- Raşid Halifelerden Sonra Neler Oldu

Adsense kodları


Raşid Halifelerden Sonra Neler Oldu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
seymanur K
Thu 22 September 2011, 05:06 pm GMT +0200
Raşid Halifelerden Sonra Neler Oldu?


Abdullah b. Sebe'nin kurduğu Sebeiye örgütü Medi­ne, Cemel ve Sıffin olaylarında kendilerince başarı sağla­yarak İslam vahdetini bölmüş, Küfe ve Şam diye ikiye ayırmışlardı. Hz. Ali öldükten sonra yerine oğlu Hasan getirilmişti Kûfeliler tarafından. Hz. Hasan öteden beri İs­lam birliğinin parçalanmasına üzülüyordu. Bunun için elinde yeteri kadar askeri ve siyasi kuvvet olduğu halde büyük fedâkarlıkda bulunarak, bir takım şartlarla Küfe ve bölgesini altı ay idare ettikten sonra 'Muaviye'ye teslim etmişti. Böylelikle Muaviye önce asi bir vali iken şimdi

bütün İslam topraklarının hükümdarı olmuştu. Muaviye artık maksadına ermişti. Daha hayatta iken yerine oğlu Yezid'i sultan tayin etmesi, soyu için koltuğu garantiye almıştı. Muaviye'nin ölümünden sonra işbaşına gelen Yezid'e Kûfeliler biat etmeyerek Hz. Hüseyin'in etrafında birleştiler. Hz. Hüseyin ve bir kısım öncüler zaten Muaviye'ye de biat etmeyerek Mekke'ye çekilmişlerdi.

Hz. Hüseyin yetmiş kadar müslümanla silahsız ve techizatsız olarak Mekke'den Kûfe'ye giderken, Kerbela'da korkunç bir komplo ile karşılaşmış; silahsız olan bu garip müslümanlar Yezid'in askerleri tarafından topyekün katledilmişlerdi. Bu olaya üzülen Mekke müslümanlan Abdullah b. Zübeyr'i kendilerine emir seçerek ona biat ettiler ve böylece Hicaz bölgesinin güvenliğini sağlamaya çalıştılar. On yılı aşkın bir süre Hicaz bölgesi Abdullah'ın yönetiminde kalmıştı. Yezid, Hicaz bölgesini de Abdul­lah'tan kurtarmak için büyük bir ordu teçhiz ederek gön­dermiş, Mekke ve Medine ateşe verilerek yağma edilmiş­ti. Buna rağmen Abdullah imamlığına devam etmişti. An­cak bir müddet sonra Emevi hükümdarlığına geçen Abdul Melik, Mekke'ye ikinci bir ordu göndermiş, Abdullah'ın başı kesilerek Şam'a getirilip halka teşhir edilmişti. Böy­lece Hicaz Bölgesinde de Emeviler hakim hale gelmişler­di.

Artık bundan sonra saltanat ve krallık adına işlenen cinayetleri saymak mümkün değildir. Bir avuç masum Hüseyinlerin katledilip, başlarının Medine sokaklarında oynatılmasını hangi mantık kabul eder, hangi vicdanı sızlamaz! Emevi saltanatı Hüseyin'den sonra Abdullah'ı da halletikten sonra büyük bir bayram coşkunluğu içindeydi. Zira artık onlara karşı çıkacak güç görünmüyordu. Oku­dukları hutbelerde kendilerini haklı göstermek için Hz. Ali ve Hüseyinlere lanetler yağdırıyorlardı.

Sahih ve meşru bir harekete sahib olan Abdullah b. Zübeyrin ölümünden sonra, Ömerb. Abdulaziz'i görmek­teyiz. Ömer b. Abdulaziz devletin başında kaldığı sürece tıpkı atası Ömer b. Hattab gibi adalet ve eşitlikten asla ayrılmadı. Yaptığı icraatlarla halifeliğin ilk yıllanın müslümanlara hatırlattı. Tecavüz ve yolsuzlukların her türlüsü­ne alışmış olan Emevi idarecileri onun adaletinden, idare ve sisteminden bayağı rahatsızlanmış ve neticede ona bir suikast hazırlayarak şehid etmişlerdi.

