seymanur K
Wed 21 September 2011, 03:55 pm GMT +0200
Pakistan'da Cemaati İslami Hareketi (1900-...)
Cemaati İslami'ye geçmeden önce Hindistan'da Mehmet Ali' Cevheri gibi önderlerin zaman zaman zalim diktatörlere karşı verdiği mücadeleleri burada hatırlatmak istiyoruz. Zira bütün İslami hareketler birbirlerine bağlantılıdır.
Muhammed Ali Cevheri gibi İslam öncüleri, kendilerinden önce mücadele verenlerden hareketi devralmış ve bu uğurda mücadele vererek sorumluluğunu yerine getirmeye çalışmışlardı. Yönetime hakim olan İngilizler fırsatı kaçırmadan Avrupa eğitim sistemini Hindistan'a yerleştirmeye çalışıyorlardı. Bu sistemle, İslam'a yeni girenlerin İslam'dan uzaklaştırılması amaçlanıyordu. Bunun üzerine alimler saldırgan Batı sistemine karşı Arapça eğitim yapan medrese ve İslam enstitüleri açmaktan başka çıkar yol bulamadılar. Bu yolda çalışmalar yapılmış ve 'Darul Ulum' gibi medreseler kurulmuş ve bu medreselerden Şeyh Şibli, Şeyh Süleyman en-Nedvi ve Seyyid Ebul Hasan en-Nedevi gibi alim ve müellifler yetişmiştir.
Hindistan'da Muhammed Ali Cevheri gibilerin verdiği mücadele birazda İngiliz emperyalizmi karşısında müslüman-Hind demeden bir çok kesimin işbirliğini sağlamak olmuştu. Böylesine bir işbirliğini doğuran etkenler de tüm şer güçleri bir kaşık suda boğmak için Osmanlı'nın üzerine çullanmalarıydı. Bu durum Hind halkı için doğal bir tepki olmuştu.
1920'lerde Hintleri bir çatı altında toplayan kongre partisi ile müslüman halkı bir çatı altında toplayan 'Müslüman Birliği' hüküm sürüyordu. Meşhur İkbal, bu iki ulusu bir çatı altında toplamak için bir sentez yapmak istemişse de radikal öncüler/Ali Cevherî ve Ebul Kelam Azad tarafından şiddetle reddedilmiştir. Onlara göre, müslümanlar böylesine çatlak bir düşünceyi kabul edemezler. Müslümanlar, müstakil bir İslam devletinin şemsiyesi altında ancak toparlanıp yaşayabilir.
İkbal, çalışmalarım İngiliz kuklası olan Cinnah ile beraber sürdürürken, müslüman öncüler tarafından bu hareket başarısızlıkla sonuçlanmış, Hind-Müslüman birliğine alternatif olarak İslami düşünce akımı şekillenmiştir.
1930lara geldiğinde Hindistan, Hindularla müslüman birliğin karşı karşıya geldiği siyasi bir keşmekeş havası yaşıyordu. 'Hindistan Hindularındır' sloganı karşısında ilk defa Allame Mevdudi'yi görmekteyiz. Mevdudi, toprak, vatan, devlet ve bağımsızlık kavramlarının İslam literatüründeki yerini vurgulayarak, müslümanların tek millet olduğu Kur'anî öğretiyi savunmaya geçer. Ona göre idare sistemi İslam olmadıkça adı ister Hind idaresi, ister İngiliz idaresi olsun farkı yoktur. Yönetimin bir kafirden diğer bir kafire intikal etmesi bir şey değiştirmez. Bu sebeple Hind-Müslüman ittifakım İngilizlere karşı kabul edenleri açık bir şekilde eleştirir. Mevdudi bu uğurda tüm müslümanların mücadele etmelerini ister ve "Eğer tavizsiz hareket edilirse Hind yarımadası kısa zamanda İslam'a iltihak eder ve bölge 'Darul İslam' olur" diyordu.
