hafız_32
Wed 29 September 2010, 11:54 am GMT +0200
2. BÖLÜM
RAHMANIN DOSTLARI VE ŞEYTANIN YANDAŞI
Bu İki Kesim Arasındaki Düşmanlık:
Aslında Rahman'ın yani Allah dostlarının varlığıyla şeytan dostlarının ya da yandaşlarının varlığı çok eskidir. Bu tâ Hz. Adem'in yaratılmasından ve Allah'ın meleklere, Adem'e secde emrinden itibaren başlar. Bilindiği gibi bu emre İblîs denilen şeytan dışında melekler icabet etmişler ve ancak İblîs büyüklenerek böyle bir emirden kaçınmıştı.
Nitekim Kur'ân'ı Kerîm, Hz. Adem ile İblîs arasındaki düşmanlıktan bir çok sûrelerde sözeder. En çok söz edildiği sureler ise Bakara, A'raf, Tâ Hâ ve başka sûrelerdir.
Yüce allan (c.c) şöyle buyuruyor:
"Bir zamanlar biz meleklere (ve cinlere) "Adem'e secde edin" dedik, tblîs hariç hepsi secde ettiler. O, yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.
"Biz Azîmüşşân, "Ey Âdem! Sen ve eşin (Havva) beraberce ceimete yerleşin, orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olurusunuz" dedik. "Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulunduk-
larından (cennet'ten) onları çıkardı. Bunun üzerine "Bir kısmınız diğerine düşman olarak ininiz, sizin için yeryüzünde barınak ve belli bir zamana dek yaşamak vardır" dedik.
"Bu durum devam ederken Âdem, Rabbinden bir takım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.
"Dedik ki: "Hepiniz Cennetten inin! Eğer benden size bir hidâyet gelir de her kim hidâyetime tabi olursa (göndereceğim peygamberlere uyup benim emirlerimi tutar, yasaklarımdan kaçarsa) onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler." (Bakara,2/34-38).
A'raf sûresinde ise İblis'in neden secde etmediğinin açıklamasını görmekteyiz. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Allah buyurdu: "Ben sana emretmişken secde etmekten seni alıkoyan nedir?": (İblis): "Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu da çamurdan yarattın** dedi." (A 'raf, 7/12).
Allah (c.c), İblis'e secde etmesini emir buyurdu. Ancak o büyük-lendi ve ve secde etmekten kaçındı -Allah kendisine lanet etsin- o, bu yüzden bozuk ve olmayacak bir kıyasa kalkıştı. "Ateş, çamurdan daha üstündür" diye bir kıyasa gitti. O bu davranışıyla kendisini Allah ile denk tutuyordu -Haşa-. Çünkü Allah (c.c) böyle bir şeyden münezzehtir. Adeta şeytan şöyle demek istiyordu: "Allah (c.c) böyle diyor ama, ben de bu işi şöyle görmekteyim." işte bu yüzden İblis Al-lah'm lanetine uğradı da rahmetinden uzak kaldı.
İşte insanların hidâyet ve dalalet fırkası diye ayrılmaları da böyle bir başlangıçlafbrtaya çıkmış oldu. Nitekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Sizi yaratan O'dur. Böyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mü'-mindir. Allah yaptıklarınızı görür.*' (Teğabün, 64/2).
Ancak peygamberlerin getirmiş olduğu davete katılanlar, onlara icabet edenler, Allah'ın indirmiş olduğu kitaplara iman edenlere ve peygamber olarak gönderilenlere inananlara gelince işte bu fırka Rah-man'm velileri ve dostlarıdırlar. Allah insanlara rahmet olarak peygamberlerini göndermiştir.
Ancak uzak duran, büyüklenen ve şeytan gibi davrananlar ise, şeytanın velileri ve dostlarıdırlar yandaşlarıdırlar.
Bu iki fırkadan söz etmeden önce, mutlaka bilmemiz gereken bir şey vardır. O da şu husustur. Allah (c.c), kullarına tüm hüccet ve delilleri gösterip ortaya koymuştur. Onlara şeytanın düşmanlığını, öyleki hemen onun Hz. Âdem üe olan kıssasından sonra açıklamıştır.
Allah (c.c) Kur'ân-ı Kerim'de sadece Hz. Adem kıssasiyla şeytanın düşmanlığını bir kaç defa zikretmekle kalmamış, aksine işin önemini açıklamış ve Ademoğullarınm ondan uzak kalmaları uyarısında bulunmuştur. Kur'ân'ın bir çok yerlerinde ve âyetlerinde insanın şeytanın kulak vermemesini, sıratı müstakimden yüz çevirmemelerini bildirmiştir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Hep birden silm'e (sulh ve selamete) girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o apaçık düşmanı-nudir." (Bakara, 2/208).
Bundan sonra hatırlatmanın yanında uyan bulunan şu â.-ylH|gör-mekteyiz. Rabbimiz buyuruyor ki:
"Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana-babamzı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak, cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve kabilesi, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanlan, inanmayanların dostları kıldık." (A 'raf, 7/27).
Kur'ân'i Kerîm sadece bu açıklamalarla yetinmiyorf ayrıca Kur'-ân insanlara şeytanın planlarını da gösteriyor ki, gerçek manâda gözleri olanlar bunu görebilsinler, düşünebilenler de akıllarım başlarına devşirsinler. Nitekim İblis'ten bahisle Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"...o da (şeytan da): "Yemin ederim ki kullarından belli bir pay edineceğim" demiştir."
"Onları mutlaka saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım, kesinlikle onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar (putlar için nişanlayacaklar), şüphesiz onlara emredeceğim de Allah'ın yaratıklarını değiştirecekler." dedi. Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse elbette apaçık bir ziyana düşmüştür."
"(Şeytan) onlara söz verir ve onları ümitlendirir; halbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir." (Nisa, 4/118-120).
Daha sonra Allah (c.c) insanlara, şeytan dostlarının pişmanlıklarını ortaya koyan kıyamet sahnelerinden bir sahneyi zikretmektedir. Rabbimiz şöyle buyuruyorlar:
"Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkarlar! Ey insan oğlu! Şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık bir düşmamnızdır" demedim
mi? (Bunu size peygamberlerim vasıtasıyla açık seçik bildirmedim mi?). Ve bana kulluk edin, doğru yol budur, demedim mi?" (Yasın, 36/59 61).
Şimdi de kendisinin peşinden gelenlerden uzaklaşmalarım bildiren İblisle ilgili bir başka sahne. Rabbimiz bu sahneyi şöyle açıklıyor:
"(Hesaplarvgörülüp) iş biti- '" rilince, şeytan diyecek ki: "Şüphesiz Allah size gerçek olanı va-detti, ben de size vadettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkara) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirsiniz ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah'a) ortak koşmanızı redettim. Çünkü zalimlere, elbette acıklı bir azap vardır." (İbrahim,14/22).
Artık Allah'ın bu açıklaması ve beyanından sonra bir başka beyana gerek yoktur. Bilindiği gibi eşya kendi aslına döner. Bu duruma göre mademki İblîs, Hz. Adem'e düşmandır. Hiç kuşkusuz iblisin peşinden gidenler de, Rahman'ın dostlarına düşmandırlar. Bunlar aynı zamanda peygamberlere tabi olanların da düşmanıdırlar. Bu bakımdan iki grup arasında birleşme imkanı yoktur.
Şeytan taraftarlarının ve dostlarının ellerindeki silah düşmanlık, savaş, hased, alay, istihza, hile, tuzak, aldatma gibi şeylerdir ki, şeytan bütün bunları dostlarına ve taraftarlarına daima telkin edip durur.
