- Risâlet

Adsense kodları


Risâlet

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Hadice
Tue 18 January 2011, 10:07 am GMT +0200
Risâlet

İlahi Tebliğ Görevinin Başlangıcı


153. Mutlak Kudret Sahibi ve Yüce bir Allah inancı, Müslümanlar nezdinde “Tanrının insan bedeninde somutlaşması” anlayışını reddeder.190 Müslümanlar, bir Allah Elçisi’nin (Resûl’ün), tamamen insanî özelliklerini koruyarak, sıradan insanlarca görülemeyen bir varlığın, bir meleğin aracılığıyla vahiyleri ve ilahî ilhamları aldığına inanırlar. İlâhî tebliğ (risâlet), çocukların ana-babalarından miras yoluyla devralacakları bir görev değildir. Araplar arasında, İsrailoğulları’ndaki gibi peygamberler olmamıştır. Hemşehrileri arasında merhamet ve doğruluğuyla tanınan, aynı zamanda okuma-yazması olmayıp sihir gibi gizli bilimler konusunda hiçbir iddiası olmayan -hatta bunlardan nefret eden- bir Arap, ansızın Allah tarafından, insanlar nezdinde O’nun elçisi olarak seçildiği ve Yaratan’ın çizmiş olduğu yolda ümmetine kılavuzluk etme görevinin kendisine düştüğü haberini alıyordu. Onun hayat hikâyesiyle (Sîret) ilgili bir eser yazan İbn İshâk’dan191 naklen, Muhammed (AS)’ın o anda gösterdiği tepkiyi kolayca anlıyoruz: Muhammed, hanımı Hatice’ye içini açtı: “Ne zaman tek başıma kalsam, ey Muhammed, ey Muhammed diye beni çağıran bir ses duyuyorum; uykuda iken değil, tamamen uyanık iken semavî bir nur görüyorum. Vallahi şu putlar ve kâhinler (görünmeyen şeyler ve gelecekte olacak olaylar hakkında bilgi sahibi olduklarını iddia eden kişiler) kadar hiçbir şeyden nefret etmedim. Acaba ben de mi bir kâhin oldum? Bana seslenen kişi sakın bir şeytan olmasın?” Halk tarafından bir yalancı, bir büyücü, bir meczup ya da bir kâhinmiş gibi nitelendirilme korkusu doğaldı. Zira bazı insanlarda göze çarpan bilinçlenmelere rağmen, ülkedeki hiçbir kimse, hatta en başta bizzat Allah’ın Elçisi bile, ilâhî tebliğ’in ne olduğunu bilmiyor, ve görünüş itibariyle birbirine benzeseler de, şeytanî bir aldatmaca ile rahmanî ilham arasındaki ince ayrımı yapamıyordu.

154. Muhammed (AS), sâdık karısı Hatice’nin kendisini yatıştıran şu sözlerine muhatap oldu: “Sen o denli eli açık, cömert ve hayırsever birisin ki, Allah seni Şeytan’ın aldatmalarına düşürmeyecektir.” Daha sonra onu alıp Hıristiyan olan kendi yeğeni Varaka’ya götürdü (Belâzurî’ye192 göre, Ebû Bekr’in eşliğinde gönderdi). Buhârî’nin bildirdiğine göre (91/1) artık gözleri görmeyen Varaka, Muhammed (AS)’ın başına gelenleri duyunca şöyle haykırdı: “Hayır, bu tıpkı Musa’nın Nâmûs’unda olduğu gibidir. Bu asla şeytanî bir hal olamaz; ilahî tebliğ görevinde birçok güçlükle karşılaşacağın zaman ben hala hayatta olursam, seni himaye eder ve gücümün yettiği kadar seni desteklerim.” Daha sonra Hatice, belki de Varaka’nın telkini ile, şöyle bir deney yapma düşüncesine kapıldı:193 “Hatice Resulullah (AS)’a şöyle dedi: Meleği gördüğün zaman bana seslen. Ve bir gün Resulullah (AS) ona: “İşte şurada” dediğinde, Hatice, “Gelip sağ tarafıma otur ve hala onu görüp görmediğini bana söyle” dedi. O da öyle yaptı ve “Evet, onu görüyorum” dedi. Sonra Hatice onu sol tarafına, sonra karşısına oturttu ve hep aynı cevabı aldı. En sonunda kendisini eşler arasında görülen bir yakınlıkla kucakladı ve aynı soruyu sordu. Muhammed (AS), “Hayır, artık onu göremiyorum” karşılığını verdi. Bunun üzerine hanımı şöyle dedi: “Onun gerçekten bir melek olduğuna kesin kanaat getirdim, zira Şeytan bu özel durumumuzda bile bizi terk etmezdi.”

