- Prof. Dr. Tahsin Güngör

Adsense kodları


Prof. Dr. Tahsin Güngör

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sat 18 August 2012, 02:36 pm GMT +0200
Prof. Dr. Tahsin Güngör: Müslümanca bir hayat medeniyeti zaruri hale getiriyor
İbrahim BARAN • 90. Sayı / SÖYLEŞİ


İnsanlık tarihinin 600 yılına damgasını vurmuş ve kendinden önceki medeniyetlerden istifade ederek yeni bir medeniyet inşa etmiş Osmanlı’nın başkenti İstanbul. Yalnızca Osmanlı’ya da başkentlik etmemiş öncesinde başka medeniyetlere de beşik olmuş bir medeniyet başkenti. Bugün İstanbul bir medeniyet başkenti olmaktan öte, adeta bir beton yığınını andırıyor. Binalar, olaylar, kalabalık, gürültü bu şehirde “ne kadar şehirliyiz?” sorusunu akıllara getiriyor. Her yerde devasa binalar var, her yer insan doldu. Peki, bir zamanların İslam şehri İstanbul’u bugün nasıl tanımlayacağız? Şehirli olmak, medeni olmak tam olarak ne anlama geliyor? Bugünün büyük binaları medeniyet dediğimiz olguyla ne kadar örtüşüyor? Bu soruların cevaplarını 29 Mayıs Üniversitesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Tahsin Görgün’le aradık…

Medeniyet çok sık kullanılan bir kavram oldu bugünlerde. Nedir medeniyet?

Medeniyet, insanın yaşarken ortaya çıkardığı her şey. Genel bir tanım verecek olursak bunu söyleyebiliriz. Önceden bugün medeniyet dediğimizde kastettiğimiz şeyi “umran” karşılıyordu. Umran tabiri tabi önemli. İbn-i Haldun bu tabiri kullanıyor. Umranın kökeni ömür ile aynı; yani hayat demek. İnsan yaşadığı vakit bir şeyler ortaya çıkıyor. O ortaya çıkan şeye de umran deniyor. Umranın doğrudan doğruya şehirle de bir alâkası da yok aslında. Fakat insanlar yaşarken zaman içerisinde yerleşik hayata geçiyorlar. Yani bir yere yerleşmek zorunda kalıyorlar. Yerleştikten sonra yavaş yavaş şehirler ortaya çıkıyor ve şehir umranı dediğimiz şey oluşuyor. Umran şehir olmadan da olur. Batı’daki Civilisation/Sivilizasyon kavramından bizdeki umran kavramının esaslı farkı burada. Sivilizasyon “civitas” ile alâkalı. Civitas da şehir anlamına geliyor. Yine şehir anlamına gelen “polis” değil ama. Grekçedeki polis, doğrudan doğruya insanların birlikte yaşamasını, belirli bir düzen içerisinde birlikte yaşamasını ifade ediyor.

Bizdeki kent ve şehir farklılaşmasını bu çerçevede değerlendirebilir miyiz?
Kent son zamanlarda uydurulmuş bir tabir. Uydurma olunca da doğrusu köksüz oluyor, ruhsuz oluyor. Başka bir yerde var olan veya olduğunu düşündüğünüz fakat sizde olmayan veya olmadığını düşündüğünüz bir kavramı karşılamak için bir kelime uyduruyorsunuz. Sonra da uydurduğunuz kelimenin anlamını keşfetmek için ne için uydurduğunuza bakmak zorunda kalıyorsunuz. Bu da ciddi bir sorun ortaya çıkarıyor. Şehir ve kent kavramları da örtüşmüyor, şehrin ihtiva ettiği anlamı kent ihtiva etmiyor. Özellikle şehir kelimesinde bulunan ve meşhurluk ve şöhret ile ilgili anlam alanını dikkate aldığınız zaman, kent kelimesi batı dillerindeki “bourg” veya “burg” ile irtibatlı bir şekilde kullanılıyor ki, birinin diğeri ile pek alakası yoktur. Burjuva’yı “kentsoylu” diye karşılamak gibi.

