- Rıza Makamının Hükümleri Hakkındadır

Adsense kodları


Rıza Makamının Hükümleri Hakkındadır

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
armi
Wed 6 January 2010, 03:58 pm GMT +0200
Rıza Makamının Hükümleri Hakkındadır
Allah Teala´dan razı olmak, yakini iman makamlarının en yücele­rinden biridir. Allah Teala buyurdu ki: "Güzelliğin karşılığı yalnız güzellik değil midir?" (Rahman/60) Her kim Allah Teala´dan güzel­likle razı olursa, Allah Teala da onu, Zatı´mn rızası ile ödüllendirir.

O, rızaya rıza ile karşılık verir. Bu da, ödül ve karşılığın zirve­si, ilahi bahsin nihai noktasıdır. Yüce Allah bu meyanda şöyle bu­yurmaktadır: "Allah onlardan razı oldu, onlar da O´ndan razı oldu­lar". (Maide/119)

Allah Teala, rızayı Adn cennetlerine yükseltmiştir ki onlar, cen­netin en yüksek noktalarıdır. O, zikrini namazdan bile üstün tut­muş ve şöyle buyurmuştur: "Adn cennetlerinde hoş meskenler ve bundan da daha büyük olarak Allah Teala´dan bir rıza vardır". (Tevbe/72); "Muhakkak ki namaz, çirkin günahlardan sakındırır. Allah Teala´nm zikri ise, elbette çok daha büyüktür". (Ankebut/45)

Zikir ehline göre zikir, müşahededir. Zikredilen Hak Teala´yı namaz esnasında müşahede edebilmek, bizatihi namazın kendin­den daha yüce bir ibadettir. Üstteki ayetin iki tefsirinden biri bu şekildedir. Diğeri ise şudur: Allah Teala´nm kulunu zikretmesi, ku­lun Allah Teala´yı zikretmesinden daha üstündür.

Ebu Abdullah es-Saci dedi ki:
Allah Teala´nm yarattıkları ara­sında öyle kullar vardır ki, sabırdan haya eder ve O´nun kudretinin tecelli ettiği yeri rıza ile kaparlar. Ömer b. Abdülaziz (ra) de şöyle derdi: Artık yalnızca Allah Teala´nm kazasının tezahür ettiği yer­lerle sevinir hale geldim.

Allah Teala´dan razı olanlar, Allah Teala´yı istediği ve razı oldu­ğu şekilde zikredenlerdir. En büyük rıza olan İlahi Rıza, zikir ehli­nin en büyük ödülüdür. Bu, Allah Teala´nm "Her kimin zikri, Ben´den istekte bulunmasını engelleyecek kadar çok ise, ona istek sahiplerinin istediklerinden daha fazlasını veririm" buyruğunun anlamlarından birini teşkil etmektedir. Çünkü O´ndan istekte bu­lunanlar, kendi nefsleri için talepte bulunmaktadırlar. Allah Teala da kendilerine ziyade sevabı vermektedir.

O´nu zikredenler ise, sadece zikirde bulundukları için Allah Te­ala onlara Zatı´ndan razı olma nimetini lütfetmektedir. Bir diğer anlam da şu şekilde olabilir: O kullarıma Bana bakma nimetini lütfederim. Çünkü zikir, müşahedeye dahil olan bir husustur. Buna göre de Allah Teala dünya hayatında Kendisine bakmaya, ahirette Kendinin bakışıyla mukabele etmiş olmaktadır. Tıpkı, "Yüzler var ki o gün pırıl pırıl, güleç, sevinçli" (Abese/39-40) buyruğunda oldu­ğu gibi, sıfata aynıyla mukabelede bulunmuş olmaktadır. Allah Re­sulü (sav) buyurdu ki: "Rabbimiz bize gülerek tecelli eder".[8]

Zikir, işitmeye yakındır. İşitme de bakmaya götürür. Rıza ise, yakin sahibinin halidir. Yakin, imanın hakikatidir. Allah Resulü (sav), İbni Abbas´a (ra) tavsiyelerinde buna özendirmiş ve şöyle bu­yurmuştur: "Allah için, rıza halinde yakin ile amelde bulun. Eğer böyle olmazsa şunu bil: Sevmediğin bir şeye karşı gösterdiğin sa­bırda senin için çok büyük bir hayır vardır".

Görüldüğü üzere Allah Resulü (sav) rızayı makamların en üstü­ne yükseltmiş daha sonra ortasına indirmiştir. O, Ömer b. Hattab´a da (ra) şöyle buyurmuştur: "Allah Teala´ya sanki O´nu görür gibi ibadet et. Sen O´nu göraıesen de, O seni görmektedir".[9] Allah Re-| sulu (sav) bu emri ile, Ömer´i (ra) müşahedede bulunmaya teşvik etmiştir. Bu, aynı zamanda ihsan makamıdır. Çünkü Allah Resulü (sav) kendisine ihsan sorulduğu zaman, "Allah Teala´ya O´nu gör­mediğiniz halde görür gibi ibadet etmenizdir" buyurmuştur.

Allah Resulü (sav), daha sonra rızayı sabır ve mücahedeye da­yandırmıştır ki o da imandır. Bu, şu hususu bilme makamıdır ki Al-lah Teala, böyle bir kulunu görmektedir. Bundan daha öte vasfedi-lecek bir yer, mekan yoktur. Allah Teala, kendinden razı olma hali­ni, kula bahşettiği bakışın üstüne yükseltmiştir. Bir hadiste şöyle buyrulmaktadır: "Allah Teala, müminlere tecelli ederek, ´Ben´den dileyin´ buyurur. Onlar da, ´Rızanı dileriz´ derler".

Onların, Allah Teala´ya bakıştan sonra rızasını dilemeleri, rıza­ya verilen büyük değeri gösterir. Çünkü Allah Teala´ya nazar ediş­lerinin devam edebilmesi, büyük ölçüde O´nun rızasının devamına bağlıdır. Rıza, bakışı gerektiren hal olduğu için müminler de Rab-lerinden rızasının devam ederek yakınlıklarının da sürmesini ni­yaz etmişlerdir. Böylelikle nimetin başladığı gibi tamama eröiesini niyaz etmiştirler.

Onların sözlerinden, ´rızan Sana bakışımızdan daha büyüktür* gibi bir anlam çıkmaması gerekir. Kitab´da emrin hakiki anlamı yazılmaz. Çünkü Allah Teala´nın Zati sıfatlarından birinin açığa çıkması, kulun Rubûbiyet makamının heybetinden sakınmasını ge­rektirir. Bu, kalplerden perdelenmiş bir korku ve gaybın sırların­dan bir hikmettir. Bu, korku ehli için, hususi marifetlerinden dola­yı dünyada bir sevaptır, Yüce Allah buyurdu ki: "Allah onlardan ra­zı oldu, onlar da O´ndan razı oldular. Bu, Rabbi´nden korkanlar içindir". (Maide/119)

Bir müfessir, Allah Teala´nın "Katımızda daha ziyadesi vardır" (Kaf/35) buyruğunu açıklarken şöyle demiştir: Cennet ehli sevap zamanı, Rableri katında üç hediye ile karşılaşırlar.

Bunlardan biri, Allah Teala´nın katından olan bir hediye olup bulundukları cennetlerde bir benzeri yoktur. O, bunun hakkında şöyle buyurmuştur: "Hiçbir nefis, Allah Teala´nın onlar için sakla­dığı göz aydınlığını bilmez". (Secde/17)

İkincisi, Rableri tarafından onlara verilen selamdır ki bu, hida­yetinin üzerinde bir ziyadedir. O, bu hususta da şöyle buyurmuş­tur: "Rahman ve Rahim bir Rab´den sözlü bir Selam". (Yasin/58)

Üçüncü hediye ise, Allah Teala´nın onlara, ´Ben, sizlerden razı­yım´ buyurmasıdır. Bu da, hidayetten ve selamlamaktan daha fazi­letlidir. Bunu da şu ayet-i kerime teyid etmektedir: "Bundan daha büyük olarak Rablerinden bir rıza". (Tevbe/72) İlahi rıza, onların içinde bulundukları bütün nimetlerden daha büyüktür.

Allah Resulü´nün (sav) müminlerden bir topluluğa şöyle buyur­duğu rivayet edilmiştir:
"Sizler kimsiniz?´ Onlar da, ´Biz, müminle­riz´ dediler. Allah Resulü (sav), ´İmanınızın alameti nedir?´ diye sor­du. Onlar, ´Musibetlerde sabreder, rıza halinde şükreder ve kaza geldiğinde rıza gösteririz´ dediler. Bunun üzerine Allah Resulü (sav), ´Kabe´nin Rabbi´nin hakkı için müminler!´ buyurdu".

Başka bir rivayette ise, onlar hakkında şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Hilim sahipleri, ilim sahipleri, fıkıhlarının derinliği se­bebiyle neredeyse peygamber olacaklar". Allah Resulü (sav), onla­rın rıza sıfatlarını gördükten sonra imanlarına şahitlik etmiştir.

Lokman Hekim de (as), rızayı imanın şartlarından biri olarak görmüş ve oğluna verdiği öğütlerden birinde şöyle buyurmuştur:

"îmanın dört esası vardır ki ancak onlarla istikamet bulabilir. Tıp­kı bedenlerin ancak eller ve ayaklarla istikamet bulması gibi". O, bu dört esas arasında, Allah Teala´nın takdirine rıza göstermeyi de saymıştır.

İsrailiyat kaynaklı bilgiler arasında şöyle bir rivayet yeralmıştır:
"Abidlerden biri, uzun süre Allah Teala´ya kulluk etmişti. Rü­yasında, falan çoban kadının cennetteki hanımı olacağını gördü. Uyandıktan sonra, o kadını aramaya başladı. Sonunda onu buldu ve yaptığı amellere bakmak için üç gün onun misafiri oldu.

Kendisi geceleri uyumazken, o uyuyordu. Kendisi gündüzü oruçla geçirirken, o niyetlenmiyordu. Sonunda kadına, ´Gördüğüm şeyler dışında başka bir amelin yok mu?´ diye sordu. Kadın, ´Ne gi­bi? Gördüğün amellerden başka bir amelim yoktu dedi. Adam, ´hatırlamaya çalış´ dedi. Kadın biraz düşündükten sonra şöyle dedi: Basit bir husus ama söyleyeyim. Ben, darlıkta iken refahta olmayı, hasta iken iyileşmiş olmayı temenni etmem. Güneşte kaldıysam, gölgede olmayı temenni etmem. Kul, elini başına koydu ve, ´Bu mu basit bir özellik? Bu, andolsun ki abidlerin aciz kaldıklara en büyük haslettir dedi".

Ibni Mesud´dan (ra) şu söz rivayet edilmiştir:
´Her kim, gökten yere indirilene rıza gösterirse mağfiret olunur. Ebu´d-Derda (ra) ise şöyle demiştir: ´İmanın zirvesi, Allah Teala´nın hükmüne sab­retmek, ve kadere rıza göstermektir.

Muhammed b. Huveytıb (ra), Allah Resulü´nden (sav) şu hadisi rivayet etmiştir:
"Kula verilenlerin en hayırlısı; Allah Teala´nın kendisi için taksim ettiğine rıza göstermesidir"

Meşhur bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
"Ne mutlu o kimseye ki, İslam´a hidayet edilmiş ve rızkı ancak yetmekte olmasına rağmen ona razı olmuştur". [10] Bu­nun benzeri bir rivayet de şöyledir: "Her kim Allah Teala´dan gelen rızkın azına rıza gösterirse, O da ondan gelen amelin azma rıza gösterir".

Ali´den (kv) Ehl-i Beyt kanalıyla şu hadis nakledilmiştir:
"Allah Teala bir kulu sevdiğinde, onu imtihan eder. Eğer sabrederse onu kendine ayırır. Eğer rıza gösterirse onu kendine seçer". ı

Allah Teala´dan razı olmak, halka merhametli davranmak, kal­bi selim tutmak, müslümanlara nasihatta bulunmak ve cömert ol­mak, sıddıklar arasındaki abdal zümresinin makamını oluşturur.

Musa (as) üe ilgili olarak nakledilen rivayetler arasında şöyle bir hadise anlatılır:
"îsrailoğnlları ona, ´Rabbine öyle bir şeyi sor ki onu yaptığımızda Allah bizden razı olsun´ dediler. O da Rabbine şöyle dedi: "Allahım, söylediklerini duydun´. Bunun üzerine Allah Teala ona şöyle vahyetti: ´Onlardan razı olabilmem için, onların Ben´den razı olmaları gerekir´.

Allah Resulü´nden (sav) rivayet edilen bir hadis de bunu teyid et­mektedir:
"Allah Teala katında neye sahip olduğunu bilmek isteyen kimse, kendi yanında Allah Teala´ya ait ne bulunduğuna baksın". Al­lah Teala kulu Kendisini nereye koyduysa onu oraya yerleştirir.