Ömer b. Abdulaziz, işbaşında kaldığı sürece bir çok hayırlı faaliyetlerde bulunmuş, ilk iş olarak zevcesinin al­tın ve mücevheratını devlet hazinesine bırakması olmuş­tu. Sonra Emevilerin İslam'a soktuğu bid'at ve hurafeleri temizlemiş, hutbelerde Ali'ye yapılan küfürleri hemen kaldırmıştı. Fedek arazisini tasarrufuna geçiren Mervan'dan geri alarak eski haline getirmişti. [176] Kısaca haya­tını Allah için ortaya koyan bu halife uzun ömürlü olama­mış, kapitalistlerin zehirletmeleri sonucu öldürülmüştü. Yani Emevilerde bir ışık yanmış, o da kısa zamanda söndürülmüştü.

İslam devleti saltanat ve krallığa dönüştürülürken, cahiliyeden bir takım kalıntıları da beraberinde getirdi. Cahiliyenin liderliğini yapan Sebeistler müslüman geçinen­lerden bir çok yardımcı bularak yönetimi sözde onlara teslim ettiler. Yıllardır uğraş verdikleri planlarını bir nok­tada gerçekleştirmiş oldular. Yönetim halifelikten çıkıp cahiliyenin eline geçince sosyal hayatın bozulması daha da hızlanmıştı. Cahiliye bir kanser gibi sosyal hayatı kemirip bitiriyordu. Artık gün geçtikçe her şey tabiatıyla de­ğişiyordu. Saray çevresi saltanat ve koltuklarını garanti altına almak için zekat müessesinden rahatlıkla yararlana­biliyorlardı. Sekiz sınıfa sarfedilmesi gereken zekat, artık

sadece saltanatı ayakta tutan bir kurum haline gelmişti. Saltanat sahipleri iktidarı ellerinde tutabilmek için her türlü entrikalara başvurabiliyor ve İslam'ı te'vil ederek kendi çıkarlarına uygun hale getirebiliyorlardı.

İslam'ın gün geçtikçe tahribata uğraması, saray çevre­sinin zevku sefaya dalmasına bağlanamaz. Sebeistlerin ve diğer yıkıcı hiziplerin bunda büyük rolü vardır. Bunlar öncelikle, saf ve berrak olan İslam'ı, yeni İslam göster­mekle yıkmaya çalışmışlardı. Bu münafıklar, sahabe ve sünnet kavramlarının arkasına gizlenerek sinsice çalıştı­lar. Sahabe kavramını asli kimliğinden çıkararak, onu de­recelendirmeden üstün bir meziyete sahip kıldılar. Öyle ki şehadet getiren ve Rasulullah'ı uzaktan dahi olsa gören, sahabedir ve gökteki yıldız gibidir. Artık kim bu vasıftaki birine tabi olursa hidayettedir. Ve konu şu noktaya çekil­miştir:

Emevi saltanatını kuran bir sahabedir. O halde bu saltanat meşrudur. Çünkü Sahabe gökteki yıldız gibidir, o ne yaparsa doğrudur, haktır. İşte bir takım art niyetliler bu sahabe kavramının arkasına gizlenerek İslam'da olmayan esasları böylece İslam'a soktular. Halbuki sahabe tanımı öyle olmadığı gibi, onun her yaptığı da doğrudur, şeklin­de bir mantık asla kabul edilemez. Sahabe, Rasulullah'ı bir kez görmek değildir. Sahabe, Rasulullah'ın arkadaşı, onun getirdiği davayı beraber omuzlayan, davadan taviz vermeyen seçkin insanlardır ki bunlar kendi aralarında derecelenmektedir. Oysa zahirde her şehadet getirip Ra­sulullah'ı gören kimse gökteki yıldız gibi olsaydı, o za­man Abdullah b. Sebe de bir yıldız olacaktı ve her yaptığı da doğru kabul edilecekti. Kaldı ki bu mantık İslam'ın bütünlüğüne asla sığdırılamaz.

Sahabe kavramının arkasına gizlenen fanatik eylem­ciler, her Rasulullah'ı göreni sahabe kabul edip, gökteki yıldız kabul edince, 'onun her söylediği doğrudur' mantığından hareketle hadis uydurmaya başladılar. Çünkü ha­dis üretmek, kendi siyasi emelleri için elzemdi. Bu konu­da öylesine ileri gittiler ki hadisi Kur'ana eşit ve hatta da­ha yüksek bir seviyeye çıkarttılar. Böylece sosyal hayatta Kur'an'ı devre dışı bırakarak hadise ağırlık verdiler. An­cak Kıır'an'i da zaman zaman kendi emelleri doğrultusun­da yorumlamaya, te'vil etmeye ve tahrife gitmişlerdi.