Umran ile medeniyet arasında da böyle bir problem var mı peki?
Umran önemli bir kavram. Umranın yanında başka bir tabir daha var: Nizam-ı âlem. Nizam-ı âlem de aslında medeniyeti ifade etmek için kullanılıyor. Aynı zamanda darü’l İslam tabiri de öyle. Ama bunların vurguları biraz daha farklı. Vurgu cihetleri değişiyor. Nizam-ı âlemde âlem önemli olan. Düzen içerisinde bir âlemi varsayıyor. Âlemin özelliği şu: Âlem aslında alamet ile alakalı. Âlem ve ilim aynı kökten geliyor. Bilinen şeylerin ve bilinerek içinde yaşanılan ve bu manada insanın bilgisine bağlı olarak oluşan her şeyi ifade ediyor. Öyle olduğu için aynı zamanda insanın içinde var olduğu dünyayı da ifade ediyor. İbn Haldun umranı kullanırken Bedevî umranı ile Hadarî umranı yani şehirli umranı (şehirli hayatıyla) ile bedevi hayatını (göçebe hayatı) birbirinden ayırıyor. Ama ikisi de umran. Yani ikisi de makbul. Şehirde yaşamak kendi başına bir fazilet değil yani. Bugün kullanıldığı manasıyla medeni olmak illa şehirde yaşamayı gerektirmiyor.

Oysa kelime kökeni nedeniyle medeni olmak için Medineli yani şehirli olmanın zorunlu olduğu geliyor akıllara…
Medine’nin ilginç bir özelliği var. Medine aslında bir tarafıyla dinin huzur içerisinde rahatça yaşanıldığı mekân demek. Ama aynı zamanda ‘deyn’ kökü ile bağlantılı olarak düşünürseniz, birlikte var olan ve birlikte var olduğunun farkında olan insanların bu şuuruna dayalı olarak oluşturdukları hayat düzenini ifade ediyor Medine. “Ben diğer insanlara medyunum, onlar da bana medyun.” Bunun farkında olan insanlar işbölümü yaparak birlikte var oluyorlar. Bu var oluş formuna da Medine deniyor.

MEDENİYETİN ŞEHRE DOĞRUDAN BAĞLILIĞI YOK

Yani Medine’de de salt bir şehir anlamı yok?

Salt anlamıyla şehir değil tabiî. Yesrib, Medinetü’n-Nebi adını alırken Nebi ile birlikte dinin yaşanıldığı mekân anlamını taşıyordu. Tabiî bu mekân sadece fiziki dünya değil manevi ortam da demek. Müslümanın ömrünün Nebi ile irtibat içerisinde bir düzen kazanması ve bu düzenin muhafaza edilerek geliştirilmesini ifade ediyor. Bu da çok sayıda insanın işbölümü yaparak birlikte yaşamasını intaç ediyor ki, bu yerleşik hayatta gerçekleşince zorunlu olarak şehir şeklinde, şehir hayatı şeklinde tahakkuk ediyor.

