seymanur K
Thu 22 September 2011, 05:06 pm GMT +0200
Raşid Halifelerden Sonra Neler Oldu?
Abdullah b. Sebe'nin kurduğu Sebeiye örgütü Medine, Cemel ve Sıffin olaylarında kendilerince başarı sağlayarak İslam vahdetini bölmüş, Küfe ve Şam diye ikiye ayırmışlardı. Hz. Ali öldükten sonra yerine oğlu Hasan getirilmişti Kûfeliler tarafından. Hz. Hasan öteden beri İslam birliğinin parçalanmasına üzülüyordu. Bunun için elinde yeteri kadar askeri ve siyasi kuvvet olduğu halde büyük fedâkarlıkda bulunarak, bir takım şartlarla Küfe ve bölgesini altı ay idare ettikten sonra 'Muaviye'ye teslim etmişti. Böylelikle Muaviye önce asi bir vali iken şimdi
bütün İslam topraklarının hükümdarı olmuştu. Muaviye artık maksadına ermişti. Daha hayatta iken yerine oğlu Yezid'i sultan tayin etmesi, soyu için koltuğu garantiye almıştı. Muaviye'nin ölümünden sonra işbaşına gelen Yezid'e Kûfeliler biat etmeyerek Hz. Hüseyin'in etrafında birleştiler. Hz. Hüseyin ve bir kısım öncüler zaten Muaviye'ye de biat etmeyerek Mekke'ye çekilmişlerdi.
Hz. Hüseyin yetmiş kadar müslümanla silahsız ve techizatsız olarak Mekke'den Kûfe'ye giderken, Kerbela'da korkunç bir komplo ile karşılaşmış; silahsız olan bu garip müslümanlar Yezid'in askerleri tarafından topyekün katledilmişlerdi. Bu olaya üzülen Mekke müslümanlan Abdullah b. Zübeyr'i kendilerine emir seçerek ona biat ettiler ve böylece Hicaz bölgesinin güvenliğini sağlamaya çalıştılar. On yılı aşkın bir süre Hicaz bölgesi Abdullah'ın yönetiminde kalmıştı. Yezid, Hicaz bölgesini de Abdullah'tan kurtarmak için büyük bir ordu teçhiz ederek göndermiş, Mekke ve Medine ateşe verilerek yağma edilmişti. Buna rağmen Abdullah imamlığına devam etmişti. Ancak bir müddet sonra Emevi hükümdarlığına geçen Abdul Melik, Mekke'ye ikinci bir ordu göndermiş, Abdullah'ın başı kesilerek Şam'a getirilip halka teşhir edilmişti. Böylece Hicaz Bölgesinde de Emeviler hakim hale gelmişlerdi.
Artık bundan sonra saltanat ve krallık adına işlenen cinayetleri saymak mümkün değildir. Bir avuç masum Hüseyinlerin katledilip, başlarının Medine sokaklarında oynatılmasını hangi mantık kabul eder, hangi vicdanı sızlamaz! Emevi saltanatı Hüseyin'den sonra Abdullah'ı da halletikten sonra büyük bir bayram coşkunluğu içindeydi. Zira artık onlara karşı çıkacak güç görünmüyordu. Okudukları hutbelerde kendilerini haklı göstermek için Hz. Ali ve Hüseyinlere lanetler yağdırıyorlardı.
Sahih ve meşru bir harekete sahib olan Abdullah b. Zübeyrin ölümünden sonra, Ömerb. Abdulaziz'i görmekteyiz. Ömer b. Abdulaziz devletin başında kaldığı sürece tıpkı atası Ömer b. Hattab gibi adalet ve eşitlikten asla ayrılmadı. Yaptığı icraatlarla halifeliğin ilk yıllanın müslümanlara hatırlattı. Tecavüz ve yolsuzlukların her türlüsüne alışmış olan Emevi idarecileri onun adaletinden, idare ve sisteminden bayağı rahatsızlanmış ve neticede ona bir suikast hazırlayarak şehid etmişlerdi.
