- Prof. Dr. Arus Yumul

Adsense kodları


Prof. Dr. Arus Yumul

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sat 23 June 2012, 12:14 pm GMT +0200
Prof. Dr. Arus Yumul: Kapitalist sistemin devamı için tüketiyoruz
İbrahim BARAN • 67. Sayı / SÖYLEŞİ


Küreselleşme tıpkı bir atmosfer gibi etrafımızı kuşatmış durumda. Dünyanın herhangi bir yerinde gerçekleşen bir olayın yayılması bundan 50 sene öncesine göre çok daha kolay ve hızlı. Küreselleşmenin bir ayağı da tüketim kültürü. Ve Türkiye gibi ülkelerde bu kültürün etkisi daha büyük. Kapitalizmle dirsek teması içerisinde olan ekonomi teorileri ihtiyaçlarımızın sınırsız, kaynaklarımızınsa kıt olduğunu ifade ediyor ve insanları sürekli tüketmeye, harcamaya sevk ediyor. Kitle iletişim araçları, sürekli tüketime endekslenmiş hayat tarzları gibi faktörler de eklenince tüketme güdüsü dünyada ve özellikle gelişmekte olan Türkiye gibi ülkelerde daha fazla yaygınlaşabiliyor. Tüketme kültürünü ve onun toplumlara nasıl tesir ettiğini konu ile ilgili araştırmaları bulunan önemli bir isimle, İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Arus Yumul’la değerlendirdik…

Sürekli bir tüketme kültüründen bahsediliyor. Türkiye’de gerçekten bir “tüketme kültürü” var mı?
Evet var. Üstelik sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada tüketim kültürü var. Bunun gelişmişlikle, batılı ya da doğulu olmakla da ilgisi yok. Kapitalizmin küreselleşmesiyle birlikte tüketim kültürü bütün dünyaya yayıldı, Türkiye de bundan nasibini aldı.

İnsanlar nasıl tüketeceğini biliyor mu?
Nasıl tüketeceğini bilmek bugünkü dünyada göreceli bir soru. Çünkü eskiden rasyonel ve basit tüketiciden bahsederdik. Düz, ihtiyaçları için tüketen bir tüketici vardı. Üst sınıflar gösterişe yönelik bir tüketime yönelmişlerdi. Ama artık çok daha karmaşık bir tüketici tipiyle, malları kullanım değeri için tüketmeyen, sadece ona sahip olmak için tüketen ve kimliğini tükettiği mallara göre belirleyen bir kitle ile karşı karşıyayız. Bugün orta sınıf dünün zengin insanları gibi tüketmeye başladı. Eskiden yeni, prestijli ürünler zengin sınıflar arasında çıkar, ardından yavaş yavaş dikey olarak toplumun gelir düzeyi bakımından daha aşağı sınıflarına doğru yaygınlaşırdı. Üst sınıflar yeni bir ürünle tanışır, ve eskisi ucuzlamış olurdu. Bugün durum değişti. Şöyle bir örnek vereyim: Bir marka yeni bir ürün çıkarıyor ve çok kısa bir sürede onun çok ucuz taklitleri piyasaya çıkıyor. Aşağıya yayılma sürecini beklemek zorunda kalmadan orta sınıflar ve alt orta sınıflar bu ürünlere erişmesi sağlanıyor.

Tüketim kültürünün tüm dünyada varolduğunu ifade ettiniz. Ona yönelik problemlerin Türkiye’de olduğu gibi dünyanın diğer ülkelerinde de varolduğunu söyleyebiliriz o halde…
Elbette. Bu sorunlar dünyanın diğer ülkelerinde de yaşanıyor. Tüketimci kültür, hatta buna “tüketimci sendrom” adı da veriliyor, gelişmiş ülkelerde başlayıp, dünyanın diğer ülkelerine yayılan bir davranış biçimi olarak karşımıza çıktı. Bu da kapitalizmin ortaya çıkardığı bir olgu.

Kapitalizmin tüketim kültürünü ortaya çıkarıyor. Tersinden düşünecek olursak tüketim kültürü kapitalizmin önemli ayaklarından biridir diyebilir miyiz?
Tüketim kültürü tabii ki küreselleşen kapitalizmin en önemli ayağı. Bunu şöyle izah edebiliriz: Tüketmek, sürekli yeni ihtiyaçlar ortaya çıkarmak, ihtiyaçlarımızın bir hududu olmadığını düşünmemizi sağlamak gibi parametreler kapitalizmin istikrarı için birer araç olarak kurgulandı ve tüm insanlara empoze edildi. Hatırlayın, kriz çıktığında çeşitli kampanyalar vardı, “Türkiye için tüketiyorum” gibi. Sonra lüks mağazalar indirim yaptılar, alışveriş için özel günler belirlendi. Bütün bunlar kapitalizmin istikrarlı bir şekilde devam etmesi için alınan önlemlerdi.

