sumeyye
Tue 22 February 2011, 02:47 pm GMT +0200
Ordu Komutanlarına Yapılan Tavsiyeler
33- İmam-ı Azam Ebû Hanîfe yoluyla Hubeyb b. Büreyde, o da babası Büreyde'den rivayet etti ki: "Peygamber (s.a.v.) bir yere büyük bir ordu yahut bir seriyye gönderdiği zaman onlara: "Allah'ın adıyla savaşa gidin" tavsiyelerinde bulunurdu.
İmam Muhammed "es-Siyerü's-Sağîr" isimli kitabına bu hadisle başlamaktadır. Hadisten alınacak dersleri orada açıkladık.
Hadisin sonunda Peygamber (s.a.v.)'in şu sözünün anlamım belirttik:
"Eğer onlar sizden Allah'ın zimmetini isterselerse, bunu onlara vermeyin!.’’[1]
Ona göre hadisteki yasaklama harama değil, İhtiyaç anında Allah'ın ahdini bozmaktan çekinmeyi belirtir ve mekruh şeklinde kabul edilir. Evzâî ise, hadisin zahirine dayanarak, Allah'ın zimmetini vermenin caiz olmayacağım söyler. Ona göre yasaklama mutlaktır ve haramlık ifade eder.
Bu lafız Hz. Ali'nin Ehl-i Beyt tarikiyle rivayet ettiği hadiste de vardır. Buna göre Peygamber (s.a.v.) buyurur ki:
"Onlara ne Allah'ın zimmetini verin ve ne de benim zimmetimi. Çünkü benim zimmetim de Allah'ın zimmetidir."
Bize göre bunun mekruh olması, yasaklanan şeyden başkası sebebiyledir. Mekruh görülmesinin sebebi, müslümanların ileride görecekleri bir maslahattan dolayı antlaşmayı bozma ihtiyacını duyabilmeleridir. O zaman kendi verdikleri sözü bozmaları, Allah'ın ve Rasûlünün sözünü bozmalarından daha ehvendir. Hadis-i Şerifin sonunda buna şöyle işaret etmektedir.
"Çünkü kendi ahdinizi ve atalarınızın ahdini bozmanız, Allah Teâlânm
ahdini bozmanızdan daha iyidir."
Hadis-i Şerifte geçen "Zimmet" sözü ahd (söz) manasınadır. Yüce Allah
şöyle buyurur:
"Onlar bir mü'min hakkında ne bir ahid, ne de bir anlaşma gözetip tanırlar. Onlar taşkınların ta kendileridir."[2] İnsan için bunun zimmet olarak isimlendirilmesinin sebebi, verdiği söze kendisinin bağımlı oluşundan dolayıdır.
Onların zimmetleri ile atalarının zimmetlerinden maksat, cahüiyyette
aralarında yaptıkları anlaşmalardır
Gerektiğinde antlaşmayı bozmakta bir sakınca yoktur. Çünkü Yüce Allah:
"Bir topluluğun antlaşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara
karşı antlaşmayı bozarak aynı şekilde davran. Şüphesiz Allah hainleri sevmez."[3] buyurmaktadır. Bu, müşriklerden anlaşma yaptığınız kişilere Allah ve Rasulünden bir ültimatomdur."[4] ayeti de buna delalet etmektedir. Rasullulla-
hın şu sözü de bunu desteklemektedir:
"Ben üç kişinin düşmanıyım, kimin düşmanı olursam, işini bitiririm. Bunlar benim adıma söz verip de sözünü çiğneyen, hür bir kimseyi köle diye satıp parasını yiyen ve birini ücretle çalıştırıp ücretim vermeyenlerdir".
Bu da peygamber adına sözvermenin bir sakıncasının bulunmadığı, ancak söz verdikten sonra hiyanet etmenin haram olduğunu gösterir. Ordu komutanları Allah adına eman verirlerdi. Hz. Ebu Bekir bu yaptıklarına karşı çıkmamıştır. Bu da böyle bir şeyde sakıncanın olmadığını gösterir.
34- İmam Muhammed daha sonra İbnu Ömer'in şöyle dediğini rivayet etti: Ebû Bekr es-Sıddık (r.a.) Yezid b. Ebi Süfyan'i bir ordunun başında gönderdi. Kendisi de yürüyerek çıkıp ona tavsiyelerde bulunuyordu. Yezid, ona "Ey Rasûlül-lah'm halifesi! Ben atın üzerinde giderken, sen yürüyorsun!" dedi. Ebû Bekir (rjı.) dedi ki: "Ne ben binerim ve ne de sen inersin. Ben bu adımlarımı Allah yolunda sayıyorum." Hz. Ebû Bekir'in yaptığı gibi, her ne olursa olsun ordu savaşa giderken onu yolcu etmek için bîr miktar yürümenin iyi olduğunu bu rivayet göstermektedir. Hz. Ebû Bekir (r.a.) rivayet ettiği bir hadiste diyor ki: Rasûlüllah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu duydum :
"Kimin Allah yolunda ayaklan tozlanırsa, onun için cennet vacib olur." Enes (r.a.)'m rivayet ettiği hadiste de şöyle buyurulur :
"Allah yolundaki toz ile cehennem dumanı bir müslümanm üzerinde bir araya gelmez."
35- Imam Muhammed, Ebû Bekir'in hadisini başka bir senetle de rivayet etti. Buna göre: Hz. Ebû Bekir (r.a.) binmesi için devesini getirdiklerinde dedi ki: "Binmeyeceğim, aksine yürüyeceğim."Sonra yürümeye devam etti. Devesini de yularından tutup arkasından yürüttüler. Ayrıca ayaklarının Allah yolunda tozlanması için ayakkabılarım çıkarıp elinde taşıdı. Hz. Ebû Bekir (r.a.) peygambere uyarak bunu yapmıştır. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Muaz'ı Yemen'e yolcu ederken onunla beraber bir yahut iki ya da üç mil yürümüştür.
Bunun benzen, Hasan b. Ali (r.a.)'ın develeri yanında yularlarından çekilip boş götürülürken hac yolunda yaya yürüdüğüyle İlgili rivayettir. Hz. Hasan'a: "Ey Rasûlüllah'ın torunu, neden binmiyorsun? denildiğinde, Rasûlüllah (s.a.v.)'in "Allah yolunda ayakları tozlanan kimsenin ayaklarına cehennem ateşi dokunmaz." Buyurduğunu duydum. Bunun için yürüyorum cevabını verdi.
