- Prof. Dr. Ayşe Kadıoğlu

Adsense kodları


Prof. Dr. Ayşe Kadıoğlu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Tue 26 June 2012, 03:40 pm GMT +0200
Prof. Dr. Ayşe Kadıoğlu: Türkiye’de vatandaşlık, sözde vatandaşlığa evrilmiş durumda
İbrahim BARAN • 65. Sayı / SÖYLEŞİ


Türkiye’nin AB serüveni uzun yıllar önce başladı. Yıllardır süren müzakere süreci özellikle son 10 yılda daha fazla ivme kazandı. Türkiye’de halkın önemli bir kısmı Batı’ya dâhil olma, Batılı bir Türkiye hayalini büyütüyor içinde. Gazze’ye yardım gemilerine İsrail’in yaptığı terörist müdahalenin ardından AB’nin konu ile ilgili beklenilen açıklamayı yapmaması ve olayı incelemek üzere oluşturulan kurulun uluslararası bir kurul değil de İsraillilerin belirlediği bir kurul olmasına ses çıkarmaması Türkiye ile AB arasında gerginliğe yol açsa da Türkiye’nin AB’yi tamamen dışlaması mümkün görünmüyor. Bu ilişki ileride oluşacak olası bir kabulle birlikte AB vatandaşlığı kavramını gündeme getiriyor. Vatandaşlıkla ilgili önemli araştırmaları bulunan Oxford Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayşe Kadıoğlu ile genel olarak vatandaşlığı ve tarihsel süreçte Türkiye’nin vatandaşlık algısını konuştuk.

Vatandaşlık kavramı son yıllarda sıkça gündeme getiriliyor. Bundan kastedilen şey tam olarak nedir?
Vatandaşlık çalışmaları 1990’lı yıllardan itibaren yapılmaya başladı. İlk kitap 1992 yılında yayımlanmıştı. Bu, bugünün siyasi parametrelerini anlamamıza başka birçok şeyden daha fazla yardımcı oluyor. Bugünün çatışmalarının temelinde, arkasında neler olduğunu anlamamız açısından vatandaşlık kavramı önemli. Vatandaşlık nedir sorusunun cevabı çok uzun. Ama kısaca şöyle izah edebilirim: Bugün biz modern vatandaşlığı konuşuyoruz. Bir de modern öncesi vatandaşlık var. Ayrıca Antik-Yunan’daki tartışmalarla bugünkü tartışmalar arasında da paralellikler var. Antik-Yunan’da şehir devlete üyelik söz konusu. Herkes de vatandaş olamıyor. Dışlayıcı bir kavram olarak kullanılıyor. Kadınlar, esirler ve yabancılar dışarıda bırakılıyor. Sonra görevlere çok fazla vurgu yapan bir kavram olarak kullanılıyor. Genelde de vatandaşlık katılımı öngörüyor, görev ve sorumluluk, itaat gibi kavramları bünyesinde barındırıyor. İlginç bir şey de var; şehir devletlerde vatandaşın tersine budala deniyor. “İdiot” kavramının çıkışı “vatandaş olmayan”dır. Vatandaş olarak yapması gerekenleri yapmayana idiot deniyor. Daha sonra Helenistik düşüncenin ortaya çıkmasıyla birlikte bireyselliğe vurgu yapılmaya, bütün kurallara uymayan da kahraman olarak resmedilmeye başlanıyor. Sivil itaatsizliğin kökeni de buraya dayanıyor. Helenistik düşüncenin etkisiyle daha bireyselliğe vurgu yapan bir nosyona geçiliyor. Burada Snikler, Epikürler ve Stoikler var. Hatta Diyojen ile Büyük İskender’in arasında geçen bir konuşma var. Büyük İskender gider, dönemin en ünlü düşünürlerinden biri Diyojen’i bulur. “Ne istiyorsun benden?” diye sorar. Diyojen’in cevabı ilginçtir: “Gölge etme başka ihsan istemem” der. Mesela Diyojen kendini dünya vatandaşı ilan etmişti. Vatandaşlık kozmopolitleşmeyle birlikte o kutsal halinden koparılmaya ve daha içi boşaltılmış bir hale getirildi. Küreselleşme ile birlikte ulus devletten bir dünya vatandaşlığı durumuna geçiş söz konusu oldu. Sivil itaatsizliğin öne çıktığı, ulus-devletin koyduğu kurallara karşı çıkmanın mümkün olduğu bir dönemdeyiz. Bu bakımdan Antik-Yunan’dan çıkış ve Helenistik düşünceyle birlikte yeniden şekillenmiş bir vatandaşlık kavramını önemsiyorum. Oradaki kozmopolitlikle bugünkü sivil itaatsizlik arasında bir bağ olduğunu düşünüyorum.

