saniyenur
Tue 7 August 2012, 03:39 pm GMT +0200
Peygamberlik
Müşrikler Hz. Muhammed'i yalancılıkla itham ederek Elçiliğini kabul etmediler. Bu hususa Kur'ân-ı Kerîm'de şu ifadelerle işaret edilmektedir: "Yoksa 'O (Kur'â)n'ı uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer onu uydurmuşsam, suçum banadır. Ama ben sizin işlediğiniz suçlardan uzağım." (11: 35). Araf sûresinde şu âyeti okumaktayız: "Allah'a yalan uyduran, ya da O'nun âyetlerini yalan sayandan daha zâlim kimdir? Onlara Kitabdan nasipleri erişir (ezelde kendileri için ne rızık takdir edilmişse onu alır ve kendilerine yazılmış süre kadar yaşarlar); nihayet (ömürleri tükendiği zaman) elçilerimiz (melekler) gelip canlarını alırken: 'Hani Allah'tan başka yalvardıklarınız nerede?' dediklerinde: 'Bizden sapıp, kayboldular' dediler ve kendi aleyhlerine, kendilerinin kâfir olduklarına şahitlik ettiler." (7: 37). Şûra sûresinde şöyle buyrulmaktadır: "Yoksa: 'Allah'a yalan uydurdu' mu diyorlar? Allah dilese senin kalbine mühür basar; bâtılı mahveder, hakkı sözleriyle yerleştirir. Şüphesiz O, kalplerde olanı bilendir." (42: 24). Burada müşriklere bir meydan okuma vardır: "Eğer bîr kimsenin Hz. Peygamber'in misyonu hakkında şüphesi varsa hayatına, işlerine ve kişiliğine baksın. Allah Hakkı sever, bâtılı değil. Allah Kelâmının güzelliği, hikmeti, kudreti bâtıl sözlerde bulunmaz. Bâtıla sapan kişinin kalbi mühürlenir ve yeni yüceliklere ulaşamaz; bu kişi faraza (haşa) Allah'ın Elçisi olsa bile." (A. Yusuf Ali, The Holy Qur'an,$h. 1312).
Müşriklerin Hz. Muhammed'i her yönüyle tanıyor olmaları da onlara kesin bir cevaptır. Çünkü o müşriklerin gözü önünde doğup, büyümüş; hatta O'nun Mekke'deki en dürüst ve güvenilir kişi olduğunu herkes kabul etmişti. Onlar onu es-Sâdık (dürüst) ve eî-Emîn (güvenilir) isimleriyle çağırıyorlardı. Geçmişi lekesiz, şahsî ve maddî hayatında hiçbir zaman yalan söylememiş olan bir kişi nasıl Allah'a yalan isnad edebilir? Böyle bir şey yalnızca Hz. Muhammed için değil, herhangi bir dürüst kimse için dahi düşünülemez. Hz. Peygamber'in hayatının bu gerçekleri Kur'ân'da şu mealdeki âyetlerle ifade edilmektedir: "(Ey Muhammed!) De ki: 'Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi. Daha ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım (böyle birşey yapmamıştım), düşünmüyor musunuz? Allah'a karşı yalan uyduran, yahut âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir?..." (10: 16-17). Bu, müşriklerin, Hz. Muhammed'in Kur'ân'ı kendisi yazdığı halde Allah'a izafe ettiği şeklindeki suçlamalarına karşı getirilen güçlü bir delildir. Bunu desteklemek için, onun bütün hayatı müşriklerin gözü önünde geçmiştir; çocukluğu, gençliği ve orta yaşları kendi gözleri önünde yaşanmıştır. Hz. Muhammed müşrikler arasında ve onlarla birlikte şahsî, sosyal ve iktisadî her türlü münasebet İçinde olmuştu. Öyle ki, hayatının hiçbir yönü müşriklere gizli değildi. Onun hayatında bu Kitabın yazan olabileceğini gösteren herhangi bir işarete rastlamışlar mıydı? Öyle olmadığı açıkken, müşriklere, acele ve gayrimâkul hükümler vermeden önce, Hz. Muhammed'i ve davetini düşünüp değerlendirmeleri, anlamaya çalışmaları hatırlatılmıştır. Ve Hz. Muhammed onlara sadece şu basit gerçeği söylemektedir: "Şayet vahyolunan bu âyetler Allah'tan değilse ve onları ben uydurup, O'ndan geliyormuş gibi aktarıyorsam, benden daha günahkâr kimse olamaz. Aynı şekilde, eğer bu âyetler gerçekten Allah'tansa ve sizler bunu reddediyorsanız, sizden daha günahkâr kimse olamaz." (The Holy Qur'an, sh. 1048).