Ömer b. Abdulaziz, işbaşında kaldığı sürece bir çok hayırlı faaliyetlerde bulunmuş, ilk iş olarak zevcesinin altın ve mücevheratını devlet hazinesine bırakması olmuştu. Sonra Emevilerin İslam'a soktuğu bid'at ve hurafeleri temizlemiş, hutbelerde Ali'ye yapılan küfürleri hemen kaldırmıştı. Fedek arazisini tasarrufuna geçiren Mervan'dan geri alarak eski haline getirmişti. [176] Kısaca hayatını Allah için ortaya koyan bu halife uzun ömürlü olamamış, kapitalistlerin zehirletmeleri sonucu öldürülmüştü. Yani Emevilerde bir ışık yanmış, o da kısa zamanda söndürülmüştü.
İslam devleti saltanat ve krallığa dönüştürülürken, cahiliyeden bir takım kalıntıları da beraberinde getirdi. Cahiliyenin liderliğini yapan Sebeistler müslüman geçinenlerden bir çok yardımcı bularak yönetimi sözde onlara teslim ettiler. Yıllardır uğraş verdikleri planlarını bir noktada gerçekleştirmiş oldular. Yönetim halifelikten çıkıp cahiliyenin eline geçince sosyal hayatın bozulması daha da hızlanmıştı. Cahiliye bir kanser gibi sosyal hayatı kemirip bitiriyordu. Artık gün geçtikçe her şey tabiatıyla değişiyordu. Saray çevresi saltanat ve koltuklarını garanti altına almak için zekat müessesinden rahatlıkla yararlanabiliyorlardı. Sekiz sınıfa sarfedilmesi gereken zekat, artık
sadece saltanatı ayakta tutan bir kurum haline gelmişti. Saltanat sahipleri iktidarı ellerinde tutabilmek için her türlü entrikalara başvurabiliyor ve İslam'ı te'vil ederek kendi çıkarlarına uygun hale getirebiliyorlardı.
İslam'ın gün geçtikçe tahribata uğraması, saray çevresinin zevku sefaya dalmasına bağlanamaz. Sebeistlerin ve diğer yıkıcı hiziplerin bunda büyük rolü vardır. Bunlar öncelikle, saf ve berrak olan İslam'ı, yeni İslam göstermekle yıkmaya çalışmışlardı. Bu münafıklar, sahabe ve sünnet kavramlarının arkasına gizlenerek sinsice çalıştılar. Sahabe kavramını asli kimliğinden çıkararak, onu derecelendirmeden üstün bir meziyete sahip kıldılar. Öyle ki şehadet getiren ve Rasulullah'ı uzaktan dahi olsa gören, sahabedir ve gökteki yıldız gibidir. Artık kim bu vasıftaki birine tabi olursa hidayettedir. Ve konu şu noktaya çekilmiştir:
Emevi saltanatını kuran bir sahabedir. O halde bu saltanat meşrudur. Çünkü Sahabe gökteki yıldız gibidir, o ne yaparsa doğrudur, haktır. İşte bir takım art niyetliler bu sahabe kavramının arkasına gizlenerek İslam'da olmayan esasları böylece İslam'a soktular. Halbuki sahabe tanımı öyle olmadığı gibi, onun her yaptığı da doğrudur, şeklinde bir mantık asla kabul edilemez. Sahabe, Rasulullah'ı bir kez görmek değildir. Sahabe, Rasulullah'ın arkadaşı, onun getirdiği davayı beraber omuzlayan, davadan taviz vermeyen seçkin insanlardır ki bunlar kendi aralarında derecelenmektedir. Oysa zahirde her şehadet getirip Rasulullah'ı gören kimse gökteki yıldız gibi olsaydı, o zaman Abdullah b. Sebe de bir yıldız olacaktı ve her yaptığı da doğru kabul edilecekti. Kaldı ki bu mantık İslam'ın bütünlüğüne asla sığdırılamaz.
Sahabe kavramının arkasına gizlenen fanatik eylemciler, her Rasulullah'ı göreni sahabe kabul edip, gökteki yıldız kabul edince, 'onun her söylediği doğrudur' mantığından hareketle hadis uydurmaya başladılar. Çünkü hadis üretmek, kendi siyasi emelleri için elzemdi. Bu konuda öylesine ileri gittiler ki hadisi Kur'ana eşit ve hatta daha yüksek bir seviyeye çıkarttılar. Böylece sosyal hayatta Kur'an'ı devre dışı bırakarak hadise ağırlık verdiler. Ancak Kıır'an'i da zaman zaman kendi emelleri doğrultusunda yorumlamaya, te'vil etmeye ve tahrife gitmişlerdi.
