- Prof. Dr. Suna Başak

Adsense kodları


Prof. Dr. Suna Başak

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 1 August 2012, 12:07 pm GMT +0200
Prof. Dr. Suna Başak: Küreselleşme yakınların uzak, uzakların yakın olmasıdır.
İbrahim BARAN • 83. Sayı / SÖYLEŞİ


Çok değil, bundan 40 yıl evvel ülkemizin ya da dünyanın herhangi bir yerinde gelişen önemli olayları uzun süre sonra öğrenebiliyorduk. Çünkü o zamanlarda ne televizyon vardı, ne telefon, ne de bilgisayar. Bugünse dünyanın diğer ucunda gerçekleşen küçük bir olayı bile anında duyuyor, hatta izliyoruz. Artık bir şeyleri öğrenmek için televizyon haberlerine de gerek kalmadı. Çünkü her haber anında “cebimize” düşüyor. Teknolojinin bu kadar ilerlemesi dünyayı adeta bir köy haline getirdi. İletişim teknolojilerinin gelişmesi hayatımızı kolaylaştırıyor belki, ama bize fark ettirmeden birçok şeyi de alıp götürüyor. Küreselleşme olarak adlandırılan bu süreç, hayatımızda yeni ihtiyaçlar ve birtakım zorunluluklar ortaya çıkarıyor. Küreselleşme olağan bir süreç mi, yoksa bir zorunluluk mu? Bu sorunun cevabını Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Suna Başak’la değerlendirdik.

Küreselleşme kavramı bir durum mudur, yoksa bir süreç mi?
Küreselleşme hem bir durum hem de bir süreç olarak değerlendirilebilir. Durum olarak değerlendirdiğimizde küreselleşmenin belli bir zaman kesitindeki yapısal unsurlarına odaklanırsınız. Bu yapı içerisinde yer alan grupların, parçaların, unsurların neler ya da kimler olduğu ve hiyerarşik dizilişin nasıl olduğu yapı çalışmalarının temelinde yer alır. Mesela 20. yüzyılın sonlarından başlayarak küreselleşmede çok uluslu şirketlerin etkisini tespit, bugüne ilişkin bir durum tespitidir. Ancak bu hep böyle mi olacak sorusunun cevabını sürece ilişkin çalışmalardan çıkarabiliriz. 21. yüzyılda hem ulus devletlerin içerisindeki sivil toplum örgütlerinin hem de küresel meselelerin çözülmesinde uluslararası sivil toplum örgütlerinin etkisi küreselleşmede baskınlık kazandı. Süreç olarak değerlendirdiğimizde küreselleşmeyi değişim içerisinde ele alabiliriz. Bir başka ifade ile durum yapısal/statik analiz; süreç ise dinamik analiz imkânı sağlar. Yani süreç analizi değişimi anlamımıza yardımcı olur.

Küreselleşmeyi nasıl tanımlıyorsunuz?
Bazı sosyal bilimciler teknolojinin verdiği birtakım imkânlarla zamanın ve mekânın sıkışması ve bunun neticesi olarak yaşanılanların tüm dünyaya yayılmasını ifade ediyorlar. Kimileri de insanlığın belki de ilk defa tek ve aynı tarihi yaşadıklarını, aynı zamanda dünyanın küçüldüğünü, “bütün bir dünya” algısının geliştiğini ve güçlendiğini söylüyorlar. Bu tanımlar kesinlikle çok önemli, ancak bana kalırsa küreselleşmenin çok basit bir tanımı var. Küreselleşmeyi uzakların yakın, yakınların uzak olması şeklinde tanımlayabiliriz. Bizler giderek artan bir biçimde hem bireysel hem de uluslar olarak birbirimizle bağlantılı tek bir dünya içerisinde yaşadığımızı ve birbirimize ihtiyacımız olduğunu anladık.

Yakınların uzak, uzakların yakın olmasından neyi kastediyorsunuz?
Bilgi teknolojileri ve medyanın gelişimi malumunuz. Bu gelişmenin bir neticesi olarak mesela en yakınımızda bulunan çocuğumuz elinde cep telefonu, evin bir başka köşesinde insanlarla yazışıyor. Aynı mekânı paylaşıyoruz ama maalesef birbirimizle iletişim kuramıyoruz. Aynı şekilde yine bilgi teknolojileri nedeniyle çok uzaklarda bulunan kişilerle de adeta aynı mekânı paylaşırcasına iletişim kurabiliyoruz.

