- Prof. Dr. Ayhan Kaya

Adsense kodları


Prof. Dr. Ayhan Kaya

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 20 June 2012, 04:05 pm GMT +0200
Prof. Dr. Ayhan Kaya: İslam artık küresel siyasal bir dil
M. Fuat ER, İbrahim BARAN • 70. Sayı / SÖYLEŞİ


Geçtiğimiz ay İngiltere’nin eski başbakanlarından Tony Blair’in baldızının Müslüman olduğu haberi medyada duyuruldu. Bunun ardından özellikle İngiliz basını konuyla ilgili çeşitli tartışmalara ve dosyalara yer verdi. Örneğin Daily Mail, “Neden birçok modern, kariyer sahibi kadın İslam’a dönüyor?” başlıklı bir haber yayınladı. Bu tür haberler Avrupa’nın İslam’la yüzleşme, öteki’yle birarada yaşama, farklı olanı kabul, hoşgürü, İslamofobi gibi meselelerin uzantılarından. Avrupa’nın İslam’la imtihanını son gelişmeleri de göz önünde bulundurarak İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayhan Kaya ile değerlendirdik. Kaya, bu sorun üzerinde derinlemesine çalışan ve meseleyi kavramak açısından ufuk açıcı görüşlere sahip önemli bir isim. Kaya’nın konuyla ilgili, geçtiğimiz yıl yayınlanan Islam, Migration and Integration (İslam, Göç ve Entegrasyon) adlı çalışması şu günlerde Türkçe’ye çevriliyor.

Oswald Spengler Batı’nın Çöküşü isimli eserde Avrupa’nın ilerleyen dönemlerde kaosa sürükleneceğini iddia ediyor. Bugün Avrupa Spengler’in öngördüğü dönemi mi yaşıyor?
Ben tarihe diyalektik bir perspektifle bakıyorum. Bu çerçeveden Avrupa tarihine bakıldığı zaman gelgitlerin daha fazla yaşandığı bir tarih olduğunu gözlemliyoruz. Kavimler Göçü’nden tutun da pek çok farklı toplumun sürekli yer değiştirdiği, sürekli savaşların ve mücadelelerin olduğu, entegrasyon ve dezentegrasyonun olduğu bir tarih var. Gerard Delanty Avrupa’yı bir anka kuşuna benzetir. Kendini sürekli yakan ve küllerinden yeniden doğan bir mitolojik figür gibidir Avrupa ona göre. Ben de bu fikre katılıyorum. Bugün rahatlıkla denilebilir ki Avrupa Birliği (AB) kendini yakmakla meşgul. Özellikle de neo-liberal bir söylemin hâkim olduğu AB Komisyonu ve AB ülkelerinde bu söylemin şu anda Avrupa’yı ciddi anlamda kendi içine kapalı bir coğrafya haline getirdiğini söylemek mümkün. Diğer taraftan Euro-İslam konusunda sıklıkla karşılaştığımız bir durum var: Bugün Avrupa ülkelerinde kiliseye giden insan sayısı sürekli azalmaktayken camiye giden insan sayısında bir artış gözlemleniyor. Öyle ki bazı kiliseler kepenk kapatıyor ve bir süre sonra camiye dönüştürülüyor ya da başka ibadethaneler haline geliyor. Başka bir perspektiften bakıldığında bu çok anlaşılabilir bir süreç. Eğer Spengler o zaman da böylesine bir pratiğe gönderme yaptıysa bugün Avrupa’yı artık küçülmekte olan, kendisine biçilen küresel bir güç rolünden gittikçe uzaklaşmakta olan ve ciddi bir liderlikten yoksun olarak varlığını şöyle ya da böyle sürdürmeye çalışan bir oluşum gibi görüyorum ben.