Şimdi aklımıza hemen 'Kim benden olmayan bir sözü bendendir diye gösterirse cehennemde yerini hazırlasın' sözü ile Ebu Bekir ve Ömer'lerin halifelikleri döneminde hadis konusunda gösterdikleri titizlik geliyor. Sanki o mübarek insanlar bu günleri biliyorlarmış gibi davranmışlardı.
İslam'ı yıkma faaliyetlerini üstlenen o hain herifler, sahabe ve hadis kavramları arkasına gizlenerek İslam'a bir çok bid'at ve hurafe sokmayı başardılar. İslam'ı sosyal, ekonomik, kültürel, hareket ve cihad gibi temel esaslardan uzaklaştırarak törensel bir din, mistisizmi bir tasavvuf ve rasyonel biri felsefe haline getirdiler. İslam'ın değişmeyen temel kaynağı Kur'an dururken halk Beni İsrail hikayeleri, Hint-Yunan ve İran felsefelerinin kültürüyle yetiştirilmeye başlandı. Ve böylece asırlar boyu Kur'an ile iletişim sağlanamadı. Diğer yandan saray çevresi dini kendi tekellerine almış, sultanların ihtiyacı olan 'fetva kurumu'nu kurdurtarak bir çok bilgini kendi amaçları doğrultusunda kullanmışlardır. Zira 'fetva kurumu' her konuda sultanların yardımına yetişebiliyordu. Sultanların haberleri olmadan hiç bir fetva geçerli olamazdı. Eğer İmam Ebu Hanife gibiler fetva makamına gelmekten çekinmişlerse mutlaka bir bildikleri vardı. İslam, hiç bir zaman böyle din kurumu, din sınıfı, ruhban sınıf diye bir ayırım kabul edemez. Zira Allah Rasulü'nun ve diğer Raşid halifelerin dönemleri açıktır. Onlar böyle bir sınıflandırmaya asla yanaşmadılar. Bizzat kendileri hakim ve müftü oldukları gibi bir devlet başkanı ve bir ordu kumandanıydılar. Ancak etrafında müsteşarları vardı ki bunlarla zaman zaman istişare etmeleri gayet tabiiydi.
Saltanat döneminde 'din sınıfı'nın oluşumu beraberide bir çok olumsuzluklar getirdi. Felsefe ve tasavvuf, itikadı ve fıkhi mezhepler dini ilimler, din dışı ilimler gibi tasnifler yapıldı. Felsefe ve tasavvuf kanalıyla İslam öyle bir hale getirildi ki, zahir alimleri saray çevresinde fıkıhla uğraşırken, batın alimleri de felsefe kaynaklı tasavvufla ilgilenerek müritlerine cennet parsellerini dağıtıyorlardı. Zamanla siyasi otorite, batın alimlerini de yanına alarak içice yaşamaya başladılar. Zahir alimleri siyasi otoritenin hukuksal yönden bir kanadı olurken, batın alimleri de hukukun uygulanması için gerekli olan manevi alt yapıyı hazırlayan diğer kanadı oluyordu.
Zahir ve batın alimleri devletin siyasi nüfuzunu güçlendirince devlet, batın alimlerini manevi sultanlık diye bir makam verdi. Böylece devlete bağlı manevi bir müessese kuruldu. Daha önce sultanlar bir iken şimdi iki oldu. Maddi/asıl/sultan, manevi sultan. Biri zahiri dünyayı yönetecek, diğeri de batini dünyayı yönetecek. Batıni sultanlara öyle vasıflar, öyle sıfatlar verildi ki bir anda bir çok şeyi yapabildikleri gibi, bir anda dünyanın etrafını dolaşıp gelebilirlerdi. İster gökyüzüne çıkar, ister yeryüzüne iner; ister camide imam, ister savaşta asker; isterse tekkede bir zahid, isterse meyhanede bir kadehçi... Kimse onlara bu konuda dil uzatamaz; Zira meyhanede de olsa onların bir bildikleri vardır. Bu bilgi, zahiren, veya bu gözlerimizle bilinemez. Kısaca manevi sultanlar için bir sınır yoktur. Diğer yönden batini sultanlık, tıpkı zahiri sultanlık gibi babadan oğula gizlice tevarüs ederdi.