Bu durumun sonuçları açısından bakıldığında yakınların uzak, uzakların yakın olması olumlu bir süreç midir o halde?
Bunu direkt olarak olumlu ya da olumsuz bir süreçmiş gibi değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü az önce de söylediğim gibi uzakta bulunan kişilerle çok yakınımızdaymış gibi diyalog kursak da, adeta dibimizde bulunan, aynı çatının altında buluştuğumuz insanlarla yine aynı teknolojik gelişmeler nedeniyle iletişim kuramıyoruz. Uzaktakilerin, ötekilerin bizim gibi duyguları, ihtiyaçları olduğunu öğreniyoruz ama bu arada yakınlarımızdan haberdar olamayabiliyoruz.

KÜRESELLEŞME TOPLUMSAL SORUMLULUK BİLİNCİNİ GELİŞTİRDİ

Küreselleşmenin insanlık tarihine olumlu bir katkısı olmuş mudur?

Bu süreç insanlara dünyanın büyük bir ev olduğunu gösterdi. İnsanlar bu sürecin neticesinde küresel bir toplumun üyeleri olduklarını anladılar. Bu bağlamda düşünecek olursak toplumsal sorumluluğun artık ülke sınırlarında durmadığını bu sınırların ötesine geçtiğini söyleyebiliriz. Geçtiğimiz aylarda Van’da ve Somali’de yaşananlar dünyanın küresel bir köy olmasının avantajlarını gösterdi bize. Eskiden küçük bir köyde bir problem ortaya çıktığı zaman en az 10 dakika içerisinde haberdar olabiliyorlardı insanlar. Ama şimdi bırakalım küçük bir köyü, dünyanın diğer ucunda bir problem yaşandığında anında haberdar olabiliyoruz. Mesela hatırlarsınız ABD’nin Irak’ı işgalini naklen izlemiştik televizyonlardan. Keza Kaddafi’nin, Saddam’ın yakalanmasını da. Küreselleşme devletlerin ya da toplumların adeta güç gösterisi yapmalarına da bu şekilde fırsat vermiş oluyor. Şimdi meseleyi felsefî anlamda da düşünecek olursak yaşadığımız her şey ses ve görüntü olarak evrene kaydediliyor. Dolayısıyla hiç kimse böyle bir zaman dilimi içerisinde “benim yaşananlardan haberim yoktu” diyemeyecek. Bilgi teknolojileri nedeniyle biz, Somali’de, Van’da ve hatta kutuplarda neler olup bittiğinden anında haberdar olabiliyoruz. Bu durumda hepimize bir şekilde sosyal sorumluluk yüklüyor. Sel baskınları, kasırgalar, katliamlar sivil toplum kuruluşları vasıtasıyla küresel yardımı harekete geçiriyor.

Sosyal sorumluluk anlamında ele alacak olursak küreselleşme sorumluluk bilinci yüklemesi açısından insanlığa oldukça önemli katkılar sağlıyor. Bununla birlikte yerelliği ortadan kaldırıyor. Küresel bir köy haline geliyoruz ancak dünyanın egemen toplumları küresel köyün bireyleri gibi davranmıyorlar.
Küreselleşmenin yerelliği ortadan kaldırdığı çok keskin bir söylem. Anlatılanlar ışığında şunu söyleyebiliriz: Küreselle yerel, evrenselle millî, bütünleşmeyle çözülme, benzeşmeyle ayrışma bir arada ve zaman zaman birbirinin içine sızarak yaşanıyor. Sosyolojik gelenekte ise bunlardan birini tercih yerine ikisini birden değerlendirme esas alınıyor. Küreselleşme sürecinin değerlendirilmesinde toplumsal sorumluluğa ek olarak açıklamamız gereken bir başka boyut da kimliklerin inşa edilmesi süreci. Küreselleşmeyle birlikte aynı zamanda dünyanın değişik bölgelerinde bulunan yerel ve kültürel kimlikler geleneksel ulus-devletin baskısından önemli ölçüde kurtuluyorlar. Çünkü küreselleşme farklı kültürlerle tanışma imkânı sağlıyor. Öte taraftan şöyle bir şey de var: Dünyada şu an hâkim medeniyet Batı medeniyeti. Batı medeniyetinin de Anglosakson-protestan gelenek üzerine inşa edildiğini biliyoruz. Batı medeniyetinin “hakikat nedir?” sorusuna verdiği cevap madde oldu. Bu da hâkim ekonomik sistemin kapitalizm olmasına, hâkim ideolojinin de liberalizm olmasına imkân sağladı. Batı medeniyeti bugünkü bilgi teknolojileri vasıtasıyla dünyaya ihraç ediliyor. Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezini burada hatırlamakta yarar var. Fukuyama tarihin sonuna gelindiğini, en son ve mükemmel döneme ulaşıldığını, iktisadi olarak en iyi sistemin kapitalizm, ideolojik olarak en iyi görüşün de liberalizm olduğunu söylüyordu. Ancak tarihin sonuna gelmediğimize ve yeni sistem arayışları içerisine girildiğine şahit oluyoruz.