Antik-Yunan’da bugünkü anladığımız manada bir milletten bahsetmek mümkün mü?
Hayır, Antik Yunan’a ilişkin böyle bir kavramın varlığından bahsedemeyiz. Orada bir şehir devletine üyelik söz konusu. Burada vurgulanan şey daha çok görevle ilgili bir vatandaşlık. Dolayısıyla bu bir erdem. Herkesin yapabileceği bir şey değil. Antik Yunan’a bir geçiş yaptığımızda görev değil, daha ziyade katılım kısmının ön plana çıkarıldığını görüyoruz. Ortaçağ’da, Roma’da bu böyle sürüp gidiyor. Kavram olarak iyice anlamını yitiriyor. Fransız İhtilali’den sonra modern anlamda vatandaşlığın oluşmaya başladığını görüyoruz. T. H. Marshall vatandaşlık literatüründe önemli bir yere sahip. Diyor ki; “Vatandaşlık üç aşamada gelişti: 18. yüzyılda mahkemelerin ortaya çıkmasıyla sivil haklar konusu gündeme geldi. 13. yüzyılda parlamentoların kurulması ile vatandaşlığın siyasi boyutu gündeme getirildi. 20. yüzyılda da refah devletiyle birlikte sosyal boyutu ifade edildi.” Dünyanın farklı yerlerinde vatandaşlığın gelişim aşamalarını gözlemlediğimizde hep aynı süreç içerisinde geliştiğini göremiyoruz. Mesela Türkiye’de hepsi aynı anda, üstelik aşağıdan taleple değil de yukarıdan bir baskı unsuru olarak ortaya çıktı.