Reform hareketlerinin neticesi olarak Avrupa’da profan bir hayat bir anlamda sekülarizm oluşturulmaya çalışıldı. 1950’lere kadar bu anlayış devam ettirildi fakat sonraki süreçte Avrupa’da Hıristiyanlığa karşı yönlendirmeler söz konusu oldu. Şu an Avrupa’nın İslam’a yönelmesini bu temele dayandırabilir miyiz?
Pratiğe baktığımızda bugün Almanya’da Hıristiyan kökenli olup da din değiştiren, Müslüman olan çok sayıda insan olduğunu biliyoruz. Başka ülkelerde de benzeri bir gelişmeden söz etmek mümkün, mesela İngiltere, Hollanda gibi… Örneklerin sayısını daha da artırabiliriz. Bu biraz da bana Sovyetleri hatırlatıyor. Birlik yıkıldıktan sonra bu yıkıntının insanların anlam dünyalarında yol açtığı çöküntülerden insanlar kendilerini koruyabilmek, arındırabilmek ya da küreselleşmenin insanı destabilize eden, durağanlaştıran etkilerinden biraz olsun uzaklaşabilmek için bir takım ruhani unsurlara geri dönmeye çalıştılar. Mesela o dönemde köken olarak Hıristiyan Ortodoks olan insanlar çocuklarını camiye ya da İslami eğitim veren okullara göndermeye başladılar. Onlar için tek bir şey vardı: çocuklarının daha ruhani bir dünyada yetişmesini istemek. Dolayısıyla Avrupa’da yüzyıllardan beri yaşanan sekülerleşme, dünyevi olanla uhrevi olanın Kartezyen bölünmenin ya da parçalanmanın yaşandığı düzlemde özellikle de küreselleşmenin o bildik referansları ortadan kaldırdığı düzlemde insanların yeni bir arayış içerisinde olduklarını iddia etmek çok da abartılı olmayacaktır. Eğer bu soru içinde böyle bir varsayımı barındırıyorsa, evet gayet mümkün. İslam, küreselleşmeyle birlikte ortaya çıkan küresel kapitalizmin hegemonyasına muhalefet eden bir karşı-hegemonik güç ürettiği için özellikle sol söylemin neredeyse ortadan kalktığı bir dönemde biraz da muhalefetin dili olma, madunun dili olma işlevini de görmeye başlıyor. Öyle ki, kendilerini Avrupa’nın lanetlenmiş siyahları olarak gören bir takım yoksul Avrupalılar bile İslam’ın siyasallaşan dilinin cazibesine kapılıp kendilerini Müslüman olarak tanımlamaya bile başlıyorlar. Şunu iddia ediyorum; İslam belki insanların ruhani ihtiyaçlarına cevap verebilir ama diğer taraftan da bir takım insanların politik ihtiyaçlarına cevap veren politik bir dil haline gelmiştir. Bugün artık İslam’a sıradan bir din olarak bakmak yerine giderek küresel siyasal bir dil halini alan bir küresel oluşum olarak bakmak gerekiyor.

O halde Avrupa’da İslam’ın yayılmasını yalnızca sosyolojik bir vakıa olarak görmemek aynı zamanda siyasal ve ruhani yönleri de barından dinamik bir mesele olarak değerlendirmek gerekiyor.
Evet, İslam son derece siyasal ve toplumsal bir düzlemde ele alınması gereken bir mesele. İnsanlar kendilerine karşı yöneltildiğini düşündükleri hor görülme, aşağılanma durumlarında yaslanabilecekleri bir dil arıyorlar ve o dil de şu an İslam tarafından sunuluyor. Bu nedenle bugün dünyanın birçok yerinde İslami kimliği kullanmak suretiyle o aşağılanmışlığın üstesinden gelmeye çalışan milyonlarca insan mevcut. Hatta zamanında Fransa’daki banliyö eylemlerini değerlendirirken dönemin İçişleri Bakanı Nicolas Sarkozy’in “Bunlar El-Kaide bağlantılı, çapulcu genç çocuklar” dediğini anımsayalım. Hemen ardından bunların hiçbirinin El-Kaide’yle bağının olmadığını Fransız resmî makamları açıkladılar. Hatta bu çocukların önemli bir kısmı kendilerini “Müslüman-ateist” olarak tanımlamışlardı. Müslümanlık burada siyasal ve hatta etnik bir kimlik haline bürünüyor.