Hammad b. Seleme, Sabit el-Benani kanalıyla Enes b. Malik´ten (ra) müsned tarzı hasen bir hadiste şunu rivayet etmiştir:
"Kıyamet günü geldiğinde Allah Teala ümmetimden bir toplulukta kanatlar çıkartacaktır. Onlar kabirlerinden cennetlere uçacak ve oralarda di­ledikleri gibi gezinerek nimetleri tadacaklardır.- Melekler onlara, Hesabı gördünüz mü?´ diye sordukları zaman şöyle diyeceklerdir: ´Hesab görmedik´. Melekler, ´Sırat´tan geçtiniz mi?´ diye sordukla­rında, ´Srrat´ı görmedik´ diyeceklerdir. Onlara, ´Cehennemi gördü­nüz mü?´ denildiğinde, ´Hiçbir şey görmedik´ diyeceklerdir.

Bunun üzerine melekler, ´Sizler, kimin ümmetindensiniz?´ diye soracak, onlar da, ´Muhammed´in (sav) ümmetinden´ diyeceklerdir. O zaman melekler, ´Allah Teala´nın hakkı için, dünyada ne gibi amellerde bulunduğunuzu söyleyin´ diyecekler, onlar da şu karşılı­ğı vereceklerdir: Bizim iki hasletimiz vardı. Allah Teala da, rahme­tinin lütfuyla bizleri bu makama ulaştırdı. Melekler, ´O hasletler nelerdi?´ diye sorduklarında, o müminler şu cevabı vereceklerdir: Bizler, halvette bulunduğumuzda bile Allah Teala´ya ma´siyette bu­lunmaktan haya eder, O´nun bize nasip ettiğinin azma razı olur­duk. Melekler de bu cevap üzerine şöyle derler: Sizler bunu hake-diyorsunuz".

Enes b. Malik´ten (ra) yazılı olarak gelen bir rivayette de ´Üm­metimden bir topluluk için....´ buyrulmaktadır. Bu da, önceki hadi­sin müsned olduğuna delalet etmektedir.

Başka bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu ıji-layet edilmiştir:
"Kim Allah Teala´dan gelen rızkın azma rıza gös­terirse, Allah Teala da onun amelinin azma rıza gösterir". Ulemadan bir zat şöyle demiştir: Ölüler arasında öyle kimseler bilirim ki, kabirlerinden cennetteki konutlarına bakarlar. Berzah aleminde keder ve tasalar içinde beklerken sabah akşam onlara ^ennetten gidilip gelinir. Bunların tasaları Basra halkına taksim Edilse buna dayanamayarak ölürlerdi. ´Onların amelleri neydi?´ di-Ve sorulduğunda, şöyle dedi: Onlar müslümanlardı. Fakat ne te­vekkül, ne de rızadan nasipleri vardı.

Rızanın farziyeti hakkında Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuş­un "Allah Teala´ya kalplerinizden rıza gösterin ki, fakirliğinizin Cevabını kazamn. Aksi halde kazanamazsınız".

Lokman da (as), oğluna öğüdünde, rızayı tevhid ile birleştirmiş jve şöyle demiştir:
´Ey oğul, sana öyle hasletleri öğüt vereyim ki seni Allah Teala´ya yaklaştırıp O´nun gazabından uzaklaştirsin: İlki, Allah Teala´ya kulluk ederek O´na hiçbir şeyi ortak koşmam andır.

İkincisi, sevdiğin sevmediğin her olayda Allah Teala´nın takdi­rine rıza göstermendir...´

Yine o, başka bir vasiyetinde şöyle demiştir:
´Her kim Allah Te­ala´ya tevekkül eder ve O´nun takdirine rıza gösterirse, imanı ika­me etmiş, elini ve ayaklarını yalnız hayır kazanmaya adamış ve kula uygun düşen salih ahlakı ayakta tutmuş olur.

Rızanın bir tezahürü de, bütün işlerde takdir edilene kalpten sevinmek, her durumda, nefsi hoş tutup teskin etmek ve dünyevi korkuların tamamında kalbi huzuru sağlayarak her şeye kanaat etmek, Rabbi´nin nasip ettiğiyle mutlu olmak ve Allah Teala´nın onu kollamasından dolayı sevinç duymaktır.

Kulun, herşeyde Allah Teala´ya teslim olması, O´ndan gelen bü­yük küçük herşeye rıza göstermesi, hükümleri yalnız O´na havale et­mesi ve bu noktalarda O´nun tedbirinin güzelliğine, takdirinin mü­kemmelliğine olan inancını koruması rıza makamının göstergelerin-dendir. Kulun, Allah Teala´nın hükmüne rıza göstererek sahip oldu­ğu herşeyi Rabbi´ne teslim etmesi, kainatın yegane Mâliki olan Rab-bi´ni O´nun kullarına şikayet etmemesi, Habibi´nin bir fiilinden do-

layı serzenişte bulunmaması, her durumda O´nun yaptuğınm güzel­liğine olan inancını yitirmemesi rızanın önemli tezahürlerindendir.

Rıza ehline göre rızanın şekillerinden biri de, kulun ´Bugün çok sıcak bir gün, bugün çok soğuk bir gün, fakirlik bir musibettir, ge­çim bir tasa ve yorgunluktur, meslek sahibi olmak meşakkat ve zorluktur* gibi sözler sarf etmemesidir.

Kul, kalbi üzerindeki hakimiyetini kaybederek aldanmasına yol açabilecek bu tür ifadelerden uzak durmalıdır. Aksine kalbini hoş­nut kılmalı, selim tutmalı, aklını teskin etmeli, ilahi tedbirin tadı­na teslimiyet göstererek takdiri ilahinin hükmünü, güzel görmeli­dir. Nitekim Ömer b. Abdülaziz (ra) bu hususta şöyle demiştir: Ka­derin tecelli edeceği anları beklemekten başka bir mutluluğum kal­maz oldu.

Ibni Mesud (ra) şöyle demiştir: Zenginlik ve fakirlik, hangisine bindiğimi umursamadığım iki binek gibi. Eğer fakirliğe binersem, onda sabrederim. Zenginliğe binersem, onu da değiştiririm.

Ahmed b. Ebi´l-Havari ise şunu anlatmıştır:
Ebu Süleyman´a, Talanın gece keşke daha uzun olsaydı, dediğini işittim, ne dersi­niz?´ dedim. Bana şu cevabı verdi: Hem iyi etmiş, hem de kötü et­miş. İyi etmesi, gecenin uzunluğunu ibadetini arttırmayı isteme­sinden dolayıdır. Kötü etmesi ise, Allah Teaîa´mn beğenip takdir et­tiğini beğenmemiş olmasıdır

Ömer b. Hattab´m (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Darlık veya bolluk olsun, hangi halde sabahladığımı ve geceye çıktığımı umursamam". Bir gün öfkelenerek hanımına şöyle demişti: ´Allah Teala´ya yemin olsun ki sana bir kötülük edeceğim´. Bunun üzerine hanımı,( Beni, Allah hidayet ettikten sonra İslam´dan mı çıkarabi­leceksin?´ diye sordu. ´Hayır´ deyince hanımı şu karşılıkta bulundu: ´Öyleyse ne gibi bir kötülükte bulunacaksın?!´

Süleyman b. Ca´fer es-Sane´i, Süfyan-ı Sevri´nin bir gün Rabia-tü´Adeviyye´nin (ra) yanında şöyle dediğini nakletti:
Allahım, biz­den razı ol. Rabia, ´Sen O´ndan razı değilken, Allah Teala´dan rıza­sını istemekten utanmıyor musun?´ diye sordu. Bunun üzerine Süfyan ´İstiğfar ediyorum´ dedi.

Ca´fer şunu nakletmiş tir: Rabia´ya (ra), ´Kul, ne zaman Allah Teala´dan razı olur?´ diye sordum. Bana şu cevabı verdi: Musibette

duyduğu sevinç, nimette duyduğu sevinç kadar olduğu zaman. Fu-dayl b. Iyaz ise şöyle demiştir: Allah Teaîa´mn vermesi ve engelle­mesi kulun gözünde denk olduğu zaman razı olmuş sayılır.

Davud´un (as) haberleri arasında, Allah Teala´nın şu buyruğu nakledilmiştir:
´Velilerimde dünya kaygısı olamaz. Çünkü dünya kaygısı, onların kalplerindeki Bana yakarış lezzetini ortadan kal­dırır. Başka bir rivayette ise Davud´a (as) şöyle vahyettiği nakledi­lir: ´Ey Davud, dünya için kaygılanmaktan sakın! Velilerimde sev­diğim, ruhaniler olup tasalanmamalarıdır. Tasadan sakın. Beni ar­zu ettiğin sürece hayır için tasalanma´.

Denir ki
: Dünyada insanların en çok tasalananları, ahiret için en çok tasalananlarıdır. En az tasalananları ise, ahiret için en az tasalananlardır. Allah Resulü (sav) de bu meyanda şöyle buyur­muştur: "Kadere iman, tasa ve hüznü giderir".

Dünya ile sevinmek, kalpten ahiret tasasını kaldırır. Dünya için tasalanmak da, ahiretten kaçırılan şeyler için üzülmeyi engeller. Bir defasında Rabia´ya (ra), Allah katında üstün bir yeri olan abid birinden sözedilmişti. O, bazı zenginlerin çöplüklerinden topladık-larıyla geçinirdi. Bir adam, Rabia´ya (ra) şöyle dedi: Allah katında o derece yüksek bir yeri varsa, rızkı için dilenmesi ona zarar ver­mez mi? Böylece Allah Teala da onun rızkını başka bir yolla yara­tırdı. Rabia (ra), ´Sus ey aylak! Bilmez misin ki Allah dostları, O´ndan en çok razı olanlardır. O kadar ki kendilerine bir geçimden diğerine nakletmesi tercihini bile O´na arzetmezler ki sadece Allah Teala´nm tercih ettiği üzere olabilsinler´ diyerek ona cevap verdi.

Ahmed b. Ebi´l-Havari şunu anlatmıştır: Ebu Süleyman bana şöyle dedi: Allah Teala, kerem sıfatı gereği, kölelerin köle sahiple­rinden razı olduğu şeylerle kullarından razı olmuştur. Bunun nasıl olduğunu sorduğumda bana şu cevabı verdi: Kölenin bütün arzusu, efendisinin kendinden razı olması değil midir? Ben de, ´Evet´ de­dim. O da şunu söyledi: ´Allah Teala´nın kullarından istediği de, Za-tı´ndan razı olmalarıdır.

A´meş şunu aktarmıştır
: Ebu Vail bana şöyle demişti: Ey Süley­man, Rabbimiz ne kadar da güzeldir! Eğer O´na itaat edebilsek O asla bize karşı gelmez. Nitekim şu ayet-i kerime de bunu teyid et­mektedir: "O, iman eden ve salih amel işleyenlere icabet eder". (Şura/26) Yani onlara verir ve icabet eder. İcabet etmek, itaat etmek anlamındadır. Bu meyanda da şöyle buyurmuştur: "Bana ica­bet/itaat etsinler". (Bakara/186)

Kullar O´na icabet ettiklerinde O da onlara icabet edecektir. Ya­ni onlar istediği hususlarda Kendisine itaat ettiklerinde, O da ar­zuladıkları hususlarda onlara itaat edecektir.

Bu, aşağıdaki ayetin iki tefsirinden birini de oluşturmaktadır: "Siz Benim ahdime uyun ki, Ben de sizin ahdinize uyayım". (Baka­ra/40) Bu, ayeti ´Rabbin sana itaat edebilir mi?´ şeklinde okuyanla­rın teviline göredir.

Bu hususta İbni Abbas (ra) şöyle demiştir:
Havariler, Allah Te-ala´nın buna kadir olmasından şüphe etmeyecek kadar O´nu bilen insanlardı. Ayetin anlamı şu şekildedir: O, sana itaat edebilir mi? Aişe´den (ra) de benzer bir görüş rivayet edilmiştir. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: Kim Allah Teala´ya itaat ederse, herşey kendisine itaat eder. Kim de Allah Teala´dan korkarsa, herşey ondan korkar.

Musa (as) ile ilgili anlatılanlar arasında onun şu sözü rivayet edilmiştir:
"Ey Rabbim, bana Senin rızan bulunan öyle bir şey gös­ter ki onu yapayım. Rabbi ona şöyle vahyetmiştir: ´Benim rızanı, senin hoşgörmediğin şeydedir. Sen ise hoşlanmadığın şeye karşı sabredemezsin´. Musa (as) ısrar ederek, ´Ey Rabbim, bana onu gös­ter3 dedi. Bunun üzerine Allah Teala ona şöyle buyurdu: Benim rı­zam, kazama rıza göstermendedir.

Bu haber, başka bir şekilde de şöyle rivayet edilmiştir:
"İsrailo-ğulları, Musa´ya (as) talepte bulunarak, ´Eğer Rabbimizin rızasının bulunduğu şeyi bilseydik, onu yapardık´ demişlerdi. Allah Teala da, ona şunu vahyetmişti: ´Benim rızam, onların Benim kazama rıza gös termelerin de dir".

