- Prof. Dr. Adnan Aslan

Adsense kodları


Prof. Dr. Adnan Aslan

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sat 4 August 2012, 11:54 am GMT +0200
Prof. Dr. Adnan Aslan: Müslüman mütefekkirler gelenekten beslenerek günümüzü okumak zorunda
İbrahim BARAN • 84. Sayı / SÖYLEŞİ


Burada aklı ön plana çıkaran İbn-i Rüşdçülerle, inancı ön plana çıkaran İmam-ı Gazali ekolünün mensupları arasında yaşanan tartışmaların altını çizmek gerekiyor. Zira tartışmalar bu iki ana eksen üzerinden yürütülüyor. İslam düşüncesi, temelleri, gelişimi ve etkileri gibi bazı temel konuları Süleyman Şah Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Adnan Aslan’la değerlendirdik.

İslam düşüncesinden ne anlamalıyız?
İslam düşüncesi son 50 yılda inşa edilen güzel bir kavram. Eskiden ayrı ayrı İslam felsefesi vardı, İslam kelamı vardı, tasavvuf vardı. İslam düşüncesi bir anlamda bütün bunları kapsayan bir ana kavram haline geldi. İyi de oldu bu anlamda. Benim bakış açıma göre İslam düşüncesi; İslam felsefesini, felâsifeyi yani filozofları içeriyor. Bunlar başta Kindi, Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd ve Gazali. Buradaki temel nokta da felsefî bir perspektif. Bunu biraz daha genişletirsek yani felsefî perspektif değil merkeze rasyonelliği koyarsak, kelamı ve büyük kelamcıları da işin içine alırız. İslam düşüncesini daha geniş, bir varlık düşüncesi olarak ele aldığımızda tasavvufu ve tasavvufun irfanî boyutunu da içine alırız. İrfanî boyutundan kastımız İbn-i Arabî’dir. İbn-i Arabî burada merkezde duruyor. İbn-i Arabî tasavvufta bilgi ve irfanı temsil ediyor. Onun yanında Mevlana Celaleddin Rumi yani aşk var.

“İrfan ve aşk”tan kastınız “teori ve pratik” midir?
Şöyle söyleyeyim: Tasavvufta pratik olmadığı zaman teorinin hiçbir anlamı yok. İbn-i Arabî’de de derin bir pratik, seyr-i sülûk esas. Onlar çok büyük mutasavvıflar. İşte İslam düşüncesi dediğinizde perspektifi nerden başlattığınıza göre bir spektrum oluşuyor. En geniş anlamıyla spektrum bunlar. Temelde felâsife, İslam filozofları, ondan sonra kelamcılar, ondan sonra tasavvuf ve büyük mutasavvıflar. Tabii ki burada bunlara kaynaklık eden Kur’an-ı Kerim ve hadisler. Kur’an-ı Kerim ve hadisler hiçbir zaman bunun dışında değil tam tersine merkezde. Bunlar olmazsa, diğerlerinin hiçbiri olmaz. Kur’an ve hadisler (ve daha geniş bir perspektifle sünnetler) prensiplerdir. Felsefe, kelam ve tasavvuf ise tezahürler.

İSLAM DÜŞÜNCESİ’NİN MERKEZİNDE KUR’AN BULUNUYOR

Fıkhın İslam düşüncesindeki yeri nedir?

Usul-ü fıkıh, bütün İslam düşüncesinin metodolojisini oluşturuyor. Usul-ü fıkhın birinci kaynağı Kur’an mesela. Kur’an aynı zamanda bütün İslam düşüncesinin merkezi, ikinci kaynağı hadis, üçüncü kaynağı kıyas ve yahut içtihat. Orada da yine rasyonellik söz konusu ki, o da çok önemli bir kaynak olarak İslam düşüncesinin kaynağını oluşturuyor. İslam düşüncesi altında birçok farklı bilim dalını, tasavvuf gibi bilim dalını barındıran bir şemsiye.

