- Prof. Dr. Uğur Tanyeli

Adsense kodları


Prof. Dr. Uğur Tanyeli

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 9 August 2012, 03:19 pm GMT +0200
Prof. Dr. Uğur Tanyeli: Modern mimarî inançtan bağımsız bir şekilde inşa ediliyor…
İbrahim BARAN • 86. Sayı / SÖYLEŞİ


Herhangi bir varlığa inanma ihtiyacı insanoğlunun doğasının bir gereği. Allah’ın insanlara gönderdiği ilahi emirlere kimileri iman etti, kimileri inkâr etti. İman edenler, bu ilahi emir gereği bir hayat inşa ettiler kendilerine. Reddedenler de neye inandılarsa ona uygun bir hayat sürmeye çalıştılar. İnanç, bu hayatları belirleyen en önemli faktörlerden biri haline geldi. Kıyafetten sanata, yemekten ibadetlere hemen her şey o inanç sisteminin koşullarına göre şekillendi. Medeniyetin en önemli köşe taşlarından biri olan mimarî de inançtan önemli ölçüde etkilendi. Peki, inanç mimarîyi ne kadar etkiledi? Konuyu bu ana eksen çerçevesinde Artuklu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Uğur Tanyeli ile konuştuk… 

İnanç ile mimari arasında nasıl bir ilişki var?
Buna kesin bir cevap verilemez. Çünkü çağlara göre değişen bir şeyden söz ediyoruz. Mimarlığı her çağda inanç bağlamında aynı şekilde düşünemeyiz. Bazı çağlarda deyim yerindeyse inanç; mimarlıkta, sanat eyleminde içselleşmiş demek gerekiyor. Anadolu’da belirli dönemlerde ya da modernitede kabaca bu kadar genelleme yapayım. Bir konuşmada ancak böyle bir genelleme yapılır, yazıyor olsam asla bu kadar genelleme yapmam, modern çağda dışsaldır diyebilirim. Dolayısıyla bir anlamda tercihe bağlı.

Bu ilişki modern çağda dışsal. Modernite öncesi dönem için ne söylenebilir?
Pre-modern dünyada bütün pratiklerin içsel olduğu bir ortamdan, bir bilgi rejiminden konuşuruz. Dolayısıyla mimarlık, aynı zamanda inancı yeniden ortaya koyan bir pratiktir. Diyelim ki resim yaptığınız zaman bir Ortodoks ikona ressamı olarak hem resim yapıyorsunuzdur hem de yaptığınız resim aynı zamanda ibadetinizin neredeyse bir parçasıdır. Birbirinden koparılamaz. Bu bağlamda içseldir demek bence yanlış olmaz. Her pratik aslına bakarsanız her seferinde dinî kimliği yeniden ortaya çıkarır. Toplumsal pratiklerin ayrışması, her pratiğin kendisine özerk bir yol açması şeklinde cereyan ediyor. Modernitenin tanımlarından bir tanesi de bu. İşte sanat burada kendi özerk varlığını ilan ediyor. Ve deyim yerindeyse mimarlık özerk bir pratik haline geliyor, ekonomi özerk bir pratik haline geliyor. Oysa pre-modern dünyada ekonomi bile dinin dışındaymış gibi gözükse de, aslında doğrudan doğruya dinîlikten koparılamayacak kadar onunla bütünleşik olur. Olur demeyeyim hatta çoğu zaman kural olan zaten budur pre-modern dünyada.

Modern dünyaya gelindiği zaman inanç ile mimari ayrışıyor, dışsallıktan da bunu kastediyorsunuz galiba…
Evet. Bu ayrışmanın adına zaten modernlik deniliyor.

MODERN ÇAĞ’DA İNANÇLA MİMARİ ARASINDAKİ İLİŞKİ YALNIZCA BUGÜN KONUŞULAN BİR DURUM DEĞİL

Merhum Turgut Cansever’in yaptığı gibi modern zamanlarda inançla mimarlık arasında bir ilişki tahayyül etmek mümkün mü?

Tabii ki mümkün. Ama bu bütün mimarlık alanına genelleştirilebilecek bir hâle artık gelemez. Bazıları için hiç bir pratikle diyelim sanatsal pratik bir bütünleşme rejimi içinde bulunmaz diye kısa bir şekilde özetlemek lazım belki de. Dolayısıyla da genelleme yapmak epey zor gibi gözüküyor. Turgut Cansever’in yaptığı modern dünyada ilk kez rastladığımız bir şey değil. Neredeyse modernite boyunca sık sık karşımıza çıkan bir durum. Türkiye’de Turgut Cansever’le biz büyük ölçüde bu meseleyle karşılaştık. Bunu önümüze getiren o oldu. Ama bu dediğim gibi dünyanın başka yerlerinde de karşımıza gelen bir durumdu.