Biz bu konuda daha ileri giderek batıniciliğin tasavvuf adı altında yaptığı Vahdeti Vücutçuların fena fillahını; değiştirilmiş kelimelerin her harfine bir rakam ve rakama bir remz verilerek cifircilik ve muskacılık sanatını; Nebi ve Resul ile özdeş hale getirilmiş veli kelimesini; yine hacc ile özdeş hale getirilmiş türbe ziyaretlerini; araştıranlar somut örneklerle tasavvuf adı altında yapılan tahribatları ve cinayetleri göreceklerdir. Ancak İslami hareketin tarihi seyrini tahlil ederken İslam adına yapılan yanlışların -adı ne olursa olsun- mutlaka bilinmesi ve ayırt edilmesi gerekir. Bu konuda hiç kimsenin görüşü masum kabul edilemez. Yanlışlara yanlış, hatalara hata; doğmlara doğru, gerçeklere gerçek diyemediğimiz müddetçe bir adım ileri gidemeyiz. Ve bu hür düşünme atmosferini oluşturmadığımız müddetçe yine bir şey değiliz demektir. Müslümanlar bunların etkisinde kalarak yani birtakım kimseleri mutlak doğru kabul ederek hür düşünmekten bile düne kadar korkuyorlardı. Halbuki Kur'an ve onun tanıtıcısı olan Allah Rasulü'nun hayatı ortadadır. O halde niye hür düşünmekten, kaynağı öğrenmekten çekîniliyor, tabi ki bunun da bir takım sebepleri vardır.
Tasavvufun kaynağına baktığımızda, onun felsefenin bir kolu olduğu gizlenemez. Zira tasavvuf adı altında yapılan tahribatlar genelde Yahudi uğraşı, Hint mistisizmi, Yunan felsefesi ve İran mitolojisi ile tasavvufa geçmiştir. Abbasiler döneminde Yunan felsefesinin Yahudi mütercimleri tarafından Arapçaya kazandırılması, Arap dünyasında Sokrat, Eflatun ve Aristo'yu kutsallaştırmıştır. Muallimi sani diye bilinen Farabi, İbni Sina ve İbni Rüştler, Yahudilerin yaptıkları tercümeleri yorumlamış, geliştirmiş ve hayata kazandırmışlardır. Fakat ne hazindir ki muallimi saniler kendilerini bu işe öylesine kaptırdılar ki yapacak çok işleri olduğu halde Allah, ruh, melek ve kader gibi çok nazik ve altından çıkılmayan konuları tartışıp halletmeye çalışıyorlardı. Öyle konular ki hakkında Allah Rasulü bir şey söylemediği gibi yasakladıkları da olmuştu. Bütün bunlara rağmen onlar; Allah fiilinden ayrı mıdır, değil midir? İman amelden bir cüz mü, değil mi? İman mı amelden çıkar, amel mi imandan çıkar? Ruh baki midir, değil midir? Kur'an mahluk mudur, değil midir? Kader zorlayıcı mı, değil mi? vs. gibi nazik konular üzerinde cedelleşmeye girdiler ve birbirlerini tekfir etmeye başladılar. Artık burada, Farabi'nin bir filozofu bir peygamberden üstün tuttuğunu anlatacak değiliz, ama mutlaka geniş izahat isteyenler felsefe kitaplarını irdeleyebilirler.
Felsefe kurumunu ve dolayısıyla filozofları eleştirirken İslam adı altında işledikleri tahribatları sadece hatırlatmaya çalıştık. Yoksa onların her yaptığı yanlış veya onlardan asla faydalanamaz diye bir hisse çıkarılmamalıdır. Çünkü onların pozitif alanlarda kaydettikleri gelişmeler hiç bir zaman unutulamaz. Özellikle astronomi, matematik, tıp, kimya alanlarında birçok buluşlar elde etmiş, ta ondokuzuncu yüzyıla kadar Avrupa dünyasında okullarda ders kitabı olarak okutulmuştu. Bunları, hiçbir insaf sahibi gizleyemez, gözardı edemez. Ancak bunlan tartışmak bizi konumuzun dışına iter. Zira biz, beşeri bilimleri değil, İslami hareketi tahlil ediyoruz.