En'am sûresi bu ifadeleri şöylece teyid etmektedir: "Allah'a karşı yalan uydurandan, ya da kendisine birşey vahyedilmemiş iken 'Bana da vahyolundu.' diyenden ve 'Ben de Allah'ın indirdiği gibi indireceğim!' diyenden daha zâlim kim olabilir? O zâlimler ölüm dalgaları içinde, melekler de ellerini uzatmış: 'Haydi canlarınızı çıkarın (kurtarın), Allah'a gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı büyüklük taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azâbıyia cezalandırılacaksınız!' (derken) onların hâlini bir görsen!" (6: 93). Böyle kimseler Ankebut sûresinde de şiddetle uyarılmışlardır: "Allah'a (karşı) yalan uyduran, yahut kendisine hak gelince onu yalanlayandan daha zâlim kimdir? Kâfirlerin duracakları yer, cehennemde değil midir?" (29: 68). Yine aynı husus Yunus suresinde şöyle ifade edilmiştir: "Allah'a karşı yalan yere iftira düzenden ve O'nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim kimdir? Şüphesiz O, suçlu günahkârları kurtuluşa erdirmez." (10: 17). Eğer buna dikkatlice bakarsanız şu sonuca varırsınız: "Dünyevî görüş açısından bile Allah'ın Hakikatini inkâr edenler mahzurlu bir konumdadır. Ama bir de ibadet edilecek bâtıl tanrılar icat edenlerin ve bu konuda yalan düzenlerin hâli... Onlar için Allah'ın Rahmetinden ebediyen mahrum kalmaktan daha büyük bir ceza düşünülebilir mi?" (The Meaning of The Qur'an, c. VIII, sh. 178-180). Onlar bu dünyada zihin selametini kaybederler ve cehennem ateşi onların son durağı olur.
Müşrikler Hz. Peygamber'i bu âyetleri yazarken başkalarından yardım almakla da suçlamışlardır. Kur'ân onlara şöyle cevap vermektedir: "İnkâr edenler: 'Bu (Kur'ân), yalandan başka bir şey değildir. (Muhammed) onu uyduruyordu, başka bir topluluk (yahudiler veya başkaları) da kendisine yardım etti.' dediler de muhakkak bir haksızlığa ve İftiraya vardılar. Dediler: 'Evvelkilerin masalları, onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor.' De ki: '(Hayır), onu, göklerdeki ve yerdeki gizlilikleri bilen (Allah) indirdi. O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (25: 4-6). Görünüşte belli bir ağırlığı olan bir iddia idi bu. Çünkü, peygamberlik iddiası hakkında onun kaynağını belirlemekten daha büyük bir delil olamazdı. Fakat, bu iddiaya karşı bir delil ileri sürülmeden, doğrudan redde gidilmesi ve âdeta; "Sizin töhmetiniz asılsız bir yalandır; siz elçimize karşı böylesine asılsız bir töhmette bulunacak kadar zâlim ve adaletsiz kişilersiniz. Kur'ân göklerde ve yerdeki bütün gizlilikleri bilen, bütün sırlarını bilen Allah'ın Kelâmı'dır." denmesi ilginç görünüyor. Müşriklerin töhmeti vakıalara dayanmış olsaydı, böyle bir tahkirle reddedilmezdi. Çünkü bu durumda onlar ayrıntılı ve açık bir cevap isterlerdi. Fakat Kur'ân'daki reddin kuvvetini anladıklarından, böyle bir istekte bulunmamışlardır. Bunun da ötesinde, "ağırlıklı" iddianın, yani müslümanlarm zihinlerinde hiç bir şüphe doğurmamış olması, bunun bir yalan olduğuna açık bir delildir... Ayrıca, eğer peygambere (haşa!) "sahtekârlığında" yardım ettiklerini ileri sürdükleri kimseler yabancıları değildi. Mekke'de oturduklarından, onların bilgilerinin derecesi herkese malûmdu. Bizzat kâfirler, onların en üst düzeyde edebî meziyet ve olağanüstülük sahibi Kur'ân gibi yüce bir kitabın meydana getirilmesinde yardımcı olamayacaklarını biliyorlardı. Onlarla birlikte yaşayan, çalışan ve onu her zaman tanıyan bütün insanlardan bu durum nasıl gizlenebilirdi? O halde, bu itham yalnız saçma ve sahte olmakla kalmamakta, ayrıca Kur'ân'm cevap vermesine tenezzül etmeyecek kadar bayağı olduğu da ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, Kur'ân, bu ithamda bulunanların Hakk'a karşı çıkışlarında hiçbir şey söyleyemeyecek kadar kör olduklarını ispatlamak için ondan söz etmektedir."
