- Prof. Dr. Mehmet İpşirli

Adsense kodları


Prof. Dr. Mehmet İpşirli

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Tue 24 July 2012, 02:16 pm GMT +0200
Prof. Dr. Mehmet İpşirli: Marifetsiz kuru ilim kesinlikle bir işe yaramaz
İbrahim BARAN • 79. Sayı / SÖYLEŞİ


Kurulduğu tarihe kadar gelen ilim ve medeniyet geleneğini reddetmek yerine ondan bir sentez yaparak yeni bir medeniyet inşa eden Osmanlı İmparatorluğu’nun bir dünya devleti olmasının en büyük nedeni ilme ve irfana verdiği değerdi kuşkusuz. İlk medresenin kurulduğu 1330’lu yıllardan kaldırıldığı 1924 yılına kadar (tahrif edilmiş son dönemini saymazsak) medreseler ve onun şahsında sembolleşmiş ilim hayatı imparatorluğun idari kanadından, dergâhlarına kadar her noktasına önemli ölçüde nüfuz etmişti. Osmanlı ilim hayatını konunun uzmanı bir isimle, Fatih Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet İpşirli ile konuştuk…

Osmanlı’da ilim hayatı ilk olarak ne zaman başladı?
Malumunuz Osmanlı Devleti İslam tarihinde kurulan 250-300 civarındaki hanedanlardan biri. İslam tarihi boyunca yani Asr-ı Saadetten 20. yüzyıla kadar 250-300 hanedanlık kuruldu. Osmanlı Devleti bu hanedanlıkların en büyüğüydü. Hem güç bakımından hem hâkim olduğu stratejik coğrafya bakımından hem de hüküm sürdüğü süre bakımından böyle. Bu genel bir kabul. Ve Osmanlı Devleti geçmişin mirasını İslam dünyasındaki kültürel, ekonomik ve ilmî gelişmeleri tevarüs etmişti. Dolayısıyla bir devamlılık söz konusu. Bu devamlılık da aynı zamanda bir zenginlik ifade ediyor. Yeni baştan, redd-i miras ederek “kendi ilkelerim doğrultusunda” gibi cümleler kurarak değil. Bunun en güzel örneği de ilim hayatında görülür.

Devlet yönetimi, ekonomi gibi alanlarda da böyle bir mükemmeliyetten söz edebilir miyiz?
Elbette. Her alanda böyle bir mükemmeliyet söz konusu. Ancak ilmî hayatta bunun biraz daha belirgin olduğunu söyleyebiliriz. Sanki yüzyıllardan beri varolagelen bir sistemmiş gibi ilim Osmanlı’nın ilk kurulduğu yıllarda bile uzunca bir geleneğin izlerini taşımış ve mevcudiyetinden fire vermemişti. Bu önemli çünkü ilim geleneksel bir olgu. İlim dediğimiz şey bir geleneği icap ettiriyor. Bu bakımdan Orhan Gazi döneminde ilk medrese 1330’lu yıllarda teşkil edildiği zaman burada çok tanınmış bir âlim Kahire’de ilim tahsil etmiş Davud-u Kayseri müderris olarak tayin ediliyor. Bu medresenin görünüş itibariyle mütevazı fakat ilim seviyesi bakımından çok yüksek seviyede olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hem hocaları açısından böyle hem de ilim tahsil eden talebeler açısından. İslam dünyasında geleneksel eğitim yalnızca medreselerde değil, bir takım camilerde ve ortaklaşa kullanılan bir takım alanlarda yapılıyor. Dolayısıyla daha kuruluş döneminde camilerde ilim hayatının devam ettiğini söyleyebiliriz.

MEDRESE DEĞİL EĞİTİM SİSTEMİ ÖNEMLİ

O halde ilim tahsil etmek ya da öğretmek için medrese gibi mekânlar olmazsa olmaz alanlar değil?

Medrese yalnızca bir buluşma, isim olarak belirtilmiş, belirlenmiş mekânlardı. Öyle âlimler öyle şeyhülislamlar vardır ki hiç medreseye devam etmemiş, ama medrese programı dediğimiz o yerleşik programı eksiksiz devam ettirmiştir. Dolayısıyla burada medrese değil, medrese programı oldukça önemli. Program da daha çok kitaplarla ifade ediliyor. Fıkıhta, Kelam’da, Tefsir’de, Akaid’de, Tıp’ta okunan muteber kitaplar var. Bu kitapları konunun uzmanı hocalardan ders olarak almak önemli.

