- Rasulullahın Kabenin yapımına iştirakı

Adsense kodları


Rasulullahın Kabenin yapımına iştirakı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Fri 8 October 2010, 09:48 am GMT +0200
4- Resûlullah  (S.A.V.)’ın  Kabe'nin Yapımına İştirak Etmesi
 

Kâbe-i Şerif, Allah'a ibâdet etmek ve orada O'nu birlemek için Allah adına yapılmış ilk binadır. Peygamberler babası diye bilinen İbrahim (a.s.) putlarla savaştıktan ve içinde putların dikildiği ma'-betleri yıktıktan sonra, Kabe'yi inşâ etti. İbrahim (a.s.) Kur'ân-ı Kerîm'in şu beyanına göre, AUah katından kendisine gelen vahiy­le orayı yaptı: «Hani İbrahim o beytin temellerini İsmail ile birlik­te yükseltiyordu.» (Bu sırada onlar şöyle dua etmişlerdi): -Ey Rab-bimiz, bizden (şu hizmeti) kabul buyur! Şübhesiz ki hakkıyla işi­ten, kemâliyle bilen sensin, sen![19]».

Kâbe-i Muazzama, bundan sonra, duvarlarını çatlatan, yapısını yıkan birçok felâketlere mâruz kaldı. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ilâ­hi tebliğle görevlendirilmesinden birkaç yıl önce Mekke vadisinden gelen büyük sel de, bu felâketlerin arasındadır. Bu sel felâketi, du­varların çatlamasına, binanın bazı yerlerinin yıkılmasına sebeb ol­muştu. Kureyş, Kâbe-i Şerife aşırı hürmetinden ve saygısından do­layı, yıkıp yeniden sağlam bir şekilde yapma cesaretim kendi nde bulamıyordu. Araplar arasında Kabe'ye karşı ta'zim ve hürmet, Hz. İbrahim Aleyhisselâm'ın şeriatından muhafaza edilegelen izlerdendi.

Resûlullah (s.a.v.), bi'setinden önce Kabe'nin tamirine ve ye­niden sağlam bir şekilde yapılmasına fiilî olarak katılmıştı. Belinde yalnızca izan bulunduğu halde taş taşımıştı. Hz. Peygamber o za­man, sahih rivayete göre otuz beş yaşlarında bulunmaktaydı.

Buhârî Sahih'inde, Câbir bin Abdullah (r.a.)'dan şu hadisi ri­vayet eder:

«Kabe tamir edilirken Hz. Muhammed ve amcası Hz. Abbas (r.a ) taş getirmeye gittiler. Hz. Abbas (r.a.). Peygamberimize, «îzarmı çıkarıp boynuna koysana!» dedi. Peygamberimiz, amcasının dedı^ ğini yapınca birdenbire yere kapaklandı, gözleri havaya dikildi. Bu­nun üzerine Peygamberimiz: «tzarımı bana ver» dedi ve tekrar eskisi gibi bağladı[20]».

Hacerü'l-Esved (Kara Taş)'i yerine koyma şerefine kavuşmak için kabileler arasında anlaşmazlık çıktı. Anlaşmazlığın çözümünde Resûlullah'ın etkisi büyült oldu. Bütün kabileler onun güvenilir ve herkes tarafından sevilir biri olduğunu bildikleri için, önerdiği çö­züme içtenlikle boyun eğdiler. [21]

 

İbretler Ve Öğütler
 

Resûlullah (s.a.v.)'ın hayatından bu bölümde yapacağımız açık­lamalarda dört hususu ortaya koyacağız:

Birinci husus : Kabe'nin önemi ve Yüce Allah'ın yeryüzünde ona bahşettiği kudsiyet. Hz. ibrahim'in, Allah'ın emriyle, insanlara hu­zur, ve güven kaynağı; ona ibâdet için ilk ev olsun diye Kabe'yi yap­maya teşebbüs etmesi buna delil olarak yeter.

Ancak bu, Kabe'nin etrafında tavaf edenler ve orada ibâdet etmek için kalanlar üzerinde bir etkisinin olmasını gerektirmez. Ka-be-i Şerif, (Allah katında büyük bir şeref ve kudsîliğe mazhar ol­masına rağmen) zarar ya d afaydası dokunmayan taş bir binadır. Fakat Allahü Teâlâ, Hz. İbrahim (a.s.)'i putları ve tağutları kırmak, puthaneleri yıkmak, puta tapıcılığı bâtıl ilân etmek ve putlarla ilgili alâmet ve âdetleri geçersiz kılmak için peygamber olarak gönder­diği vakit, ilâhî hikmet onun yeryüzünde Allah'ın birliğini ve yalnız­ca O'na kulluğu temsil etsin; zamanla dinin ve ibâdetin gerçek mâ­nâsım, şirk ve puta tapıcılığın bâtıllığını açıklasın diye bir bina1 yük­seltmesini emretmişti. İnsanlığın, putlara, taşlara ve tağutlara ibâ­det ve kulluk etmeyi din kabul ettiği dönemde; onların bâtıl olduk* larınm ve tümünün değersiz ve geçersiz olduklarının anlaşılması zamanı gelmişti. Yine bu ma'bedlerin yerine Tevhid inancını tem­sil eden yeni bir simge (Kâbe)'nin konulmasının da vakti gelip çat­mıştı. Tek olan Allah'a ibâdetin yerine getirildiği bu ma'bede insan,, izzetini korumak ve şu kâinatın yaratıcısından başkasına boyun eğ­memek ve zillete düşmemek için girer. Allah'ın birliğine inanan, O'nun dinine giren mü'minler için, mutlaka birbirlerini tanımakta yararlı olacak bir vasıta ve sığınacakları bir melce' olması gerekli­dir. Varsın ülkeleri değişik olsun, yurtları birbirine u/.ak olsun, dil­leri ve ırkları çe^.tli olsun rinenılı değildir... Buna da Allah'ın birli­ğini temsil ettiği, putların ve şirkin sapıklığını reddetmesi için yapılmış olan bu kuLsal evden dana uygunu yoktur Çünkü Kabe, tüm1 mü'minler için bir sığınak ve onları birbirine bağlayan bir ra­bıtada.  Mü'minler  Kabe'nin  himayesinde  tanışırlar  ve  hak  üzere orada buluşurlar. Her ne kadar geçersiz tanrılar dikilse de, zamanın ve asırların geçmesine rağmen bâtıl bir şekilde tanrılıkları savunu­lan insanlar ortaya çıkarılsa da, Kabe, dünyanın her köşesinde müs-lümanlann tek vücud olmasını sağlayan, Allah'ın birliğini ve yal­nızca O'na ibâdet edilmesi gerektiğim açıklayan bir alamettir, bir simgedir...

Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'indeki; «Hani beyt-i şerifi insan­lar için bir toplantı yeri ve emin bir mahal yapmıştık. Siz de İbra­him'in makamından bir namazgah edinin[22]» âyetinin anlamı budur. Allah'a kulluk etmenin manâsıyla ve ilâhi emirleri yerine getirme duygusuyla kalbi dolup taşarak Beyt-i Haram'ı tavaf eden bir müs-lümanm kafasından geçen mânâ da budur. Çünkü ubûdiyyet, emir­ler topluluğudur. Abd (kul) ise kendisine emredileni yerine getüv mekle ve emri baş üstüne, diyerek kabul etmekle yükümlüdür. Ka­be'nin kutsallığı, Allah katındaki yerinin yüceliği, bundan gelmek­tedir. Ve onu haccetmek zarureti, etrafım dolaşma şartı da bundan gerekli olmaktadır.

