- Prof. Dr. Samir Salha

Adsense kodları


Prof. Dr. Samir Salha

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 11 July 2012, 03:46 pm GMT +0200
Prof. Dr. Samir Salha: Ortadoğu’da çözüm halk iradesiyle ortaya çıkacak…
İbrahim BARAN • 72. Sayı / SÖYLEŞİ


Ortadoğu coğrafyası tarihin en eski çağlarından bu yana hep kaos ve kargaşaya sahne oldu.   Farklı medeniyetlerin uzun mücadeleler sonucu elde ettiği bu topraklar deyim yerindeyse hiçbirine yar olmadı. Geçtiğimiz yüzyılda Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından sahipsiz kalan Ortadoğu’yu, bugün, kendilerine vaat edilmiş topraklar olarak gören İsrail, hegemonyası altına almaya çalışıyor. İsrail-Filistin mücadelesi daha doğrusu bölgede varolan İsrail işgali sürerken, bir başka ülke Lübnan’da yaşanan siyasi kriz ve yakın bir coğrafyada, Tunus’ta yaşanan isyan hareketi uluslararası kamuoyunun dikkatlerini yeniden bölge üzerine çekti. Bölgede gerilim devam ediyor. Gelecek günler Ortadoğu’nun kaderinin yeniden çizileceği günler olacak belki de. Ortadoğu’yu, Tunus isyanını ve Lübnan krizini gelişmeleri yakinen takip eden bir akademisyenle, Kocaeli Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Samir Salha ile değerlendirdik…

Ortadoğu her zaman olduğu gibi yine karışık. Ürdün’de ciddi bir kriz yaşanıyor, sonra hiç bitmeyen bir İsrail-Filistin savaşı var. Tunus’ta bir iç isyan söz konusu ve bu isyanın komşu ülkelere de sıçrayabileceği konuşuluyor. Ortadoğu’da neler oluyor?

Her şeyden önce Ortadoğu önemli bir bölge. Avantajları çok olduğu gibi dezavantajları da çok. Yer altı ve yer üstü zenginlikleri, dinsel, etnik ve sosyal anlamda kozmopolit bir yapıya sahip olması Ortadoğu’ya değer kazandırıyor. Ancak maalesef bu avantajlar hayra kullanılacağı yerde zarara kullanılıyor. Bölgede mevcut olan çok dinli, çok mezhepli farklı etnik yapılar bölge insanı için dezavantaj oluyor. Çünkü dış aktörler bu artıları kendi çıkarlarına uygun bir şekilde değerlendiriyorlar. Mesela coğrafi olarak Avrupa’nın da artıları ve eksileri mevcuttu. Bilim, buluş ve keşifler Avrupalılar için önemli meseleler. Ama aynı Avrupa iki büyük savaşa ev sahipliği de yaptı. Avrupa II. Dünya Savaşı’ndan sonra içerisinde bulunduğu olumsuz durumu kendi lehine çevirdi. Avrupa Birliği’ni kurdu. 3 ülkeyle başlayan bu teşkilat şu an 27 ülke ile yoluna devam ediyor ve giderek güçleniyor. Ortadoğu’da ise eksiler ön plana çıkıyor, artılar başkaları tarafından kullanılıyor. Ortadoğu insanının bu karmaşadan bir an önce kurtulması gerekiyor.