İslam düşüncesi nelerden etkilendi?
İslam düşüncesinin inkişafatında temelde Kur’an-ı Kerim olduğunu söylemiştim. Hayatı, âlemi, varlığı okuma noktasında hakikaten temelde Kur’an-ı Kerim olduğunu anlıyoruz. Muazzam bir yeni bir tavır ortaya çıkarıyor. Ve bunu Efendimiz’in (s.a.v) Kur’an’ı hayatında temsil etmesi. Ahlakî bir ideal ile onu bir nevi somutlaştırması. Bundan sonra Efendimiz’in filleri ile İslam toplumu oluşuyor. Sonra Eski Yunan’dan da etkileniliyor. “Gelsin neyse dinleriz, iyiyse alırız.” anlayışı var. Özellikle tıp alanında Eski Yunan bizimkilerden ileride duruyor. Müslüman ilim adamları bu noktada Eski Yunan’dan faydalanıyorlar. İlim Çin’de de olsa almak gerekiyor çünkü. İşte o zaman İslam toplumu Eski Yunan düşüncesine herhangi bir kompleksle yaklaşmadı. Doğrudan, çok açık olarak ve doğrudan referans göstererek aldı ve uyguladı. Çok önemli bakınız. Aristo, Aristo Tales’tir bizde. Platon “Eflatun” olarak geçer. Ama Latin dünyası İbn-i Sina’yı aldığında İbn-i Sina demedi, Avicenna dedi. Ondan sonra Averroes dedi İbn-i Rüşd demedi yani. Yani onlar hemen Latinleştirdiler. Tavır olarak inanılmaz farklılığı görebiliyoruz. Çünkü İslam dünyası kendine güveniyor.

Hatta onların aslında Müslüman olmadıklarını, içerisinde bulundukları toplumdan korktukları için takiyye yaptıklarını iddia ediyorlar.
Doğrudur, onların felsefesine uyar böyle bir şey. Oradan bakılınca Yunan felsefesinin o zaman bizim dünyamıza bir meydan okuma ortaya çıkardığı gerçek. Tartışmalardan onu anlıyoruz. Ama iyi ki böyle, çünkü bu olağanüstü bir dinamizm getiriyor. Zaten fikirde esas olan dinamizm ve tartışmadır.

İslam düşüncesinin bir şemsiye olduğunu söylediniz. Bünyesinde çok çeşitli ilimleri barındırıyor. Bu ilimlerin merkezinde ne var?
Ne olduğu sorusunun cevabı tamamen perspektife bağlı. Ama bir nevi rasyonellik diyebiliriz. Bu rasyonellik de İslam filozoflarının kelamcılarının tasavvuflarının ortaya koyduğu bir rasyonellik.

Yani Batı’da anlaşıldığı gibi bir rasyonalite değil?
Elbette. Modern anlamda bir rasyonalite. Descartes sonrası Batı düşüncesinde oluşan ve insanı merkeze alan, vahyi dışarıda bıraktığı için sekülerleşmenin aleti olan bir rasyonellik değil. Bu İslam’a has, vahyi içine alan, vahiyle beslenen bir rasyonellik. Çünkü İslam âlimleri çok büyük insanlar. Onlar düşünürken sadece aklıyla düşünmez. Bütün bir benliğiyle, bütün bir varlığıyla düşünür. Bütün bir benliğiyle düşünen insanın inşa ettiği düşünce sisteminde o benliği oluşturan dini yaşayışın önemli katkısı var. Müslüman’ın rasyonelliğinden kastımız aklilik ya da makuliyettir. Tipik anlamda, evrensel anlamda da bir makuliyet. İlginçtir, bir tarafı vahiyle beslenen bir düşüncenin mahsulü bir makuliyet bu.