Musa da (as) Rabbi´ne yakararak şöyle demişti:
"Ey Rabbim, ya­rattıklarının hangisi Sana daha sevimlidir?´ O da şöyle buyurmuş­tu: ´Sevdiğini elinden aldığımda Bana teslim olandır. Musa (as), ´Peki yarattıklarının hangisi daha çok buğzuna uğrar?´ diye sordu. Allah Teala da, ´Bir işte Beni serbest bıraktıktan sonra, takdir etti­ğime öfkelenen kimse!"

Bunlardan daha ağır bir ifade ise şu haberde yer almaktadır: Allah Teala kudsi bir hadis-i şerifte buyurdu ki:
"Ben, kendinden

başka ilah bulunmayan Allah Teala´yım. Kim Benim verdiğim mu­sibete sabretmez, kazamra rıza göstermez ve nimetime şükretmez­se, Ben´den başka bir Rabb edinsin!"

Bununla aynı sertlikte başka bir haber de şudur: "Allah Teala buyurdu ki
: Kaderleri takdir ettim, tedbiri yaptım ve işleri sağlam­ca yoluna koydum. Kim bunlara rıza gösterirse, Benim´le karşılaş­tığında rızama nail olur. Kim de bunlara öfkelenirse, Benim´le kar­şılaştığında gazabıma uğrar".

Bir başka rivayetite ise şu bilgi yer almaktadır: "Musa´ya (as) ilk. yazılan ayet şuydu:: Ben, Ben´den başka ilah bulunmayan Allah Te-aTa´yım. Kim Benim hükmüme rıza gösterir, kazama teslim olur ve belama sabrederse, onun sıddık yazar ve kıyamet günü sıddıklarla beraber diriltirim".

Meşhur bir hadiste de aynı anlamda şöyle buyurduğu nakledil­miştir: "Hayır ve şerri takdir ettim, o ikisini kullarımın ellerine verdim. Hayır için yarattığım kullar ne iyidirler! Ben hayrı onların ellerinde icra ettiririm. Şer için yarattıklarımın da vay hallerine. Şerri de onların elleriyle icra ettiririm. Vay haline, vay hallerine o kimselerin ki ´Neden? Nasıl´ diye sorarlar!"

Geçmiş peygamberlerden biri hakkında şu haber rivayet edil­miştir:
"O, on yıl boyunca Rabbine açlık ve fakirlikten yakınmıştı. Ama bütün bu zaman esnasında O´ndan her hangi bir dilekte de bulunmamıştı. Allah Teala ona şöyle vahyetti: Halinden niçin yakı­nıyorsun? Senin muhtaciyetin, nezdimdeki Ümmü´l-Kitab´da gök­leri ve yeri yaratmadan önce kaydedilmişti. Bu hususta seninle il­gili geçmiş bir yazı vardı ve Ben de dünyayı yaratmazdan önce se­nin için bunu takdir ettim. Senin için dünyayı yeniden yaratmamı mı istiyorsun? Ya da senin için daha önce takdir ettiğimi değiştire­rek Benim değil de senin istediğini oldurmamı mı arzu ediyorsun? İzzet ve celalim hakkı için, bir kez daha kalbinden bu tür bir dü­şünce geçirirsen, seni peygamberlik defterinden silip atarım".

Adem (as) hakkında da şu hadise rivayet edilmiştir:
"Onun kü­çük çocuklarından biri bedenine tırmanıp iniyor, biri ayağını ka­burga kemiğine dayayarak onu merdiven gibi kullanıyor ve başına çıkıyordu. Sonra da aynı şekilde kaburga kemiklerine basarak aşa­ğı iniyordu. O ise bunlar olurken dalgın dalgın yere bakıyor, tek ke-

lime etmediği gibi başını da kaldırmıyordu. Çocuklarından biri, ´Babacığım, sana yaptıklarını görmüyor musun? Azarlasan böyle yapmazlar dedi. Bunun üzerine Adem (ra) şöyle dedi

Ey oğul, ben sizin görmediklerinizi gördüm, bilmediklerinizi bil­dim. Ben, bir defa öfkeyle haraket ettim, o yüzden de keramet yur­dundan zillet yurduna, nimetler yurdundan çile yurduna indiril­dim. Bir hareket daha yaparak, bilmediğim musibetlere düçâr ol­maktan korkuyorum". Başka bir rivayette ise şöyle dediği nakledil­miştir: "Allah Teala, dilimi tuttuğum sürece beni çıkardığı yurda geri koymayı taahhüt etti".

Ebu Muhammed Sehl (ra) şöyle demiştir:
İnsanların yakini imandan payları, rıza makamındaki payları oranındadır. Rıza ma­kamındaki payları ise, Allah Teala ile beraber yaşamaları mikdarı-na göredir". Atiyye, Ebu Said el-Hudri´den (ra) Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Allah Teala hüküm ve cela­li ile, rahatlık ve sevinci, rıza ve yakinde varederken tasa ve hüz­nü ise kuşku ve Öfkede var etmiş tir".

Mubah bir şeyi kınamamak ve Allah Teala´nın kazası sonucu gerçekleştiğinde ayıplamamak da rızanın gereklerindendir. Bütün işlerde Sâni´ olan Hak Teala´ya şahit olmak ve O´un yapısındaki güzelliği görmek gerekir. Akıl ve adetin makul gördüğü sınırdan çı­kılmadıkça böyle davranmak yerinde olur.

armi
Wed 6 January 2010, 04:03 pm GMT +0200
Ariflerden bir zat, bunları Allah Teala´dan haya etme babında görürdü. Onlardan biri de şöyle demiştir: Bunlar, Allah Teala´ya karşı güzel ahlaka sarılmanın gereklerindendir. Kimi de bunları, Allah Teala´nın huzurunda takınılması gereken edeb kapsamında değerlendirmiştir. İş böyle olunca, aslen mubah kılınan şeyleri kı­namak ve onları ayıplamak, Allah Teala karşısında kötü bir ahlak sergilemek ve O´nun huzurunda kötü davranmak olmaktadır.

Bunlardan daha ağırı, Allah Teala´dan utanmama babından de­ğerlendirilmesidir. Bu da, "Hayasızlık, küfürdür" şeklindeki hadi­sin anlamlarından biri olarak değerlendirilebilir. Buradaki küfür, kusurlu görmek veya kınamak suretiyle nimete nankörlük etmek anlamındadır.

Allah Teala´nın lütuf ve şefkatinin eseri olarak verdiği bir ni­met, benzeri bir nimetten eksik veya nimet verilen kimsenin arzusuna ters olabilir. Böyle bir durumda o nimeti ayıplı görmek veya kınamak, nimete küfür ve nimet sahibi olan Allah Teala´ya karşı hayasızlık olur. Çünkü O, nimetinden dolayı şükredilmesini emret­miştir. Şükrün mukabili ise nankörlük ve inkardır.

Bir kimse size yemek hazırlasa ve siz, o yemeği beğenmeseniz ya da eleştirseniz, hoş görülmeyen bir davranış sergilemiş olursu­nuz. Allah Teala da aynı şekilde nimetine kusur bulmanızı hoş gör­mez. Bu konu, Allah Teala´nın sıfatlarının anlamları kapsamına gi­ren bir husustur.

Şu sözün muhtevasında da bu hususa işaret edilmektedir:
"Rab-binizi en iyi bileniniz, kendisini en iyi bileninizdir". Çünkü mahlu-katla ilişkilerinizde nasıl sıfatlara sahip olduğunuzu gördüğünüzde, Hâlık ile ilişkinizdeki hallerinizi de daha iyi görebilirsiniz.

Rıza ehlinden bazıları varlıkları kusurlu bulan ve kınayan kim­selerin davranışlarını, onların Yaratıcısı hakkında gıybette bulun­mak olarak görmektedirler. Çünkü bütün şeyler, O´nun yapma ve yaratmasının eserleri, hikmetinin sonuçlan, ilminin tecellisi, ted­birinin yansıması ve kaderinin neticelerinden ibarettir.

Allah Teala, hüküm verenlerin en iyisi, rızık verenlerin en ha­yırlısı ve yaratıcıların en güzelidir. O´nun her şeyde büyük bir hik­meti ve her işte hünerli bir sanatı vardır. Siz bir sanat eserini ayıp­ladığınız ve tenkid ettiğiniz zaman, bu sözünüz onun asıl Sanat-kârı´na ulaşacaktır. Çünkü onu yapan ve hikmeti gereği ortaya çı­karan O´dur. Çünkü sanat da sonuç itibarıyla yaratılmış bir hüner­dir. Allah Teala sanatı yaratmamış olsaydı, onun eserleri de yapıla­mazdı. Sanatın, sanatı ortaya çıkarma noktasında hiç bir rolü yok­tur. O da Allah Teala´mn bir eseridir.

Vera ehli, Allah Teala´ya gıybette bulunmuş olmamak için hiç­bir eseri kusurlu görüp tenkid etmezlerdi. Çünkü Allah Teala´dan razı olan bir kul, O´nun huzurunda edebini takınır, O´nun yurdun­da O3na karşı çıkmaktan ve hükmüne itiraz etmekten haya eder.

Dünya yurdunun asıl Sahibi olan Hak Teala, hükmünde diledi­ğini yapar. Hüküm Sahibi, dilediği.şekilde hüküm verebilir. Kul ise, Rabbinin yaptığına razı, Hâkim-i Mutlak´m hükmüne teslim olmuştur. îsrailiyat kaynaklı haberler arasında şu hadise nakledil­miştir: "İsa (as), arkadaşlarından bir toplulukla, bir köpek leşinin

yanından geçmişlerdi. Burunlarını kapatarak, Üf, Üf, ne kadar iğ­renç bir koku!´ dediler. İsa (as) burnunu kapatmadı ve köpek için, ´Dişleri ne kadar da beyazmış´ dedi".

O, bu sözüyle arkadaşlarını gıybetten sakındırmak ve eşyanın kusurlarını olduğu gibi bırakmak gerektiğini öğretmek istemiştir. Çünkü o, Allah Teala´nm yarattığını O´nun eseri olarak görüyor ve Allah Teala´ya bakışına göre elden geçirerek buna göre hüküm ve­riyordu.

Rivayete göre Allah Resulü (sav), hiç bir yemekte kusur bulma­mıştır. Eğer iştahını çektiyse yemiş, çekmediğinde ise bırakmıştır. Enes b. Malik (ra) şöyle demiştir: Allah Resulü´ne (sav) on yıl hiz­met ettim. Hiç kimse benim efendim gibi olamaz. O, bir gün dahi yaptığını bir şey için ´Şunu niçin yaptın?´, yapmadığım bir şey için de, ´Keşke yapsaydın´ dememiştir. Yine O, olmuş bir şey için, ´Keşke olmasaydı´ veya olmamış bir şey için de, ´Keşke olsaydı´ dememiştir. O, daima şöyle derdi: ´Takdir edilmişse, muhakkak olur [11] İşte ya-kini iman sahibi ve müşahedesi açık bir kulun sıfatı böyle olur.

Rıza makamının bu inceliklerini düşünen ve bunlara riayet eden kimseler, Allah Teala´nın katında mukarrebun makamına yükseltilmişlerdir. Bunları hafife almak ve ilgisiz kalmak ise, kalp­lerin kararak bozulmasına yol açar.

Bu hale düşen kalpler, muhabbet ve rızaya asla uygun olamaz­lar. Bu tür haller, itiraz ve Allah Teala´nın takdirinde seçicilik gibi yanılgılara sebebiyet verir. Bu da, O´nun huzurunda öne atılmak demektir. Şehrin de ifade ettiği gibi bu, kulun tedbire yönelmesidir. O şöyle demiştir: İnsanların tedbirleri, onları Allah Teala´dan per­deler.

ı Bu konuda şöyle bir hadise anlatılmıştır: Bir müslüman, arif­lerden biriyle yolculuğa çıkmıştı. Adam yolda bir şeyi kurcaladı ve onu, durduğu yerden oynatarak başka bir yere kaydırdı. Bunun üzerine arif zat, *Ne yaptın? Allah Teala´nın mülkünde, sünnet ve zaruret bulunmaksızın yeni bir şey ihdas ettin? Artık benim ya­nımda yolculuk etme. Bizler için bunlar dışında başka günahlar ol­masa bile, bunlar yeter. Daha da ötesinde bunları hafife almak büyük günahtır" dedi´. Bundan daha da ağırı, sözkonusu günahlar şe| bebiyle tevbe ve istiğfarda bulunmaya gerek görmemektir.