Müşriklerin Hz. Muhammed hakkındaki suçlamalarının hepsi yalan olduğu gibi kendileri de bunu biliyorlardı. Bu yüzden de tek bir suçlamada ısrarlı olamamışlar ve onun hakkında pek çok iftirada bulunmuşlardır. Bazen onun bir sihirbaz olduğunu, bazen de şair olduğunu söylemişlerdir. Kur'ân bu suçlamaları birer birer ele alır: "Allah'a yalan mı uydurdu, yoksa kendisinde delilik mi var?' Hayır, âhirete inanmayanlar, azâb ve derin bir sapıklık içindedirler." (34: 8). Ahkâf sûresinde şu âyetler vardır: "Onlara açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman kendilerine ge-" len hakkı inkâr edenler: 'Bu, apaçık bir büyüdür' dediler. Yoksa 'Onu (Muhammed) uydurdu' mu diyorlar? De ki: 'Eğer ben onu uy-durmuşsam, Allah'tan gelecek cezaya karşı sizin bana hiçbir faydanız olmaz. O, sizin ne taşkınlık yaptığınızı, (Allah'ın âyetleri hakkında ne iftiralar attığınızı) daha iyi bilir. Benimle sizin aranızda O'nun şahit olması yeter. O, bağışlayan, esirgeyendir." (46: 7-8).
Ve Enbiya sûresinde şu âyetleri görürüz: "Hayır, dediler, (Muhammed'in söyledikleri), karmakarışık rüyalar (boş hayaller); hayır, onu uydurmuş; hayır, o şardir. (Eğer bizim kendisine inanmamızı istiyorsa) o hâlde bize, öncekilerin (kavimlerine mucizelerle) gönderildikleri gibi o da bir mucize getirsin. Bunlardan önce helak ettiğimiz hiçbir kent (halkı) inanmamıştı, şimdi bunlar mı inanacaklar?" (21: 5-6). Bu âyet, onların taleplerine kısa bir cevap mahiyetindedir: Birincisi, sizler daha önceki peygamberlerin getirdiği gibi mucizeler istiyorsunuz; fakat o inatçı kimselerin mucizelere rağmen inanmadıklarını unutuyorsunuz. İkincisi, mucize isterken, mucizeyi gördükten sonra da inanmayan İnsanların kaçınılmaz olarak helak edildiklerini farkedemiyorsunuz. Size istediğiniz mucizeyi göndermemesi Allah'ın bir lûtfudur. Bu sebeple sizin için en hayırlı olanı, mucize (veya azâb) gelmezden evvel inanmanızdır. Aksi hâlde, kendilerine mucize gösterildikten sonra da inanmayan kavimler gibi siz de helak olursunuz." (The Meaning ofthe Qur'an, c. VII, sh. 144, 145).
