- Prof. Dr. Ömer Çaha

Adsense kodları


Prof. Dr. Ömer Çaha

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sat 30 June 2012, 12:26 pm GMT +0200
Prof. Dr. Ömer Çaha: Dönüşüm sürecini 28 Şubat’a bağlamak doğru değil
İbrahim BARAN • 62. Sayı / SÖYLEŞİ


Planlayanların bin yıl süreceğini iddia ettikleri 28 Şubat post-modern darbesi 12 Eylül’deki kadar vahim olmasa da birçok insanı mağdur etti. İddia edildiğini aksine etkilerini 5 yıl gösteren darbenin ardından dönemin mağduru olan İslami kesim ciddi bir dönüşüm sürecine girdi. 28 Şubat sürecinin ardından İslami kesimin yükselişe geçtiği ve yavaş yavaş sekülerleşme sürecine girdiği tartışmaları bir tarafa son dönemde atılan demokratik adımlar Türkiye’nin geleceği açısından önemli girişimler olarak karşımızda duruyor. 12 Eylül ile 28 Şubat’ın ardından yaşanan süreçleri ve bunların neticelerini Fatih Üniversitesi Öğretim Üyesi sosyolog Prof. Dr. Ömer Çaha ile değerlendirdik…

12 Eylül darbesi toplumun bir kesimine karşı yapılan bir bastırma hareketiydi. 12 Eylül’den milliyetçi muhafazakârlar ve solcular önemli ölçüde etkilendiler. Bu süreç dindarlar üzerinde nasıl tecelli etti?

12 Eylül’ün İslami kesim üzerinde belirgin bir şekilde etki ettiğini söylemek zor. Evet dindarlar bu süreçten derinlemesine etkilenmediler. Sizin de ifade ettiğiniz gibi bu süreç solcular ve milliyetçiler üzerinde tesirini gösterdi. Aksine 12 Eylül’ün ardından Anavatan Partisi’nin liberalleşme yönündeki politikaları İslami kesimin kamusal alanda daha fazla rol almasına yol açtı. Demokrasinin gelişmesiyle ve dolayısıyla demokrasi eksenli bir modernleşmenin ortaya çıkmasıyla beraber İslami kesim için kamusal alanda daha fazla bulunma olarak nitelendirebileceğimiz bir fırsatlar alanı açıldı. 12 Eylül döneminin ardından yaşanan reform politikaları, dünyaya açılma, sermayenin tabana yayılması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, özgürlüklerin önünün açılması gibi faktörleri dikkate aldığımızda bu sürecin İslami kesim adına neticesinin kamusal alanda daha fazla yer alma olduğunu söyleyebiliriz.

Dindarlar bu süreci hafif sıyrıklarla atlattı gibi bir görüş var. Bu görüşe katılıyor musunuz?

12 Eylül’ün gençler açısından çok dramatik sonuçları oldu. Özellikle de öğrenci hareketleri içerisinde yer alan kesimler açısından. Sürecin ardından yaşanan apolitik ortamın meydana getirdiği sıkıntıyı İslami kesim de yaşadı. Ama aktivist İslami kesimin dışındakileri düşünerek bir değerlendirme yaptığımızda onların kamusal alanda daha fazla rol oynamaya başladığı bir dönem olduğunu görüyoruz. Bu meselenin bir yüzünde kamusal alanda yer alma varken diğer yüzünde de kamusal alanın kendisini dönüştürücü etkisi var. Yani kamusal alan, bünyesinde yer verdiği aktörlere daha ılımlı bir kimlik kazandırdı. İslami kesim de kamusal alan içerisinde yer aldığı için bu dönüşüm sürecinden önemli ölçüde etkilendi. Özellikle 1989 seçiminden sonra belediyelere siyasal İslami grubun gelmesiyle ve 1994 seçiminden sonra da metropolleri kazanmasıyla beraber sözünü ettiğimiz dönüşüm süreci çok daha hızlı oldu. Bu tarihlere kadar belirgin bir şekilde Batı’nın seküler değerleri dâhil olmak üzere birtakım değerlerine karşı kuşkucu bir imaya sahip olan “Adil Düzen” söylemi 1994’ten sonra yavaş yavaş terk edildi, 95 seçiminden sonra da neredeyse hiç kullanılmadı. Dolayısıyla evet, resmin bir tarafında demokratikleşme, ılımlı siyaset, Türkiye’nin etrafındaki duvarların açılması var. Ve bütün bunlar İslami kesimin kabuğundan çıkarak kamusal alana girmesine yol açtı. Ama o noktaya gelirken de dönüşerek, değişerek demokratikleşmenin önemli bir unsuru haline geldiler ve ılımlı bir karakter kazandılar.