Rıza-i İlahi peşinde koşanların amelleri, Allah yolunda mücajtiL ´ rde edenlerin amellerinden kat kat fazla sayılır. Çünkü Allah yolun da cihad edenlerin amelleri, yediyüz katıyla sevaplandirilir. Rıza arayanların amelleri ise, sayılamayacak kadar fazlasıyla ödüllen­dirilir. Allah Teala, bu meyanda şöyle buyurmuştur: "Allah, diledi-; ğine kat kat verir". (Bakara/261); "Allah da ona, kat kat fazlasıyla ödesin". (Bakara/245) Denildi ki: Bir hasene, iki milyon katıyla ödenebilir.Allah Teala buyurdu ki: "Mallarını Allah rızasını umarak ı´Vıi kendilerini sağlam tutmak için infak edenler, tepe üzerindeki bir bahçe gibidirler". (Bakara/265) Böyle bir bahçede, kaç başak ve da-ne bulunur? Elbette sayılamayacak kadar çok bulunur. İşte onlar, Allah Teala´nın haklarında, "Allah, dilediğine kat kat verir" (Baka­ra/261) buyurduğu kimselerdir. Bunlar, Allah Teala´dan razı olmuş kimselerdir. Çünkü onlar, Allah Teala´nın rızası için O´nun uğrun­da karz-ı hasen vermiş kimselerdir. Allah Teala da, bunun karşılı­ğını katlanyla vermeyi taahhüt etmiştir.

Allah Teala´nın hikmetini akleden kimse, O´nun hüküm verdiği hususlarda tam teslimiyet gösterir. Çünkü Allah Teala eşyayı, ken­di tercihiyle varetmiş ve iradesiyle açığa çıkarmıştır. Takdir edilen­ler, bu sayede yapılır ve işlerin akıbeti de O´na döndürülür. Kul, ar­zuladığı şeyde nefsiyle, alışkanlığıyla ve akıl yoluyla bildiğiyle bir­likte olamaz.

Ariflerden bir zat şöyle demiştir: Rıza makamı dışında her ma­kamdan bir hale nail oldum. Ondan ancak, koklanacak kadarını gördüm. Buna rağmen bütün yaratılmışları cennete, beni cehhene-me koysa, bundan bile razı olurdum.

Derece bakımından onun üstünde bir arife de şöyle sorulmuştu:
Allah Teala´dan rızada nihai noktaya ulaştın mı? Şu cevabı verdi: Nihai noktaya asla. Ama rızadan bir makama ulaşabildim. Öyle ki Allah Teala beni, cehennem üzerinde köprü kıldı da, insanlar be­nim üstümden cennete geçtiler. Sonra da, taksimi gereği insanlar yerine cehennemi benimle doldurdu. O´nun bu hükmünü sevdim ve
taksiminden razı oldum.

Ruzbari´den şunu naklettiler:
Ebu Abdullah b. el-Cela ed-Dı-meşki´ye falanın şöyle dediğini naklettim: Halkın O´na itaat ede­ceklerini bilsem, bedenimin makaslarla doğranmasını isterdim. ´Bunun anlamı nedir?´ denildi. Ebu Abdullah şöyle dedi: Ey kişi! Eğer bu, insanlara şefkat ve nasihat babından ise maruf görürüm. Eğer tazim ve yüceltme babından ise maruf görmem. Ruzbari dedi ki: Dımeşki, bunu söyledikten sonra bayıldı.

İmran b. Husayn´m karnı su koplamıştı. Bu nedenle de otuz yıl boyunca sırtüstü yatmak zorunda kalmıştı. Bu kadar uzun bir sü­re ne oturabilmiş, ne de doğrulabilmişti. Hurma dallarından yapıl­mış yatağının altında bir delik delinmiş ve altına büyük küçük ab-destini yaptığı bir kap konmuştu. Bir defasında Mutarraf ve karde­şi Ala ziyaretine gelmişlerdi. Mutarraf onun bu halini görünce ağ­lamaya başladı.

İmran, ´Niçin ağlıyorsun?´ diye sordu. O da, ´Seni bu sıkıntılı du­rumda gördüğüm için´ dedi. İmran, ´Ağlama, Allah Teala´ya sevim­li gelen, bana da sevimli gelir" dedi. Ardından şunu ekledi: Sana faydası dokunacak bir şey söyleyeyim, ancak bunu, ben ölünceye kadar kendine sakla. Melekler, beni ziyaret ediyorlar, onları hisse­diyorum. Bana selam veriyorlar, selamlarını işitiyorum.

îmran (ra), bu sözüyle başındaki bu musibetin bir ceza olmadı­ğını göstermek istemiştir. Çünkü bu tür bir işaret, hayırda bir de­rece, bir rahmet ve bir imtihandan başka birşey değildir. Cezalar, bu tür ilahi işaretlerle beraber gelmez. Cezalarda, böyle tatlar ve kalpler için gaybi esintilerin güzel kokuları bulunmaz. İmran, Mu­tarraf üzüldüğü için, onu sevindirmek istemiştir.

Habib Teala´yı zikreden kul, o Tabib ile buluşmayı daha çok is­ter. Nitekim muhibbandan biri şöyle demiştir:


Ey zikriyle tedavi olduğumuz Habib,

En garip hastalıklara bile Seni tavsiye ederler.

Her kim gizlice tabib ararsa,

İşte o Tabib´le buluşma özlemiyle hastalanandır.

Habib´i arayan, koşar O´na,

Ehli O´nsuz cefa çekerken yakını da acı çeker. .

Aşığın derdi, tedavi edilecek bir dert değildir,

Onun tek çaresi, Habib ile buluşmadır.

Süveyd b. Şu´be´yi ziyarete gitmiştik. Yere yayılmış bir yatak ör­tüsü gördük. Altında birşey bulunduğunu sanmamıştık. Neden sonra onun altından göründü. Hanımı şöyle dedi: Ailem sana feda olsun. Sana yemek de yediremiyoruz, çorba da içiremiyoruz.

Bunun üzerine şöyle dedi: Yatalaklığım uzadı. -Ne kadar za­mandır böyle olduğunu belirttikten sonra- Artık en cılız binek hay­vanına bile yetişemez oldum. Çok zayıfladım. Ne yemek yiyebiliyor, ne de çorba içebiliyorum. Bunlardan geri kalmak, beni tırnak ucu kadar olsun mutsuz etmiyor.

Huzeyfe (ra) ölüm hastalığına yakalandığında şöyle demeye başlamıştı
: İzzetin hakkı için, muhakkak ki Seni nasıl sevdiğimi bi­liyorsun. Ölümü iyice yaklaştığında ise şöyle demeye başladı: İşte Habib ihtiyaç üzerine geldi, nedametten kurtulamıyorum. Benzer bir hal, Ebu Hüreyre (ra) için de rivayet edilmiştir.

Sa´d (ra) Mekke´ye geldiği zaman gözleri görmez olmuştu. Halk, coşkuyla onun yanına geliyor ve her biri kendisi için dua etmesini istiyordu. O da, herbiri için ayrı ayrı dua ediyordu. O, duası kabul edilen bir şahsiyetti. Çünkü Allah Resulü (sav) duasının kabul edil­mesi için Rabbine dua etmişti.

Abdullah b. Saib şöyle demiştir:
Ben onun yanına henüz çocuk iken gitmiştim. Ona takdim edildiğimde beni tanıdı ve, ´Sen Mek­ke´nin kari´isin değil mi?´ diye sordu. Ben de, ´Evet´ dedim. Bir kıs­sa anlattım ve sonunda şöyle dedim: Ey amca, sen insanlar için dua ediyorsun, kendin için dua etsen de Allah Teala gözlerini tekrar aç­sa. Bunun üzerine tebessüm etti ve şöyle dedi: Ey oğul, Allah Tea-la´nm kazası, benim için gözümden daha hayırlıdır

Rıza ehlinden birinin, üç günlük çocuğu kaybolmuştu. Bir süre çocuktan bir haber çıkmadı. Bunun üzerine kendisine, ´Allah Tea­la´ya çocuğunu geri vermesi için niyazda bulunsan´ denildi. O zat, ´Takdir ettiği bir hususta O´na itirazda bulunmam, benim için ço­cuğumun kaybolmasından daha ağır bir durumdur´ dedi.

Abidlerden birinden de şu söz rivayet edilmiştir
: Bir günah işle­miştim. Otuz yıldan beri onun için ağlıyorum. O zat, gerçekten de sözkonusu günahının tevbesi için gayret göstermekteydi. Bir gün, ´O günah neydi?´ diye soruldu. Dedi ki: Bir defasında, olan bir şey için, "keşke böyle olmasaydı´, demiştim.


Selef-i Salih´ten bir zat ise şunu söylemiştir:
Bedenimin makas­larla doğranması, Allah Teala´nm kazası için, ´Keşke böyle kaza bu-yurmasaydı´ dememden daha iyidir.

Bişri-i Hafî´den de (ra) şunu naklettiler:
Abadan´da bir adam gördüm. Bir musibet onu pârelemiş, göz bebekleri yanaklarına ak­mıştı. Bu halinde, Allah Teala´yı sürekli zikrediyor, O´na şükrünü eda etmeye çalışıyordu. Bu durumda iken, Allah aşkıyla bir nöbete tutuldu. Başını kucağıma koydum ve Allah Teala´ya onu iyileştir­mesi için dua ve niyazda bulundum.

Az sonra ayıldı. Duamı işitmişti. Şöyle dedi: Benimle Rabbim arasına giren bu fuzuli kişi de kimdir? Rabbimin bana olan nimeti­ne nasıl itiraz edebiliyor? Sonra başını kucağımdan uzaklaştırdı. Bişr (ra) daha sonra kendi kendine şunu söylemiştir: Bundan son­ra musibet izleri taşıyan bir kulun nimette olduğunu bilerek, tak-dir-i ilahiye karşı çıkmamanın gerektiğine inandım.

Abdülvahid b. Zeyd´e, ´Şurada bir adam var. Elli yıl kullukta bu­lundu´ denilmişti. Abdülvahid onu görmeye gitti ve ´Habibim bana seni haber verdi. O´na doyabildin mi?´ Adam, ´Hayır1 dedi. Teki O´nu hissedebildin mi?´ diye sordu. Adam, ´Hayır* dedi. ´O´ndan ra­zı olabildin mi?´ diye sorduğunda, adam yine, ´Hayır5 dedi. Abdülva-´ hid, ´Senin bütün amelin oruç tutup namaz kılmak mı?´ diye sordu. Adam, ´Evet´ dedi. Bunun üzerine Abdülvahid şöyle dedi: Eğer sen­den çekinmesem, elli yıllık ibadetinin kusurlu olduğunu söylerdim.

Abdülvahid, bu sitemiyle şunu anlatmak istemişti:
Elli yıllık ibadetin, seni Hak Teala´ya yaklaştırarak Mukarrebun zümresine dahil edememiş. Böyle olsaydı, kalbî amellerin sevabına da nail olurdun. Allah Teala, veli kullarına böyle yapar. Oysa sen, O´nun nezdinde ashab-ı yemin arasmdasm. Avamın amelleri, bedensel ibadetlerde artar. Kişi, kendinden daha üstün birileri olsa da ma­kamında ihlaslı olabilir.

Şam ehlinin abidlerinden ve alimlerinden biri olan İbni Muhay-riz´den Allah Teala´ya muhalefet konusunda manası zor anlaşılır bir söz rivayet edilmiştir. Bu söz, tefsir edilse bile, dinleyenlerin ve mecliste bulunanların anlamaları yine de çok zor olacaktır. Sözün tefsiri de ayrı bir tefsire muhtaçtır. Onun sözü şudur: "Hepiniz, Al­lah Teala´ya kavuşacaksınız. Belki bazıları, O´nu yalanlamış olabi-

lir. Mesela sizden biri, parmağı altından olsa, onunla işaret edip du­rurken, parmağında felç olduğu zaman onu gizlemeye çalışacaktır." Altın, dünya süslerindendir. Allah Teala ise, dünyayı yerip kı­namıştır. O´nun imtihanı ise ahiret ehlinin süsüdür. Allah Teala da ahireti övmüştür. Onun sözüne göre Alah Teala size dünya süsünü verdiği zaman onu gösterip övünmektesiniz. Ahiret süsü olan, mu­sibet ve belaları verdiğinde ise, onlardan hoşlanmaz ve ayıplanma­mak için gizlemeye çalışırsınız. O, dünya sevgisi, dünya süsüyle süslenme ve Allah´tan gelen musibetlerden hoşlanmama hallerini Allah Teala´yı yalanlama ve O´nun layık gördüğü sıfatı reddetme olarak görmüştür. Bunlar, zühd ve rıza babına giren hususlardır.

İnsanların kendisini ayıplamasından korkarak başına gelen fa­kirlik ve musibetleri gizleyen kimsenin bu davranışı ise, Allah Te­ala´ya imanın zayıflığı kapsamına girmektedir. Aynı şekilde zengin­liğini Allah Teala´nın nimetini anma ve izhar etme niyeti olmaksı­zın gösterip duran kimse de, dünya sevgisinin güçlülüğü sebebiyle böyle davranmaktadır.

Ebu Süleyman ed-Darani şöyle demiştir: Sınırı olmayan üç ma­kam vardır:
Zühd, vera ve rıza. Oğlu Süleyman ise, babasının bu görüşüne karşı çıkmıştır. O da arif bir zat idi. Ulemadan bazıları, onu babasından daha ileri görürdü.