Peki, umranın alternatifi ne?
İlginç olan nokta da o zaten. Umranın alternatifi vahşet. Vahşetin mânâsı şudur: Vahşiler içinde yaşadıkları vasata, ortama herhangi bir değer katmadan orada ne varsa onu tüketirler. Onu sömürürler yani. Bu şekilde yaşayan insanlara vahşi, hayat tarzına da vahşilik denir. Vahşilik geçmişte kalmış, insanların tarihlerinin bir döneminde yaşadıkları bir hâl değil; insanların çevreleri ile bir irtibat şeklini ifade ediyor. Bir dönemde umranı gerçekleştirenn insanlar, başka bir dönemde vahşete düşebilir, vahşileşebilirler. Aynı şekilde bir bölgeyi mamur eden bir insan grubu, başka bir yeri harap edebilirler ve aynı zamanda hem umranı hem de vahşeti tahakkuk ettirebilirler. Bunun ilginç bir misalini İstanbul’da görebiliriz. İstanbul’un haline bakarsanız, İstanbul’a son kırk elli yıl içinde gelen insanların İstanbul’a bir değer katmadan İstanbul’un imkânlarını tükettikleri için yaşanılanın aslında bir tür vahşet olduğu söylenebilir. Bu vahşet hâli inanılmaz bir şekilde devam ediyor. Onun için buna medeniyet diyemiyoruz, umran diyemiyoruz. Vahşet illa garip garip kılıklı, garip garip varlıkların garip hareketleri anlamına gelmiyor. Mesela Batı sömürgeciliğinin Afrika’yı maruz bıraktığı hâle vahşet dersiniz, diyebilirsiniz. Batı Avrupalıların Amerika’ya, Güney Amerika’ya gidip oradaki yerli medeniyetleri tamamen yok ederek, oraları mahvetmeleri vahşet örneği. Günümüzde Irak ve Afganistan’da yaşananlar daha farklı değil. Orada vahşet belirli bir süre devam ettikten sonra insanlar belirli bir düzen oluşturuyorlar ve yeni bir medeniyet yeni bir umran ortaya çıkıyor. Vahşetle umran sürekli birbirlerinin yerlerini alarak devam ediyor. Bir yerde bir defa umran oldu, hiç vahşet olmayacak anlamına gelmiyor. Bir yerde vahşet varsa, orada hiç umran olmayacak anlamına da gelmiyor. Bunlar sürekli değişebilir. Dolayısıyla umranın ya da medeniyetin doğrudan doğruya şehre bir bağlılığı yok. İnsanlık tarihinde büyük eserler büyük oranda şehirlerde inşa ve icra edilmiş. İşte bu nedenle medeniyetin yalnızca şehirde varolduğunu düşünüyoruz.

Medeni olmak için şehirde yaşamak zaruri değil. İşin bir de yaşayışa, inanca değen bir tarafı var. Bugünün medeni olarak nitelendirilen toplumları yeri geldiğinde vahşette sınır tanımıyorlar. Bizimse sahip olduğumuz İslam gibi bir inanç sistemi var. İslam hep iyiliği, güzelliği emrediyor. Medeniyet eşittir İslam diyebilir miyiz?
Medeniyeti umran olarak düşünürsek, umranı da insanın hayatiyetini sürdürmesi, canlılığını sürdürmesi diye kavrayacak olursak, işaret etmemiz gereken husus şu: İnsan aslında âlemin ve varlığın zübdesidir, özüdür. Âlemin özü olduğu için, insanın varlığını sürdürmesi varlığı muhafaza etmenin özünü ve esasını oluşturuyor. İslamiyet esas itibariyle insanları kendi iradeleriyle mutlak hayra sevk eder. Mutlak hayrın varlık olduğu dikkate alınırsa, o zaman varlığı korumak insanı korumak demektir. Bunu dikkate aldığımızda bir Müslüman Müslüman olmakla birlikte insanın hayatını, insanın hayatiyetini korumayı da bir vazife olarak üstlenmiş olur. Öyle olunca da umranı sağlamak, gerçekleştirmek Müslüman’ın vazifesi haline geliyor. Yani “Ben Müslüman’ım ve hayrı istemiyorum” diyemezsiniz. Müslümansanız hayrı istemekle mükellefsiniz. Ve hayrı istemekle birlikte o zaman insanî varlığı muhafaza edersiniz. İnsanın esas insanî özelliği manevi tarafı. Ve bu manevi tarafın da şöyle bir özelliği var: Maneviyat, insan tek başına iken gerçekleşmiyor. Manevi tarafın açığa çıkması için insanların birlikte var olması lazım. Mesela hayırseverlik, iyilikseverlik, doğruluk bunun yanında fedakârlık gibi daha türlü türlü şeyler var. Varlığı korumak sadece irade ile olmuyor; bunun bilgiyle, ilim ve marifetle de doğrudan alakası var. Bunların hepsinin gerçekleşebilmesi için aslında başka insanlarla birlikte var olması lazım. Mesela insanın, cansız varlıklar, genel olarak canlılar ve bitkiler söz konusu olduğunda, onlarla ilgili alelıtlak iyi veya kötü diye nitelenebilecek bir düşüncesi olamaz. İyi ve kötü, iyilik ve kötülük ancak insanların hemcinsleriyle birlikte var olduğu zaman açığa çıkar. Öyle olduğu için de hayrın ortaya çıkabilmesi için insanların diğer insanlarla birlikte var olması ve bu imtihanı başarması lazım. İnsanın o manevi tarafının gerçekleşebilmesi için diğer insanlarla birlikte var olmayı başarabilmesi gerekiyor. Öyle olunca da Müslümanlık tek başına yaşanan bir din olmuyor. Onun için de şehirde hayrı tahakkuk ettirmek, tek başına dağda yaşamak ve orada hayrı tahakkuk ettirmekten çok daha zor ve daha üst bir hayat formu. Bunu dikkate aldığımız zaman bir defa, Müslümanlık o zaman kendisiyle birlikte bir taraftan insan hayatını, hayatiyetini muhafaza etmeyi Müslüman’a vazife olarak yüklüyor ve bu aynı zamanda birlikte yaşanan, birlikte var olan insanların sayısını da arttırmayı beraberinde getiriyor. Müslümanlık kendisiyle birlikte şehirleşmeyi, şehirlerde yaşamayı, iş bölümünü ve insanlar arasındaki dayanışmayı da teşvik eden dolayısıyla da bu manada da medenileşmeyi, yani şehirde yaşamayı, şehirli olma manasıyla da şehirleşmeyi de teşvik ediyor. Yani Müslümanca bir hayat medenileşmeyi veya umranı zaruri hâle getiriyor.