Hacılar yahut savaşa giden mücahidleri yolcu eden kimse için müstahab olan, Ebû Bekir (r.a.)'m yaptığı gibi yapmaktır.
Sonra, Hz. Ebû Bekir, Yezid'e şöyle dedi : "Sana on vasiyette bulunacağım, bunları iyi ezberle :
a- Manastırlarda kendilerini Allah'a ibadete verdiklerini düşünen kimselerle karşılaşacaksın. Onları meşgaleleriyle başbaşa bırak.
Ebû Yusufla Muhammed (r.a.) buna dayanarak manastırlara kapanmış olan kimselerin öldürülmeyeceklerini söylerler. Ebû Hanîfe'den de böyle bir rivayet vardır.
Fakat Ebû Yusuf'tan rivayete göre manastırlara kapanmış kimselerin öldürülmeleri konusunu Ebû Hanîfe'ye sormuş ve Ebû Hanîfe öldürülmelerini normal görmüştür.
Netice olarak, manastıra kapanmış olan kimseler zaman zaman halkın arasına karışıp, halk da onların yanma gidiyor ve halkı savaşa teşik ediyorlarsa, Öldürülürler. Hz. Ebû Bekir'in bu tavsiyesi de, onların, savaşı tamamen terk etmeleri sebebiyledir. Çünkü öldürülmelerini mubah kılan husus, savaşa ortak olarak müslümanlara zarar vermeleridir. Şayet kapıları üzerlerine kapatırlarsa, onlardan gelebilecek kötülük ortadan kalkmış olur. Ama savaşa taraftar iseler ve bu görüşlerini açığa vuruyorlarsa, dolayısıyla, savaşmış olurlar ve bu sebeble de Öldürülürler.
b- Başlarimn ortasını tıraş etmiş kimselerle karşılaşacaksın. Bunların başlarını kılıçla vurun.
Bunlardan maksat, Şemmas'lardır ki, hıristiyanlar arasında bunların durumu, müslümanlar arasında sapık şia fırkalarının durumu gibidir. Bazı âlimlere göre bunlar Harun (a.s.) 'm soyundandırlar. Hz. Ebû Bekir, başka bir senedle rivayet edilen bir rivayette buna işaret eder: "Başlarının çevresinde çember gibi saç bırakırlar. Savaş işlerinde halk onların puanlarına göre hareket eder. Halkı da savaşa teşvik ederler. Onun için onlar, kafirlerin liderleridir. Onlan öldürmek başkalarını öldürmekten daha evladır."
Bu hadisin başka bir senedinde Hz. Ebû Bekir buna işaretle şöyle diyor: Traş edilmiş başların tam ortasını; şeytanların yuva yaptıkları yeri, kılıçlarla vurun. Allah'a yemin ederim ki onlardan birini öldürmek başkalarından yetmiş kişiyi öldürmekten bana daha sevimli geliyor. Yüce Allah şöyle buyurur: "Küfrün Önderlerini öldürün. Çünkü onlar andlan olmayan adamlardır;[5]
Şeytanların yuva yaptıkları yerden maksat, saçlarıdır ki, o da başların-dadır. Nitekim Hz. Ebû Bekir (r.a.) hadlerin yerine getirilmesiyle ilgili olarak: "Başı vurun, çünkü şeytan baştadır." der.
c- Küçük çocukları öldürme.
Doğmuş olan küçükten maksat, çocuktur. Ona "Mevlûd" denilmesinin sebebi doğumunun yakında olmuş olmasındandır. Şüphesiz şayet savaşa katılmıyorsa, öldürülmeyecektir. Başka bir rivayette bunu açıklamış ve: "Aciz, güçsüz olan hiçbir çocuğu öldürmemesini söyle!" demiştir.
d- Kadınları öldürme.
Kastedilen, savaşmayan kadındır. Nitekim rivayete göre Peygamber (s.a.v.) öldürülmüş bir kadınla karşılaştığında :
"Vay! Bu kadın savaşmıyordu. Var Halid'e yetiş ve ona: Çocuk ve ücretli (işçiyi) öldürmemesini söyle," buyurdu.
e- Yaşlıları da öldürme
Bir rivayette ise "Pir-i Fani"yi öldürmeyin denilmiştir. Yani savaşa katılmayan ve savaş konusunda herhangi bir teşvik ve katkısı bulunmayan yaşlıyı da öldürmeyin. Ama bilfiil savaşa katılmış yahud savaşta rey ve tedbiri var ise elbette öldürülür. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) tavsiyeleriyle yardımcı olduğu için Düreyd b. Sımme'nin öldürülmesini emretmiştir. Düreyd,[6] müşriklere çocuk ve kadınları kendilerine ait toprakların dağlarına çıkarmalarını ve erkeklerinin de, atlarının sırtında düşmanları olan müslümanlara saldırmalarını öğütlemişdİ de, görüşünü benimsememişler ve Arapların adeti üzere çoluk çocuklarını beraber savaşa getirmişlerdi. Bu ise yenilmelerine sebep olmuştu. Düreyd, bununla ilgili olarak şu şiiri söylemişti.
"Kum vadisinde onlara doğru olanı emretmiştim. Fakat onlar benim doğru emrimi ancak ertesi günün kuşluğunda (yenildikten sonra) anladılar."
"Ben onlardan biri olarak kendi lehlerine düşüncemi söylediğimde dinlemediler ve doğruyu bulamadığımı zannettiler."
Savaş hakkında bir takım tavsiye ve görüşleri olduğu için Peygamber (s.a.v.) Düreyd'i öldürtmüştü.
f- Meyveli ağacı, üzüm ve hurma ağaçlarım kesme.
İmam Evzâî bu hadisin zahirine bakarak müslümanların dâru'l-harbde tahribata yönelik hareketlerde bulunmalarının caiz olmadığını söyler. Çünkü tahrib etmek fesaddır ve Allah Teâlâ fesada razı olmaz. Görüşüne şu âyeti de delil getirir:
"O, yeryüzünde iş başına geçti mi orada fesad çıkarmaya, ekini ve nesli kökünden kurutmaya başlar. Allah fesadı sevmez." [7] Nitekim Hz. Ali'den rivayet edilen hadiste de Peygamber (s.a.v.) bunu, seriyye komutanlarına tavsiye ediyordu.
Ebu'l- Hasan el-Kerhî, hadisin tamamım naklederek şu yorumu yapar: Size zarar veren, yani düşmanla savaşmanıza engel olanlar dışında, ağaçlan kesmeyiniz.