Şeytanın taraftarları, mü'minleri gözetleyip duran bir takım insanlardır. Fırsat buldukça ve güç yetirdikçe insanları Allah'ı anmaktan ve zikretmekten alıkoyarlar. Nitekim işin bu yönünü Allah (c.c), Kur'an'ı Kerîm* in bir çok yerlerinde bizlere haber vermiş olmaktadır. Allah (c.c), Allah düşmanlarının Allah (c.c) taraftarlarıyla olan alaylarını şöyle bildiriyor:
"Kafir olanlar için dünya hayatı cazip kılındı. (Bu yüzden) onlar, iman edenler ile alay ederler. Oysa ki, (iman edip) inkardan sakınanlar kıyamet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir." (Bakara, 2/212);
"Kavminden ileri gelen kafirler dediler ki: "Biz seni bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten seni yalancılardan sanıyoruz." (A'raf, 7/66).
"Şüphesiz günahkarlar, (dünyada) iman edenlere gülerlerdi. Müminlere uğradıklarına kaş göz hareketiyle alay ederlerdi. Kendi adamlarının yanına döndüklerinde, (inananlarla alay etmekten) zevk alarak dönerlerdi. Kafirler mü'minleri gördüklerinde "Şüphesiz bunlar yanlış yola girmiş sapıklardır" derlerdi. (Mutaffifin, 83/29-32).
Şimdi de Kur'ân; şeytanın yandaşlarının düşmanlıklarını nasıl tasvir ediyor, bunu görelim. Bunlar mü'minlere karşı içlerinde nasıl bir kin ve düşmanlık taşımaktalar, bunu dinleyelim. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Âyetlerimiz, açık açık kendilerine okunduğunda, kafirlerin suratlarında, hoşnudsuzluk sezersin. Onlar, kendilerine âyetlerimizi okuyanların nerdeyse üzerlerine saldırırlar. De ki: "Size bundan (bu öfke ve huzursuzluğunuzdan) daha kötüsünü bildireyim mi? Ateş! Allah, onu kafirlere vadetti. O, ne kötü akıbet (varış yeri)dir!" (Hac, 22/72).
İşte burada çok önemli bir gerçek yer almaktadır. Bu gerçek de şudur. Hz. Âdem (a.s) ile İblîs arasında meydana gelen düşmanlık, öyle bir düşmanlıktır ki bu, İblis ile Ademoğulları arasında da sürüp gitmektedir. İnsanlar yeryüzünde bulundukları sürece de bu devam edecektir. İnsanlık tarihi aslında baştan sona şu gerçeği doğrulamaktadır. İnsanlar; hidâyette ve doğru yolda olanlarla, heva, istek ve arzuları ile şeytanın peşinden gidenler diye ikiye ayrılırlar. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
"Sizi yaratan O'dur. Böyle iken kiminiz kâfir, kiminiz mirinindir." (Tegabün, 64/2).
Bu duruma göre dünyada ve ahirette bu iki grup arasında birleşme söz konusu değildir. Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye diyor ki: "Allah'ın sünneti ve ilahi kanunu gereği şudur. Allah (c.c) dinini hakim kılmak istediğinde, bu durumda dinine karşı çıkanlara ve muaraza edenlere karşı tüm delilleri ortaya koyar. Böylece Allah (c.c) sözleriyle hakkı gerçekleştirmek istiyor ve batılın tepesine hakkı bindiririz de hemen batılın işini bitiriverir. Bir de bakarsın ki, batıl yok olup gitmiştir.[166]
Şimdi Hz. Nuh'un kavminin ona olan düşmanlığına, Ad kavmine, Salih, Şuayb, İbrahim, Musa, İsâ ve en sonunda Muhammed'in düşmanlarına bir dikkat edin. Sonra da bu düşmanlığı bir düşünün ki, cahiliye bu düşmanlıkla iman ehline karşı çıkmaktadır. Nitekim dünya durduğu ve insanlar da bir mirasçı olarak bunun üzerinde yaşadıkları sürece bu düşmanlık sürüp gidecektir.
Bilindiği gibi Rahmanın velileri yani Allah dostları, sadece Allah (c.c)'ın kendilerini sevkettiği yolda yürümekte ısrarlıdırlar. Şeytanın dostları da koyu bir cahillik sapıklığı, karanlığı içinde yuvarlanıp gitmek isterler. Hep tağuta kulluk ve ibadet ederler, bu tağut ister bir eş ve benzer olsun, tapınılan bir eş ve ortak olsun, ya da istediği bir şehevî istek, bir cinsiyet, bir dil, bir sulta (hakimiyet), bir toprak veya ilk atalarının dinleri olmuş olsun hiç bir fark yoktur. Zira hepsi tağut olma vasfında birleşmişlerdir. Nitekim Rabbimiz ne güzel buyurmuştur.
"Allah, inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlere gelince, onların dostları da tağuttur. Onları aydınlıktan alıp karanlığa götürür. İşte bunlar cehennemliktirer. Onlar orada devamlı kalırlar." (Bakara, 2/257).
Rahman'ın taraftarlarına gelince bunlar, Allah'a bağlı olup O'na mensup olanlardır. Bu kimseler Allah'ın bayrağı ve sancağı altında gölgelenmek isterler, bunlar Allah'ı veli ve dost edinirler, Allah'dan başkasını asla dost edinmezler. Bunlar bir tek aile, bir tek ümmettirler. Öylesi bir birlik ki, nesiller ve çağlar üstü, mekan ve vatan kavramları dışında bir tekliktir. Bu, kavimciliğin, cinsiyet ve ırkçılığın üzerinde bir birlik ve güçtür. Evet bu, her türlü asaletin ve soyluluğun üzerinde bir tek aile ve bir tek ümmet oluştur."[167]
İslâm dini Hak ile batılın arasını ayırdetmek için gelmiş olan bir dindir. Aynı zamanda İslâm dini ile cahili sistem arasını açıklamak için gelmiştir. Zira İslâm, insanların bir araya gelmesini sağlayan unsur olarak ırkçılığı, renk, cins ve toprak bütünlüğü görüşünde değildir. Bunları temel unsur olarak kabul etmemiştir. Çünkü bu gibi şeyler tamamen eski ve yeni cahili sistemlerin öngördüğü şeylerdir. Bu bakımdan her iki cahiliye arasında hiç bir fark yoktur, her ikisi de eşittir. Aksine İslâm, insanların bir araya gelme esasını Allah için sağlam bir akide temeline dayandırmıştır. Aralarındaki üstünlüğü de salih amele bağlamıştır. Allah (c.c),şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır (takva sahibi olammzdır). Şüphesiz Allah bilendir, haberi olandır." (Hucurât, 49/13).
İnsanlar, Hz. Âdem ve Havva'dan çoğalmaları veya her birinin bir anne ve babadan doğmaları itibariyle yaratılışta eşittirler. Bu açıdan soy ve soplarıyla övünmeleri yersizdir. Çünkü gerçek ve yegane üstünlük, takva üstünlüğüdür.
Hz. Peygamber (s.a) de şöyle buyurmuşlardır: "Arabın aceme (arap olmayanlara) acemin de arap olanlara bir üstünlüğü yoktur.