Onun oğlu Süleyman ise şöyle demiştir: Aksine, her hususta ve­ra´ ile hareket eden, vera´m zirvesine ulaşmış olur. Her hususta zühd gösteren, zühdün zirvesine ulaşmış olur. Her halinde Allah Teala´dan razı olan kimse de, rızanın doruğuna ulaşmış olur.

Rıza ehlinden birinin, kulluğu ikmal ve her konuda muhtaciye-tini gösterme maksadıyla, Allah Teala´dan dünya ve ahiret yararı­nı niyaz etmesi, onun makamını zedelemez. Çünkü bunda da, Al­lah Teala´nın rızası ve yarattıklarının O´na muhtaç olması sebebiy­le övülüp hamdedilmesi sözkonusudur.

Kul, bütün dileklerini, Rabbinden gelen nasibine havale edip sevgisi vasıtasıyla O´na yakınlaşmak ister ve O´nu masivaya tercih ederse, bu hali sebebiyle fazilet sahibi görülür. Çünkü o, kalbini Al­lah Teala´ya havale etmiş ve kaygısını O´nun üzerinde toplamıştır. Bu, rıza sahibinin marifetullah noktasındaki müşahedesi kadar olur. Bu ise, mukarrebunun makamı ve halinin gereğidir. Zira onunhallerinden herhangi birinde ameli ilmine göre sorulur. Bütün öm­ründe işlediği ameller de, yine ulaştığı ilimlere göre sorgulanır.

Üsttaki usulü iyi Öğrenin. Bu, sufilerin izledikleri yoldur. Se­lefin arifleri de o usul üzere amel etmişlerdir. Herhangi birinin karşı çıkması onlara asla zarar vermezdi.

Kulun duası, Efendisi´ni yüceltmek ve O´nu övmek için olup kendisini anmak ve başkalarını unutmak için değilse bunda hiçbir sakınca yoktur. Çünkü Allah Teala, sıfatı gereği bunu vacip kılmış­tır. Bu tür istek ve duada bulunmak kul üzerine farz kılınmıştır. Böyle yapan kul da, kendi lehine olanlardan çok kendine farz kılı­nanlarla uğraşmış olur. Bu ise, çok daha faziletli olup muhibbanm makamıdır. Bu, sürekli Allah Teala´nm şahitliğini yerine getirme makamıdır. Daha önce belirttiğimiz gibi o da, amel ettiği andaki il­minin gerektirdiği amelde bulunma halinin kapsamına girer.

Alimler, şu üç makamdan hangisinin daha üstün olduğu husu­sunda ihtilafa düşmüşlerdir:


İlki, Allah Teala´ya kavuşma arzusu ile ölümü arzulayan kulun makamıdır.

ikincisi, Rabbine hizmet ve O´nun yolunda çaba sarfetmek için yaşamayı isteyen kulun makamıdır.

Üçüncüsü ise, ´Hiçbirini tercih etmiyor, Rabbimin benim için ra­zı olduğuna rıza gösteriyorum. Beni ister ebediyete kadar yaşatsın, isterse yarın canımı alsın´ diyen kulun makamıdır.

Alimler, bu üçü hakkında bir arifin hakemliğine başvurdular. O da şöyle dedi: Rıza sahibi olan, en faziletlileridir. Çünkü o, fuzuli is­tek bakımından en az olandır.

İtiraz ve tercihte bulunmayı terketmeye dair söylediklerimiz de bunu teyid etmektedir. Çünkü kul, dünya yurduna veya ahiret yur­duna kendi tercihi olmaksızın girmektedir. Dolayısıyla dünyadan çıkışı da, girişi gibi tercihi olmaksızın gerçekleşecektir. Ayrıca rıza makamı, şevk ve Özlem makamından daha üstündür.

Fazilet bakımından ölümü isteyen ikinci sırada gelir. Çünkü o, Allah Teala´ya kavuşma özlemiyle ölümü arzu etmektedir. Bu da, muhabbette bir makam ve hayata önem vermeme noktasında mü­him bir derecedir. Bir hadiste Allah Resulü´nün de (sav) şöyle bu­yurduğu rivayet edilmiştir:

"Kim Allah Teala´ya kavuşmayı arzu ederse, Allah Teala da onunla kavuşmayı ister".[12]

Allah Teala´ya ve dinine hizmet için yaşamak isteyen kimse de fazilet sahibi görülür. Ancak onun makamı, üçüncü sırada gelir. Onun makamı, ümidin kuvveti ve günahtan korunma noktasında hüsnü zannı ihtiva etmektedir.

Bu kimse için de belli bir aşinalık ve Allah Teala´ya yakınlık ih­timali gözlenir. Dolayısıyla makamı ona güzel gelir, nefsi sükunet bulur ve günleri kısalır. Allah Resulü (sav) şöyle buyurmuştur: "Müminlerin iman bakımından en faziletlisi -müminlerin iman ba­kımından en mükemmeli- ömrü uzun, ameli güzel olandır". Çünkü ameller, imanın gerekleridir. İmanın gerçeği de, onun söz ve amel olmasıdır. Bunların ötesinde ise, sahibinin sevinip gıpta edebilece­ği ve övgüyle anılabileceği başka bir makam yoktur. Zira bunlar dı­şında, nefsi tatmin için uzun süre yaşama arzusu sözkonusu olur.

Nefis, bu yolun yolcusu olan zayıf kimselere meyledebilir. Bu­nun sonucunda da, onda bir hastalık gizlenebilir. Bu hastalık, nefs ve onun arzuları için daha uzun süreli yaşama isteğidir. Nefs, ha­yatı sevme tabiatıyla yaratılmış olup tul-i emeli ve tabiatı gereği ölümden nefret eder.

Sonra da, kendisinin Allah Teala ve O´na taat için yaşamak is­tediği vehmine kapılabilir. Bu, ancak gerçek zühdün ortaya çıkar­tabileceği gizli şehvettir. Bu üçüncü yolda da ancak arif, zahid ve sürekli yakini müşahede eden bir kul fazilet sahibi sayılır. Şahsi sı­fatı ve hevası sebebiyle hastalıklı olan kimseye ise, ne bir makam­da, ne de bir yolda itibar edilmez.

Bir gün Vüheyb b. el-Verd, Süfyan-ı Sevri ve Yusuf b. Esbat bi-raraya gelmişlerdi. Sevri dedi ki: Geçmişte ani ölümden hoşlan­mazdım. Bugün ise, şurada ölmüş olmayı istiyorum. Yusuf, ´Niçin?´ diye sordu. Süfyan, ´Fitneden endişe ettiğim için´ dedi. Yusuf şöyle dedi: Ama ben, uzun süre yaşamayı mekruh görmüyorum. Sevri, ´Ölümü niçin hoş görmüyorsun?´ diye sordu. O da, ´Belki bir güne rastlarım da, o gün tevbe edip salih bir amel işlerim, diye´ dedi.

Bir ara, Vüheyb´e, ´Sen ne diyorsun?´ diye soruldu. O da şunu söyledi: Ben hiçbirini tercih etmiyor, Allah Teala´nm istediğini istiyorum. Bunun üzerine Sevri, onun alnını Öptü ve şöyle dedi: Ka­be´nin Rabbi´nin hakkı için, işte ruhaniyet! O, bu ifadesi ile ruhani­lerin makamını kasdetmişti. Ruhaniler, ruh ve reyhan ehli olan yakın kılınmış insanlardır. Onlar, muhabbet ve rıza ehlidirler. Tıpkı Allah Teala´nın buyurdu­ğu gibi: "Ona ruh/rahatlık ve reyhan/ güzel rızık vardır". (Vakıa/89) Yani onlar, Allah Teala´nın yakınında esen meltemden koklayacak ve Allah Teala´nın sevgisinden rızıklanacaklardır.

Allah Teala, ashab-ı yemin için her türlü darlık ve belada bir kurtuluş bulunduğunu haber vermiştir. Mukarrebun ise, daha üs­tün olanlardır. Dolayısıyla onlar için de her türlü belada bir rahat­lık vardır. Bunun sebebi de onların Karib olan Allah Teala´yı müşa­hede etmeleridir. Allah Teala´ya her yakınlıkta Habib´in yakınlığın­dan dolayı bir reyhan/güzel rızık mevcuttur. Onlar, işte bu sebeple yücelmiş ve daha üstün tutulmuşlardır.

Sufîlerden bir zat şöyle demiştir:
Arifin eşyadaki sırrı, kuyunun içindeki su gibi belli bir makam tutmaz. Oradan çıkartıldığında ise açığa çıkar.

Allah Teala´dan razı olan kimse, O´nun zemmettiğini zemmedip, mekruh gördüğünü mekruh görür. Bu, onun rızasını zedelemez. Rabbine muvafık davranmasından dolayı fiillerinde ihsan sahibi sayılır. Eğer halinden razı olmazsa, din ve ahireti bakımından kay­ba uğrar. Dünya malının çokluğunu, onu biriktirmeyi ve toplamayı mekruh görürse, rızasına halel gelmez. Çünkü o. bu davranışıyla zühdün hakikatine ermiştir. O, bu hallerinin tamamında ilme uy­gun davranmış sayılır.

Allah Teala, kulunun hükümlerini en iyi bilendir. O, kullarına herkesten daha sahipleniri ve onu halkın tamamından daha çok müşahede edicidir. En yüce misal O´nundur. Buna bağlı olarak da hükümlerine şahit olur, emrini çiğneyen kullarıniizemmeder, ilmi­ni iradesiyle tatbik eder ve yasağını ihlal eden asilere de Zatı´nın adalet ve hikmeti gereği buğzeder.

O, veren ele şahit olur, infak edenleri över, iradesini onları mu­vaffak kılacak şekilde devam ettirir, kendinden bir kerem ve lütuf olarak amel ehlinin şükürlerini kabul eder. O´ndan razı olanlar da, O´nun verdiği hükümlere uygun davranır ve çizdiği yolda O´na tabi

olurlar. Takdirinde O´na teslimiyet gösterirler. Onlar, Allah Teala hakkında ilim sahibi, O´nun tedbirine razı, vazettiği şeriatı uygula­yan, Resulü´ne (sav) uyan, Rabbi´nin zemmettiğini zemmeden, sırf kendi yararını gözetmeksizin O´nun övdüklerini öven kimselerdir.

Acıları ve musibetleri, Allah Teala´nın lütfettiği nimetler olarak gören rıza ehlinin, bunları anlatması ve başkalarına bildirmesi, hal­lerini zedelemez. Kalpleri, kazaların acısından dolayı sızlanıp ser­zenişte bulunmadıkça ve öfke göstermedikçe rızaları zedelenmez.

Rıza makamının başı sabırdır. Sonra kanaat gelir. Ardından sı­rayla zühd, muhabbet ve tevekkül gelir. Buna göre rıza, tevekkül sahibinin halidir. Tevekkül de, rızanın makamıdır. Fudayl b. Iyaz şöyle demiştir: Gerçek rıza; Allah Teala´m vermesi ve engellemesi­nin kulun gözünde eşit olmasıdır. Başka biri de şöyle demiştir: Ki­şinin kalbi, varlıkta ve yoklukta, sağlıkta ve hastalıkta değişmezse rıza göstermiş olur.

Süfyan-ı Sevri (ra) şöyle demiştir:
Allah Teala´nın engellemesi de bir tür vermedir. Çünkü O, yokluk ve cimrilik olmaksızın engel­ler. O´nun engellemesi, güzel tercihi ve bakışıdır. Durum, aynen ifa­de ettiği gibidir. Çünkü engellemenin hakikati, ancak yanında bir şeyiniz bulunan kimse için olabilir. O kimse size engel olarak ver­mekten imtina edebilir. Ya da sizi hakettiğiniz bir şeyden mahrum edebilir.

Ama haketmediğiniz veya yanında size ait bir şeyiniz bulunma­yan kimsenin engelleme ve mahrum etmesinden sözedilemez. Çün­kü bunu takdir eden Allah Teala, herşeyin yaratıcısı, ilk defa orta­ya çıkarıcısı ve ortaya çıkardıklarının tek Maliki´dir. O, yarattığı için dilediğini seçme hakkına sahiptir. Yarattıklarından hiçbirinin ise, seçme veya O´nun hükmünü paylaşma hakkı yoktur.

O, hiçbir varlığı hükmüne ortak etmez. Kul, hiç bir şey değil­ken, herşeyi seçip tercih eden O´dur. Bu da, O´nun farklı takdirleri­ne göre verdiğidir. O´nun verme fiili, çeşitli hükümlere, acı-tatlı bir­çok tedbire, şefkat ve zorlama, darhk-bolluk gibi tasarruflarına bağlıdır. Kimi, insan nefsine uygun ve yumuşak iken, kimi de onun arzu ettiğinin aksinedir.

Allah Teala´nın verdiği hükümlere sabretmek, müminlerin ma­kamıdır. Bunlara rıza göstermek ise, yakini iman sahiplerinin makamıdır. ´Yakin sahibi bir kavim için, Allah Teala´dan daha güzel hüküm veren var mıdır? Allah hükmedinceye kadar sabret! O, hü­küm verenlerin en iyisidir.