Daha sonra onların bâtıl delillerini reddeden Kur'ân şöyle buyurur: "Biz ona (o Muhammed'e) şiir Öğretmedik, (şiir) ona yakışmaz da. O(nun getirdiği), sadece bir öğüt ve apaçık bir Kur'ân'dır." (36: 69). Bu âyet şairlerin şahsiyet, mizaç, huy ve hayat tarzlarının Peygamber'in hayat tarzı ve davranışları ile tamamı tamamına zıt olduğunu anlatır. İlahî Daveti taşıyan bir Peygamber'e ve böyle yüce şahsiyetli bir kimseye şairler gibi şiirler söylemek ya da hikâyeler anlatmak uygun düşmez. Daha sonra Secde süresindeki şu âyeti görmekteyiz: Yoksa 'Onu uydurdu' mu diyorlar? Hayır, o, senden önce kendilerine hiçbir uyarıcı gelmemiş olan bir kavmi uyarman için Rabb'inden (sana indirilen) gerçektir; belki yola gelirler (diye indirilmiştir)." (32: 3). Ve son olarak Enbiya sûresi insanlara karar vermeden önce dikkatlice düşünmelerini önerir: "Andolsun, size, içinde sânınız (şerefiniz) bulunan bir Kİtâb indirdik. Aklınızı kullanmıyor musunuz?" (21: 10). Mekkeli müşriklerin Kur'ân ve Peygamber'e karşı çaresizlik içinde yönelttikleri kâhin, şair, mecnun gibi itirazlara verilen kapsamlı bir cevaptır ve adeta şöyle denilmektedir: "Bu Kitab'ta anlayamadığınız ne var? Niçin onu doğru bir yaklaşımla incelemiyorsunuz? Onda kesinlikle hiçbir çelişki yoktur: O sizi, sizin problemlerinizi ve hayatınızla ilgili meseleleri ele almaktadır. O sizin fıtratınızı, kökeninizi ve sonunuzu açıklamaktadır. O doğru ile yanlışı ayırmakta ve sizin vicdanlarınızın da kabul ve tasdik edeceği yüksek manevî ve ahlâkî değerler ortaya koymaktadır. O halde neden bu kadar kolay ve basit bir şeyi anlamak için aklınızı kullanmıyorsunuz?"
Kur'ân-ı Kerîm, müşriklerin iddialarına şu âyetlerle cevap vermiştir: "(Ey Muhammed!) Yoksa 'Onu uydurdu' mu diyorlar. De ki: 'Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir sûre getirin ve Allah'tan başka çağırabildikle-rinizi de çağırın!' Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, yorumu da kendilerine gelmemiş olan bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Bak, o zâlimlerin sonu nice oldu?" (10: 38-39). Bu âyet onların iftiralarının gerçek temelini açıklamaktadır. Gerçekte, onlar Kur'ân'ın uydurulmuş olduğunu yalnızca iki temele dayanarak iddia edebilirlerdi ki, bu her iki temel de asla mevcut olmamıştır: Birincisi, Kitab'ın Allah katından inmediğini, aksine biri tarafından (haşa) uydurulduğu; ikincisi de, Kitâb'da serdedilen hakikatlerin ve verilen bilgilerin yanlış olduğu iddiası. Ancak hiç kimse Kur'ân'ın sahiden uydurulmuş olduğunu ve sonra Allah'a izafe edildiğini söyleyemezdi. Hiç kimse de, Rasûlullah'in gayb perdeleri arasından gizlice gözetlemede bulunup sonra (Kitab'ta bildirildiğinin aksine) Tek bir Allah'ın değil, semalarda birçok ilahın bulunduğunu keşfediverdiğini iddia edemezdi. Yine, hiç kimse, ama gerçek bilgiye dayanan hiç kimse meleklerin olmadığını, vahyin gerçek dışı olduğunu ve Allah'ın olmadığını ileri süremezdi. Bunlar olsa olsa birtakım doğurgan muhayyile sahiplerince uydurulmuş kurgular olabilirdi. Ayrıca hiç kimse, 4tahiret"e gidip görmek suretiyle şahit olmamıştı ki, mükâfat ve ceza konusunda bildirilenlerin yanlış olduğunu iddia edebilsin. Aksine, bu bildirilenleri çürütecek karşı delillere sahip olmadığı halde, Kur'ân'ın sahihliği hakkında sanki mesele hakkında derinlemesine araştırma yapmış ve onu tamamen ispatlamış bir kimse gibi cesaret ve küstahlıkla tartışmada bulunuyorlardı. Bütün bu kimselere, Rasûlullah'a karşı getirdikleri suçlamalarda samimi iseler, Kur'ân sûrelerinden birinin benzerini getirmeleri söylenerek meydan okunmaktadır (The Meaning ofthe Qur'an, c. V, sn. 35).