O zaman sorunu Ortadoğu toplumlarında mı aramak gerekiyor?
Ortadoğu meselesini tek bir temelde incelemek yerine çok katmanlı bir mesele olarak analiz etmek lazım. Ancak bölge toplumunun sorunların oluşmasındaki rolünü öncelemek gerekiyor. Çünkü Ortadoğu toplumları bu coğrafyada bulunan artıların sosyal, ekonomik ve stratejik anlamda ne kadar önemli olduğunu göremiyor. Bazıları da görüyor ama dış güçlerle mücadele edemediği için bu farklılıkları ve avantajları kendi lehine çeviremiyor. Burada dikkat çekilmesi gereken başka bir husus da güven bunalımı meselesi. Ortadoğu’da bir güven problemi var. Bu problem birey nezdinde, grup nezdinde, toplum ve devlet nezdinde yaşanıyor. Dünyanın büyük devletleri ise bu güven bunalımını kendi lehlerine kullanabiliyor. Her şeyden önce bu güven meselesinin çözülmesi lazım. Ortadoğu halkı vatandaş olarak kendi kimliğini yaşamıyor. Ortadoğu’da var olan kaos da bölge halkının geleceğe umutla, güvenle bakmasını engelliyor maalesef. Bu sorunun ortaya çıkmasındaki en temel nedense bireyin Ortadoğu’nun katı yönetimlerine teslim olması. Siyasi otorite halkın yerine karar veriyor ve bu kararlar doğrultusunda halkı yönlendiriyor. Bu nedenle Ortadoğu halkı hızlı bir şekilde aktif olmak zorunda. Kimliği ve geleceği nasıl şekillenecek? Bu doğrultuda düşünmek ve girişimlerde bulunmak zorunda. Ortadoğu nezdinde kolektif bir irade şart. Maalesef bu kolektif irade Ortadoğu’da mevcut değil.

İSYAN HAREKETİ TUNUS’TA DEĞİL MISIR’DA OLMALIYDI

Tunus’ta yaşanan isyan hareketini söyledikleriniz çerçevesinde değerlendirebilir miyiz?

Birçok nedenden dolayı Tunus’ta yaşanan bu gelişme sürpriz oldu. Bu hareketi ben mesela Mısır’da bekliyordum.

Bunu Mısır’ın toplumsal yapısına bakarak mı söylüyorsunuz?
Tabii. Sosyo-Ekonomik şartlar ve konjonktür, yönetsel bazı problemler ve bu problemlerin toplumsal yansımaları Mısır’da böyle bir sosyal patlamanın gerçekleşeceğinin sinyallerini veriyordu. Şayet bu sosyal patlamanın nerelerde olabileceğine ilişkin bir liste yapılırsa, Tunus bu listenin sonuna konabilecek bir ülke. Ama patlama Tunus’ta oldu. Bunun nedeni de Tunus’ta bulunan orta sınıfın diğer bölge ülkelerindekine nazaran yoğun olması. Bir ülkede orta sınıf ne kadar güçlenirse, yayılırsa denge o oranda artar. Tunus’ta orta sınıfın yoğun olarak bulunmasına rağmen böyle bir patlama yaşandı. Bunun nedeni de maalesef 300 bin diplomalı gencin işsiz olması. Tunus’un nüfusunun 5-6 milyon olduğunu düşünürsek bu az bir rakam değil.