Aynı zamanda siyahın beyaza ve beyazın da siyaha bir üstünlüğü yoktur, üstünlük sadece takva iledir. Hepiniz Âdem'densiniz, Âdem de topraktandır."[168] Yine bir başka hadislerinde Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
"Allah (c.c), sizden cahiliye kötülüklerini (kibri, gururu) ve atalarla övünmeyi yoketmiştir. (İnsanlar iki kısımdır:) ya takva sahibi mü'min veya bedbaht bir facir."[169]
Bu bakımdan Hz. Mustafa (s.a) Efendimiz dinini kabul etmeyen yakınlarından ve akrabalarından uzaklaşıp onlarla ilgisini kesmiştir. Böylece kendisi mü'minlere bizzat örnek olmak istiyordu. Nitekim Amr b. Âs (r.a)'ın, Rasûlulah (s.a)'dan rivayetine göre kendisi ondan şöyle söylediğini işitmiştir, Rasûlullah (s.a) hiç gizlemeksizin açıkça şöyle buyurdular:
"(Akrabalarından bir takım kimseleri kasdederek) doğrusu filan aile benim velilenm = (dostlarım) değildirler. Ancak benim velim Allah'dır ve salih mü'minlerdir."[170]
Yine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "İnsanların bana en yakın olanları kimler olurlarsa olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunlar takva sahibi olanlardır."[171]
Hz. Peygamber (s.a)'in bu hadisleri, Rabbimizin şu âyetine rru-vafık düşmektedir: "Şüphesiz ki onun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrail ve müzminlerin iyileri (salihIeri)dir."(Tahrim, 66/4)
Buradan şu gerçeği öğrenmiş olmaktayız. Mü'minler ancak :Â1-lah'ın velileridirler. Çünkü onlar, Allah'ın murad ettiği şeye bizzat icabet edenlerdir. Her şeyi bizzat Allah (c.c)'dan almışlardır. Bir tek O'na kulluk ve ibadet etmişlerdir. Bir tek O'ndan korkmaktadırlar. Halbuki ikinci fırka böyle değildir. Allah (c.c)'m peygamberlerinden herhangi bir peygamber kendilerini davet ettiğinde şu cevabı verirler:
"Onlara (müşriklere) "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiği zaman onlar, "Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" dediler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler?" (Bakara, 2/170)
Yine bir başka âyette de Rabbin onların halini şöyle bildiriyor:
"Onlara: "Allah'ın indirdiğine ve Rasûlüne gelin" denildiği vakit: "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter" derler. Ataları hiç bir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor İseler de mi?" (Maide, 5/104)
Allah velilerinin ve dostlarının nitelikleri ve vasıfları ise şöyledir; Davete icabet, Allah'ın hükmüne ve şeriatına kesin boyun eğiş ve O’nun emrine uyuş. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne da'vet edildiklerinde, "işittik ve itaat ettik." demek, sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr, 24/51)
Şeytanın velileri, yandaşları ve dostlarına gelince, bunların en belirgin özellikleri de şöyledir: Allah'ın hükmünden ve şeriatından yüz çevirmek, heva ve istekleriyle şeytana uymak. Nitekim Rabbim haklarında şöyle buyuruyor:
"Dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak "işittik ve karşı geldik", dinle, dinlemez olası", "râinâ" derler." (Nisa, 4/46)
Bir başka âyette ise şöyle buyurulmaktadır:
"Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Muhakkak ki biz, günahkarlara, ettiklerinin karşılığı olan cezayı vereceğiz." (Secde, 32/22)
Allame İbn Kayyım da bu konuda şöyle diyor: "Rasûlullah (s.a)'ı yalanlayanlar, ona uymaktan yüz çevirenler, şeriatından yan çizenler, dininden uzak kalanlar, sünnetine uymayanlar, onun getirdiğine bağlanmayan ve yapışıp tutunmayanlar, cehaleti iyice içine sindirmiş olanlar, heva ve fesadı kalbine yerleştirmiş olanlar, inkarcılığı ve reddetmeyi göğüslerine yerleştirmiş olanlar, tüm organlarından isyan ve muhalefet çıkanlar, evet işte bütün bu nitelikleri taşıyanlar hepsi de şeytanın veli ve dostudurlar."[172]
Şeytan dostlarının ve velilerinin belirgin özelliklerini şöylece sıralayabiliriz: "Hak geldiği zaman, sırf koltuklarının elden gitmemesi için buna karşı koyarlar ve hakkı çiğnerler. Ayaklarıyla onu teperler. Şayet bundan aciz kalırlarsa bu defa hakkı ortadan kaldırmak için saldırırlar. Eğer bunu da yapmayacak olurlarsa bu defa, hakkın yollarında hile ve tuzak kurmaya girişir, değişik yol ve yöntemler denerler. Bunlar imkânlalrı oranınca böyle bir işi yapmaya her zaman müsaittirler. Eğer bütün bunlardan bir şey elde edemezlerse bu defa sokakları ve konuşmayı hakka verirler ama, ondan yetkiyi, hüküm vermeyi ve uygulamayı kaldırırlar. Şayet hak üstün gelir ve zafer kazanırsa ve bu, onların lehine ise, bu defa hemen harekete geçerler ve hakka boyun eğerler. Fakat hakka gelişleri, o hakkın gerçekleşip uygulanması için değil sırf kendi amaçlarına, heva ve isteklerine uygun geldi dir. Nitekim yüce Mevlâ şöyle buyurmaktadır:
"Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve peygamberine çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler. Ama, eğer (Allah ve Ra-sûlünün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona boyun eğip gelirler. Kalblerinde bir hastalık mı
var; yoksa şüphe ve tereddüd içinde midirler? Yoksa Allah ve' nün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar?Hayır asıl zalimler kendileridir!" (Nur, 24/48-50).[173]
İki Sınıf Arasındaki Düşmanlığın Tabia
İki fırkanın belirgin özelliklerini açıkladıktan sonra, artık1 şimdi bu iki fırka arasındaki düşmanlığın ne olduğundan söz edebiliriz. Ayrıca bu düşmanlığın ne olduğunu bilmek de gayet önemlidir. Zira insan ancak bu sayede iğrenç olanla temiz olanı birbirinden ayırdedebi-lir. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Allah, kirlenmişi temizden ayırdetmeksizin, mü'minleri, bulunduğunuz halde bırakacak değildir." (Ân îmrân, 3/179).
Gerçekten iki fırka arasındaki düşmanlığı öğrenmek pek önemli olan bir husustur. Zira ancak bu sayede, sözde îslâm adını taşıyan bazı kimselerin foyaları meydana çıkacaktır. Çünkü bunlar müslümanların, çağdaş cahili toplum içerisinde eriyip yok olması için ve müslümanların Rabblerine karşı, dinlerine ve müslüman kardeşlerine karşı dostluklarını sona erdirmek için durmadan gayret göstermektedirler. Diğer taraftan bu dinin düşmanlarından uzak kalması yerine onlarla birlikte harekete gayret gösterirler. Müslüman her halükarda İslam düşmanlarından uzak olur ve onlara olan düşmanlığını da sürdürür. İşte sözde müslümanlar, îslâm düşmanlarıyla her şeye rağmen birlikte hareket etmişlerdir.
Bu pek önemli gerçeği düşmanlarımız daima arka plana atmak, sürekli onu gündemden düşürmek ve fırsat buldukça halkın nazarından silmek istediler. Bunun için kâfirlerin gerçekten vefakar dostlar ve değerli kimseler olduğunu, bunların vefakarlığına gölge düşürmememiz gerektiğini, bu yüzden de onları sevmemiz, takdir etmemiz gerektiğini söyleyip durdular. Evet bunlara tazimde bulunmalıyız, saygıda kusur etmemeliyiz dediler. Daha ileri giderek: "Bunlar ilerlemiş olan toplumlardır, biz ise, geri kalmış ülkeleriz. O halde bizim de onlar gibi olmamız için, onların gittiği yolda yürümemiz, metodlarını uygulamamız, her alanda onların hareket ettiği gibi hareket etmemiz gerekir" dediler." Kâfirlerin kültürlerini, acısıyla, tatlısıyla, gerçeğiyle, batılı ile, onların her şeyini almalıyız. Zaten bunların yaptıkları hiç bir şeyde batıl hükmünde bir şey de yoktur," dediler.[174]
Amma! ne yazık ki; Hep kovuldular, uzaklaştırıldılar ve küçümsenip horlandılar. Halbuki Allah (c.c), nezdinde hizbullah adı verilen halis ve samimi müslümanlar hep üstün insandırlar. Bunlar sayıca az da olsalar, böyledirler. Hüsrana uğrayanlar ise, sayısız çoklukta olsalar da, şeytanın yandaşları ve dostlarıdırlar, (aşağılanmışlardır.) Bu iki fırka arasındaki düşmanlıktan kesinlikle söz edilmelidir. Bunun önceden geçmiş olması lazımdı. Gerçi basit bir şekilde de olsa İnsan ile . İblis düşmanlığından, yani İblisin insana karşı olan düşmanlığından söz edilmesi gerekir ki, şeytanın insan nefsine nasıl girmeyi başardığını öğrenmiş olabilelim. Kendi velilerine hakkı nasıl batılla karıştırarak sunduğunu bilmemiz gerekir. Ancak mü'min için hakkın ortaya çıkması buna bağlıdır. Böylece mü'min daha dikkatli davranacağı gibi, kendisiyle birlikte hareket edenler de öylesine dikkatli bir şekilde hareket ederler, aynı zamanda Allah'a ibadet ederken ve O'na karşı kulluklarım sürdürürken Allah'ın kendilerine ihsan etmiş bir basiret üzere ve O'nun şeriatına dayalı bir nura göre hareket ederler.