TOLERANS PROBLEMLİ BİR KAVRAM

Bir yandan Avrupa’da İslam’a karşı bir önyargı var. İslamofobi’den bahsediliyor sıklıkla. Diğer yandan da Avrupa’da İslam yaygınlaşıyor…
Aslında İslam’a karşı ciddi bir önyargı var. Avrupa İslam’ı kültürel olarak kabullenmiyor. Batı çok da tolere etmek istemediği bir yapı ile karşı karşıya. Ama diğer taraftan da kamusal alanda daha sık görülen, yaygınlaşan bir mesele ile karşı karşıya. Bir taraftan korkuyor, bir taraftan da bu yaygınlaşmayı nasıl kontrol edebileceğine ilişkin herhangi bir fikri yok. Tolerans kavramı Avrupa’da ilk defa 16. yüzyılda konuşulmaya başlandı. Avrupa’da din savaşlarının yoğun olduğu bir dönemde üretildi. Bu kavramın özünde de şöyle bir yargı var: “Ben aslında senin doğru yolda olmadığını düşünüyorum. Değişen şartlar çerçevesinde seni çok istemememe rağmen seni yok edemiyorum da. O halde kabul edeyim seni…” Bu tolerans kavramından hareketle Avrupalının İslam ile doğru bir ilişki kurma ihtimali yok. Özünde yanlış olduğuna inanıp öteki’yle yaşamaya devam edeceksin. Bu sürdürülebilir bir birliktelik değil. Bir yerden çatlar. Çünkü tolerans kavramının içinden çıktığı düzlem Hıristiyanlık içerisindeki farkların giderilmesi ya da bir şekilde yönetilmesi ve daha ortak bir hayat kurulmasına ilişkindi. Ama bu defa farklı bir dinden bahsediyoruz. Avrupa, Yahudiliği de aslında çok da fazla kanıksayamadı. Ancak tarihsel yük, borç gibi nedenlerle Yahudilik Avrupa’daki varlığını devam ettiriyor. Ancak İslam’la henüz daha o yüzleşmeyi sağlayamadı. Çünkü daha yeni bir süreç bu. Bu sürecin daha da devam edeceğini düşünüyorum. Avrupa’da şu an yaşanan kriz İslam’ın seküler olduğu iddia edilen devlet tarafından barışçıl bir şekilde farklı olanların biraradalığını sağlamaya çalışma meselesidir. Ben şu âna kadar bu konuda çok da başarılı olduklarını ve olabileceklerini düşünmüyorum.