İSLAM ŞEHRİ TOKİ’NİN KURDUĞU ŞEHİR DEĞİLDİR

İslam tarihinde birçok İslam şehri kurulmuş. O şehirlerle bugünkü şehirleri kıyaslayıp düşündüğümüzde İslam şehri nasıl olmalıdır?

İstanbul bu bakımdan üzerinde konuşulması gereken bir şehir. Menfi taraftan başlayacak olursak İslam şehri kesinlikle TOKİ’nin kurduğu bir şehir değildir. Bunun altını gerçekten çizmek lazım. TOKİ’nin yaptığı, oluşturduğu mekânların kesinlikle İslam şehriyle uzaktan yakından alâkası yok. İslam şehri dediğimizde insanların birlikte var oldukları şehirlerden bahsediyoruz. Bu durum mahalle kavramını ortaya çıkarıyor. İnsanlar birbirlerinin velisi olduklarını hissederek karşılıklı velayet ilişkisi içerisinde varlıklarını sürdürebiliyorlar. Bu var oluş formuna uygun mimari yapıların oluşturulması gerekir. TOKİ’nin yaptığı şehirlerin alternatifsiz olmadığını, gayrimüslimlerin de TOKİ’nin yaptığı şehirleri benimsemediklerini, benimseyemeyeceklerini kolayca fark edebilirsiniz. İlginç bir misal olarak bir büyük şehre, batılılar tarafından inşa edilmiş bir büyük şehre –sadece imkân alanının genişliğine bir örnek olarak- Londra’ya bakabilirsiniz. Londra öyle küçük bir şehir de değil. Çok büyük bir şehir olmasına rağmen çok katlı evler daha çok istisnai bir durumdur ve sadece fakir fukaranın, sokakta kalma riskine maruz bulunan insanların yaşaması için, yani zaruri ikamet ihtiyacını karşılamak için inşa edilmiştir. Normal bir insan, çok katlı evlerde değil, mümkün mertebe bahçeli ve triplex evlerde yaşarlar. Üç katlı evlerin bulunduğu mekânlarda da zaten insanlar birbirlerini tanırlar, dolayısıyla mahalle kavramı oluşur. Bu örneği verişimizin sebebi şu: Şehir büyük, arazi az, bundan dolayı çok katlı uydukentler oluşturuyoruz iddiasının, hakiki olmadığı; sadece bakışta ve niyetteki bir zaafın üzerini örtmek için kullanıldığını ifade etmek içindir. Burada önemli olan noktalardan birisi de şu: Bizde doğrudan doğruya planlamanın ve modern rasyonalitenin çok etkin olmadığı alanlara baktığımızda o alanlarda şehirlerimizin bazı özelliklerini muhafaza ettiğini görebilirsiniz. Mesela İslam şehrinde insanlar gibi meslek sahipleri de birlikte var olurlar. Öyle olduğu için kuyumcuların çarşısı var, terzilerin çarşısı var, baharatçıların, tamircilerin vs. çarşısı var. Batı’da böyle şey yok. Orada tekel önemli. Eğer birisi varsa o mümkün mertebe diğerlerinin hepsini satın alarak kendisini katıp tek başına hükümran olmayı tercih eder. Türkiye’de şehrin modern, kapitalist, enstrümantel aklın etkin olduğu kısmına baktığımızda tekelci büyük mağazaların, alışveriş merkezlerinin etkin olduğu ve mümkün mertebe bir şirketin veya birbirleri ile anlaşmış sınırlı sayıda şirketin bütün alanı kontrol ettiği bir hâle doğru yöneliş var.