îrnam Evzâî şu hadiste rivayet edilenleri de delil olarak ileri sürer. Hadiste buyuruluyor ki: "Allah Teâlâ Peygamberlerinden birine vahyetti ki: Her kim yeryüzünün ululuk ve saltanatına itibar ederse, Davud hanedanı ile Fars ehlinin mülküne (ululuklarına) baksın. O Peygamber dedi ki: Ya Rab: Davud hanedanına gelince, onlar, kendisiyle yücelttiğin şeye layıktırlar. Ama (Mecusi olan) Fars ehlinin nesi var ki?" Cenab-ı Allah cevabında şöyle buyurdu: Onlar, beldelerimi imar ettiler. Kullarım da o imar edilen yerlerde yaşadılar."
Yeryüzünü mamur etmenin övgüye sebeb olduğu ortaya çıkınca tahribat yapmanın da kötü birşey olduğu anlaşılmış oldum.
Fakat biz deriz ki : İnsanlar, bu eşyadan daha çok hürmete layık iken, müşriklerin gücünü kırmak için insanın öldürülmesi caiz olduğuna göre onlardan daha değersiz olan binaları yıkmak ve ağaçları kesmek evleviyetle caizdir. Yüce Allah'ın: "...Allah yolunda onlara bir susuzluk, bir yorgunluk ve bir açlığın erişmesi, kafirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları karşılığında kendilerine salih bir amel yazılması içindir..."[8] âyetinde, söylediğimize delil vardır. Daha sonra İmam Muhammed, Ebû Bekir hadisini şu şekilde te'vil etmiştir.
Hz. Ebû Bekir, Peygamber (s.a.v.)'in haber vermesiyle Şam'ın feth olunacağım ve müslümanların eline geçeceğini biliyordu. Onun için tahribat yapmaktan ve ağaçlan kesmekten askeri sakındırmiştır.
Nitekim bundan sonra bunu açıklamıştır. Peygamber (s.a.v.) den rivayet edilen hadisin te'vili de bu şekildedir. Görmüyor musun? Peygamber (s.a.v.)'in kendisi Sakif kalesine mancınık kurmuştur ki mancınığın yapacağı tahribat ortadadır.
g- Yemek amacı dışında, düşmanın sığır, koyun ve diğer hayvanlarını kesme.
Çünkü Rasulullah (s.a.v.)'in yemek kasdı hariç, hayvanın kesilmesini yasakladığı rivayet edilir. Hadis-i Şerifte savaşçıların dâru'l-harbde düşmana ait şeylerden yemek yemelerinin ve hayvanlanna yem vermelerinin, yemek için hayvanın kesilmesinin caiz olduğuna dair delil vardır. Yemek için hayvanın kesilmesinin caiz olması da bu cümledendir.
İmam Muhammed daha sonra bu hadisi başka bir senedle rivayet ederek sonuna şunları ekledi: "ihanet etme."
İhanet etmenin yasak olduğu beyan edilmektedir. İhanet etmek, savaşçının, yemek ve hayvanın yemi dışında kendi kendisine ganimetten birşeyler saklamasıdır, Bu ise, haramdır. Yüce Allah şöyle buyurur:
"... Kim emanete hıyanet ederse kıyamet günü, hainlik ettiği şey boynuna asılı olarak gelir..." [9] peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurur: "Ğulûl (hiyanet) cehennemin ateşindendir."
h- Korkma
Çünkü Yüce Allah: "(Ey mü'minler), gevşemeyin." [10] buyurmuştur. Yani savaşta gevşeklik göstermeyin. Gazilerin korktuklarını izhar etmeleri onları savaştan soğutur.
ı - Fesad çıkarma ve isyan etme
Bazı alimler bu söz "sana emrettiğim konuda bana isyan etme demektir" derler. Çünkü tavsiyenin faydası, itaatta kendisini gösterir. Bazıları da: Şayet Allah'tan yardım diliyorsan, O'na isyan etme manasınadır, derler.
36- İmam Muhammed, aynı hadisi üçüncü bir senedle: Ab-durrahman b. Cübeyr b. Nufeyr el-Hadrami rivayetiyle tekrar şöyle nakleder:
Rasûlüllah (s.a.v.)' den sonra Hz. Ebû Bekir askerleri yola çıkmak üzere hazırlayınca- ki bu askerlerin bir bölüğünün başına Şurahbil b. Hasene, bir bölüğüne Yezid b. Ebi Süfyan ve diğer birine de Amr b. As'ı komutan tayin etmişti- Onlara "Diyarı benî Şurahbil" denilen yerde[11] toplanmak üzere Medine'den ayrılmalarını söyledi. Burası, Medine'ye altı mil uzaklıktadır.
Halifenin, bir orduyu savaşa göndermek istediği zaman askerlere, şehrin dışında bir karargah kurmalarım emretmesi gerekir. Çünkü karargahta toplandıktan sonra bir arada hareket etmeleri, topluca evlerini terketmelerinden daha kolaydır.
Daha sonra Hz. Ebû Bekir karargâha gelerek anlara öğle namazını kıldırdı. Namazdan sonra ayağa kalkıp Allah'a hamd ve senada bulundu ve şöyle dedi:
"Sizler Şam'a gidiyorsunuz. Orası, Sebi'a bir yerdir. "Sebi'a" kelimesini, orada eziyet verici yırtıcı hayvanların çokluğuyla tefsir ettiler. Lakin yukarıdaki rivayet yanlış olup kelimenin doğrusu şebia'dır.
Yani orada o kadar çok nimet var ki, kişi onları seyrederek doyar. Sanki onları Şam'a gitmeye teşvik ederek "siz Medine'de çekilen açlık ve sıkıntıdan sonra öyle bir yere gidiyorsunuz ki, orası çok verimli bir yerdir", demektedir.
Sonra dedi ki: "Allah size yardım ediyor ve kudret veriyor ki, orada mescidler yaparsınız. Oraya sakın arzu ve heveslerinizi tatmin etmek için gitmeyin
Hz. Ebû Bekir (r.a.) bu sözü, Peygamber (s.a.v.) den duyarak söylemiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilen meşhur bir hadiste şöyle buyuru 1 maktadır:
"Sizler yakında Kisra ve Kayser'in hazinelerine hakim olacaksınız," Buradan da anlaşılıyor ki, Hz. Ebû Bekir'in onları tahribat yapmaktan ve ağaçları kesmekten alıkoymasının sebebi, buraların müslümanlarm eline geçeceğini bilrnesindendir. Ayrıca heva ve hevesten onları sakındırdı. Çünkü onlar cihad için çıkmışlardır ve cihad, dindendir. Yüce Allah şöyle buyurur :
"Dinlerini bir oyun ve bir eğlence yapan, kendilerini dünya hayatı aldatmış bulunan kimseleri (Öylece haline) bırak..."[12]
Hz. Ebû Bekir, sözüne şöyle devam etti: "Eşr'den sakının! Ama Ka'be'nin Rabbına yemin olsun ki, ona mübtelâ olacaksınız."