Tunus’ta yaşanan kriz yalnızca ülkenin sosyal, ekonomik ve siyasal şartlarıyla ilgili, ona mahsus bir problem mi, yoksa krize neden olan etkenler tüm bölge ülkelerinde de görülüyor diyebilir miyiz?
Tunus’la ilgili bir değerlendirme yaparken dikkat etmemiz gereken bazı hususlar var. Nitekim ifade ettim, bu sosyal patlama Tunus’ta değil, başka bir ülkede gerçekleşmeliydi. Ama sosyal patlama Tunus’ta oldu. Bunun bazı özellikleri de var, olayların yaşandığı haftanın hemen ertesinde Arap yönetimleri iç politikalarını ve halkla olan münasebetlerini yeniden gözden geçirmeye, sosyal ve ekonomik yeni bir takım kararlar almaya başladı. Alınan yeni kararların ardından nasıl gelişmeler olacak, bunu bilemiyoruz. Önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ama bence devletler gözden geçirme politikalarını ortaya koyarken amaç halkı yatıştırmak, susturmak ve Tunus örneğinden uzaklaştırmak ise, sadece ve sadece bu amaçla yapılıyorsa yanlış bir politika izleniyor. Eğer Arap devletleri Tunus’ta yaşanan problemlerden ders almışlarsa bireyin önünü demokrasi ve özgürlükler bakımından açmaları gerekiyor. Yapılan reformlar bir göz boyaması olmamalı. Aksi takdirde yapılan reformlar hem ters tepecek hem de o ülkenin içerisindeki değişim taleplerinin hızlanmasına neden olacak. İşsizlikten bunalan bir sürü genç, yönetime yakın kesimlerin usulsüzlük, rüşvet, yolsuzlukla zengin olduklarını fark edince isyan etti. Son çıkan haberler de Devlet Başkanı’nın eşinin Merkez Bankası’ndan 1,5 ton altın alarak kaçtığı yönündeydi. Eğer bu haberler doğruysa ortada büyük bir skandal var demektir. Şöyle ilginç bir durum da söz konusu: Yeni gelen yönetimler de Anayasa’yı demokratikleştirerek halkın lehine kullanacakları yerde, yeni oluşturacakları Anayasa’yı kendi çıkarlarına uygun bir şekilde inşa ediyorlar. İşte Zeynel Abidin Bin Ali bunun en güzel örneği. Ne yaptı? Sürekli Anayasa’yı değiştirdi ve iktidarda kaldı. En son gitmeden “Ben 2014 yılına kadar iktidardayım. O tarihe kadar idare edin, sonrasında zaten Anayasa’yı değiştirmeyeceğim” dedi. Ne kadar basit bir mantıkla meseleleri tartışıyoruz değil mi? Üstelik bölge devletlerinin çoğunda da parlamento var, yani buralarda bir monarşiden söz edemeyiz. Ayrıca yönetimlerinde “ben gidersem dağılır” gibi bir düşünce var. Bazı yönetimler de -mesela Mısır- büyük güçlerin güdümünde yürütüyor iktidarını.

Mısır zaten bölgede ABD’nin bir temsilcisi gibi çalışıyor…
Zaten mesele de burada. Tunus da bunun en net örneklerinden bir tanesi. Zeynel Abidin Bin Ali gitmeden bir gün önce Beyaz Saray bir açıklama yaptı ve dedi ki; “Bin Ali bir açıklama yaptı, reform sözü verdi. Ona bir şans daha tanıyalım.” Ona sahip çıkan ilk ülke ABD oldu. Halk “hayır” dedi. Birkaç saat sonra iktidardan düşürüldü ve uzaklaştırıldı. Tunus tecrübesi şunu da ortaya çıkardı: Batı, ABD ya da başka bir büyük güç bölgeye ilişkin kötü bir politika geliştirirse başarısız olacak. Dolayısıyla bu sorun sadece Tunus’un sorunu değil, tüm bölge ülkelerinin sorunu. Yaşananlardan sadece Tunus değil bütün bölge ülkeleri ders almak zorunda.