Modern anlamdaki vatandaşlık nasıl tanımlanıyor?
Bunun dört anlamı var: Birincisi milliyet anlamında kullanılan vatandaşlık. Az önce de ifade ettiğim gibi Fransız Devrimi sonrasında bu kısmı çok ön plana çıkarıldı. Çünkü halk dediğimiz olgu millete dönüşüyor. Yurtdışı seyahatlerine gittiğimiz zaman doldurduğumuz formda vatandaş ve milliyet kavramlarının bazen birbirlerinin yerine geçtiklerini görürüz. Bu da bu kavramların geçişli, zaman zaman birbirlerinin yerine kullanılabilen kavramlar olduğunu gösteriyor. 18. yüzyılın sonu 19. yüzyılın başında millet ve devlet olgusunun ön plana çıkmasıyla modern vatandaşlığın ulus-devlete üyelik gibi algılanması gündeme geliyor. İkinci anlamıysa sivil haklar. Vatandaşlıkla haklar arasında da bir ilişki var. Bu anlamda vatandaşlık bir statüye işaret ediyor aslında. Üçüncü anlamıysa görevler. Modern vatandaşlık burada da bir takım pratikler olarak karşımıza çıkıyor. Vatandaş olabilmek için yapılması gereken şeyler var. Ulus-devletlerde bugün mesela birçoğu sorgulanıyor. Vicdani retçilik konuşuluyor bugün mesela. Dördüncü olarak da sertifika anlamına geliyor. Modern vatandaşlık dediğimizde genel olarak bu dört unsur akıllara geliyor. Kimi yerde vatandaşlık haklar olarak algılanıyor, kimi yerde milliyet olarak algılanıyor. Türkiye’de vatandaş olmanın değişik haklar getireceği anlayışı ilk olarak akla gelmiyor. Daha çok görev anlamı, vatandaş olmanın yükümlülükleri akıllara geliyor. Sertifika da önemseniyor çoğu yerde. Ama vatandaşlığın yalnızca sertifika ya da bir aidiyet şeklinde algılanması birçok yerde, mesela Birleşmiş Milletler’de kimilerinin kendini sırf BM sertifikası olduğu için aklamasına neden oluyor. O nedenle vatandaşlığın sertifika anlamına vurgu yapmak da çok sağlıklı değil. Bu durum Filistinliler’i yakından ilgilendiriyor bence. Bugün değişik Arap ülkelerinde yaşayan 4,5 milyona yakın Filistinli var. Batı Şeria’da yaşayan Filistinliler’e Ürdün Devleti Batı Şeria’nın topraklarından ayrılmasına rağmen bir kimlik kartı, yani bir aidiyet sertifikası veriyor. Ya da seyahat edebilmeleri için bir çeşit pasaportları oluyor. Fakat Ürdün’de yaşayanların sahip oldukları hakların birçoğundan faydalanamıyorlar. Ya da 1948’de İsrail’in kurulmasıyla birlikte orada kalmış ve İsrail vatandaşı olmuş Filistinliler İsrail vatandaşlarının faydalandığı haklardan faydalanamıyorlar. Mesela Suriye hükümeti bünyesinde barındırdığı Filistinliler’e vatandaşlık sertifikası vermiyor ama kendi vatandaşlarının istifade ettiği her hakkı veriyor.

Vatandaşlık kavramı ilk defa 1970’li yıllarda Alman siyaset bilimci Sternberger tarafından ortaya atıldı. Ardından Jürgen Habermas bununla ilgili çalışmalar yaptı. Son zamanlarda AB vatandaşlığı konuşulur oldu. AB vatandaşlığı ile Almanya’da ortaya atılan vatandaşlık kavramı aynı şey mi?
Sternberger’in ya da Habermas’ın ortaya attığı vatandaşlık kavramı bugün kullanılan AB vatandaşlığına ilham olmuş olabilir. Ancak aynı şey olduklarını söyleyemeyiz. İlham olma konusu da Habermas’ın ortaya attığı anayasal vatandaşlık kavramı için geçerli. Sternberger’in ifade ettiğiyse başka bir şey. AB bünyesinde ve Türkiye’de tartışılmıştı. Ancak anayasal vatandaşlık kavramı bugün önemli bir kavram. Çünkü anayasal vatandaşlık olgusu bir ulusa üyeliği şart koşmaz. Bir anayasanın bünyesinde buluşan insanlar topluluğudur. Böyle bir duruma vurgu yapması açısından önemli. Bugünkü ulus-devletlerde vatandaşlık kavramı yeni siyasete biçim verirken iki temel kanal üzerinde duruluyor. Bir tanesi ulusötesi vatandaşlığı ön plana çıkarıyor. İşte AB bünyesindeki vatandaşlık tartışmaları bu çerçevede yapılıyor. AB vatandaşlığı denilen bir olgu var. AB vatandaşları bir ülkeye girecekleri zaman başka kapıdan giriyorlar. 1993’te yapılan anlaşmalardan sonra AB üyesi ülkelerden olan bir takım insanlar bir ülkede yaşama hakkına sahip olduklarında orada bölgesel seçimlerde oy verme hakkına sahip oldular. Bu aslında önemli bir vatandaşlık hakkı. Ulusötesi vatandaşlık bir kanal. Bunun içerisinde AB vatandaşlığı gibi ulusüstü vatandaşlıklar var. Bir de benim ulusaltı vatandaşlık diye tanımladığım şehir vatandaşlığı var. Mesela bu Hollanda’da kullanılıyor ve çok ilginç bir şekilde AB üyesi olan ülkeden gelmiyorsanız da belirli bir süre, mesela diyelim ki 5 yıl kaldığınızda, seçme ve seçilmeye ilişkin belli başlı haklara sahip olabiliyorsunuz. Bu da ilginç. Çünkü orada AB üyesi ülkeden gelmiş olmak gibi bir zorunluluğunuz yok. Buna kent vatandaşlığı deniyor. Diğer bir kanal da ulustan arındırılmış vatandaşlık olarak tabir ediliyor. Türkiye’de şu an bu konu konuşuluyor.