KAPİTALİZM İLE KÜRESELLEŞME BİRBİRİNİ TETİKLEYEN İKİ UNSUR

Buradan kapitalizmin küreselleşmenin bir sonucu olduğu çıkarsamasına varabilir miyiz?

Bunun çok deterministik bir çıkarsama olduğunu söylemeliyim. Gelinen noktada birini diğerinin sonucu olarak görmek yerine her ikisini de birbirini tetikleyen iki unsur olarak değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum.

Peki, küreselleşme ve dolayısıyla kapitalizmin ortaya çıkardığı en büyük problem nedir?

En büyük problem Britanya ve özellikle Amerikan kültürünün evlerimize girmesi, kültürel ırkçılık yapılarak bunun tek mutlak ve değişmez bir durum gibi yansıtılması. Ayrıca kapitalizm ve aynı zamanda küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan diğer önemli sorun ekonomik güç hiyerarşisindeki küresel eşitsizlik olgusunun artması. Ekonomik güç hiyerarşisini incelediğimizde tepedeki ülkelerle alt sıralarda bulunan ülkeler arasında büyük uçurum olduğuna şahit oluruz. Ülkeleri yüksek gelirli, orta gelirli ve düşük gelirli ülkeler olarak sıralayacak olursak dünya nüfusunun %15’inin yüksek gelirli ülkelerde yaşadığını ve gelirlilerin %79’una sahip olduğunu, %45’inin orta gelirli olduğunu ve zenginliğin %18’ine sahip olduğunu, %40’ının da düşük gelirli ülkelerde yaşadığını ve zenginliğin sadece %3’ünü aldıklarını görürüz. Küreselleşmeyle birlikte küresel eşitsizliğin artıp artmadığı konusunda sosyal bilimciler arasında bir görüş ayrılığı var. Kimileri eşitsizliğin arttığını, kimileri de azalttığını söylüyor.

Bu sonuçlara nasıl varıyorlar?
Birleşmiş Milletler İnsanlık Kalkınma Raporu’na bakarak... Mesela 60’lı yıllarda dünyanın en zengin ülkelerinde yaşayan %20’lik kısmın gelirleri, en yoksul ülkelerde yaşayan %20’lik kısımdan 30 kat fazla olduğunu söylüyor bu raporlar. Aynı rapor, 90’lı yıllara gelindiğinde bu farkın 74 kata çıktığını sonraki yıllarda daha da arttığını gösteriyor. Daha ilginç bir istatistikse bugün İslam ülkeleri arasındaki gelir eşitsizliği farkının 220 kat olduğunu vurguluyor. Yine bazı sosyal bilimciler küreselleşmenin eşitsizliği artırmadığını, bilakis azalttığını ve genel hayat standartlarının tüm dünyada yavaş yavaş yükseldiğini, küreselleşmeyle birlikte okur-yazar oranının arttığını, bebek ölümlerinin azaldığını, dengeli ve yeterli beslenmenin sağlandığını ifade ediyorlar. Küreselleşmenin eşitsizliği artırdığını söyleyen sosyal bilimcilerin bu konulara da itirazları var. Onlar bu istatistiklerin zengin ve orta gelirli ülkelerden elde edildiğini, aşırı yoksul ülkelerin bu gibi durumlarda da oldukça kötü durumda olduklarının altını çiziyorlar.

Küresel eşitsizliğe sebep olan faktörler nelerdir?
Buna ilişkin bazı kuramlar var. Mesela pazar odaklı kurama göre devletin serbest piyasa üzerindeki etkisinin tamamen azaltılması gerekiyor. Bir de bağımlılık kuramları var. Bunlara göre de düşük gelirli ülkelerin fakir olmasının en önemli nedeni zengin ülkeler ve oralarda konuşlanmış olan çok uluslu şirketler. Ayrıca küreselleşmenin ülkeleri yoksullaşma girdabının içerisine hapsettiklerini, sömürgeciliğin II. Dünya Savaşı’ndan sonra büyük oranda sona ermiş olsa da sömürünün tam olarak ortadan kalkmadığını görüyoruz.