155. Tarihçiler ilk vahiy ya da vahiylerin ardından geçici bir kesinti dönemi (fetret) olduğuna işaret ederler.194 Takip eden iki üç yıl boyunca Muhammed (AS)’de bir olgunluğun meydana gelmesi gerekir: Belki de her şeyden önce vahyin yarattığı dehşet ve ardından sakinlik ve haz dönemi, sonra yeni bir vecd (coşku) beklentisi ve nihayet büyük üzüntü ve ümitsizlik hali. Bu son safha ile ilgili olarak tarihçiler bize, içinde bulunduğu o keder ve sıkıntı dolu günlerinde, Muhammed (AS)’ın birçok kez canına kıymak için tepelik yerlere çıktığını zikrederler.195 Fakat, kendisini aşağı atmaya hazırlandığı her defasında melek Cebrâ’il tekrar ortaya çıkıyor ve kendisinin gerçekten Allah’ın Elçisi olduğunu tasdik ediyordu. Bu durum onu bir süre için yatıştırıyor ve o, ibâdetlerine yeniden koyuluyordu. Ailesiyle olan ilişkileri neredeyse kopma noktasına gelmişti ve hatta, Ka’be’nin avlusunda yatıp kalkıyordu; Artık kendisini ilgilendiren yegâne şeyler, ruhunu ve gönlünü arındırmak ve herkese karşı iyilik yapmaktı.

156. Bu sıkı disiplinin ruhtaki en ufak lekeleri bile silip, dünya ile ilgili son alakaları da bertaraf etmesi ve böylece tıpkı diğer insanlar gibi bir insan olan, ama her hareketi, her sözü, her arzusu ilahî irade içinde kaybolup gidecek olan bir varlığı hazırlaması gerekiyordu. Resulullah (AS), manevi gelişimi bu dereceye ulaştığında, artık vahyin gelişindeki kesilmeleri de, sadece vahyi gönderen ve Alemlerin Rabbi olan Allah’ı ilgilendiren herhangi bir olay olarak görüp tevekkül etti. Ancak bazı kimseler onu, Allah’ın kendisini terk etmiş olduğunu söyleyerek alaya aldıklarında, bu durum onun manevî hazırlığını ikmal eden son darbe oldu ve Cebrail (AS) yeni bir vahiy ile çıkıp geldi:196

        “And olsun doğan güne!

        Ve her şeyi örttüğü zaman geceye!

        Ki Rabbin seni terk etmedi, sana hiç de darılmadı.

        Ve kuşkusuz Âhiret, senin için bu dünyadan daha hayırlıdır.

        Ve muhakkak ki Rabbin sana güzel nimetler verecek ve sen de hoşnut olacaksın.

        O seni bir yetim olarak bulup da sana bir sığınak, bir himâye sağlamadı mı?

        Seni yolunu şaşırmış bir halde bulup da seni doğru yola eriştirmedi mi?

        Ve seni başkasına muhtaç bir halde bulup da zengin etmedi mi?

        Öyleyse, sakın yetîme eziyet etme!

        Ve el açıp isteyeni de sakın azarlama!

        Ve Rabb’inin nimetini minnet ve şükranla an!”197

        Bu ayetler, yeni bir din ve insanların hayrı için yüce bir nimet olan İslâm’ın etrafa öğütlenip yayılması için ilahî bir emir olmuştu.

