- Peygamberlerin Gönderilmesinin İspatı

Adsense kodları


Peygamberlerin Gönderilmesinin İspatı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sun 10 July 2011, 09:07 am GMT +0200
Peygamberlerin Gönderilmesinin İspatı Ve Kendilerine Olan İhtiyacın Açıklanması


Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : İnsanlar, peygamberler ve getir­dikleri dinler hakkında konuşup fikirler öne sürdüler. Onları din âlimleri, maneviyat liderleri ve beşerin akıllı ve hikmetli olanları ispat ettiler. Ken­di yaratanmı bilmeyen kimse de onları inkâr etti. Allah'ın emrini ve neh-yini bilmiyenlerden onları tasdik edip ikrar edenler de vardır. Peygam­berlere ihtiyaç duyulmadığının aklen sabit olduğunu iddia edenlerden de peygamberleri ikrar edip kabul edenler vardır. Bununla beraber kâhinler, sihirbazlar ve hokkabazların yaptıkları ile peygamberlik iddia edenlerden alâmet ve işaretlerle karşılamak da mümkün olur.

Peygamberlerin gönderilmesi hususunda çaba ve güç harcamış ol­mayan kimselerin aczinin zahir olması da muhtemeldir. Onlar, bütün be­şerin güç ve kuvvetlerini de imtihan etmemişlerdir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, yaratıcı olan Allah'ı inkâr eden kimse ile Allah'ı ispat etme hakkında münazara ve münakaşa ederiz. Çünkü Allah'ın peygamberleri göndermesi hakkında münakaşa ve mü­nazarada bulunmanın mümkün olması ancak Allah'ın var olduğunu ve varlığının ispat edildiğini söylemenin lâzım olmasından sonra olur. Bu­nunla beraber her iki hususun birden olması, peygamberlerin mucizeleri ile de mümkün olur. Çünkü peygamberler öyle bir kimselerdir ki kendi hal ve durumlarını bilen millet arasından zuhur etmişlerdir. Onlar, güç­lerinin yettiği en doruk noktaya ulaşmışlar idi. Vaktaki onlar, akıllarına hükmeden âyetlerle geldiler —ki, aynısını getirmeğe onların gücünün yet­meğe muhtemel olmadığını bilmeleriyle beraber— kendisini gönderen tara­fından vermiş olduğu haberi tasdik etmekle ilim elde etmek gerekir. Ve o ayet ve mucizeleri meydana getiren kimsenin peygamberliği ve getirip tebliğ ettiği dinî kuralların âlim ve hakim olan ve kendisini ispatta deliller meydana getirmeğe kadir olan Allah tarafından olması gerekir ki onu müşahede etmemelerine rağmen bu âyet ve mucizelerle kendisini bi' sinler. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra emri, nehyi vaad ve vaîdi inkâr eden kimse, hikmeti meydana getirmek için hasıl olmamıştır. O, ancak Allah'ın kendisini var etmek ve yok etmek Üzere meydana gelmiştir. Sonra bilinir ki gerçekten her fi'linin akıbeti böyle olan kimse, hikmet sahibi değildir. Öyle ise bu hususlar Al-lah-u Teâlâ'nın kendisinde var ettiği vahdaniyetine ve saltanatlığmın bü­yüklüğüne delâlet eden hususlarla beraber yaratıcı ve âlim olanın hikme­tine delâlet eder ki o da hakim olan Allah Celle Celâluhû'dur. Tevfik Al­lah'tandır.

Bununla beraber Allah Subhânehû ve Teâlâ, bizatihi ganîdir; fi'lin-de hikmet sahibidir. Mahlûkatı kendilerinde yaratmış olduğu kudret ile kalmaları için yaratmıştır. Sonra onların hayatta kalmalarını ancak gıda maddeleri ile Allah-u Teâlâ, mahlûkata devamlı kalmayı ve yaşamayı sevdirmiştir. Eğer [161]onlara emir ve nehiy koymamış olsaydı, onların hepsi baki kalma ve devamlı yaşamaya ait kendisinde bulunan şeye tamah et­tiği için önem verip onu elde etmeye koşardı. Bununla beraber o şeyde de kendisi için lezzet ve şehevî istekler vardır. Sonra onun yaptığı gibi akranı da aynı şeyi işlerdi. Ve böylece aralarında çekişme ve itişip kakış­ma hasıl olurdu. Bunlar da onları birbiriyle çarpışmaya sevkederdi. Ken­disi ile baki kalma hissini verdiği hususta bu haller olunca.yok olma kor­kusu da meydana gelirdi. Öyle kendisinde vaad ve vaîdin bulunduğu şeyle emrin, nehyin, helâl ve haramların meydana çıkarılması gerekirdi ki, herkes kendisi için olanı ve kendisi için olmayanı bilsin. Böylece her­kesin[162] düşmanlığından kurtulup canı bakî kalsın. Kim ki emri, nehyi, mihnet ve musibeti inkâr ederse, o görünen âlemdeki mihnet ve musi­betin manâsına gitmiştir. O da ancak gizli olanların zahir olması ve kapalı olanların açığa vurulmasından ibarettir. Emir ve nehiy, emreden ve nehyedenin nail olacağı[163] menfaati içindir. Veyahut da istemediği bir şeyi yok etmesi içindir.[164] Allah-u Teâlâ, bizatihi ganî ve bütün sırları ve gizli olanları bilen olduğu zaman mihnet ve musibetin; emir ve nehyin manâsı gitmiştir.

Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Biz, Allah'tan muvaffakiyet te­menni ederek deriz ki; eğer Allah-u Teâlâ'nın emri, nehyi, mihnet ve mu­sibeti yukarıda zikrolunan şey üzere olmuş olsaydı, gerçekten onun fi'li bu hususlardan ötürü istemediğini yok etmek veyahut istediğini elde et­mek veya kendisinde bulunan ayıptan[165] sıyrılmak için olurdu. Halbu ise AHah-u Teâlâ, âlemi yarattı, fakat zikrolunan hususlar için değil, emir, nehiy, mihnet ve musibet de onun gibidir. Bununla beraber o takdir olu­nan husus ancak kadrü şerefleri yüce olan ve dereceleri yükselen husus­lara muhtaç olanların fi'lidir. Eğer onlar, bunlardan başkasını istemiş olsalardı, işledikleri bu fiillerde onlar için ya hemen zarar veyahut da atîde azap olurdu. Amma bizatihi hikmet sahibi olan ve bizâtihî ganî olan zât, bir menfaat için yapmadığı gibi bir zararı defedip gidermek için de yap­maz. Emir ve nehiy de onun gibidir. Hikmet ve ganî olmada imtihana tabi tutanların muhtelif olmaları hususunu açıkladığımız şeylerle beraber on­lardan birinin, diğerini takdir etmesi caiz olmaz. Ve hakmı olanın rubû-biyet hikmeti için[166] şerri işlemesi muhtemel olmaz. Bunun içindir ki zikro­lunan şeyi kendi üzerine alması hatadır.

Sonra gerçekten mahlûkat, zararlı ve yararlı olmak üzere iki kısım olarak yaratılmıştır. Her cevherin elem ve tad verme karakteri içinde meydana getirilmesinin imkân ve ihtimali vardır. Bunların o şekilde var edilmelerinin muhtemel olması ancak sonuçların hasıl olması içindir ki, Allah-u Teâlâ şiddetli azabını vereceğini beyan etmekle mahlûkatı vara­cakları sonuçlarla korkuttuğu gibi zevk ve refah verecek lezzetli şeylerin kendisinde bulunanları vaad etmekle de sonuçlara böyle ulaşılmasına teş­vik buyurur. îşte bununla gerekenden korkma ve gerekeni de arzulama işi tamamlanır. Tevfik Allah'tandır.

Ve sonra Allah-u Teâlâ, mahlûkatı yarattı. Mahlûkattan bazısını, bazısı için[167] yararlı kıldı. Cenab-ı Hakk'in bizâtihî her şeyden müstağni olduğu için bu hususta bir menfaati yoktur. Zararlı olanlar da böyledir. Emir ve nehyin, mahlÛkatm bazısının, bazısına olan yararları ve zarar­lardan korunmaları bakımından onun gibidir. Bununla beraber Allah-u Teâlâ, onlara kendilerine yarıyacak olan hususları emreder. Tıpkı onları yaratıp yararlı nesneleri kendileri için kıldığı  gibi.     Allah-u    Zülcelâl, mahlûkati kendilerine zararlı olan şeylerden nahyetnıiştir. Tevfik Allah'­tandır.

Yine emrin ve nehyin hikmeti olarak şu husus ifade edilir : Gerçek­ten Allah-u Teâlâ, insanı en güzel şekil ve bigimde yaratmıştır. Yeryüzün­de ve gökte bulunanları ve kendilerinde bulunan yararlı maddeleri ve be­reketleri ile onlara musahhar kılmıştır. Bu husus, onlardan meydana ge­lir. Mükâfaat yerine veyahut yaptıklarının hakkı ödenmiş olma yerine geçecek bir şey sebkat etmeksizin tahakkuk etmiştir. Öyle ise aklen böy­lesi bir nimetleri onları bilmiyenîere boş yere verilmesi caiz değildir. Çün­kü onda zayi olma ve nimetlere karşı nankörlük ve zulüm vardır. Öyle ise bununla onlara sevilmeye müstahak olanın, kendisine şükredilmenin va­cip[168] olanın kim olduğunu bilmeleri için nimetleri verenin kim olduğunu bilmeleri gerekir. îşte o hususta da mihnet bulunmaktadır. Korku ve rağ­betin tamam olması için onlara vaad ve vaîd vasıl olmuştur. Tevfik Al­lah'tandır.