Yine aynı husus aşağıdaki âyetlerde tekrarlanmıştır: "Yoksa 'Onu uydurdu' mu diyorlar. De ki: 'Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre getirin; eğer doğru iseniz Allah'tan başka, çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın (da bunu yapın)!' Eğer size cevap veremedilerse bilin ki (o), Allah'ın bilgisiyle indirilmiştir ve O'ndan başka tanrı yoktur. Nasıl, artık müslüman oldunuz mu?" (11: 13-14). Daha sonra nihai delil şu âyetlerle sunulmaktadır: "Eğer kulumuz (Muhammed)e indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka, bütün şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın; eğer doğru iseniz (bunu yapın). Yok eğer yapamadınızsa, ki asla yapamayacaksınız, o halde yakıtı insanlar ve taşlar olan, inkarcılar İçin hazırlanmış ateşten sakının." (2: 23-24). Bu, müşriklere son bir meydan okumaydı; edebi mükemmeliyeti ve ele aldığı konuları ve Öğretisi itibariyle eşsiz olan Kur'ân'ın hiç bir insan tarafından üretilemeyeceğine bütün İslâm düşmanlarım ve muhaliflerini kesin olarak ikna etme gayesini güdüyordu. Hiçbir insan tarafından üretilemeyeceğine göre Allah tarafından vahyedildiği bîr gerçektir. (The Meaning of the Qur'an, c. I, sh. 62).
Müşriklerin bir diğer itiraz noktası da Allah'ın kendilerine hidâyet rehberi olarak bir insandan ziyade melek göndermesini tercih etmeleriydi. Kur'ân bu itiraza şöyle cevap vermektedir: "Kavminden, kendilerine dünya hayatında bol nimet verdiğimiz o inkâr eden ve âhiret (hayatm)a kavuşmayı yalanlayan eşraf takımı dedi ki: 'Bu da sîzin gibi bir insandan başka bir şey değildir. Sizin yediğinizden yiyor, sizin içtiğinizden içiyor. Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz o takdirde siz, mutlaka ziyana uğrayanlarsınız demektir." (23: 33-34). Yine aynı sûrede şu âyet vardır: "Kavminin içinden ileri gelen inkarcı bir grup (diğerlerine şöyle) dedi: 'Bu da sizin gibi bir insandan başka birşey değildir. Size üstün gelmek (size hâkim olmak) istiyor. Eğer Allah (elçi göndermek) dileseydi, melekleri indirirdi. Biz ilk atalarımızdan beri böyle birşey işitmedik." (23: 24). Hz. Peygamber'e yapılan bu tür eleştirilere Furkan sûresinde de temas edilmektedir: "Dediler: 'Bu ne biçim peygamber ki yemek yiyor, çarşılarda geziyor? Ona kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil mi? Yahut, kendisine (gökten) bir hazine atılmalı, yahut kendisinin bir bahçesi olmalı da ondan (hiç zahmet ve meşakkat çekmeden) yemeli değil mi?' Ve zâlimler: 'Siz başka değil, sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz' dediler." (25: 7-9). Bu âyetler müşriklerin kafasının nasıl karışık olduğunu ve Raûlullah'dan nasıl gülünç taleplerde bulunduklarını göstermektedir. Onlar bir insanın Allah'ın Elçisi olabileceğine İnanmıyorlardı. Onlara göre böyle bir Elçi kendisine inanmayanları tehdit etmek için İlâhî yardımla, eziyet ve kötülüklerden etkilenmeden bu dünyada yüksek bir hayat seviyesine sahip olmalıydı (The Meaning of the Qur'an, c. VIII, sh. 180).