28 Şubat sürecinin ardından dindarların ekonomik olarak daha ileri noktalara ulaştığını görüyoruz. 12 Eylül’den sonra İslami kesimin kamusal alanda daha fazla söz sahibi olduğu üzerinde durdunuz. Bu iki durum birbirleriyle ne kadar ilgili?

Dindarların kamusal alanda daha fazla söz sahibi olması onların üretilen artık değerlerden daha fazla beslenmesine yol açtı. Bu da olağan bir şey. Siyasette ya da kamusal alanda aktif olanlar orada üretilen artık değerden daha fazla istifade ederler. Ama diğer taraftan da bu durum Türkiye’nin genel ekonomik yapısıyla ilgili. 1980’lerin başında 1 milyar dolar ihracat yapamayan bir Türkiye vardı. Bunun sağlayacağı rant transferi de o kadar olur. Bugün yakalanan ekonomik durumsa Türkiye’nin yüz milyar dolarlık ihracatıyla bağlantılı. 1950’den sonra Demokrat Parti’den beri Türkiye’deki İslami grupların bir kısmı bugünkü konumlarına çok da uzak değillerdi. Bu gruplar Batı’ya çok da mesafeli durmadılar. Materyalizme karşı Hıristiyan Batı ile ittifak görüşü bu gruplarda mevcuttu. 90’lara ve 2000’lere gelindiğinde bu ittifak değişik cephelere yayıldı. İslami gruplar Batı’nın siyasi ve ekonomik değerlerini benimsemeye başladılar. İslami Kalvinistler diye bir tabir kullanılıyor biliyorsunuz, buna göre bu dünyayı imar etmek için yapılan çalışmalar, eğitim, imar dinî bir vecibe, hatta sevap. Bu tabir İslami kesimin bir yandan dünyayla barışmasını ifade ederken, bir yandan da Batı’yla buluşmasını anlatır.

Peki, 28 Şubat sürecinin ardından İslami kesim kendisine yapılanları daha iyi algıladı ve bundan birtakım dersler çıkardı diyebilir miyiz?

Bunu sınırlı sayıdaki bir İslami grup için söyleyebiliriz. Sözünü ettiğim bir takım gruplar ve cemaatler için bu anlamda bir değişiklik olmadı. Dar kapsamdaki siyasal İslami grupların dışında kalan cemaatler 28 Şubat sürecinden önce yürütülen faaliyetlerin aynısı yürütmeye devam ettiler. Çalışma tarzlarında ve yöntemlerinde ciddi bir değişim olmadı. Tek değişim şu oldu: Bu gruplar daha önce siyasete karşı mesafeliyken, 2002’den sonra biraz daha rahat davranmaya başladılar. İslami kesimin tamamı için 28 Şubat sürecinin sonrasını bir ders alma dönemi gibi değerlendirmek doğru değildir. Bu anlamda dönüştürücü etki Refah çizgisindeki İslami kesimde görüldü. Bu gruplar içinde yenilikçiler ve gelenekçiler ayrımı ortaya çıktı. Yenilikçi kesim 28 Şubat’tan sonra bir dönüşüm sürecine girdi. Mesela 1998 yılında bir araştırma yaptık. Araştırmada “En önemli sorununuz nedir?” sorusunun cevabı olarak “başörtüsü meselesi” 8 ya da 9. sırada çıkıyordu. İşsizlik, enflasyon, hayat pahalılığı, demokratikleşme gibi sorunlar daha üst sıralarda yer alıyordu. Bu raporun sonuçlarını o gruptaki gelenekçi kesime sunduğumuzda onlar bildiklerini okumaya devam ettiler. Onlar için aynı durum bugün de söz konusu. Şu anda önemli ölçüde marjinalleşmelerine rağmen aynı söylem üzerinden siyaset yapmaya devam ediyorlar. Fakat o resmi iyi okuyan, toplumsal beklentileri dikkate alarak bir politika geliştirmeye çalışan, reel sorunların çözümüne yönelik strateji geliştirmeye çalışan yenilikçi genç kuşak ciddi bir dönüşüm yaşadı. Bu dönüşümün tümüyle 28 Şubat sürecine bağlı olduğunu söylemek doğru olmaz. Dünyada yaşanan gelişmeleri, modernleşme sürecini, Türkiye’de yaşanan tecrübeleri bir bütün olarak düşünerek değerlendirmek gerekiyor. Mesela kamuoyu diye bir değer 1990’ların başına kadar pek yoktu. 70’lerde hiç yoktu. Toplumun genel kanaatine göre politika geliştirmek siyasetçiler için pek geçerli değildi. 2000’lere gelindiğinde siyasetçiler için kamuoyunun önemi oldukça arttı. Kamu oyu siyasetin dönüşmesinde kilit bir rol oynadı. Bu bakımdan Refah çizgisinde yaşanan değişim ve dönüşümün de buralarla bağlantılı olduğunu söyleyebiliriz. Muhtemelen 28 Şubat süreci yaşanmamış olsaydı da yine bugünkü Ak Parti gibi bir yapı Refah çizgisinden ayrılarak merkezde siyaset yapacaktı.