Mevcut iktisat teorileri de bahsettiğiniz şeyi destekliyor. “Sınırsız insan ihtiyaçlarının kıt kaynaklarla karşılanmaya çalışılması” düşüncesi tam olarak buna hizmet ediyor.
İnsanların ihtiyaçları elbette olacak. Temel ihtiyaçlarımız var mesela. Hayatta kalmamızı yaşamamızı sağlayacaklar ihtiyaçlar var. Ancak bize ihtiyaç olarak sunulan şeyler bu temel ihtiyaçların, hatta ikincil ihtiyaçların çok ötesinde. Bugün birçok insan daha dün lüks olarak tanımlanan ürünleri temel ihtiyaç olarak tanımlamaya başladı. Bunlar işte az önce de ifade ettiğim gibi kapitalizmin ve onun araçları olan reklamcılıkla pazarlamanın dayattığı şeyler. Arzularımız, isteklerimiz, özlemlerimiz artık bize ait değil. Bizlere sunulan ve daha önemlisi bizim içselleştirdiğimiz, sahiplendiğimiz özlemler, istekler ve arzular.

Türkiye ekseninde konuşacak olursak, Türkiye küreselleşen dünyada bir dönemecin başlangıcında mı, yoksa onun için önceden varolan ve bugüne devam eden bir süreçten mi bahsetmemiz gerekiyor?
Türkiye şu an küresel ekonomiye eklemlenmiş durumda. O da artık bu tüketim kültürünün bir parçası. Şunu da söylemek gerekiyor. Dünyada tüketimin bu kadar artmasını destekleyen şeylerden biri de tüketmenin mekân ve zamanının kısıtlı olmaması. Sürekli yeni alışveriş merkezlerinin açılması, bunların akşamları ve hafta sonları da açık olması, internet üzerinden 7 gün 24 saat alışveriş yapma olanağı sürekli alışveriş yapma imkânı sunuyor. Öyle bir hale geldik ki artık alışveriş yapmadığımızda sanki hayatımızda bir şeylerin eksik kaldığı düşüncesine kapılıyoruz. Hayatımızın en önemli sorularından biri “Bugün ne aldım?” sorusu oluyor. Eskiden bir ürünün reklamı yapıldığında “evladiyelik” denirdi. Ancak bugün “yap-sat-at” ekonomisinde yaşıyoruz. Tüketim kültürü de aslında gücünü buradan alıyor. Yeni bir ürün çıkıyor, moda oluyor ve herkes onu benimsiyor. Ancak daha kullanmaya başlar başlamaz modasının geçmiş, miadının dolmuş olduğunu fark ediyorsunuz. Siz de “demode” görünmemek, “zamanı geçmiş”, “eski kafalı” olarak yaftalanmamak, için cep telefonunuzu, kıyafetlerinizi, ayakkabılarınızı değiştiriyorsunuz. Sahip olduğunuz şeyin zevkini çıkarmak yerine ondan hemen kurtulmaya çalışıyorsunuz.

TÜKETTİĞİMİZ KADAR YAŞIYORUZ

Bugünkü dünyada tükettiğimiz ürünler sosyal statümüzü beliriyor…

Evet, çok haklısınız. Tüketimle sosyal statü arasında her zaman bir ilişki vardı. Ama daha geleneksel toplumlarda sosyal statünüz doğuştan verili kriterlerle belirlenirdi. Yasal, dinî kurallar ya da gelenekler farklı tabakalar için tüketim normlarını belirlerdi. Statünün daha akışkan olduğu, eski tip hiyerarşik yapıların önemini kaybettiği, tabakalaşmanın ekonomik faktörlere bağlı olduğu modern ve modern sonrası toplumlardaysa tüketimin ön plana çıktığını söyleyebiliriz. Böyle toplumlarda kim olduğunuzu hem kendinize hem de diğer insanlara hayat tarzınızla ve tükettiklerinizle ispat etmeye çalışıyorsunuz. Bir kimlik oluşturma ve bir statü sahibi olma aracı olarak tüketim ön plana çıkıyor.