Ayakları yere basan, sağlam temellere dayandırılmış bir rasyonalite diyebilir miyiz buna?
Tabii. Bunun örneklerinden biri İbn-i Rüşd’dür. İbn-i Rüşd özellikle Ortaçağ Avrupası’nda inanılmaz büyük bir teveccühe mazhar oldu. Müslümanlıktan neşet eden ama evrensel makuliyeti yakalayan bir ilim adamı olduğu için. Biliyorsunuz İbn-i Rüşd fıkıhçı. Bidâyetü’l-Müctehid diye çok güçlü bir eseri var. Kurtuba kadısı, ama aynı zamanda filozof. İşte bu ilginç bir oluşum. İnanılmaz. Bunu aynı adam yapıyor ama dikkatinizi çekerim. Bu Müslümanlığın sağladığı inanılmaz güçlü bir sentez.

İSLAM DÜŞÜNCESİNİN BATI’YI ETKİLEDİĞİ MUHAKKAK

Müslüman ilim adamlarının birçoğunun bir yandan beşeri bir ilimle uğraşırken diğer yandan neredeyse bütün İslam ilimlerini tahsil ettiklerini biliyoruz. Peki, Müslüman ilim adamlarının içerisinde bulundukları o dönemde –ki bu döneme tarih kitaplarında Ortaçağ deniyor- Batı’da yaşayan aydınların da düşünürlerin de tıpkı onlar gibi çok yönlü olduklarını söyleyebilir miyiz?

Öncelikle “Ortaçağ” gibi adlandırmalara karşı çıkmamız gerektiğini söylemeliyim. Ne demek Ortaçağ? Neye göre Ortaçağ? Efendimiz (s.a.v) ’in yaşadığı dönemi “Altın Çağ” olarak adlandırıyoruz. O halde O’nun (s.a.v) içerisinde bulunduğu döneme Ortaçağ diyebilir miyiz? Bu, tamamen modern dünyanın ve Batılıların ortaya attığı bir kavramlaştırma. O zamanlar Müslümanlar ilimde büyük muazzam bir niteliğe ve niceliğe ulaşmışlardı. İskenderiye Kütüphanesi oluşmuş orada 900 binin üzerinde kitap bulunuyor. O zamanki şartları düşünün. 900 bin muazzam bir rakam. Bizim İslam Araştırmaları Merkezi Kütüphanesi 200-250 bin kitaba ulaştı diye seviniyoruz. Düşünün, kitapların elle yazıldığı bir dönemde 900 bin kitaba ulaşılmış. İslam dünyası özellikle o dönemde muazzam bir ilmi kemmiyet ve keyfiyete, büyük bir ilmî inkişafa mazhar olmuştu. Bunun yanında Batı o dönemde hakikaten inanılmaz derecede karanlık. Eski Yunan düşüncesini bir düşünün. Orada büyük felsefî gelişmeler yaşanmış. “Ortaçağ”a gelindiğinde onların çok övdüğü 3-4 tane bizim standartlarımıza göre kelamcılar, onların standartlarına göre hem kelamcı hem de filozof olan adam yetişmiş. Bir tanesi Saint Thomas Aquinas, bir tanesi Saint Augustine… Batı şu an bile özellikle din felsefesinde, felsefî tartışmalarda konu tanrının varlığı ve sıfatlarına geldiği vakit mutlaka Saint Thomas Aquinas’a referansta bulunuyorlar. Saint Thomas Aquinas’ın Gazali’den muazzam derecede etkilendiği söyleniyor. Bir hatıramı aktarayım: İngiltere’de doktora hocamla böyle bir tartışmamız söz konusu olmuştu. Sohbet ediyorduk. Dedim ki, “Sık sık Saint Thomas Aquinas’a referansta bulunuyorlar, kendisiyle övünüyorlar. Doğru, onların şartlarında ciddi bir adam. İki tane önemli kitabı var. Bir tanesi Summa Theplogia 15 cilt. Diğeri de Summa Contra Gentiles. Bunlar Müslümanlar’a karşı yazdığı iki kitap. Fakat o çağda Saint Thomas Aquinas’a tekabül eden 20 tane Müslüman düşünür gösterebilirim.” Hakikaten sadece büyük muazzam mutezile imamlarını koyun işte, El Munî yazarı Kadı Abdülcebbar. 9 ciltlik eseri. Bir açıdan baktığında kelam bir açıdan baktığında felsefe eseri. Müslümanlar hakikaten muazzam bir ilmî inkişaf sağladılar o dönemde.