Şer güçlerin istilası altında bulunan yeryüzü, gerçekten Mevdudi'nin düşünce ve tavizsiz çizgisinin özlemi içindeydi. Muhafazakar ulemanın 'ehveni şer' teorileri etrafında kafa yorduğu bir dönemde böyle sağlıklı bir düşünce ve tavizsiz bir çizgi tutturmak, küçümsenmemesi gereken bir çıkıştı. Mevdudi, bölgesinde sağlıklı bir düşünce etrafında birleşen insanları biraraya getirerek 'Darul İslam' teşkilatını kurar. İki yıl sonra bu teşkilatın yetersiz olduğunu gören Mevdudi, 'Cemaatı İslami' adı altında yeni bir teşkilat kurar (1941). Ve Cemaatın liderliğine de kendisi getirilir. Teşkilatın amacı, sadece Allah'ın rızasına nail olmak ve bu uğurda tağutlar yıkılıp, İslam hakim oluncaya kadar mücadele vermektir. Bu karardan sonra mücadeleye evrensel olarak başlayan hareketin çekmediği güçlük, katlanmadığı zorluk ve yorgunluk kalmaz. Emperyalizmin ortaya çıkardığı Kadıyanilik hareketine, Resulü ve Sünnetini inkar edenlerin davranışlarına, batılılaşmış insanlar ve Batı sisteminin kölelerine karşı amansız mücadelelere girdi.
Hindistan'da bahsettiğimiz cemaatlerden hiç biri 'Cemaatı İslami' kadar ümmetçi ve evrensel değildi. Cemaatı İslami, mevcut olan 'Müslüman Birliği'ne alternatif olarak ortaya çıkmıştı. Cemaatı İslami, 'Tercümanul Kur'an' adlı dergiyi çıkartarak, dünya üzerinde yayılmakta olan Batı kültürünün düşünce ve prensiplerine karşılık Kur'anî öğretiyi sunmak, Kur'an ve Sünnet'in prensiplerinin çağa uygulamasını sistemleştirmekti.
Allame Mevdudi, İslam hareketini omuzlarken 'Cihad' espirisiyle harekete başladı. 1928'lerde İslam'da cihadın önemini belirten bir eser kaleme almış ve bu eser iki kardeş teşkilat olan 'İhvan' ile 'Cemaatı İslami'yi birbirleriyle tanıştırmaya vesile olmuştur. Bu iki kardeş teşkilat tanışmış ancak, samimi ve organik bir çatı altında beraber olamamıştı. Her teşkilat kendi mevzisinde kalarak çalışmalarını sürdürmüştür.
Diktatör Batı sömürgeciliği bazı nedenlerle Pakistan'ı Hindistan'dan ayırarak iki ülke haline getirdi. 1947'de Yarımada, Hind-Pakistan şeklinde ikiye ayrılırken, Allame Mevdudi karargahını Pakistan'a taşıdı. İşte bu sırada 'Pakistan bağımsızlığı' için bir anayasa hazırlanması gerekiyordu. Mevdudi bu noktadan sonra hedefinden saptırılmaya çalışılmış, Pakistan ulusu için anayasa hazırlamak istemediği için de yer yerinden oynamıştı. Zira, Cinnah ve Müslüman Birliği'nin hazırlamasını istediği anayasa, Batılı devlet modeli olan Hind anayasasını aynen kopya etmekti. Buna Allame Mevdudi'yi ve ortak etmek istedilerse de başarılı olamadılar.
Allame Mevdudi, yaptığı başarılı çalışmaları ile mevcut iktidarı rahatsız etmiş, 1946 yılında çıkarılan bir emirle Cemaatı İslami'nın merkez ve şubeleri kapatılarak, mallarına el koyulmuş ve Cemaatın lider ve diğer üyeleri tutuklanarak cezaevine kapatılmıştı. Hatta Kadiyanilik üzerine yayınladığı bir risaleden dolayı Mevdudi'ye idam kararı verilmişse de, bu karar halkın baskısıyla sonradan müebbed hapse çevrilmiştir. Mahkemeden af dilediği takdirde cezasının hafifletileceği kendisine hatırlatılınca:
'Zalim ve münafıklardan af dilemekten Allah'a sığınırım. Böyle bir zillete talip olmaktansa, ölümü tercih ederim' cevabını verdi. Daha sonra mevcut iktidar, Mevdudi'yi içeride tutmanın kendilerine pahalıya mal olacağını anlayınca serbest bırakmıştı.
İmam Mevdudi, mücadelesine yılmadan sabırla azimle devam etmiş, bir çok eserler kaleme almış, kendisinden önceki İslami hareketin öncülerinin yanlışlıklarını ortaya koymuş, aynı yanlışlıkları yapmamak için gayret göstermiştir. Diyebiliriz ki çağdaş İslami hareketi sağlıklı bir akide platformuna yeniden oturtan ve evrenselliğini kaybetmeden mücadele veren istisna insanlardan biridir. Ümmet, bir çok alim yetiştirmiştir, ancak bir çokları ulusalcılıktan kurtulamamıştır.