Tükettiğimiz kadar yaşıyoruz değil mi?
Evet. Ve işin ilginci tükettiklerimizin gerçekten zaruri ihtiyaçlarımız olduğunu zannediyoruz. Böyle bir yanılsamanın içindeyiz. Tüm dünyada da böyle bir algı var. Mesela İngiltere’de yapılan bir araştırma hiç giyinmedikleri elbiseleri satın alan kadınların oranının sürekli arttığını gösteriyor. Bu sadece sahip olmak güdüsüyle yapılan bir davranış. Tüketim ihtiyaçlardan değil, sonsuz arzularımızdan kaynaklanıyor. Temel ihtiyaçlarını karşılayabilen, belirli bir harcama seviyesinin üzerine çıkabilen insanlar ellerindeki parayı tasarrufa yönlendirecekleri yerde harcamaya yönlendiriyorlar. Taksitli satışlar ve kredi kartları kazanmadığınız parayı harcama olanağı sunarken geleceğinizi de ipotek altına alıyor.

MEDYA TOPLUMU YANLIŞ BİLİNÇLENDİRİYOR

Kitle iletişim araçlarının tüketim kültürüne etkisinden bahsettiniz. Gazeteler, internet, televizyon dizileri tüketim kültürünü nasıl etkiliyor?

Türkiye’de bu araştırma yapıldı mı bilmiyorum ama ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, Amerikalıların büyük bir çoğunluğu diğer Amerikalıların havuzlu villalarda yaşadığını, arabalarının, hizmetçilerinin olduğunu düşünüyor. Yani filmlerde, dizilerde bir Amerikalı nasıl resmediliyorsa diğer Amerikalıların da o şekilde yaşadığını zannediyor. Yani “benden başka herkes zengin” ya da “herkes benim kadar zengin” yanılsaması toplumda hâkim. İdeal, hatta “normal” yaşam standartları budur deniyor. Fakirlik suçla, sorunla ilişkilendiriliyor. Sistemi sorgulayan diziler, filmler yapılmıyor.

O halde Türkiye’de bugün dizilerde yaşanan olayların ve orada sunulan hayat biçimlerinin insanlara birebir örnek olması bakımından ciddi etkiye sahip olduğunu söyleyebilir miyiz?
Tüketim açısından söyleyebiliriz, ancak ahlâki açıdan soruyorsanız şayet çok da etkili olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Çünkü bizler de çocuk değiliz. Halkı bir çocuk gibi düşünüp “onlara doğru yolu göstermek gerekir” gibi bir mantıkla dizileri yorumlamanın doğru olduğunu düşünmüyorum. Mesela sona ermiş olmasına rağmen bugün hâlâ tartışılan bazı diziler var. Ama bu dizilerin senaryolarına ilham olan eserler bugün yazılmadı. Evet, o zamanlar okuma oranı daha azdı, ama TRT bugün tartışılan o dizilerden bazılarını daha önce yayınlamıştı. O yüzden, bu tip tartışmaların toplumun büyük bir kesimini etkileyecek kadar sosyolojik bir karşılığı var mı, açıkçası emin değilim.

Televizyon dizilerinin insanların tüketim alışkanlıklarını etkilediğini söylediniz. Tersinden düşünecek olursak insanların tüketim anlayışını olumlu yönde etkileyecek, bir kanaat kültürü oluşturacak diziler hazırlansa ne kadar etkili olur?
Bu dizilerle sınırlı bir durum değil. Kapitalizmin şekil değiştirdiği 1970’lerden itibaren satış, pazarlama, reklamcılık sektörleri ön plana çıkmaya ve üretimin yerini hizmet sektörü almaya başladı. Başka türlü diziler olsa dahi, yine de reklamlar, pazarlama ve medya yolu ile tüketimi özendiren, kullandığımız ürünleri çeşitli imgelerle zihnimize yükleyen bir mesaj bombardımanı ile karşı karşıya kalacaktık. Mesela araba özgürlükle, estetikle, aşkla ve romantizmle ilişkilendiriliyor. Bunun gibi her ürüne farklı imgeler yükleniyor. Sonuçta siz, o ürüne sahip olduğunuzda, işte mesela arabaya sahip olduğunuzda daha mutlu, güzel, özgür olacağınızı zannediyorsunuz.

İHTİYAÇ EŞİĞİMİZ GİTTİKÇE YÜKSELİYOR

Peki, ne yapmamız gerekiyor? Bir çözüm mevcut mu?