İbnu'l-Kayyım (r.a), şeytanın insana karşı olan düşmanlığını yedi madde halinde özetleyip sunmuştur. Ben de bunları özet halinde sunmak isterim.
1- Küfür ve Şirk: Allah ve Rasûlüne karşı düşmanlık: Şayet Şeytan bu hususta zafer elde ederse, bunun için Adem oğluna karşı çektiği ah ve kinini unutur, adeta yüreğine su serpilmiş olur. Bu arada onunla beraber olanlar da birazcık olsun yorgunluklarını gidermiş olurlar. Çünkü şeytanın kuldan istediği ilk şey budur. Şayet bunda başarılı olması halinde, hemen onu kendi askerleri arasına alır ve yardımcılarından kılar. Kişi böylece şeytanın davetçileri arasına girer. Şeytan eğer böyle bir şeyi başaramaz ve ümitsiz kalırsa ikinci kötülük planım denemeye koyulur.
2- Bu ikinci yol da bid'at'tır. Çünkü bu, şeytana göre fasıklıktan ve isyandan çok daha sevimlidir. Zira bid'atın yapmış olduğu tahribat bizzat dinedir ve bu, haddi aşmaktır üstelik tahribat çok büyüktür. Aynı zamanda bu, peygamberlerin davetine de muhalefet etmektir, karşı çıkmaktır. Şeytan peşine düştüğü kimsenin elde edilemeyecek nitelikte bir insan olduğunu, onu bidat ve dalalete sürüklemeye muvaffak olamayacağını anlarsa bu defa üçüncü bir yol denemeye kalkışır.
3- Değişik türlerine göre büyük günah işletmeye çalışmak: Şeytan hiç durmaksızın.peşine takıldığı kimseyi böyle bir tuzağa düşürmeye uğraşır durur. Şayet bu kimse bir alim ise ve özellikle de çevresi ve ilmi olan biriyse, onu halkın nazarında değersiz hale getirmek için uğraşır durur. Şurası da bilinen bir gerçektir ki: inananlar arasında kötü söz ve davranışların yayılmasını isteyenler için acıklı bir ceza ve azap vardır. İşte bu, o kötülüklerin yayılmasını istediği zaman da böyledir. Ya bir de onları dost edindikleri zaman acaba bunun yayılması nasıl olur? Eğer bu yolu da başaramazsa bu defa bundan başka bir yol dener.
4- Küçük günahları yaptırtır ki, bunlar toplana toplana kişinin helakine sebep olur. Nitekim Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadırlar: "Sizi küçük günahları küçümsemekten uyarırım, böyle bir davranıştan uzak durunuz. Zira bunun gibi bir toplum bir çölde konakladılar da..."[175] Hadis böylece uzun bir şekilde devam eder. Manâsı şöyledir: Konaklayanlardan her biri bir odun alıp geldi. Böylece toplanan odunlarla büyük bir ateş yakıldı, yiyeceklerini pişirdiler ve hepsini kebap yaptılar. Çünkü hiç bir zaman küçük bir şeyi küçümsememek gerekir. Aksi takdirde giderek o şeyleri hafif görmeye başlar. Bu itibarla büyük günah işleyen kimse, küçük günah işleyene göre çok daha dikkat eder ve her zaman Allah'dan korkar, bu diğerlerine göre daha güzeldir. Eğer şeytan insanı bu yoldan da elde edemezse, bu defa bundan sonraki yolu dener. Bu deneme beşinci yol olmaktadır.
5- Bu defa insanları sevap ve günah olmayan mubah şeylerle uğraştırmaya gayret gösterir. Hatta bu öyle bir tuzaktır ki, kişi bunlarla meşgul olurken bir çok sevapları bu arada kaçırmış olur Şayet peşine düştüğü kimse onu aciz bırakır ve kişi zamanını iyi değerlendiren bi-, riyse, şeytan bundan da ümidini keser. Çünkü kişi nefeslerinin miktarını, bunların hesaplı olduğunu bilmekte, şeytanın peşinden gitmesi halinde elde edeceği nimetlerinin kesileceğini bilmektedir. Evet kişi yapması veya yapmaması halinde ne gibi sevap kazanacak veya nasıl bir azap ile karşı karşıya kalacak bunları bilir. Böylece şeytanın tuzağına düşmez. Şeytan bu denemeden de ümdini kesince bundan sonraki yolu denemeye koyulur.
6- Daha güzel ve iyi bir amel ve hizmet varken, kişiye bunu bıraktırıp bundan daha alt değerde olan bir şeyle uğraşmasını sağlamaya çalışır. Böylece onun faziletini yok etmek ve ona üstün amelin se-vafeuıı-k ay bettir mek ister. İnsana bir çok hayır kapılarını öğütier, böyle kapılar açar, hatta anlatıldığı gibi insana yetmiş kadar hayır kapısını açar, önerir. Böylece kişi arzu ettiği kötülüğü yaptırtmaya götürmek ister. Meselâ kişiye yetmiş kat sevap kazandıracak bir işi bıraktırır, bunun çok çok altında olan şeylerle uğraşmasını sağlamaya çalışır. Kişi böyle bir inceliği kolay kolay farkedemez. Şeytan, bunları yaptırırken Allah'ın sana yardımı ve kalbinde yakmış olduğu nûr sayesinde kazanabiliyorsun" diye düşünceleri insan kalbine sokar, bunun sebebi, o kimseyi Allah Rasûlüne uymaktan uzaklaştırmaktır. Böylece kendisi Allah nezdinde daha üstün olan amellerin mertebeleri nelerdir, Allah'ın daha çok sevdiği ameller nelerdir, Allah (c.c), daha çok hangisinden hoşnud oluyor, bütün bunlardan habersiz kişiyi Peygamber (s.a) efendimize tabi olmaktan alıkoyar. Halbuki adam bilmiyor ki, bunların olabilmesi için, ancak peygamber varislerinden olmaları ve ümmet içinde onun naibleri olmalı, yeryüzünde onun halifeleri olmalılar ki, istenilen kazanılmış olabilsin. Allah (c.c), fazlı ve keremiyle kullarından dilediğine ihsan ve ikramda bulunur.[176]
7- Şayet şeytan bu altı maddeyi ugulamaktan aciz kalırsa, artık I insanlardan ve cinlerden olan taraftarlarını ve askerlerini değişik vel türlü eziyetli yollarla ve fikirlerle müslümanın üzerine saldırır. Kimîsine eziyet ederken, kimisini tekfir ile damgalatır, kimisini sapıklık ve dalaletle damgalar, kimisini bidatcıhkla ve kimisini de sakın bunlara! yaklaşma gibi sloganlarla pençesine takar. Böylece insanların kalblerini bulandırmak için onları köreltmek, etkisiz hale getirmek, içlerindeki iman kıvılcımını söndürmek ister. Aynı zamanda insanların on-| dan yararlanmasını önler. Artık ortada bir tek gayreti kalmıştır. İnsan ve cin şeytanlarından oluşan batıl ordusunu bunlar üzerine salif dırtmak ve bunun için çalışmak. Hiç bir fırsatı kaçırmaksızın gerekeni yapar ve işi hiç de gevşek tutmaz. Bu durumda mü'min harbe girişir, bu Ölünceye kadar sürer. Ne zaman ümmeti böyle bir harbe ko-f yarsa, ya esir edilir veya yaralanır. Böylece bu cihad, kişi Allah'a kavuşuncaya dek sürer.
