hafız_32
Wed 29 September 2010, 12:40 pm GMT +0200
ÖNSÖZ
Rahman Ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla!
Gerçekten Hamd Allah'a mahsustur. O'na hamdederiz ve O'ndan yardım dileriz. Mağfireti O'ndan ister, doğru yola iletilmemizi O'ndan bekleriz. Nefislerimizin kötülüklerinden ve amellerimizin fenalıklarından Allah'a sığınırız.
Allah (c.c), kimi hidâyette kılmış ise, o gerçekten hidayete erişmiştir. Kimi de dalâlette ve sapıklıkta kılmış ise, artık o kendisi için bir dost ve mürşid bulamaz.
Şehadet ederim ki, Allah'dan başka bir tek ilah yoktur ve O'nun eşi ve benzeri de yoktur. Yine şehadet ederim ki, Hz. Muhammed (s.a) Allah'ın kulu ve Rasûlüdür. Salât ve seiâm O'na, Ehli Beytine, ashabına ve O'nun yolunu izleyenlere ve onun gösterdiği çizgide yürüyenlere olsun.
Allah (c.c)'ın, Hz. Muhammed (s.a)'in risaletini yani peygamberliğini semavî risaletlerin sonuncusu kılması, Rabbimizin bir rahmeti ve kullarına bir lütfudur. Allah (c.c), o risâleti kamil, saf, temiz ve berrak, bir nizam olarak göndermiştir, O'ndan hafif bir sapma gösteren kesin helak olur. Adı yüce olan Rabbimiz göndermiş olduğu bu risâleti, araştıranlara, buna gereğince değer verip uyanlara, Allah'ın emrettiği ve dilediği şekilde ona uyanlara ve Peygamberinin bu mesajını alanlara, dünya ve ahi-ret saadetini vermiştir. Böylelerine Allah (c.c), "Allah'ın Velileri = Evliyaullah ve Allah taraftarı = Hizbullah" adını vermiştir.
Yine Allah (c.c), bu yoldan ve risaletten yan çizenlere ise zillet ve şekavet vermiştir. Bu şeriatı terkedenlerin hor ve hakir olacaklarını bildirmiştir. Sıratı müstakimi, (dosdoğru yolu) terkeden bu kimselere de Şey-tan'ın evliyası, yandaşları ve askeri adını vermiştir.
Bu ebedî risaletin ve mesajın adı ve esası Tevhid kelimesidir.
"Lâ ilahe illallah Muhammedun Rasûlullah" "Allah'dan başka hiç bir ilah yoktur = Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah'ındır. Muhammed (s.a)
de O'nun elçisi, bu hakimiyetin yeryüzündeki yegane temsilcisidir."
İbn Kayyım el-Cevziyye'nin de söylediği gibi bu büyük kelime için, "mizanlar kuruldu, divanlar konuldu. Cennet ve cehennem pazarı kuruldu. Bu sayede yaratılanlar mü'minler ve kâfirler diye ikiye ayrıldı. İyiler ve kötüler olarak ikiye taksim olundu. Din, sırf bunun için tesis olundu. Sırf bu amaçla cihad etmek için kılıçlar çekildi, silahlara sarıhndı. Çünkü bu, Allah'ın tüm kullan üzerindeki hakkıdır."
"Bu kelimenin aslı ve hakikatine gelince: Rasûlullah (s.a)'ın getirmiş olduğu bu gerçeği kesin bilmektir, inanarak doğrulamaktır, dil ile söyleyip ifade etmektir. Ona sevgi besleyerek boyun eğmektir. İç alemde ve dışta yani batında ve zahirde onunla amel etmektir. Onun hükümlerini yerine getirip infaz etmektir. İmkan nisbetinde ona davette bulunmaktır. Ona karşı bu kelimenin kemali Allah için sevgi ve Allah için buğzdur. Allah için vermek ve Allah için de engellemektir. Ma'budunu da bir tek Allah .olarak tanımak ve O'ndan başka hiç bir ilah kabul etmemektir."
Bunun yolu ise: her yönüyle Rasûtullah'a içtenlikle bağlı bulunmak ve ona tabi olmak gözlerini Rasûlullah (s.a)'tan başkasına çevirmemek ve kalb gözüyle Rasûlullah'a yönelmek ile mümkündür. (İbn Kayyım el-Cevziyye)
İşte bu büyük ve önemli kelime, insanların his ve duygularında tüm kavramlarıyla ve iktizasıyla neredeyse değerim yitirmiş bulunmaktadır. Ancak Allah'ın kendilerine rahmetiyle muamelede bulunduğu kimseler müstesna. İşte bu mefhumlardan ya da kavramlardan birisi hatta en önemlisi "Velâ ve Berâ" konusudur.