İkinci husus:Kabe'nin birbiri ardına yıkılışının ve yapılışının açıklanması: Kâbe-i Şerif, kesin bilgilere göre, tarih içinde dört ke­re yapılmıştır. Bu dört defanın dışında şübhe ve ihtilâf edilmiştir.

İlk yapılışına gelince, bu, İbrahim Aleyhisselâm'ın, oğlu İsmail (a.s.)'in yardımıyla yaptıkları binadır. Bu da, Hz. İbrahim'in, Rab-binden kendisine gelen emri yerine getirmesi ile olmuştur. Nitekim bu husus, Kur'ân-ı Kerim'in, en sahih hadîslerin açıklanmasıyla sa­bittir. Kur'ân-ı Kerim de bu hususta şöyle buyurur: «Hani, İbrahim o, Kabe'nin temellerini İsmail ile birlikte yükseltiyordu. (Onlar şöyle dua etmişlerdi): Ey Rabbimiz, bizden (şu hizmeti) kabul buyur! Şübhesiz ki, hakkıyla işiten, kemâliyle bilen sensin, sen.[23]

Sünnette ise, bu konuda birçok hadisi şerif bulunmaktadır. Bu-harî'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiği şu hadis onlardan biridir: Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: «İbrahim: Ey İsmail, Yüce Allah, hakikaten bana bir emir verdi. O da: Rabbinin sana emrettiğini yap, dedi. İbrahim (a.s.), oğluna: Bana yardım eder misin? diye ricada bulundu. İsmail (a.s.) de: Evet, yardım ederim, dedi. İbrahim (a.s.) civardaki yüksek bir tepeye işaret ederek, AUahü Teâlâ bu­rada bana bir ev (bina) yapmamı emretti, dedi... İbn Abbas (r.a.) rivayetine devamla der ki;  İbrahim ile İsmail işte orada Kabe'nin temellerini atıp, duvarlarını yükselttiler. İsmail taş getirir, İbrahim de binayı yapardı...[24]».

Zerkeşi, el-Ezrakİ'nin «Tarih-i Mekke» adlı kitabından şunu nak-letmiştir: «İbrahim (a.s.) Kabe'nin yüksekliğini yedi zira', uzunlu­ğunu otuz zira', enini ise yirmi iki zira' olarak ve tavansız bir şe­kilde yaptı[25]».

Tarihçi ve siyerci es-Süheylî, Kabe'nin yüksekliğinin dokuz zi­ra' olduğunu nakleder[26].

Ben bu rivayetin, el-Ezrakfnin rivayetinden doğruya daha yakın olduğunu söyleyebilirim...

Kabe'nin ikinci kere yapılışı: Bu da, İslâm'dan önce Kureyş'in yaptığı ve yukarıda da zikrettiğimiz gibi yapılışına Peygamberimi­zin de iştirak ettiği onarımdır. Bu sefer Kureyş, yüksekliğini onsekiz zira'ya çıkarırken, el-Hıcr denilen yeri dışarıda bırakıp, zemini altı küsur zira' daralttılar[27].

Bu konuda, Hz. Resûlullah (s.a.v.), Hz. Âişe (r.a.)'den rivayet edilen bir hadiste şöyle buyuruyor: «Yâ Âişe! Kavmin câhiliyyet dö­nemine yakın olmasaydı, Beyt'i, emreder yıktırırdım. Kabe'ye da­ha önce hariç bırakılan Hıcr'ı ilhak ederdim. Beyt-i Şerifi zemin seviyesine indirir, doğu kapısı ve batı kapısı olmak üzere iki kapı yapardım. Ve böylece, İbrahim'in inşâ ettiği plâna onu ulaştırmış olur­dum.[28]

Kabe'nin üçüncü kere yapılışı : Kabe, Muâviye'nin oğlu Yezid za­manında, Şam ordusu Mekke'yi almak için harbettiği sırada yani-vermişti. Olayın özeti şöyledir: Şam ordusu, Yezid bin Muâviye'nin emriyle Husayn bin Nümeyr es-Sükveni komutasında; Hicri 36. yı­lın sonlarında, Mekke'de, Abdullah bin ez-Zübeyr'i kuşattılar. Man­cınıkla, Kabe'ye fyafjfu fitil ve taş) attılar. Bunun neticesinde Kâbe-i Şerif yıkıldı ve yakıldı. İbn Zübeyr (r.a.) Hac mevsiminde hacıların gelmesini bekledi. Hacılar gelince onlara:

- Ey insanlar! Kabe hakkındaki fikrinizi bana söyleyin. Bu Kabe'yi yıkıp, yeniden mi yapayım, yoksa yıkılan yerlerini mi ona-rayım? diye sordu. Abdullah îbn-i Abbas (r.a.): — Benim kanaati­me göre, yıkılmış yerlerini onaralım, Beyt'i Hz. Muhammed (s.a.v.)'-in peygamber olarak gönderildiği ve insanların da İslâm'a girdikle-zamanki hâl üzere bırakıp, Peygamberin ve o zamanki müslü-manlann muhterem hatıralarını taşıyan Kabe'yi ve her taşını o ebe­di hatıralarla başbaşa bırakmalısın, dedi. îbn Zübeyr bunun üzeri­ne: — Fakat sizden birinizin evi yanmış olsa, o yanık evini yenile-medikçe rahat edemez. Rabbımzın Beyti'nin bu halde kalmasına na­sıl gönlünüz razı olur? Binâenaleyh ben Rabbimden üç defa istihare edeceğim. Ondan sonra işime karar verip, azimle hareket edece­ğim, diye kararını açıkladı. Üç gün sonra Kabe'yi yıkmaya başladı. Hattâ duvarlarım yer seviyesine indirdiler. Îbn Zübeyr, Kabe'nin etrafına direkler diktirip, bunları örtülerle kapattı. Sonra binayı yükseltmeye başladılar. îbn Zübeyr, Kabe'nin daha evvel Kureyş tarafından dışarıda bırakılan altı zira'lık kısmım ona ilâve etti. Yük­sekliğine de on zira' daha ilâve yaptılar. Birinden girilmek, öbü­ründen çıkılmak üzere iki de kapı yaptırdı. Ancak îbn Zübeyr'e, Ka­be'ye bu fazlalığı ilâve etmeye cesaret veren, Hz. Âişe'nin Resûlul-lah'tan rivayet ettiği hadib olmuştur[29].

