından başka hiçbir şey istemem." deyince, Sultan postekinin altına, altın dolu bir kese bırakmak istedi. Bunu fark eden Baba Haydar, eliyle keseyi iterek:
"Mâdem çok istiyorsan, şuraya bir mescid inşâ ettir. Çünkü öyle zannediyorum ki bana komşular gelecek. Eyüp Câmii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibâdet etsinler." dedi. Pâdişâh bu isteği hemen yerine getirdi. Câmi kısa zamanda tamamlandı. Câminin açılışında Kânûnî Sultan Süleymân da hazır bulundu ve Baba Haydar´ın yanına giderek:
"Efendi hazretleri buyurunuz. Artık mescid sizindir. Orada sizin için de husûsî yer yaptırılmıştır." dedi.
Baba Haydar, Sultana; "Ben ölünceye kadar mekânım şu gördüğün kulübedir. Öldüğüm zaman bu kulübenin bulunduğu yere gömülmek isterim. Benim başımın ucunda mescid olduktan sonra, üzerime sakın türbe yaptırmayın. Bir mezar taşı bana yeter. Bu bizim sana vasiyetimiz olsun." dedi. Pâdişâhın bütün ısrarlarına rağmen, mescidde kendisi için hazırlanan odada oturmadı. Baba Haydar, vefât edinceye kadar bu câmide imâmlık yaptı ve insanlara vâz u nasîhatleri ile doğru yolu anlattı.
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettikten sonra, büyüklerden biri kendisini rüyâda görüp; "Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi." diye sordu. Buyurdular ki: "Beni toprağa koydukları zaman bir ses duydum ki; "Ey Bâyezîd! Bizim için ne getirdin?" diyordu. "Yâ Rabbî! Sana lâyık hiç bir iyi amel yapamadım. Huzûruna lâyık hiçbir şey getiremedim, ama şirk de getirmedim." dedim.
Hazret-i Bâyezîd, vefât ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendisini rüyâda görüp sordu. "Münker ve Nekir sana nasıl muâmele eyledi?" Cevâbında; "O iki mübârek melek gelip; "Rabbin kimdir?" diye sorunca, onlara dedim ki: "Bunu sormakla sizin maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana O´nu soracağınıza, beni O´na sorun. Eğer O, beni, kulu olarak kabûl ederse ne âlâ. Mâzallah O, beni kulu olarak kabûl etmezse, ben, yüz defâ; "O, benim Rabbimdir." desem ne faydası olur?" buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatıyor: "Bir kere rüyâmda çok güzel bir genç gördüm. "Sen kimsin?" diye sordum. "Takvâyım." dedi. "Nerede ikâmet edersin?" deyince; "Dertlilerin kalbinde." dedi. Sonra diğer tarafa baktığımda, çirkin, siyah bir kocakarı gördüm. "Sen kimsin?" dedim. "Ben kahkaha, zevk ve keyifim." dedi. "Nerede ikâmet edersin?" deyince; "Çok gülenlerin kalbinde." dedi. Uyandıktan sonra hiç bir zaman kahkaha ile gülmemeye niyet ettim."
Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini vefâtından sonra rüyâda gördüler. Benzi sararmış bir hâlde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sebebini sorduklarında; "Gömülü bulunduğum şu kabristana defnedilen cenâzelerden, onda biri bile mümin olarak ölmemiş." buyurdu. "Öldükten sonra sana nasıl muâmele edildi?" diye sorduklarında: "Elime bir sevap ve günah defteri verildi. Bunu okurken, bilmediğim bir günahtan dolayı, amel defteri baştan başa simsiyah oldu. Geriye kalan kısmını okuyamadım. O sırada bir nidâ geldi ve; "Dünyâda iken lütuf ve ihsânımız olarak bu günâhını gizlemiştik, burada açıklamak bize yakışmaz, affettik." buyruldu.
Cezâyir´de yetişen büyük velîlerden Ebü´l-Abbâs Müstegânimî (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin annesi Fâtıma Hanım anlatır: Hâmile iken "Bir gece rüyâmda âlemlerin efendisi olan Peygamber efendimizi görmekle şereflendim. Mübârek ellerinde bir demet nergis çiçeği vardı. Tebessüm ederek çiçek demetini bana attılar. Ben de onu büyük bir hayâ ve edep içerisinde yakaladım ve uyandım. Büyük bir sevinç içerisinde rüyâmı zevcime, kocama anlattım. O da buna çok sevinip; "Bu rüyân, Allahü teâlânın bizlere sâlih bir erkek evlâd ihsân edeceğine alâmettir." diye tâbir etti. Yedi ay sonra bir oğlum dünyâya geldi. Allahü teâlâ bizi, rüyâmdaki müjdeye kavuşturmuştu."