Bugün medeni toplumlar olarak nitelendirilen Batı’nın temelleri Rönesans ve Reform’da atıldı. Peki, Müslüman âlimler Batı medeniyetinin gelişim sürecini etkilediler mi?
Bu müthiş bir tartışma. Prof. Dr. Bekir Karlığa ne diyor? “Batı’ya doğru akan nehir.” Buna ne kadar iştirak edebilirim, bilmiyorum. Hakikaten benim çalışma alanım değil. Çok iyi bildiğim konular değil bunlar. Ancak bu konularda en azından harcıâlem bazı şeyler söylemek gerekirse iki türlü bir etkileme söz konusu. Birincisi doğrudan etkileme. Bunun tipik örneği İbn-i Rüşd. Hakikaten “Ortaçağ”da ve daha sonra özellikle Latin dünyasında müthiş bir İbn-i Rüşdcüler ortaya çıktı. Şöyle hayıflanmalar okuduğumu hatırlıyorum: “Ne oluyor? Bu adam bizim adamımızdı, ama bizim dünyamızda İbn-i Rüşdcüler yok.” Yani “Ortaçağ”da Latin dünyasında -tabiri caizse- onlarca İbn-i Rüşd’cü çıktı ortaya. Bu nedir diyorlar? Buradaki temel mesele, az önce işaret etmeye çalıştığım İbn-i Rüşd’ün evrensel makuliyeti yakalaması. Orada hemen İbn-i Rüşd’ün etkisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu doğrudan bir etki. Fakat daha önemlisi dolaylı olan etkidir. Mesela Amerika hem doğrudan hem de dolaylı olarak bütün dünyayı etkiliyor. Türkiye’yi de etkiliyor. Düşünün, hiçbir Amerikan ürünü gelmeseydi, hiçbir Amerikan filmi gelmeseydi Amerika hâlâ Türkiye’yi etkilemiş olurdu. Neden? Varlığıyla ve o zamanki gücüyle. İşte İslam düşüncesi de o zaman böyle bir yerde. Kendi varlığıyla, gücüyle, doğrudan düşünürleri gitmese de doğrudan kitapları gitmese de etkiliyor Batı’yı. Batı ‘da o dönemde Arapça öğrenildiğini ve Arapça eserlerin Latinceye tercüme edildiğini biliyoruz. Ama İslam dünyası, kendi varlığıyla, gücüyle oluşturduğu bilim sayesinde dolaylı bir şekilde Batı’yı inanılmaz derecede etkiliyordu.

Bu ne zamana kadar devam etti?
17. 18. yüzyıla kadar sürdüğünü söyleyebiliriz.

MÜSLÜMAN ÂLİMLER BUGÜNÜ DOĞRU ANLAMALI

İslam bilim tarihini incelediğimizde İslam düşüncesinin, Müslümanların ilmî çalışmalarının azaldığı, İslam dünyasının Ortaçağ’ı diyeceğimiz bir döneme gelindiğini görüyoruz. Müslümanlar böylesine büyük bir ilmî inkişafın ardından nasıl bu hâle geldiler?