Sonra şu husus bir gerçektir ki, adalet ve doğruluk aklen güzel gö­rülmüş olduğu gibi, zulüm ve yalan da aklen kötü ve çirkin telakki edil­miştir. Birinci grup, insanların kalblerinde taht kurmuş, onlarca hürmet edilmeye ve mükerrem kılınmaya lâyık[169] kılınmıştır. İkinci grup ise : Ha­kir ve hor ve korkunç birer varlık olarak insanların kalblerinde yer almış­lardır. Bunun içindir ki akıl, kendi nimeti ile rizıklanan kimsenin şerefini yükseltecek şeyi yapmasını emreder. Kendisinin bulunduğu kimseyi kü­çültüp alçaltacak, hor ve hakir kılacak hususlardan da nehyeder. Öyle ise emir ve nehyin, aklın mecburi ve zaruri kılmasiyle de, var olması vacip olur. Sonra keramet ve yollarını benimseyen sözünde durup verdiği sözü yerine getiren kimse için sevap ve mükâfaat, heva ve hevesine uyup on­ları aklın gösterdiği iyi yollara tercih edene de azap gerekir. Bunun için bizim zikrettiğimiz hususlarda onlara adalet ve doğruluğun neler oldu­ğunu göstermeleri[170] her ikisinin zıttı olan zulüm ve yalanın zararlarını[171] öğretmeleri için peygamberlerin gönderilmesinin gerektiğini ifade edil­mesini icabettirir. Durumların icabettirdiği işin hamdü senaya muvafık ve mutabık olması için de mahiyetinin anlaşılması güç olan her şeyi de peygamberler işaret buyurup izah ederler. Tevfik Allah'tandır.

Sonra dünyada hiç bir akıl yoktur ki, nefsini, verdiği sözü yerine ge­tirmeme ve şehevî isteklere dalmak hususunda onu ihmal etmekten razı olsun. Bilakis her akıl, nefsini kendisine zarar vermiyecek ve sonuçları iyi olup öğülmeye lâyık olacak şey üzere yetiştirmeğe çalışır. Bununla be­raber kurtulmasını umduğu ve yararına olanı tamah ettiği şeydeki zara­rım gidermekten cahildir. Bunun içindir ki kendisini, işlerin sonuçlarını bildirip öğreten kimseye muhtaç kılar. Hatta nefsini şehevî isteklerine râm olacak şekilde ihmal etmeksizin peygamberin işaret duyurduklarını kabullenmeğe hazırlar. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra emir ve nehye iman edip tevhidi ikrar ettikten sonra zikretti­ğimiz yönlerden, gönderilen peygamberleri ve onların tebliğ ettiği husus­ları inkâr edenlerle, peygamberlerin gönderilmesine duyulan ihtiyacın yanısıra kendisinde hastalık olmayan ve nefsi sâlih olan kimseye kifayet edecek, emir ve nehyin gerektiğine dair delillerden zikrettiğim hususlarla beraber - münazaraya döneriz. Bu hususu ifade ettikten sonra deriz ki; din ve dünya bakımından akim kendisine ihtiyacı icabettiren ve mecburî kılma bakımından peygamberlerin gönderilmesinin gerektiğini söylemek vacip olur. Sonra her ne kadar aklen ondan müstağni idi ise de üstün kıl­manın Allah tarafından olduğunun ispat edildiğini de ifade etmek lâzım­dır. Dünya işi de yine kendisi ile bulunan hususlarla din kuvvetledir. Bu zikredilen hususlarda ve Allah-u Teâlâ'mn insanları yaratması ve onları mihnet ve musibet[172] ehli yapması, gökten indirdiği su ile yerden onlar için besin maddelerini üretmesi ve onlar için ilaç kılması, sonra yerden biten­lerden öldürücü zehirler ve hastalıkları meydana getirmesi ve kendilerine gıda[173] ve akılları ile kendilerini kontrol ve imtihan etme nimetini ihsan etmesi[174] ki, bununla gıda verenlerden[175] eza ve zarar verenleri ayırt edebi­lirler. Çünkü olur kî onda imtihana tabi tutulanın helakini icabettiren hu­sus bulunur. Akıllarda ise bu hususu keşfedip bilecek bir yol yoktur. Öyle ise yedikleri ile bedenlerini besleyip diri kılmak ve onunla dinlerini dim dik tutmak için Allah-u Teâlâ'mn yaratmış olduğu bu hususlardan her cevhere kişiyi muttali kıldığını söylemek lâzımdır.

Sonra akıllarda başlangıçta ziraat ile üretilen hususlardaki zararlı ve faydalı yönleri ziraattaki tedbir ve icad edilen şeyi bilmeye bir yol yoktur. Sonra cevherin tamam olup bilinmesinden sonra, onun nasıl kul­lanılacağını bildiren bir kimsenin bulunması elbette lâzımdır. Tâ ki o mad­deler ile beslenme doğru olsun. Bununla beraber beslenmeye sâlih olması meydana getirilen şey de muhteliftir. Sonra haddini muhafaza etmediği vakitte kendisinden faydalanan kimseyi zarara sokacak şeylerden yene­cek maddelerde çeşitli ezalar var edilmiştir. Çünkü o, onun sınırını bilen kimseden meydana gelmiştir.

Sonra kendisine zarar verdiği vakitte zararını giderecek kadarıyla devasını öğretti. Sonra tabiatların birbirine uymaması ve öldürücü ze­hirlerin kullanılması ile tıp ilimlerini var etti ki, zararlı olandan bedende kendisi ile faydalanacak olduğu kadarını bitebilsin. Sonra kendileri ile ör­tünme, kapanma elde edilen ve sıcak, soğuktan konumlan çeşitli elbise­lerin meydana getirilmesi için var olan sanatların meydana getirilmesi; sonra güçlü kuvvetli hayvanlardan kendileri için yaratilanlardaki faydayı onları ehlileştiren kimse hangi yarar için yaratıldıklarını bilmezler. Yani onlar menfaatler için mi yaratılmıştır veyahut gayri için mi yaratılmıştır? Onları nasıl hazırlıyacaklarmı bilmezler. Çünkü yaratılan hayvanların ya­ratılışında kendisi için yaratıldığı şeyden kaçınma vardır. Tâ ki ona alışıp boyun eğsin ve itaatta bulunsun. Sonra din ve dünya hususlarının ancak kendileri ile ikâme edebilecek oldukları çeşitli ticaret sistemlerinin ihdas edilmesi; sonra ihtiyaçlarının memleketlere yayılması kî, onların ne tabi­atlarında ve ne de akıllarında kendilerinin muhtaç olduğu §eyi nereden talep edeceklerini açıklıyacak veyahut delâlet edecek bir şey olmadığı gibi onların yolunu bilecek de bir şey bulunmaz. Çünkü akılda bunların bulun­dukları yerlere delâlet edecek ve yollarını gösterecek bir husus yoktur; sonra insanın dünyada yaşamasını teinin eden ve Ahiret'ini anlamasını sağlayan dinlerin öğrenilmesinde; sonra isimleri öğrenmemizde -—ki, o isimler olmamış olsaydı ne ihtiyaçlar anlaşılırdı ve ne de onların bulundu­ğu yerini bir kimsenin bilmesi mümkün olurdu— işte bu isimleri bilmemiz­de; sonra nesilleşme sebeblerinin yönlerini bilmede; küçükleri terbiye etme­yi bilmede; sonra yolları belli olmayan gıda maddelerinin meydana getiril­mesindeki ilimde; sonra insanların bazısının bazısını bilmesi ile beraber diller isimler, sanat, tıp ve bütün mesleklerden, memleketlerin yolların­dan ve hayvanları terbiye etme, onları kullanma keyfiyetinden, bütün zik­rettiğimiz şeylerin zuhuru üe anlaşiimaktadır ki bunların hepsi açık ve seçik olarak şuna delil teşkil etmektedir : Gerçekten bunların aslının akim meydana çıkarması değil, öğretme ve bildirmeden hasıl olmaktadır. Tev-ük Allah'tandır.

Bununla beraber musibetlerin gelmesindeki insanların bazısının ba­zısına sızlanıp yalvarmalarının var olmasından bilinen bir iştir ki, bu hu­sus ve onları üzen önemli işlerden[176] kendilerinin reyinden yardım iste­meleri, kendilerinin katında âlemde üstün kılman ile[177] müşavere etmele­rine yönelmelerinde; sonra edebin fenlerini talimde; sonra her birinin ki­tapları okumaktan ve filozofları dinlemekten çeşitli ilimden istifade etme­ğe kalkmaları delâlet eder ki, gerçekten onlar kendi akıllarını, ihtiyaçla­rını yerine getirmek ve yardım talep etmekte kâfi görmüyorlar. Öyle ise aklen bir gerçek, doğru olarak öğüt verene yakarmak gerekmektedir, îşte bunlar da mahlûkatin o kimselere karşı besledikleri zannıdır ki, ger­çekten onlara adı geçen kimselerin dilleri ile ilimler ulaşmıştır[178]. îşte o hususlar üzerine din ve dünya işi tesis edilmiştir.