Şimdi aklımıza hemen 'Kim benden olmayan bir sö­zü bendendir diye gösterirse cehennemde yerini hazırla­sın' sözü ile Ebu Bekir ve Ömer'lerin halifelikleri döne­minde hadis konusunda gösterdikleri titizlik geliyor. Sanki o mübarek insanlar bu günleri biliyorlarmış gibi dav­ranmışlardı.

İslam'ı yıkma faaliyetlerini üstlenen o hain herifler, sahabe ve hadis kavramları arkasına gizlenerek İslam'a bir çok bid'at ve hurafe sokmayı başardılar. İslam'ı sosyal, ekonomik, kültürel, hareket ve cihad gibi temel esaslar­dan uzaklaştırarak törensel bir din, mistisizmi bir tasavvuf ve rasyonel biri felsefe haline getirdiler. İslam'ın değişmeyen temel kaynağı Kur'an dururken halk Beni İsrail hi­kayeleri, Hint-Yunan ve İran felsefelerinin kültürüyle ye­tiştirilmeye başlandı. Ve böylece asırlar boyu Kur'an ile iletişim sağlanamadı. Diğer yandan saray çevresi dini kendi tekellerine almış, sultanların ihtiyacı olan 'fetva ku­rumu'nu kurdurtarak bir çok bilgini kendi amaçları doğ­rultusunda kullanmışlardır. Zira 'fetva kurumu' her konu­da sultanların yardımına yetişebiliyordu. Sultanların ha­berleri olmadan hiç bir fetva geçerli olamazdı. Eğer İmam Ebu Hanife gibiler fetva makamına gelmekten çekinmişlerse mutlaka bir bildikleri vardı. İslam, hiç bir zaman böyle din kurumu, din sınıfı, ruhban sınıf diye bir ayırım kabul edemez. Zira Allah Rasulü'nun ve diğer Raşid hali­felerin dönemleri açıktır. Onlar böyle bir sınıflandırmaya asla yanaşmadılar. Bizzat kendileri hakim ve müftü ol­dukları gibi bir devlet başkanı ve bir ordu kumandanıydı­lar. Ancak etrafında müsteşarları vardı ki bunlarla zaman zaman istişare etmeleri gayet tabiiydi.

Saltanat döneminde 'din sınıfı'nın oluşumu beraberide bir çok olumsuzluklar getirdi. Felsefe ve tasavvuf, iti­kadı ve fıkhi mezhepler dini ilimler, din dışı ilimler gibi tasnifler yapıldı. Felsefe ve tasavvuf kanalıyla İslam öyle bir hale getirildi ki, zahir alimleri saray çevresinde fıkıhla uğraşırken, batın alimleri de felsefe kaynaklı tasavvufla ilgilenerek müritlerine cennet parsellerini dağıtıyorlardı. Zamanla siyasi otorite, batın alimlerini de yanına alarak içice yaşamaya başladılar. Zahir alimleri siyasi otoritenin hukuksal yönden bir kanadı olurken, batın alimleri de hu­kukun uygulanması için gerekli olan manevi alt yapıyı hazırlayan diğer kanadı oluyordu.

Zahir ve batın alimleri devletin siyasi nüfuzunu güç­lendirince devlet, batın alimlerini manevi sultanlık diye bir makam verdi. Böylece devlete bağlı manevi bir mües­sese kuruldu. Daha önce sultanlar bir iken şimdi iki oldu. Maddi/asıl/sultan, manevi sultan. Biri zahiri dünyayı yö­netecek, diğeri de batini dünyayı yönetecek. Batıni sultanlara öyle vasıflar, öyle sıfatlar verildi ki bir anda bir çok şeyi yapabildikleri gibi, bir anda dünyanın etrafını dolaşıp gelebilirlerdi. İster gökyüzüne çıkar, ister yeryü­züne iner; ister camide imam, ister savaşta asker; isterse tekkede bir zahid, isterse meyhanede bir kadehçi... Kim­se onlara bu konuda dil uzatamaz; Zira meyhanede de ol­sa onların bir bildikleri vardır. Bu bilgi, zahiren, veya bu gözlerimizle bilinemez. Kısaca manevi sultanlar için bir sınır yoktur. Diğer yönden batini sultanlık, tıpkı zahiri sultanlık gibi babadan oğula gizlice tevarüs ederdi.