Avrupa’da Müslümanlara karşı geliştirilen bu tutum öteki söyleminin, hoşgörü söyleminin de içini boşaltıyor sanki. Farklı olana saygı duymak yerine kendi biçimlendirdiği, tanımladığı bir farklıyla muhatap olmak istiyor.
Tolerans zaten çok problemli bir kavram. “Ben seni istemiyorum. Gönül isterdi ki, ötekinin olmadığı daha homojen bir yapıda yaşayayım. Ancak şartlar seninle birlikte yaşamamı gerektiriyor. Bu nedenle seni tanımak durumundayım. Onun için seni tolere ediyorum” gibi bir düşünce gelişmiş. Tolerans kavramının olduğu yerde üstü örtülü bir şekilde intoleransı yani hoş görmemeyi kabul etmiş olursunuz. Mesela Hollanda tolerans kavramının ve çokkültürlülüğün beşiği. Bugün Hollanda’nın geldiği nokta intoleransın yüceltildiği bir nokta. Hoşgörü kavramı da bu anlamda problemli. Çünkü hoş görmek de karşısındaki insanın hata yaptığını baştan kabullenmek demektir. Bana sanki bunlar yerine daha sufi bir kavram olan “saygı” kavramının kullanılması ve bir tür saygı etiğinin geliştirilmesi daha doğru olur gibi geliyor. Ya da “tanıma” kavramını, “kabul etme” kavramını önerebilir miyiz gibi bir düşüncemiz de var. 14 Avrupa ülkesiyle beraber bunun çalışmasını yapıyoruz şimdilerde. Müslümanlar örneği burada bize yol gösteriyor. Avrupa’nın ötekisi İslam olduğuna göre Müslümanlar burada ayna tutuyorlar diğer Batılı toplumlara. Batılıların artık tolerensla öteki dinden olanları kabul edemeyeceklerini anlamaya başlamaları lazım, ötekinin ötekiliğini kabul etmeleri lazım. Saygı göstermek, bir takım müşterek noktaları bulmak lazım. Şu an Avrupa’nın verdiği sınav böyle bir sınav diye düşünüyorum.

AVRUPA’DA İSLAM SİYASAL BİR KİMLİK OLARA ALGILANIYOR

Seküler devletlerin her türlü mücadelelerine rağmen gazetelerde Avrupa’nın yavaş yavaş İslamlaşmaya başladığına dair haberler okuyoruz. Bu sürecin Müslüman nüfus yoğunluğunun artmasına bağlayabilir miyiz?

Bir taraftan evet, çünkü Balkanlar da dâhil bugün Avrupa’daki Müslüman nüfusu saydığımızda 20 milyonu buluyor. Bugün pek çok Avrupa ülkesinden daha fazla olan bir nüfustan bahsediyoruz. Bu insanlar da bir takım dinî ya da etnik kurumlara sahip olan insanlar. Kurumların özünde varlıklarını devam ettirmek vardır. Mümkün olduğunca müşterilerini, üyelerini artırma düşüncesinde olan yapılardır kurumlar. Mutlaka bu demografik artışla birlikte Batı’da Müslümanlığa ilgi duyan insanlarda artış olduğunu söylemek mümkün. Bir insan Hıristiyan olsa bile Müslümanları kabullendiği zaman onlarla etkileşim kurabiliyor. Ben Almanya’da doktora çalışmamı yaparken Berlin’de Islamic Force adında bir rap grubu ile tanıştım. İnsan bunu ilk duyduğunda radikal İslamcı bir grup olduğunu tahayyül ediyor. Fakat hiç de ilgisi yoktu. Çocuklardan bir tanesi Alevi Türk, bir tanesi Alevi Kürt, bir tanesi Boşnak Müslüman kız, diğeri de İspanyol-Alman karışımı bir Hıristiyan’dı. Mesela o Hıristiyan olan arkadaş DJ Derezon “Ben Müslümanım” diyordu. Müslümanlığı siyasal bir kimlik gibi tanımlıyordu. Bugün ABD’de nasıl Afrikalılar ABD’nin ötekisiyse, Avrupa’da itilmiş, horlanmış, ötekileştirilmiş insanların önemli bir kısmı da kendilerini bu yükselmekte olan karşı hegemonik küresel İslam’a angaje olmuş hissediyorlar. O yüzden rahatlıkla “Ben de Müslümanım” diyebiliyor. Kendisini Avrupa’nın siyahı olarak gördüğü için böyle. Göçmenler rahatlıkla bu siyasal İslami söylem çerçevesinde gerek siyasal olarak gerekse de manevi olarak Müslüman kökenli olmasalar bile kendilerine bir yer edinebilirler. İslam’ın yükselişi biraz da farklı bir muhalefet dili geliştirmekle alakalı.