İslam şehirleri üzerinden konuşacak olursak dinin şehir inşa etmedeki rolü nedir?
İnsanların birlikte yaşamasının normatif esası dindir. Böyle olduğu için de şehirde, -insanların ömür dediği şeyin, umran dediğimiz şeyin esasında din olduğu gibi,- insanların birbirleriyle ilişkilerindeki iş bölümündeki ilkeler de dinden gelir. Ahlakî esaslar, hukukî esaslar, mimari esaslar hepsi dinden gelir. Ve din esas itibariyle bir hayat suyu gibi, hem fertlerin hem grupların, hem insanların içinde yaşadıkları kurumların hayatına mana ve form verir. Buna bağlı olarak klasik İslam şehri hem ruhunu hem formunu, hem manasını hem şeklini dinden alır. Öyle olduğu için bakarsınız klasik İslam şehirlerinde bir taraftan cami ama aynı zamanda medrese ama aynı zamanda ticaret ve zanaat erbabının faaliyeti belirli bir düzen içerisinde birbiri aleyhine olmaksızın var olurlar. Ve her birisi diğerini teyit eder. Ve netice itibariyle cami bütün insanları toplar. İslam şehri için şunu söyleyebiliriz: 100 katlı binaların, 60 katlı-50 katlı binaların bulunduğu, insanların birbirini tanıma konusunda sorunlar yaşadığı diğer taraftan altyapı imkânlarının bulunmadığı bir şehir, İslam şehri değildir. İslam şehri, “Medinetü’n-Nebi” ile yapısal olarak akrabadır. İstanbul’da bugün yaşadığımız sorunları dikkate alırsak, kelimenin manasıyla vahşetin ön plana çıktığı görürüz. Bu da “İstanbul gerçekten bir İslam şehri mi?” sorusunu akıllara getirir.

ÇAMLICA TEPELERİNİ KORUMAK ZORUNDAYIZ

İslam şehirlerinin merkezinde cami var. Cami şehrin merkezinde bulunuyor. Çamlıca’ya cami yapılması meselesi gündemde. Çamlıca’ya büyük bir cami kondurmak, İstanbul’u İslam şehri olarak vasıflandırırsak buna katkıda mı bulunur, zarar mı verir?
Meseleyi bir cami yapılıp yapılmaması meselesi olarak düşünürsek yanlış anlaşılmaya müsait bir noktadan başlarız konuya. Şu şekilde konuşmak lazım belki de: İslam şehrinde insanlar gezer, dolaşır mı? Yani tenezzüh edip, duruma göre eğlencesini yapar mı? Bir tarafı bu. Diğer taraftan cami yapımı söz konusu olduğunda camiler nedir? Ne için yapılır? İslam şehrinin güzel bir örneği olarak sur içini gösterebiliriz. Sur içinde lüzumsuz, gereksiz, boş ve birbiriyle uyumsuz hiçbir şey göremezsiniz.