Osmanlı Devleti denilince en azından duraklama döneminin başlarına kadar akıllara hep ilim geliyor. İmparatorluğun ilme bu kadar kıymet vermesinin altında yatan sebepler nelerdi?
Bu gerçeği yalnızca Osmanlı ile sınırlamak nakıs bir tespit olur. Osmanlı’dan önceki beylikler döneminde de ilme çok fazla değer verildiğini biliyoruz. Ondan önceki Selçuklular döneminde de keza çok önemli ilim hayatının olduğunu görüyoruz. Her ne kadar zaman zaman Selçuklular siyasi bakımdan sıkıntıya düşseler de, her ne kadar Anadolu coğrafyasında bölük pörçük beylikler olsa da ilim hayatı hiçbir şekilde duraksamadan devam ediyor. İlim hayatında seyahat de çok önemli. Akademik anlamda yapılan seyahatler, gerek müderrislerin gerek talebelerin bir mekândan bir başka mekâna, bir şehirden bir başka şehre seyahat etmeleri, ilim peşinde koşmaları ilim hayatına çok büyük bir canlılık kazandırdı. Bunun birçok örneği var. İslam dünyasında âlim dediğimiz kişiler mutlaka 8-10 şehirde değişik hocalardan feyz almıştır, değişik âlim ve üstadların önünde diz çökmüştür. Hangi âlimin biyografisini okursak okuyalım başta Mekke ve Medine olmak üzere hac münasebetiyle ziyaret ediyorlar. Buradan başka birçok şehre de ilim tahsil etmek için uğruyorlar.

SEYAHATLER İLMİN YAYILMASINA OLANAK SAĞLADI

Bu seyahatler nasıl gerçekleşiyor?

Bazen tavsiyeyle gidiyorlar, bazen etraflarındaki insanlardan duyarak gidiyorlar. O günün şartlarında birçok sıkıntılara katlanıyorlar.

O zor şartlarda bu seyahati nasıl yapıyorlardı?

Kervanlara katılıyorlar. Malumunuz kervanlar İslam dünyasında ticari hayatın en önemli unsurlarıdır. Medrese talebeleri ve müderrisler seviyelerine göre bu kervanlara katılıyorlar. Bilebildiğimiz kadarıyla kervan sahipleri “bizim de ilme ulemaya bir katkımız olsun” düşüncesiyle seyahat eden gençlere hocalara sahip çıkıyorlardı. Bunun bir diğer faydası da kervanlar ticari olarak güçlü oldukları için yolda başlarına gelebilecek herhangi bir tehlikeye karşı da emniyette oluyorlar. Yol üzerinde seyahat eden kişilere saldıran haydutlar var. Dolayısıyla ilmin yayılması ve genişlemesine kervanların oldukça önemli katkıları oluyor.

Seyahat fenomeni o dönemde yalnızca ilmî hayata değil, tasavvufî hayata da katkı sağlamış durumda. Birçok kişinin mutasavvıfların kapılarında hizmet etmek için seyahat etiklerini biliyoruz.
Kuşkusuz böyle. Gerek tasavvuf hayatında, gerek ticari hayatta, ilmî hayatta inanılmaz bir akıcılık var. Seyahatin de buradaki etkisi ve katkısı çok büyük. Seyahati ta Asr-ı Saadete kadar götürebiliriz. Hz. Peygamber (s.a.v) Mekke’den Medine’ye hicret ettiğinde ilk olarak Mescid-i Nebevi’yi yaptırıyor. Mescid-i Nebevi’nin hemen arka tarafında bugün Ravza-i Mutahhara’nın yanında suffa diye bir yer oluşturuluyor. Bu yer ilk İslam mektebi ve eğitim kurumudur. Çeşitli yerlerden, İran’dan, Anadolu’dan, Azerbaycan’dan ve Arabistan’ın çeşitli yerlerinden gelen insanlar İslam’ı belirli bir süre tahsil ediyorlar. İslam’ı öğrendikten ve belirli bir seviyeye geldikten sonra hiçbirisi Medine’de kalmıyor. “Öğrendiğimiz bu güzel şeyleri diğer insanlarla da paylaşalım” düşüncesiyle çeşitli yerlere seyahat ediyorlar. Aynı şekilde Sahabe-i Kiram efendilerimiz de Rasulullah’tan (s.a.v) aldıklarını başka insanlara aktarmak için başka coğrafyalara gidiyorlar. Bu konuda teşvik ediliyorlar. İkinci önemli hadise de hadislerin toplanması meselesi. Hadisler Hz. Ebubekir (r.a) döneminde toplatılmıştı ve Hz. Osman (r.a) döneminde 7 nüsha olarak çoğaltılmıştı. Hadis rivayet edecek kişiler çok çeşitli yerlere dağılmışlar. Zaten o dönemde Medine her ne kadar dinî bir merkez ise de payitaht Şam olmuştu. Daha sonra da Bağdat. Dolayısıyla hadis rivayet eden herkes de çeşitli coğrafyalara yayılmıştı. Hadislerin toparlanması için çok ciddi bir hamle başlıyor. Bu daha çok II. ve III. hicri asırda oluyor. Böyle olunca Buhari, Tirmizi gibi hadis ezberlemek isteyen büyük âlimler hadis öğrenmek için çeşitli coğrafyalara gidiyorlar. Yani seyahat ediyorlar. Dolayısıyla İslam dünyasında seyahat inanılmaz bir olgu. Bunu görmezden gelerek İslam medeniyetine ilişkin hiçbir şeyi açıklayamayız.