Mesela Avrupa’da, pratikler bakımından dindar denemeyecek bazı kadınlar 11 Eylül’ün ardından başörtüsü takmaya başlamışlardı…

Guantanamo’da yaşananlar, Irak askerlerine yapılanlar, Hz. Peygamber’in karikatürlerinin yayınlanması, Hollanda’da Geert Wilders’in başkanlığında olup bitenler, yine Fransa’da İslam karşıtı söylemin ayyuka çıkması gibi olaylar etkiliyor insanları. İngiliz askerlerin Müslümanlara yaptıkları işkenceler Müslüman olsun olmasın herkesi etkiliyor. Aslına bakarsanız bu yaşananlar hepimizin vicdanına dokunuyor. Bu nedenle tepkisel olarak kimisi başını örtüyor, kimisi Müslüman olmadığı halde Müslüman olduğunu aleni bir şekilde ifade ediyor. Dolayısıyla bunları anlamaya çalışırken İslam’a ruhani bir perspektiften bakmanın yanı sıra siyasal ve sosyolojik perspektiflerden de bakmamız gerekiyor.

11 EYLÜL AVRUPA’YI EN AZ ABD KADAR ETKİLEDİ

11 Eylül Avrupalıları nasıl etkiledi?

11Eylül’den sonra İslam konusu, göç konusu ve “öteki” konusu bir güvenlik sorunsalı olarak değerlendirilmeye başlandı. Hâlbuki yıllardan beri göç konusunu çalışan biri olarak ben bu olguya dinamik yanıyla bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Bizi dönüştüren, değiştiren, homojenlikten kurtaran bir süreç olarak ele aldım ben göçü. Göç 60-70 ve hatta 80’lerde de dünyada böyle algılanıyordu. Ancak 90’larda birden farklılaşmaya başladı ve 11 Eylül 2001’den sonraysa bambaşka bir mecraya girdi. Şu anda özellikle de muhafazakâr iktidarlar tarafından ciddi bir tehdit olarak algılanıyor. Kendi seçmen kitlelerini daha kolay kontrol edebilmek ve daha kolay oy bulabilmek için İslam’ı, göçmenleri ya da “öteki”ni “içerideki düşman” sendromuyla lanse ediyorlar. Bu nedenle de Angela Merkel’in geçenlerde söylediği “Çokkültürlülük sona ermiştir” gibi söylemlerde bunların izini bulmak mümkün. 11 Eylül’de çok acı bir olay yaşandı, binlerce insan öldü. Dünyanın sembollerinden biri olan o ikiz kuleler yerle bir oldu. Bu tarihten sonra süreç İslam karşıtlığına yöneltildi. Bunu yapanlar da siyasetçilerdi, medyaydı ve karar alıcılardı. Kamuoyu denilen şey genellikle verili olarak kabul edilir. Siyasal partiler ya da hükümetler “Kamuoyu böyle düşünüyor diye politikamızı böyle belirlemek durumunda kaldık” derler. Ya da “Kamuoyu göçe karşı, biz de vize rejimini onun için daha da serleştiriyoruz. Kamuoyu insanların ülkemize göç etmesini istemiyor” derler. Bu çok hatalı bir hareket noktası. Her şeyden önce kamuoyu verili bir şey değildir, üretilir. Bunu üreten siyasetçinin ya da medyanın dilidir. İnsanları global açıdan ele aldığınız da onların düşüncelerini belli ölçülerde de olsa şekillendirmeniz pekala mümkün. İçinde yaşadığınız toplumu bir siyasetçi olarak bir devlet adamı olarak farklılıklara saygı duyan bir niteliğe eriştirmeniz pekâlâ mümkün. Medya da buna destek verebilir, ama böyle olmadı maalesef. Mesela hatırlayın 11 Eylül’den hemen sonra şarbonlu zarfların gönderilmesi meselesi gündeme geldi. El-Kaide ve Taliban’ın üzerine atıldı. Ancak sonradan anlaşıldı ki olayı gerçekleştiren emekli bir Amerikan askeriydi. Ben konunun ilgilisi olarak bunu bilebilirim, isteyen herkes de ulaşabilir bu bilgiye ama bir de bu bilginin kamusallaşması vardır, bu bilginin kamuoyunda kullanılması vardır. Ancak kamuoyunda kullanılmadı, bu bilgi yeterince işlenmedi. Sıradan insanların hafızalarına antraksla birlikte El Kaide, İslam, Taliban iyice kazındı. Yani İslam denildiğinde İslam’la birlikte suç, şiddet, kadını taşlayan erkek cemaati, aile içi şiddet ve namus cinayetleri gibi olgu ve olaylar silsilesi geliyor. Burada Michel Foucault’nun kullandığı governmentality yani yönetsellik kavramını kullanırsak, bugün işsizlik, yoksulluk, adaletsizlik ve eşitsizlik gibi yapısal sorunlara çözüm bulamayan ulus-devletlerin kendi iktidarlarını güvence altına alabilmek için ürettikleri bir yönetsellik aygıtı olarak görüyorum ben bu İslam ve göç karşıtlığını. Bir günah keçisi bulduğunuzda insanlar sizin arkanızdan rahat bir şekilde gelebilirler. Ama aslında burada toplumu bölen parçalayan sorunun özü, işsizliktir, yolsuzluktur, adaletsizliktir…