Kuzey Afrika´da yetişen büyük velîlerden Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî (rah- metullahi teâlâ aleyh) Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem rüyâda gördü. Peygamber efendimiz ona; "Yâ Ali! Elbiselerini kirden te- mizle ki, her nefesinde Allahü teâlânın imdâdına mazhâr olasın." buyur- du. "Yâ Resûlallah! Benim elbisem hangisidir?" dedim. Buyurdu ki: "Allahü teâlâ sana beş hil´at giydirmiştir. Muhabbet, tevhîd, mârifet, îmân ve İslâm hil´atlarıdır. Allahü teâlâya muhabbet edene, sevene her şey ko- lay olur. Allahü teâlâyı tanıyanın gözünde dünyâdan bir şey kalmaz. Al- lahü teâlâyı vahdâniyetle bilen, O´na hiçbir şeyi ortak koşmaz. Allahü teâlâya inanan, her şeyde emin olur. İslâmla sıfatlanan, Hak teâlâya âsî olmaz. Eğer âsî olursa, af diler. Af dilerse, kabûl edilir. Ebü´l-Hasan der ki: Bu îzâhtan, Allahü teâlanın Kur´ân-ı kerîmde meâlen; "Ve elbiseni temizle." âyetinin mânâsını anladım."
Ebü´l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri anlatır: "Bir gece rüyâmda hazret-i E- bû Bekr-i Sıddîk´ı gördüm. Bana; "Dünyâ sevgisinin kalpten çıktığının a- lâmeti nedir, biliyor musun?" diye sordu. Bilmediğimi söyleyince; "Dünyâ sevgisinin kalpten çıktığının alâmeti; bulunca vermek, olmayınca kalben rahat olmaktır." buyurdu.
Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından ve büyük velî Ebüssü´ûd Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şeyhülislâm olmasıyla ilgili bir rüyâsını şöyle anlatmıştır: "Henüz daha medresede talebe iken, bir gece rüyâm- da Zeyrek Câmiine girdim. Câmi çok kalabalık idi. "Bu topluluk nedir?" dedim. "Resûl-i ekrem efendimizin dîvân-ı seâdetleridir, toplantılarıdır" denildi. Hürmetle bir köşede durdum. Önümde de, o devrin müftîsi İbn-i Kemâl Paşa oturuyordu. Peygamber efendimiz mihrâbda bulunuyordu. Sağ ve solunda Eshâb-ı kirâm efendilerimiz edeble ayakta duruyorlardı. Resûlullah efendimizin huzûrunda da bir zât vardı. Kıyâfetinden onu A- rab zannetmiştim. Peygamber efendimiz ile dizdize denilecek bir hâlde oturuyor ve konuşuyordu. Acabâ bu zât kimdir ki, Eshâb-ı kirâm efendile- rimiz ayakta oldukları hâlde, o, Resûlullah´ın huzûrunda oturuyor? diyerek hayret ettim. Konuşmalarını dinledim; Peygamber efendimiz Arabca konuşuyorlar, o zât ise Farsça söylüyordu. Peygamber efendimiz ona; "Yâ Mevlânâ Câmî, ben Arabca konuşuyorum, sen de Arabca konuş" buyurunca, Arab zannettiğim o zâtın Mevlânâ Abdürrahmân Câmî ol- duğunu anladım. Mevlânâ Câmî, Peygamberimize; "Yâ Resûlallah! Bir hatâmdan dolayı sizden özür dilemiştim. Acabâ özrüm makbûl olmadı mı?" dedi. Peygamber efendimiz; "Ne yolla îtirâz etmiştin?" buyurunca, şöyle dedi: "Sizi methetmek için yazdığım bir kasîdemde; "Onun sırrına eremiyorum, O Arabdır, ben ise Acemim..." demiştim" dedi. Peygamber efendimiz; "Beis yok, Farsça konuşman da makbûldür" buyurdu. Sonra Peygamberimiz, Mevlânâ Câmî´ye hitâben; "Şu oturan kimseyi bilir misin?" diyerek İbn-i Kemâl Paşayı gösterdiler. Mevlânâ Câmî; "Bilmem yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, İbn-i Kemâl Paşadır ve hâlen ümmetimin müftîsidir." buyurdu. Sonra da beni göstererek; "Ya onun arkasında oturan şu kimseyi bilir misin?" buyurdu. Mevlânâ Câmî yine; "Hayır Yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, Ebüssü´ûd bin Yavsî´dir. O da ümmetimin müftîsi olsa gerektir." buyurdu. Bu sâdık rüyâdan tam otuz yıl sonra, bu âcize fetvâ işleri vazifesi verildi.
Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa´da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birisi anlatır: Bir gece rüyâmda şöyle gördüm: Bursa´nın uzak kasabalarından birkaç kişi: "Bursa´da bir evliyâ var. Allahü teâlânın izniyle ne hâcetin varsa verirmiş." diye yola çıktılar. Ben de yatakta yatıyordum. Onların dediklerini duyunca, aralarına katılarak, biz de duâsını alalım diye birlikte Bursa´ya gittik. Dergâha girip Emîr Sultan´ı görünce bayılmışım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkacak tâkati bulamadım. Emekliye emekliye Sultan hazretlerinin yanına vardım. "Sultânım, beni talebeliğe kabûl edin!" dedim. "Kâbûl eyledik!" diyerek mübârek elleri ile sırtımı sığadılar. Heyecanla uyandım. Rüyâmı anneme anlattım ve tâbir etmesini istedim. Annem; "Sen hemen o büyük velînin yanına koş, himmetine kavuşarak duâsını al." dedi. Hemen yola çıktım. Bir grup insanın, rüyâmdaki gibi; "Gidip Emîr Sultan´ı ziyâret edelim. Onun duâsını alalım." diye yürüdüklerini gördüm. Aralarına katılarak, rüyâmdaki gibi, sırayla dergâha girip huzûrlarına çıktık. Emîr Sultan´ın mübârek nazarlarına kavuşunca, aklım başımdan gitti. Düşüp bayıldım. Aklım başıma gelince, ayağa kalkamayıp, emekliyerek ayak uçlarına kadar gittim. "Bizi talebeliğe kabûl buyurun Sultânım." deyince; "Biz seni talebeliğe kabûl edeli kırk yıl oldu." buyurdular.
Musul âlimlerinden ve Evliyânın büyüklerinden Feth-i Mûsulî (rah- metullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: "Bir gün Emir-ül-müminîn hazret-i Ali´yi rüyâmda görüp, bana nasîhat et, dedim. Tevâzudan daha iyi bir şey görmedim. Yalnız Allahü teâlâdan sevap umarak, zenginin yoksula gösterdiği tevâzudan daha güzel ne olabilir, dedi. Biraz daha nasîhat edin, dedim. Buyurdu ki: Ondan daha güzel olanı, Allahü teâlâya gâyet fazla güven duyan fakirin, zengine karşı kibirli ve gururlu davranmasıdır."
Vefâtından sonra Feth-i Mûsulî´yi rüyâda görenler; "Allahü teâlâ sana ne yaptı?" dediler. Dedi ki: Allahü teâlâ bana; "Niçin o kadar ağladın?" buyurdu. "Günahlarım ve kusurlarım sebebiyle yüzüm olmadığından ağlıyorum." dedim. "Ey Feth! Bu çok ağlaman sebebiyle, günâhını yazan meleğe sana günah yazmamasını emretmiştim." buyurdu.
İstanbul evliyâsının büyüklerinden Mehmed Emîn Tokâdî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Hattat Muhammed Râsim Efendi şöyle anlatır; "Cennetmekân Üçüncü Ahmed Hânın vefâtından sonra, şöyle bir rüyâ gördüm. Geniş bir sahrada orduyu hümâyûn kurul- muştu. Bir tepe üzerinde de sultanlara mahsûs bir çadır, çadırın etra- fında ise büyük bir kalabalık vardı. Kalabalıktan bir kişiye yaklaşıp; "Bu ordunun kumandanı kimdir?" diye sordum. O da; "Âhir zaman Peygamberi Muhammed aleyhisselâmdır." dedi. Cehennem´e götürülecek bâzı kimseler bu büyük çadıra götürülüyor, buradan şefâat edilirse Cehen- nem´den kurtuluyordu. Yine birisine; "Peygamber efendimiz nerede bulunuyor?" diye sorduğumda; "Tepedeki büyük çadırda" dedi. Hemen ça- dırın yanına koştum. Çadırın kapısına vardığımda, Mehmed Emîn To- kâdî hazretlerini çadırın kapısında gördüm. Şefâat istiyenleri çadırın içi- ne götürüp, getiriyordu. Çok şaşırdım. Biz bu zâtı anlayamamışız diye çok üzüldüm. O anda elleri bağlı birini çadırın kapısına doğru getirdikle- rini gördüm. "Bu kimdir?" diye sorduğumda, Sultan Ahmed´dir dediler. Sonra çadıra yaklaşıp, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine teslim ettiler. O da önüne düşüp çadırın içine girdiler. İçeride Peygamber efendimiz kendisine iltifât buyurdu. Çadırdan çıktıklarında Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri; "Şefâat buyurulup affolundun, müjde olsun!" diye bağırdı. Dışarda sultanlara mahsus süslü bir at duruyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri, sultânı tâzim ve hürmetle çadırdan çıkarıp, bekleyen süslü ata bindirdi. Etraftakilerin tebrikleri arasında, süratle oradan uzaklaştı.