157. Kur’an’ın ilk vahyedilen âyetleri (Alak Sûresi),198 her şeyin yaratıcısının, özellikle insanoğluna öğrenme ve bunları “kalem” yoluyla aktarma yeteneğini vererek tüm insanlığın ihtiyaç duyduğu şeyleri önceden bilerek cömertçe bağışlayanın sadece Allah olduğunu beyan ediyordu. Bu özelliğiyle İslâm, tanrıtanımazlıktan, çoktanrıcılıktan ve maddecilikten açık seçik olarak ayrılmaktaydı. Yukarıda metnini verdiğimiz suredeki (Duha) ikinci mesajda ise, Allah’ın mutlak kudretinin yanı sıra, iyilik ve insanlık duyguları ile (fikrî ve ruhî anlamda olduğu kadar maddî anlamda da) yoksullara yardım etmenin gereği üzerinde durulmaktadır. Daha sonra indirilen ayetlerde, “tüm inananların, kötü insanlardan kaynaklanabilecek ciddi sonuçlara karşı insanları uyarıp ikaz etmeleri, tek bir Allah’dan başkasına kulluk etmemeyi emretmeleri, Allah’a ibadete kalkışmadan önce ruhen ve bedenen arınmaları, Allah’ın gazap ve öfkesini çekebilecek her şeyden kaçınmaları ve Allah’ın kendilerine aşırı miktarda nimetler vermesi hırsına kapılmamaları (Müddessir Suresi) emrolunmakta; ve Resulullah’ın “kendisine emrolunan şeyi açıkça söylemesi ve ortak koşanlardan yüz çevirmesi” (Hicr Suresi, 94); “sadece kabilesinden kendisine en yakın olanları uyarmakla kalmayıp, bu peygamberin geleceğinin esasen eskilerin kutsal kitaplarında bildirilmiş olduğunu ilave etmek suretiyle, onları, bunun Alemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir vahiy olduğuna, falcılıktan, gâipten haber veren kehanet iddialarından, her türlü şeytanî, hayal ürünü ve şairane işten tamamen farklı bir vahiy olduğuna ikna etmesi” (Şuara Suresi) gerektiği bildirilmektedir. Kur’an yorumcuları (müfessirler), Zerdüşt’e, Buda’ya, Musa’ya, İsa’ya atfedilen ve kendilerinin tamamlayamadığı şeyi tamamlamak üzere birinin gelişinin beklendiğini bildiren açıklama ve ifadelere dikkat çekerler. Bu müfessirlerin, peygamberliğin kendi peygamberlerinin şahsında ortaya çıkışına tanık olmaları gayet tabiidir. Muhammed (AS), kendisinden sonra bir başka peygamberin gelmesi ihtimalinden ya da kesin surette geleceğinden hiç bahsetmediği gibi, gayet açık seçik olarak, kendisinin, Allah’ın gönderdiği peygamberlerin sonuncusu (Hâtemu’l-Enbiyâ) olduğunu da ifade etmiştir.

158. Resulullah (AS), ıslah çalışmalarına ancak, doğduğu şehrin putperest ve müşrik olan insanlarından başlayabilirdi. Bu nedenle, Kur’an’ın vahyolunan ilk ayetlerinde özellikle şu iki sorun üzerinde durulmaktadır: 1. Hiçbir ortağı olmayan, kuvvet ve kudretine sınır tanınmayan, Yüce ve her yerde hâzır ve nâzır tek bir Allah’a iman. 2. Sadece hayırlı ve güzel işler yaparak, doğru yolda (Sırat-ı Müstakîm üzere) bir hayatı sürdürme zorunluluğu. “İman ve iyi işler (hayırlı ameller), Kur’an’da sürekli yinelenen bir konudur; ve delil olarak, Kur’an şu uyarıda bulunmaktadır: “İnsan da dahil kâinatı kim yarattı? Tabii ki insan değil! Fakat Allah’tır ki, O ebedîdir, her şeyin yaratıcısıdır, her şeyi yoktan var etmiştir; hayatın, ölümün ve sonuç olarak öldükten sonra dirilme gününün de sahibi O’dur. O, eğer onları yoktan var edebiliyorsa, öldükten sonra tekrar diriltemez mi? Böyle bir dirilişten sonra onları cezalandırması ya da ödüllendirmesi mümkün değil midir?” Ayrıca Kur’an, her şeyi bilen (Alîm olan) Allah’ın, bu fani dünyada yapmış olduğumuz her şeyi kaydettiğini ve son hesap gününde bunların muhasebesini yapacağını açıklamaktadır.