28 ŞUBAT DOĞDUĞU GÜN BİTMİŞTİ

Geçtiğimiz günlerde EMASYA Protokolü’nün iptal edilmesiyle birlikte “28 Şubat bitti” iddiaları ortaya atıldı. 28 Şubat bitti mi gerçekten?


Darbeler uygun iklimde gelişirler. Toprağı müsait değilse hangi tohumu ekerseniz ekin tutmaz. 28 Şubat sürecinin yaşandığı 1996-1997 yıllarını düşündüğümüzde uygun bir ortam yoktu. Toprak müsait değildi, iklim müsait değildi. Aslına bakılırsa zamansız, yersiz bir adımdı ve o adımın, bırakın 1000 yıl, öyle boş on sene devam etmeyeceği bilinen bir şeydi. Nitekim öyle oldu. Benim şahsi kanaatime göre 28 Şubat süreci başladığı gün bitti. Refah hükümeti düşürüldükten sonra süreçte rol oynayan insanlar devletin kasalarında biriken rantı paylaşmaya başladıkları an 28 Şubat’ın neleri amaçladığı gözler önüne serildi ve süreç böylece tüm gerekçelerini yitirdi. Zaten gerekçeleri meşru değildi; olanı da bankaların hortumlanmasıyla birlikte yerle bir oldu, tuz buz oldu bitti. 

Bunu neye dayanarak söylüyorsunuz?

1980’ler aslında dünyada darbelerin bittiği bir dönem. Değişik Latin Amerika ülkelerinde, Brezilya’da, Arjantin’de sivillerin iktidara gelmesi ve askerleri sert bir şekilde cezalandırmalarıyla beraber dünyada darbecilik dönemi bitti. İç konjonktür itibarıyla baktığımızda da yüzünü Batı’ya dönmüş, siyasi ve ekonomik olarak “muasır medeniyetler” seviyesini benimsemiş, daha fazla özgürlük talep eden, daha fazla katılım talep eden ve hatta daha az devlet talep eden bir toplum var. Böyle bir toplumda darbenin tutması mümkün değildi. Bu nedenle bana göre 28 Şubat daha doğduğu zaman bitmişti ve hiçbir zaman tutmadı. Evet, bir kısım insanlar mağdur oldu, bazı operasyonlar yapıldı ama yapılan planlar tutmadı neticede. Gerçi zaten uzun soluklu bir planın olduğunu söylemek de güç. Olmayan şey o zaman bitti. Olan bazı insanların mağdur olmaları oldu. 28 Şubat’ın etkilerinin bugün çok geçerli olduğu kanaatinde değilim. Aksine Türkiye bu süreçten sonra demokratikleşme yolunda hızla yol almış ve bugün AB’ye aday üye bir ülke konumuna gelmiştir.
Ama 28 Şubat’ın ilk günlerinden itibaren başlayan ve hâlâ devam eden bir yumuşak sekülerleşme süreci var. Bu süreç devam ettiğine göre 28 Şubat’ın etkilerinin de devam ettiğini iddia edemez miyiz?
Doğru, bir sekülerleşme süreci var, yaşanıyor. Ama “bu doğrudan 28 Şubat’la ilgilidir” diyemeyiz. Tam tersine 28 Şubat sert ve militan bir laikleşme girişimiydi. Ayrıca 28 Şubat herkesin gözüne sokarcasına bir iktidar mücadelesiydi. O dönemde bazı generallerin halkın gözünün önünde bankaları soyması ve bunun sergilenmesiyle birlikte bu sert laiklik söylemi işlevsizleşti. Yumuşak bir sekülerleşme, dünyevileşme anlamında sekülerleşme, yani dünyayı imar etmenin, ticaret yapmanın, yatırım yapmanın, para kazanmanın, iyi şartlarda yaşamanın kötü olmadığı bir dünya anlayışına sahip olmak düşüncesi yaygınlaştı. Unutmayalım ki aslında bu İslam’ın kendi telakkisinde zaten var olan bir şey. Cumhuriyet döneminde de çok fazla kaybolmadı. İslam’da ticaret meşru bir şeydir. Hatta sevaptır. Peygamber Efendimiz de ticaretle uğraştı. Burada önemli olan kazancını başkalarıyla paylaşma. Yani bir paylaşımcı Müslümanlık.