Eşr: Zenginleşen kimsede görülen bir nevi azgınlıktır. Yüce Allah şöyle buyurur.
"Çünkü insan kendini müstağni görünce azar"[13] Bu nedenle Hz. Ebû Bekir, Onları bu azgınlıktan sakındırmakla birlikte, buna mübtela olacaklarını da yemin ederek söylemiştir.
Hz. Ebû Bekir'in konuşmasının tamamı İmam Muhammed'in kitabında mevcuttur. Nihayet konuşmasını şöyle bitirdi:
"Ben buradan ayrıldığımda atlarınıza bininiz ve tek sıra olunuz ki teker teker hepinizle görüşeyim."
Halife meydanda orduyu teftiş ederken Hz. Ebû Bekir'in davrandığı gibi davranmalıdır.
Ravi diyor ki: Hz. Ebû Bekir, saffın başından sonuna kadar hepsine baka baka uğradı ve selam vererek şöyle dedi: "Allah'ım! İsrail oğullarının ruhlarını aldığın şeyle bunların da ruhlarını mızrak darbeleriyle ve taun (veba) hastalığıyla al. Haydi gidiniz. Allah'ın divanında; hepimizin toplanacağı o yerde buluşmak üzere...
Bu sözlerin açıklanmasına gelince, Hz. Ebû Bekir (r.a.) bir daha dönmemek niyetiyle savaşa gitmeye teşvik etmiştir. Nefsi, Allah'ın rızasına teslim etmek, ancak bu şekilde gerçekleşir. "Allahım! İsrail oğullarının canlarını aldığın şeyle onların da canını al." sözü, şehadete nail olmaları için bir duadır. Bazıları da dedi ki: Kasdı, Rasûlüllah (s.a.v.)'in şu sözüdür: "Ümmetimin helaki, mızrak vuruşları ve veba hastalığıyladır." Bu da, Şam'da yaygındı. Ebû Bekir (r.a.) şayet veba hastalığına yakalanacak olurlarsa, şehadet derecesine nail olmaları için dua etmiştir.
Burada kişinin, başka birine şehid düşmesi için dua etmesinde bir sakınca olmadığına delil vardır. Çünkü her ne kadar şeklen, ölüm için bir dua ise de, hakikatte hayat için bir duadır.
Hz. Ebû Bekir, bu karşılaşmasının onlarla son karşılaşması olduğunu söylemiştir. Bundan maksat, ya ecelin yaklaştığını haber vermek ya da onların geri dönmeyecekleri ve ancak kıyamet gününde karşılaşacaklarıdır.
Ravî diyor ki: Ordu yola koyulup Şam'a ulaştı. Bizanslılar onlara karşı çıktılar. Şam bölgesinden büyük bir ordu hazırlanmıştı. Durum Hz. Ebû Bekir'e bildirildiğinde Irakta olan Halid b. Velid'e haber vererek üç-bin atlı ile yardımlarına koşmasını emretti ve şöyle dedi:! Acele edin, acele" Allah'a yemin ederim ki, Şam köylerinden küçük bir köy, Irak'ın büyük bir kentinden bana daha sevimlidir.
Düşmanın İslâm ordusuna karşı büyük bir ordu hazırladığı haberini alınca, devlet başkanının, Hz. Ebû Bekir gibi hareket ederek takviye kuvvet göndermesi ve takviye kuvvetlerinin acele gitmelerini istemesi gerekir ki, İslâm ordusu yenilmeden savaş alanına varsınlar ve gidişlerinin bir anlamı olsun. Şayet İslâm ordusu yenilmişse artık takviye kuvvetleriyle toparlanması zordur.
Hz. Ebû Bekir'in Şam'ı, Irak'a tercih etmesi burasının Peygamberlerin gönderildiği mübarek bir bölge oluşu sebebiyledir.
Ravi diyor ki: Hz. Halid, yanındaki yardımcı kuvvetle birlikte Hz. Ebû Bekir'in emrine uyarak sur'atle Şam'a hareket etti. Bizans askerlerini yararak Dumayr ve Zenebe denilen yere vardı. Müslüman askerlerin Cabiye denilen yerde bulunduklarını gördü.
Bizans ülkesine tabi olan Arablar, Halid'in geldiğini duyunca korkuya kapıldılar.
Çünkü Halid cesaretiyle meşhurdu. Nitekim Rasulullah (s.a.v.) ona: Seyfullah (Allah'ın kılıcı) ismini vermişti. Arablardan bir şair bununla ilgili olarak şöyle der:
"Ey içki sunan cariye! Ebû Bekir'in süvarileri gelmeden önce sabah içkilerimizi getir. Belki ölümümüz yakındır da bilemiyoruz."
Bu şiirin öyküsü meğâzî kitaplarında anlatılır Bu beyti söyleyen kişi, îslâm dininden dönenlerin büyüklerindendir. Cariyesi ona bir kadeh şarap getirmişti. O da sırtını duvara dayayıp bu beyti söyledi ve kadehi alıp şarabı içmeye başladı. Tam o sırada Halid'in askerlerinden biri duvara tırmanmıştı. Beyti duyduğu gibi adamın boynunu vurdu. Adamın kellesi, elindeki kadehin üstüne düştü.
Râvi diyor ki; Hz. Halid geldiğinde daha Önce isimleri geçen komutanlara- Şurahbil b. Hasene, Yezid b. Ebi Süfyan ve Amr b. As'a başkomutan oldu. Bizans ordusu Antakya, Haleb, Kınnesrin, Hims ve Hama'yı terkederek kaçmaya başladı. O zaman Bizans Kralı, Heraklius idi. Ordusunun uğradığı yenilgiye sinirlenerek Rum topraklarına doğru yola koyuldu. Ordu komutanı Bahan, Herminiyye denilen yerde bulunuyordu. O da, beraberindeki askerlerle beraber hareket etti.
Buradan anlaşılıyor ki, Bizans ordusunun tamamı bir araya gelmişti.
