- Ortam ve şartlar

Adsense kodları


Ortam ve şartlar

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Hadice
Wed 19 January 2011, 10:27 am GMT +0200
Ortam ve Şartlar


18. İnsanlık tarihi, birbirine sebep-sonuç ilişkisiyle bağlı bir dizi olaydan ibarettir. İslâm doğduğunda, yeryüzünde zaten çok sayıda din vardı. Peki öyleyse yeni bir dine neden gerek duyuluyordu ve bu dinin başarılı olması hangi koşullara bağlıydı? Profesör Philippe K. Hitti’nin3 bu soruya cevabı oldukça kısa ve nettir: “İslâm dini de, kendi özgün biçimi içerisinde, Sâmi dininin mantıksal bir devamı ve gelişimi olarak ortaya çıkmıştır.” Henüz Muhammed (AS) döneminde bile uluslar büyük çapta karşılıklı bağımlılıklar sergiliyorlardı. Dolayısıyla, Muhammed (AS) ve hemşehrilerinin kendileriyle en azından ekonomik ilişkiler kurdukları milletlerin o dönemde hangi durumda olduklarını hatırlatmak yararlı olacaktır. İbn Hanbel4, Resulullah (AS)’ın gençliğinde Abdu’l-Kays’ların ülkesini (Uman/Bahreyn) ziyaret etmiş olduğunu söyler; İbn Habîb5 ise eserinde şöyle nakleder: “Daha sonra... Dabâ denilen mesire yeri gelir ki, burası Arabistan’ın iki büyük liman kentinden biridir. Tüccarlar burada, Sind’den (bugünkü Pakistan), Hind’den ve Çin’den, kısacası hem Doğu’dan hem de Batı’dan gelen insanlarla buluşuyorlardı.”

19. Arabistan’ın kendi taşıdığı durum ve koşullardan söz etmeden önce, Arapların bu komşuları hakkında birkaç bilgi verelim:

Çin

20. Konfüçyüs (Kung-Fu-Çö, MÖ 551-479) ile birlikte Çin, sahip olduğu uygarlığın zirvesine ulaşmıştı. Ama İslâm’ın ortaya çıkışının arifesinde, bu ülkede genel anlamda bir kargaşa ve çöküş göze çarpmaktaydı: Konfüçyüs’ün kurduğu toplumsal düzen çözülmekte ve Hindistan’dan gelen Budizm, daha normal koşulların yerleştirilmesine çalışmaktaydı. İlgilendiğimiz dönemde Çin, bir geçiş dönemi yaşamaktaydı. Son Hun hanedanlarının egemen olduğu dönemler uzun zaman önce sona ermişti. Wei, Wu ve Shu adlı üç hanedanın iktidara gelişi kardeş kavgalarını da beraberinde getirdi. Ülke içindeki karışıklık ve çatışmaların yanı sıra, Tatarların, Hsiung-Nu’ların ve Tibetlilerin istilalarına karşı da direnmek gerekiyordu. Uzun bir aradan sonra, Sui hanedanı, otuz yıllık bir süre boyunca ülkede birlik ve bütünlüğü biraz da olsa yeniden sağlayabildi. Ama Muhammed (AS)’ın hicretinden beş yıl önce, yerini tekrar korkunç bir kargaşaya bırakmak zorunda kaldı. Daha sonra iktidara gelen T’ianglar bir dereceye kadar düzeni sağladılar,6 ancak Çinli olmayan kesimin egemen sınıfla eşitliğini öngören insanlık sevgisi ve hizmet zevki, “Gök Oğulları” denilen Bogpourlarda yoktu. Bu bakımdan, büyük bir olumlu gelişme beklenemezdi. Muhammed (AS) Uman’a yaptığı ticarî gezisi sırasında Çinlilere de rastlamış olmalıdır. Onda, bu milletin sanayiine karşı büyük bir hayranlık duygusu olduğunu görürüz. Nitekim şu hadis, ondan rivayet edilmiştir: “İlim Çin’de bile olsa, gidip onu arayınız.”7