Mademki bütün bunlar şeytanın kurmuş olduğu tuzaklardır. İnsanın başına şeytan bunları getirmektedir. O halde aradaki düşmanlığın sebebi nedir. Rahmanın velileri ile şeytanın velileri arasındaki bu düşmanlığını ve kavganın sebebi nedir? Cevap olarak deriz ki, bunuı sebebi şu dört şeyin birisidir.
1- Kibir: Şeytan dostları hakka karşı, Hz. Peygamber (s.a)'e karşı ve peygamberliğe karşı hep büyüklük tasladılar, büyüklük ileri sürdüler. Allah (c.c), onlar için şöyle buyurmaktadır:
"Kendilerine gelmiş kat'î bir delil olmaksızın, Allah'ın âyetleri hakkında münakaşa edenler var ya, hiç şüphe yok ki, onların kalblerinde, asla yetişe mey ecekleri bir
büyüklük hevesinden başka bir şey yoktur. Sen Allah'a sığın, Kuşkusuz O, işiten ve görendir." (Mü'min-Gafir, 40/56)
Bir başka âyette ise Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"(Ne var) ki gönlünüzün arzulamadığı şeyleri söyleyen bir peygamber = elçi geldikçe, ona karşı büyüklük tasladınız. (Size gelen) peygamberlerden bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da öldürdünüz." (Bakara, 2/87)
Yine bir diğer âyet meali ise şöyledir:
"Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak yüz çevirir. Sen de ona acıklı bir azabın müjdesini ver." (Lokman, 31/7)
2- Dünya hayatım ahiret hayatına tercih etmek; böylece şehvet istek ve arzulara takılıp şehvetlerin peşinden gitmek. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır.
"Bu (azap), onların dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ve Allah'ın kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmemesinden ötürüdür." (Nahl, 16/107)
Yüce Mevlâ bir başka âyette de şöyle buyuruyor:
"Dünya hayatını ahirete tercih edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve onun eğriliğini isteyenler var ya, işte onlar (haktan) uzak bir sapıklık içindedirler." (İbrahim, 14/3)
Şayet kibir ve dünyayı ahirete tercih etme ve sevme bulunursa veya bu ikisinden birisi kişide varsa, o zaman bu nitelikleri taşıyan kimseler, Allah'ın samimi, halis kullarının varlığından rahatsız olurlar. Hatta bu gibi insanların herhangi bir hareketleri olmayıp sesiz de kalsalar, yine de böyle temiz ve pırıl pırıl bir hayat sürmeleri, hep onlardan üstün olmaları bu kimseleri adeta çileden çıkartır. Allah düşmanlarını öfkelendirir ve kızdırır. Nitekim Rabbim onların durumlarını şöyle bildirmekledir:
"Sizin de kendileri gibi inkar ederek küfre girmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız." (Nisa, 4/89)
Bu düşmanlığın böyle sürüp gitmesi, tertemiz fırkanın varlığı, kirli ve murdar bir hayatın peşinde koşan kimseleri rahatsız eder. Zira kötüler iyileri gördükçe kötülüklerini daima hatırlayıp duracaklarından
bu kendilerini gerçekten rahatsız eder. İşte bundan dolayıdır ki, Allah düşmanlarının hile ve tuzakları, Allah dostlarına karşı "Hîle ve tuzak" kelimesinin kapsadığı tüm manâlarla gündeme sokulması için çalışılır. Bu alay etmekle olacağı gibi, işkenceyle, eğlenip sıkıntıya düşürmekle hatta mü'minlere nasıl bir kötülük yapabilme imkânı varsa tüm bu yolları deneyerek mü'minleri gözaltında tutmaya çalışır.
3- Haset = (Çekememezlik): Aslında şeytan dostlarının ye yandaşlarının kinleri hiç bir zaman dinmez. Onlar mü'minleri hiç bir zaman çekemedikleri gibi içten içe kıskanıp kin güderler. Yüce Allah (c.c) Kitabında onların durumlarını şu âyetle açıklamaktadır:
"Ehl'i kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü, sizi imanınızdan vaz-geçırip küfre döndürmek isterler. Siz, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedip, bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir." (Bakara, 2/109)
Evet, işte onların temenni ve istekleri budur. Dilerler ki, Allah'ın kulları küfretsinler ve böylece sapıklık ve küfürde kendileriyle denk olsunlar, Şayet mü'minlere karşı üstünlük kurarlarsa mü'minlere karşı ne denli büyük hased ve kin sahibi olduklarında gerçek yüzüyle ortata ya çıkar. Rabbimiz (c.c) şöyle beyan buyuruyor:
"Onların nasıl ahdi olabilir; onlar size galip (üstün) gelselerdi, ne ahit, ne antlaşma gözetirlerdi." (Tevbe, 9/8)
4- Hakimiyet ve velayet yetkisini almak:İşte bu konu, aslında önde gelenleri ve tağutları ilgilendiren ve onlara özgü olan bir konudur. Çünkü bunların bir tek gayeleri vardır, o da insanları köleleştirmek. Zira bunlar, hep insanların kendilerine saygı göstermesine, onlara boyun eğmesine, her şeylerine tepkisiz evet demesine alışmış olduklarından, insanların daima onların istekleri doğrultusunda hareket etmesini isterler.
Allah'ın dininin gelmesi, şeriatının hakim olması bunların işlerine gelmez. Çünkü Allah'ın şeriatı, insanın insana kul ve köle olmasına izin vermez, onları böyle bir durumdan kurtarıp bir tek olan ve aynı zamanda Kahhâr olan Allah'a ibadet ve kulluğa çağırır. Bu itibarla önde gelenler, her zaman hayır davetçilerine karşı çıkmışlar ve bunlara düşman olmuşlardır. Çünkü bu liderler (tağutlar) şunu çok iyi bilmektedirler ki, hayrın ve şeriatın hakim olması halinde kendi güç ve kuvvetleri yok olacaktır, şeref ve soyluluklarının herhangi bir etkisi kalmayacaktır. Bundan böyle insanlar kendilerinden korkup ürper-meyeceklerdir. Çünkü Allah'ın dini onları hürriyete kavuşturmuş, kendilerini aziz ve yüce kılmıştır. Din, Onları Allah'ın kullan yaptığından, bundan böyle korkuları da Allah'dandır. Sevgileri Allah için olduğu gibi dostlukları ve velayetleri de Allah içindir, aynı zamanda kin ve buğuziarı da Allah içindir.
Bunun en güzel örneği ve delili, Kisrâ'nın fiil ve davranışıdır. Allah Rasûlü'nün mektubu kendisine geldiği ve kendisini İslâm'a girmeye davet ettiği zaman büyüklenmiş belki de kendi kendine şöyle demişti.
"Allah Allah şaşılacak şey, dün bizim kapılarımızda bize çobanlık eden araplar, bugün gelmişler de bizi kendilerinin yeni dinlerine girmemize davet ediyorlar. Kesinlikle eminim ki, onların yeni dinine girmem halinde, tüm mülküm kaybolacaktır. Hayır bu asla böyle olmamalıdır" sonra da mektubu paramparça edip atmıştı.