Osmanlı’nın son döneminde seyahat olgusu biraz kesintiye uğramış sanki?
Evet. Ama bu noktada son dönemi 19. yüzyıl olarak algılamamak gerekiyor. Daha 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren zayıflıyor. Daha çok İstanbul ilim merkezi haline geliyor. Başta Balkan şehirleri olmak üzere hemen herkes ilim tahsil etmek üzere İstanbul’da toplanıyor. Balkanlar’da bulunan gençler orada bulunan mahalli medreselerde belirli bir süre ilim tahsil ettikten sonra İstanbul’da bulunan büyük medreselere geliyorlar. Çünkü o sırada İstanbul artık büyük bir merkez olmuş, büyük medreseler inşa edilmiş. Anadolu’dan gelenler de var ama bu nimetten asıl istifade edenler Balkan coğrafyasında yaşayan gençlerdi.

ULEMA VE MUTASAVVIF BİRBİRİNDEN AYIRT EDİLEMEZ

Mutasavvıflarla müderrisler ya da ilim erbabı arasında hep bir mücadele olduğu aktarılıyor. Hâlbuki büyük âlimlerin aynı zamanda büyük mutasavvıflar olduklarını biliyoruz. Sizce böyle bir mücadeleden söz edilebilir mi?

Her şeyden önce ulema ile mutasavvıfı birbirinden ayırmak mümkün değil. Taşköprülüzade’nin ilim adamlarının biyografilerini konu edinen bir eseri var. Bu eserde Taşköprülüzade ulema ile meşayihi birbirinden ayırmıyor. Çünkü bunların her biri aynı membadan besleniyorlar. Daha sonra bir kısmı ilim hayatını tercih ediyorlar, bir kısmı da tarikat şeyhi oluyorlar. Ancak meşayih de kesinlikle ilmiye sınıfı içerisinde yer alıyorlar. 16 ve 17. yüzyıldaki meşayihin neredeyse tamamı ciddi bir ilim hayatından sonra tarikat şeyhi oluyorlar.

O halde geçmişte ilim olmadan tarikat da olmazdı?
Kesinlikle öyle. İlim erbabı olmayan adına tarikat şeyhi denilen bir kısım düzenbaz adamlar vardı. Ama onların foyası da kısa bir süre sonra ortaya çıkıyordu. Böyleleri hiç yoktu demek de yanlış olur. Osmanlı toplumu her zaman altın çağı yaşayan bir toplum değildi. Çok güzel yerleşmiş bir gelenek vardı, ama zaman zaman buna aykırı çeşitli olaylar da zuhur ediyordu. Çeşitli olaylar da yaşanıyordu. 17. yüzyılda Kadızadeler’le Sivasizadeler arasında yaşanan tasavvuf erbabı ile ilim erbabı arasında ortaya çıkan bir mücadeleden bahsedilir. Ancak onların üstadları arasında böyle bir mücadeleden söz etmek mümkün değil. İlişkiler aşağı tabakaya doğru indikçe bayağılaşıyor, kavga ve gürültü ortaya çıkıyordu. Üst tabakada illa ki bir polemikten bahsedilecekse bu eserler üzerinden yürütülüyordu. İlim ve tasavvufun biri ilim, diğeri de marifettir. Marifetsiz kuru ilim kesinlikle bir işe yaramaz. Onun mutlaka marifetle sağlam bir zemine oturması lazım. Mümbit bir alana ulaşması lazım. Hani ilim ve irfan diyoruz ya, işte ilmi medreseden irfanı da tasavvuftan alıyorlar.