Hindistan


21. M.Ö. bin yıl kadar önce Arîler, orada kesinlikle yerleşmek üzere Hindistan’ı istilâ etmişlerdi. Onlarda görülen Kast sistemi, Ârî olmayanların tümüne yönelik “bedene dokunmama” kavramı, “olayları yaratan”a değil de bizatihi “olayların kendisine tapınma” anlayışları, onları, “tapınılanların tapınanlardan daha çok olduğu” bir din anlayışına sürüklemişti (Gerçekten de, Hindu tapınaklarında 400 milyon kadar tanrı sayılmaktadır). Öte yandan, insanın olgunlaşması için tek çıkar yol gibi gördükleri dünyadan el etek çekme anlayışları ve savaşlarda yenilenlerin kendi rızalarıyla insanlık dışı bir şey olan “dokunulmazlık” yazgısına boyun eğmeleriyle sonuçlanan ruh göçü (tenâsüh)* inancı gibi konular, Hinduları toplum için bir tehlike haline getirmişti. Konfüçyüs’ün Hindistan’daki çağdaşı Gautama Buda, Hindli Brahmanların şekilciliklerine karşı çıktı. Ama kendi öğretisi de başka yönlerden abartılı idi. Dolayısıyla Budizm, genel olarak insanlık için son sözü söylemiş olmuyor, sadece bu uğurda bir ilk adımı oluşturuyordu: Hindistan’a birçok yararı dokundu. Belki sadece seçilmişleri değil, sıradan insanları da normal bir yaşama tarzına kavuşturup olgunlaştırabilirdi. Ama ne yazık ki Brahmanizm, bu rakibi çok geçmeden ortadan kaldırıp, büyük bir zulümle, doğduğu ülke olan Hindistan’dan çıkarıp attı.

22. Hicretten önce Orta Asya’dan gelen bir Ak Hun hanedanı Hindistan’da hüküm sürmekteydi. Fakat, Muhammed (AS)’ın doğumundan dört yıl önce, aynı zamanda Justinien’in de ölüm tarihi olan 565’de, Oxus (Ceyhun) ırmağı üzerinde uğradıkları yenilgi, onların Hint topraklarındaki egemenliklerini kaybetmelerine yol açtı. Daha sonra, kral Tânesar’ın oğlu Harş’ın Kuzey Hindistan’ı ele geçirdiğini görürüz (606-648). Harş, yavaş yavaş Assâm, Bengal, Nepal, Malva, Gucerat, Kasiavar vs. yi ele geçirdi. Ama, Muhammed (AS)’ın ilâhî tebliğine başlamasından sonra, 610 yılında, kral Harş, Güney Hindistan’daki Deccan’a kadar indiyse de, Çalukya hanedanından kral Pulikesan II tarafından Narbuda ırmağı üzerinde bozguna uğratıldı. Harş’ın çocuğu olmamıştı; yaptığı büyük fetihler dolayısıyla imparatorluğunda göze çarpan nisbî sükûnet, halkına müreffeh bir hayat sağlamıştı; Harş’ın ölümüyle imparatorluğu da çöktü ve ülke iç savaşlarla parçalandı. Çalukyalar, kuzeyden gelen Harşlılara karşı ülkelerini başarıyla savundular, ancak güney komşuları olan Kanjivaramlı Pullava’lara karşı bir direnç gösteremediler. Böylece, Himalayaların berisindeki kıtada, uzun yüzyıllar boyunca karışıklık egemen oldu.8

Türkistan ve Moğolistan

23. Bu bölgelerden dünyanın dört bir bucağına dağılan göç dalgaları kuşkusuz çok ilgi uyandırmıştır. Ancak kabul etmek gerekir ki, İslâm’ın başlangıç dönemlerine denk gelen dönemde (m. VII. yy) bu ülke ile ilgili fazla bir şey bilinmemektedir. Resulullah (AS) döneminde Hunlar Tibet’i işgal etmişler ve Batı Türkleri ile bir ittifak yaparak kuvvetlenmişlerdi.9 Ancak, insanlığa hizmet gibi yüce anlayışlara onlar arasında da henüz rastlanmamaktaydı.

Bizans İmparatorluğu

24. Muhammed (AS)’ın, ne Avrupa’yı ne de Katolikliği tanıması gerekmiyordu. Sadece, Suriye’de Bizans egemenliği altındaki Hıristiyan Araplarla temasları olmuştu. Hıristiyanlığın kuralları ile ilgili bilgileri kendisine bu insanların sağlamış olması gerekir.

25. “Rûm” sözcüğü Arap dilinde var olmakla birlikte, esas anlamıyla Roma İmparatorluğu, İslâm’ın ortaya çıkışı öncesinde artık yaşamıyordu; bu ülkeden geriye, sadece, daha sonra Bizans imparatorluğu adını alacak olan doğu kısmı kalmıştı. Batıdaki eyaletler ve hatta başkent Roma bile, kuzeyden gelen Cermenler vs. gibi istilacılarca işgal edilmiş durumdaydı. Bu barbar kavimler, zamanla Roma Hıristiyanlığını kabul etmişlerdi. Ancak, uluslararası hukuk tarihçisi Ernest Nys’in10 ifadesine göre, Bu kuzeyli göçebe sürüleri, Hz. İsâ’nın tebliğ ettiği barış dinine girmiş olmalarına rağmen, putperestlerden daha acımasızca davranıyorlardı. Üstelik bu bölge, birbirleriyle sürekli savaş halindeki yüzlerce prensliğe bölünmüş durumdaydı.