Rıza, yakini iman makamları, muhibbanm halleri ve tevekkül ehlinin müşahedeleri arasındadır. O, Allah Teala´nın bütün fiilleri­ne dahildir. Çünkü bu fiillerin tamamı, O´nun kazasının sebepleri­dir. O´nun mülkünde, ancak O´nun takdir ve kaza ettiği olabilir. Al­lah Teala´yı layıkıyla bilen ariflere düşen; O´nun kazasına rıza gös­termektir.

armi
Wed 6 January 2010, 04:10 pm GMT +0200
Bundan sonra ilmin tafsilatı ve hükümlerin tertibi gelmektedir, iyilik ve birr türünden olanları emretmiş ve mendup görmüştür. Kul da, bunlara rıza göstermiş, fiilen ve seri olarak onları sevmiş­tir. Bunlar sebebiyle de Allah Teala´ya şükretmek farz olmuştur.

Kötülük ve şer türünden olanları ise yasaklamış ve bunları iş­leyenleri azapla tehdit etmiştir. Kula düşen, adalet ve takdir bakı­mından Allah Teala´ya ve O´nun hükümlerine rıza göstermek, her işi hüküm ve hikmet olarak Rabbi´ne havale etmektir. O, kötülük­lere karşı sabırlı olmalı, onlara yaklaşmaman ve bunları yapmayı kendine bir haksızlık olarak görüp bunlar neticesinde gelecek aza­ba razı olmalıdır.

Zira o, bu günahları bizzat kazanarak ve rıza göstererek kendi uzuvlarıyla işlemiştir. En büyük delil, hiç kuşkusuz Allah Teala´ndır. Kulun ise hiçbir özür ve bahanesi yoktur. O, Allah Tea-la´nm iradesine rıza göstermelidir. Ama O, eğer dilerse rahmet ve kereminin bir göstergesi olarak kulunun günahını affedebilir.

Ya da dilerse, adaleti ve hakkaniyeti gereği cezalandırabilir. Bu konudaki hitab-ı ilahinin özü, kazanın kötüsüne irade ve fiil olarak ancak Allah Teala´nın kendi Zatı´ndan rıza göstermesidir. Kul bu­na, kendinden değil Allah Teala´dan geldiğini bilerek rıza göster­melidir. Çünkü yakini iman sahipleri ve muhabbet ehli, iyiliği em­redip kötülükten sakındırma görevini asla ihmal etmezler.

Onlar, masiyetlerin inkar edilerek, dille ve kalple mekruh gö­rülmesi gereğini de inkar etmezler. Çünkü iman, bunu farz kılmış, şeriat da bunu getirmiştir. Allah Teala da onları mekruh görmüş­tür. Yakini iman sahiplerine düşen de; O´nun mekruh gördüklerini mekruh görüp sevdiklerini sevmektir.

Yakin makamı, imanın farz kıldıklarını düşürmediği gibi tevhi­di müşahede de, Resul´ün (sav) getirdiği şeriatı ve O´na uyma me­suliyetini iptal etmez. Kim bunun aksini iddia ederse, Allah Te­ala´ya ve Resulü´ne (sav) iftira etmiş, yakin sahiplerini ve muhab­bet ehlini karalamış olur.

Allah Teala´nın dünyadan ve masiyetlerden razı olan bir kavmi zemmedişini görmüyor musunuz? O, öne geçenlerden geride kal­maya rıza gösteren bu kavim hakkında şöyle buyurmuştur: "Dün­ya hayatına razı olup onunla huzur bulanlar". (Yunus/7) Allah Tea­la, bu tercihlerinden dolayı onları kınayarak şöyle buyurmuştur: "Ahirete inanmayanların kalpleri ona kansın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri suçları işlemeğe devam etsinler diye". (En´am/113) Al­lah Teala, geride kalanlarla (=kadmlarla) birlikte kalmaya rıza göstermelerinden dolayı onları şöyle nitelemiştir: "Kalpleri mühür­lenmiştir. Onlar artık anlayamazlar". (Tevbe/87)

Günahlara ve çirkinliklere, Allah Teala´dan veya başkasından geldiğini düşünerek rıza gösteren, onlar için istekte bulunan, dost­luk kuran ve onlar için başkalarına yardımcı olan, ya da bunun İla­hi Rıza ile ödüllendirilen Rıza makamına dahi olduğunu veya Allah Teala tarafından anlatılıp övülen rıza ehlinin hallerinden olduğu­nu iddia eden kimseler de, Allah Teala´nın zemmettiği o kavimle beraberdirler. Nitekim bir hadiste Allah Resulü (sav) şöyle buyur­maktadır: "Kötülüğe rehberlik eden, onu yapan gibidir". Ibni Me-sud da (ra) ´Kul, münkerden kaçtığı halde, onu yapanın günahı ka­dar günah kazanabilir demişti. ´Bu nasıl olur?´ diye soruldu. O da şöyle dedi: Münkeri anlatır ve ona rıza gösterir.

Bir hadis-i şerifte Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Eğer bir kul doğuda bir adam öldürmüş, batıda baş­ka biri de bu cinayete rıza göstermiş ise, onun cinayetine ortak ol­muş olur". Bu hususta Allah Resulü´nden (sav) mürsel yolla rivayet edilen hasen bir hadis de şöyledir: "Din bakımından kendinden üst-tekine, dünya bakımından da kendinden alttakine bakan kimseyi Allah Teala sabreden ve şükreden olarak yazar. Dinde kendinden alttakine, dünyada ise üsttekine bakan kimseyi ise sabreden ve şükreden olarak yazmaz".[13]

Sonrakiler arasında ortaya çıkan, ilim ve yakini imandan yok­sun bir takım boş kimseler rıza konusunda hata ederek, kendile­rinden kaynaklanan her türlü masiyet ve günahı rıza kapsamına sokmuşlardır. Bunlar, rızanın tafsilatından habersiz ve tevil ilmini anlamaktan uzak kimselerdir. Rıza halinden uzak, Kitab´m müte-şabih ayetlerine tabi olan bu kimseler, fitne maksadıyla sözde ve fİ-ilde bidata yönelmişlerdir. Bunlar, vakitleri heba olmuş ve başka­larının vakitlerini de bu tür boş fikirlerle heba etmiş kimselerdir. Alimler nezdinde, iddialarının batıllığı, yanlışlığına delil aratma­yacak kadar açıktır. Batıl ve boş fikirlerle meşgul olmak da, boştur.

Rıza, ancak Allah Teala´nm emir ve yasaklarına aykırı ve masi­yet olmayan hususlar için geçerli bir haldir. Mesela mallarda eksil­me, dünyevi bakımdan zararda olma, evlat ve ailede kayba uğrama gibi kişiye ağır gelen ve hoş görülmeyen hallerde geçerlidir. Aynı şekilde, Allah Teaia tarafından cezalandırılmayan ve azap tehdidi bulunmayan, suç ve günahlardan uzak uhrevi ameller de rıza ola­bilir.

Batıla yönelmiş biri, cimriliğini, insanlara yardımcı olmaya düşkün olmayışını ve harcamalarım gerekçe göstererek, ya da dün­yevi işlerinin genişliğim ve fakirliğini bahane ederek, bunların kendisini sadaka vermekten ve sahip oldukları konusunda zühd ile davranmaktan alıkoyduğunu söyleyebilir. Ama kendisinin, Allah Teala´nm takdir ettiğine çok az itirazda bulunduğunu, bunun da kendine mahsus bir rıza makamı olduğunu iddia edebilir.

Bütün bunlar, heva sahibi bir eğlence düşkününün boş lafların­dan ibarettir. O, insanları kandıran biridir. Onun temennileri, şey­tanın hile ve aldatmalarından ibarettir. Çünkü rıza; fakirlik ve sı­kıntıyı tercihe engel olmaz. Rıza sahibi de, zühdün faziletini ve onun sıfatlarını nasıl olduğunu bilir.

Rıza sahibi, nimetin çokluğunu ve onun artmasını hoş görmedi­ği için mala sıkı sıkı sarılmayı ve mal bakımından genişlemeyi as­la tavsiye etmez. Çünkü rıza, kulu teşvik edildiği şeyden alıkoyup kendisine hoş görülmeye şeyi yapmaya sevketmez. Bunun aksini söylemek, nefsin bahanesi ve insanların dilinden kurtulmak için onları kandırmaktan öte gitmez. Ama Malik´i olan Allah Teala nez­dinde ne bahanesi, ne de kurtuluşu sözkonusudur.

Yukarıda anlattıklarımızın özü şudur:
Rıza, ancak sabır ve şük­rün güzel görüldüğü şeyler hususunda olabilir. Çünkü rıza, şükür ve sabır makamlarının üstünde bir makamdır. O, sabreden ve şük-redenlerin yapacakları ziyade bir ameldir.

Eğer kul, dinen eksik, dünya bakımından fazla ise ve bu haline rıza gösteriyorsa, bu haline gösterdiği rıza, amellerinin en kötüsü­nü oluşturur. Çünkü bu, emr-i ilahiye aykırı bir durumdur. Allah Teala buyurdu ki: "Allah´tan korkun ve O´nun için vesile arayın". (Maide/35); "Onların en yakınları da Rableri´ne daha yakın olmak için vesile ararlar", fîsra/57); "Rabbiniz´den bir mağfirete koşuşun". (Hadid/21); "Rabbinizden bir mağfiret için yarışın". (Bakara/268)

Allah Teala bu hususta da şöyle buyurmuştur: "Bu konuda re­kabet edenler, rekabet etsinler". (Mutaffifun/26);"îşte onlar, hayır işlerinde yarışırlar ve onlar hayır için önde giderler". (Mü´mi-nun/61) Görüldüğü gibi Allah Teala, hayırda yarışmayı ve öne geç­meyi teşvik etmiş, geri kalmayı ve engelleri bahane göstererek ye­rinde saymayı ise kınamıştır. Müminlerin yolu da da budur. Yakin sahiplerinin makamları da bunda yer alırlar.

Seri es-Sekati´nin pazarı terkederek dünya hakkında zühde yö­nelmesinin sebebi, ´Elhamdü lillah´ sözüydü. O, pazarda yangın çıktığı kendisine haber verildiği zaman, bu musibet sebebiyle paza­ra dönmesi istenirken söylediği hamd sözü sebebiyle ticareti ter-ketmiştir.

Gecenin bir yarısında sokağa çıktığı sırada bir toplulukla karşı­laşmış ve onlar, ´Ey Ebu Hasan, birçok insanın dükkanı yandı, ama seninki yanmadı´ demişlerdi. Bunun üzerine, Rabbi´ne hamdetti. Sonra biraz düşündü ve kendi kendine şöyle dedi: Ben, nasıl kendi malımın kurtulup diğer mümin kardeşlerimin mallarının yanması sebebiyle ´Elhamdü lillah´ derim. Ardından dükkanındaki aletleri, bu sözüne kefaret olması için tasadduk etti. Sonra da pazarı terketti.

Allah Teala da, bu fiili sebebiyle onun şükrünü kabul etti ve dünyada zühd sahibi olmasını kolaylaştırdı. Onu muhabbet maka­mına yükseltti Rızayı terketmesi, onu rızaya sevketmişti. Seri es-Sekati´nin şöyle dediğini duydum: Öyle bir söz söyledim ki, tam otuz yıl ondan dolayı istiğfarda bulundum. Kasdettiği söz, ´Elham­dü lillah´idi.

Bir hadis-i şerifte Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu riva­yet edilmiştir: "Müslümanların işlerine önem vermeyen, onlardan değildir". Meşhur bir hadis ise şöyledir: "İman bağlarının en sağla­mı; Allah için sevmek, O´nun için buğzetmektir".[14]Görüldüğü gibi Allah Resulü (sav) bunu, imanın en sağlam kulpu olarak takdim et­miştir. Çünkü iman, buna dayanmaktadır. Şeytan, bu bağı çöze­mez. İman bağını çözemediği gibi bu bağ üzerinde de hiçbir güce sahip değildir. Çünkü Allah Teala, bu bağ ile onun arasına durur.

Allah Teala, böyle bir imanı kulunun kalbine yazdıktan sonra, ruhunda da ebedileştirmeyi üstüne almıştır. Allah için sevmede, dostluk, can, mal, fiil ve sözle yardımcı olmak vardır. Allah için buğzetmede ise, bunların aksi mevcuttur. Bidatçı, günahkar, fasık, zalim ve saldırgan kimselere buğzetme sözkonusudur. Bunlarla dost olmamak ve kendilerine yardımcı olmamak müminlere farz kılınmıştır.

İşte bu nedenle, Allah dostlarıyla dost olup, O´nun düşmanları­na düşman olmak imanın en sağlam bağlarından biri sayılmıştır. Çünkü şeytanın tasallutu ve arzularınızın etkisiyle masiyet işleye­bilirce Rabbiniz´e karşı gelebilirsiniz. Buna rağmen, günahkârla­ra buğzedip onlarla bu günahları sebebiyle dost olmamanız ve işle­dikleri suçlar sebebiyle onları sevmemeniz gerekir.