George Bernard Shaw ilerleyen günlerde Avrupa’da İslam’ın daha da yaygınlaşacağını iddia etti ve bu iddia üzerine “Stop Eurabia” gibi gruplar kuruldu. Bu gibi iddialar hep bir korku psikolojisinin ürünü olarak ortaya çıkıyor. Avrupalı düşünürlerin dahi toplumu bu şekilde yönlendirmeleri de provokasyon amaçlı mıdır sizce?
Kesinlikle böyledir. Bir toplumu yönetmenin birkaç yolu var. Bunlardan bir tanesi insanların sorunlarına çözüm bularak onların gönlünü kazanmak ve bu şekilde bir meşruiyet zemini oluşturmak. Doğru olan da budur zaten. Üzerine konuştuğumuz sürecin başlangıcına kadar da böyle olagelmiştir. Ama artık böyle olduğunu düşünmüyorum. İktidarlar artık korkunun siyaseti ve ticaretini yaparak iktidarlarını sürdürmenin peşindeler. “Bugün bu duruma engel olamazsak zamanında Moğolların ya da Endülüslerin Güney Avrupa’yı ‘işgaliyle’ ortaya çıkan durumu yeniden yaşayabiliriz” gibi düşünceler geliştiriliyor. Bunu söyleyen de meşhur İtalyan Orianna Fallaci gibi bir yazar. Dolayısıyla biraz da İslam, Doğu karşıtlığı gibi olguların temelinde de, tarihsel bilinçaltının varolduğunu söylemek mümkün.

Kimdir:
Prof. Dr. Ayhan Kaya 1968’de Erzurum’da doğdu. Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Aynı bölümde yüksek lisans eğitimini, 1994-1998 yılları arasında University of Warwick’te doktora eğitimini tamamladı. 1998-2001 yılları arasında Marmara Üniversitesi’nde ders verdi. Etnik Gruplar ve Sınırlar, Yurttaşlık ve Sosyal Sınıflar adlı çevirileri ile Kökler ve Yollar: Türkiye’de Göç Süreçleri derleme çalışmaları, Berlin’deki Küçük İstanbul gibi pek çok dilde yayınlanmış eserleri ve onlarca makalesi bulunan Kaya’nın geçtiğimiz yıl yayınlanan Islam, Migration and Integration adlı kitabı Türkçe’ye çevriliyor. Kaya’nın yayına hazırlanmakta olan bir diğer kitabı ise Türkiye’de Çerkes Diasporası. Prof. Kaya, halen İstanbul Bilgi Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü Müdürlüğü’nü yürütüyor.