Biz bu konuda daha ileri giderek batıniciliğin tasav­vuf adı altında yaptığı Vahdeti Vücutçuların fena fillahını; değiştirilmiş kelimelerin her harfine bir rakam ve ra­kama bir remz verilerek cifircilik ve muskacılık sanatını; Nebi ve Resul ile özdeş hale getirilmiş veli kelimesini; yi­ne hacc ile özdeş hale getirilmiş türbe ziyaretlerini; araştı­ranlar somut örneklerle tasavvuf adı altında yapılan tahri­batları ve cinayetleri göreceklerdir. Ancak İslami hareke­tin tarihi seyrini tahlil ederken İslam adına yapılan yanlış­ların -adı ne olursa olsun- mutlaka bilinmesi ve ayırt edil­mesi gerekir. Bu konuda hiç kimsenin görüşü masum ka­bul edilemez. Yanlışlara yanlış, hatalara hata; doğmlara doğru, gerçeklere gerçek diyemediğimiz müddetçe bir adım ileri gidemeyiz. Ve bu hür düşünme atmosferini oluşturmadığımız müddetçe yine bir şey değiliz demektir. Müslümanlar bunların etkisinde kalarak yani birtakım kimseleri mutlak doğru kabul ederek hür düşünmekten bi­le düne kadar korkuyorlardı. Halbuki Kur'an ve onun ta­nıtıcısı olan Allah Rasulü'nun hayatı ortadadır. O halde niye hür düşünmekten, kaynağı öğrenmekten çekîniliyor, tabi ki bunun da bir takım sebepleri vardır.

Tasavvufun kaynağına baktığımızda, onun felsefenin bir kolu olduğu gizlenemez. Zira tasavvuf adı altında ya­pılan tahribatlar genelde Yahudi uğraşı, Hint mistisizmi, Yunan felsefesi ve İran mitolojisi ile tasavvufa geçmiştir. Abbasiler döneminde Yunan felsefesinin Yahudi müter­cimleri tarafından Arapçaya kazandırılması, Arap dünyasında Sokrat, Eflatun ve Aristo'yu kutsallaştırmıştır. Mu­allimi sani diye bilinen Farabi, İbni Sina ve İbni Rüştler, Yahudilerin yaptıkları tercümeleri yorumlamış, geliştir­miş ve hayata kazandırmışlardır. Fakat ne hazindir ki mu­allimi saniler kendilerini bu işe öylesine kaptırdılar ki ya­pacak çok işleri olduğu halde Allah, ruh, melek ve kader gibi çok nazik ve altından çıkılmayan konuları tartışıp halletmeye çalışıyorlardı. Öyle konular ki hakkında Allah Rasulü bir şey söylemediği gibi yasakladıkları da olmuş­tu. Bütün bunlara rağmen onlar; Allah fiilinden ayrı mı­dır, değil midir? İman amelden bir cüz mü, değil mi? İman mı amelden çıkar, amel mi imandan çıkar? Ruh baki midir, değil midir? Kur'an mahluk mudur, değil midir? Kader zorlayıcı mı, değil mi? vs. gibi nazik konular üzerinde cedelleşmeye girdiler ve birbirlerini tekfir etmeye başladılar. Artık burada, Farabi'nin bir filozofu bir peygamberden üstün tuttuğunu anlatacak değiliz, ama mutla­ka geniş izahat isteyenler felsefe kitaplarını irdeleyebilir­ler.

Felsefe kurumunu ve dolayısıyla filozofları eleştirir­ken İslam adı altında işledikleri tahribatları sadece hatırlatmaya çalıştık. Yoksa onların her yaptığı yanlış veya onlardan asla faydalanamaz diye bir hisse çıkarılmamalı­dır. Çünkü onların pozitif alanlarda kaydettikleri gelişme­ler hiç bir zaman unutulamaz. Özellikle astronomi, mate­matik, tıp, kimya alanlarında birçok buluşlar elde etmiş, ta ondokuzuncu yüzyıla kadar Avrupa dünyasında okul­larda ders kitabı olarak okutulmuştu. Bunları, hiçbir insaf sahibi gizleyemez, gözardı edemez. Ancak bunlan tartış­mak bizi konumuzun dışına iter. Zira biz, beşeri bilimleri değil, İslami hareketi tahlil ediyoruz.