İslâm ordusunun komutanları bir çadırda toplanıp savaş stratejisini görüşmeye başladılar. Yanlarında Kuzaa isminde biri vardı. Düşmanın durumunu tesbit etmek üzere onu casus olarak gönderdiler. Dönüşünde, gizli bir yerde onunla buluşarak getirdiği bilgileri değerlendirdiler.
Savaşlarda ordu konulanlarının casuslar göndererek düşman ordusu hakkında bilgi toplamaları gerekir. Casuslar döndükleri zaman da, gizli bir yerde onlarla buluşmalıdırlar ki, onların casus oldukları bilinmesin. Ayrıca ordunun hepsi, düşmanın ne yapacağından haberdar olmamalıdır. Çünkü düşmanın durumunu bilmeleri savaştan korkmalarına sebep olabilir.
Râvi diyor ki: Tam o sırada Ebû Süfyan bastonuna dayanarak komutanlara doğru geldi ve selam verdi. Komutanlar: "ve aleykesselâm. Ama, bize yaklaşma" dediler.
Ona "yaklaşma" demelerinin sebebi, onun henüz iyi bir müslüman olmadığı doğrultusundaki kanaatleri idi.
Ebû Süfyan dedi ki: Hayret! Burada olduğum halde Kureyş'den bir grup aralarında savaş durumunu görüşüyor, ama beni aralarına almıyorlar. Böyle bir şeyle karşılaşmaktansa ölmeyi tercih ederdim!... Çünkü Ebû Sûfyan, savaş işlerini bilmekle meşhur bir kimse idi. Komutanlardan biri: "Yaşlınız -Ebû Süfyanın- görüşünü dinlemek ister misiniz? Biliyorsunuz savaştan anlayan biridir," dedi. Diğerleri: "Dinleyelim" deyip onu aralarına aldılar ve: "Ne yapacağımızı söyle" dediler. Ebû Süfyan: "Sizler komutansınız, siz bilirsiniz" dedi: "Görüşlerine ihtiyacımız var" demeleri üzerine Ebû Süfyan şöyle dedi: "Şu yaylada büyük bir tepe görüyorum." "Evet biz de görüyoruz." dediler. "Benim görüşüm o ki; gidip şu tepeyi arkanıza alın. İkrime b. Ebi Cehil'i bir miktar askere komutan tayin edin. Orduda ne kadar iyi okçu varsa onları komutasına verin. Onun bu işten iyi anladığını biliyorum .Bilal, sabah ezanını okuduğu sırada İkrime komutasındakilerle birlikte çıksın. Okçular atlarını saf halinde dizsinler ve önlerinde çöküp nöbet tutsunlar. Şayet gece düşmandan bir baskın olursa Allah'ın izniyle onu püskürtmeye hazır olsunlar.
Şüphesiz bu, iyi bir görüş idi ve Uhud günü de Peygamber fs.a.v.) aynı şeyi yapmıştı. Şayet ganimet elde etmek arzusuyla okçular emre isyan edip yerlerini terketmemiş olsaydılar müşriklerin yenilmesine sebep olacaklardı. Yüce Allah bu durumu şöyle dile getirir:
"... Nihayet öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığı galibiyeti size gösterdikten sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı, kiminiz ahireti istiyordu."[14]
Râvi diyor ki: Komutanlar Ebû Sûfyan'm bu görüşünü kabul ettiler. Samimi olarak kendilerine öğüt verdiğine inanmışlardı. Tam gece karanlığında Bizans süvarileri baskına geldi. Bu arada deve seslerini işitip müslü-maıılarin kaçtıklarına kesin kanaat getirdiler. Onun için de tam savaş düzeniyle baskın yapmaya ihtiyaç duymadan dağınık bir şekilde saldırdılar. Kimi önden, kimi arkadan geliyordu. Ama birden Ikrime'nin okçularıyla karşılaştılar. Bunu beklemiyorlardı. Okçular onları ok yağmuruna tuttu. Sabah güneş çıkmak üzereyken bozguna uğrayıp Vakusa denilen yerin yanındaki konaklama yerlerine kaçtılar. İkrime de yanındaki arkadaşlarıyla birlikte İslâm ordusunun bulunduğu yere geldi. Bu, Şam fethinin başlangıcı olmuştu.
Daha sonra da, İslâm ordusuyla düşman ordusu arasında savaş çıktı. Bizans başkomutanı Bahan, Halid b. Velid'e haber göndererek kendisiyle konuşmak istediğini bildirdi. Halid görüşme yapmak üzere çıktı. Aralarında tercüman vardı. Bahan, Halid'e: "Yaklaş, size bir teklifimiz var. Burayı terk edip gideceksiniz. Buna karşılık biz de ordunuzda yaya olanların her birine binek ve hepinize bol bol yiyecek verelim. Ayrıca verimsiz topraklarda yaşadığınızı biliyoruz. Adam başına beşer altın verelim. Zaten buraya bunun için gelmediniz mi?" dedi. Tam bu sırada Hz. Halid söze karışarak: "Hayır, ülkemizde geçim sıkıntısı çektiğimiz için buraya gelmiş değiliz. Lakin çevremizdeki milletlerle savaşıp kanlarını içtik. Sonra duyduk ki: Bizanslılar kadar kanı tatlı millet yoktur. Onun için kanlarınızı içmeye geldik." O zaman Bizanslılar birbirlerine bakarak şöyle dediler: "Allah'a yemin ederiz ki, onlar hakkında duyduklarımız doğruymuş. Bu müs-lümanlar böyle şartlarla çekip gitmezlermiş; ya dinlerini kabul edeceğiz, ya da onlara tam itaat edip cizye vereceğiz. İstesek de, istemesek de..."
37- İmam Muhammed, bu anlattıklarından sonra dâru'l-harbde hurma ağaçlarının kesilmesi ve evlerin tahrip edilmesinin caiz olduğuna dair: "Herhangi bir hurma ağacını kestiniz, yahut kökleri üstünde dikili bıraktınızsa, hepsi Allah'ın izniy-ledir. Kim Allah'a muhalefet ederse, şüphe yok ki, Allah' in azabı çetindir."[15] ayetini delil olarak getirdi. İmam Zührîye göre "acve" denilen hurmanın en iyi cinsi hariç, diğer hurma ağaçlarının hepsi kesilebilir. .
Dahhâk ise, ayette geçen "linetun" iyi meyve veren ağaca denir", demiştir.