26. Bizans İmparatorluğu ise, yüzyıllardan beri bir yandan İran’a karşı, bir yandan da Batı’lı barbarlara ve bu arada Slavlara karşı savaşmaktaydı. Muhammed (AS) tebliğ görevine başladığında, İran, zor kullanarak, aralarında Suriye ve Mısır’ın da bulunduğu en güzel eyaletleri Bizanslıların elinden almıştı. Görünüşe bakılırsa, Mekkelilerin bu “uzaktaki” savaşla ilgili yapacakları bir şey yoktu. Onların Bizans ve Sasani imparatorluklarının her ikisiyle de ticarî ilişkileri vardı ve aralarından birinin diğeri aleyhine toprak sahibi olması, tarafsız olan bu üçüncü ülkeler için hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Ama yine de, uluslar arasında daha o dönemlerde sağlanan karşılıklı bağlılıklar, Kur’an’ın Mekke’de nâzil olan surelerinde, hiç umulmadık îmalarla bize hatırlatılmaktadır. Gerçekten, Kur’an’ın “Rûm” adını taşıyan 30. suresi, Müslümanların bu olaylara karşı duydukları ilgiden söz etmekte ve birkaç yıla kadar durumun tersine döneceğini haber vermektedir:

      .”..Komşu ülkede Rûmlar yenilgiye uğradılar, oysa onlar bu yenilgiden sonra, on yıldan az bir süre içerisinde galip geleceklerdir, -öncesi gibi sonrası da Allah’ın emrine bağlı olarak! - Ve o gün, İnananlar, Allah’ın yardımıyla esenliğe çıkacaklardır. O (Allah), dilediğine yardım eder, çünkü O, çok kudretli ve çok esirgeyip bağışlayandır.”11

27. Gerçekten de, dokuz yıla kalmadan, H. 6. yılında, “ateşe tapanlar” (İranlılar) Bizanslı inananlar tarafından, Ninova’da, İran tahtını işgal edenler arasında çok sayıda ve hızlı değişiklikleri de beraberinde getiren oldukça ağır bir bozguna uğratıldılar. İran, bu yenilgiden sonra bir daha asla belini doğrultamadı. Bizans da bu savaştan büyük yararlar sağlayamadı: Ülke, dışarıda asırlar boyunca süren savaşlar, içeride ise dinî zulüm ve baskılar yüzünden perişan bir hale geldi. Dinî konularda pek bilgiççe yapılan tartışmalar Bizans halkının geniş kitlelerine varıncaya dek yayılmıştı; insanlar bu tartışmaları o denli önemli sayıyorlardı ki, bir görüşün taraftarları, başka bir görüşe inananların varlığına hoşgörüyle bakamaz olmuşlardı. Egemen güçler, tek bir nesil içinde bile zaman zaman farklı görüşler sergiliyorlardı; böylece tarafsız bir adalet anlayışı yerine, bu idarecilerin dinî baskı ve zulümleri halkı giderek daha mutsuz bir hale getiriyordu. Tarihçiler, resmî olmayan Hıristiyan mezheplere mensup inananların, yabancı bir egemenliği, kendilerininkinden farklı bir Hıristiyan mezhebe mensup yöneticilerinkine tercih ettiklerini söylemekte ağız birliği etmişlerdir; gerçekten de bu insanlar, çok geçmeden Müslümanları kurtarıcı olarak benimsemişlerdir.

İran

28. Öte yandan, Arapların bir başka büyük komşusu olan İran da, insanlık için büyük bir umut vermiyordu. Bizanslılarla ve Orta Asyalı Türklerle iki cephede giriştiği aralıksız savaşlar bir yana, ülkedeki manevî hayatın başkalarına sunacağı hiçbir şey yoktu. Resulullah (AS)’ın doğduğu dönemde Mezdekîlik, İran’ın resmî dini idi. Bu dinin kurucusu Mezdek,12 açıktan açığa, imparator ve imparatoriçeye hitaben, imparatoriçenin sadece imparator kocasına ait olmadığını; tam aksine, herhangi bir erkeğin, imparatoriçe de olsa herhangi bir kadına sahip olabileceğini söyleyebiliyordu. Bu sözler ne kadında bir utanca ne de erkekte bir kıskançlığa yol açtı. Veliaht prens Anûşirvân13 babasının yerine Ctésiphon (Medâyin)’da tahta çıktığı zaman, dini baskıların yönü sadece yön değiştirmiş oldu: Dünkü ezilenler bugünün ezenleri oldular ve İran’da insanlığın çektiği ıstıraplar önceki dönemlere göre şiddetini yitirmedi.