Gerçi bu önemli akidevî kavram Allah'ın kendilerine merhamet buyurduğu kimseler müstesna müslümanların gerçek hayatlanndaki önemini yitirmiştir..Fakat bu duruma ge'inmesi ise bu kavramın gerçekliğinden ve hakikatından hiçbir şey alıp götüremez.
Velâ ve Berâ, İslâm inancının fiilen uygulanmasıyla mümkündür. Bu yüzden de bu konu müslümamn inancında akidesinin büyüklüğü kadar bir değer taşımaktadır.
Zira yeryüzünde Tevhid kelimesinin gerçekleşmesi ancak Velâ ve Berâ konusunun gerçekleşmesiyle mümkündür. Müslüman bu sayede kimi, idarecisi kabul edecek ve kimi de düşmanı tanıyacak, öğrenebilir.
Kimi insanlar ise, bu büyük ye önemli akidevî konuyu cüz'î derecedeki ya da ikinci derecedeki şeyler gibi anlamaktadırlar. Halbuki durum tam bunun aksidir. Çünkü bu bir tman, Küfür meselesidir ve Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veliler (idareci) edinmeyin. Kim onları veli (idareci) edinirse, işte onlar zalimlerin'kendileridir.
De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım-akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez…” (Tevbe, âyet/23-24).
Rabbim bir diğer âyette şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanlan dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez." (Maide, 5/51)
İslâm âlimlerinden biri olan Şeyh Hamd b. Atık (rahimetullah) şöyle diyor:
"Tevhid inancının zarûrîliği ve gerekliliği ve bunun karşıtının yani zıddının haramlığı konusundan sonra Allah'ın kitabında yer alan önemli konu Velâ ve Berâ konusudur. Allah'ın kitabında Tevhid konusundan sonra en çok deliller bu mevzu ile ilgili olarak yer almaktadır. Evet Tevhid konusu ile Tevhidin zıddı olan şeyin haramlığı konusu dışında, hakkında en çok delil bulunan konu Vela ve Berâ konusudur."[1]
İslâm ümmeti bu üstün şeriatı ve akideyi yeryüzüne yayıp neşredip hakim,kıldıkları sürece, ayakta uzun müddet kalabilmişlerdir. Böylece insanlar kula kulluğu ve ibadeti bırakıp kulların Rabbi olan Allah'a kulluk yolunu seçti. Bu sayede insan, dünyanın dar ve sıkıntılı çerçevesinden kurtulup dünya ve ahifet genişliğine ermiş oldu.
Peki sonra neler oldu?
• Bu ümmet cihadı terkedip, sığırların kuyruklarına sarıldıktan sonra giderek hep geriledi durdu.
• İslâm'ın zirve noktası olan cihaddan uzaklaşmakla ric'at, geriye kaçış başladı.
• Göz alıcı hayata, refaha yönelip, dünyanın aldatıcılığına esir olmakla İslâm ümmetinin dışındaki diğer milletlere uymaya başladı.
• Onun saf ve berrak düşüncesi, cahili felsefî akım ve düşüncelerle bulandıktan ve beşeri sistemlerin arkasına takıldıktan sonra İslâm toplumu fikir ve düşünce ayrılığına düşmüş oldu.
• Artık bundan böyle bu ümmet kâfirlerin itaati altına girdi ve onlara boyun eğer oldu. Böylece müslümanlar dünyalarının salâhını ve kurtuluşu, dinlerini yok etmekle elde eder oldular ki, bu müslümanlar için hem dünya hem de ahiretlerini kaybetme zilletini getirdi.
Kafirlere Karşı Olan Bu Dostluk Değişik Tarzlarda Kendisini Gösterdi
1- Kâfirlere karşı muhabbet ve sevgi beslenmesi, onlara saygı gösterilerek Allah dostlarına ve İslâmî idareye savaş açılması. Allah'ın şeriatının yeryüzü hakimiyetine engel olunup yürürlükten kaldırılması. Ona değişik iftiralar yapılarak uygarlığa ve medeniyete engel olduğu düşüncesinin yaygınlaşması ve müslümanlar tarafından değer kazanması.