Kur'ân, müşriklerin bu garip fikirlerini reddetmekte ve şunu savunmaktadır: "Biz senden önce yalnız kendilerine vahyettiğimiz adamlardan başkasını peygamber göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline (yani meseleyi bilen, eski Kitâb sahiplerine) sorun. Biz onları yemek yemeyen ceset(ler) yapmadık. (Onlar), ölümsüz de değillerdi." (21: 7-8). Bu onların itirazlarına ve garip taleplerine verilen cevaptır. Onlara, bilgi eksikliğinden doğan şüpheleri varsa gerçeği Yahudilerden tasdik ettirmeleri söylenmektedir, çünkü Hz. Peygamber'in düşmanı olsalar bile Musa ve Davud dahil bütün peygamberlerin İnsanlardan olduğunu İkrar edecektiler. Yusuf sûresinde şu âyet vardır: "Senden önce de şehirler halkından, yalnız kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka, (elçi) göndermedik. Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görsünler? (Günahlardan) korunanlar için âhiret yurdu daha iyidir. Aklınızı kullanmıyor musunuz?" (12: 109).
Daha sonra Kur'ân bu noktayı bir diğer açıdan ele alır ve şöyle delil getirir: "Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve herşeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikten sonra yine de inanmazlardı; fakat çokları (bunu) bilmezler." (6: 111). Burada müşriklere, Hakkı kabul ya da reddetmenin kendi hür iradelerine bırakıldığı ve Allah'ın kimseyi zorlamadığı açıklanmaktadır. Bu sebeple Allah insanların fıtratını, seçme özgürlükleri olmadığı için yaptıklarından sorumlu da tutulmayan türler gibi, fikir ve amel hürriyetinden mahrum kalacak şekilde değiştirmeye de niyet etmemiştir. Çünkü bu insanın yaratılış gayesindeki hikmete aykırı bir durumdur. (The Meaning oj îhe Qur'an, c. III, sh. 143). Aynı husus şu âyetle de vurgulanmıştır: "(İnanmak için) ille meleklerin gelmesini, yahut Rabb'inin gelmesini ya da Rabb'inin bazı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ama Rabb'inin bazı (kıyamet) işaretleri geldiği gün, daha önce inanmamışsa yahut imanıyla bir İyüik kazanmamış ya da imanından bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık inanması bir fayda sağlamaz. De ki: 'Bekleyin, biz de beklemekteyiz." (6: 158). Bu müşriklerin talep ettiği mucizelerin geldiği günün onlar için bir karar günü olacağı belirtilmektedir, çünkü bu mucizelere dayanarak elde edilen imanın bir kıymeti yoktur. Furkan sûresinde bu durum şu sözlerle tekrar edilmektedir: "Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur ve '(Size sevinmek) yasaktır, yasak!' derler. Yaptıkları her işin önüne geçtik de, onu (etrafa) saçılmış toz zerreleri hâline getirdik (inanmadıklarından dolayı kendilerinin yaptıkları bazı güzel amelleri de sildik, boşa çıkardık. Çünkü güzel amel, ancak imanla makbuldür)." (25: 22-23).
Yine Kur'ân onların taleplerinden bir diğerini ele alır ve onları konu Üzerinde ciddi şekilde düşünmeye çağırır: "De ki: 'Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik." (17: 95). Kur'ân'ın bu âyeti şunu vurgulamaktadır; "bir Elçi sadece Allah'ın mesajını ulaştırmakla yükümlü değildir, aynı zamanda insan hayatını bu tebliğe uygun şekilde düzenlemekle de yükümlüdür. Tebliğin ilkelerini insanoğlunun şartlarına uygulamalı ve kendisi bu ilkeleri yaşayarak göstermelidir. Ayrıca, Tebliğini dinlemeye ve anlamaya çalışan İnsanların sahip olduğu yanlış fikirleri de değiştirmeye çalışmalıdır. Bunun yanında, müminleri Tebliğin öğretilerini temel alan bir toplum oluşturabilecekleri seviyeye getirmek için eğitmelidir. Tebliğine muhalefet eden ve onu reddedenlere karşı mücadele etmeli, toplumsal çürümenin karşısında boyun eğmiş olan güçleri ayağa kaldırıp Allah'ın Elçisini gönderme sebebi olan düzenlemeleri gerçekleştirmelidir. Bütün bu işler insanların yaşadığı bir toplumda yapılmak zorunda olacağı için bu vazifeyi sadece bir insan gerçekleştirebilir. Eğer Elçi olarak bir melek gönderilmiş olsaydı, onun yapabileceği şey en çok tebliği ulaştırmak olurdu, çünkü o inanlar arasında yaşayamazdı ve onların hayatlarını ve meselelerini paylaşamazdı, böylece de reform imkânı doğmazdı. Bu nedenle reform gayesini gerçekleştirmeye en uygun aday Elçi'nin insanlar arasından olmasıdır." (The Meaning ofthe Qufan, c. VI, sh. 168).