Şeytan, nefsiniz üzerindeki etkisi dışında iman bağınız üzerin­de yetki sahibi kılınmamıştır. Allah korkunuz ve murakabeniz nok­tasında yetkili kılınmasına rağmen iman bağınızı sarsma hususun­da hiçbir yetkisi yoktur. O, haramları helal kılma, onları güzel gör­me, onlara inanma, rıza gösterme ve tevbeyi terketme konularında sizin üzerinizde yetki ve nüfuz sahibi değildir. Ama bunlara teşeb­büs etme konusunda yetkili kılınmıştır.

Eğer diğerlerine de yetkili kılınmış olsaydı, fasıkları sever, on­larla dostluk kurar, fısklarmda yardımcı olur, işledikleri haramla­rı helal kılar veya onlara rıza göstererek öyle olduğuna inanırdınız. Bu durumda da, gündüzün geceden sıyrılıp çıktığı gibi imanınız da sizi terkedip giderdi. Bunun azında da çoğunda da, böyle olamazsı­nız. Çünkü sözkonusu bağlar, imanın dayandığı bağlardır. .Bunlar tek bir daire içinde yeralan hususlardır. Allah Teala´nm şu buyruğunu işitmediniz mi? "Müminler, müminleri bırakarak kafirleri dost edinmesinler". (Al-i İmran/28)

Böyle yapanlar, Allah Teala´dan hiçbir hayır elde edemezler. Al­lah Teala´nm şu buyruğunu işitmez misiniz? "Yahudileri ve hıristi-yanları dostlar edinmeyin. Onlar, birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır". (Maide/51); "Müminler, müminleri bırakarak kafirleri dost edinmesinler". (Al-i İmran/28); "Allah Teala´ya, aleyhinize olacak açık bir delil mi vermek istiyor­sunuz?". (Nisa/144) Yoksa Allah, sizleri de onları da cehennemde

toplar.

Yine O, bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki zalimler, birbirlerinin dostlarıdır. Allah da, takva sahiplerinin dostudur". (Casiye/19) Başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır: "İşte kazan­dıkları günahlar sebebiyle zalimlerin bir kısmını bir kısmına böyle dost ederiz". (En´am/129) Ardından da şöyle buyurmuştur: "Kim de müminlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bı-rakar ve cehenneme sokarız". (Nisa/115)

Bir hadiste de Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah Teala, her müminden bütün münafıklara buğze-deceğine dair bir söz almıştır. Yine O, her münafıktan da, bütün müminlere buğzedeceğine dair söz almıştır". Meşhur bir hadiste ise Allah Resulü´nün (sav) şöyle buyurduğu nakledilir: "Kişi sevdiği ile beraberdir ve onun için Allah Teala´dan beklediği vardır"[15]Başka bir hadis-i şerif ise şöyledir; "Kim bir topluluğu sever ve dünyada onlarla dost olursa, Kıyamet günü onlarla beraber gelir".

Allah Resulü´nün (sav), "İman bağlarının en sağlamı, Allah için sevmek, O´nun için buğzetmektir" hadisinin gizli bir anlamı da şu­dur: Müminler sizi sevmeli, münafıklar da size buğzetmelidirler. Bu, sizin iman bağınızın sağlamlığının da alameti olur. Çünkü "Al­lah için sevme" ifadesi, münafıkları, -Sizin onlara buğzettiğiniz gi­bi- onların da size buğzetmeleri anlamına gelir. Yani müminlere se­vimli olmalısınız ki sizi sevsinler. Münafıklara da buğz etmelisiniz ki, sizden soğuyup buğzetsinler. Bu da, onlara meyletmemek ve sü­rekli öğütte bulunmakla olabilir. Bu tür davranmak, sizin imanmızın gücüne ve Allah için hiçkimsenin kınamasına aldırmayışmıza delalet eder. Allah Teala da kendi sevdiği ve kendini seven kulları­nı böyle vasfetmiştir. Bu, uzlaşmaktan ve nifaktan sakınmanızı, vera´ ve ihlasa yaklaşmanızı sağlar. Böyle davrandığınızda, müna­fıkları öfkelendirip size kızmalarını sağlarsınız.

Bu anlamda Allah Teala şöyle buyurmuştur:
"Kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler". (Feth/29) Yani mü­minlere karşı alçakgönüllü, kafirlere karşı ise izzet sahibidirler. Al­lah Teala, Resulü´ne de (sav) bu anlamda şöyle emretmiştir: "Ey müminler, kafirlerden size yakın bulunanlarla savaşın, sizde bir sertlik bulsunlar". (Tevbe/123)

İsa´dan (as) da bu hususta şöyle bir söz rivayet edilmiştir:
´Al­lah Teala buyurdu ki: ´Kullarımın Bana en sevimlileri, seher vakit­lerinde Beni zikredenleri ve Beni günahkârlara buğzettirenleridir". Yani, onlara buğz gösteren ve onları kızdıracak derecede hoşnut­suzluğu açıkça ifade edenlerdir. Onlar kendisine buğzettiğinde, Al­lah Teala da onlara buğze de çektir. Böylelikle Allah Teala´yı onlara buğzettirmiş olacaktır. Bu da, onların buğz e dilmelerine ve gazaba uğramalarına yol açacaktır.

Süfyan-ı Sevri şöyle derdi: "Bir kimsenin komşularına şirin gö­ründüğünü gördüğünüzde, onun münafık olduğunu bilin". Ka´bü´l-Ahbar, Şam ulemasından olan Ebu İdris el-Havlani´ye, ´Halk nez-dinde nasıl görülüyorsun?´ diye sordu. O da, ´Beni seviyor ve değer veriyorlar dedi. Bunun üzerine Ka´b, ´Öyleyse Tevrat beni doğrula­mıyor dedi. el-Havlani, ´Tevrat´ta ne yazıyor ki?´ diye sordu. O şu cevabı verdi: ´Tevrat´ta şunu görüyorum: Alim kimse, komşuları ta­rafından sevilmez".

Müridandan biri şöyle demişti: Marifet ehlinden birine şunu de­dim: Ben, Allah Teala´dan çok gafil, O´nun rızasına koşmada çok za­yıfım. Bana öyle bir şey tavsiye et ki, onunla kaçırdıklarımı telafi edebileyim. Bana şöyle dedi: Ey kardeşim, eğer Allah dostlarına se­vimli görünmeyi, onların gorüllerine girmeyi başarabilirsen bunu yap. Belki onlar seni severler. Çünkü Allah Teala, dostlarının kalp­lerine günde yetmiş kez bakar. Allah Teala´nın asla nazar´ etmeye­ceği kimselerden olduğuna göre, belki sevdikleri için onların kalp­lerinde seni görür ve sana dünya ve ahiret saadeti kazandırır.

Allah Teala´nın, sıddıkların ve şehitlerin kalplerine doğrudan aktığı söylenmiştir. Sonra bir topluluğun kalplerinde başka bir topluluğun kalplerine, diğer bir topluluğun kalplerinde başka iki topluluğun kalplerine bakar.

Bize göre, dinin azimetlerinden ve vera´ ehlinin yolunun özellik­lerinden biri de, Allah Teala´nın düşmanlarına buğzetmek, bidatçıla-ra ve zalimlere öfkelenmek suretiyle onların da size buğzedip kızma­larını sağlamaktır. Böylelikle Allah Teala´ya bir yakınlık kurabilirsi­niz. Bunun mukabilinde, Allah dostlarını sevmeniz ve onlar tarafın­dan sevilmeniz de, Allah dostluğunun sebeplerinden sayılmıştır.

Allah Resulü´nün (sav) şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Alla-hım, bir günahkar benim üzerimde hak sahibi olmasın ki kalbim ona sevgi duymasın". Emirlerden biri Ebu Hüreyre´ye bin dinar ve on elbise göndermişti. O, bunları geri gönderdi ve şöyle dedi: ´Ben onun malını kabul edecek değilim. Çünkü o, malı helal haram de­meden toplar ve haksız yere sarfeder.

Allah Resulü (sav) buyurdu ki:
"Günahkarın hediyesini ona ge­ri verin de, yaptıklarını tasvip ettiğinizi düşünmesin". Malınızı bunda zühd göstererek azaltın. Bu, dinin en büyük kapılarından biridir. Günahkarlara meyletmek ve onlarla kaynaşmak ise, dün­yanın en büyük kapılarmdandır. Bu şekilde ehli dünyanın hayatla­rı düzelir ve onlar için selamet sözkonusu olur.

"Allah için sevip O´nun için buğzetme´ esasının bir anlamı da bu yöndedir. Bu anlam biraz kapalı olmasına rağmen açıklandığı za­man, oldukça açık ve kesin olarak ortaya çıkmaktadır. Ahiret ule­ması, bu anlamı gayet iyi bilirler. Buna göre, kim fasıklar tarafın­dan sevilmek ve güvenilmek ister, başına işler gelme endişesiyle zalimlere tabi oluşunu açıkça ifade ederse, onun bu tavırları nifa­kın önemli alametlerinden ikisi olur.

Nitekim Allah Teala bu meyanda şöyle buyurmuştur
: "Başka bir takım insanlar da bulacaksınız ki, hem sizlerden, hem de ken­di toplumlarından emin olmak isterler. Ama ne zaman fitneye gö-türülseler, baş aşağı edilip (fitnenin) içine atılırlar". (Nisa/91) O´nun şu buyruğu ise, ikinci anlama delalet etmektedir: "Kalple­rinde hastalık bulunanların, ´Bize bir felaket gelmesinden korku­yoruz´ diyerek onların arasına koştuklarını görürsün". (Maide/52)

Kalplerinde hastalık bulunan münafıklar, inkar edenleri gizlice desteklemekte ve müminlere, yapılacak savaşta kafirlerin muzaf­fer çıkmasından endişe ettiklerini söylemektedirler. Ancak Allah Teala onları yalanlayarak şöyle buyurmuştur: "Umulur ki Allah bir fetih ya da kendi katından bir emir getirir de onlar, içlerinde gizle­diklerine pişman olurlar". (Maide/52)

Müminlerden ve ehli sünnetten olup Allah Teala´yı seven kim­seler, münafıklar ve bidat ehli hakkında endişeli olmalı ve Allah Teala´yı gazaba sevketmekten korkmalıdırlar. Müminlerin yardı­mına koşan kimseler, imanlarının nifaktan arınmış olabilmesi ve yollarının dosdoğru kalabilmesi için zalimlerle kaynaşmaktan ve onlara uymaktan uzak durmalıdırlar.

Allah Teala, düşmanlarını sevenleri iman dairesinden çıkart­mıştır. Allah düşmanlarına buğzedenlerin imanlarını ise sağlam kılmış ve yakin ile teyid etmiştir. O, bu meyanda şöyle buyurmuş­tur: "Allah´a ve ahiret gününe inanan bir milletin, babaları, oğulla­rı, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah´a ve Resulü´ne düş­man olanlarla dostluk ettiğini göremezsin". (Mücadele/22)

Bir takım cahiller ise, rızanın kendisinden veya başkasından kaynaklanan masiyetlerle de olabileceğini iddia etmişlerdir. Onlar, bu noktada günahları ibadet ve taatlardan ayırmamış, onları iba­det sayarak eşit görmüşlerdir. Kuşkusuz bu iddiada, peygamberle­rin getirdikleri şeriatlerin tahribi, Allah Teala´mn helal-haram ve emir-yasak türünden indirdiği bütün hükümlerin iptali sözkonusu-dur. Allah Resulü (sav) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: "Bulun­duğu yer bakımdan insanların en kötüsü, bir müminin günahına bakarak onun hasenatını terkedendir". Ulemadan bir zat ise şöyle demiştir: Alimlerin şaz/ender hükümlerini sırtlanan kimse, çok bü­yük bir şer sırtlanmış tır.

: Dini muamelelerde güzel ahlakın bir ifadesi de, salih amel işle­diğinizde, ´Ey Rabbim, bu ameli Sen yaptırdın, Senin güç vermen, muktedir kılman ve muvaffak kılman sayesinde Sana taatte bulun­dum. Çünkü benim uzuvlarım, senin neferlerindir. Bir günah işle­diğimde ise, kendi kendime zulmetmiş, nevam ve şehvetim sebe­biyle uzuvlarım bu suça irtikap etmiştir, bunlar benim sıfatlarım-dır* demenizdir. Ardından da bu günahı, O´nun irade ve takdirinin

bir eseri olarak yaptığınıza inanmanız gerekir. Böylelikle her iki halde de, Rabbinizin rızasına uygun hareket etmiş olursunuz.

Her iki durumda da, söz ve niyetle O´nu razı etmeye çalışmış olursunuz. Sonuç olarak da, iyi işlerinizde kendinizle övünmeyip günahlarınızda da, nefsinizi mahkum etmek ve zulmünüzü itiraf etmek suretiyle Allah Teala´nm rızasını mucip harekette bulunmuş olursunuz. Bu tür bir müşahede, cahil kimseye çok ağır gelir.