Sihir ilmi de ona göredir. Eşyanın cevherleri, muâlecenin çeşitleriy­le itibar olunur[179]. Din, mal ve vatan düşmanları ile savaşma ilmi de za­hirde[180] dillerden ve dillerde bulunan hususlardan alınmaktadır. Onların ilk öğrenilmesi de âlim ve hikmet sahibi olan Allah-u Teâlâ'dan olur.

Sonra, aklın zaruri kılmasiyle peygamberlerin gönderilmesinin ge­rektiğini söylemeyi lâzım kılan hususlardan biri de şudur : Gerçekten, in'âm edenin, ve ona şükretmenin güzel olduğu hususu aklen sabit olmuş­tur. Aynı zamanda onu, yani nimeti veren Allah'ı inkâr ederek küfrân-ı ni'mette bulunmanın da çok kötü ve çirkin bir şey olduğu da aklen sabit olup bilinir.

Sonra, insan duyu organlarından biri üe bilinip anlaşılan hiç bir şey yoktur ki, duyu organının sapasağlam olması ve onunla her hangi bir şeyi idrak etmesindeki hususta Allah'ın nimetleri bulunmasın. Bu nimetleri ihata edip anlamaktan kul aciz olur.

Bundan sonra, bu hususu ifade etmek İçin iki ibare vardır : Birincisi : kendilerine in'âm ve ihsan edilenlerin şükretmelerini gerektiren hususun birbirinden farklı olması, nimetlerin miktarında bibirinden fazla olması. Bunun sonunu anlamağa ve bilmeğe, o, nimetleri yaradanm ilminden baş­ka hiç bir kimsenin ilmi yetmez. Buna göre de, o nimetleri tam manâsiyle kendisine şükredilecek olan şeyi akıl bildiremez, onu ancak nimeti veren Allah bildirip öğretir. Öyle ise aklen o nimetleri vereni haber verip öğre­tecek birinin olması gerekir.

İkincisi : Gerçekten o nimetler, duyu organlarına yayılmış ve taksim edilmiştir. Duyu organlarından her bir organa o nimetlerden bir nimet isabet etmiştir. Bunun içindir ki, nimetlerden kendisine verilen için şük­retmekte her azanın kullanılması lâzımdır. Bununla beraber, eğer sen, nimetlerin miktarını, anlayıp öğrenmek istersen, azaya bir illet ve âfet isabet etmek suretiyle hastalığa mübtelâ olup o nimetten istifade edenıi-yen kimseyi düşün ve ibret al ki, onun tedavisi için dünya dolusu varlı­ğını harcar[181]. Sonra her azada bulunan nimetin şükrünün edâ edilmesi hususunu akıl bilemez. Öyle ise her hususu Allah'tan haber verecek olan bir «muhbir-i sadıksın bulunması icap ettiğini söylemek lâzımdır.

Yine, Allah-u Teâlâ, mahlûkatı Öyle bir şekilde yarattı ki, mafsallara verdiği yumuşaklık ve kolay hareket etme durumu ile her organı kullan­ma imkânına sahip kılmıştır. Onlarla toplar ve yayar, alıp verir. Muhtelif hal ve durumlara intikal eder. Ayrı ayrı işler yapar. Eğer azaların yaratı­lışı örf ve adette bilinen hususların yapılmasında kullanılması için olma­mış olsaydı, kendisinde bulunan yapma ve faydalanma gücü Özellikle hay­vanlarda ve kuşlarda olanı gibi olurdu. Bunun içindir ki, insanın ibadet ve taat için yaratılmış olduğu sabit olur. Öyle ise her ihtiyaç da gereken mahiyetini açıklayan kimsenin bulunması mutlaka lâzımdır.

Sonra, peygamberlerin gönderilmesinin, ve onlara ihtiyaç duyulma­sının akim zaruri kılmasiyle vacip olması hususundan, bu mevzuda asıl olarak ele alman bir kaç vecih vardır :

Birincisi: Mahlûkatm, her birinin diğerinden daha haklı, nimetlerin kendisinde bulunması daha doğru ve evlâ olduğunu iddia etmek suretiyle aralarında düşmanlık ve dolayısiyle kavga ve gürültünün bulunması; bunu halledecek ve giderecek, dert dökülecek birinin kendi içlerinde bulunmadığma, kendilerine aralarındaki husumeti giderip birbirlerini sevdire­cek, onları bir araya toplayıp yekdiğerine kenetlestirecek olan şeyi gös­terecek ve aralarındaki davada âdilâne hükmetmek için kendisine baş­vurulacak olan birinin içlerinde bulunmadığına ittifak etmeleri. Bilinen bir gerçektir ki, husûmet, kavga etmek, her yok olmanın mukaddimesi ve her türlü fesadın anasıdır. Akîen bunların hepsi de kötü ve çirkindir. Akılların sonu, şu noktaya varmıştır ki, gerçekten bilme ve salahtan, kendilerinin yaratılmış oldukları hususa onları götürmek[182] yer ve vazife­lerini tayin etmek için mutlak birinin bulunup onlara bildirmesi lâzım. Bi­linir ki, bu hususları daha iyi bilen, kendilerini yoktan var eden, yaratan­dan başka bir kimse yoktur. îşte bu hususlar, bunları kendisinden öğren­diğimiz Allah-u Teâlâ tarafından gelen bir peygambere gerek olduğunu söylemek lâzım olduğunu bildirir[183]. Tevfik Allah'tandır.

İkinci olarak diğer bir delil : Malûmdur ki, bilginler, din ve dünya işlerinde, kendi yararlarına olan şeyi anlamakta birbirlerinden üstün olurlar. Kendilerine yararlı olan hususlar birince idrak edilir; fakat di-ğerince o husus bilinmez. Bu sabit olunca, kulların menfaatina olan hu­susları yaratmış olduğu kulların değü, Allah'ın daha iyi bildiğini reddet­memiz asla mümkün değildir. Böylece Allah-u Teâlâ peygamberleri vası­tasıyla kullarına kendilerinin maslahatına olan şeyleri ulaştırır. Yardımcı olan ancak Allah'tır. O'ndan yardım talep ederiz.

Üçüncü vechi tegkil eden başka bir delil : Herhangi bir iş, gafletin kendisine çağırdığı yere rücu etmesinden veyahut aklen ondan daha iyi ve tercihli olan şeyden başkasının kendisine gösterdiği hususu sinelerin bazısına lâzım kılmasından hâlî kalmaz. Eğer hak ve gerçek olan ilki olursa, akılların arasını cemedip bir noktada birleştirmek muhakkak va­cip olur. Aklının kendisine gösterdiği şeyle ifade ettiği zaman da, hepsi­nin görüşlerinde isabet ettiklerini söylemek gerekir. Bu husus, aklına iti­mat eden her din sahibinin isabet ettiğine şehadet eder. Görüşlerin ve söz­lerin birbirine uymayıp tenakuz içinde bulunduklarından bu hususun ka­bul edilmesi mümkün değildir. Eğer ikinci vecih olursa, onun aklı tıpkı Allah tarafından gelen Peygamber gibi olur. O da, kendi şahsını bize bil­direcek bir delile muhtaç olur. Sonra Allah'tan haber verdiği şeyin doğru olduğunu bildirecek delille, akliyle her söylediğinde hakka[184] isabet ettîğini bildirecek delilin arasında hiç bir fark yoktur. Her şeye muvaffak kı­lan Allah-u Teâlâ'dır.

Bununla beraber, şu husus da bilinir ki, hakikaten meşguliyet[185] ve meşgalenin yoğunlaşması akılları kaplayıp örter. Gam ve kederler, insanın yaratılmış olduğu haldeki çeşitli durumlar da böyledir. Çeşitli elemler, sayılmayacak kadar her gizli ve açık olan hususlar da hakkı ihata edip anlamadan aklı menedip meşgul eden sebebler de böyledir. Şehevî ve nefsânî isteklerin, galebe çalması, ümit, emel ve izzetlerin çoğalması da yukarıda geçen hususlar gibidir. Bunun içindir ki, onlara gerçekleri açıklayacak hak olan hakkında şüpheye düştüklerinde onları aydınlata­cak olan Allah, peygamberinin gelmesi elbette ki lâzımdır. Kuvvet'ancak Allah'tandır.

Biz geçen konularda Allah'a hamd olsun, peygamberlerin[186] gönderil­mesine akılların muhtaç olduğunu beyan ettik. Onların hak ve gerçek ol­duklarını, onların hepsini akılların ihata etmekten aciz olduklarım ifade ettik. Bu hususun aslında iki vechi vardır.

Birincisi, gerçekten Allah-u Teâlâ, her idrak edene bir a'zâ verdi ki, onunla idrak eder. Sonra onlar kendisine ulaştıracak sebebleri olmaksızın kendi zâtını ihata ederler. Sonra onunla beraber, o a'zâya Öyle bir afetler arız olur ki, kendisini yok edecek düşmanlarından sayılan zıdlardan, ken­disinin koruyucu yardımcılarından olan her türlü fedakârlığı[187] göze ahr. Hatta tam eleman olanları bile[188]. Bunu, ondaki uzaklığı menetmekle ilme gerçek anlaşılmış olanı idrak ettiğini, amelinde gerçekten çok latif ve akıl da ona göre mütalâa edilir. Zira o, yaratılmış olan bir sebebtir. Onun da idrâkin sebeblerinden olan gayrisi gibi bir haddi, bir sınırı vardır ki, eş­yanın gizli ve kapalı olmasıyla beraber, gayrisine aciz olan şey ona da arız olur. Sebeblere bakmak onun asıl maddesindendir. Onun filozofların sözlerinden işitilenidir. Onların daha hak ve daha üstün gerçeği olanı da hikmeti ve ortaya attığı doktrin için delili bulunandır. Kuvvet ancak Al­lah'tandır.