Şu sıralar tartışılıyor ama ilerleyen yıllarda Türkiye’de de ulustan arındırılmış vatandaşlık kavramı kabullenilmeye başlanılacak gibi görünüyor.
Evet, zaten şimdilerde de kimi çevrelerce olması gerektiği yönünde sinyaller veriliyor. Daha 1908’de II. Meşrutiyet’in ilan edildiği yıllardaki Osmanlı toplumu ve devlet anlayışına baktığımızda ulusötesi vatandaşlığın kabul edildiğini görüyoruz. 1982 Anayasası ile 1908 dönemini karşılaştırdığımızda arada çok ciddi farklar olduğu ortaya çıkıyor. Yıllar ilerlemiş ancak mantalite olarak biz geri gitmişiz sanki. Bugün onun çok uzağındayız. Türkiye’nin bugün yaşadığı temel birçok problemi de bu çerçeveden ele alabiliriz. Örneğin başörtüsü problemi. Türkiye’de halen üniversitelerde başörtüsü meselesi tartışılırken Fransa’da üniversitelere başörtüsü ile girmenin sorun olmadığını görüyoruz. Orada tartışmalar ilk ve ortaöğrenim düzeyinde oluyor. Türkiye’de bayanlar dindar oldukları için maalesef eğitim hakkından mahrum oluyorlar. Modern vatandaşlığın ne anlama geldiğini ifade ederken yaptığımız sıralamaya göre bu bir vatandaşlık meselesi. Çünkü temel insan hakkı elinden alınmış oluyor. Ama maalesef Türkiye’de bu konu bir gericilik ilericilik ekseninde tartışıldığı için çözüme ilişkin sağlıklı öneriler geliştirilemiyor. Yetişkinler açısından baktığımızda bu başlı başına bir vatandaşlık meselesi.

Türkiye’de vatandaşlıktan anladığımız şey kavramsal olarak millet. Osmanlı’nın son döneminde kullanılan millet kavramıyla bugün kullanılan millet kavramının aynı içeriği barındırmadığı ifade ediliyor. Bildiğimiz anlamda “millet”in bugün Müslümanların tamamını ifade etmek için kullanılan “ümmet”in içeriğini barındırdığı iddia ediliyor. Bu iddiaya katılıyor musunuz?
Bu iddiaya katılmıyorum. Böyle bir konuyu genel yargılarla ifade etmek de yanlış bence. Bunu söyleyebilmek için ancak belli birinin dili üzerinden hareketle, “…kişiye göre” diye başlayan cümlelerle ifade etmek lazım. Benim araştırdığım yazarlarda böyle bir yargı yok. Ümmetten kastedilen şey sizin de ifade ettiğiniz gibi Müslümanların tamamı. Osmanlı’nın millet sistemi çerçevesinden konuyu değerlendirirsek böyle bir yargıya varabiliriz. Bu doğru. Ancak kavramsal olarak böyle olmadığını düşünüyorum. Kavramlar da birdenbire bir gecede değişmez zaten. Bir sürece dâhil olarak kavramlara yeni anlamlar yükleyebiliriz. Osmanlı’nın son döneminde vatandaş olmak demek Müslüman olmak demekti. 1920’lerin ortalarında ise vatandaşlığa başka anlamlar yükleniyor. Giderek vatandaşlıkta etnik boyut ön plana çıkmaya başlıyor.