159. Böylece İslâm, sahip olduğu kötülük yapma yeteneğine rağmen insanoğlunu ancak ve sadece iyi ve güzel işler (salih ameller) yapmaya ikna etmeyi tasarlar. Bu ise, insanı bilinçli olarak aşırı düşkünlük ve arzularını kontrol altına almaya, ve günah işlemeye yatkın duygularına rağmen onlardan sakınmaya zorlayan İslâm ahlâkının temelini oluşturur. Doğuracağı sonuçları hesaba katmaksızın sadece kendisini düşünen cahil birine kötülükler iyiymiş gibi görünür ki bu, Kur’an’ın da işaret ettiği gibi şeytanî bir düşünce tarzıdır: “Şeytan onlara iş ve hareketlerini süsleyip güzel göstermiştir”;199 “Onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir.”200

160. İnanç ve uygulama (iman ve amel) bir araya geldiğinde çok uzun vadeli sonuçları da içine alır. Dolayısıyla, bu uğurda şiddetli direnişlerle karşılaşılması, beklenen ve doğal bir şey olsa gerektir.


190 Öte yandan İslam, bunun yerine, Resulullah (AS)’in Buhârî (81/38/2, rukâk/tevâzû), İbn Hanbel (VI/256) ve diğer kaynaklarca nakledilen şu Kudsî Hadis’e dayanan bir kavram olan Fenâ (Tanrı’da yok oluş) kavramını kullanmıştır: “Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: Ben kendisini sevip bir dost edininceye kadar kulum Bana birtakım nâfile ibadetlerle yaklaşır, yaklaşır. Sonunda onu sevip kendime velî edindiğim zaman ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tutup kavradığı eli, yürüdüğü ayağı olurum.” El-Kastallânî de şu ifadeyi ekler (IX, 289): .”..ve anlayıp idrâk ettiği gönlü, konuştuğu dili olurum.” İnsan ruhen ve mânen ne denli olgunlaşırsa olgunlaşsın, asla (hâşâ) Allah olamaz, -Allah Allah’tır, insan ise Allah’ın çok aşağılarında olan bir mahluktur-, ama insan, kendi iradesiyle kişisel istek, arzu ve çıkarlarından vazgeçip, Allah’ın emirlerini yerine getiren sıradan bir memur (Halîfe) haline gelir.

191 Belâzurî’den nakledilmiştir. Bk. Ensâb, I, 193.

192 I, 193; Suheylî, I, 157.

193 Ibn Hişâm, I, 154, Ibn el-Cevzî, Vefâ.

194 Ibn Hişâm, s. 156; Suheylî, I, 161.

195 Buhârî, 91: Üç yıllık bir bekleyişten sonra, bir defasında, Ebû Leheb’in karısı olan kendi yengesinin (Bk. Tefsîr-i İbn Kesîr ), “Şeytanın artık seni terk etti” diyerek ona hakaretler yağdırması üzerine, Resulullah (AS) bir süre bunalıma girmiş ve intihar etmek istemişti.

196 Belâzurî, I, 208; İbn Hişâm, s. 156.

197 Duha: 93/1-11.

198 Burada, Kur’an’daki surelerin nüzul sırasına göre art arda sıralanmadığını hatırlatmak gerekir, bk. § 1127.

199 Enfâl: 8/48.

200 Tevbe: 9/37.