Bu konu hakkında dördüncü delili teşkil edecek başka bir vecih de şöyledir : Gerçekten Allah-u Zülcelâl, güzel olandan her dış varlığın, kendisi ile anlaşılması sağlanan sebebi iki kısım olarak meydana getirmiştir : Birincisi, müşahede ettiğine, müşahede etmediği, bitişik ve ilişkili olduğu zaman, müşahede[189] ettiği ile istidlal etmesi. Bu tıpkı dumanın ateşle iliş­kili olduğu ve güneşin ziyasını güneşle alâkalı bulunduğu ve yazının, ya­pının ve benzerleri fiilin eserinin fâille ilişkili olduğu gibi. İkincisi : Bütün akıllılarca bilinen[190], gelen hâdiseler değişen haller ve durumlar, uzak ül­keler gibilerin hallerini bildiren haber. İşte insan o haberle, cinsleri, fasıl ve nevileri, tıp ve dilin çeşitleri, sanatlar, harpler ve daha başka bunlara benziyen hususlar hakkındaki ilimleri bilir. Sonra duyu organı ile anla­şılmış bir delili olmayan, kendisinin anlaşılması için haberden başka hiç bir yön bulunmayan husustaki emir, nehiy, vaad ve vaîdi biliriz. O da mu­bah, haram ve kendisinde çeşitli hallerden bir şey bulunan gibi. Bu gibisi sözü söylemek için haber ile olması lâzımdır ki, o da peygamberlerin gön­derilmesini icabettirir..

Sonra asıl olanlar üçtür : Vacip olan, mümteni', yani mümkün olma­yan ve ikisinin ortasında bulunup mümkün olan. Âlemin bütün işi bunla­ra göre cari olur. Binâenaleyh aklen bir cihetten vacip olan, haberin gayri ile gelmesi caiz olmaz. Mümteni', yani mümkün olmayan da böyledir. Mümkün olan ise, haberin başkası ile gelmesi caiz olur. Çünkü mümkün olan bir halden başka bir hale, elden ele ve birinin mülkü olmaktan baş­kasının mülkü olmaya intikal eder. Onda ise aklen bir ciheti ieabettirme olmadığı gibi, bir ciheti de menetme yoktur. Öyle ise peygamberler her hal ve durumda onlardan daha iyi ve evlâ olanını beyan etmek için ge­lirler[191]. Tevfik Allah'tandır.

Mu'cizelerde zikrolunan hususa gelince; gerçekten onlardan her biri için bilinen bir alâmet ve zahir olan bir işaret vardır. Bununla beraber bu hususa itirazda bulunmak ve kargı gelmek fasid ve batıldır. Zira o, bi­rini, verdiği haberinde tasdik etmek veyahut bir şeyi kesinlikle ikrar et­memekten hâli kalmaz. Eğer bîrinin verdiği haberi tasdik ederse, sorusu tasdik ettiği o şeye vaki olmuş olur. Eğer kesinlikle bir şey ikrar etmiyor­sa bu sefer haberi kendisinden düşmüş olur. Bununla beraber müşahede etme yolundan hakikatlerin gayri olarak çıkanlarla karşılaşma söyledi­ğinden daha açık ve seçik olur. Sonra onunla mevcudatı bilmeyi nefyet­mek vacip olmaz. Öyle ise zikrolunan hususlar nasıl vacip olur? Peygamherlerin asrının gayrinden zikrolunanlar ise, onlar, haberlerin kabul edil­mesinde bir sözdür. Kendisi mecbur olduğundan dolayı bir yönden ona lâ­zım olur. Böylece onun sa'y-u gayreti batıl olur.

Şu söylediği sözde münazara edilebilir : öğülen ve helâl kılınanlar­dan akim haranı kıldığı şeyi aklın icabettirdiği şeyden veyahut tabiatın gerektirdiği husustan onun hakkında ilmi olanın kendi nefsinin çirkin gör­düğü ve tabiatının nefret ettiği her şeyi menetmesi ve reddetme cihetine gitmesi hakkıdır. Böylece hükümleri, hakikatlerinden değiştirir ve bu hü­kümlerinin cehaletinden ve akılsızlığından dolayı meydana çıktığını be­yan eder. Onun gibisi olanın akim hakikatini bilmesi hakkıdır. Böylece hükmünü iptal etmiş, hevâ ve hevesten dolayı aklı bilmediğinden-kendi­sine kızıp öfkelenmiştir. Tevfik Allah'tandır.

Sonra eğer akıl ondan yani peygamberin gönderilmesinden müstağni olsaydı, peygamberlerin gönderilmesinin Allah'ın bir lûtfu ve ihsanı ba­bından olması da caiz olurdu. Zira Allah-u Teâlâ, ihsan sıfatıyla mevsuf ve maruftur. Allah'ın kulları, O'nun ihsanı altında dolaşıp dururlar. Al­lah'ın nimetlerinden hiç bir nimet yoktur ki, onunla kullarını süsleyip güzelleştirmek suretiyle onlara lûtfu ihsanda bulunmasın. İki göz, iki ku­lak ve bedende her sayı sahibi olan azayı örnek olarak verebiliriz. Her ne kadar onlarsiz yeteri kadarmca delil varsa da, Allah'ın nimetlerinin çok­luğunda ve tevhid ve peygamberliği ispat hakkında delillerden yaratmış olduğu hususlar çoktur. Ve sonra azı dahi delil olmaya kâfi ise de mey­veler ve lezzetli şeylerin çokluğu ile de delil getirilir.

* Sonra akıl, o hususlardaki ihtiyacı gidermeğe, her türlü yardımlaş­maya Allah-u Teâîâ'nm onlardan giderdiği müşkülâtları ve onlara has kıl­mış olduğu hususlarda akü ve görüş sahibi olanlarla istişarede kâfi ise de, sonra her çalışmada kendisinde harcanan tam bir çalışması bulun­muş olsa bile Allah-u Teâlâ'nın peygamberleri göndermesinde onlara bir kolaylık gösterme ve müşkülâtlarını halletmek suretiyle onların işlerini hafifletme ciheti görülür ki, bu husus da Allah-u Teâlâ'nm en büyük ni-metlerindendir. Bunun gibisine küfrân-ı nimette bulunmak, kişinin ahmaklığma ve kendisine verilen nimetleri bilmemesine delâlet eder. Hatta onları belâ ve musibet bile saymıştır. Bununla beraber akılların öyle meş­galeleri ve nefislerin de öyle hevâ ve istekleri vardır ki, onlar, akıllan durdurur. Varlıklarım kapatır. Öyle ise, peygamberleri göndermek, onlara bir yardım ve onları irşad etmektir. İşte o hususta akıllar onu sevme üzere yaratılmış oldukları şeyden ibarettir. Bununla beraber kendisinde noksanlık yönünü terketmek için korkutma, tenbih ve hatırlatma vardır. Böylece onda bakmayı teşvik eden, düşünceyi davet eden ve akılları kul-lanan hususlar bulunmuş olur. O da bütün dünya işlerinde ve memle­ket idaresindeki siyasetlerde bilinir. Bununla beraber hevâ ve heves ona zıt ve düşman olarak kılınmıştır. Hevâ ve hevese gerçekten arzu ve is­teklerden, şehvetlerden ve bunları süsleyen şeytanlardan yardımcılar ya­pılmıştır. Öyle ise akıllar için yardımcılar meydana getirmek nasıl inkâr edilir? İşte akıllara yardımcı olmada peygamberler daha lâyık, daha ev­lâdır.

Sonra gerçekten heva ve hevesin isteklerin hepsi müşahede edilmiş­tir hissedilmiştir Hakkın amelinin sebeblerinin hepsi de gaiptir, görül­memektedir. Çünkü söylenen sevap, azap, emri, şehevî istekler ve lezzetli hususları terketmeği yadetmekten ibarettir. O ise tabiata ve heva ve he­vese güç olan bir iştir. Bunun içindir ki, o hususlarda onları Ahiret âlemini görmeğe davet eden kimsenin görüşü ile ve kendisinde kolaydan güçlüğe dönüşen hususlardan haber verenlerin yardımını istemeğe muhtaç olur­lar. O da mahlûkatm hakkı olmuş olur. Böylece tabiata muvafık olan şe­yin kolaylığı gibi tabiata kolaylık hasıl olmuş olur. Tevfik Allah'tandır.

Asıl olandan başka bir çeşit vardı ki, o da peygamberlerin beraber­lerinde kendilerini inkâr edenlerin hepsine bildirecek husustan olmak üze­re delillerin bulunmasıdır ki, onlardan hiç birinin peygamberi yalanlama­yı gerçekleştirecek delil veyahut kendisinden inatçılarda bulunan sıfatı giderecek bir şey bulunmaz. Bununla beraber peygamberleri inkâr eden­lerin onların delillerine mı^tabelede bulunacak bir çok hileleri vardır. Bazan da peygamberleri sihirbazlık ve diğer yönlerde ta'n etmeleri bulun­maktadır. Sonra peygamberlerin getirmiş oldukları nurları söndürmek hakkında dünyalarında en büyük çabayı harcayıp ellerinden geleni geri komanıalarına rağmen onlar, o nurun parlaması ve galebe çalmasından başka bir gey görmediler. Hatta Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatı peygam­berlere inananlara muhtaç bırakmıştır. Öylesine muhtaç kılmıştır ki, on­ların peygamberlerin getirdiklerinden bildikleri hususları öğrenmeğe kal­kışmışlardır. Çünkü onlar kendi işlerinde yararlı olacak ve kendileri­ni zenginleştirecek hususları müminlerin bildiklerinde görüyor ve kendi işlerine yararlı olmasını ümit ediyorlardı ve böylece o hususlar kendi söz­lerine[192] muvaffak olurdu. İşte dünya hükümdarlarının siyasetleri buna göre carî olmuştur.