Vatandaşlık kavramında bir aidiyet oluşturma içgüdüsü var. Peki, legal anlamda değil de toplumsal uygulamalarına baktığımızda vatandaşlık kavramıyla bir aidiyet oluşturulurken aynı zamanda bir başkalaştırma, ötekileştirme de oluşturulmuş olunmuyor mu?
Türkiye’de vatandaşlık kavramı sözde vatandaşa evrilmiş durumda maalesef. Bu bakımdan dediğiniz doğru. Cumhuriyetin kurulduğu yıllardan bu yana bir homojenleştirme çabası var. Asimilasyon yapılırken aynı zamanda bir başkalaştırma da yapılıyor. Müslüman olup da farklı kökenlere sahip insanların asimilasyonu söz konusu oldu. Ulus-devlet olmanın talihi bu. Ulus-devlet olmak istiyorsanız böyle davranmak durumundasınız. Bu süreçte asimile etmeye yönelik ve dışlamaya yönelik iki türlü ayrımcılık da kullanılıyor. Mesela Almanya’da daha çok dışlamaya yönelik bir ayrımcılık mevcuttu Nazi döneminde. Yunanistan’da da biraz öyle aslına bakarsanız. Türkiye’de her ikisi de vardı.

Türkiye’nin temel meseleleri hep o sözünü ettiğiniz ayrışmalara dayanıyor. Durkheim “Din toplumların çimentosudur” diyor. Türkiye bağlamında konuşacak olursak halkının %99’unun Müslüman olduğu bu ülkede bir vatandaşlık bilinci oluştururken din etkin olabilir mi?

Bu ilginç bir soru. Birkaç sene evvel bir konferansa katılmıştım. Türkiye’deki ayrımcılık meselesiyle ilgili. Katılımcılardan iki farklı öneri gelmişti. Önerilerden bir tanesi “çözüm İslam’ın ortak paydasında buluşmaktır” diyordu. Diğer yaklaşım ise çözümün AB’ye yaklaşmakla olacağını ifade ediyordu. Bu süreçte yapılacak düzenlemelerle bu ayrımcılığın bir sorun olmaktan çıkacağını iddia ediyorlardı. Bu açıdan bakarsak işin içerisinde hukuksallık olduğu için AB süreci diğer öneriden bir adım öndeymiş gibi geliyor bana. Ama dinin toplumları bir arada tutan çok önemli bir olgu olduğu konusunda da Durkheim’a katılmamak mümkün değil. Dini toplumdan tamamen soyutlayarak bir çözüm üretilemeyeceğini yakın tarihimiz gösteriyor bizlere. Belki de bu iki görüşün her ikisini birden uygulamaya koyarak yani toplumsal anlamda gayrimüslimleri de dışlamadan, aynı zamanda hukuki zemini de oluşturup bir çözüm üretmek yoluna gidilmeli. Evet, dindarlık insanı vicdanlı kılıyor.

Kimdir:
Prof. Dr. Ayşe Kadıoğlu lisans derecesini 1982 yılında Siyaset Bilimi dalında ODTÜ’den, yüksek lisans derecesini Uluslararası İlişkiler dalında 1984 yılında Chicago Üniversitesi'nden, doktora derecesini de siyaset bilimi dalında 1990 yılında Boston Üniversitesi'nden aldı. Boston Üniversitesi, Tufts Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi'nde araştırma görevlisi ve öğretim üyesi olarak çalıştı. 1992 yılında Stanford Üniversitesi Avrupa Çalışmaları Merkezi'nde araştırmacı olarak bulundu. 1989 ve 1990 yıllarında Ford Vakfi araştırma bursu aldı. 1989 yılında Boston Üniversitesi'nde araştırma görevlisiyken “Üniversite Eğitimciliğinde Mükemmeliyet Ödülü”nü aldı. Araştırma alanları milliyetçilik, uluslararası işçi göçü, kadın ve İslam, vatandaşlık, kimlik, faşizm, liberalizm olarak sıralanabilir. Aynı zamanda Middle East Studies Association of North America üyesi olan Prof. Kadıoğlu halen Oxford Üniversitesi’nde görev yapıyor.