Allah Rasûlü'nün duası üzerine, Allah (c.c), duaya icabet etti ve Kisra'nın mülkünü onun mektubu parçalamasından daha kötü bir şekilde darmadağın etti.
İşte Allah'ın dinine boyun eğmeyen, O'nun velayet ve sultasına rıza göstermeyen, O'nun hakimiyetini kabullenmeyen tağutlar her zaman Allah dostlarına düşmanlık göstermişler ve onlara karşı işkencelerin her türünü ve her yolunu denemişlerdir. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Onların mü'minlere kin bağlamalarının sebebi, sadece mü'minlerin, her şeye galip, hamdedilmeye (övülmeye) layık Allah'a iman etmeleridir." (Büruc, 85/8)
"Aslında cahiliye toplumu İslami istemez ve ondan hoşlanmaz. Çünkü o c,ahiliye bizzat kendisi İslamdaki hakkın ve hayrın ne olduğunu bilmemektedir. Ya bundan dolayıdır veya o cahiliye ile kişinin nefsi arasında şöyle bir durumun mevcut olmasındandır. Kendisinin yaşamakta ve sürdürmekte olduğu batılın hak olduğuna inanmakta ve hatta bunun İslam'dan çok daha doğru ve güçlü olduğuna kani olmuş olmasındandır. Hayır hayır durum hiç de öyle değildir. Doğrusu. o, İslamı istememekte ve hoş karşılamamaktadır. Çünkü o şunu iyice bilmektedir ki, İslamın kendisi haktır, iyilik ve hayrın tâ kendisidir. Yine cahiliye şu gerçeği de çok iyi bilmektedir. Hayatın yamuk ve eğri olan yönlerini düzeltecek yegane sistem ve nizam islamdır. O islam-dan hoşlanmamakta, zira hayattaki bu yamukluğun ve düzensizliğin devamını isteyip durmaktadır. Bunu aşırı bir şekilde istemekte de ısrarlıdır. O isterki tüm işlerin hep bu eğriliği ve yamukluğuyla sürüp gitsin, hiç bir zaman doğrulmasın. Çünkü bu yamukluk ve eğrilik cahiliyenin asli karakteridir. Diğeri ise İslamdır. Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Semûd'a gelince onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü, doğru yola tercih ettiler." (Fussilet, 41/17)[177]
Şimdi Rahman'ın velilerinin yani dostlarının düşmanlıklarının tabiatına, karekteristik özelliğine gelince, bu hususta şöyle deriz. Bu, aslında onların akidelerinin ya da inançlarının bir parçasıdır. Sanırım ben bu hususta, konunun giriş ve hazırlık bölümünde gerekli açıklamayı yaptım. Ben orada "Lâ ilahe illallah" kelimesinin gerekleri ve şartlarını ansırken, sanırım bu konuya da değindim. Gerçekten onlar Allah ve Rasûlüne karşı düşmanlık edenlere karşı kin ve buğz" beslerler. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmakta idi:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğullan, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinde ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın grubudur. îyi bilin ki, kurtuluşa erecek olanlar sadece Allah'ın grubu olanlardır." (Mücadele, 58/22)
Aslında müslümanlar yolun ortasında ya da yarısında düşmanlarıyla bir araya gelmek istemezler. Müslümanlar da tıpkı imamları ve önderleri Hz. İbrahim (a.s)'in dediği gibi derler:
"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki, "Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir." (Mümtehine, 60/4)
Üstad M. Abdulvehhâb (r.a) der ki: "Kişi Allah'ı bir tek bilip, şirki de terketse bile, müşriklere karşı düşmanlığını sürdürüp açık bir şekilde ilan etmedikçe, doğru dürüst müslüman olmuş olamaz. Onlara karşı açıkça buğzettiğini de bildirip ilan etmedikçe müslüman olamaz. Nitekim Rabbimiz Mücadele Sûresinin 22. âyetinde buna dair gerekli açıklamayı vermişti. Bu âyetin meali biraz önce geçmişti.[178]
Madem ki biz bu düşmanlığın durumunu ve hakikatini bilmekteyiz. O halde burada bizim bilmemiz gereken ortak bir nokta vardır. Evet bütün İslam düşmanları arasında farklı nitelikte de olsalar, kâfir, müşrik ve münafık ta olsalar, hepsinde tek ortak nokta İslâm düşmanlığında ve onu istememekte birleşmiş olmalarıdır.
Doğrusu İslamî metodun karakteri ve ve tabiatı -ki, bunu diğer metod ve program uygulayıcıları henüz yeni olarak tanımaktadırlar yeryüzünde Allah'ın ülkesinin yeniden ikamesi, insanların insanlara kölelikten kurtularak bir tek Allah'a kul olmalarını ve ibadet etmelerini sağlamaktır. Aynı zamanda tüm insanların arasına giren ve hürriyetleri için bir engel oluşturan maddî maniaların ortadan kaldırılıp, gerçek anlamda hürriyet seçimine geçilmesini temin etmektir. Sonra hayat noktai nazarından iki metod arasında öyle bir tabiat ve karakter vardır ki, bunlar birbirleriyle çelişkilidirler. Küçük olsun, büyük olsun hiç bir zaman aralarında birleşme imkânı yoktur.
Dünyaya bağlı bulunan metod ve programcılar, temelde Rabbanî metodun aleyhinde var güçleriyle çalışırlar, tümüyle Rabbani metodun yok olmasını isterler. Çünkü Rabbani metod bu kimselerin varlıklarını, metod ve programlarını ve boyutlarım tehdit etmektedir. Evet, bunların metodlarının geçersizliğinin ortaya çıkmasından önce, kendilerinin durumu ortaya çıkmadan önce, islâm'ı önlemeye çalışırlar.! Bu, aslında zorunlu olan bir durumdur ve kesindir, gerçekte ne bunlar için ne diğeri için bir seçim hakkı da yoktur... Nitekim bu yolu Kur'ân şöyle ortaya koymaktadır.
"Onlar eğer güçleri yeterse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam ederler." (Bakara, 2/217)[179]
Şimdi sizlere Kur'ân'ın nass olarak sunduğu gibi, bu düşman sınıflara ait bazı düşmanlıklarını sunalım. Kâfirler hakkında şu gerçeğe işaret ediyor:
"Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır."(Saf, 61/8)
Kur'ân müşrikler hakkında da şu gerçeklere işaret ediyor!
"Ehli kitaptan küfredenler de müşrikler (putperestler)de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler." (Bakara, 2/105)
Bir başka âyette de şöyle buyurulmuştur:
"Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O'dur." (Saf, 61/9)
Kâfir ve müşrikler Allah'ın dinine, kitabına ve delillerine sihir, şiir ve kehanet diyerek iftiralar uydursalar da Allah'ın dini yücelecektir.
Ehli Kitabın düşmanlıklarına gelince, Kur'ân onlardan şöyle sözetmektedir;
"Sen dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır."
(Bakara, 2/120)
"İnsanlar içerisinde iman edenlere düşmanlık'bakımından en şiddetli olarak yahudiler ile müşrikleri bulacaksın." (Maide, 5/82)
"Kendilerine Kitab'dan na-sib verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.” (Nisa, 4/44).