2- Batıda ve doğuda küfür sistemlerinin ve kanunlarının yürürlüğe konulması. Bu küfür kanunlarının İslâm şeriatının yerine konulup hâkim kılınması. Bu arada İslâm şeriatını isteyen herkese gericilik, yobaz ve mutaassıp adının verilmesi.
3- Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed (s.a)'in sünneti yani hadisleri hakkında şüphe uyandırmak. Bu konudaki üstün eserlere ve kaynaklara dil uzatmak. Bize bu sünnetlerin ve kaynakların ulaşmasına hizmet eden değerli İslâm âlimlerinin değerine gölge düşürerek bunu yaygınlaştırmak.
4- Yeni yeni câhilî davetlerin ve geleneklerin yaygınlaştırılması. Bu da müslümanların hayatında yeni bir dinden dönme olayı meydana getirmiş oldu. Meselâ: Turan kavmiyetçiliği, Arap milliyetçiliği, Hintçilik davası, vs. vs... gibi.
5- İslâm toplumlarının eğitim ve öğretim yollarından ve kurumlarından yoksunlaştırüması, bunların programlarının yozlaştırılması, yani eğitim ve öğretimleri üzerinde oynanması... Müslümanlar arasında bütün yönleriyle zehirli düşünceler ve fikirler yaygınlaştırılarak İslâmî vasıtalardan ve vesilelerden uzaklaştırılması.
İşte bu ve benzeri durumlar nedeniyle akla bir çok sorular gelmektedir. Çünkü oynanan oyunlar sadece bunlar olmayıp değişik, bir çok şekil ve vasıtaları vardır. Bütün bunlar verilecek doğru cevaplar beklemekte-
dirler. Bu cevaplar hem yeterli olmalı hem de Kitap ve sünnetten kaynaklanmalıdır. Aynı zamanda üstün ve güvenilir âlimlerin görüşleriyle de desteklenmelidir.
Şimdi akla gelebilen bu sorulardan bazılarını soralım:
a- Müslüman kime intisap edip bağlılık göstermeli?
b- Müslüman kime dostluğunu vermeli, kimi veli edinip, velayeti kime vermeli?
c- Bu yetkiyi kimden esirgemeli ve kimlerden uzak durmalı?
d- Kâfirleri dost edinmenin, velayeti onlara vermenin ve onlara yardımda bulunmanın hükmü nedir?
e- Bu gün gaflette olanların ve ümmetimizden bizim dilimizle konuşmalarına rağmen buna bağlı olan çocuklarımızın durumu ve revaç bulan bu İslam dışı düşüncelerle ilgili olarak İslamın hükmü nedir?
Bugün ve yarın olmak üzere sürekli olarak dünyanın doğularında ve batılarında işkence ve zulüm gören müslümanlara karşı dostluk nasıl olmalıdır? Çünkü dünyanın dört bir yanındaki tüm müslümanlar beşeri ve küfrî güçlerin kuşatması ve saldırısı altındadırlar. Bunlara karşı nasıl bir yolun izlenilmesi gerekiyor?...
Artık bugün müslümanlar aklî köleliği kabullendikten sonra bu yoldan nasıl kurtulabilirler? İşte bu elbiseyi de onlara yabancı kültür vermiş bulunuyordu.
Bu ve benzeri sorular, bize Tevhid kelimesinin gerçek anlamda anlamını kaybettiğini göstermiş olmaktadır. İşte günümüz müslümanlarınm karşı karşıya bulunduğu gerçek budur. Zira kavramlar gerçek değerini onlar nezdinde yitirmiştir. Böylece Rubûbiyyette birliği, tevhidi ikrar etmesine rağmen Ulûhiyette (ilahlık, kanun koyuculukta) tevhidi (birliği) kabul etmemekte ve ne acı gerçektir ki, buna rağmen muvahhid olarak, yâni birleyici ve ehli tevhid olarak itibar görmektedir.
Gerçek şu ki: "Lâ ilahe illallah” hem velâ ve hem de berâ noktalarını içeren bir kelimedir. Aynı zamanda bu, Tevhidi ulûhiyeti de bildiren bir kelimedir: İşte işin bu yönü hemen hemen hiçbir kimsenin hatırına bile gelmemektedir. Sadece Allah'ın rahmetiyle kendilerine muamelede bulunduğu kimseler müstesna.