Tarihsel süreçte de bu var zaten değil mi?
Tabii ki, başka ülkelerde vardır bu. Söz gelimi İngiltere’de 19.yüzyılın ortalarında Pugin adında bir mimarın, Katolik kimliğini her seferinde mimari kimliğinin yanına yerleştirdiğini, dolayısıyla mimarlık düşüncesinin içinde Pugin’in Katolik kimliğinin ciddi rol oynadığını -ki üstelik İngiltere’de Katolik olmak da zor bir iş tahmin edebileceğiniz gibi- biliyoruz. Katoliklik orada küçük bir azınlık sayılabilir. Bugün de öyledir zaten. Ama Pugin, Katolik kimliğini mimarlık kimliğinin içine yerleştirmiştir dersem abartılı olmaz.

Çok yaygın bir pratikten mi söz ediyoruz?
Hiçbir yerde çok yaygın olduğu söylenemez. Mısır’da Hasan Fethi’nin yapmaya çalıştığı da buna benzer bir durum. Nadir Ardalan var mesela. Farklı bir biçimde Turgut Bey’e benzeyen bir tarafı olduğunu hiçbir şekilde söyleyemem. Hatta Nadir Ardalan’ı fazla ciddiye aldığımı da söyleyemem. Açıkça söyleyeyim; bana öyle geliyor ki bu durumu kültüralist bir tavır olarak benimsemiş. Hani ne denir; “Dünyada söylenecek bir de bu laf var, ben de bunu söyleyeyim” gibi söylemiş. Turgut Bey’deki samimiyete, ciddiyete sahip olduğunu iddia edemem. Ayrıca dinî tavır bağlamında da çok farklı olduğunu söylersem yanlış olmaz. Hasan Fethi, Turgut Bey’e daha fazla benzer. Çok daha az yazmıştır, kuramsal açıdan düşünmesi de çok daha azdır. Turgut Bey daha fazla düşünmüştü. Çok daha fazla bir felsefî arayışı var. Hasan Fethi için böyle değil. Hasan Fethi’de İslamiyet’le mimarlık arasında bir diyalog arayışıyla karşılaşırız. Ama hayatının ancak sonunda gündeme gelmiş, dersem yanlış bir şey söylemiş olmam. Hasan Fethi 1960’larda bununla uğraşmadı. 1970’lerden başlayan bir süreçte ilgilenmeye başladı konuyla. Çok verimli olduğunu düşünmüyorum ama kimi mimarlık tarihçileri daha fazla önemsiyor olabilirler Hasan Fethi’yi. Büyük ölçüde de unutuldu. Ama Turgut Bey unutulmadı. Turgut Bey daha fazla ciddiye alındı. Çünkü Turgut Bey’in çok daha fazla yayını var hepinizin bildiği gibi. Turgut Bey’i vefatından sonra da bir anlamda daha önemli hâle getirdi böyle bir ürün toplamına sahip olması. Aynı ürün toplamına Hasan Fethi sahip olmadı doğrusu.

İNANCIN MİMARİDEKİ YERİ KİŞİLERİN DURDUĞU KONUMA GÖRE DEĞİŞİR

“İnanç pre-modern dönemde mimariden bir şekilde ayrıştırılamaz, mimarî inancı içselleştirmiştir” dediniz. Her olguyu, ilmî hakikati inşa eden birtakım dinamikler var. İnanç da mimarîyi inşa eden temel dinamiklerden biri. İnancın mimarîdeki yeri nedir?