Bu durum şu âyetlerle daha da vurgulanmıştır: "Ona bir melek indirilmeli değil miydi?' dediler. Eğer bir melek indirseydik, iş bitirilmiş olurdu, artık kendilerine hiç göz açtınl-mazdı. Eğer O'nu (yani peygamberi) melek yapsaydık, yine bir adam (şeklinde) yapardık ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük." (6: 8-9). Bu âyet onların talebine çok gerçekçi bir cevap vermektedir. Birincisi, eğer Allah bir melek göndermiş olsaydı, kendilerini düzeltmek ve ıslâh etmek için onlara hiçbir mühlet tanınmazdı. Kendilerine, inanmaktan başka alternatif bırakmayacak şekilde hakikati çok aşikâr kılmak için melek gönderilmemiş ve böylece onlara bir fırsat tanınmıştır. Şurası açıktır ki, bu durum, dünyadaki hayatlarının gayesi olan hür iradelerinin denenmesini beyhude kılardı. Bu yüzden herhangi bir melek gönderilmemiştir.
İnsanoğlu imtihandan geçmeli ve görülmez hakikati onu çıplak gözle görmeden aklını ve düşünme yeteneklerini doğru yolda kullanarak keşfetmeli, sonra da bu hakikatin gerekleri doğrultusunda nefsini ve şehvetini kontrol altına almalıdır. İşte bu yüzden, "görünmeyenin (gayb)" imtihan gereği görünmez olarak kalması gerektiği açıktır. İkincisi, imtihan dönemi olan dünya hayatı da varlığını ancak "görünmeyen" görünmez kaldığı sürece sürdürecektir. "Görünmeyen (gayb)" aşikâr hâle gelince bu imtihan "bu dönem" kendiliğinden sona erecek ve imtihanın sonuçlan ortaya çıkacaktır. Bu sebeple Allah melek gönderilmesi talebini karşılamamaktadır. Çünkü Allah imtihan dönemi sona ermeden önce, sizi imitihan etmeyi bırakmak istememektedir. Üçüncüsü, insanlara hidâyet rehberi olabilecek diğer tek alternatif insan şeklinde bir melek göndermek olabilirdi. Ve Allah buyurmaktadır ki, eğer insan kılığında bir melek göndermiş olsaydı müşrikler yine Hz. Muhammed'i tanımakta duydukları güçlüğün aynısını onu tanımak için de duyacaklardı. Bu da kendilerini daha çok şüpheler içine itecekti. Bu bakımdan, Allah'ın Elçisi'ne destek olacak bir melek göndermemesi tebliğe muhatap kitlenin kendi iyiliklerine olmuştur (The Meaning ofthe Qur'an, c. VI, sh. 98-99).