Sömürüden bahsettiniz. Peki, küreselleşme ve kapitalizmden kaynaklanan sömürünün önüne geçilebilir mi?
Küreselleşmeden kaynaklanan sömürünün önüne geçmek ancak yeni bir insan modeli inşa etmekle mümkün olabilir. Konuşmamızın başından beri küresel eşitsizlik kavramını kullanıyorum ama belki küresel adaletsizlik demek daha doğru. Çünkü eşitsizlik dediğimiz zaman sanki “mutlak mânâda eşitlik mümkündür” gibi bir yargı çıkarılabilir. Bütün insanları eşit kılmak mümkün değil. Hayat zengin ve yoksul muvazenesi üzerine kuruluyor. Ancak bu küresel eşitsizliğin en aza indirilemeyeceği anlamına da gelmiyor. Adaletin tesisi ve orta sınıflaşmanın sağlanması gerekiyor. Ekonomik güç hiyerarşisindeki eşitsizlerin kalıcı olması gerçeği, sosyal bilimcileri eşitlik kavramının farklı boyutları üzerine düşünmeye sevkediyor. Eşitlik kavramı fırsat eşitliği çoğulculuğun önemi ve yaşam biçimlerindeki farklılığın vurgulanmasıyla daha dinamik bir hale geldi.

SÖMÜRÜYÜ AZALTMAK İÇİN HERKESE GÖREV DÜŞÜYOR

Küreselleşmenin ortaya çıkardığı eşitsizliği ve sömürüyü en aza indirmek için kimlere görev düşüyor?

Sosyolojide yapı-eylem, birey-toplum gibi ikilemler var. Burada mikrodan makroya etkin rol alabilecek bütün aktörler sorumluluk sahibidir diyebilirim. Bireyler, devletler ve sivil toplum kuruluşları, çok uluslu şirketler, uluslararası sivil toplum örgütleri uluslararası devlet örgütleri… Küreselleşme neticesinde ortaya çıkan eşitsizliği ya da adaletsizliği asgari düzeye indirmede her birine ayrı ayrı görev düşüyor. Batılıların kelebek etkisini teorisini bilirsiniz. Dünyanın doğusunda bir kelebek kanat çırparsa, batısında fırtına etkisi oluşturur. Bizde de meşhur Hz. İbrahim (a.s) ateşe atıldığında ağzıyla su taşıyan bal arısı menkıbesi var. Bal arısı ağzında suyla ateşi söndürmek üzere ilerlerken, mahlûkat onu görür ve “bu kadar suyla nar-ı İbrahim söner mi?” diye sorar. Bu örneklerden hareket edecek olursak küresel sömürünün önüne geçmek için yapacağımız samimi küçücük katkılar çok büyük problemleri giderebilir. Tıpkı kelebek etkisinde yahut bal arısını ya da kuşun samimi bir şekilde ağzıyla taşıdığı suyun kıymeti gibi kıymetli olabilir ve çok büyük dönüşüme sebebiyet verebilir. Dolayısıyla burada hem bireylere, hem de sivil toplum örgütlerine önemli görevler düşüyor. Ulus-devletlere de çok önemli görevler düşüyor. Ancak ulus-devletlerin uluslararası şirketler karşısında elinin kolunun bağlandığını görüyoruz.

Bunlar dışında başka aktörler de var mı?
Bunlardan başka uluslararası alanda çalışan sivil toplum örgütlerinin de etkin bir role sahip olacağını düşünüyorum.

Batı medeniyeti çökünce dünyanın küreselleşmenin olumsuz etkilerinden kurtulacağını söyleyebilir miyiz?
Batı medeniyeti hiç yıkılmayacakmış gibi bir düşünce var. Ancak Sorokin’in penceresinden meseleye bakacak olursak hakikatin madde olduğu temel kabulü üzerine inşa edilmiş Batı medeniyeti ve bu düşüncesinden sağlıklı bir dönüş yapamazsa çözülür. Maddeci medeniyetten maneviyatçı yahut düşünsel medeniyete, oradan da idealistik medeniyete doğru bir değişme söz konusu. Batı medeniyeti maddeci medeniyetin en doruk noktasına ulaşmış durumda. Buradan maneviyatçı ya da düşünsel medeniyete sağlıklı bir dönüş yapmadığı takdirde çözülecek. Şimdilerde de bunun çatırtıları hissedilemeye başlandı. Sağlıklı bir dönüş yaptığı vakit olumsuz etkilerin de azalacağını söyleyebiliriz.