"Onlar ise, sizinle karşılaştıklarında, "İnandık" derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarını kemirirler. "Kininizle
geberin" deyiver. Şüphesiz Allah kalblerin içindekini hakkıyla bilmektedir." (Al'i İmrân, 3/119)
Münafıkların düşmanlıklarına gelince, Kur'ân-ı Kerîm bu hususu değişik yerlerde ele almış ve bu hususta gerekli uyarıda bulunmuştur. Buna örnek olarak Bakara sûresinin hemen baş tarafından yer alan 13 âyeti zikredebiliriz. Adı geçen sûrenin 8. âyetinden yirminci âyetine dek bu konu ele alınmıştır. Bu, münafıkların çok sayıda olmasından ve insanların bu kimseler yüzünden bir çok bela ve felaketlerle yüzyüze bulunmasından dolayıdır. Diğer taraftan münafıklar, müs-lümanlar için en büyük fitne ve tehlikeyi oluşturmaktadırlar. Gerçekten İslamın bunlar yüzünden karşı karşıya bulunduğu tehlike pek çetin ve çok önemlidir. Çünkü münafıklar müslüman olduklarını söylüyorlar. İslama nisbet olunmaktalar. Müslümanlar bunların yardımına ve velayetine muhtaçtırlar. Sözde müslüman gözüktükleri için müs-lümanlar bunları velî tanımışlardır. Ancak bunlar hakikatte İslamın
ve müslümanların düşmanlarıdırlar. Cahil olanlar da bu kimselerin gerçekten bilgili ve ıslah edici olduklarını sanırlar. Bu, aslında cehaletin ve bozgunculuğun kendisidir.
Aman ya Rabbi! Nice ıslah için akıl hocalığı edenler var ki, bunlar İslamı yıkmaktadırlar. Nice kimseler var ki, İslama sığınaklık etti ğini ileri sürerler, fakat onu kökünden söküp atmaktalar ve tümüyl tahribetmek için uğraşmaktadırlar. Nice kaldırılmış, yüceltilmiş bayraklar vardır ki, bunlar onları alaşcağı ederler... Evet bunlar vahyin ayırıcı özelliğinde birleşmelerine rağmen, hepsi de onun yolunda yürümeyi terketme noktasında bir araya gelmişlerdir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Ne var ki insanlar kendi aralarındaki işlerini parça parça böldüler. Her grup, kendinde bulunan (fikir ve davranış) ile sevinip böbürlenmektedir. (Mü'minûn, 23/53)
Bu adamların tüm sermayeleri aldatmak, hile yapmak ve tuzak kurmaktır. Tek icraatları yalan söylemek, bulandırmaktır. Bunların tek önem verdiği şey maişet ve geçimle ilgili bir akılcılıktır. Gerçekten, bu fırkalar kendi aralarında birbirinden razı, hoşnut ve güvencededirler. Rabbimiz şöyle .buyurmaktadır:
"Onlar (kendi akıllarınca) güya Allah'ı ve mü'minleri aldatırlar. Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar ve bunun farkında değillerdir." (Bakara, 2/9)
Kim imanının derisini (elbisesini) şüphe ve kuşku pençesine geçirirse, artık o onu paramparça eder. Kim fitnesinin şeraresine takılırsa bu onu pek yakıcı cehennem azabının içinde bırakır. Böylece kim karanlıklar denizinde kendini kurtaracak bir ticarete çıkarsa o kimse bu hareketiyle şüphe ve kuşku bineklerine binmiş olur. Böylece onu hayal dalgaları içerisinde yürütür durur. Artık kasırga ve fırtına rüzgarı onun gemisiyle oynar durur, böylece o gemiyi de helak olan gemiler arasına atıverir. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"İşte onlar, hidâyete karşılık dalaleti satın alanlardır. Ancak onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de doğru yola girememişlerdir.” (Bakara, 2/16).[180]
Ayrıca münafıklar hakkında özel olarak bir sûre nazil olmuştur. Bu sûre Kur'ân'da (Münafikûn = Münafıklar) sûresi diye bilinir. Bu sûrede münafıkların mü'minlere karşı olan düşmanlıkları gayet açık bir şekilde belirtilmektedir. Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Onlar: "Allah'ın elçisinin yanında bulunanlar için hiç bir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler" diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerlerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar.
Onlar, "Andolsun, eğer Medine'ye dönersek, en üstün olan,
en alçak olanı oradan mutlaka çıkaracaktır" diyorlardı. Halbuki üstünlük ancak Allah'ın ve peygamberininin ve mü'minlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler." (Münafikûn, 63/7-8)
Münafıklar, kendilerini üstün ve şerefli, Hz. Peygamber'i aşağı ve hakir görüyorlardı. Beni Mustalik dönüşünde onu, Medine'den çıkaracaklarını söylüyorlardı.
Mademki bu sınıfların tümünün İslâm düşmanları olduğunu bilip tanımaktayız. O halde bize düşen görev, Yahudilerle hıristiyanla-nn düşmanlıklarının çok daha büyük bir tehlike olduklarım bilmek olmalıdır. Çünkü bu iki güç bugün dünyanın büyük bir boyutunu hakimiyet ve güç alanlarına katmış durumdadırlar. Ki bunlar değişik yollarla müslümanlara karşı savaşlarınrı sürdürmektedirler. Bu nitelikleriyle de yahudi ve hıristiyanlar, aldatmış oldukları müslüman çocukları önünde cazibenin ve parlaklığın sembolü haline gelmiştirler,
Seyyid Kutub merhum şunları yazmaktadır: "Yeryüzünde müslümanlara karşı olarak yahudilerin ve hırıstiyanlann hemen her zaman her yerde sürdürdükleri savaşın hakikati ve gerçeği şudur. Müslümanların akidelerine ve inançlarına karşı olan düşmanlıklarıdır. Gerçi bunlar bazan kendi aralarında da birbirleriyle çekişip durmaktadırlar. Ancak her zaman birleşmelerinin ve bir araya gelmelerinin nedeni îslâma ve müslümanlara karşı olmalarındandır.
Onlar bu savaşı sürdürmek için, değişik plan ve iğrençliklerle, hile ve tuzaklarla çeşitli şeyleri bayraklaştırırlar. Çünkü kendileri, müslümanların dinleri ve akideleri uğruna karşı gerçekten samimi ve fedakar olduklarım, bu uğurda her şeyi yapabileceklerini bilmektedirler. Yani yahudi ve hıristiyanlar şayet müslümanlara, sırf onlara akidelerinden dolayı saldırdıklarını açıkça söylerlerse, bilirler ki, müslümanlar buna izin vermeyeceklerdir. İşte sırf bu yüzden ve müslümanların akidelerine olan bağlılıklarından korkmaları sebebiyledir ki, müslümanlara bir başka yoldan tuzak kurup saldırmaktadırlar. Düşmanların bugün müslümanlara karşı sürdürdükleri savaşı ya topraklarının gasbedildiği adı altında, ya da iktisadî ve siyasî bazı nedenlerle veya bazı askerî merkezler nedeni ile, kısaca bunları bahane ederek saldırıya kalkışırlar. Bunlar bizden kendilerince aldatılmış olanlar içine korku atarlar ve onları şu ifadelerle aldatırlar. "Artık günümüzde, inanç ve din uğruna savaşmak geçerliliğini yitirmiştir. Bu eskidendi. Bugün artık bunun geçerli bir anlamı kalmamıştır. O halde, akide sebebiyle bir savaş bayrağı çekmenin-de bir anlamı kalmamıştır. Bu isimle savaşa kalkışmanın da bir manâsı yoktur. Bugün halâ böyle bir savaşı sürdürmek isteyenlerin hepsi gericidirler, hepsi de mutaassıbtırlar." Böyle derler. Böyle söylemelerinin bir nedeni de şudur. Halkın yeniden inançları ve imanları uğruna harekete geçmesini önlemek ve bu hususta güvencede olmak isterler. Her şeyden önce bu, onların ruhlarına iyice yerleşmiş kesinlik kazanmıştır. Bunlar herşeyden önce bu sapasağlam kayayı yıkmak ve ortadan kaldırmak isterler. Halbuki bizler hep birlikte uzun süre onların bu gücünü ortadan kaldırmış idik.