LÜBNAN KRİZİNİ BİR ANLAMDA FRANSA ÇIKARDI

Lübnan’da da siyasi bir kriz yaşanıyor. Hizbullah’a bağlı 8 bakan istifa etti ve hükümet düştü. Bu istifalar Refik Hariri suikastının sorumlusu olarak Hizbullah’ın işaret edilmesine bağlanıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Lübnan hassas bir konu. Malumunuz küçük bir ülke. 4-5 milyon nüfusu var ama içerisinde çok fazla etnik ve dinsel grubu barındırıyor. Aslına bakarsanız 17 farklı azınlık grubu Lübnanlılar için bir şans. Ama maalesef Lübnanlılar bu artıyı doğru bir şekilde kullanamadılar. Aksine bunu olumsuz bir durum gibi gördüler. Bunda da dış aktörlerin rolü çok önemli. Lübnan meselesinde Fransa çoğu kez devreye girdi. Çünkü I. Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa manda rejimi bağlamında Lübnan’a girdi ve 1946 yılına kadar orayı yönetti. Fransa Lübnanlılara çok farklı bir sistem önerdi. Daha doğrusu empoze etti. Dine ve mezhebe dayalı bir yapılanma, bir rejim ve oluşum. Dine dayalı bir otorite çok riskli bir şey bence. Lübnan Devlet Başkanı Hıristiyan’dır ama her Hıristiyan olmaz Maruni olmak zorundadır. Başbakanı Müslüman’dır, ancak her Müslüman olmaz Sünni olmalıdır. Meclis Başkanıysa Müslüman’dır fakat Şii’dir. Bu paylaşım yalnızca dine dayalı değil, aynı zamanda mezhebe dayalı da yapılıyor. İşte bu sistemin arkasında Fransa var. Fransa Lübnan’daki yapılanmayı kontrol etmek istediği için böyle bir yapı empoze etti. Lübnanlılar bu sistemi devirmek için iki kez mücadele ettiler ancak başaramadılar. Son kriz de Fransa’nın onlara önerdiği daha doğrusu dikte ettiği bu sistemle ilgili. Yaşananlar uzaktan bakıldığında bir hükümet krizi gibi görünüyor ama kriz, mevcut sistemin tıkanması nedeniyle yaşanan başlı başına siyasi bir sorun. Lübnanlılar probleme çözüm ararlarken dinî ya da mezhepsel bir çözüm arıyorlar. Hâlbuki çözüm tüm Ortadoğu ve civar ülkeler için söylediğim gibi daha katılımcı, daha demokratik, daha objektif ve mezhepler üstü bir Anayasa hazırlamaktan geçiyor. Böyle bir Anayasa olmadığı takdirde mevcut problemler devam edecek. Hariri suikastının ardından 2007 yılında BM Güvenlik Konseyi tarafından bir mahkeme kuruldu. Fakat Lübnan’da bir grup bu mahkemenin objektif bir karar veremeyeceğini iddia etti ve yeni bir sorun ortaya çıktı. Krizin çözülmesi için mahkemenin meşruiyeti tartışmalarının son bulması gerekiyor.

Diyelim ki uluslararası mahkeme Hizbullah aleyhine bir karar verdi. O zaman ne olacak?
Bir kere şunu görmek lazım, bu mahkeme savcılığın iddianamesini alacak ve inceleyecek. Şayet mesnetsiz, delilsiz olarak Hizbullah’ı suçlarsa bu durum Lübnanlılar arasında büyük bir patlamaya ve yeni bir krize, hatta bir iç savaşa neden olabilir. Çünkü Hizbullah’ın mahkemeye yönelik bir iddiası var. Bu iddiaya göre mahkeme ilk kurulduğu yıllarda Hariri suikastında Suriye’nin parmağının olduğunu ima eder açıklamalar yapıyordu. Sonra birden bire hedefini Hizbullah’a yöneltti. Bunun nedeni de -Hizbullah’a göre- mahkemeye sunulan delillerin Mossad tarafından temin edilmesi. Eğer bu iddialar doğruysa bunların da konuşulması ve tartışılması gerekiyor. Bence bu mahkeme kurulduğuna göre vazifesini yapmalı. Ancak her türlü iddia da göz ardı edilmemeli. Konu ile ilgili arabuluculuk yapan ülkeler de mahkemenin kararlarının ne kadar objektif olduğunu tartışmalılar.

Hizbullah’ın bölge halkı ve uluslararası kamuoyu nezdindeki meşruiyeti hakkında neler söyleyeceksiniz?
Başbakanımız Hamas’ın meşru bir grup olduğunu defalarca kez ifade etti. Çünkü Hamas seçimle iktidara gelmiş bir örgüt. O halde Hamas ne kadar meşruysa Hizbullah da o kadar meşru. Çünkü o da demokratik bir sürecin sonucu olarak sivil bir iradenin seçimiyle iktidara ortak olmuş. Bugün Lübnan’da İsrail gibi bir ülkeyi durdurabilecek önemli güçlerden biri aynı zamanda. Bu nedenle zaten Lübnan’da belirli bir tabana ve oy kitlesine sahip. Batı ise Hizbullah’ı illegal bir örgüt olarak görüyor. Maalesef onlara karşı bir takım politika üretiyorlar. Türkiye daha dengeli, daha objektif bir politika geliştiriyor. Nitekim krizin çözülmesine yönelik attığı adımların temelinde de bu objektifliğin var olduğunu gözlemleyebiliyoruz.