Kabe'nin dördüncü kere yapılışı: Kabe tbn Züboyr'in şehid edil­mesinden sonra tekrar yapılmıştır. İmam Müslim, Sahîh'inde Ata bin Ebİ Rebah'tan şu haberi nakleder: îbn Zübeyr şehid edilince, Haccâc, Abdülmelik Îbn Mervân'a bir mektub yazdı. îbn Zübeyr'in Kabe'yi İbrahim Peygamberin koyduğu temeller üzerine bina ettiği­ni, bu temelleri Mekke ahalisinden doğruluk ve adaletle tanınmış birçok kimselerin görmüş olduklarını haber verdi. Abdülmelik, Hac-câc'a yazdığı cevabî mektubunda: Biz îbn Zübeyr'in Kabe'yi yıkması gibi bir kabahat irtikâb etmiyeceğiz. Beyt'in yüksekliğine ilâve et­tiklerini bırak. Hıcr'dan Beyt'e ilâve ettiği kısmı çıkarıp eski hâli­ne iade et. Onun açtığı ikinci kapıyı da kapat, emrini verdi, Hac­câc da bu emre göre hareket ederek, Beyt'in Hıcr-ı İsmail tarafını yıkıp Kureyş zamanındaki eski vaziyetine döndürdü[30].

Abbasi Halifelerinden Harun er-Reşîd, daha sonra Kabe'yi yı­kıp, tbn Zübeyr'in yaptığı gibi eski haline döndürme karanda ol­duğunu söylerler. Harun Reşîd'in bu kararma karşı, büyük faklh Mâlik bin Enes: «Allah muradını versin, ey Mü'minlerin Emİri! Sakın bu Beyt'i (Kabe) senden sonraki meliklerin oyuncağı haline getirme! Bir başkası çıkar bu şeklini beğenmez, hemen değiştirive-rir. Bir diğeri de yine bunun aksını yapar. Böylece Kabe'nin heybeti insanların gönlünden silinip gider» diyerek Halife'yi bu görü­şünden vazgeçilmiştir[31].

Kabe-i Şerifin şu yukarıda saydığımız dört defa yapılışı kesin­dir.

Üzerinde şübhe ve ihtilâf bulunan beşinci defa yapılışı ise, İb­rahim Aleyhisselâm'ın Kabe'yi inşaasından öncesi ile alâkalıdır. Aca­ba Kabe İbrahim Aleyhisselâm'dan önce yapılmış mıydı, yoksa ya­pılmamış mıydı?..

Bir kısım haber ve rivayetlerde, Kabe'yi ilk yapan kişinin Âdem Aleyhisselâm olduğu bildirilmektedir. Bu rivayetlerin en barizi, Bey-hakî'nin «Delâilü'n-Nübüvve»'sinde, Abdullah bin Amr'dan rivayet ettiği hadîstir: Abdullah bin Artır, Peygamberimizin şöyle buyurdu­ğunu söyledi: «Yüce Allah, Cebrail (a.s.)'i Âdem ve Havva'ya gön­dererek, benim adıma ikiniz bir beyt yapınız» diye emretti. Cebrail (a.s.) onlara Kabe'nin projesini çizdi. Âdem yeri kazmaya, Havva da toprakları taşımaya başladı. Nihayet suya isabet etti. Alttan, «Yeter yâ Âdem- diye nida edildi. Âdem ve Havva binayı yapınca; Allah onun etrafını tavaf etmelerini Âdem'e vahyetti. Ona: «Bu bina yeryüzünün ilk beyti, sen de insanların ilkisin» denildi. Sonra asırlar birbirini kovaladı. Nihayet onu Hz. Nûh (a.s.î haccetti. Yi­ne asırlar birbirini takip etti ve sonunda o beyt'in temellerini Hz. îb-rahim (a.s.) yükseltti.» Beyhakİ bu hadisi naklettikten sonra, ha­dîsin senedinde geçen ravi îbn Lehia, böylece merfû olarak tek kal­dı, İbn Lehia zayıftır ve onunla ihticac edilmez demiştir. Buradaki rivayetler ve diğer haberler Beyhakî'nin rivayet ettiği bu hadîsin mânâsına yakındırlar. Ancak bu haber ve rivayetlerin hepsi zayıf­lıktan ve münker olmaktan uzak değildir. Yine Kabe'yi inşa eden ilk kişinin, Şit Aleyhisselâm olduğu da söylenmektedir.

Bu duruma göre, Kabe bu haberlere ve zayıf rivayetlere gü­vendiğimiz takdirde çağlar boyunca beş defa yapılmış oluyor.

Ancak bunlardan kesin olarak sabit olana güvenmek en doğ­rusudur. Bu duruma göre de, yukarıda izah ettiğimiz gibi Kabe dört defa yapılmıştır. Bunların ötesindekini de Allah'ın ilmine ha­vale etmemiz en doğrusu olacaktır.

Üçüncü husus: Resûlullah (s.a.v.) işlerin yoluna konulmasında; anlaşmazlıkların çözümlenmesinde, düşmanlıkların sona erdirilme­sinde, kişi ile toplum arasında bazan meydana gelen problemleri çözmede uyguladığı metod ve hikmetli davranışları sayesinde, kan­la sonuçlanacak olan bir düşmanlığı daha önledi. Anlaşmazlık on­ların arasında öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, nerdeyse aralarında korkunç bir savaş çıkacaktı. Abdüddar oğulları, kan dolu bir ça­nağı ortaya çıkarıp, sonra Adiyy oğullarıyla birlikte ellerini bu ka­na batırıp, ölmeyi göze aldıklarına dair yemin ettiler ve sözleştiler. Kureyş, böylece dört veya beş gece geçirdi. Sonunda bu fitne ateşi­nin sönmesi yine Resûîullah'ın eliyle oldu. Biz, bu meziyyeti Resû-lullah'm fıtratında bulunan dâhiliğe ve yaratılışında bulunan zeki-lige hamletmekten ziyade, Allah'ın onu risâlet ve nübüvvet yükünü taşıması için seçmesine yâni peygamberliğine veriyoruz.

Resûlullah (s.a.v.)'in yaratılışındaki temel esas, onun bir pey­gamber yâni Nebi ve Resul oluşudur. Bu esasa mebnî olarak zekâ ve dehâ gibi diğer meziyyetler, risâlet ve nübüvvetten sonra ge­lirler.

Dördüncü husus: Bu da Resûîullah'ın Kureyş'In ileri gelenleri arasında, onların çeşitli derece ve tabakalarına göre mevkisinin yük­sekliğini göstermektedir. Resûlullah onların arasında -el-Emîn» gü­venilir kişi lâkabını almıştı. Kureyş'in tümü tarafından sevilmişti. Hz. Peygamber konuştuğu vakit, sözünün doğruluğunda, kendisiy­le karşılıklı iş yapıldığı zaman ahlâkının güzelliğinde, ondan yar­dım istendiğinde ve itimad edildiğinde, samimiyetinin üstünlüğün­de asla şübheye düşmüyorlardı.