Ancak bugün, biz onların tuzaklarına yakalanıp aldandık. Bu bakımdan da kendimizden bir başkasını kınamayalım. Halbuki bizler, yüce Allah'ın Peygamberi Hz. Muhammed'e ve onun ümmetine yöneltmiş olduğu gerçekten uzaklaşmış bulunmaktayız. Gerçekten Rabbimiz ne doğru buyurmuştur ve zaten her şeyden münezzeh olan Rab-bimiz doğru söyleyenlerin en doğrusudur:
"Sen dinlerine uymadıkça yahûdîler de hırıstiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır." (Bakara, 2/120)
İşte onların tek istediği bu değerdir. Onlar ancak böyle bir şeye rıza gösterirler. Bunun dışında kalan şeyler ise hepsi onlara göre reddedilmeli ve terkolunmalıdir. Fakat bu hususta kesin durum ve dosdoğru yöneltme şudur:
"De ki, "Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur." (Bakara, 2/120). Dikkat edilirse gayet kısa ve öz olarak Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Asıl doğru yol, ancak ve bizzat Allah'ın yoludur." Bu yolun dışında kalan tüm yollar doğru ve hidâyet yolu değildir.[181]
Sözün Kısası
İşin aslı ve karakteristiği bu düşmanlığın din ve inanç değişikliğine dayanmış olmasıdır. Metodların ve programların farklı olmasındandır. Bunlardan birisi ya Allah'ın dini ve O'nun şeriatına tabi olmak, Allah'ın mü'min kullarına dostluk gösterip yetkiyi bunlara vermek Ya da batıl bir din benimseyip, he-va, istek ve şehvetlere uyup, şeytanın peşinden gitmekle şeytanın gurubuna katılmaktır. İşte bu iki yol vardır. Ya bu veya o.
Burada Allah velilerinin ve dostlarının görevi, kendi dinlerine mensubiyetle, onunla üstünlük kazanmaları olmalıdır. Böylece batılın tüm baskı ve sıkıştırmalarının üzerine çıkarak yükselmeyi bilmelidirler. Çünkü gerçekten zafere ulaşacak olanlar bizzat iman edenlerdir. Mademki Allah düşmanları, güçleri ve çokluklarıyla daima övünüp durmakta ve sayısal çokluklarını öne sürmektedirler, daima sistemli, hazırlıklı, metodlu ve programlı olduklarını ileri sürmektedirler. O halde mü'-minler de, Allah'ın yardımı, zaferi ve kereminin daima kendileriyle beraber olduğuyla Rabbimizin daima inananlardan yana olduğuyla övünmelidirler.
Buhârî'nin sahihinde Ebû Hüreyre'nin rivayet etmiş olduğuna göre, Hz. Peygamber kudsî bir hadislerinde Rabbimizden naklen şöyle buyurmaktadır: (Rabbimiz (c.c) şöyle buyuruyor:) "Kim beni tanıyan ve ihlâs ile bana ibadet eden bir kuluma düşmanlık ederse, ben de ona harb ilan ederim. Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum bana na adetlerle de yaklaşmaya devam eder. Nihayet ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı mesabesinde olurum (ve bu organlarıyla meydana gelmesini istediği tüm dileklerini veririm). Diliyle her ne istekle bulunursa onları da kesinlikle kendisine ihsan ederim. Bana sığınmak isteyince de, muhakkak onu sığınmama alırım, korurum. Ben yapmasını istediğim hiç bir şey hakkında, mü'min kulumun ölümü karşısındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmedim. Ancak bunda kulum ölümden hoşlanmıyordu, ben de kuluma acı gelen şeyi sevmiyordum. Fakat mutlaka önün bunda bir nasibi ve payı vardır."[182]
Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Zira Allah, (kötülükten) sakınanlar ve güzel amel edenler beraberdir." (Nahl, 16/128).
Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Hani Rabbin meleklere, "Muhakkak ben sizinle beraberim; haydi iman edenlere destek olun." diye vahyediyor; "Ben kafirlerin yüreğine korku salacağım..." (Enfal, 8/12)
Rabbimiz bir başka âyetinde de şöyle buyuruyor:
"Sakın gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa davet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. O mallarınızı asla eksiltmeyecektir." (Muhammed 47/35)
Bu âyetin belirttiğine göre müslümanlar düşman karşısında üstün bir durumda iken, sulh ve barış isteğinde bulunamazlar, bulunmamalıdırlar. Aslolan düşman karşısında gevşememek, eziklik hissederek paniğe kapılmamaktır.
Bütün bunların doğruluğunu öğrenmek istiyorsak, tarihin sayfalarını karıştırdığımız takdirde bu gerçeği görürüz. Mesela Bedir gazasında, müslümanların sayıca çok az düşmanlarının ise çok fazla ve üstün olmalarına rağmen, Allah'ın yardımıyla savaş zaferle sonuçlanmıştır.
Zira Allah (c.c), dinini aziz'kılmış ve kendi gurubuna, taraftarlarına yardım etmiştir. Müslümanların doğuda ve batıda bir çok fetihleri olmuş, Kisrâ'nın ve Kayser'in saltanatlarını yerle bir ederek, bunların hükümranlığına son vermiştir. Kaldı ki, bu gerçekler kimsenin bilmediği şeyler de değildir.
Allah (c.c), mü'minlerin tatarlarla ve kinci haçlılarla sürdürmüş oldukları savaşlarında Allah (c.c), mü'minlere üstünlük vermiş, onlara yardımda bulunmuş ve onları her yönden teyid etmiştir. Müslümanların başarıları sadece bu anlatılanlar değildir. Daha yüzlerce örnek verilebilir. İster ferdi isterse kitlesel platformda bu söylediklerimize herkes şahittir.
Öte taraftan Allah'ın yardımı, zaferi, el uzatması daima dostları olacaktır. Yeryüzünde Allah'ın kendilerine miras bıraktığı mü'minler yaşadıkları sürece bu böyle devam edecektir. Ancak bu mü'minlerin Allah'a verdikleri sözde doğru, ihlaslı ve samimi olmaları gerekir, sadece Allah rızasını gözetmeli ve bir tek olarak O'nun rızasını düşünmelidirler. Bunun yanında Allah'ın kitabına ve peygamberinin de sünnetine uygun olarak amel etmelidirler ki, başarıya ulaşabilsinler. Zira Allaeh (c.c), en güzel bir tarzda çalışan ve bu anlamda amel işleyen kimselerin amellerini boşa çıkarmaz.
[166] Mecmûul Fetâvâ, 28/57.
[167] Fî Zılâli’l-Kur'ân, 1/413.
[168] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 411.
[169] Ebû Dâvud, Edeb, 111; Tirmizî, Menakıb, 74.
[170] Buhârî, edeb, 14; Müslim, İman, 215; Müsned IV, 203
[171] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 235. Sahihu'l-CamiFssağîr, II, 181, bk. Tahricu Kitabı Fıkhussîre Li'l-Ğazzâlî, 485.
[172] Hidâyetü'l-Hayârâ 7.
[173] Medaricu's-Salikîn, I, 53.
[174] Yukarıda sunulan düşünceleri savunanlar Taha Hüseyin ve benzerleridir, (bk. Ta-ha Hüseyin, Mısır'da uygarlığın geleceği adlı kitabı.).
[175] Müsned, V, 331; Silsiletü'l-Ahadîsi's-sahiha, H. 389; Sahihu'1-Cami, II, 386.
[176] Bedaiu'I-Fevâid," II, 260-262.
[177] Muhammed Kutub, Yirminci asrın cahiliyeti, 322..
[178] Mecmuatu't-Tevhid, 19.
[179] Fî Zilal, Davet yolu, 1/80.
[180] Medaricu’s-Salikîn, I/347'den özetle.
[181] Fî Zilâli'l-Kur'ân, 1/108.
[182] Buhârî, Rikâk, 38, îbn Mâce, Fiîen, 16.