Ayetin inişi Nadîroğulları olayında olmuştur. Peygamber (s.a.v.), Medine'ye geldiğinde ne kendisinin lehinde, ne de aleyhinde bulunmayacaklarına dair onlarla antlaşma yapmıştı. Amr b. Ümeyye, yanlışlıkla KUâb kabilesinden iki kişiyi Öldürmüştü. Peygamber (s.a.v.) beraberinde Ebû Bekir, Ömer ve Ali (r.a.) olmak üzere Nadiroğullan kabilesine gitti. (Arablarda adet olduğu için) antlaşmalı olan Nadîroğullarından, Kilab kabilesinden öldürülen iki kişinin diyetini ödemek üzere yardım taleb etti. Peygamber (s.a.v.)'e : Ya Ebe'l-Kasım, otur seni ağırlayalım, yemek yedirelim ve ondan sonra istediğin meblağı verelim." dediler. Sonra Huyay b. Ahtab, onları bir tarafa çekerek: "Bugünkü fırsat bir daha ele geçmez. Bugün Muhammed'i öldüremezseniz kolay kolay onu Öldüremezsiniz" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)'i öldürmeğe kalkıştılar. Cebrail (a.s.) gelip durumu Rasûlüllah'a haber verdi. O da, kalkıp Medine'ye döndü. Cenâb-ı Allah bu konuda şöyle buyurur:
"...Hani bir güruh size saldırmaya kalkmıştı da Allah onlara mani olmuştu"[16] Rasulullah (s.a.v.) asker toplayıp onları muhasara etti ve dedi ki: "Buradan çekip gidin. Her yıl bir defa gelip meyvelerinizi toplarsınız" Ama onlar bunu reddettiler. Rasulullah (s.a.v.) onbeş gün onları muhasara altında tuttu. Sokakların girişlerini kapatıp duvarların arkasından müslümanlarla savaşıyorlardı. Cenâb-ı Allah bu konuda şöyle buyurur :
"Onlar surla çevrilmiş kasabalar içinde yahut duvarlar arasında bulunmadan sizinle toplu bir halde vuruşamazlar..."[17]
Müslümanlar, onlarla savaşabilmek için onların evlerini yıkmaya koyuldular. Dış taraftan her bir duvar yıkılıp bir gedik açtıklarında onlar da iç taraftan bir duvar yıkıp daha içerdeki evlere sığmıyorlardı. Yüce Allah olayla ilgili olarak şöyle buyurur:
"...Öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem mü'minlerin elleriyle tahrip ediyorlardı..."[18] Nihayet sıkıştıkça sıkıştılar. Münafıklar, yardımlarına koşacaklarına dair onlara söz vermişlerdi, ama onlar da yardıma gelmediler. Yüce Allah onlarla ilgili olarak da şöyle buyurur:
"Eğer sizinle harbedilirse muhakkak ve muhakkak biz, size yardım ederiz." diyen o münafıkları görmedin mi?..."[19] Rasulullah (s.a.v.) hurma ağaçlarının kesilmesini emretmişti. Emrine uyularak ağaçlar kesildi. Halbuki yahu-diler o ağaçların bir dalını, bir köle yahut cariyeye değişmezlerdi. Onlar birbirlerine: "Hurma ağaçları gittikten sonra artık burada kalmamız anlamsızdır." dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.)'e seslenerek şöyle dediler: "Ya Ebe'l-Kâsım! Hani sen bozgunculuktan sakındırıyordun, o hurma ağaçlarının ne suçu var ki, onları kesip yakıyorsunuz? Canımız, çoluk-çocuğumuz ve silahlarımız hariç develerimizi, taşıyabilecekleri kadar yükleyip burayı terketmemiz hususunda bize güvence verir misin?"dediler. Peygamber (s.a.v.): "Evet" dedi. O zaman kalelerinin kapılarını açtılar. Yapılan antlaşma üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) onları buradan çıkardı.
Bir rivayete göre Rasûlüllah (s.a.v.) Ebû Leylâ el-Mazinî ve Abdullah b. Sellâm'ı ağaçlan kesmek üzere görevlendirdi. Ebû Leylâ, "acve" denilen hurmanın en iyi cinsinin ağaçlarını, Abdullah da "levn" denilen âdi hurma ağaçlarını kesiyordu. Ebû Leylâ'ya neden "acve" ağaçlarını kestiği sorulduğunda: "Çünkü onları kesmek yahudileri daha çok kızdırıyordu" dedi. İbn Sellâm'a da neden "levn" ağaçlarını kestiği sorulduğunda: "Biliyordum ki, Allah Peygamberini galip getirecek ve mallarını ona ganimet bırakacaktır. Bu sebeple mallarının en güzeli olan acvenin kalmasını istedim." cevabım verdi. Bunun üzerine:
Kafir kitap ehlinin yurtlarında "hurma ağaçlarını kesmeniz veya onları kesmeyip gövdeleri üzerinde ayakta bırakmanız Allahm izniyledir"[20] âyeti indirildi.
Başka bir rivayete göre de: Yahudiler, duvarların üstünden şöyle dediler: "Sizler "bizler müslümanız, fesat çıkarmayız" diyordunuz. Halbuki görüyoruz ki hurma ağaçlarını kesiyorsunuz. Allah bunu emretmemiştir. Ağaçlara dokunmayın hangi taraf galip gelirse ağaçlar o tarafındır." Müslümanlardan bazısı, "doğru söylüyorlar" dediler. Bazısı da: "Onları tahkir ve kızdırmak için keselim" dediler. Bunun üzerine Yüce Allah her iki tarafın da sözlerinin kendi rızasına muvafık düştüğünü belirtme sadedinde yukardaki âyeti indirmiştir.
38- İmam Muhammed, söylediğini ispatlamak için Üsâme bin Zeyd'den rivayet edilen şu hadisi de delil olarak getirdi: "Peygamber (s.a.v.) sabahleyin "Übnâ"[21] denilen yere baskın yapıp orayı yakmamızı emretti.
Bir rivayete göre ismi geçen yer "Übnâ" değil, "Ebyaf'tır. Üsâme'nin babası Zeyd b. Harise burada Öldürülmüştü. Rasûlüllah (s.a.v.), olaya son derece üzülmüş ve Üsâme'yi üçbin kişinin basma geçirip oraya gitmesini ve baskın düzenleyip orayı yakmasını emretti. Ordu savaşa gitmeden önce Rasû-lüllah (s.a.v.) vefat edince Hz. Ebû Bekir (r.a.) Rasûlüllah'ın emrini yerine getirerek orduyu aynı yere göndermiştir.