Bununla birlikte yükselen medeniyetler de var.
Evet, alternatif medeniyetler var. Bunlardan birisi de İslam medeniyeti. Sosyolojideki organizmacı model bağlamında meseleye bakacak olursak, ülkeler ve sistemlerin doğup büyüyüp yaşadığını ve öldüğünü görürüz. Sosyal tarih sürecinde nasıl ki kendi bakış açılarını belli bir dönem tüm dünyaya hâkim kılan; Roma, Britanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden ayrılıp işlevlerini yitirdikleri gibi bir gün Amerika ve Amerika’nın temsilcisi Batı medeniyeti de tarih sahnesinden ya ayrılacak ya da maneviyatçı yani düşünsel üst kültüre oradan da idealistik üst kültüre bir dönüş yapacaktır. Önemli olan evrensel medeniyete “insan” merkezli olumlu katkılar yapabilmektir.

Küreselleşme bir gereklilik midir, bir zorunluluk mudur?
Sosyolojik bakış açısıyla hiçbir toplumsal olguyu kendiliğinden oluşan bir şeymiş gibi değerlendirmemiz mümkün değil. Ancak küreselleşmeyle birlikte insanların aslında ihtiyaç duymadıkları şeyleri ihtiyaçmış gibi algıladığını ya da böyle algılatıldığını düşünüyorum. Bir düşünürün ifadesiyle bugün “susuzluğumuzdan daha büyük olan bardaklarımız ve sürahilerimiz yüzünden utanmalıyız.” Alman sosyolog Ulrich Beck dünyadaki tehlikelerden bahsederken bir yangın, sel, deprem gibi doğal tehlikelerden, bir de insan eliyle üretilmiş yapay tehlikelerden bahsediyor. Bu bağlamda bakacak olursak küreselleşme, modernleşme ve kapitalizmin adeta ortak bir şekilde ortaya çıkardığı gösterişçi tüketimden bahsedebiliriz. İnsanların ihtiyaçları olmayan şeyler adeta zorunlu ihtiyaçlarmış gibi algılatılıyor. İcat edilmiş ve insan eliyle üretilmiş yapay bir kıtlık içerisinde yaşıyoruz. İktisat biliminin “ihtiyaçlar sınırsız kaynaklar sınırlıdır” şeklindeki temel kabulü sorgulanmalı. Sınırsız olan ihtiyaçlar değil, insanların istek ve arzularıdır. Weber’in “kapitalizmin temeli Protestan ahlâkıdır” görüşüyle değerlendirecek olursak ilk Protestanlar para biriktiriyorlar ama bu biriktirdikleri paraları gösterişçi tüketim için kullanmıyorlardı. Çünkü gösterişçi tüketim Protestan ahlâkında haram sayılıyor. Aynı zamanda para üzerinden para kazanmıyorlar ve elde ettiklerini yatırıma yönlendiriyorlar. Bu da daha çok insana iş kapısının açılmasını sağlıyor. Daha sonraki kapitalistler para üzerinden para kazanıyorlar, bu da bir şekilde paranın sınırlı ellerde dolaşmasına neden oluyor. Bunun neticesi olarak da çok uluslu şirketler dünyayı talan ediyorlar. Tabakalaşma sosyolojisi açısından baktığımızda ekonomik eşitsizliğin kalıcı olduğunu söyleyebiliriz. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi eşitsizliği en aza indirmenin yolları aranabilir. Ayrıca ekonomik güç hiyerarşisinin tepesinde olanlara yani zenginlere düşen görev kendi zenginliklerinde yoksulların haklarının olduğunu unutmamaları, ekonomik güç hiyerarşisini alt kısmında yer alanlara, yoksullara düşen görev de sosyolojik terminolojide bağımlılık alt kültürü dediğimiz kültürü oluşturmadan aynı zamanda bulundukları durumdan çıkma gayreti içerisinde olmalarıdır.

Kimdir:
Prof. Dr. Suna Başak, Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden 1981 yılında mezun oldu. 1981-1986 yılları arasında eğitim kurumlarında psikolojik danışmanlık ve idarecilik görevlerinde bulundu. 1986’da Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini 1994’te aynı bölümde doktora eğitimini tamamladı. 1986’da Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde göreve başladı. 2005’te Doçent, 2010’da Profesör oldu. Tabakalaşma, üç tarzı siyaset ve toplumsal cinsiyet gibi alanlarda önemli çalışmalara imza atan Prof. Dr. Başak, halen Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde çalışıyor ve Maliye Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü görevini yürütüyor.