ORTADOĞU’NUN GELECEĞİ İÇİN UMUTLUYUM

Gelecek günler Ortadoğu’ya neler getirecek? Bölgede varolan kaosun sona erdiği, barış ve güvenliğin hâkim olduğu bir Ortadoğu için umutlu musunuz?

Açıkçası Ortadoğu ile ilgili umutlarımı hiç bir zaman yitirmedim. Ortadoğu’da müthiş bir dinamizm var. Kaosun sona erdirilip, toplumsal şartların barış yönünde ivme kazanacağı günler yakın bence. Üstelik yaşanan tüm olumsuzluklara, savaş ve şiddet ortamına rağmen. Çünkü bu yönde bir iyi niyetin olduğunu sezinliyorum. Bir kere Ortadoğu halkı bölgenin az önce değindiğim öneminin farkına varmaya başladı. Sonra demokratikleşme, özgürlükler ve insan hakları bakımından son dönemde büyük bir gelişmenin yaşandığına şahitlik ediyoruz…

Ama büyük güçler, özellikle ABD demokratikleşmenin hızlanmasını sağlamak söylemiyle Irak’a girdi ve binlerce insanı katletti…

Burada bahsettiğimiz gelişme Ortadoğu halklarının zihninde şekillenen, başka büyük bir gücün dayatması neticesiyle değil, bizatihi bölgesel şartların ortaya çıkardığı bir sonuç olarak Ortadoğu halklarında şekillenen bir gelişme. Yoksa işaret ettiğiniz gibi bölgede olası muhtemel bir kaos büyük güçlerin işine yarıyor zaten. Ortadoğu artık “izm”lerin tahakkümünden kurtulmaya başladı. Halk artık “izm”lerin bölge meselelerine çözüm getirmeyeceğinin farkına vardı ve buna alternatif olarak ılımlılık, diyalog gibi unsurların çözüme daha fazla katkı sağladığını müşahede etti. Ortadoğu’da yönetenler ile yönetilenler arasında da ciddi bazı problemler var. Sivil toplum kuruluşları bu boşluğu gayet iyi bir şekilde doldurabilecek işlere imza atıyorlar.

Ama STK’larda da ciddi problemler var. Mesela Arap Birliği, İKÖ gibi kuruluşların herhangi bir bağlayıcılığı yok…
Evet, mesela Arap Birliği konusunda sorunlar var. Arap birliği Teşkilatı 1945’te kuruldu ve şu anda 22 ülkeden ibaret. Arap âlemini temsil ediyor. Ve Arap âlemi –bunu üzülerek söylüyorum- maalesef Ortadoğu’da büyük bir güç değil. Üstelik az önce bahsettiğim o kadar avantajına rağmen. Maalesef Arap Birliği uluslararası arenada varlığını hissettiremiyor.

Neden?
Çünkü Arap Birliği 1945’ten bu yana kendini yenileyemedi. 1945’ten beri dünyada çok şey değişti. Ama maalesef Arap Birliği hâlâ eski zihniyet ve eski kurallarla işlemeye devam ediyor. Bakın AB kısa bir sürede hangi noktalara geldi. O halde Araplar hızlı bir şekilde Birlik içerisinde demokratikleşmeyi, tabanın katkısını uygulamaya geçirmek zorunda. Arap Birliği’ni AB ile karşılaştırdığımız zaman mesela AB’de bir yargılama organı ve bir AB parlamentosu var. Bu iki organ Arap Birliği içerisinde maalesef mevcut değil. Ve Arap Birliği siyasetin denetimi altında, yani tabanın katkısı yok denecek kadar az. O halde birlik kendi içerisinde yapısal anlamda hızlı bir reform yapmak zorunda. Aynı şeyleri İKÖ’nün yapısı ve teşkilatı ile ilgili konuştuğumuzda da söyleyebiliriz. İKÖ 1960 yılında kurulmuş bir teşkilat. Alt yapısı, imkânları düşünüldüğünde muazzam bir güç olduğunu görebiliriz. Nüfus yönünden, ekonomik yönden birçok artıları var. Ama maalesef bu artılar bir türlü kullanılamıyor. Tüm bu eksikliklerin giderilmesi için İKÖ ile ilgili de ciddi bir gözden geçirme yapmak gerekiyor. Tüm bunlara rağmen STK’lar Ortadoğu’da yavaş yavaş etkinliklerini hissettirmeye başladı. İlerleyen süreçte daha aktif olacaklarını düşünüyorum.