Ama, Resûlullah'a Allah katından peygamberlik görevi geldik­ten ve kendisini yalancılıkla itham edip, inatla ve eziyetle karşı ko­yan şu kavmine, Allah'ın emirlerini tebliğ etmeye başladıktan son­ra, bu kişilerin kalblerini dolduran kin ve inadın ne dereceye var­dığını olaylar bize gösterecektir. [32]

 

5- Hîrâ Mağarasındakî  İnziva
 

Resûlullah (s.a.v.)'m yaşı kırka doğru yaklaşınca, içinde herşey-den uzaklaşma sevgisi doğmaya başladı. Allahü Teâlâ ona, Hirâ ma-ğarasındaki yalnızlığı iyice sevdirmişti. Hirâ mağarası Mekke'nin kuzeydoğusuna düşen dağdaki mağaradır. Resûlullah orada inziva­ya çekiliyor, sayılı gecelerde orada ibâdet ediyordu. Bir defasında on gün, diğer bir defasında da bir aya yakın bir zaman orada kal­mıştı. Sonra evine dönüyor, diğer inziva için gerekli olan azığını alı­yor, kısa bir zaman sonra tekrar yine Hirâ mağarasına çekiliyordu. Bu durum, o, mağarada bir halvet halinde iken; kendisine vahiy ge­linceye kadar, devam etmiştir. [33]

 

İbretler Ve Öğütler
 

Peygamberlik kendisine bildirilmeden önce, Resülullah'm gön­lüne sevdirilen bu inziva hayatında, gerçekten büyük işaretler ve delâletler vardır. Yine bu inziva hayatında, umumî olarak müslü-manların hayatında, hususî olarak da İslâm da'vetçilerinin hayatın­da yer etmesi gereken önemli hususiyetler vardır.

Resûlullah'ın bu uzlet hayatı gösteriyor ki; bir müslüman, ibâ­detlerin her türlüsünü yerine getirmekle faziletlerle süslenmiş olsa bile; bütün bunlara halvet ve uzlet zamanlarını katmadıkça, o za­manlarda nefs muhasebesi yapmadıkça, Allah'ı düşünmedikçe, kâ­inatın görüntüleri hakkında ve bu görüntülerde Allah'ın azametine işaret eden delâletler konusunda düşüncelere dalmadıkça; o müs-lümanın Islâm'lığı olgunluğa erişemez!..

Bu, gerçek müslümanhğı isteyen bir müslumanın hakkındaki ölçüdür. Artık, nefsini, hak yola rehberlik eden ve Allah da'vetç;-sinin yerine koymak isteyen bir kişinin durumu nasıl olur, onu da varın siz tasavvur edin?..

Bunun hikmeti şudur-, İnsan nefsinin birtakım âfetleri vardır ki, onların zararlarını ancak, kalabalıklardan uzaklaşma usulü, dün­yanın sıkıntılarından ve gösterişlerinden kurtulma hususundaki nefs muhasebesi giderir. Buna göre kibir, kendini beğenme, hased, riya ve dünya sevgisi hepsi nefsin âfetleridir. Ve bu hallerin sahibi za­hirde sâlih amel ve makbul ibâdetlerle süslenmiş, halkı irşad eden, güzel öğütlerde bulunan ve Hakk'a çağıran tavırda görünse de, için için yıkılmakta, kalbinin derinliklerinde gulgule ve nefsi üze­rinde ağır bir yük bulunmaktadır. Ve bu âfetlere hiçbir çare yok­tur. Ancak bu âfetlerin malûlü nefsiyle başbaşa kaldıkça bunla­rın hakikatini ve kaynağını, aynı zamanda ömrünün her anında Allah'ın tevfik ve inayetine ne derece muhtaç olduğunu da hesab edecek. Yine insanı ve onun Hâlik-ı A'zam huzurundaki zavallı ha­lini, övüldüğünün ve yerildiğinin de anlamsız olduğunu düşünecek. Yine Allah'ın azametinin tecellileri, kıyamet ahvali, hesab günü­nün uzunluğu ve Cenâb-ı Hakk'ın rahmetiyle ikabınm ne kadar dehşetli şeyler olduğunu düşünecek... îşte bu sürekli ve derin dü­şünceler, nefse bulaşan bu tür afetleri silkeler, kalbi irfan ve saf­fet nuruyla yeniden diriltir. Ve artık dünya belâlarından hiçbirine, onun aynasını kirletme fırsatı kalmaz.

Müslümanların hayatında umumi olarak, İslâm da'vetçileri İçin de hususî olarak, yüksek bir önemi haiz diğer bir husus da; kalb-de Allah sevgisinin yoğrulmasıdır... Bu da, kendini Allah uğrunda feda etmenin, o yolda cihadın, uygun bir şekilde tutuşturulmuş her da'vet meş'alesinin esasıdır ve kaynağıdır. Allah sevgisi, mücerret akli imandan dolayı gelmez. Akılla ilgili işler, tek başına hiçbir zaman kalbde ve duygularda etkili olamamıştır. Şayet böyle olsay­dı, müsteşrikler Allah'a ve Resûlü'ne inananların başında gelirdi. Yine onların kalbleri Allah ve Resûlü'ne karşı sevgi ile dolup ta­şardı. Halbuki şimdiye kadar sen âlimlerden birinin matematik ka-idesiyle veya cebir problemlerinden birine inanarak ruhunu temiz­lediğini duydun mu?

Allah sevgisine, O'na imandan sonra, yegâne etken Allah'ın ni­metleri ve ihsanları konusunda çokça düşünmek, O'nun azameti ve yüceliği hususunda kafa yormak, sonra da kalb ve dil ile O'nu bol bol zikretmektir. Ancak bunların tümü, dünya meşgalelerinden ve dünya dağdağasından, belirli aralıklarla uzaklaşmak, halvete ve uz­lete çekilmekle tamamlanır.

Bir müslüman bunu yaptığı ve bu ödevi yerine getirmeye ha­zırlandığı zaman, bundan dolayı onun kalbinde çok büyük bir ilâhi muhabbet yeşerir. Bu muhabbet sebebiyle insan, her büyüğü küçük, mağrurları ise hakir görür. Ve artık her türlü azab ve işkence ba­sit, her tür horlama ve istihza ayağının altındadır. İşte bu öyle bir hazırlık dönemidir ki; Allah da'vetçileri o dönemde kendilerini ile-

riki dönemler için silâhlandırırlar. Yâni bu uzlet dönemi, Yüce Al­lah'ın sevgilisi Hz. Muhammed'i İslâm da'vetinin yükünü çekmek için yetiştirip hazırladığı dönemdir. Çünkü korku, sevgi ve ümit-den dolayı kalbde bulunan vicdanî kuvvetler (motivler, güdüler) soyut aklî anlayışın yapamadıklarını yaparlar. Endülüslü büyük âlim hnâm Şâtibî (Allah rahmet eylesin) bu motivler konusunda, müs-lümanları ikiye ayırdığı vakit bu gerçeği keşfetmişti. O, islâm'ın ge­nel etkisiyle teklifler dairesine giren avam müslümanlar; diğeri akıl ve anlayıştan daha etkili olan birşeyin şevkiyle bu teklifler daire­sine giren aydın müslümanlar diye ikiye ayırmıştı. Bu konuda şöy­le der: «Birinci grubun durumu; hiçbir fazlalık olmadan iman akdi ve İslâm akdinin hükmüyle amel eden kişinin durumu gibidir. İkin­ci gruubun hali ise; korkunun, ümidin veya sevginin baskın çıkma­sıyla amel eden kişinin hâli gibidir. Korku itici bir kamçı, umut ko­mutan ve yol gösterici, sevgi ise taşıyıcı bir akımdır. Korkan kişi meşakkatin varlığıyla birlikte amel eder. Meşakkatten doğan kor­ku, meşakkatli olsa bile daha ehvenine karşı sabretmeye sevkeder. Umutlu kişi yine meşakkatin varlığıyla birlikte amel eder. Ne var ki tam bir rahatlık içindeki umut tüm yorgunluğa karşı sabret­meye sevkeder. Seven kişi, sevdiğini arzulayarak, gayret sarfetmek-le amel eder. Zorluklar kolaylaşır, uzaklık yakınlaşır ona. Gücü tü­kenir, muhabbetin ahdini yerine getirdiğini ve nimetin şükrünü öde­diğini görmez olur[34]».