Sonra hiç bir millet yoktur ki, kendilerinin amel edecekleri, yaşan­tılarım nizâm ve intizama sokacak kanunlara tâbi olmasın; benimseme­leri gereken temel prensipler olmasın. Her millet, idarecileri tarafından konan kanun ve yönetmeliklere uymak zorundadır. Bunun içindir ki, on­lar gibileri için kendilerini yarattığı zaman onlara yararlı olan hususları bilen ve meydana getiren bir yaratıcı ve idare edicinin bulunması elbet-teki lâzımdır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra biz burada Verrâk'm[193] söylediklerinden bir kısmını zikrede­ceğiz : Peygamberlerin tevhîd akidesini ispat edecek mucizelerden izhar ettikleri husus hakkında şöyle der : Peygamberler, mahlûkatm imtihan oldukları kuvvetlerle imtihana tâbi' tutulmadılar. Fiiller hakkında kendi­lerinden yardım taleb edilen âlemin tabiatlarına da vakıf kılınmadılar. Hatta onların ekserisinin ilmi o hususa ulaşmamıştır. Onlarla hilelerin ulaştığı yerleri nasıl bilirler? Onların gördükleri taaccüp verecek, insanı hayret içinde bırakacak oyundan başka bir şey midir? Sihrin meydana gelmesi de mıknatısın demiri kendisine çekmesinden başka bir şey midir?

Kendisine cevap olarak göyle denir : Sen, şu söylediğin sözlerin bir ta'n ve lekelemek olduğunu bilmen için, zikretiğin yere ulagtın mı? Pey­gamberler, her ne söylemişlerse ifade buyurduklarının her biri ilk orta­ya attığı bâtıl sözünün cevabını teşkil eder. Kendisine verilecek olan bir cevap da şöyledir : Eğer âlemin cevherinde zikrettiği husus bulunup mıknatıs hakkında söylediği şeyin zahir olması ihtimali bulunmuş olsay­dı; zikretiğinin taştan zuhuru mümkün olmazdı. Çünkü mucizeîerdeki uzaklığı, ihtimalin dışında olduğundan özel olan ancak kendi ismi için muhafaza edilir. Onu âlemin cevherine tahsis etmek, gerçekten çok taac­cüp edilecek bir husustur. Öyle ise onlar, peygamberleri izhar ettikleri mucizeleri vacip kılar. Hususiyle mucizelerin onlar için"[194] iddia ettiği şey­le cevherlerin dışına çıkmaktan ibaret olan mucize getirilmiş olur.

Bununla beraber, biz geçen konularda açıklamıştık ki, gerçekten Peygamber bir tabiat üzere bulunan kavmin arasında doğup yetişmiş­tir. Onlar, peygamberin getirip tebliğ ettiği hususu görmüşler, dâvasını te'yîd eden mucizelerin getirilmesi gibi hususların[195] benzeri gibisini biri­nin cevheri ile meydana gelmesi mümkün olmadığını bilmişlerdir.

Sonra yerin cevherine muttali olmakla onlardan mümkün olmayan şeylerin çeşitlerinden omlak üzere peygamberlerden bir çok mucizeler zuhur etmiştir. Ancak yerin cevherlerini bilen kimse müstesna. İşte zik-roluııanlar bu hususta bulunur. Oysaki peygamberliği hak ve gerçek olan hiç bir nebiy yoktur ki, mucizeler olmasa dahi onun sözünün kabul edil­mesini gerektiren ve dpğruluk alâmetlerini belirten hususların kendisin­de bulunduğunu kavmi müşahade etmiş olmasın. Sonra kendisine şöyle de denir : Sen, dünyadaki haberleri kabul edenlerden misin? Eğer evet derse; doğru söylediğini isbat etmesi için peygamberlerin delillerinden daha açık bir delil getirmesini kendisinden istenir. O hususta zikretti­ğim şeyin vacip olduğunu söylemek ifade edilir. Eğer hayır derse, akıl ve yalana delil olacak herşey, kendisinin aleyhinde şahid olur.

îbni Râvendî ona itiraz ederek der ki : Biri iddia edip dese ki; kendisi öyle bir yaratılıştadır ki, onunla yıldızlarla konuşur, yahut gü­neşe karşı dikiliverirse güneşin ziyasını giderir, yahut denize elini değ­dirdiği zaman deniz, içinde bulunanların hepsini dışarı atar, denize aya­ğım değdirdiği zaman ise deniz hemen buharlaşıp yükselir, göğe doğru çıkıp yağmur yağdıran bulut olur. Bilinen tabiat ve yaratılışlarının dı­şına çıktıklarını öne sürdüğü şeyin yalanlanması lâzım olduğu gibi ilk sarfettiği sözün de onun gibi olup yalanlanması gerekir. Bununla bera­ber yalanlayanın yanında hiç bir şey yoktur. Diğerinin yanında ise, zan-lar ve ihtimal dahilinde bulunmak, reddolunan ve kendisinde ayıp ol­ması mümkün olan şey bulunur. Delil ise, açık ve seçik olarak meydan­dadır. Öyle ise onu söyleyip kabul etmek lâzımdır. Verrâk'ın görüşüne her ne kadar hepsi peygambere şahit olmadhar, onlara inanmadılarsa da beşerin tümünün Ölümün varlığı üzerinde fikir birliği yapmaları ile delil getirip onu çürütmeğe kalktı. Böylece o da ölümün mevcudiyeti hakkında icma bulunduğunu ifade edip kabul etti.

Ebu Mansur (r.a.) diyor ki : Hakikaten o, şâhid olmadığını bili­yor. Bilâkis onun ilmine hiç bir şey ulaşmamıştır. îkinci olarak'da o husus hakkındaki delilini mihnet ve musibete talik etmiştir ki, o da mu­hakkak lâyık olmuştur. Üçüncü olarak ise; denir ki : «Çünkü o, tedbi­re ulaşmamıştır; Öyle ise onun peygamberlerin söylediği husus olduğu sabit olur.»

İleri sürdüğü felsefî fikir ve görüşüne de şu cevabı vermiştir : Hay­vanda bulunan terkip, ölen bir terkiptir. Bir grup insan eğer onu idrâk etmiş olsalardı peygamberleri de idrâk ederlerdi; dedikten sonra siz onun aptallığını düşününüz ki, sonra delil olduğu halde peygamberlerin sözünü inkâr ediyor. İkinci olarak; gerçekten filozofların hepsinin aklı imtihan olunmamıştır. Onlar da hepsinin tabiatlarım anlayıp inceleme­miştir, tecrübe etmemişlerdir. Üçüncü olarak da der ki : Eğer hayvan terkiple olmuş olsaydı hayatının miktarı ve müddeti muhtelif olmazdı.

Tabiat bakımından diyor ki : Gerçekten nefis onu reddetmeğe ta­mah etmiyor. Ona galip gelmeği de ummuyor. Onun cevabı da şöyle­dir : Hakikaten hepsinin tabiatları imtihana tâbi tutulmamıştır. İkin­cisi, peygamberlerin sözünden istifade etmekle buna ulaşıp yerleşmişler­dir. Üçüncü olarak da denir ki: Peygamberlerin mucizeleri böyledir O, ancak onlar gibisini getirmekle güç olanı tamah eder. Halbuki onlar, tamaha ihtimalleri bakımından var olmuşlardır. Bununla beraber onlar­da korkutmak ve azarlamakla birlikte tamah etmeme hususu da vardır. Onlar da ayın yarılması gibi kesinlikle tamah etme ihtimali bulunmıyan-lar da vardır.