Türkiye’nin Ortadoğu ile ilgili ciddi bir atılım içerisinde olduğunu gözlemliyoruz. Özellikle son dönemde uygulanan politikaların neticesi olarak Türkiye adeta bölge ülkelerinin hamisi haline geldi. Bu çabalar problemlerin giderilmesi adına bir sonuç doğuracak mı?
Türkiye Ortadoğu’da önemli bir aktör. Özellikle son yıllarda Türkiye Ortadoğu’da ağırlığını koymaya başladı. Mevcut iktidar, “Benim avantajlarım var ve bunları kullanmak istiyorum” dedi. Ve bence uluslararası arenaya çıkmak, bölgede varolan sorunların çözümüne katkı sağlamak Türkiye’nin en doğal hakkı. Üstelik Türkiye şu an bunu yapabilecek güçte. Ama şunu da unutmayalım; bu yükseliş birçok gücü de rahatsız ediyor. Türkiye’yi hâlâ “hasta adam” olarak görmek istiyorlar. Mesela bir eksen kaymasından söz edilmişti. Aslında eksen kayması falan yok. Türkiye bence olması gerektiği yerde duruyor. Uzun yıllar birlikte yaşadığı toplumlarla tekrar bir diyalog kurma çabası gösteriyor. Bu da en doğal hakkı.

Türkiye’nin mevcut şartlarda AB’ye girmeyi zorlamak yerine, Doğu’ya yönelmesi ve Arap dünyası ile bir birlik kurmaya çalışması ortaya daha sağlıklı bir netice çıkarmaz mı?
Ortadoğu, Arap dünyası ve tüm İslam âlemi bizim için önemli. Ancak biz Doğu’yu bir alternatif olarak görmek istemiyoruz. Bunun en temel sebebi de Batı’nın Doğu’ya karşı çok seçenekli olması ve getirisinin daha fazla olması düşüncesi. Türkiye burada bir denge politikası yürütüyor. Ne zaman Batı “kusura bakmayın, Türkiye’nin AB ile olan münasebetinden bir netice alamıyoruz” derse artık Türkiye farklı seçenekleri düşünmeye başlayacak. Ancak Türkiye hâlâ AB’den vazgeçtiğini söylemiyor ve AB’yi kendisi için önemli bir seçenek olarak görüyor. Eğer Batı tüm bunlara rağmen Türkiye’nin bu tutumunu bir zafiyet olarak değerlendirirse o zaman problem yaşanabilir.

Kimdir:
Prof. Dr. Samir Salha Mardin- Midyat doğumlu. İlk, orta ve lise öğrenimini Beyrut’ta tamamladı. Yine Beyrut’ta Gazetecilik okudu. Doktorasını Sorbonne Üniversitesi'nde yaptı. 1989-1999 yılları arasında Dicle Üniversitesi'nde ders verdi. 1999’dan bu yana Kocaeli Üniversitesi'nde çalışıyor. Halen Kamu Hukuku ve Uluslararası Hukuk bölüm başkanlığı görevlerini yürütüyor. Yayımlanmış eserleri arasında Arap Ligi Yargı ve Siyasi Özellikleri (1995), Türkiye, Suriye ve Lübnan İlişkiler Asi Nehri'nin Sorunu (1996). Ermeni Diasporası konusunda bir profesörlük takdim tezi hazırlayan ve Londra merkezli gazete Asharq Al-Awsat’ta haftalık köşe yazıları kaleme alan Prof. Salha’nın, aynı zamanda Zaman ve Yeni Şafak gazetelerinde de Ortadoğu’ya ilişkin makaleleri yayımlanıyor.