Nitekim Merhum Şeyhû'l-İslâm Muhammed b. Abdulvehhab da bu konuda şunları söylemektedir:
"İnsan, Allah'ı bir olarak tamsa ve şirki de terketse fakat müşriklere karşı dostluk sürdürürse o kimse yine de doğru dürüst bii müslüman olamaz. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin."[2] (Mücadele, 22)
Sahabe-i kiram, Allah ve Rasûlüne dostluğun, onların düşmanlarına, düşmanlığın en güze! örneklerini vermişlerdir. Meselâ Ebû Ubeyde, Uhud savaşında babası Cerrah'ı öldürmüştür. Hz. Ebû Bekir (s.a) de oğlu Abdurrahman'a karşı çıkmak istemiş, Rasûlullah (s.a) kendisine izin vermemiş, Mus'ab b. Umeyr kardeşi Ubeyd b. Umeyri Uhud savaşında öldürmüştü.
İşte ben bütün bunlara bakarak, İslâm akidesine hizmetin sevgisiyle, bâtılı sona erdirmek ve hakkı açıklamak için, bütün gayretimi topladım ve Allah'dan yardım dileyerek bu kitabı yazmaya karar verdim. Bu konuyu seçtim ve kitabıma da "İslâm'da Velâ ve Berâ" adını verdim.
Gerçi benim gibileri, bilgilerinin azlığı sebebiyle bu anlamda önemli ve geniş kapsamlı bir kitabı hazırlamakta hakkını gereğince veremez, bilmekteyim. Ancak bu konuda bütün gayretlerimi ortaya koydum, gerekli çalışmayı ve titizliği gösterdim. Böylece kitabın layık olacağı değeri kazanmasına gayret gösterdim. Şayet bundan başarılı olabilirsem ki zaten istediğim de budur. Bu başarı başından sonuna dek Allah'ın fazlı sayesindedir.
Şayet arzulananı elde edememişsem, bundan ötürü de günahımın bağışlanması için Rabbimden bağışlanmamı dilerim. Ayrıca gücümü bu noktada ortaya koymam nedeniyle, bu alandaki yapılanmanın tamamlanması için bu yolda bir tuğla da biz koyabilirsek benim için yeterli olacağı kanaatindeyim.
Ben de salih seleflerim gibi şu sözü söylemek isterim:
"Bana ayıplarımı gösteren kimseye Allah (c.c) rahmetiyle muamele buyursun."
Diğer taraftan bilgi seviyesi ne olursa olsun tüm okuyanlarımdan isteğim, bir hatamı ya da eksiğimi gördüklerinde beni uyarmalarıdır. Allah (c.c) kendilerine ecir ve sevap ihsan eylesin. Çünkü onlar böylece bana karşı öğüt verme görevlerini yerine getirmiş olurlar ki, ben de kendilerine gıyaben duacı olurum.
Son olarak değerli hocam Prof. Muhammed Kutub'a da teşekkürlerimi sunmak isterim. Çünkü bu konuyu araştırmada yardımlarını esirgememişlerdir. Böylece Rabbimden isteğim şu, talebesinden hocasının bağışlanması için Rabbinden ecir ve mükafat isterim. Çünkü Allah (c.c) en doğru yolu gösterendir.
Allah'ım amellerimizi isabetli, halis ve samimi amellerden kılsın. Rızasına uygun kılsın. Kitabına ve peygamberinin sünnetine uygun kılsın.
Ey Rabbimiz! şayet unutmuş isek ya da yanılarak hata yapmış isek bizi hesaba çekme. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükletme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği işler de yükletme. Ey Rabbimiz! Bizi affet! Bizi bağışla! Bize acı! Sen bizim mevlâmızsın. Kâfirler(topluluğuna)'e karşı bize yardım et.
KONUYA GİRİŞ
"el-Velâ ve'1-Berâ" konusu hakkında söz edebilmemiz için' islâm'ın bu konudaki düşüncesini ya da tasavvurunu bilmemiz gereklidir. Bunun için de bu hazırlık çalışmasında üç gerçeğe değinmemiz icabetmektedir.
1- "Lâilâhe illallah Muhammedün Rasûlüllah" Kelime-i Tevhid'i ile temsil edilen İslâm gerçeğini ve bu kelimenin delalet ettiği hususları ve şartlarını bilmemiz gerektiği..