Bahsettiğimiz bu konular sadece felsefe kurumunda değil, akaid sahasında itikadi imamlar tarafından da bir çok mücerred konular tartışılmış, neticede itikad ve inanç hiziplere bölünerek itikadı mezhepler doğmuş ve birbirle­rini tekfir etmeye başlamışlardır. Medreselerde felsefe sa­hipleri metafizik konuları yalın akıl ile çözmeye çalışır­larken, Kelam sahipleri de aynı konulan sözde Kur'an ve sünnet ile çözmeye çalıştılar. Halbuki üzerinde ısrarla durdukları Allah, ruh, kader, cennet, cehennem, huri, tuba ağacı gibi konular mücmel olup, Allah ve Rasulü dahi bunların teferruatına girmemişlerdi.

Medreselerde felsefe ve kelam yanında fıkıh üzerinde de bir takım olumsuzluklar ortaya çıkmıştı. Fakihler za­man, zaman öyle yersiz ve sebepsiz konuları gündeme ge­tirip tartışmışlar ki lüzumsuzluğuna çocuklar dahi güler. Bu tartışma ve cedelle birlikte bazı fakihler veya imamlar öylesine ün kazandılar ki, içtihatları din-mezhep haline getirildi. Sanki dini, bu birkaç imamın mirasî ve onlardan sonra gelen nesil, hiç bir zaman onlar kadar anlayamaz ve bilemezmiş imajı doğmuştu. Hele bu imamlara/fakihlere bir de 'dört' gibi bir sınırlandırma getirilirse artık din adı­na yapılan tahribatı siz tefekkür edin. Artık bu bağlamda, katı bir mezhep taassubuna kapılmış mezhep saliklerinin çıkardıkları savaşları ve öldürülen binlerce insanları hatır­latmak istemiyoruz.

Evet, başta doğan insan problemlerini Kur'an ve sün­net ışığında çözmeye çalışan o şahsiyetli fakihler zamanla putlaştmlmış, abideleştirilmiş ve onların uğruna kanlar bile akıtılmıştır. Ve neticede din, sadece dört zevatın inhisarında bırakılmıştır. Artık siz, isteseniz de istemesenizde halkın yargılarını gözönünde tutarak bunun dışına çıka­mazsınız. Çıktığınız ve onları dinlemediğiniz takdirde siz, mezhepsiz ve hatta dinsiz olursunuz onların nazarında.

Evet, medreselerde bunlar olup biterken tekke ve za­viyelerde de tahribatın âlâsı olmaktaydı. Öyle ki, Allah Rasulü ve Raşid Halifeler dönemindeki İslam, birkaç yüz­yıl sonra tanınmaz hale getirilmişti. Allah Rasulü'nün ha­lifelere, halifelerin de diğer seçkin insanlara teslim ettiği emanet/İslam/üzerinde o kadar kalem oynatılmış ki artık onu halka bakmakla, okudukları kitapları tahlil etmekle, mırıldandıkları şeylerle tanımak imkansız hale gelmişti. Evet sanki o İslam gitmiş, başka İslam gelmişti. Hasan Basri (r.a)'nin dediği; "Siz onları /sahabeyi görseydiniz, onlara deli derdiniz. Onlar da sizi görseydi size deli diye­ceklerdi." Bu hakikat daha Rasulullah'ın ardından bir asır geçilmemiş insanlara söylenirse, artık ondördüncü asrın insanını siz düşünün...