Günümüzde kapitalizmle ahbaplık eden “beyaz Müslümanlar”ı nasıl değerlendirmek gerekiyor?

Bu kaçınılmaz bir şey. Her sistemin bir mantığı var ve siz ne kadar kaçınmaya çalışırsanız çalışın o kendini size empoze ediyor. Kapitalizmin de bir mantığı var elbette. Onun mantığı daha fazla kâr elde etmektir. Bunu yaparken sosyal adaletten falan bahsetmiyor. Eğer kapitalist sistem içinde yaşar, ama onun mantığıyla hareket etmezseniz ayakta kalamazsınız. Tüm kazancınızı paylaşma yoluna giderseniz, Ar-Ge yatırımları yapmazsanız sistem içerisinde yok olur gidersiniz. Yoğun rekabet şartları sizi yok eder. Bu bir realite ve bunu kabullenmek gerekiyor. Ama başka bir şey daha var ki; o da dünya ile barışık olmaktır. Daha çok yatırım yapmak, daha çok ticaret yapmak ve daha çok kazanmak gerekir. Bunu ne kadar yaparsanız yoksulluğun alanını o kadar daraltırsınız. Sizin ürettiğiniz zenginlikten suyunun suyu bile olsa yoksula da bir şeyler yansır. Kapitalistleşmenin bu anlamda pozitif taraflarının da var olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Kapitalizmin eleştirisini yapan bazı kişiler de bu sisteme bir şekilde dâhil olup nimetlerinden istifade ediyorlar. Ortaya faydalı işler çıkarabiliyorsa bu önemli bir şeydir. Devam etmelidir. Şunu belirtmek gerekir ki, bizim tefekkürümüzün üzerinde bizi sürükleyen sosyolojik bir güç var. Bu güce bazen müdahil olmak istesek bile olamayabiliyoruz. Bu sosyolojik bir kural. Son iki yüz yıldır Türkiye yüzünü Batı’ya dönerek modernleşiyor. Bu süreç zaman zaman hızlanır, zaman zaman yavaşlar. Son 20-30 yıl içerisinde hızlanmıştır. 28 Şubat bir duraksama getirmişse de bu trendin değişime uğramasına engel olamamıştır.

Sürecin hiç mi etkisi olmadı?
Kuşkusuz olmuştur. Ancak yukarıda dediğim gibi Tüketim alışkanlıkları, daha fazla kazanıp daha müreffeh yaşama arzusu, apartman dairelerinde değil de lüks villalarda yaşama isteği, daha iyi okullarda eğitim alma, iyi arabalara binme isteği modernleşme süreci içerisinde elde edilen refahın, zenginliğin transferi ile ilgili bir şey. İslami kesim son 20-30 yıl içerisinde kademeli olarak dünya imkânlarını daha fazla kullanarak, ticareti öğrenerek, eğitim düzeylerini genişleterek pazarları daha fazla keşfederek bu noktaya geldi. Şimdi yeni pazarları İslami kesim keşfediyor. Mesela 30 milyar dolarlık bir iş potansiyeli olan Afrika pazarını bugün onlar keşfetti. Bu çok önemli bir ekonomik değer ve bunun Türkiye’ye yansımalarını da yakın zamanda göreceğiz. Mesela hep konuşulur kadınların ve erkeklerin haşema ile denize girmesi. Bu süreci değerlendirdiğimizde 28 Şubat öncesi ve sonrası arasında ciddi bir farklılık göremiyoruz. Başlangıcı daha eskilere dayanan bir süreç bu. Başka bir örnek vereyim, birisi çıkıp muhtıra veriyor, borsada küçük bir hareketlenme oluyor ancak artık ciddi bir değişiklik göremiyoruz. Bugünkü Türkiye’de bürokrasinin, askerin ve devlet elitinin Türkiye’nin kendi mecrasında ilerlemesinde eskiden olduğu gibi çok ciddi bir etki oluşturduğunu düşünmüyorum. Bu aktörlere rağmen toplum kendi mecrasında akıp gitmektedir.