Nitekim Osmanlı padişahlarının da bir tarikatla, bir şeyhle sürekli münasebeti söz konusuydu…
Bu öylesine yaygın bir adetti ki hemen hemen bütün Osmanlı padişahları için aynı şeyi söyleyebiliriz. Yalnızca padişahlar da değil, devlet adamları için de aynı şeyi söylemek mümkün. Ayrıca bundan büyük bir mutluluk duyuyorlardı. Bunlarla ilgili çok menkıbeler anlatılır. Mesela Aziz Mahmud Hüdayi hazretleri (k.s) 5-6 Osmanlı padişahının şeyhi olmuş. Özellikle Sultan I. Ahmet’le annesi Kösem Valide Sultan Hüdayi hazretlerine büyük saygı duyuyorlar, ne zaman bir sıkıntıları, ihtilafları, problemleri olsa Üsküdar’a gelip Şeyhin duasını alıyorlar, onunla istişare edip arabuluculuk yapmasını istiyorlardı. Keza Beşiktaşlı Yahya Efendi de böyle. 17 ve 18. yüzyıllarda böyle birçok şeyhten bahsedebiliriz.

Osmanlı eğitim sistemini oluşturan belli başlı Enderun gibi, medrese gibi kurumlar var. Bunların arasındaki fark nedir?
Osmanlı’da eğitim dediğimizde aklımıza ilk olarak medreseler geliyor. Ancak eğitim yalnızca medreselerde yapılandan ibaret değil elbette. Birkaç eğitim kurumundan bahsetmek mümkün. Yeknesak bir eğitim değil, toplumun ihtiyacına ve toplumsal tercihlere göre birkaç çeşit eğitim vardı Osmanlı’da. Bunların başında medrese geliyor. Medrese bir geleneksel İslamî eğitim müessesesidir. Bundan başka devlet erkânını yetiştiren Enderun dediğimiz bir eğitim kurumu var. Burada eğitim devşirmelere veriliyor. Özellikle Rumeli’deki ailelerden vergi olarak alınmış gençler –kimi zaman gönülsüzce, kimi zaman da isteğe bağlı bir şekilde alınan– İslam ve Türk kültürüne alıştırılmak üzere Müslüman Türk ailelerin yanında kalıyorlar. Daha sonra Acemi Oğlanlar Ocağı’nda okuyorlar ve burada üstün başarı gösterenler Enderun’a alınıp devlet adamı olarak yetiştiriliyorlar. Enderun’da eğitim pratik bir şekilde verilir. Medresedeki gibi derinlemesine bir tefsir, hadis gibi dersler yok. Bunlar yüzeysel bir şekilde okutuluyor ve pratik hayata yönelik derslere ağırlık veriliyor. Bunlara iyi Türkçe öğretilmeye çalışılıyor. İçlerinden divan şairleri, halk ozanları yetişiyor. Belirli bir seviyede Farsça öğretiliyor ve devlet adamlarına lazım olan bilgiler veriliyor. Bazıları da orada gördükleri tahsili aldıkları görevlerin bir neticesi olarak ilerletiyorlar. Sonra bir dergâh eğitimi var. Dergâhlar da önemli eğitim kurumlarıdır. Padişahından sıradan vatandaşına kadar herkes meşrebine uygun ortamlarda eğitiliyor. Kimi dergâhlarda cehri zikir yapılır, kimi dergâhlarda hafi zikir yapılır, kimilerinde de musiki ağırlıklı bir zikir gerçekleştirilirdi. Sonra zengin vüzera konakları birer eğitim kurumuydu. O konaklarda ev sahibinin çocukları veya yakınlarının çocuklarına ders verilirdi. Özellikle kız çocuklarının eğitimine değer verilirdi.

Öyleyse birilerinin iddia ettiği gibi kız çocukları eğitimsiz bırakılmıyordu?
Kız çocuklarının eğitimsiz bırakılmaları bir yana onlara özel eğitim verilirdi. İlköğrenimden sonra kız ve erkek çocuklar ayrılır, hali vakti yerinde olanların kızları ya da durumu iyi olmayıp da yetenekli olan kız çocukları vezir, vüzeranın sahip çıkmasıyla eğitime tabi tutulurlardı. Bir de Osmanlı’da himaye sistemi vardı. Bakıyorsunuz mesela Sinan Paşa birçok genci alıyor himaye ediyor ve eğitim almalarına imkân sağlıyor. Köle olarak aldıkları gençleri eğitiyorlar ve onların arasından devlet adamları çıkıyor. Sinan Paşa’nın kölelerinden birkaçı daha paşa hayattayken vezir ve sadrazam oluyor. Dolayısıyla saray ve konaklardaki eğitim de çok önemlidir. Bir de esnaf teşkilatında bir eğitim vardır. Esnaf teşkilatları da kendi ilkeleri ve prensipleri doğrultusunda eğitim veriyorlardı.