O, bir iyilik yaptığında kendini görüp, kendi güç ve iktidarına bakar. Kibiri sebebiyle de helak olur. Yaptığı amel de, övünmesi yü­zünden boşa gider. Bir günah işlediğinde ise, günahını itiraf ile nef­sine zulmettiğini ikrar etmez. Böyle birinin tevbesi sahih olmadığı gibi, Allah Teala´nm ondan rızası da sözkonusu olmaz. Bu tür dala­let müşahedelerinden Allah´a sığınırız.

Ebu Muhammed Sehi (ra) şöyle demişti
: Kul, salih bir amel iş­lediğinde, (Ey Rabbim, bu ameli bana Sen yaptırdın´ derse, Allah Teala onun şükrünü kabul ederek, ´O ameli sen yaptın´ buyurur. Ama kul, kendine bakarak, ´Bu ameli ben ifa ettim´ derse, o zaman Allah Teala, ´Hayır, sana Ben yaptırdım´ buyurur. Bir günah işledi­ğinde ise, ´Bunu Sen takdir ettin, ben de istedim´ derse, Allah Tea­la, ´Sen kendine zulmettin, şehvet ve arzunun tesiriyle masiyette bulundun´ buyurur. Eğer kul, ´Ben, kendime zulmettim ve cehale­tim sonucu Sana karşı geldim´ derse, Allah Teala ondan haya ede­rek, ´Aksine onu Ben takdir edip kaza büyürdüm, nefsine zulmet­meni itiraf etmenden Ötürü de onu bağışladım´ buyurur.

Amel ehlinin adabı ve ilim ehlinin müşahedesi işte böyle dav­ranmayı gerektirir. Bu, Allah Teala´nm şu kudsi hadisteki buyru­ğunun kapsamına girmektedir: "Rabbinizi en iyi bileniniz, kendi nefsini en iyi bileninizdir". Adem oğlu da, aynı şekilde muameleye girdiği kimseden, kusuru itiraf ve tevazu bekler. Bu, Allah Tea­la´nm şu buyruğundaki anlamlardan da biridir: "Ve diğerleri de gü­nahlarını itiraf ettiler, iyi işle kötü işi birbirine karıştırdılar". (Tev-be/102) Denildi ki: Burada murad edilen, kötü fiilden sonra yapılan itiraftır. Çünkü sözkonusu kötü amel, ayette belirtilmiştir. İyi amel ise, itiraftan sonra olandır.

Allah Resulü´nün (sav) daha önce naklettiğimiz şu hadisinden çıkartılacak dört güzel husus vardır:
"Din bakımından kendindenüsttekine, dünya bakımından da kendinden alttakine bakan kim­seyi Allah Teala sabreden ve şükreden olarak yazar. Dininde ken­dinden alttakine, dünyada ise üsttekine bakan kimseyi ise sabre­den ve şükreden olarak yazmaz".[16]Kul, bu hadis üzerinde iyice dü­şündüğü zaman bu dört hususu görebilir:

Öncelikle bu dört hususa sahip olanları görür. Gözü ve aklıyla öncekilerin izledikleri yola bakar ve kendisinden dünyevi bakım­dan üstte olanları gördüğü zaman, halinden dolayı Allah´a şükre­derek, O´nun takdir ettiği rızka kanaat eder. Böylelikle de, kanaat ettiği şeyi bilmesi ve fazla malın kendisinden uzaklaştırılması yö­nündeki ilahi iradeye rıza göstermesi sebebiyle sabır ve şükür sa­hibi olur. Çünkü Kıyamet günü hesabın uzamasından kurtulmuş olur.

Dini bakımdan kendinde üstte birini gördüğü zaman, ona yetiş­meye çalışır ve onunla yarışır. Çünkü buna teşvik edilmiştir. Bu hali, kendisi için hayır işleme ve salih amellerde bulunma yönün­de bir teşvik ve özendirme unsuru olur. Bu durumda kazanacağı şeylerin en basiti, nefsine kızması ve kusurundan dolayı ona buğ-zetmesi olur.

Daha sonra diğer iki duruma, tersinden bakar. Burada da, ken­dinden alttaki ihtiyaç ve musibet sahiplerini görerek kendini üstün kıldığı ve himaye ettiği için Rabbine hamdeder. Kendisine olan ni­meti ve yeterliği sebebiyle O´na şükreder.

Din bakımından kendinden aşağıda bulunan günahkâr, fasık, zalim, ehli bidat ve dalalet kimselere baktığı zaman da, Allah Tea-la´nm kendisi üzerindeki lütuf ve rahmetinden dolayı O´na hamdü senada bulunur. İslammın güzelliği ve onların imtihanından mu­hafaza edilmesi sebebiyle Rabbine şükreder. Böylelikle yine şükür ve sabır ehli arasındaki yerini almış olur.

Kul için, Allah Teala´nın kendisine bahşettiği akıl ve basiret sa­yesinde bu tabakalardaki kimselere karşı izlemesi gereken dört muamele vardır. O, bu hususta Allah Resulü´nün (sav) şu sözünü gözetmelidir:

"Ancak iki kimseye haset edilebilir
: Bir adama ki Allah ona hik­met vermiştir ve o, bu hikmeti insanlara yayar ve öğretir. Bir adama ki, Allah ona mal vermiştir ve o, bu malı Hakk yolunda tüket­mekle görevlendirilmiştir"[17]

Bu hadisin başka bir lafzı ise şöyledir
: "Ve bir adama ki, Allah Teala ona Kur´an´ı nasip etmiştir ve o, gece gündüz onun gereğini ifa eder". Bunları gören kişi şöyle der: Eğer Allah, bunlara verdiği­ni bana verseydi, ben de onun yaptığını yapardım. Görüldüğü gibi müslüman, hayır işlerinde ileri gidenlere haset etmeye Özendiril­miş ve bu noktada hased edenler, fazilet sahibi sayılmıştır. Çünkü Allah Teala, hayır işlerinde rekabeti mendup görmüştür.

Bu şekilde hayır işlerinden dolayı hasette bulunan kimse, bu hareketiyle rıza makamında bir sevap kazanmış olur. Böyle kimse­lere gıpta etmek ve onlar gibi olmayı istemek de sevaptır. Ama bu hususları altüst eden, işlerin sonlarını düşünmeyen, gaflet ve ceha­letin esiri olan kimseler, dünyevi bakımdan kendilerinin üstünde yeralan zenginlere gıpta eder, onların yerinde olmak isterler.

Onların bu bakışları da, Allah Teala´nın kendilerine bahşettiği nimetleri küçümsemelerine, kendileri için takdir edilmiş kısmeti hafife almalarına yol açar. Böyleleri, dini bakımdan da, kendilerin­den aşağı derecelerde bulunan avama bakar, kusurlu hallerini hoş görür ve bunu da kendilerine bahane yaparak, hayır işlerinde ya­rışmayı tercih etmezler. Böyleleri, kibir ve gurura kapılarak kendi hallerini üstün görüp başkalarının yapamadığı şeyleri kendilerinin yaptığı düşüncesiyle nefislerini temize çıkarabilirler.

Bu tür kimseler, sabırsız ve nimete karşı nankör olarak yazılır­lar. Çünkü nimete şükran duyma erdemini yitirmişlerdir. Bunlar, ne şükür, ne de sabır ehlidirler. Bu sıfatlar, genel olarak münafık­ların sıfatlarıdır. Bu makam da, helak ehlinin makamıdır. Zira sa­bır ve şükür, müminlerin sıfatlarıdır.

Yaşadığımız şu belde de (Bağdat), benzer sıfatlarla tanınmıştır. Allah Teala, yardımcı olsun. Nitekim, Abdullah b. el-Mübarek´ten şunu nakletmişlerdir: O, ´Doğuyu da batıyı da dolaştım. Bağdat´tan daha beter bir belde görmedim´ demişti, ´Neden ey Ebu Abdurrah-man?´ diye soruldu. Dedi ki: ´Burası, nimetin hor görüldüğü, günah­ların basite alındığı bir beldedir.

Yine onunla ilgili olarak şunu anlatmışlardır: "O, Horasan´a git­tiği zaman, ´Bağdat halkını nasıl görüyorsun?´ diye sordular. Dedi ki: Orada kızgın zabıta, hırslı tüccar ve şaşkın karilerden başkası­nı görmedim. Hatta denilir ki, İbni Mübarek, Bağdat´tan Mekke´ye gittiği güne kadar, orada kaldığı her gün için bir dinar sadaka ver­miştir. Bana da, onaltı dinar tasadduk ettiği söylenmişti.

Şafii (ra) ise, Bağdat´ı dünyaya benzetmiş ve şöyle demiştir: ´Bü­tün dünya bir çöl, Bağdat onun şehridir´. Yunus b. Abdül-A´la´dan şu bilgi nakledilmiştir: Şafii (ra) bana şöyle demişti: Ey Yunus, Bağ­dat´ı gördün mü? Ben de, ´Hayır´ dedim. Bunun üzerine bana şöyle dedi: Öyleyse ne dünyayı, ne de insanları görmüş sayılmazsın,

Irak´ı yerenler hayli kalabalıktır. Bunlar arasında, Ömer b. Ab-dülaziz ve Ka´bül Ahbar da bulunur. Ömer´in (ra) azatlı bir kölesi­ne şöyle dediği rivayet edilmiştir: Nerede yaşıyorsun? O da İrak´ta´ dedi. Ömer (ra) adama sitem ederek şöyle dedi: Orada ne yapıyor­sun? Bana ulaşan bir habere göre, Irak´ta yaşayan herkese, bela­dan bir yoldaş musallat edilirmiş. Ka´b da bir gün Irak´tan sözet-miş ve şöyle demişti: Şerrin onda dokuzu oradadır. Müzmin hasta­lıklar da oradadır.

Çirkinliklerin bol, günahın çok işlendiği bir beldede yaşayan kimse, orada sıkılıp bir türlü huzur bulamaz. Allah Teala´ya yöne­lerek hüsn-ü iradesi ile kendisini oradan çıkartmasını niyaz eder. Şiddetli geçim sıkıntısı ve gerçek hayır sahiplerinin azlığı sebebiy­le oradan çıkma güç ve imkanını bulamayan kimse, eğer buna bir türlü yol bulamıyor ve dinini orada sağlıklı bir şekilde yaşayabili-yorsa, Allah Teala´nın lütfü ile, O´nun katında mazur görülür.

Onun bu hali; yerinden memnun ve huzur duyan, haline rıza gösterip hevasma uyan ve dünya malı ile fitnenin sebeplerine sarı­larak orada kalan kimselere göre af ve kurtuluşa daha yakındır.

Allah Teala buyurdu ki:
"Peki Allah Teala´nın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz?". (Nisa/97) Bu ayetin tefsirinde şöy­le denilmiştir: Günah işlenen bir beldede iseniz, oradan başka bir yere göçünüz. Başka bir tefsirde ise, şöyle denmiştir: Kişi, çirkinlik ve günahları işleyenlerin, dindarlardan daha zayıf ve az olduğu bir beldede yaşıyor, ancak bunu yadırgamıyorsa, oradan çıkması farz olur.

Allah Teala, zayıf düşürülmüş bir topluluğun özürleri ve onla­rın durumlarını affa havale etmesi hakkında şöyle buyurmuştur:
"Zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç". (Nisa/98) Onlar derler ki: "Rabbimiz, bizi şu halkı zalim şehirden çıkar". (Nisa/75) Allah Teala, onların genel hükmünü ve istisnai hallerini beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve hicret için yol bulamayan... hariç. Çünkü Allah Teala´nın, bunları affet­mesi umulur". (Nisa/98-99) Dolayısıyla hevanın tamamından ko­runma gayesiyle bu tür bir vaziyete rıza göstermek sahih olmaz.

Rızanın başı kanaattir. Marifet ehlinden bir zat şöyle demiştir: Kul, evinin kapısına dünya ehlinin arzu ettikleri servet ve nimet namına herşey gelse ve kendisine sunulsa, o da onlara bakmayıp haline kanaat ederek kapısını kapatsa bile tam olarak kanaatkar
olmaz.

Günahtan korunmak, Allah Teala´dan razı olan kulun halidir. Bu, rahmetin açık şeklidir. Rahmet, Allah Teala´dan razı olma yo­lunun başıdır. O, bu hususta şöyle buyurmuştur: "Muhakkak ki nefsi kötülüğü emredendir. Ancak Rabbimin rahmet ettikleri ha­riç". (Yusuf753); "Bugün, Allah Teala´nın rahmet ettiği dışında O´nun emrinden koruyacak güç yoktur". (Hud/43)

Allah Teala´nın kuluna lütfedeceği ismet yani günahtan muha­faza etme nimeti, O´nun rahmetinin de delilidir. Rahmet ise, kulu muhabbet makamına dahil eder. Bu, Allah Teala tarafından sevi­lenlerin rahmetidir. Muhabbet de kulu rıza makamına yükseltir. Böylelikle muhabbet, Mahbub´un şahitliğinden doğan makamı olur. Rıza da, kalan bütün davranışlarındaki hali olur. Rıza Kitabı da burada sona ermiş oldu. [18]