2- "el-Velâ ve’l-Berâ" konusunun Tevhid kelimesinin ayrılmaz birer parçası olduğunun bilinmesinin zarûrîliği...
3- İslâm ile çelişen Şirk, küfür, Nifak ve riddet olaylarım bilmemiz icabetmektedir.
İşte benim asıl amacım, gücüm oranında İslâm gerçeğini ve bununla çatışan şeylerin gerçekliğini ortaya koymaktır. Bu arada el-velâ ve'1-Berâ gerçeğini de tüm açıklığıyla ortaya koymak, bu iki noktanın müslümanın hayatındaki önemini vurgulamaktır. Çünkü Velâ ve Bera konusu bu akidenin ve inancın bir parçasıdır. Bu itibarla mutlaka bu akidenin temeli olan Tevhid kelimesi hakkında konuşmalıyız. Diğer taraftan bu akidenin yani inancın doğru bir şekilde anlaşılıp öğrenilmesi de her müslüman için zorunludur. Zira kendisi ancak bu sayede kime dostluk beslemeli, kime yetki vermeli, kimi düşman bilmeli ve kimden yetkiyi esirgemeli. Zira bir inanç ve akide düşünün ki, o akidenin olgun şer'î anlamda kimi dost bilmeli, kimi de düşman tanımalı konusu ortaya konulmadan gerçekleşmiş olsun.
Sonra Müslüman Hz. Peygamber (s.a)'in davetinin asıl amacını ve bu davet gerçeğini tanıması, bunun insanlık tarihinde meydana getirmiş olduğu değişikliği bilmesi, öğrenmesi gerekir. Bununla da yetinmeyip, müslümanın onu tanıdığı, bu sayede tanıma ve öğrenme fırsatını bulduğu rabbine, dinine ve peygamberine karşı ne gibi görevlerinin olduğunu bilmesi de icabetmektedir. İşte müslüman bunları tanıyıp öğrendiği, tâ ilk andan itibaren meydana getirdiği mutluluk kültür ve medeniyeti sayesinde mutlu olabildi. Zira insan mutluluğu ancak Rabbini, dinini ve peygamberini tanımakla, bilmekle ve öğrenmekle kazanabilir.
Gerçekten bu, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir noktadır. Zira bu davetin geldiği sıralarda insan oğlu koyu ve cahili karanlıklar girdabında, kör ve sapık bir gidişin içinde yuvarlanıp durmakta idi. İşte bütün bunlardan sonra yani ölümlerinden sonra Allah (c.c) kendilerini kurtardı ve tekrar hayata iade etti. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 6/122)
Nitekim bu durumu, tüm sahabenin yaşadığı manasıyla değerli sahabî Mikdâd b. Esved (r.a), en güzel bir şekilde dile getirmişlerdir. Ebû Nuaym'ın "Hilye" adlı eserindeki bu rivayette Hz. Mikdad[3] şöyle buyurmuşlardır:
"... Allah'a yemin ederim ki, Rasûhıllah (s.a) peygamberlerden herhangi birisinin gönderildiği şiddetli durumlardan en şiddetlisiyle gönderilmiştir. O koyu bir cahiliye ve boşluk döneminde peygamber olarak gönderilmiştir ki, bu dönemdekiler puta tapıcılıktan daha üstün bir din kabul etmiyorlardı. O (s), Furkan ile gönderildi ve bu sayede hak ile batılın arasını, ayırdı (kesin çizgi belirlenmiş oldu). Baba ile çocuğunu ayırdı. Öyleki kişi babasını, ya da çocuğunu veya kardeşini kâfir olarak görürdü, -Ki Allah (c) böylelerinin kalp gözlerini imana açmıştı, -bu sayede o, cehenneme girenlerin helak olduğunu bilsin, hiç bir şekilde gözü, bu manada arkada kalmasın. Çünkü o müslüman böylece ciğer paresinin cehennem ateşinde olduğunu bilecektir. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Rabbimiz! Bize gözümüzü « aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla.[4] (Furkân, 74)."
Müslümanlara hidâyet yolunu gösteren Kur'ân'ı Kerîm bu meşhur cahiliyeden şöyle sözetmektedir:
"Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı sanlın (yapışın); parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetlerini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı, tşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulaşınız." (Âl'i-lmrân, 3/103)).