Kalbdeki vicdanî kuvvetleri pekiştirmek için çeşitli yollar edin­mek, müslümanların zarureti üzerine icma ettikleri konulardan bi­ridir. Araştırmacılar ve İslâm ulemasının çoğunluğu tarafından «Ta­savvuf» diye isimlendirilen; bir kısmının «ihsan», tbn Teymiyye[35] gibi bir kısım âlimlerin ise «ilm-i sülük» diye nitelendirdikleri şey­dir.

Resûlullah'ın, bi'setine doğru sık sık başvurduğu bu uzlet, için­de bulunan bu itici duyguları takviye için başvurduğu yollardan biridir.

Ne var ki; halvet (yalnızlığa çekilme)'in mânâsını bazıları gi­bi halktan uzaklaşma şeklinde anlamak uygunsuz olur. Onlar halveti, kendilerinin toplumdan kaçışlarına göre anladılar. Bu tür uzlet, tümüyle insanlardan yüz çevirmek, dağları ve mağaraları vatan edinmek, bunu fazilet saymak demek olur.

Bu anlayış, Hz. Peygamber'in dosdoğru yoluna ve onun muhte­rem ashabının da yoluna ters düşmektedir. Yukarıda da zikrettiği­miz gibi, yalnızlığa çekilmekten maksad, ıslah-ı hâl için çare olarak halveti seçmektir. Çare olarak alman ilâç gerektiği vakit ancak yeterli derecede alınmalıdır. Aksi halde sakıncalı bir hastalığa dönü­şür s altlı kişilerin hal tercümelerinde, insanlardan uzaklaşıp uzle­te devam eden kişileri gördüğümüz vakit, bunu onların kendileri­ne mahsus özel hallerine atfetmek gerekir. Onların bu durumları insanlara delil olamaz.. [36]

 

6- Vahyin Başlangıcı
 

Buhâri'nin rivayetine göre, vahyin başlangıcının nasıl olduğu­nu bize en güzel şekilde anlatan Hz. Âişe'dir. Hz. Âişe şöyle der: «Allah'ın elçisine ilk gelen vahiy, uykuda iken sadık rü'ya ile baş­lamıştır. Onun her gördüğü rü'ya sabahın aydınlığı gibi ortaya^ çı­kardı. Sonra kendisine yalnızlık sevdirildi.  Artık Hirâ mağarasın­da ibâdet ediyor, azık almak için eve geliyor ve tekrar aynı ma­ğaraya dönüyordu. Nihayet Allah'ın Resulü, Hirâ mağarasında bu­lunduğu bir sırada vahiy geldi. Şöyle ki; O'na melek gelip, -Oku!» dedi.  O da,   «Ben okumak bilmem»   cevabını vçrdi.   Resûlullah  (s. a.v.) buyurdu ki; «O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye ka­dar sıktı. Sonra bıraktı ve: «Oku» dedi. Ben de yine: «Ben okumak bilmem» dedim. O, beni yine takatim kesilinceye kadar sıktı ve son­ra yine oku dedi. Ben de yine: «Ben okumak bilmem» dedim ve beni tekrar alıp üçüncü defa sıktı. Ve beni bıraktıktan sonra: «Yaratan Rabbinin adıyla okulO insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku ki, senin Rabbin kalemle yazı yazmayı öğreten, insana bilmediğini öğ­reten, bol kerem ve ihsan sahibidir» dedi. Bu âyetleri alan Allah'ın Resulü, yüreği titreyerek, eşi Hatice'nin yanına geldi ve: «Beni örtü­nüz» dedi. Korkusu geçinceye kadar onu örttüler. Sonra başına ge­len olayı eşine anlatarak:  «Kendimden korkuyorum»   dedi.  Bunun üzerine eşi: «Allah'a yemin ederim ki, Rabbin seni hiçbir zaman utandırmaz. Çünkü, sen akrabanı gözetirsin, âciz olanların ağırlığı­nı yüklenirsin, fakire verir, misafiri ağırlar, hak yolunda halka yar­dım edersin» diyerek, onu teselli etti. Bundan sonra Hatice, Resû-lullah'ı alıp, amcazadesi Varaka bin Nevfel'e götürdü. Bu zât câhi-liyye çağında hristiyan olmuş, İbranice'yi bilir ve İncil'den nasibi nis-betinde birşeyler yazardı. O günlerde gözleri kör idi. Hatice, Vara-ka'ya,  «Amcaoğlu,  dinle bak,  kardeşinin oğlu ne söylüyor?»  dedi. Varaka: «Kardeşimin oğlu, ne var?» deyince, Resûlullah başından geçeni anlattı. Bunun üzerine Varaka;  -Gördüğün, Allah'ın Mûsâ'-ya indirdiği Nâmûs-u Ekber'dir. Keşke senin da'vet günlerinde genç olsaydım da, kavminin seni çıkaracakları zamanı görseydim» dedi. Allah'ın Resulü de; «Onlar beni çıkaracaklar mı?» diye sordu. O da; «Evet, senin gibi birşey getirmiş, yâni vahiy tebliğ etmiş hiçbir kim­se yoktur ki, düşmanlığa uğramasın. Şayet senin da'yet günlerinde yetişirsem, sana yardım ederim»  diye cevab verdi. Çok geçmeden Varaka vefat etti. O sırada bir müddet için vahiy kesilmişti.»

Vahyin kesildiği zaman konusunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları üç yıl, bazıları daha az olduğunu söylemişlerdir. Tercih edilen gö­rüş, Beyhakî[37]'nin rivayet ettiği altı aylık bir dönemdir. Sonra Bu-hârî, Câbir bin Abdullah (r.a.)'dan «Fetretü'1-vahy» konusunda şöy­le dediğini rivayet etmiştir: Resûlullah (s.a.v.) Fetret-i vahiyden bah­sederken söz arasında buyurdu ki; «Ben bir gün yürürken birden­bire gökyüzü tarafından bir ses işittim. Başımı kaldırdım. Bir de baktım ki Hirâ'da bana gelen Melek (yâni Cebrail a.s.) sema ile arz arasında bir kürsi üzerinde oturmuş. Pek ziyade korktum. Evime dönüp beni örtün, beni örtün, dedim. Bunun üzerine Allahü Teâlâ Hazretleri: «Ey örtüye bürünen Resulüm, kalk da sana iman etme­yenleri korkut. Rabbini büyük tanı. Elbiseni temizle, kötü şeyleri terke devam et[38]» âyet-i kerîmelerini indirdi. Artık vahiy kızıştı da ardı arkası kesilmedi...» [39]

 

İbretler Ve Öğütler
 

Bu, «Bed-ul Vahy= Vahyin Başlangıcı» hadîsi, dinin akaid ve şeriatle ilgili hakikatların tümünün üzerine kurulduğu temel esas olur. Bu hadîsi iyi kavramak ve ona kesinlikle inanmak, Hz. Peygam-ber'in getirdiği gaybi hallere ve şer'î emirlere kesinlikle inanmayı gerektiren bir giriş niteliğindedir. Çünkü «Vahyin hakikati, kendi kafasından düşünüp akıl ve görüşüyle kanun yapmaya kalkışan in­sanla, herhangi bir değiştirme ve kısaltma veya fazlalık yapmadan doğrudan doğruya kendi Rabbi'nden aldığı emir ve yasakları insan­lara tebliğ eden insan arasında yegâne ayırıcı çizgidir.