Sonra kendisine şöyle denir :   Sen muhakkak olarak bir şeye inanır mısın? Eğer hayır, inanmam, derse; anlaşılır ki o, zikrettiği kimseyi ya­lanlamaya inanmadığını ve onun da kendisi olmadığını ikrar etmiş olur. O, ne diridir ve ne de ölü. Binaenaleyh ona itiraz etme ve cevap verme teklifinde bulunmak hatadır. Eğer evet, bir şeye kesinlikle inanırım der­se; kendisine şöyle denir : Belki sen ona idrâkinin kuvvete ulaşamadığı ve ilminin eşyayı ihata edebilecek bir noktaya varamadığı şeyle inanı­yorsun. Çünkü sen inananlardan bir çoğunun itikadının bâtıl ve fâsıd olduğunu gördün. Belki de senin tabiatın sana o fesadı göstermiştir. Ta­biatlardan temiz ve pak bir tabiatın, senin inandığın şeyi idrâk etmiş olması ve senin de cehlini ortaya çıkarmış bulunması cazidir. Ne kadar söylediği söz varsa o, onun İnkâr ettiği sözlerin hepsine cevap teşkil etmektedir. Meselenin aslı odur ki; gerçekten her kimse marifetlerin dı­şına çıkarmayı, o yok idi veyahut belki de yoktu demenin dışında, tabiat-lerde bir şey olmaksızın hiç bir şey bulunmaz diye konuşmayı denerse, o kimse muhakkak bir şeyi ispat etme veyahut nefyetme yolunu kapa­tıp iptal etmiş olur. Bu suretle şek ve şüphe edenlerin tarifi hakkında hepsinin açıkça beyanı olmuş olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra bizim katımızda peygamberlerin bildirmeleri hakkında asıl olan iki vecihtir. Birincisi; peygamberlerin halleri öyle bir şekilde zuhur etmiştir ki, akılları kendilerinden[196] şüpheyi reddeden, küçükken olsun, büyükken olsun onlarla birlikte yaşadıkları,[197] kendilerinde nıüşahade et­tikleri şeyle onlardan kötü düşünceyi kabullenmekten çekindi de onları[198] milletleri arasındaki hayatlarında'[199] tertemiz, ak - pâk ve her türlü kö­tülükten korunmuş ve kaçınmış bir halde bulundular ki, peygamberlerle kavimleri arasında peygamberlik sıfatları hususunda hiç bir eşitlik bu­lunmasının ihtimali yoktur. Onların yetişmeleri de peygamberlerin ye­tişme seviyelerine ulaşmamıştır. Peygamberlerin halleri kendilerine za­hir olmuştur.[200] Peygamberlerin yerleşip yayılmaları da onların arasında vukubulmuştur.[201] Gerçekten bu hususları ihata etmekle bilir ki; onların hepsi peygamberleri şerefli bir makamda bulundurmayı[202]   bilen kimsenin korumasıdır. O koruyucu, onları[203] gizli olanlardan ve ayıplardan uzak olarak emin[204] kimseler yaratmıştır. Bu tabiatın kendisini kabul etme­ğe meylettiği şey ve aklen de işlerinin hepsini[205] güzel gördüğü husustur.

Bunun için, onu reddeden, bildikten sonra ona kin besleyen, getir­diğini kabul etmemede inatlaşan kimsenin reddetmesi gibi reddeder. Bunu, ya onun hilâfına hareket etmeği âdet edindiği, ünsiyet kesbettiğinden dolayı, yahut hemen şöhrete ulaşmak ve şerefe kavuşmak için veyahut da bir çok tamah ve ümitlerden dolayı yapmıştır. Yoksa, hiç bir kalb yoktur ki, mevkii ve derecesi bunun aşağısında olmayana meyletmesin. Kuvvet ancak Allah'tandır.

İkinci vecih şöyle ifade edilir : Peygamberlerin izhar ettikleri mu­cizeler, basiretli olan kimselerin onlar gibisine tamah etmelerinin müm­kün olmadığı veyahut mucizelerin künhünü anlamaya ulaşamadıkları şeylerden olmaları ile kendilerinin tabiatları dışında vukubulmuştur. Bununla beraber birisinin, öğrenmek ve çalışmakla bu hususlara, yani mucizeleri meydana getirmeye ulaşmasının ihtimali olsaydı, gerçekten peygamberlerin mucizeleri yaratılışlarındaki peygamberlik vasfı ile olur­du, yoksa Öğrenmek ve çalışmaklan değil; onlar, o şekilde terbiye edilip yetiştirilmiştir. Onların mucizelerinden istifade ederek meydana getir­dikleri düşünülemez. Hakikatte Allah onlara, mucizeleri ikram etmiş­tir.[206]Çünkü Allah, onları kendisinin vahyine emin kılmıştır.[207] ST Onlar­da Öyle bir mânâlar vardır ki; o mânâlarla kendileri sihirbazların mafev­kinde bulunurlar. Gerçekten sihir ilminin aslı gökten gelmedir.. Fakat insanlar onun aslını unuttular ve Öğrenmekle sihri nesilden nesile ulaş­tırdılar. San'atlar, meslekler ve kazançların hepsi de böyledir. Kim ki, ikram olunmuş, fakat bu ikramın bilinen yoldan olmadığı zahir olmuş­sa, o bilir ki gerçekten o ikram yüce olan Allah'ın tahsis etmesidir. Bu­nunla beraber onlarla beraber öyle mânâlar vardır ki, o mânâlarla ken­dilerinin peygamber olarak gönderildiği bilinir. O mânâlar, öyle haki­katler meydana çıkarır ki, mahlûkat baki kaldığı müddetçe baki kalır. Sihir de gözün alıp, sonradan kaybettiği bir şeyden ibarettir. İkinci'olarak gerçekten peygamberlerin mucizesi, peygamber olmayanın onu iddia etmesini meneder. Eğer bir yönünde sihir olmuş olsaydı, onunla bera­ber baki kalırdı. Hal bu ise, böyle bir şey yoktur. Üçüncü olarak denir ki : Gerçekten öğrenmekle garip ve acaip olan şeyleri meydana çıkar­makla mükellef olan o kimseler, evet onlar,[208] muhakkak şu hususa mey­lederler ki, eğer yaptığı sihir hak olmuş olsaydı, o sihir kendisini dün­ya metâmdan müstağni kılardı. Böylece sihirbazlarla beraber yalana delil bulunur.

Dördüncü olarak da şöyle denir : Gerçekten peygamberler insani? nn karakterinde inkâr hususu bulunan şeyi hamilen gelmişlerdir. Onlar da lezzetli ve şehevî isteklerden menetme ve insanların dünyada şeref ve haysiyet, namus ve izzetlerini koruyacak hususlardır. Peygamberler, insanları adı geçen iyi hususlara Allah için imtisal etmelerini ve kötü lükleri de Allah için terketmelerine çağırmışlardır. Beşinci husus ise; peygamberler, insanlardan gelen tehlikelerle çevrilmişlerdir. İnsanlar, peygamberlerin aleyhindeki çabalarını, onların zayıf oldukları ve insan­lardan kendilerine az yardımcı bulunduğu vakitte göstermişlerdir. Ve aynı zamanda peygamberlere inanmayanların bu kötü hareketleri pey­gamberlerin, zalim hükümdarlara karşı çıkıp onların zevkli yaşantıları­nı bozmak suretiyle onların tedirgin ettikleri vakitte vukubuhnuştur ki, kendileri Allah katından gelen yardımla kuvvetlerini izhar etmişlerdir. Peygamberler, hükümdarların kendilerine muhalif olanlara kötülük edip cezalandırdıklarım ve özellikle muhalefet edenlerden topluluklarını boza­cak ve işlerini dağıtacak olan kimseden korktuklarını bilirlerdi. Ve yine peygamberler gerçekten akılların kabul edecekleri hususu beyan eder­lerdi. Siyasetleri, milleti ve memleketi idare etmekteki siyasetin en gü­zeli idî. tnsanlan derleyip toplamak istedikleri husus, insanların din ve dünya menfaatlarmı, refah ve saadetlerini temin edecek en mükemmel hususlar idi. Ve yine peygamberler, hiç bir şeyde ona kendi içtihatların­dan davet ettikleriyle kusur etmediler. Onların, kendi dâvalarının hiç bir noktasından rücu ettikleri rivayet edilmemiştir. Ve hatta görülmemiş­tir. Onların ahlâklarından hiç bir kötü ahlâk bulunduğu bilinmemiştir. [209]Peygamberlerde, insanların kendilerinden uzaklaşmasını doğuracak se­beplerden hiç bir şey bulunmaz. Onlar, cömertlik, cesurluk, üstün ah­lâk, mahlûkata rahmet ve şefkatte bulunma, dünyada zühd ve takva sahibi olma, mahlûkatın yararına olan her türlü zahmet verici hususu yüklenme, bunlardan daha başka herkesi kendisine meylettirecek güzel huy ve kendisine hürmet ve tazim ifade edecek makam ve mekân sa­hibi olma gibi noksan olmayan ve tamam olan hususlarla vasfolunma-Iarı, dâvalarında haklı olmalarının en büyük delilleridir. Binâenaleyh nasıl olur da üstün ahlâktan bilinen huyları kendisinde toplayan ve Al-lah-u Teâlâ'nın emri ve izniyle en güzel bir şekilde edâ eden, kendisine isabet ettiği belâ ve musibete sabreden kimse, peygamber olmaz ki! O, gelen musibete tahammül etmiştir. Musibetlerden[210] hiç bir şeye kendi­lerinden başkası tahammül edemez. Ve bazı yumuşaklık göstermek su­retiyle kurtuluş sağlarlardı. Yine peygamberler, sonuçların güzel olaca­ğım vaadederler ve her türlü iş hakkında kendilerine rücu edilirdi. Bü­tün işler buna göre carî olurdu. Yine peygamberler hakkında onlara bü­yük olduklarını bilerek bakan ve kendilerine yararlı öğütleri dinleyen hiç bir kimseye söylenmez ki, onların sözlerinin hak olduğunu ve ken­dilerinin yüce bir şahsiyete sahip olduğunu görmesinler. Ona tâbi olan­dan hiç bir kimse yoktur ki, ona muhalefet etsin. Ancak muhalefet et­mesi onun dünyayı Ahiret'e, bâtılı da hakka tercih ettiğini kendisinden bilindikten sonra vukubulnıuştur. Bu zikrolunan iyi ve güzel sıfatlardan hepsi Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) de mevcut idi.