Bu rüyâyı gördükten sonra ertesi gün talebelere hat dersi veriyordum. Mehmed Emîn Efendi bâzı günler teşrif ederdi. O gün de dershânemizi teşrif etti. Hemen karşılayıp elini öptüm. Bu sırada bana; "Hoca Efendi, akşamki seyrâna ne dersin?" buyurdu. O gece gördüğüm rüyâyı hatırlayıp ağlayarak ellerine kapandım. Mehmed Emîn Efendi de ağladı. Sonra şükredip bana; "Ben hayatta iken bu gibi ilâhî sırları yayarak, bizim hâlimizi teşhir etmene rızâ göstermem. Vefâtımdan sonra anlatmanda bir mahzûr yoktur." buyurdu. Vefâtına kadar bunu kimseye anlatmadım. Vefâtından sonra güzel vasıflarını ve üstünlüğünü yâd etmek bakımından yeri geldikçe nakleder oldum."
Şam´da yetişen büyük velîlerden Muhammed Bedahşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Sultânın yakınlarından Hasan Can anlatır: Mısır feth olunduğu günlerdi. Bir sabah, Yavuz Sultan Selîm Han bana şöyle buyurdu: "Bu gece rüyâda Muhammed Bedahşî´yi gördüm. Yolculuk hazırlığında olup, bir beyaz kepenek giymiş, üstüne de bir ip kuşak bağlamıştı. Bu hâlde gelip, yolculuğa çıkacağını söyleyip bizimle vedâlaştı." Ben ise, gençlik atılganlığı ile hemen rüyâyı tabire giriştim ve; "Velîlerin görünüşte çıkacakları yolculuk, âhiret seferi olmak gerektir. E- ğer vefât etmemiş ise, yakında vefât edeceklerine işârettir." dedim. Yavuz Sultan Selîm Han karşılık vermedi. Ben de rüyâyı böyle tabir ettiğim için pişmanlık duydum. Çok geçmeden, Muhammed Bedahşî´nin ölüm döşeğinde Şam´ın ileri gelenlerini toplayıp; "Yavuz Sultan Selîm Hanın Allahü teâlâ katında övülmüş olduğunu haber vererek, Arap diyârının fethiyle Hak teâlâ tarafından vazifelendirildiğini, bilcümle evliyânın onun yardımcısı olduğunu bildirdi. Orada hazır olanlara veya olmayanlara, Sultânın emirlerine saygılı olmalarını tavsiye etmiş ve ayrıca; "Hara- meyn-i Muhteremeyne (Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvereye) hizmetleri ile başlara tâc olan Sultân´a benden duâ ve selâmlarımı ve muhabbetlerimi iletirken dünyâdan da sefer ettiğimi bildirin." diye vasiyet- te bulunmuştu.
Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahme- tullahi teâlâ aleyhâ) hazretleri hakkında Abede binti Şevvâl şöyle anlat- mıştır: "Râbia´yı vefatından bir sene sonra rüyâda gördüm. Yeşil elbise- ler giymiş, başında da yeşil bir örtüsü vardı. Ben; "Seni sardığım kefeni- ne ne oldu?" dedim. "Allahü teâlâ onları çıkardı ve bana bunları verdi." dedi.