39- Zûhrî'nin rivayetine göne Peygamber (s.a.v.) Tâif yolunda Evtâs'tan geçerken Mâlik b. Avf en-Nasrî'nin köşküyle karşılaştı ve yakılmasını emretti Bu olayla ilgili olarak Hassan (r.a.) şöyle der:
"Büveyre denilen yerde Luey oğulları üzerine büyük bir yangın ne de rahat yayıldı.
İmam Muhammed der ki: RasûlüIIah (s.a.v.) Tâif kalelerinin muhasarasında ordu komutanı idi. Ancak henüz muhasara olmaksızın Mâlik b. Avf'ın köşkünün yakılmasını emretmiştir. Yakılmasını emretmesi, Mâlik b. Avf ı tahkîr etmek ve üzmek içindir. Buradan da anlıyoruz ki, küfür yurdunda ağaçları kesmekte ve evleri yıkmakta bir sakınca yoktur.
40- Râvi diyor ki: RasûlüIIah (s.a.v.) daha sonra Taife varıp bağlarının kesilmesini emretti.
Bu konuda meğâzî kitaplarında bir olay anlatılır. Tâifliler buna şaşarak şöyle dediler: "Hurma ağacı ancak on yılda meyve veriyor. Onlar kesildikten sonra ne yapacağız? Sonra bazıları kahramanlık gösterisinde bulunarak kale duvarlarının üzerinden şöyle bağırdılar: "Ağaçlarımızı kestiyseniz su, toprak ve güneş onlar yerine bize başkalarını verecektir." Bazıları böyle diyenlere: "Şayet gizlendiğiniz delikten çıkabilirseniz, tabi" diye cevap verdiler.
RasûlüIIah (s.a.v.) ayrıca Hayber hurmalıklarının da kesilmesini emretmiştir. Hatta Hz. Ömer (r.a.) ağaçlan kesenlerle karşılaşıp, onlara engel olmağa kalkışınca "RasûlüIIah (s.a.v.)'in emridir." dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer, RasûlüIIah (s.a.v.)'e gelerek: "Hurma ağaçlarının kesilmesini siz mi buyurdunuz." dedi. RasûlüIIah (s.a.v.): "Evet" cevabını verince, Hz. Ömer: "Allah Hayber'i sana vadetmedi mi?" dedi. RasûlüIIah (s.a.v.) : "Evet vadetti." dedi. Hz. Ömer : "O halde kendinin ve ashabının hurmalıklarını kesiyorsun, demektir." dedi. Bunun üzerine RasûlüIIah bir münadiye ağaçları kesmeye son vermeleri için emir verdi.
Râvi diyor kî: Bazı kimseler haber verdi ki, onlar Natâh kalesinin hurmalıklarında kılıç izleri görmüşler ve kendilerine bunlar RasûlüIIah (s.a.v.)1 in kesilmesini emrettiği ağaçlardır denilmiştir.
Natâh, Hayber kalelerinden birisinin ismidir. Rivayete göre Hayber Yahudilerinin altı kaleleri vardı: Şık, Natâh, Kamus, Ketîbe, Sülâlim, Vatîha
41- Ömer b. Hattab (R.A), Şam'daki valisine bir mektup yazarak dedi ki:"Sen yanındakilere emret, bazen ayakkabılı ve bazen de yalınayak dolaşsınlar.
Bazen ayakkabılı ve bazen de yalınayak yürüsünler ki, her iki duruma da alışsınlar.
Hadis-İ Şerifte rivayet edildi ki: "RasûlüIIah (s.a.v.) her işe sağdan başlamayı severdi. Hatta ayakkabısını giymesinde ve saçını taramasında bile"
Hadis-i Şerifte geçen "teraccele" kelimesi, saçını tarama anlamına geldiği gibi binekten yere inme anlamına da gelir. Hz. Ömer'in yalın ayak yürümelerini istemesi, onlara şefkatinden dolayıdır. Şayet küfür yurdunda yalınayak yürümek mecburiyetiyle karşı karşıya gelirlerse zorluk çekmesinler diye.
Hicret sırasındaki mağara olayından sözederek Hz. Ebû Bekir (r.a.) şöyle der: "Rasulullah (s.a.v.)'İn ayaklarının tabanına baktım, kan damlıyordu. Çünkü yalınayak yürümeye ahşmamıştı". Onun için fakihler yalın ayak ve uzun mesafeli yarışlar yapmayı müstehab saymışlardır.
Hz. Ömer (r.a.) mektubunda izar ve rida[22] giyinmelerini söyledi.
Yani namaza giderken ve halk arasına çıkarken izar ve rida giymeden çıkmasınlar. Her ne kadar tenha bir yerde tek kat elbiseyle namaz kılmabilirse de müstahab olan izar ve rida, giyerek kılmaktır. Hz. Ömer'in Rida giyilmesini emretmesi, bu giysinin Arab giysisi olmasından dolayıdır.
Atları eğitsinler
Maksat atların İhtiyaç anında yumuşak başlı olmaları için yahut ürkme-mek üzere eğitilmeleridir. Nitekim Hadis-i Şerifte şöyle buyurulur :
"Atlar ürktüğü için dövülür ama sürçtüğü için dövülmez." Çünkü sürçme binicinin dizginleri iyi tutmamasından olabilir. Ama ürkme hayvanın huysuzluğundandır. Onun için ürkme hususunda at eğitilir. Haç teşhir edilerek halka gösterilmesin.
Yani, zimmiler müslüman memleketlerde haçlarını teşhir ederek sokaklardan geçmesinler. Çünkü bu, müslümanları hafife almak anlamına gelir. Halbuki müslümanları hafife alsınlar diye onlara teminat vermedik.
Domuzlar onların yakınında olmasın.
Yani Müslüman şehirlerde zımmilerin açıktan açığa içki kullanıp satmaları ve domuz besleyip satmalarına engel olsunlar. Çünkü bu bir günahtır ve onu açıktan işlemelerine imkan verilmez; Ama bunu kendi evlerinde ve üzerinde antlaşma yapılan kiliselerinde yapabilirler. Çünkü bu, şirk koşmalarından ve Allah'tan başkasına ibadet etmelerinden daha kötü bir şey değildir. Kendi evlerinde Allah'tan başkasına ibadet etmelerine engel olunmazken buna da tabiatıyla engel olunmaz.
İçki içilen sofraya oturmasınlar.