Şöyle diyelim; İslam düşüncesinin de bir zirvesi var. 900’lerden, 1300’lere kadar. Mesela bundan önceki dönemlerde fıkıhta büyük mezhepler ortaya çıkıyor. Ancak büyük kitaplar bu bahsettiğimiz yıllar içerisinde neşrediliyor. Kelam’da muazzam kitaplar kaleme alınıyor, işte felâsife o dönemlerde yaşıyor. Sonra tasavvuf ehli İbn-i Arabî ile İbn-i Rüşd karşılaşıyor mesela. Mevlana o dönemde yaşıyor. Muazzam bir dönem yani. Sonra bu dönem çok belirleyici oluyor. Sonra Müslüman ilim erbabı öyle bir zirveye çıkıyor ki onları anlamak gaye oluyor. Hakikaten bu muazzam insanları anlamak kolay iş değil. Anlamak gaye olunca o zaman gidişat, yöneliş değişiyor. Sonra şerhler ortaya çıkıyor. Şerhler, haşiyeler, talikler. “Ne diyor?” sorusunun cevabı aranıyor. Çünkü bunlar -tabiri caizse- kurucu metinler, hakikaten etkin metinler. Şerhler ve haşiyeler dönemi deniyor bu döneme. Bu da değersiz değil tabi. Çünkü bir geleneği yaşatıyor. Ve onu nesilden nesile aktarıyor. Haşiye ve şerhler döneminden sonra artık yollar belirleniyor, gelenekler kati surette oluşuyor. İnsanlar bir düşünsel geleneğin içine doğuyor. Fıkıhçı olacaksa muazzam insanlar var. Onları anlamak idrak etmek. İşte kelamcı olacaksa muazzam imamlar var. Onların şarihleri var. Büyük Kelamcılar var. Ve anlama orijinalliği biraz daha etkilemiş gibi geliyor bana. Bu derece muazzam orijinal üretim ve eserler göremiyoruz daha sonra. Buna rağmen bu haliyle bile İslam düşüncesi Molla Fenari, Davud-u Kayseri gibi yeni büyük şahsiyetler ortaya çıkarıyor. Osmanlı düşüncesinde Kemal Paşazade, Molla Hüsrev gibi büyük şahsiyetler de yetişiyor. Tehâfet geleneği var. İlk defa İmam Gazali filozofların tutarsızlığını ele alan Tehâfet-ül-Felâsife diye bir kitap yazıyor. Sonra İbn-i Rüşt buna bir reddiye yazıyor. Fatih Sultan Mehmed döneminin büyük ilim adamları Alaaddin Tusi ve Hocazade, İmam-ı Gazali ve İbn-i Rüşd’ün iddialarını tetkik ediyorlar ve İmam-ı Gazali’nin doğruluğuna hükmediyorlar. Biz de bugün hem akılla hem de irfanla ikisini mezcederek bir metot geliştirmeliyiz.

Bugünün İslam düşünürlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öğrencilerime soruyorum; 20. yüzyıl Müslüman filozoflarını sayın diyorum. Cevap alamıyorum. Bilmedikleri için değil, durum vahim olduğu için. Belki Muhammed İkbal, belki Seyyid Hüseyin Nasr. Başka da yok.

Neden peki?
İslam dünyasının hali pür melali günümüz dünyasını algılayarak bir şeyler üretemiyor. Sonra siyasi ve ideolojik birtakım kamplaşmalar var. Mesela felsefeye, tasavvufa küfür diyorlar. Bu insanlarla diyalog bile kuramıyorsunuz. Türkiye’nin ayağında prangalar vardı. Yavaş yavaş sökülüyor. Türkiye gelecek günlerde öncülük edebilir belki. Bu problemin en temel nedeni de Batı’yı okuyup anlayamamak. Geleneğe yaslanmayı zaten bırakmış durumdayız. Ancak Batı’yı da okumuyoruz. Çözüm çift kanatlı olmakta yatıyor galiba. Gelenekten beslenerek günümüz dünyasını okumakta.

Kimdir:
Prof. Dr. Adnan Aslan 1963 yılında doğdu. 1986’da Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Yüksek Lisansı’nı 1990 yılında King’s College’da, doktorasını 1995’te Lancaster Üniversitesi’nde tamamladı. İslam Araştırmaları Merkezi’nde araştırmacı olarak çalıştı. 2005 yılında doçent, 2010 yılında profesör oldu. Prof. Dr. Aslan, halen Süleymanşah Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Dekanlığı görevini yürütüyor.