MEDRESELERİN KALDIRILMASININ SORUMLUSU O DEVRİN ULEMALARIDIR

İmparatorluğun son döneminde Osmanlı ilim hayatının zayıfladığı ve bünyesinde birtakım ciddi zafiyetleri barındırdığı söyleniyor. Bu doğru mu?

Osmanlı medreseleri kendi sistemi, prensipleri ve gelenekten gelen bir takım uygulamaları olan bir kurum. Medreselerin ihtiyaçları da vakıflar tarafından karşılanıyor. Mesela Enderun’un ihtiyaçlarını vakıflar karşılamazdı. Dergâh eğitimi de keza vakıflar tarafından destekleniyordu. Vakıflar mükemmel kurumlar. Ancak sistemi gereği bir takım tıkanmalara, yolsuzluklara da sebep olan bir kurum. Bu sebepler medrese eğitimini de etkiliyor. Medrese eğitiminin de birtakım açmazları var. Bunların başında onların çok iyi kontrol edilememiş olması geliyor. İyi bir eğitim için iyi bir denetim gerekiyor. Her bir medresenin bir müderrisi vardı. Medreselerde ilmen yükselmek de müderrislerin inisiyatifiyle oluyordu. Müderris medreselerin aynı zamanda müdürü, gelir giderinden sorumlu olan kimse durumundaydı. Öğrenci sayısı da çok sınırlıydı. Bu sınırlı sayıdaki öğrencilerin hemen her şeyini, yeteneklerini, kapasitesini müderris biliyordu. Onları okuttuktan sonra bildiği tanıdığı hocalara tavsiye ediyordu. Daha sonra medreselerin sayısı çoğaldı. Başka alanlarda dikiş tutturamamış kişiler “hiç olmazsa medreseye gideyim, vakfın imarethanesinden yer içerim. Ne öğrenirsem de öğrenmiş olurum” diyen kişilerin sayısı arttı. Bu da medreselerin kalitesini düşürdü ve onları zayıflattı. 18 ve 19. yüzyıl da artık medreselerdeki bozulmalar çok daha ciddi boyutlara ulaştı. Osmanlı padişahları da “bu kurumları yeniden dizayn edelim” diyeceklerine belki de anlaşılabilir bir panikle onları kapatıp yerine Batı tarzı kurumlar oluşturmaya çalıştılar. Düşünün ki koskoca imparatorluk kendi valisi ile başa çıkamayacak duruma gelmiş. Herkesin kendisinden medet umduğu dünyanın tek Müslüman devleti bu duruma düşünce belki de kesin bir çözüm olarak medreseleri kaldırmayı gördükleri için bunları kendi haline bırakmış ve mülkiye, harbiye, tıbbiye gibi Batı tarzı okullar açmışlar. Burada da asıl sorumlu olan ulemalardır. Ulema arasında bir tekelleşme olduğu için padişahların tedbirlerini uygulamıyorlar. 1914’te enteresan bir şekilde ittihatçılar tarafından medreseleri canlandırmak üzere Islah-ı Medares komisyonu kuruluyor. Medreseleri mekteplerin seviyesine getiriyorlar. Bu proje başarılı da oluyor. Harb-i Umumi çıkıyor ve 1924’te medreseler lağvediliyor.

Kimdir:
Prof. Dr. Mehmet İpşirli, 1944 yılında Kayseri'de doğdu. 1970 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun oldu. 1971-1976 tarihleri arasında Edinburgh Üniversitesi'nde doktorasını tamamladı. 1976’da mezun olduğu anabilim dalında asistan olarak göreve başladı. 1982’de “Osmanlı İmparatorluğu’nda Kadıaskerlik Müessesesi” adlı tezle doçentliğe, 1988 yılında “Diplomatik Açıdan Mahzar” adlı çalışmasıyla profesörlüğe yükseldi. Halen Fatih Üniversitesi Tarih Bölümü’nde görev yapıyor.