Müslümana yakışan bu gibi sofralara oturmamaktır. Hatta mümkün ise münkerden sakındırma yoluyla içki içenlere engel olmaya çalışır. Değilse oradan uzak olmalıdır. Çünkü lanet sofrada bulunanların hepsinin üzerine iner. Nitekim, Rasulullah (s.a.v.) kıyametin şartlarından bahsederken şöyle buyurur: "Sofralarının üzerinde içki kaseleri dolaştırılır ve Allah'ın laneti üzerlerine iner."
Peştemal giymeden hamama girmesinler.
Çünkü avret yerlerini örtmek farzdır. Hadis-i Şerifte şöyle buyunılur: "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa izarsız (peştemalsız) hamama girmesin ve hanımını hamama sokmasın."
Acemlerin ahlakından sakınınız.
Lüks hayat ve böbürlenme gibi müslümanların ahlakına ters düşen acemlerin ahlakından sakınınız. Acemlerden maksat, mecusilerdir. Böylece anlamış oluyoruz ki, müslümanların ahlakından olan hususları yapmakta bir sakınca yoktur. İmam Muhammed daha sonra açıkladığımız şekilde hadisi açıklayıp sonunda şöyle dedi:
Bunları açıkça işlemek istedikleri zaman müslüman şehirlerden uzak bir yerde yapsınlar.
Mesela köylerde yapabilirler. Çünkü şehirler dini sembollerin merkezleridir. Buralarda bu gibi çirkin şeylerin yapılması müslümanları hatife almaktır. Bu ise, köyler için söz konusu değildir. Rasullullah (s.a.v.) köylüler için şöyle buyurur: " Onlar dünyadan habersizdirler" Rasululah (s.a.v.) bu hadisiyle bedevilerin cehaletlerine ve dini emirlere bağlılıklarının gevşekliğine işaret buyurmuştur.
İmam Şemsü'l-Eimme -Allah rahmet etsin- şöyle der: "Bana göre doğru olan, İmam Muhammedin bu sözlerle Küfe köylerini kast ettiğidir. Bu köylerde oturanların hepsi zımmi yahut Rafızîlerdir. Ama bizim bulunduğumuz bu diyarda, hem şehirlerde, hem köylerde bu işleri yapmaları yasaklanır. Çünkü buralardaki köyler cemaatle namaz kılman mescidlerden ve onlarda va'zeden vaizlerden yoksun değildir. Bunlar ise, dinin sembolleridir.
42- Ebû Üseyd es-Sâidî'den, Bedir günü Rasulullah (s.a.v.) 'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Size yaklaştıkları zaman onlara ok atın ve yüzyüze gelmeden kılıçları çekmeyin."
"Üzerinize çullanırsa" Sözü, size yaklaşıp hücum etmeleri anlamın Bu ise, stratejik bir davranıştır. İhtiyaç anında ok atarak düşmanı kendilerinden savmalarım emretmiştir. Bu, onların Savaşmasına izin verilmediği zaman içindir. Çünkü Rasulullah (s.a.v.) Bedir'de Allaha yalvarmak için Hz. Ebû Bekir' le beraber gölgeliğe çekilip ashabını savaşmaktan sakındırdığı bir sırada bu sözünü söylemiştir.
"Kılıçları çekmeyin" sözü ise, kılıcı düşmana ulaşmasından emin oluncaya kadar gazinin onu kınından çıkarmasının münasib olmayacağını açıklamaktadır. Ancak kılıç çekmede şer'î bir kerahet yoktur. Bu da düşman için bir oyundur. Kılıçların parlaması, düşmanı korkutur.
Bazı alimler de dedi ki: Düşman yaklaşmadan kılıç çekmek korkaklık alemetidir. Yüce Allah şöyle buyurur:
"... Birbirinizle çekişmeyin. Sonra bozguna uğrarsınız ve heybetiniz gider. Bir de sabr ve sebat edin Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir."[23]
[1] Başta Buhrârî (Cihad 102, Meğâzî 38), Müslim (Siyer ve Cihad 2,12), Ebu Dâvûd (Cihad 82) oimak üzere bir çok sahih hadis mecmuasında rivayet edilen uzunca bir hadisin bir bölümünü teşkil eden bu sözleri tam olarak anlayabilmek için Hz. Peygamber'in şu ifadelerine de dikkat etmek gerekmektedir.: ".....Bir kale halkım kuşatır da senden Allah'ın ahdini ve Peygamberinin ahdini kendilerine vermeni isterlerse onlara ne Allah'ın ahdini, ne de Peygamberinin ahdini ver. Onlara verdiğin kendi ahdini ve arkadaşlarının ahitlerini bozmanız, Allah'ın ve Rasûlünün ahdini bozmaktan daha iyidir. Bir kale halkım kuşatır da, senden kendilerine Allah'ın hükmünü tatbik etmeni isterlerse onlara Allah'ın hükmünü tatbik etme. Fakat onlara kendi hükmünü tatbik et. Çünkü Allah'ın onlar hakkındaki hükmünü tam olarak bilemeyebilir ve isabet etmeyebilirsin " (Editör)
[2] Tevbe: 9/10
[3] Enfâl:8/58
[4] Tevbe,9/l
[5] Tevbe:9/12
[6] Bu kitabı Osmanhcaya tercüme eden Muhammed Münîb Ayıntâbî, Dureyd'in öldürüldüğü zaman yüzyirmi yaşında olduğunu söylüyor. Şerhu Siyerî'l Kebîr Tercemesi (çeviren) 1/31
[7] Bakara: 2/205
[8] Tevbc 9/120
[9] Al-ilmrân3/161
[10] Âi-Ümrân 3/139
[11] Burası bir yerin ismi olup Şurahbil oğullarının kuyuları manasınadır.
[12] En'am6/70
[13] Al ak 96/6-7
[14] Al-iİmrân 3/152
[15] Haşr 59/5
[16] Maide 5/11
[17] Haşr59/14
[18] Haşr 59/2
[19] Haşr 59/11
[20] Haşr 59/5
[21] Übnâ: Şam bölgesi'nde bir yerin ismidir. (Mu'cemu'l-Butdîin)
[22] Izâr :Baştan ayağa kadar bedeni örten entari. Rîdâ: Aba, cübbe ve pafdüsü gibi elbise ü-zerinde giyilen giysilerdir. Çeviren
[23] Enfâ! 8/46
İmam Serahsî, İslam Devletler Hukuku, Şerhu’s-Siyeri’l-Kebir, Eğitaş Yayınları: 1/60-77