Vefâtından sonra kendisini rüyâda görenler; "Münker ve Nekir melekleri ile aranızda ne gibi bir şey oldu?" diye sordular. "O iki heybetli melek gelip de bana Men rabbüke (= Rabbin kim?) suâlini sorunca, onlara dedim ki, ey melekler! Hemen geri gidip Rabbime şöyle arzediniz: (Ey Allah´ım! Dünyâda bunca halk arasında, ihtiyar bir kadıncağızı unutmadın. Ben, seni hiç unutur muyum?)"
Bessâr bin Gâlib en-Necrânî diyor ki: "Râbia-i Adviyye için vefâtından sonra hep duâ ederdim. Bir defasında onu rüyâmda gördüm. Bana; "Hediyelerin nûrdan mendil içinde ve nûrla kaplanmış tabaklarla bize sunulmaktadır." dedi. "Bu nasıl oluyor?" dedim. "Hayatta olan müminler ö- lüler için duâ ettiklerinde, ipek mendiller içinde nûrdan tabaklara konup, ölüye götürülür ve (Bu, sana filân dostunun hediyesidir) denilir" buyurdu.
Hindistan´da yetişen evliyânın büyüklerinden Şâh-ı A´lâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin vefâtından, iki seneden fazlaca bir zaman geç- mişti ki, talebelerinden ve aynı zamanda sultânın yakın adamlarından o- lan Mesmât Revşenâhî ismindeki bir zât, mübârek hocasının kabrini tâ- mir etmek, kabrin üzerine güzel bir türbe yapmak istedi. Fetihpûr şeh- rinden kırmızı taş getirtti. İnşâata başlandı. İşin başında bulunan mühendis gece rüyâsında, Şeyh´in, kabrinin üstünde ayakta durduğunu ve; "Siz benim kabrimi kazarken, tabutumun tahtasına bir tuğla parçası düş- tü. Tahtayı kırdı ve sol dizimin üzerine geldi. Hemen o tuğla parçasını tabutumdan çıkarın, alın. Tahtayı düzeltin ve sonra inşâata devâm edin" buyurduğunu gördü. Sabah olunca o mühendis, Mesmât´ın yanına geldi ve rüyâsını anlattı. Mesmât; "Hazret-i Şeyh´in buyurduğunu yapın." dedi. Öyle yaptılar. İleri gelenler, şehrin büyükleri, o zâtın talebeleri ve o zâtın büyüklüğüne inananların huzûrunda kabri açtılar. Gerçekten tabutun tahtasının sol taraftan kırılmış olduğunu ve bir tuğla parçasının içine düş- tüğünü gördüler. Düşen tuğla parçasını almak için tabutu açtılar. Bir de ne görsünler. Bütün bedeni sağlam ve nûrlu, sîmâsı ise hayattaki kadar canlı ve tâze olarak duruyor. Hayretler içinde kaldılar. Rüyâda olduklarını sandılar. Mesmât, hocasının mübârek bedenine gülsuyu ve anber sürdü. Hazır olanlar Fâtiha okudular. Sonra kırılmış tabutu tâmir ettiler ve tür- benin yapımına başladılar. Güzel bir türbe yapıldı. İnsanlar ziyâret edip rûhâniyetinden istifâde ederlerdi.
Evliyânın büyüklerinden Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü´l-Vefâ (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) ilim öğretmekle meşgûl olduğu sırada, bir gece rüyâsın- da Peygamber efendimizi gördü. Rüyâsını şöyle anlatır: "Resûl-i ekrem, Eshâbı ile berâber oturuyordu. Ben Eshâbdan bir zâta; "Bu topluluk nedir?" diye sordum. O zât da; "Seyyid Ebü´l-Vefâ´ya, Allahü teâlâ yedi yâren verdi. Bu topluluğun gâyesi, onları tâyin etmektir." dedi. Ben bunu duyunca, bir köşede edeble oturdum. O tâyin olacak kimseleri görmek için beklemeye başladım. Resûl-i ekrem; İmâm-ı Hasan, İmâm-ı Hüseyin ve İmâm-ı Zeynel Âbidîn´e; "Gidin, Tâc-ül-Ârifîn´in akrabâsından Seyyid Matar, Seyyid Kâzım, Seyyid Muhammed, Seyyid Ali ibni Kamîs, Abdur- rahmân Tafsuncî, Ali ibni Haytî, Seyyid Askeri-i Şevdî adlı yedi kimseyi alıp getirin." buyurdu. Onları alıp, Peygamber efendimizin huzûruna getirdiler. Ben bu zâtları görünce çok sevindim. Peygamber efendimiz; "Yâ Hasan, yâ Hüseyin, yâ Zeynel Âbidîn! Gidiniz, oğlunuz Ebü´l-Vefâ´yı getirin." buyurdu. Bu emir üzerine onlar gelip, beni Peygamber efendimizin huzûruna götürdüler. Ben selâm verip, Peygamberimizin mübârek elini öptüm. Peygamber efendimiz bana; "Merhabâ yâ Ebü´l-Vefâ! Allahü teâlâ sana hem dünyâda hem âhirette yâren olarak bu yedi kişiyi verdi." buyurdu. Ben; "Yâ Resûlallah, bunların derecesi nedir?" diye suâl edince; "Yâ Ebü´l-Vefâ! Senin yârenin olan bu yedi kişi dünyâ ve âhirette saîd kimselerdir. Bunların nesli kıyâmete kadar kesilmeyip, bütün dünyâya yayılsa gerektir." buyurdu. Sonra o zâtlara dönerek; "Birer ellerinizi Seyyid Ebü´l-Vefâ´nın sırtına, birer ellerinizi de benim elimin altına koyup bîat ediniz, ona yâren olunuz." diye emir buyurunca bu emri yerine getirdiler.