Bunlardan başka peygamberliğini izhar etmeği devam ettirecek âyet­ler ve mucizeleri vardır. O, «Hâmetü'l - Enbiyâ»dır. Onun mucizelerinden biri de bu Kur'an'dır ki, onunla bütün kâfirleri, ins ve cin[211] den kendile­rine yardım edenlerle birlikte aynısını getirmelerini istiyerek tahaddi etmiştir. Bu hususa sefih, korkak ve akılsız ve aptal olduğundan kav­mi ve milleti kendisini terkedip atandan başkası tamah etmemiştir. Kur'an-ı Kerîm'de kıyamete kadar vukubulacak bütün hâdiselerin hü­küm ve hikmetleri beyan edilmektedir ki, kendisinin ebedî olan ve bü­tün gaybı bilen Allah tarafından geldiği bilinsin. Ve yine kendisiyle memleketlerin fethedilmesi müjdeleri ve dininin dinler ehli arasında en üstün bir din olarak bildirilmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de geçen zamanlar­da vukubulacak hâdiselerin haberleri vardır. O haberleri bilenlerden hiç bir kimse ihtilâf etmediğini insanlar bilirler. Hiç bir kitaba bakılmamış-tır ki, o âyetler kendisinde baki kalsın. Bununla beraber semavî kitap­ların yanında Kur'an'm durumu zikredilmiştir. Kur'an-ı Kerîm, ehl-i ki­taptan deliller istedi, ehl-i kitap [212]onu inkâr edemedi. Onları kendi nefis­lerine meylettirerek susturdu. Hatta ehl-i kitabı lânetleşmeye davet etti. Yahudilere Allah-u Teâlâ'nın «Ey Resulüm (yahudilere) söyle : Eğer cennet (sizin iddianıza göre) diğer insanlara ait olmayıp Allah tarafın­dan size has kılınmış ise ve bunda sadıklarsanız Ölümü temenni edin.»61 kavl-i celîli ile Allah'ın lanetinin yalan söyleyenin üzerine olmasını te­menni etmeğe davet etti. Hıristiyanîarı da aynı şekilde Allah-u Teâlâ'­nın «...Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, bizleri ve sizleri çağıralım; sonra hepimiz duâ edip yalvaralım da Al­lah'ın lanetini yalancıların üzerine okuyalım»[213] kavli ile lânetleşmeğe çağırmıştır. Ve hepsini birden de, Allah-u Teâlâ'nın : «...Artık hepiniz toplanın, bana istediğiniz tuzağı kurun, sonra bir an bile müsaade et­meyin»[214] kavli celîli ile de münazaraya çağırmıştır. Onlara şefkat ve merhametini izhar etmek ve onların emniyet içinde bulunduklarını bil­dirmek ve Allah-u Teâlâ'nın : «...Allah, seni insanlardan koruyacak­tır.»[215] kavli celîli ile Allah'a güveni beyan etmesi de Kur'an'da bulunan mucizelerdendir. Bununla beraber Peygamber Aleyhisselâm'm yaradılış itibariyle mucizeleri vardır. Onlardan olmak üzere şu mucizeleri sayabi­liriz : O, yani Peygamber Aleyhisselâm, Âdem Aleyhisselâm'dan itiba­ren bedenlerde bulunan ve nesilden nesile intikal eden bir nûr olması ve aynı nûr olarak peder-i âlîlerinden dünyaya teşrif etmeleri. îki omu­zu arasında peygamberlik mührünün bulunması, üstünlük sıfatıyla vas-folunması ki, iki uzun kişi arasında bulunduğunda onlardan daha üstün ve yüksek görünürdü. Kendisine vahiy gelmezden önce üzerinde bulut dolaşıp gölge yapması, sonra karnının yarılması, yani, melek tarafından yapılan bir ameliye ile iç uzuvlarının temizlenmesi —ki bu bilinen bir husustur— ve temizlendikten sonra tekrar yerine yerleştirilmesi. Kav­minin putlara ibadet etmeğe düşkün olmaları ile beraber, küçüklüğünde putlara ibadetten uzak kalması ve terketmesi. Abbas'ın kendisi ile duâ ederek yağmur talep etmesi neticesinde yağmurun yağması. Sonra kâ­firlerin onuna muamelesinden vasfettikleri husus ki,  o,  ne mudarada bulunur ve ne münakaşa ederdi. Kötü ve fahiş sözlü ve hareketli olma­dığı gibi gürültüsü de değildi. Sonra O'nun hiç bir yalanım yakalayama-dılar. Düşmanları O'nu böylece vasfettiler. Sonra insanların hakkında ihtilâf edip ancak sihirle, kehânetle, şiirle ve benzeri hususlarla bildik­leri şey için getirdiği âyet ve mucizeler. Bunların hepsi ancak âyet ve mucizeleri çok olması için vukubulmugtur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, Kur'an'la ihticac olunan Verrâk, birkaç yönden bu hususa taan etmiştir. Birincisi onların belagat ve fesahatte birbirlerine benze­memeleri; belki o, içlerinde en fesahat ve belagat sahibi olanın meyda­na getirdiği eserlerdir. İkincisi; gerçekten peygamberle savaşmaları, Kur'an'm aynısını söylemek ve getirmekten onları meşgul etmiş ve alı­koymuştur. Üçüncüsü; hakikaten onlar, görüş ve bilim, düşünce ve fi­kir sahibi değillerdi. Görülmüyor mu ki, zaruret erbabınca sebepleri tam mânâsı ile bulunmakla beraber ikrar etmede ve kazanç erbabınca aynı sebeplerin bulunması ile beraber bakma ve düşünme ve bilmeden menediîmişlerdir. Dördüncüsü; bütün millet içinden kendisine o şeyin bulunmasını icabettirmeksizdn birinin güç ve kuvvetle tahsis edilmesi. Meselâ peygamberlik verilmesi gibi. Veyahut onların kudretlerinin fikir ve seçmek ile kâim olması ki, onlar bununla mükellef kılınmadılar. Bu iftira ve ta'nlarına göyle cevap verilir : Birincisi; istenildiği şekilde ça-hşıldıktan sonra zikrolunan hususlardan uzak kaldıkları ve imtina' et­tikleri husus delâlet eder ki, onları peygamber terketmeyip, kendilerinin terketmesi kendiliğinden vâki olmamıştır. Bilâkis, onların yaratılışların­da bu husus mevcut olduğu için onu terketmişlerdir. İkinci olarak söy­le denir : Eğer öyle olmuş olsaydı, onun gibisi Allah-u Teâlâ'nm «...Ye­min olsun, eğer insanlar ve cinler, bu Kur'an'm benzerini getirmek üze­re toplansalar, birbirine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini geti­remezler.»[216] kavl-i celîline muhatap olan kimselerden olması muhtemel olmazdı da beşerden birinin onun dille ulaşmış olduğu ilme ve merte­beye ilmiyle olsun ulaşmış olurdu. Üçüncü olarak da şu hususta cevap verilir; gerçekten peygamber, onların arasında yetişmiştir. Onların için­de yaşayan kimse, dillerini bilir. Peygamberde bulunanların hepsinin pey­gamberden başkasında olmayıp Allah tarafından özellikle peygambere ve­rilmemiş olsaydı ve bu makamda yani peygamberlik makamında olması imkân ve ihtimal dahilinde olmazdı. Dördüncüsü; onlar, fende, ilimde şöhret bulmuş, bilinen milletlere cevap vermek için zorlandılar. Hatta bir kaside için bir yıl müthiş çalışmalarda bile bulundular. Eğer onla­rın gücünün yetmesi veyahut başka yollardan ulaşma umudunun bulun­ması muhtemel olsaydı onların bu hususu terketmeîeri ihtimali bulun­mazdı. Bunda, onlar bir millete benzetilmektedir ki onlar, bu Nûr'u söndürmek için can ve mallarını ve bütün varlıklarını harcamışlardır.

İkinci bölüm olarak zikrolunanların muhtemel olmadığı söylenir. Çünkü bununla onlar, mallarını, canlarını harcamaktan müstağni idiler. Ve onlar harplerden önce yirmi seneye yakın bir zamanı ihmal edip boşa geçirmişlerdir. Ve âyet-i celîledeki ifade de cin ve ins'e sitem vardır. Mu­harebe eden de ancak bir millet idi. Ve sonra gerçekten savaşmak on­ları Rasulullah'dan (s.a.v.) işittikleri ile savaşmaktan menetmemiştir. Eğer onların güç ve kuvvetlerinin yetmesi muhtemel olsaydı, Kur'an'la da savaşmaktan onları meneden bulunmazdı. Üçüncü bölüm olarak da şu fikir ortaya atılabilir : Eğer böyle olmuş olsaydı onlar, inkâr ve red­detmekle karşılaşırlarda. Tıpkı Örf ve âdette redolunduğu gibi. Yoksa boyun eğme ve imtina' etmekle karşılanmaklardı. Halbuki arapîar, akıl bakımından insanların en zekisi, âdet ve Örflerine bağlı kalmakta da en çetin hareket edenlerdir. Gerçekte onlar, şairlere karşı şiirlerle sa­vaş açıp çarpışmışlardır.