Bu herkesin burada durduğu yere göre değişir. Kimisi için bütün mimarî hayatı belirleyen bir mesele hâline gelebilir. Kimisi için de gayet basit, çok açık söyleyeyim, sadece küçük bir çıkar meselesinden başka bir şey değil. Başka birisi için çok samimi bir talep. Ama ondan da daha fazla bir şey değil. Onun için bugünün dünyasında bir tek yönelimden söz etmek mümkün değil. Geçmiş de öyle değil. Modern öncesi dünyada hiç kimse bunun dışında bir pozisyon almıyor. Aklına gelmez. Zaten bütün pratikler bir biçimde gelir inançla bağlanırlar. Birbirlerinden ayrılmazlar, özerkleşmezler ki başka türlü düşünesiniz. Ama modern dünyada şu olabilir: Her eyleminizin içinde yine dinîliği yeniden üretebilme imkânınız var. Düşünseniz de düşünmeniz de. Yani örneğin; belirli bir cami talep ediyorsunuz, belirli bir cami gerçekleştirmek için de eylemde bulunuyorsunuz. Bunun için üstüne diyelim bir sivil toplum örgütü kurdunuz; bir cami yaptırma derneği. Bu cami yaptırma eyleminizin kendisi de zaten inancınızı yeniden üretir. Dolayısıyla böyle bir durumda yine mimarlıkla dinin ilişkisi içsel bir ilişkiye pekâlâ dönüşür. Ama çok belirgin bir biçimde Turgut Cansever’in yaptığı gibi tasarım kavrayışınızı, tasarım anlayışınızı belirleyen bir dinamik olur mu diyorsanız, o bazen olur bazen olmaz.

İnanç, günümüzde tasarım anlayışını belirleyen bir dinamik midir peki?
Böyle bir zorunluluk yok. Dünyadaki binaların çok çok önemli bir bölümünün inançla ilişkili olduğunu söylemek bana kolay gelmez. Önemli bir bölümüne gerçekten mimarlığın bir anlamda özerkleştiğini düşünerek bakabilirsiniz. Bu durumda, artık mimarlık kendi içinden konuşulmaya, doğrusunu yanlışını kendi iç bilgi alanının içinden tarif etmeye başlar. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu. Hâlbuki din ile ilişkilendirdiğiniz zaman mimarlıkta verdiğimiz kararların dinî gerekçelerinden konuşmak durumunda kalırsınız. Yine bir kez daha Cansever’in yaptığı gibi. Ama özerk olduğu zaman bunu yapmak zorunda kalmazsınız. Kendi içinden de konuşarak pekâlâ doğruya yanlışa iyiye güzele çirkine karar verme imkânınız olur. Bu kiminin aklına yatar kiminin aklına yatmaz. Çünkü modern dünyada bunun artık sınırını çizmenin de imkânı kalmaz. O kadar geniş bir çoğunluk içinden de konuşmaya başlarız ki burada sınır çizme çabası o anlamda olmaz. Ama amaçlayan için tabiî ki hayatî bir rol oynayacaktır.

Kimi bilim insanları –biraz da merhum Cansever’i işin içine katarak- bugünün dünyasında mimarinin yeni binalar, güzel binalar inşa etmenin temel gerekçesi olarak gelenekten beslenmeyi, bunun bir mecburiyet, bir zaruret olduğunu ifade ediyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Gelenekle bugün arasına bir çizgi çekip bu noktadan itibaren “Biz yeniyiz. Geçmiştekiler geçmişte kaldı” gibi bir sınır tayin etmek mümkün değil. Amaçlasanız da olmuyor zaten. Devrimlerde de gerçekleşmiş bir durum değil bu. Mesela Fransız tarihinin ortasına bir çizgi çekip bütün Fransız tarihinin 1789 öncesini unutmayı deneseniz de unutamazsınız. Gelenek kaçınılmaz olarak toplumu toplum yapan en önemli faktör. Aynı tarih içinde, aynı tarihsel süreçlerin içinde ortak bir geçmişi paylaşmaktan kaynaklanan bir toplumsal durum zaten. Böyle olunca gelenekten kopuş diye duyulan endişeyi ben anlamıyorum. Hiçbir toplum zaten kendisi olmaktan çıkamaz. Nitekim çıkmıyor da. Dahasını söyleyeyim: Her müdahalede onun içine ekleniyor zaten. O müdahale başka bir şey kılmıyor onu. O müdahale de toplumun tarihinin bir parçası olur. Ama onu başka bir şey yapmayı başaramaz. O zaman zaten ortada toplum kalmaz. Sadece hiçbir toplum bir grup insan şöyle davranalım dedi diye değişmiyor. Böyle bir dünya hiç var olmadı. Ne Türkiye’de ne de Türkiye dışında. Toplum kendi öngörülemez tarihini yaşıyor. Nereye doğru gittiğinizi bilmenizin imkânı yok. Ama nereden geldiğinizi her seferinde yeniden tahlil etme imkânınız vardır; tarihinizi yeniden yazarsanız. Yazmasak da kaçınılmaz olarak zaten o geçmişe bir biçimde bağımlıyızdır. Sadece inancımızla değil. Her şeyimizle bağlıyız. Hiçbir toplum kendisinin başlangıcı olarak tarif ettiği noktadan itibaren değişmeden kalmaz. Ama kendisi olmaya devam eder. Sürekli olarak geçmişiyle bağlantılı olmaya devam eder. Tarih öyle bir şey ki böyle bir mesele yaşandığına inanıyorsanız, kimse size dönüp şunu söyleme hakkına sahip olamaz: “Hayır, yaşanmadı, ben bunu size söylüyorum, siz bana ikna olmak zorunda değilsiniz.” Kimse ikna olmaz. Hangi pozisyonu koruyorsanız o pozisyonda devam ederseniz.