CEZA KANUNU’NA DARBE YAPMANIN SUÇ OLDUĞU EKLENMELİ

12 Eylül darbecilerini yargılamanın yolu açılacak yeni Anayasa değişikliğiyle. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Bu çok olumlu bir gelişme. Bence yalnızca 12 Eylül darbecileri ile sınırlandırmamak lazım. Ceza Kanunu’nda darbe suçu diye bir şey yok mesela. Hükümetin çalışmalarını engelleyecek girişimler suç olarak nitelendiriliyor ama darbeye direkt referans veren bir suç ifadesi yok. Anayasal düzenlemelerin ardından Ceza Kanunu’nda buna ilişkin bir düzenleme yapmak gerekir. Bunun sembolik bir değeri var çünkü. Zaman aşımından ya da başka nedenlerden dolayı çok fazla yargılama yapılmayabilir ama Anayasa’daki bu gereksiz maddenin kaldırılması en azından bundan sonra darbe yapma heveslisi kişilerin hevesini kıracak. Bu bakımdan çok önemli bir girişim. Bir de darbe suçunu zaman aşımının dışında tutmak gerekir. Bu yönde bir düzenleme yaparak darbecilerin cesaretini yasal zeminde kırmakta yarar var. 

Bundan sonra Türkiye’de darbe olma ihtimali var mı?


Şunu unutmamak lazım: Türkiye’de bir takım insanlar bazı kurumlara girdiğinde kendilerini ülkenin, devletin sahibi olarak görüyorlar ve o bilinçle yetişiyorlar. Aynı zamanda da kendilerinin dışındaki her şeyi küçümsüyorlar. Özellikle de siyaseti küçümsüyorlar. Maalesef medya kuruluşları da demokratik siyaseti küçümseyen bir sosyalleşmeye hizmet ediyorlar. Bu şekilde baktığımızda darbe hevesini taşıyan insanlar hep olacak. Ama bu rüzgâra karşı su dökmeye benzer. Güçlü bir rüzgâra su döktüğünüzde su üzerinize gelir. Olan size olur.  Türkiye artık Avrupa Birliği kapısında bekleyen potansiyel bir üye konumundadır. Darbe eşiğini aştığı kanaatindeyim. Bundan sonra Latin Amerika veya Afrika gibi dünyanın başka yerlerinde yaşanacak darbelerin de Türkiye’yi fazla etkileyeceğini düşünmüyorum. Unutmayalım ki Türkiye AB’ye girsin ya da girmesin artık Avrupa’nın bir parçası.  Ekonomisiyle, işgücüyle, enerji koridoru olma kapasitesiyle, barış adası olma özelliğiyle, Doğu ile Batı arasındaki köprü işleviyle Türkiye Avrupa’nın bir parçası. Şayet Avrupa’da yeniden faşist rejimler ya da askerî diktatörlükler iktidara gelir ve 1930’larda olduğu gibi tüm Avrupa’yı ablukası altına alırsa o zaman Türkiye’de de bir darbe beklenebilir. Mevcut durum devam ettiği sürece Türkiye’de darbe girişimlerinin başarılı olacağını zannetmiyorum. Hevesin kolay kolay biteceğini sanmıyorum, ama bu heves, onu besleyenlerin kursağında kalmaya mahkûmdur. Darbeciler rüya görerek küçülmeye, hatta zamanla marjinalleşmeye ancak ülke insanı da topyekûn kendi yolunda gitmeye devam edecektir diye düşünüyorum.

Kimdir:
Prof. Dr. Ömer Çaha 1964’te Van/Erciş’te doğdu. 1989 yılında ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nü bitirdi. Bilkent Üniversitesi’nden Siyaset Bilimi alanında doktor unvanı aldı. 1996 yılında aynı alanda Doçent, 2004 yılında da Profesör oldu. 1999 yılında Fatih Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’ne geçti. Kamu Yönetimi Bölüm Başkanlığı ile İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanlığı görevlerinde bulunan Çaha’nın Aşkın Devletten Sivil Topluma, Sivil Topum, Aydınlar ve Demokrasi, Açık Toplum Yazıları, Dört Akım Dört Siyaset, Türkiye’de Sivil Toplum ve Kadın gibi onlarca kitabı ve çok sayıda makalesi bulunuyor. Aynı zamanda edebiyatla uğraşan Ömer Çaha’nın Mevsimin Adı Barış adlı bir şiir kitabı ile Aşk ve Ölüm adlı bir romanı bulunuyor..