Sonra sitem bütün beşer ve cinlere vukubulmuştur. O husus ger­çekten yayılmış ve her yerde zuhur etmiştir. Yine onu bu yöne ve getir­miş olduğu hususu yaymaya sevkeden güç, onların arasında yetişme­sinden"[217] hasıl olmuştur. Eğer onların arasında neşet etmesiyle[218] bera­ber kendisinde bir görüş, bir anlayış var idi ise yine o, kendisindeki be­şer üstü kabiliyetin bulunmasından dolayı idi. Kuvvet ancak Allah'tan­dır. Dördüncü sözüne göyle cveap veriliyor : Gerçekten Allah-u Teâlâ, birine bir kuvveti has kılarsa ona hiç bir kimse ortak olamaz ve onu sözle peygamberlik dâvasından menedemez. Tıpkı mıknatısa galebe çal­mak isteyeni menetiği gibi. Eğer onun iddia ettiği, yani kendiliğinden iddia etiği büinseydi şüphesiz ki Allah ona peygamberliği vermezdi. İkinci olarak denir ki; bir şey hakkında hiç bir kimse yoktur ki, ken­disine kuvvet bakımından üstünlük verilsin de başkası aynı kuvvetin tamamını elde etmeye veyahut kudretinin yettiği kadannca o çeşit kud­retle âmel etmeğe tamah etmesin. Bu hususta delil, tabiatın dışına çı­kan şeydir.

Sonra eğer peygamberin kendisine verilen kuvvet üstünlüğü, kendi âmelinden ve çalışmasından olsaydı, onları kendilerine ulaştırmak için elinden bîr şey gelmemiş olurdu. Kuvvet üstünlüğü onlarda yoktur. Çün­kü peygamberde olanın benzeri hiç bir şeyde bulunmaz. Bu hususlar delâlet eder ki, Allah-u Teâlâ, kendi sözüne alâmet ve işaret olması için onu peygamberinde yaratmıştır.

Biz, inşaallah bu te'villerin tümünü kendi bölümündeki sözü bitir­dikten ve bedîhî olarak ifade edilen sözden sonra zikredeceğiz. Onlar gerçekten geciktirildiler. Bununla beraber beşerden, kuvvetin üstünlüğü kendisinden sorulduğu vakitte onu bilen kimsenin olmasının ihtimali yoktur. Onlar, gürler yazmakla, sonra savaşların vukuu ile ve yardım­cıları toplamakla, araç ve gereçleri elde etmek için mal ve mülk har­camakla ve kendi yaşıtları ile çatışmakla ve en korkunç bir şekilde bir­birleri ile vuruşmakla mükellef idiler. Eğer onlarda bu hususu yerine getirmek için çalışmada bulunma heves ve isteklerinin ihtimali olsaydı, bu iş onlara çok kolay gelirdi. Sonra onlar, üç âyet gibi sûrenin geti­rilmesi için çağrıldılar. Eğer beşerin gücünün buna yetmesi ihtimali bu­lunmuş olsaydı, bu hususu yerine getirmek için zamandan bir saat kâfi gelmiş olurdu. [219]



[161] Kitabın aslında «risâletuhû» kelimesi »lirisâletihî» olarak yazılmıştır.

[162] Kitabın aslında «küllin» kelimesi «likülli» olarak yazılmıştır.

[163] Kitabın aslında «yenâluhâ» kelimesi <yenâlü. olarak yazılmıştır.

[164] Kitabın aslında -yedfeuhû» kelimesi «yedfeu» olarak yazılmıştır.

[165] Kitabın aslında  «aybun»  kelimesi noktasız olarak gelmiştir.

[166] Kitabın aslında «lihikmetin. kelimesi «el'hikmetu» olarak yazılmıştır.

[167] Kitabın aslında «liba'dın. kelimesi, «biba'duu olarak yazılmıştır.

[168] Kitabın  aslında «veyestevcibu» kelimesi «veyestevcibû» olarak yazılmıştır.

[169] Kitabın  aslında  .kerîmen» kelimesi  «lirubbemâ»  olarak yazılmıştır.

[170] Kitabın  aslında .liyedüllûhum» kelimesi «liyedüllühüm» olarak yazılmıştır.

[171] Kitabın  aslında «vemedârin»  kelimesf <vemefârin>  olarak yazılmıştır.

[172] Kitabın aslında «el'mihnetu» kelimesi noktasızdır-

[173] Kitabın aslında .ağziyetün» kelimesi «fî ağziyetin» olarak yazılmıştır.

[174] Kitabın aslında «menaha* kelimesi noktasız olarak gelmiştir.

[175] Kitabın aslında «min» kelimesi «minhu» olarak yazılmıştır.

[176] «Mîn'el umûri» bu ibare, metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber metnin dip notunda yazılmıştır.

[177] Kitabın aslında «indehum» cümlesinden sonra «lehum» kelimesi varid olmuştur. Onsuz da manâ doğru olur.

[178] Kitabın aslında «vessale» kelimesi şekilsizdir.

[179] Kitabın aslında «yu'teberu. kelimesi «veyu'teberu» olarak yazılmıştır.

[180] Kitabın aslında bu ibare metinden olduğuna işaret edilmekle birlikte dip notta yazıl­mıştır.

[181] Kitabın aslında «bezlu» kelimesi noktasız «dâl» harfi iledir.

[182] Kitabın aslında -veyeruddühâ- kelimesi «veyeruddü» olarak gelmiştir-

[183] Kitabın aslında «na'lemu» kelimesi noktasız olarak yazılmıştır.

[184] Kitabın aslında «el'hakkı. kelimesi mükerrerdir.

[185] Kitabın aslında «el'eşğale» kelimesi noktasızdır.

[186] Kitabın aslında «lir'rusüli» kelimesi «er'rusülü. olarak yazılmıştır.

[187] Kitabın aslında «tüfâdîhâ» kelimesi noktasız ve 'ye' harfi bulunmadan yazılmıştır'

[188] Kitabın aslında »bil muâzereti» kelimesi «bil mevâddi» olarak yazılmıştır.

[189] Kitabın aslında «âyene» kelimesinden sonra .aleyhi. kBİîm«i yazılmıştır ki, onsuz da manâ doğru olur.

[190] Kitabın aslında «ma'rûfun* kelimesi «mu'rafün» olarak yazılmıştır.

[191] Kitabın aslında fetecîu» kelimesi «mecîun» olarak yazümıştir

[192] Kitabın  aslında,  metinden  olduğunu işaretle  beraber  «kelimetuhum.   cümlesi   dip notta varid olmuştur.

[193] O,  Ebu İsâ El-Verrâk'dır.  Mulhid  ve  Rafızî  olan  ibni  Râvendî'nin  de  hocosıdır. Kendisi   Seneviyye   ve  Menâniyye   mezhebinden   olup   râfızlüği   ortaya   koymuştur. Hicrî 247 yılında ölmüştür. Bak :   «EUhtisâr», s. 38, 97, 149, 150, 152, 155, 205, 241.

[194] Kitabın aslında «lehum» kelimesi «lehû» olarak varid olmuştur. Ben onu dip notta «Iehum> olarak tashih ettim.

[195] Kitabın aslında  «zâlike»  kelimesinin metinden  olduğuna işaret edilmekle beraber dip not olarak yazılmıştır.

[196] Kitabın aslında «anhum.  kelimesi  «anhu»   olarak yazılmıştır.

[197] Kitabın  aslında   -sahibûhum»  kelimesi  «sahibûhu*   olarak  yazılmıştır.

[198] Kitabın aslında  «fevecedûhum»  kelimesi  «fevecedûhu.   olarak  yazılmıştır.

[199] Kitabın aslında «zahirîne esfiyâe etkıyâe. ibaresi, «zâhîran safîyyen takıy-yen*   olarak yazılmıştır.

[200] Kitabın aslında  «ahvâlinim»  kelimesi .ahvâlîhû  olarak yazılmıştır.

[201] Kitabın aslında  «kevnuhum»  kelimesi  «kevnuhû-  olarak yazılmıştır.

[202] Kitabın aslında  «yukîmuhum.  kelimesi  «yukimuhû-  olarak yazılmıştır.

[203] Kitabın  aslında  «veyec'aluhum. kelimesi  «veyec'alühû»   olarak  yazılmıştır.

[204] Kitabın  aslında  <umenâe»  kelimesi «emînen»  olarak yazılmıştır.

[205] Kitabın  aslında «umûrehum»  kelimesi  «umûrehû»  olarak yazılmıştır.

[206] Kitabın  aslında «ekramehum»  kelimesi  «er'ramemu-  olarak yazılmıştır.

[207] Kitabın  aslında «umenâu.  kelimesi  «âminen»  olarak yazılmıştır.

[208] Kitabın  aslında «vahyihî. kelimesi  «vechi.  olarak yazılmıştır.

[209] Kitabın aslında «fehum.  kelimesi «fehuve»  olarak yazılmıştır.

[210] Kitabın aslında  -men»  kelimesi «mimmâ>  olarak yazılmış  ve  silinmiştir.

[211] Bu ibare ile Allah-u Teâlâ'nın şu âyetlerine işaret ediyor :    «Ey Resulüm de ki: Yemîn olsun, eğer insanlar ve cinler, bu Kur'an'm benzerini getirmek üzere top-lansalar, birbirlerine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler.»  (Isra sûresi,  âyet  88).   «Haydi  Kur'an  gibi bir  söz  getirsinler, eğer  doğru  söyiiyenler-se...»  (Tur sûresi, âyet 34).

[212] Bakara,  âyet,  94.

[213] Al-i İmran,  âyet, 61.

[214] Hûd, âyet, 55

[215] El-Mâide, âyet,  67

[216] îsrâ sûresi,  âyet. 88

[217] Kitabın  aslında   *neşee»  kelimesi  «nüşûun»   olarak  yazılmıştır.

[218] Kitabın  aslında   «nüşûihî»   kelimesi   .nesûhu.   olarak  yazılmıştır.

[219] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 301-324.