Bundan dolayı, İslâm'a şübhe sokmak isteyen din. düşmanları; Resûlullah (s.a.v.Vın hayatındaki vahiy mes'elesiyle meşgul olmaya önem veriyorlar ve vahyin hakikatma birşeyler katmak; vahiyle ilhamı birbirine karıştırmak veya vahyi şuuraltmdaki şeylerin şuur üstüne çıkması olarak nitelendirmek, hattâ sar'a (histeri) hastalığı olarak göstermek için, yorucu bir fikrî çalışmaya giriyorlar. Onlar «vahiy» konusunun, Hz. Muhammed'in Allah katından getirdikle­rine olan imanın ve müslümanların inançlarının kaynağı olduğunu bildikleri için böyle yapıyorlar. Din düşmanlarının, vahyin hakikati ile ilgili olarak ortaya attıkları şübheler tutarsa; vahiyden kaynak­lanan ahkâm ve akaidin tümünü inkâr etmeleri kolaylaşmış olur. Ayrıca Hz. Muhammed (s.a.v.)'in uymaya çağırdığı ahkâm-ı şer'iyye ve prensiplerin tümünün, onun şahsî düşüncesinin ürününden baş­ka birşey olmadığı fikrini yerleştirmeleri imkânı doğar...

İslâm'a karşı fikir savaşı ilân eden ve durmadan iftirada bulu­nan İslâm düşmanları, bu gayeyi gerçekleştirmek için, vahiy ola­yını te'vile ve onu apaçık hakikatından uzaklaştırarak, tarihçile­rin bize naklettiği sahîh hadîslerin bahsettiği şeklini tahrife yelten­diler. Onlardan herbiri batının uydurma düşüncelerinden kendi ak­lına uygun olanım buna ilâve etti...

Onlardan, şöyle düşünenler bile vardır: Hz. Muhammed (s.a.v.) devamlı gelişen bir keşf yoluyla, içinde bir akide (inanç) oluşunca­ya kadar düşünmeye devam etti. Sonunda o akideyi, puta tapıcıhğı yıkmaya yeterli görüyordu. Bundan daha da katmerli iftira şu sö­zün yayılmasıdır: Ancak Hz. Muhammed (s.a.v.), Kur'ân'ı ve İslâm prensiplerini Rahib Bahira'dan öğrendi. Hattâ şu sözü söyleyenler bile çıkmıştır: İş, ne şöyle, ne de böyledir. Fakat Muhammed (s. a.v.) asabi bir adamdı veya sar'a (histeri) hastalığına yakalanmış bir kimse idi[40].

Biz, akıllı bir kimseye, onları gördükten ve duyduktan sonra Hz. Muhammed (s.a.v.) Jin nübüvvetini inkârdan başka bir çıkış yo­lu bırakmayan şu tuhaf hilekârlıklara bakınca; İmam Buhârî'nin hadîsinde şimdi arzetmeye çalıştığımız haliyle, Resûlullah'a vahyin inmeye başlam asındaki apaçık ilâhi hikmeti bütün niteliğiyle göre­biliyoruz:

Vahyin perde arkasından gelme imkânı olduğu halde niçin Re-sûlullah ilk defasında, Cebrail'i dünya gözü ile gördü? Niçin Yüce Allah, Resûlü'nün kalbine, Cebrail'i görmesinden dolayı korku bı­raktı ve onu tanımasında hayrete düşürdü? Halbuki Yüce Allah'ın kendi elçisine karşı taşıdığı sevgi ve onu koruması, onun kalbine sükûnet vermesini gerekli kılardı. Böyle olunca da artık o hiçbir şeyden korkmaz ve ürpermezdi. Niçin Peygamberimiz, mağarada kendisine görünen varlığın cinlerden garib bir yaratık olmasından korktu da onun Allah katından gelen emin bir melek olmasına yor­madı? Niçin bundan sonra, vahiy uzun bir müddet kesilmişti? Hal­buki Resûlullah (s.a.v.) vahyin kesilmesinden dolayı büyük bir umutsuzluğa kapılmıştı. Hattâ O, îmâm Buhârî'nin rivayet ettiği gibi dağ­ların uçurumlarından kendisini aşağı atmaya niyetleniyordu.

Bu sorular, vahyin ilk başladığı şekle nisbetle çok tabiîdir. Bun­ların cevabını düşündüğümüzde, derin bir hikmeti ihtiva ettiğini görmekteyiz. Daha doğrusu bağımsız düşünen bir adam, o hikmet­te-, İslâm'a fikri savaş açanların ortaya attıkları şirke düşmekten, bâtıl ve uydurma hileleriyle etkilenmekten koruyacak saf hakikati bulacaktır.

Hz. Muhammed Aleyhisselâm Hirâ mağarasında aniden karşı­sında Cebrail'i gözüyle görünce irkildi. Cebrail (a.s.) ona: «Oku!» diyordu. Neticede, vahiy olayının hallüsinasyona hamledilecek da­hilî ve şahsî bir iş olmadığı ortaya çıkıyor. Vahiy olayı, yalnızca insanın iç yapısı ve nefsiyle alâkası olmayan, harici bir hakikati telâkki etmek (almak) ve onu kabul etmekten ibarettir. Meleğin Hz. Peygamber'i üç kere sıkması, sonra her defasında «Oku* diye­rek bırakıvermesi, bu haricî telâkkiyi destekleme ve bazı aleyhte tasarıları reddotme hususunda te'kid olarak nitelendirilebilir. Yâni bu olay, asla dahili bir hayal görme olayı değildir.

Resûlullah'm, görüp işittiklerinden dolayı içine korku ve ürper­ti düşmüştü. Hattâ O, mağaradaki halveti (yalnızlığa çekilmesi) ni yanda kesip, yüreği titreyerek sür'atle eve dönmüştü. Her aklı ba­şındaki düşünür için şurası açıkça ortadadır ki; Resûlullah, dünya­ya yaymak üzere sorumlu tutulacağı peygamberlik görevine hiç ar­zu duymamıştı. Zaten şu vahiy olayı, Hz. Peygamber'in bazan aklın­dan geçirdiği birşeyi tamamlar veya onunla uyum sağlar bir şekil­de olmamıştı. Vahiy olayı, onun hayatını sarsacak bir şekilde daha önceden hazırlıksız, olarak aniden onu gelip sarmıştı. Hasılı bu du­rum, kendinde devamlı ve tedrici bir keşif yoluyla, da'vet etmeyi tasarladığı bir akidenin oluşmasına kadar, akıl ve tefekkür yoluyla yetiştiren, "bir insanın işi değildir.