Böylece Kur'ân müşriklerin taleplerini hiçbir karşı cevap veremeyecekleri tarzda çok yumuşak ve ikna edici delillerle bertaraf etmiştir. Onların Hz. Peygamber'i sahtekârlıkla suçlamaları karşısında, Rasûlullah'in bütün hayatım aralarında geçirdiği ve onun hakkında kendilerine gizli kalan hiçbir şey olmadığı ifade edilmiştir. O kendilerinin de şeha-det ettiği gibi aralarındaki en güvenilir ve dürüst bir insandı, öyleyse Yaratıcısına karşı nasıl yalan söyleyebilirdi? Onlar bu basit gerçeği anlamıyorlar mıydı? Onlar, bu konuda başkalarından yardım gördüğünü söylediler. Bu onların çözemiyecekleri bir sır mı idi ki? Eğer buna gerçekten inanıyorlarsa bu yüce şeyleri söylemekte ona yardım edeni niçin ortaya çıkarmıyorlardı? Zaten, o aralarında yaşıyordu ve mekânı onlar için bilinmeyen bir sır değildi. Gerçek şuydu ki onlar Rasûlullah hakkında söylediklerine gerçekte inanmıyorlardı. Eğer benzer sözleri yazabileceklerini söylüyorlarsa ve iddialarında samimi iseler haydi Kur'ân sûrelerine benzer bir sûre getirsinler. Ancak, Allah'tan başka dost edindiklerini çağırsalar bile böyle bir sûre meydana getiremezlerdi. Müşrikler ne böyle bir sûre getirebildiler ve ne de Kur'ân'ın meydan okumasına cevap verebildiler.
Müşriklerin Hz. Peygamber 'e yönelttikleri suçlamaların hiçbir güvenilir ve akılcı temeli yoktu. Bu yüzden zaman zaman değişik yeni suçlamalarda bulundular. Onlar, Allah Elçi gönderecekse melek göndermeliydi, o zaman ona kolayca inanırdık dediler. Onlara, eğer kendilerine melek gönderilseydi ve onları inanmaya zorlasaydı, bunun, Allah'ın Hesabının hikmetine aykırı olacağı söylendi. İnsanlar yeryüzüne belli bir zaman dilimi içinde imtihan edilmek üzere gönderilmişlerdi. Hakikati, Allah'ın Elçilerinin rehberliğinde bulmalı ve kendi hür iradeleri ile buna uygun davranmalıdırlar. Daha sonra Hüküm Gününde Allah tarafından yargılanacaklardır ve iyilik yapanlar Cennet ile mükâfatlandırılacak ve kötülük yapanlar da Cehennem ile cezalandırılacaktır. Dolayısıyla, onların Elçi olarak insan yerine melek istemeleri kendileri için çok akıllıca olmayacaktır. Şayet bir melek gönderilseydi, insanlara rehberlik ve örneklik etmek için uygun bir varlık olmayacaktı, tnsan şeklinde bir melek gönderilmesi hâlinde de, onun melek olması gerektiği gibi itirazlar yinelenecekti. Hz. Peygamber muhalifleriyle çok yumuşak ve mâkûl bir şekilde münazara etmiş, onlara iddiaları doğrultusunda yaklaşmış ve onları bu hususta tatmin etmeye çalışmıştı. O müşriklerin bütün suçlama ve itirazlarını delilleriyle cevaplamış, onlara mantık ve idraklerini kullanmalarını hatırlatmıştı. Ne var ki, müşriklerin ileri gelenleri sağduyularım hemen hemen hiç kullanmadılar. Kendisine inanmamalarının başlıca nedeni, onu fazla zengin olmayan ve dünya malı bulunmayan sıradan bir kişi olarak tanımaları ve çekememeleriydi. Hafife alarak, böyle bir insanm nasıl Allah'ın Elçisi olabileceğini sordular. Eğer Allah Elçi gönderecek olsaydı iki büyük şehrin zengin ve ulu kişilerinden birini seçmeliydi: "Ve dediler ki: 'Bu Kur'ân, iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?" (43: 31). Yani Mekke'nin ve Taif'in ileri gelenleri böyle bir mevkinin fakir bir insana emanet edilemiyeceğini düşünüyorlardı. Kıt anlayış ve bilgileriyle, peygamberliğe Hz. Muhammed 'den daha lâyık olduklarını düşünüyor, bu dünyanın bütün iyi şeylerini kendilerine uygun görüyorlardı. İktidar ellerindeyken ve bu dünyanın nimetlerinden bol bol faydalanıyorken Kur'ân'ın delillerine kulak asıp onun mesajını cidden düşünmeleri çok zordu. Ancak sonunda, Kur'ân bütün zalimane iddia ve taleplere galip gelmiştir.