Peygamber efendimiz, Ebü´l-Vefâ´ya dönerek; "Yâ Ebü´l-Vefâ! Sana yedi yâren verdik. Kim bunlara ihlâs ve sıdk ile riyâsız muhabbet besler ve mürîd olursa, kıyâmet gününde benim bayrağım altında haşrolunur. Benim evlâdım olan seyyidlere kim hürmet ederse, aynen bana hürmet etmiş olur. Bana hürmet eden, Allahü teâlâya hürmet etmiştir. Allahü teâ- lâya hürmet eden, Cennet´i kazanmıştır. Benim evlâdıma kim hürmet et- mezse, bana hürmet etmemiş olur. Bana hürmet etmeyen, Allahü teâlâ- ya hürmet etmemiştir. Allahü teâlâya hürmet etmeyenin yeri ise Cehen- nem´dir.
Ey Ebü´l-Vefâ! Sana ve yârenlerine vasiyetim olsun. Kıyâmete kadar kimseyle kavga ve anlaşmazlık çıkarmayın. Çünkü kavga ve anlaşmazlık karışan silsilenin nesli helâka uğrar. Ey Ebü´l-Vefâ! Benim sünnetimi yerine getirip bu yedi yârenin eteğine yapışan saâdete ulaşır. Bunlardan u- zaklaşan, benden uzaklaşmış olur." buyurdu. Ben bu ahde sâdık kalacağımı söyledim ve bu yedi zâtı da cân u gönülden yârenliğe kabûl ettim. Peygamber efendimiz duâ ettiler. Kapı çalınmasıyla uyandım."
Hanıma, "Git, bak kim gelmiş?" dedim. Hanım kapıyı açınca, o yedi zâtı gördü ve bana; "Yedi kişi geldi, seni soruyorlar." dedi. Onları içeri dâvet ederek, yemek yedirdim ve; "Gelmenizin sebebi nedir?" diye sordum. Onlar da; "Rüyâmızda Peygamber efendimizi gördük. Bize Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü´l-Vefâ sizin zâhiren ve bâtınen atanız oldu. Ona gidin, buyurdu." dediler. Ben de onlara gördüğüm rüyâyı anlattım. Onlar zâhiren de bana bîat ettiler.
Evliyânın meşhurlarından Abdurrahmân bin Ali Sekkâf (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) bir elini devamlı gizli tutar, göstermek istemezdi. Bir defâsında bâzıları ısrarla sebebini sorunca şöyle anlatmıştır:
Peygamber efendimizi methetmek için bir kasîde yazdım. Sonra dün- yâya düşkün olan bâzı kimseleri de methettim. Bunun üzerine Peygamber efendimizi rüyâmda gördüm. Beni azarlayıp elimi kesmemi emretti. Ben de elimi kestim. Ebû Bekr-i Sıddîk (r.anh) bana şefâatçi olup, Resûlullah´dan affetmesini diledi. Bunun üzerine af buyurdular. Kestiğim elimi birleştirdim, eskisi gibi oldu. Uyandığım zaman elime bir baktım, kesilmiş ve birleştirilmiş olan yerde bir iz vardı. Sonra elini çıkarıp o ısrar edenlere gösterdi. Baktılar ki elindeki o izden bir nûr parlıyordu.