Reçete sunmak zor. Ama öncelikle gerçek ihtiyaçlarımızla gerçek olmayan ihtiyaçlarımızı ayrıştırabiliyor muyuz, buna bakmamız gerekiyor. Gençler ve çocuklar açısından baktığımızda durum o kadar zor ki. Marka giyinmeyen, marka cep telefonu, kalem, defter kullanmayan çocukların dışlandığı okullar var. Çocuklar, hatta erişkinler tüketiciler olarak sosyalleşiyor. Tüketim sadece kendini gerçekleştirmenin değil aynı zamanda toplumla iletişim kurmanın bir aracı olarak algılanıyor. Bu yüzden öncelikle tüketimi empoze eden, onu “iyi” hatta “normal” hayatla ilişkilendiren ideolojiden kurtulmamız gerekiyor. Bu zor bir şey. Çünkü küresel çapta yürütülen bir ideolojik faaliyet söz konusu. Eskiden insanların kendilerini karşılaştırdıkları referans grupları kısıtlıydı, komşular, akrabalar, iş arkadaşları gibi. Bugünse kendimizi dünya starlarıyla, dünyanın en zengin insanlarıyla karşılaştırıyoruz. Bu imajlara erişmek çok kolay, çünkü onlar çevremizde sürekli dolaşıyor ve zihinlerimizdeki “ihtiyaç eşiği” sürekli yükseliyor.

Din veya kanaati salık veren gelenekler bir çözüm olabilir mi?
Türkiye’den konuşacak olursak yıllardır bize bir lokma bir hırka görüşünün ne kadar kısıtlayıcı olduğu, tüketim ve modernleşmenin el ele gittiği anlatıldı. Tüketim ve modernleşmenin el ele gittiği görüşü Batı’da özellikle ABD’de 1920’lerde önem kazanmıştı. Bizde de bu görüş 1950’lerden sonra yaygınlaştı. Bugün “inançlı kesim” de küresel ekonomiye entegre olmuş durumda. Onlar da tüketim kültürünün bir parçası haline geldiler. Böyle bir ortamda “tüketme!” demenin yabancılaştırıcı bir etkisi olacaktır. Ayrıca küresel kapitalizm de buna müsaade etmeyecektir. Küresel kapitalizme eklemlenmiş olan grupların, hangi dinden hangi inançtan olursa olsun, böyle bir hayat tarzına kolay kolay geri döneceklerine inanmıyorum. Geleneksel inanç sistemleri hatta çeşitli ideolojiler, istek ve arzuları ertelemenin, hatta onlardan vazgeçmenin erdemini vazeder. Gelecek bugünden önemlidir ve bugün daha iyi bir gelecek için feda edilebilir. Oysa bugünkü dünya, istek ve arzularımızın anlık tatminini olumlayan bir dünya. Geleneksel dünyada insanlar kendilerini yaratıcıya beğendirmeye çalışırken, bugün artık birbirlerine beğendirmeye çalışıyorlar. Bunu da tüketim yoluyla yapıyorlar.

Bu şekilde yaşamak da olağan hale geldi...
Tüketim kültürü dünya üzerindeki hâkimiyetini günden güne pekiştiriyor. Bu kültür her şeyi metalaştırıyor. Öyle ideolojiler empoze ediliyor ki, mesela bir “dış görünüş ideolojisi” var. “Beden geçicidir, önemli olan ruh güzelliği” görüşü artık kayda değer görünmüyor. Her şey gibi insan bedeni de bir meta haline geldiği için, sürekli estetize edilmesi gerekiyor. Sağlık sektöründe diyetler, estetik operasyonlar ön plana çıkıyor. Tüm bunlar bize şunu söylüyor: “Bedeniniz bir yatırım aracıdır. Ona gereken ilgiyi gösterin ki değeri artsın.” Yaşlanmak, artık hayatın normal, vazgeçilmez bir gerçeği olarak algılanmıyor. İnsanlar, yaşlanmak gibi ölümle de yüzleşmek istemiyor. Türkiye’de henüz yapılmadı ama Batıda mezarlıklar şehir dışına, gözden uzak yerlere taşınıyor. Çünkü bizi sınırlarımızdan kurtarma iddiasındaki modern dünyanın başa çıkamadığı, çözemediği tek “problem” ölüm.

Kimdir:
Prof. Dr. Arus Yumul, Boğaziçi Üniversitesi'nde siyaset bilimi okuduktan sonra 1988’de İngiltere’ye gitti. Oxford Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde doktorasını tamamlayan Yumul, 1992’de Türkiye’ye döndü ve dört yıl sonra Bilgi Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü’nde çalışmaya başladı. Metodoloji, Dinler Tarihi, Türk Düşünce Tarihi gibi dersler veren Yumul’un makaleleri yabancı dergilerin yanısıra, Toplum ve Bilim, Birikim, Toplumsal Tarih, Varlık gibi dergilerde yayımlandı. Prof. Dr. Arus Yumul halen İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı olarak görev yapıyor.