Allame Mevdudi, çağdaş İslami hareketlere de hüsnü temayülünü göstererek, hem İran İnkılabını, hem de Afgan mücahitlerini tebrik etmiştir. Pakistanlı müsrümanların her an yanlarında olacaklarını söylemişse de, ancak ömrü vefa etmeyerek 1979 Eylül'ünde vefat etmiştir.
Mevdudi'nin eleştirilecek yönü, demokratik platformda İslami hareketi yürütmeye çalışmasıdır. Halbuki eserlerinden tanıdığımız kadarıyla böyle partisel bir çalışma ve Cemaatı İslami'yi politik bir kumluş haline getirme, yazdıklarıyla tezad halindedir. Ama her ne suretle olursa olsun, Mevdudi demokratik yollardan, politikayı bir basamak olarak kullanarak hedefe varmak istemiştir; ancak başarılı olduğu söylenemez. Cemaat, hem Pakistan'ın İslami kimliğini koruma, hem de demokrasiye yeniden işlerlik kazandırma uğrunda 1948,1962, 1971, 1977'de yapılan bütün ulusal seçimlere katılmış ancak hiç bir kez barajı aşamadan hep demokratik bir teşkilat olarak kalmıştır.
Tarihi süreç içerisinde İslami hareketlerin demokratikleşme sürecine girme sebeplerinin başında politikanın kansız kıtalsiz oluşu ve hedefin çok kestirme ve rahat görünmesidir. Ama unutulmamalıdır ki, İslam hiç bir zaman yabancı metodlarla hakim olamaz. İslam'ın kendine has metodu vardır. Bu da Sünnetullahtır ve tarihte hiç bir zaman esneklik kazanmamıştır. Yani hiç bir yabancı metod veya sistem İslam için lokomotif görevini yapamaz, hatta yabancı metod bir basamak dahi olamaz. İslami hareket bir kaç bin şehid vermemişse, hiç bir zaman ucuz bir mantığın peşine düşmesin. İslami hareket istediği kadar sandalye elde etse dahi, iktidar olamaz, olsa olsa belki hükümet olur ve onunda ömrü ictidar tarafından hemen kısaltılır. İktidar olmanın yolu her zaman halktan geçmiştir. Onun için de halkı İslamlaştırmak gerekir ki hedefe varılsın. Çünkü, mühür kimde olursa olsun, Süleyman hep iktidardır. Her zaman böyle olmamış mıdır? Sonuçta hükümetler fani, iktidarlar baki karmamış mıdır? Aksi gösterilebilir mi dünya üzerinde?
Cemaatı İslami'nin ayrı ayrı dönemlerdeki başarısızlığını burada uzun uzun anlatacak değiliz. Ancak, demokrasi gibi bir kanaldan saf İslam suyunu akıtmak gerçekten düşündürücüdür. Üstat Mevdudi böylesine bir çalışmanın akibetini düşünmüşmüdür bilemiyoruz. Ancak, fiili olarak içerisinde bulunduğu demokratik uğraşın eserlerine geçmemesi sevindiricidir. Cemaatın ilk tavrıyla son tutumu arasındaki fark, hiç bir aklı selim görmemezlik taassubu ile bakamaz. İşte, o gün bugün Pakistan coğrafyasında sağlıklı ve radikal bir hareket görmek kolay değildir. Şimdilerde Cemaatın başında bulunan Hamidi de farklı bir çizgiye sahip değlidir. Ancak Pakistan'da, kimi ülkelerde halen yürütülmeye çalışılan ve her dört yılda fiyaskoyla sonuçlanan demokratik yöntemin güvenirliğini kimi müslümanlarda yitirdiğine inanıyoruz. Kurallarını Batı'nın belirlediği oyunlara iltifat etmeyen müslümanlar var artık Pakistanda. Eninde sonunda bütün müslümanların bu oyunların farkına varması ve kendi yöntemleriyle oynaması kaçınılmazdır. [209]
[209] Beşir İslamoğlu, İslami Hareketin Tarihi Seyri, Denge Yayınları, İstanbul, 1993: 244-250.