Bahsettiğimiz bu konular sadece felsefe kurumunda değil, akaid sahasında itikadi imamlar tarafından da bir çok mücerred konular tartışılmış, neticede itikad ve inanç hiziplere bölünerek itikadı mezhepler doğmuş ve birbirlerini tekfir etmeye başlamışlardır. Medreselerde felsefe sahipleri metafizik konuları yalın akıl ile çözmeye çalışırlarken, Kelam sahipleri de aynı konulan sözde Kur'an ve sünnet ile çözmeye çalıştılar. Halbuki üzerinde ısrarla durdukları Allah, ruh, kader, cennet, cehennem, huri, tuba ağacı gibi konular mücmel olup, Allah ve Rasulü dahi bunların teferruatına girmemişlerdi.
Medreselerde felsefe ve kelam yanında fıkıh üzerinde de bir takım olumsuzluklar ortaya çıkmıştı. Fakihler zaman, zaman öyle yersiz ve sebepsiz konuları gündeme getirip tartışmışlar ki lüzumsuzluğuna çocuklar dahi güler. Bu tartışma ve cedelle birlikte bazı fakihler veya imamlar öylesine ün kazandılar ki, içtihatları din-mezhep haline getirildi. Sanki dini, bu birkaç imamın mirasî ve onlardan sonra gelen nesil, hiç bir zaman onlar kadar anlayamaz ve bilemezmiş imajı doğmuştu. Hele bu imamlara/fakihlere bir de 'dört' gibi bir sınırlandırma getirilirse artık din adına yapılan tahribatı siz tefekkür edin. Artık bu bağlamda, katı bir mezhep taassubuna kapılmış mezhep saliklerinin çıkardıkları savaşları ve öldürülen binlerce insanları hatırlatmak istemiyoruz.
Evet, başta doğan insan problemlerini Kur'an ve sünnet ışığında çözmeye çalışan o şahsiyetli fakihler zamanla putlaştmlmış, abideleştirilmiş ve onların uğruna kanlar bile akıtılmıştır. Ve neticede din, sadece dört zevatın inhisarında bırakılmıştır. Artık siz, isteseniz de istemesenizde halkın yargılarını gözönünde tutarak bunun dışına çıkamazsınız. Çıktığınız ve onları dinlemediğiniz takdirde siz, mezhepsiz ve hatta dinsiz olursunuz onların nazarında.
Evet, medreselerde bunlar olup biterken tekke ve zaviyelerde de tahribatın âlâsı olmaktaydı. Öyle ki, Allah Rasulü ve Raşid Halifeler dönemindeki İslam, birkaç yüzyıl sonra tanınmaz hale getirilmişti. Allah Rasulü'nün halifelere, halifelerin de diğer seçkin insanlara teslim ettiği emanet/İslam/üzerinde o kadar kalem oynatılmış ki artık onu halka bakmakla, okudukları kitapları tahlil etmekle, mırıldandıkları şeylerle tanımak imkansız hale gelmişti. Evet sanki o İslam gitmiş, başka İslam gelmişti. Hasan Basri (r.a)'nin dediği; "Siz onları /sahabeyi görseydiniz, onlara deli derdiniz. Onlar da sizi görseydi size deli diyeceklerdi." Bu hakikat daha Rasulullah'ın ardından bir asır geçilmemiş insanlara söylenirse, artık ondördüncü asrın insanını siz düşünün...