MİMARÎDE GEÇMİŞLE BUGÜNÜ KIYASLAMAYI ANLAMLI BULMUYORUM

Gelenekte inşa edilen dini binaların mesela camilerin, medreselerin daha sağlam yapıldığını, evlerinse ahşaptan inşa edildiğini biliyoruz. Kuşkusuz bunun birçok nedeni var. Bugün yapılan binaların özellikle ekonomik gerekçeler göz önüne alınarak inşa edilmeye çalışıldığına şahit oluyoruz. Geçmişle bugünü nasıl kıyaslıyorsunuz?

Kıyaslama yapmak anlamlı olur mu, bilmiyorum. Geçmişte binaların bugünkünden sağlam olduğunu söylersek bu yanlış olur. Değil çünkü. Her depremde söz gelimi Edirnekapı Mihrimah Camii’nin kubbesi çöker, bu son depremde, küçücük bir depremde, İstanbul’u etkileyende bile, ana askı kemerlerinin kırıldığını ve uzun süre onarıldığını biliyorum. 1793’te “yanlış hatırlamıyorsam- yıkılmıştı. 1894 depreminde de yıkılmıştı. Yıkılır. Kara Ahmet Paşa Camii’nin, bugün gidip kubbesine bakamazsınız muhtemelen ama baksaydınız, Avrupa tuğlalarıyla örülmüş olduğunu görecektiniz. 1894 depreminde yıkılmıştır kubbesi ve yeniden örülmüştür. “O yüzden Sinan yapıları bugünkü yapılardan çok daha belirgin bir biçimde depreme dayanırdı” ifadesi gerçek değil. Hiç tereddüdümüz olmasın, İstanbul’da son derece ciddi depremler oldu ve depremlerde ciddi kayıplar verildi. Bugünkü kadar vahim sonuçlar olmamış olması bu yapıların sağlam olmasından kaynaklanan bir şey değil. Şundan kaynaklanıyor: İstanbul’da çok daha az insan yaşıyordu. İstanbul çok daha seyrek nüfusluydu. O seyrek nüfusun içinde yapılar Gölcük’te olduğu gibi birbirlerinin üstüne devrilmiyordu. Kendi binanızın içinde ölüyordunuz öldüğünüz zaman. Şimdi çok daha tehlikeli bir ortamda yaşıyoruz. Çünkü 15 milyon nüfuslu bir şehirde yaşıyoruz. İstanbul’daki yapılar 16. yüzyıldaki İstanbul’daki yapılardan daima daha sağlamlar. En beğenmediğiniz yapıya bile 16. yüzyıl İstanbul evinden daha fazla güvenin. “Geçmişteki her şey bugünden iyiyiydi” diye düşünmek istiyoruz biraz da galiba. Onun için bu anlamda bir karşılaştırma yapılamazdı. Geçmişteki insanların tek bir avantajları vardı: Bizim şu anda dert ettiğimiz, kendimize problem haline getirdiğimiz, huzursuz olmamıza yol açan meseleler üretmezlerdi. Onlar bizden bir anlamda deyim yerindeyse mutlu muydular? Kesinlikle mutluydular. Ama mutluluklarının da farkında değillerdi, çünkü olağan bir dünyada yaşıyorlardı. En azından demin de söylediğim gibi “Tarihte kesinti var mı acaba, böyle mi yaşamalıyız?” gibi teorik meseleleri hayatlarının merkezine yerleştirdiklerini düşünmek zor. Çok daha belirgin bir biçimde için de buldukları o toplumsal sistemde yaşayıp devam ediyorlardı. Hiç kuşkusuz o çağda da akla yatmayanlar vardı, o çağda da farklı bir biçimde davranmak isteyenler vardı ama bu çağdaki kadar modern insanın huzursuzluğu ve kaygılı hâli gibi bir hâl modern insanın asabiyeti gibi bir asabiyet pre-modern dünyada hiçbir yerde muhtemelen yok. Bu çok özel, modern dünyaya özgü bir hâl. Biz çok daha asabiyiz. Bu asabiyetten kastım, hatta istiyorsanız İbn-i Halduncu anlamda bir asabiyet olarak düşünün, toplumu toplum yapan bir asabiyet, bir de psikolojik anlamda bir asabiyet. Her ikisi bağlamında da bir asabiyet gerçekten. Kaygı. Sürekli kaygı halinde yaşama halimiz. İkna olamama halimiz.