Aksine müthiş bir estetik var.
Evet. Bu bölgede gözü de hayatı da rahatsız eden ne varsa sonradan yapılmıştır. Camiler bir anlamda bir şehrin kimliğini görünür hâle getirir. Ona kimlik kazandırır. Burada “Acaba Çamlıca Tepeleri herhangi bir şekilde üzerinde bir bina olmadan o varlıklarıyla İstanbul’a kimlik veriyorlar mı?” sorusu önem kazanıyor. Çamlıca olmadan İstanbul’u düşünemeyiz. Çamlıca, üzerinde herhangi bir bina olmadan şehre kimlik veriyor. Oraya bir cami yaparsak belki bir cami kazanmış olacağız ama Çamlıca Tepeleri’nden birisini yok edeceğiz. Mesele cami yapılıp yapılmama meselesi değil, yanlış anlaşılmasın. Hiçbir Müslüman bir toprağa cami yapılmasından rahatsız olmaz. Ama aynı Müslüman tabiatı o özelliğiyle muhafaza etmeyi ister, istemeli. Çamlıca Tepeleri’nin şu anda göründüğü o çirkin görüntüden de temizlenip hakikaten de daha da güzelleştirilerek muhafaza edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Şunu da söyleyeyim: Çamlıca Tepeleri’ne Cami yapmak yerine, son on beş-yirmi yıl içinde bu tepelerin yüzlerinde ortaya çıkan binaların nasıl yapıldığını araştırmak lazım. Bana kalsa uzun vadeli bir planlama yoluyla o tepelerin yüzlerindeki yeni yapıları tamamen kaldırır, oraların ağaçlandırılmasını sağlardım. Çamlıca Tepeleri’nin tabiî hallerini muhafaza edip, o halleri ile mamur etmek ve iskân alanı dışında tutmak, İstanbul’un İsl?m şehri kimliğine daha uygun gözüküyor.

Sorun biraz da bizim iç dünyamıza ilişkin sanki…
Kesinlikle öyle. İç dünyamızda ne gibi ahlakî sorunlar yaşadığımızı Çamlıca Tepeleri’nde net bir şekilde görebiliriz. Osmanlı döneminin camileri hakikaten çok güzel. Eşi benzeri yok. Yapılamaz da... Bütün taklitler zaten çok kötü. O noktada bir şüphe yok. Ama artık Cumhuriyet’in genel olarak kendi mimarisini ve özellikle de cami mimarisini geliştirmesi lazım. Mimarlarımızın yalnızca teknik olarak düşünmeden, estetik olarak, fikrî olarak orijinal eserler ortaya koymaları gerekiyor. Çok güzel, çok farklı camiler, binalar çok çeşitli yerlere yapılabilir ama buralar kesinlikle Çamlıca Tepeleri olmamalı. Kentsel dönüşüm diye bir tabir söz konusu. Kentsel dönüşüm sürecinde hakiki bir dönüşüm adına yapılması gereken şeylerden birisi de şu: Uzun vadeli projeler oluşturup uzun vadeli projeler çerçevesinde komşuluk ilişkilerinin mümkün olduğu, sokaklarının belli olduğu, bahçeli evlerden müteşekkil mahallelerin ihya edildiği bir sürecin düşünülüp planlanması lazım. Planlandıktan sonra mesela 50 yıllık 100 yıllık belki 150 yıllık dönemler halinde bütün bir İstanbul’un yeniden medeni ve manevi dünyamızın öngördüğü şekliyle dönüştürülmesi lazım. Kentsel dönüşüm adı altında vahşi kapitalizmin taleplerine uygun bir şekilde yeni rant alanları oluşturmak vahşetin devam etmesi anlamına gelir.

Kimdir:
1961 yılında Sivas’ta doğdu. Sivas İmam-Hatip Lisesini bitirdikten sonra 1984’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamladı 1985 yılında Türkiye Diyanet Vakfı’nın burslu öğrencisi olarak Almanya’ya gitti. Fıkıh Usulü ve Felsefe doktorası yaptı. 1995 yılında Türkiye’ye dönerek İSAM’da araştırmacı olarak çalışmaya başladı. 2004 yılında doçent oldu. 2005-2007 yıllarında Frankfurt Johann Wolfgang Goethe Üniversitesi’nde yeni açılan İslam Dini Kürsüsünde ve Viyana Üniversitesi Felsefe ve Kültürbilimleri Fakültesi’nde (Fakultaet für Philosophie und Kulturwissenschaften) 2006-2007 yıllarında Misafir Profesör olarak ders verdi. Halen İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Felsefe Bölüm başkanı olarak görev yapıyor.