Hülasa İslam Allah Rasulü'nden birkaç asır sonra ha­yattan uzaklaştırılmış, yerine bir çok felsefeden oluşmuş yeni ve karma bir din oluşturulmuştur. Bu yeni din, tama­men bir-iki ibadeti şahsileştirmiş, ayin ve tören haline getirmiştir. İslam, başlangıçta bütün insanların hukukuna sa­hipken, sonraları birkaç ferdi ibadete hasredilmiştir. Siya­si kadrolar da, İslam'ı felsefe ve tasavvufla yoğurmuş ve bunun koruyucusu durumuna gelmişti. Sanki mevcut medreseleri Aristo, tekkeler; de Eflatun yönetiyordu. Di­ğer yandan halk arasında bid'at ve hurafeler, İsrailli hikayeler ve esatirul evvelinler öylesine bir yer işgal etmiştir ki söküp atmak imkansızlaşmıştı. Yahudinin Ahdi Atik'inden alınan hikayeler/devler, canavarlar, şeytanlar, zebaniler/İslam'a mal edilmiş ve maalesef Kur'an'ı açıkla­ma ve yorumlamaya kalkan müfessirler, bu İsrailiyat de­diğimiz hikaye, masal ve hurafelerden kendilerini uzak tutamayarak, eserlerini bunlarla süslemişlerdir.

Müfessirler böyle net bir İslami öğretilere sahip ola­mazken, hadisçiler de titizlikle o kadar uğraş verdikleri halde 'sahiblerini' tamamen mevzu ve şüphelerden arındıramamışladır. Tefsirde olsun, hadiste olsun ve diğer ba­zı ilimlerde olsun, o kadar gerçek dışı rivayetler yapılmış ki siz onları okuduğunuzda sanki 'esatirul evvelini' veya Beni İsrail mitolojisini okuyorsunuz. Böylesine bid'at ve hurafelerle şekillenmiş eserler yüz yıllar boyu medrese ve tekkelerin baştacı olmuş ve din olarak okutulmuştur.

İşte Raşid Halifelerin ikinci yarısından itibaren din düşmanları veya din tahripçileri tarafından sürdürülen yı­kını faaliyetleri aralıksız devam etmiş, nihayet 20. yüzyıl­da doruk noktasına varmıştır. Biz bu yıkını ve tahribatlar­dan sadece bazı pasajlar vererek hatırlatmada bulunduk. Ancak şunu belirtelim ki, bütün ilim sahipleri veya bütün eserler baştan sona bu hurafelerle kaplanmış şeklinde an­laşılmamalıdır. İslam alimlerinin verdiği üstün hizmetler hiç bir zaman unutulamaz.

İşte, doğrularla yanlışların içice girdiği ve tanınmaz hale geldiği bu asırda İslami yaşamak isteyenlerin mutla­ka doğruları yanlışlardan ayırması ve doğrulardan hareket etmesi gerekir. Aksine yanlışlarla hareket eden biri, ne kadar samimi ve iyi niyetli olursa olsun bir kazanç elde edemez, tâ ki doğrular dediğimiz Allah'ın şeriatıyla hare­ket etmediği sürece... Rasulullah (a.s)'ın sır katibi olan Huzeyfe de bu konuda Allah Rasulü'nden şunları istemiş­ti: "Herkes Rasulullah'tan hayırlı fiilleri sorardı, ben de kötülüklere bulaşmayayım diye kötülüklerden sorardım. Dedim ki, Ya Rasulullah, bizler vaktiyle bir cahiliye ve kötülük içerisindeydik. Sonra Allah bize bu hayrı gönder­di. Bu hayırdan sonra hayır diye bir şey olacak mı? Rasu­lullah: 'Evet, lakin içine başka şeyler karışmış olacak' de­di. Ben, içine karışacak olan şeyler nedir?' dedim. Rasu­lullah: 'O devrin amirlerinden bir zümre benim sünnetim­den başka sünnetlere tabi olacak ve sünneti benim sünne­timden başka yollara götürecekler. Sen bunu anlayacak ve reddedeceksin' buyurdu..." [177]

İşte, İslam'ın bir mensubu olmak isteyen veya İslam adına bir hareket bir cemaat oluşturmak isteyen herkes Huzeyfe gibi kötülüklerin ve yanlışların ne olduğunu öğ­renmeye çalışacak, onları reddedecektir.

Şimdi, İslami hareketi, Raşid Halifelerin bıraktığı yerden devam ettirmeye çalışan, İslam sancağının yerde kalmasına gönlü razı olmayıp uğraş veren ve cihad mef­kuresinin canlılığını koruyan İslam öncülerini ve İslami hareketleri tanımaya çalışalım. [178]



[176] Kısas-ı Enbiya: 21/c.l.

[177]. Buhari, Müslim, Ebu Davud

[178] Beşir İslamoğlu, İslami Hareketin Tarihi Seyri, Denge Yayınları, İstanbul, 1993: 176-187.