TOPLUMSAL ASABİYET VE KABULLENMİŞLİK MİMARÎYE DE YANSIYOR

Bu asabiyet mimariye de yansıyor mu?

Elbette. Her şeye yansıyor. Mimarlık da aynen böyle. Bir türlü ikna olamazsınız. Ve binlerce teorik konstrüksiyon yaparsınız mimarlıkta doğruyla yanlışı üretmek için. Bir küçücük grup ikna olur. Dışında kalan insanlar olmaz. Başka bir grup başka bir konstrüksiyon yapar, ötekileri ikna edemez. Bitmeyen bir kaygı halinden başka bir şey değil belki modernlik. Böyle bir bitimsiz, rahatsızlık, huzursuzluk hâlinde yaşamak diye nitelendirebilirim. Sürekli huzur aramak ama hepimizi huzurda buluşturacak bir çözüm de üretememek. Modernlik bunu üretme iktidarında değil. Dünyanın hiçbir yerinde de üretmiyor. Şu oluyor sadece, sonunda buna katlanıyorsunuz. Olmayacağını bilir hâle geliyorsunuz.

Bir kabullenmişlik söz konusu…
Evet, bir anlamda kabulleniyoruz. Bence bütün dünyada yaptığımız bu. “Modernlik böyleymiş” demeye başladığımız zaman, evet o zaman gerçekten dünyanın her yerinde tansiyon düşüyor. Bunun denebildiği yerde tansiyon düşüyor. Denemediği zaman huzursuzluğunuzu, keyifsizliğinizi, mutsuzluğunuzu, endişenizi -ki bu etik ahlâkî endişeleri de- içeriyor hiç kuşkusuz. Hepsini yeniden yeniden üretiyoruz.

Tüm bu asabiyet ve kabullenmişlik psikolojisiyle, inançtan sıyrılarak inşa edilen post-modern dönem mimarisini nasıl görüyorsunuz?
Çok önemsediğim şeyler de yapılıyor, asla katlanamayacağım şeyler de yapılıyor. Ama bu mimarlığa özgü bir durum değil. Bütün alanlarda yapılıyor dersem abartmış olmam. Her alanda karşımıza çıkıyor bu. Hangi görüşte olursak olalım. Kendimize küçük bir iç tutarlılığı olan minik adalar üretmek zorunda kalıyoruz. O adanın dışında, bir kaosun dışında yaşadığımızı kabul etmek zorunda kalıyoruz. Bunu daha önce yazmıştım. Bir kaos denizinin içinde küçük iç tutarlıklı huzur adaları üretme imkânına sahibiz. Adanın dışına çıktığınızda yeniden kaosa girersiniz. Ama başka adalarla paylaştığınız, sizinle aynı huzursuzluk denizi içinde yüzen, başkalarıyla paylaştığınız bir dünyada yaşıyorsunuz, yaşıyoruz. Mimarlık da aynen böyle. Küçük bir adanın içinde kendi istediğim gibi bir mimarî bulabilirim. Ama bu küçücük bir kaos denizinin orasında minicik bir adadır o ancak. Bu hepimiz için. Bundan çok farklı bir şey olabileceğini sanmıyorum. Aksine artık galiba özlemeyi bile bence unutmamız lazım.

Kimdir:
Prof. Dr. Uğur Tanyeli 1952 yılında Ankara’da doğdu. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde mimarlık eğitimi aldı. Doktorasını İstanbul Teknik Üniversitesi’nde tamamladı ve her iki üniversitede araştırma görevlisi olarak görev aldı. 1992 ile 1998 yılları arasında da Anadolu Üniversitesi’nde çalıştı. 1998 yılında profesör unvanını alan Prof. Dr. Tanyeli, 1998’den 2011 yılına kadar Yıldız Teknik Üniversitesi’nde görev yaptı. 2011-2012 akademik yılından itibaren Mardin Artuklu Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde dekanlık görevini sürdürüyor.