Hülasa İslam Allah Rasulü'nden birkaç asır sonra hayattan uzaklaştırılmış, yerine bir çok felsefeden oluşmuş yeni ve karma bir din oluşturulmuştur. Bu yeni din, tamamen bir-iki ibadeti şahsileştirmiş, ayin ve tören haline getirmiştir. İslam, başlangıçta bütün insanların hukukuna sahipken, sonraları birkaç ferdi ibadete hasredilmiştir. Siyasi kadrolar da, İslam'ı felsefe ve tasavvufla yoğurmuş ve bunun koruyucusu durumuna gelmişti. Sanki mevcut medreseleri Aristo, tekkeler; de Eflatun yönetiyordu. Diğer yandan halk arasında bid'at ve hurafeler, İsrailli hikayeler ve esatirul evvelinler öylesine bir yer işgal etmiştir ki söküp atmak imkansızlaşmıştı. Yahudinin Ahdi Atik'inden alınan hikayeler/devler, canavarlar, şeytanlar, zebaniler/İslam'a mal edilmiş ve maalesef Kur'an'ı açıklama ve yorumlamaya kalkan müfessirler, bu İsrailiyat dediğimiz hikaye, masal ve hurafelerden kendilerini uzak tutamayarak, eserlerini bunlarla süslemişlerdir.
Müfessirler böyle net bir İslami öğretilere sahip olamazken, hadisçiler de titizlikle o kadar uğraş verdikleri halde 'sahiblerini' tamamen mevzu ve şüphelerden arındıramamışladır. Tefsirde olsun, hadiste olsun ve diğer bazı ilimlerde olsun, o kadar gerçek dışı rivayetler yapılmış ki siz onları okuduğunuzda sanki 'esatirul evvelini' veya Beni İsrail mitolojisini okuyorsunuz. Böylesine bid'at ve hurafelerle şekillenmiş eserler yüz yıllar boyu medrese ve tekkelerin baştacı olmuş ve din olarak okutulmuştur.
İşte Raşid Halifelerin ikinci yarısından itibaren din düşmanları veya din tahripçileri tarafından sürdürülen yıkını faaliyetleri aralıksız devam etmiş, nihayet 20. yüzyılda doruk noktasına varmıştır. Biz bu yıkını ve tahribatlardan sadece bazı pasajlar vererek hatırlatmada bulunduk. Ancak şunu belirtelim ki, bütün ilim sahipleri veya bütün eserler baştan sona bu hurafelerle kaplanmış şeklinde anlaşılmamalıdır. İslam alimlerinin verdiği üstün hizmetler hiç bir zaman unutulamaz.
İşte, doğrularla yanlışların içice girdiği ve tanınmaz hale geldiği bu asırda İslami yaşamak isteyenlerin mutlaka doğruları yanlışlardan ayırması ve doğrulardan hareket etmesi gerekir. Aksine yanlışlarla hareket eden biri, ne kadar samimi ve iyi niyetli olursa olsun bir kazanç elde edemez, tâ ki doğrular dediğimiz Allah'ın şeriatıyla hareket etmediği sürece... Rasulullah (a.s)'ın sır katibi olan Huzeyfe de bu konuda Allah Rasulü'nden şunları istemişti: "Herkes Rasulullah'tan hayırlı fiilleri sorardı, ben de kötülüklere bulaşmayayım diye kötülüklerden sorardım. Dedim ki, Ya Rasulullah, bizler vaktiyle bir cahiliye ve kötülük içerisindeydik. Sonra Allah bize bu hayrı gönderdi. Bu hayırdan sonra hayır diye bir şey olacak mı? Rasulullah: 'Evet, lakin içine başka şeyler karışmış olacak' dedi. Ben, içine karışacak olan şeyler nedir?' dedim. Rasulullah: 'O devrin amirlerinden bir zümre benim sünnetimden başka sünnetlere tabi olacak ve sünneti benim sünnetimden başka yollara götürecekler. Sen bunu anlayacak ve reddedeceksin' buyurdu..." [177]
İşte, İslam'ın bir mensubu olmak isteyen veya İslam adına bir hareket bir cemaat oluşturmak isteyen herkes Huzeyfe gibi kötülüklerin ve yanlışların ne olduğunu öğrenmeye çalışacak, onları reddedecektir.
Şimdi, İslami hareketi, Raşid Halifelerin bıraktığı yerden devam ettirmeye çalışan, İslam sancağının yerde kalmasına gönlü razı olmayıp uğraş veren ve cihad mefkuresinin canlılığını koruyan İslam öncülerini ve İslami hareketleri tanımaya çalışalım. [178]
[176] Kısas-ı Enbiya: 21/c.l.
[177]. Buhari, Müslim, Ebu Davud
[178] Beşir İslamoğlu, İslami Hareketin Tarihi Seyri, Denge Yayınları, İstanbul, 1993: 176-187.