Sonra, gerçekten ilham hallerinden veya hayalet görmekten ya­hut ruhi coşkunluk ya da ulvi düşüncelerden olan bir şey-, korku­yu, ürpertiyi veya renk değişmesini gerektirmez. Bir taraftan ani­den korku ve ürperti ile karşı karşıya gelme ile diğer taraftan dü­şünce ve tefekkür içinde derece derece gelişme arasında bir bağ­lantı kurmak mümkün değildir. Aksi takdirde tüm düşünür ve mü­tefekkirlerin, bu korku halini ve şaşkınlıklarını, defalarca yaşama­ları gerekirdi!.

Her okuyucu da bilir ki, korku, ürperti, vücudun titremesi, renk değişmesi ve bunların tümü rol ve gösteriş için yapılmasına imkân bulunmayan zarurî infiallerdir. Hattâ Hz. Peygamber'in rol yaptığım ve h-leye başvurduğunu ve bi'setten önceki bilinen tabi­atının (hâşâ) tam tersine dönüştüğünü düşünsek bile?..

Resûlullah'ta görülen, ani korku halinden daha öte, mağarada gördüğü; kendisiyle konuşan ve kucaklayıp sıkan bu varlığın, cin­lerden bir garip yaratık olması vehmine kapılmasında gerçek ken­dini gösteriyor. Çünkü Or bu olayı hanımı Hatice'ye haber verirken şöyle demişti: «Kendimden korkuyorum.» Yâni bana cin çarpmış ola­bilir veya aklımı oynatabilirim... Fakat Hz. Hatice, Peygamberimi­zin kendisinde övünülecek vasıflar ve üstün ahlâk bulunduğu için cinlerin ve şeytanların ona bir zarar veremiyeceklerini belirterek eşi­ni teskin etmişti.

Halbuki Cenâb-ı Hak, kendi elçisinin kalbini teskin etmeye ye­terdi. Onunla konuşan bu yaratığın ise, kendisinin insanlara pey­gamber olarak gönderildiğini haber vermek için gelen, Allah'ın me­leklerinden bir melek olan Cebrail'den başkası olmadığı hususunda, onun nefsini yatıştırmaya kadirdir. Ama şu eşsiz ilâhî hikmet Hz. Muhammed Aleyhisselâm'm [peygamberlikten önceki şahsiyeti ile on­dan sonraki şahsiyeti arasındaki farklılığı ortaya çıkarıyor. Re-sûlullah'ın zihninde, îslâm şeriatının ve akaidinin temel esasların­dan herhangi birinin daha önceden oluşmadığını ve akabinde, o esasa da'vet edeceğini de düşünmediğini, açıklamayı murad edi­yordu...

Yine Yüce Allah'ın, Hz. Hatice'ye Peygamberimizi, Varaka bin Nevfel'e götürmesini ve durumu ona anlatmasını ilham etmesinde şunlar var:

a- Resûlullah'm karşılaştığı bu durumun, kendinden önceki Peygamberlere de inmiş olan ilâhî vahiy olduğunu pekiştirmek...

b- Resûlullah'm gördüğü ve duyduğu şeylerin tefsirinden çı­kacak çeşitli düşünce ve korku sebebiyle ruhunu kaplayan örtüyü yırtıp, atmak.

Ama bundan sonra vahyin kesilmesi (ve bilinen ihtilâfa göre bu kesintinin altı ay veya daha fazla sürmesi) konusuna gelince, o da yine eşsiz ilâhi bir mucizeyi ihtiva etmektir. Çünkü vahyin ke­silmesi olayı, tslâm düşmanlarının, ilâhî vahyi Peygamberimizin uzun uzadıya düşünmesi neticesinde, özünden çıkmış; ruhî bir coşkunluk ve ruhuna âit dahilî bir oluş olarak yorumlamalarını, en yüksek seviyede reddetmektedir.

Resûlullah'ın, Hirâ mağarasında gördüğü meleğin uzun bir sü­re kendisinden gizlenmesi. Bundan dolayı kararsızlık içinde kalma­sı. Sonra Cenâb-ı Allah'ın kendisini peygamberlik ve vahiyle şereflendirmeyi murad ettiği halde kendinden sudur etmiş bir kötülük için Allah'ın ona darılmış olması zannı... Kendindeki bu kararsız­lığın, içinde bir korkuya dönüşmesi. Hattâ dünyanın ona dar gel­mesi. Nefsinin onu helake sürüklemesi. Ne zaman bir dağın tepe­sine varsa, kendisini oradan aşağıya atmak istemesi. Nihayet bir gün Hirâ'da gördüğü meleğin asli şekliyle, yerle gök arasını dol­durmuş olduğu halde O'na: «Yâ Muhammedi Sen Allah'ın insanlara göndermiş olduğu bir elçisin» derken görmesi... Bütün bunlar ilâhî hikmetin gerekleridir. Nitekim bir defasında korku ve ürpertisini yenemeyerek doğruca eve dönmüştü de; kendisine Allahü Teâlâ: «Ey örtülere bürünen peygamber kalk, korkut...[41]» buyurmuştu.

Hakikaten Allah Resûlü'nün başından geçen bu hal, vahyin iç­ten gelen bir ilham, bir türlü delilik olduğu şeklindeki zanları ge­çersiz kılar. Çünkü, açıkça ortadadır ki ilham ve düşünce sahip­lerinin ilhamları ve düşünceleri onların başına böyle bir hal getir­mez...

O halde, sahih ve sabit bir hadiste vârid olan tarza göre Bed-ül Vahy hadisi (yâni vahyin başlangıcını bildiren Hz. Âişe hadîsi) İslâm'a şübhe sokarak din düşmanlığı yapan kişilerin, insanları, Al­lah'ın Hz. Muhammed (s.a.v.)'e ikram buyurduğu nübüvvet ve va­hiy konusunda yanlış bilgilere sevk etmek için gösterdikleri tüm çabaları boşa çıkarmaktadır. Bu durum açıkça ortaya çıkınca, vah.-yin başlangıcının Allah'ın irade ettiği tarz üzere olmasındaki yüce ilâhî hikmet daha iyi anlaşılmış olur.

tslâm düşmanları belki de, «Hz. Muhammed Ashabının arasında iken kendisine vahiy iniyordu da niçin onlardan biri meleği gör­müyordu?» diye soru sormaya yönelecekler.

Bu sorunun cevabı şudur: Cebrail yâni melek, gözle görülebi­len yaratıkların varlık şartını taşımıyordu. Çünkü, bizde bulunan görme vasıtası, muayyen bir alanla sınırlandırılmıştır. Böyle olma­saydı, herhangi birşeyin gözden uzaklaşması halinde onun yok ol­ması gerekirdi. Allah'ın gözlerde bulunan görme hassasını istedi­ği kadar artırması - çünkü şu gören gözlerin yaratıcısı O'dur - O'na çok kolay olmaktadır. Bu durumda da diğer gözlerin göremediği şeyleri, ö göz görebilirdi. Bu konuda Mâlik bin Nebi şöyle diyor:

«Meselâ; daltonizm[42] bize, bir ışık türünün, her göz tarafın­dan görülemediğini tipik bir örnek olarak bildirmektedir. Yine aynı şekilde, kızıl ötesi ve menekşe ötesi denilen ışık şuaları serile­rinin gözlerimiz tarafından görülemediği de bilinmektedir. Bu du­rumun bütün gözlere nisbetle böyle olduğunu ilmî olarak isbat eden birşey de yoktur. Bazan görme hassasının az veya çok olması müm­kün olan gözler bulunabilir[43].