Habeşistan

29. Habeşistan, eskiden beri sahip olduğu uygarlığı sayesinde kuvvete başvurarak, bereketli topraklara sahip eyaletleri olan Yemen’i Arapların elinden çekip aldı. Daha sonra, Muhammed (AS)’ın doğduğu yılda, Habeşliler, Yemen’den başlayarak, Arabistan’ın kuzeyini de kapsayan büyük bir askerî sefer düzenlediler. Ancak, Mekke yakınlarına geldiklerinde, Kur’an’ın ifadesiyle, “özü yenmiş buğday tanesine”14 döndüler. İslâm’ın başlangıç dönemlerinde, Habeşistan’ın başkentinde sadece kardeş kavgaları görülmekteydi; ve buraya sığınmış olan bir avuç Müslüman, bu iç savaşlar yüzünden birçok kez kaygılanmışlardı.

Özet

30. Kısacası, o dönemde nereye bakılırsa bakılsın, dünyanın her yöresinde sadece savaşlar; ırk, renk, dil, din ve bölge farklılıkları nedeniyle sağduyudan yoksun önyargılar; halkın geriye kalanı hiçbir şeye sahip olmazken servetin birkaç zengin arasında dengesiz dağılımından kaynaklanan koyu sefalet göze çarpıyordu. İnsanlar, aynı çiftin, Adem ile Havva’nın soyundan geldiklerini unutmuşlar ve kardeşler arasında güdülen kin onları hayvanlardan da aşağı bir düzeye getirmişti. Çoğu, kurtlara özgü materyalist bir hayat yaşıyordu. Kimileri ise, kendilerini manevî etkinliklere yöneltmek için, dünyadan el etek çekmişlerdi; bunlar da melekleri andırıyorlardı, ancak bunun yararı sadece kendilerine idi ve insan toplumu bundan neredeyse hiçbir yarar sağlamıyordu. Her iki kesim de, insanın hem beden hem de ruhtan meydana geldiğini unutmuşlardı. Öyleyse insanlığın yöneleceği belirli bir yöne, kendisine maddi ve manevi olmak üzere her iki yolu da gösterecek ve insanın bu iki görünümü arasında bir bağ, bir denge oluşturarak ona, kendisini dengeli bir biçimde geliştirme imkânı verecek umumi bir rehber niteliğinde bir “din”e ihtiyacı vardı. İnsan ne bir melek, ne bir şeytan, ne de cansız bir taştı; o, iyilik kadar kötülük de yapabilecek nitelikteydi, ama aynı zamanda, kötü eğilimlerini ve tutkularını kontrol edebilecek bir akla da sahipti. Öyleyse bunların insana tekrar hatırlatılması ve yeniden, kendisine sadece hakları değil, aynı zamanda karşılıklı yükümlülüklerinin de olduğu ve dünya hayatında yapacağı her şeyden bir gün mutlaka hesaba çekileceğinin öğretilmesi gerekmekteydi.


3 History of the Arabs, s. 8: “Islam, too, in its original form is the logical perfection of Semitic religion.”

4 Müsned, IV, 206.

5 Muhabbar, s. 265.

6  Bk. Encyclopaedia Britannica, “Çin” maddesi.

7 Cem’u’-l-Cevâmi’ adlı eserindeki bu hadisi, Suyutî, şu müelliflere dayanarak nakleder: İbn Abd’il-Berr, el-’İlm; Beyhakî, Şu’betu’l-îmân; İbn ‘Adî, el-Kâmil; el-Ukaylî, ed-Du’afâ’.

* Ruhun bir bedenden başka bir bedene geçerek hayatını sürdürdüğü inancı. (Çev.)

8 Bk. Encyclopaedia Britannica, “Hindistan” maddesi.

9 Bk. a.g.e., “Türkistan” maddesi.

10 Origines du droit international (Uluslararası Hukukun Kökenleri) Bruxelles, 1894. 3. bölüm. sb 44 vd.

11 Rûm: 30/ 2-5.

12 Arthur Christensen, L’Iran sous les Sassanides (Sâsâniler döneminde İran), 2. bs., Kopenhag, 1944, s. 39, 335 vd, 364 vd.

13 I. Husrev (Husrev Anuşirvân (Ölümsüz Ruhlu Husrev), ö. 579 (Çev. Notu)

14 Fil: 105/5.