Artık bundan sonra vahyin devam edişi, vahyin hakikatına ve İslâm düşmanlarının arzu ettiği gibi vahyin özellikle nefsî bir olay olmadığına dair işareti, kendisi taşımaktadır. Bu işareti aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:

1- Kur'an ile hadis arasındaki açık ayırıcı özellik: Çünkü Re-sûlullah (s.a.v.) kendi sözleri olan hadîsi, ashabının hafızasına ema­net ederken, Kur'an âyetlerinin öncelikle yazılmasını emrediyordu. Hadîs kendisi tarafından söylenmiş sözdür, peygamberlikle alâkası yoktur, demek yanlış olur. Çünkü Kur'an, Cebrail aracılığıyla biz­zat harfleriyle ve sözleriyle ona vahyedilmiştir.   Ama hadîs böyle değildir. Hadîsin mânâsı ona, Allah katından vahyedilmiştir. Fakat sözleri ve terkibi Hz. Peygamber tarafından düzenlenmiştir. Bundan dolayı Resûlullah, kendi sözüyle, Cebrail'den aldığı Allah kelâmını karıştırmaktan son derece sakınıyordu.

2- Resûlullah  (s.a.v.)'dan bazı işler sorulur, o da, onlara ce-vab veremezdi. Bazan onun bu suskunluğu üzerinden uzun bir za­man geçer, sonunda bu soru konusunda Kur'an'dan bir âyetin in­diği olurdu. Böylece soru soran kişiye, sorusu konusunda Kur'an'­dan inen âyeti okurdu. Bazan da, Hz. Peygamber bir kısım işlerde belirli bir şekilde tasarrufta bulunurdu. Bu tasarrufunu onaylayan Kur'an âyetleri hemen iniverirdi. Bazan da bu tasarrufunu kınayan ve yeren âyetlerin indiği olurdu.

3- Resûlullah  (s.a.v.)  ünımi  (okuma-yazma bilmeyen)  bir ki­şi idi. Halbuki, böyle bir insanın dahilî bir mükâşefe yoluyla, Fi­ravun kıssası, Hz. Musa'nın annesinin kendi çocuğunu denize attığı zamanki kıssası, Yûsuf kıssası gibi tarihî hakikatleri bilmesi müm­kün değildir. Bunlar onun ümmi olmasındaki hikmetler cümlesin­den sayılmaktadır. Bu konuda Kur'ân-ı Kerîm şöyle der: «Sen bun­dan önce hiçbir kitab okur değildin ve elinle de onu yazmadın. Öy­le olsaydı müşrikler elbette şübhelenirlerdi.[44]

4- Hakikaten Resûlullah'ın kavminin arasında kırk yıl boyunca doğru sözlü olması ve onlar arasında şöhret bulması; bundan da Önce kendi nefsine karşı dürüst olmasını gerektirir. Bundan dolayı Hz. Peygamber vahiy olayını araştırırken, kendisine hayal gördü­ren bir şübhenin olduğuna karar vermesi gerekirdi.

Ve sanki şu âyet, vahiyle karşılaştığında, içinden geçen şeyleri inceleyişini reddeder mahiyetle gelmiştir: «Eğer sen, sana indirdiği­miz (Kur'an âyetlerinde) de şübhe içinde isen, senden önce Kitab'ı okuyanlara sor. Andolsun ki Rabbinden sana hak gelmiştir. Sakın şübhecilerden olma![45]».

Bunun için, Hz. Peygamber'in bu âyet indikten sonra: «Artık ne şübhe ediyorum ve ne de birşey soruyorum» diye buyurduğu riva­yet edilmiştir.[46]


[19] Bakara sûresi, âyet: 127.

[20] çıplak olmasının uygun düşmediğinin İhtarıdır bu! . (Mütercimler)

[21] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 76-77.

[22] Bakara sûresi, âyet: 125.

[23] Bakara sûresi, âyet: 127.

[24] Buhari, Kitabü’l-Ehadisü’l-Enbiya, bâb: 9.

[25] Bak: Zerkeşi, İ’lamü’s-Sacid: 46.

[26] Bak: İbn Seyyidinnas, Uyûnü'1-Eser:  1/52

[27] Buhârİ: Kitâbü'1-Hacc, Bâb-ı Fadl-ı Mekke. Ayrıca Zerkeşî, 1'lâmuVSâcid, s. 46.

[28] Müttefekun aleyhtir. Metin Buhârî'ye aittirr

[29] Bak:   Îbn   Seyyidinnas,   Uyunul-Eser.   1/53;   ez-Zerkeşî,   î'lâmuVSâcid:   46. Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir; Kitâbü'1-Hac. Taberî ve diğerlerinin ri­vayetine göre, Kabe ateşten sn;ra>diı bir kıvılcımla yanmıştır   Çünkü o za­man civarda bir yangın çıkmıştı. Bakınız: Taberı, Tarih    5/498.

[30] Müslim: 4/99...

[31] Müslim şerhi Nevevî ile Buhârî şerhi Fethu'l-Bârî'de Kabe'yi yıkmayı düşü­nen kişinin Harun Reşid olduğu kayıtlıdır. Ayrıca, «Uyûnü'1-Eser ile İ'lâmu's-Sâcid» adlı eserlerde Kabe'yi yıkmayı düşünen kişinin, Ebû Cafer el-Mansûr olduğu rivayeti vardır. Ama İmâm Mâlik bin Enes'in Mansür ile Harun Re-şld zamanında yaşadığı bilinmektedir. Bunun için her iki ihtimal de düşünü­lebilir...

[32] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 77-82.

[33] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 83.

[34] eş-Şâtibî, el-Muvafakat: c. 2, s.  141. Bakınız:  Bu kitabın yazarının «Zava-bıtü'l-Maslahat» adlı eserinin, 111, 112. sayfalarına.

[35] Bak: Fetavâ-yı îbn Teymiyye: 10. cüz. İbn Teymiyye nezdinde hakikî tasav­vufun kıymetini bulacaksınız. Onun ismini kullanarak kendi bâtıl düşüncele­rini yaymaya uğraşanların, ona ne kadar iftirada bulunduklarım yine onun fetvalarından öğrenecekler...

[36] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 83-86.

[37] Bakınız: FethÜ'1-Bârî, c. 1, s. 21.

[38] el-MÜddessir sûresi, âyet: 1-5.

[39] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 87-88.

[40] Bak: İslâm Dünyasının Bugünkü Dudurumu; c. 1, s. 38-39.

[41] Müddessir sûresi, âyet: 1-5.

[42] Renk körlüğü ile uğraşan bir bilim kolu (mütercimler).

[43] Mâlik bin Nebî - ez-Zahıretü'1-Kur'âniye; s. 127. Bu kitab «Kur'ân-ı Kerîm Mucizesi» adıyla dilimize çevrilmiştir (mütercimler).

[44] Ankebût sûresi, âvet- 4ft

[45] Yûnus sûresi, âyet: 94.

[46] Bunu tbn Kesir, Katâde'den rivayet etmiştir

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 88-94.