Sahabe -Allah kendilerinden razı olsun- cahiliyenin gerçek yapısını tanıdıktan ve bu arada islamı da öğrenip tanıdıktan sonra, tarihin tanıdığı en seçkin toplum meydana geldi.
Ancak bu seçkin toplum Kur'ân eğitimi ve peygamberi öğrenim sayesinde oluşmuştur. îşte bu seçkin nesil İslâm davetini yayma noktasında tarihin tanık olduğu en üstün toplum olarak bilinmektedir, Bu, bir gerçek ve vakıadır.
Tarihten okuduğumuz ve dinlediğimiz bu azametin sırrı nedir? Sanki rüya gibi bir şeydir. Bugün bizim, erişebildiğimiz aşağılık eğlenceye nazaran o adeta bir rüya gibi gelmektedir bize|jşte bu kuşaktan herhangi birisi İslama girdiğinde, üzerindeki tüm cahili kirleri ve pasları silkeleyip atıyor, böylece o karanlık ve kirli dünyadan tamamen uzaklalaşabiliyor, o cahilî düzenin kısır tasavvurundan ve bozuk düzen kavramlarından tamamen sıyrılarak kendisini kurtarabiliyordu. O böylece maddeye ve kula kulluktan kurtuluyor, gerçekten huzur veren bir hayata, kendisini ilahî nur ile dolduran dopdolu bir aleme, her yönüyle kapsamlı bir düşünce ve tasavvura yöneliyor, böylece her türlü kölelikten kurtularak sadece Aziz ve Celîl olan Allah'a kulluğu yeğliyordu* kabulleniyordu.[5]
Gerçekte bu başarının sırrı ve bundaki azamet, Rasûullah (s.a)'ın başlangıç noktası olarak ele aldığı nokta idi ki bu, "Lâ ilahe illallah Muhammedün Rasûlüllah" kelimesiydi. Bu öylesi bir kelime idi ki, islâmî olmayan tüm bağları koparıp attı, İslâm akidesi dışındaki tüm ilişkiler ve bağlar yok edildi. Sadece İslâm akidesi temel olarak, Allah için sevgi ve imana dayalı bir kardeşlik bağı teessüs ediyor, bu bağların dışındaki tüm cahili sistemler, ırka dayalı düşünceler, renkleri ilgilendiren tasavvurlar, kan ve toprak bağları bir kenara itiliyordu. Bütün bunların yerine bir tek bağ esas alındı. O da yukarıda değindiğimiz İslâm akidesi idi.
Müslim'in Sahihinde Hz. Ebû Hureyre (r.a)'den rivayet ettiğine göre, Rasûlüllah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
"Allah (c.c), kıyamet gününde şöyle buyuracaktır: Nerede benim Celalim (azametim) için sevişenler? Benim gölgemin dışında hiç bir gölgenin bulunmadığı bugünde onları kendi gölgemde gölgeleyeceğim."[6]
Ömer b. Hattab (r.a)'dan rivayete göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşlardır:
"- Gerçekten Allah'ın kullan arasında öyle insanlar vardır-ki, bunlar ne peygamberdirler ve ne de şehit. Ancak kıyamet gününde, bunların Allah nezdindeki makamları, nedeniyle hem peygamberler hem de şehitler kendilerine imrenirler. Bunun üzerine sahabe dediler ki:
- Ey Allah'ın Rasûlü, bunların kimler olduğunu bize haber versenize? O (s.a) şöyle buyurdu:
"Onlar öylesi bir kavim (toplum)dırlar ki, aralarında herhangi bir yakınlık (akrabalık) bağı olmaksızın Allah rızası için sevişirler, (yine) birbirlerine alıp verecekleri bir mal bağı olmaksızın sevişirler. Allah'a yemin ederim ki, bunların yüzleri tamamen nurdur. Gerçekten bunlar nûr üzeredirler (hakikat üzere bulunurlar). İnsanlar korkarlarken onlar korkmazlar, yine insanlar mahzun olurlarken onlar üzülüp mahzun olmazlar. Daha sonra Hz. Peygamber (s) şu âyeti okudular:
''Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyeçeklerdir de." (Yunus 10/62)[7]
Hz. Peygamber, Mekke'i Mükerreme'de 13 yıl kaldı ve insanları bu akideye, İslâm akidesine davet etti, o, bu akideyi belli bir müslüman toplumun gönüllerine yerleştirdi. Bu, onların ruhlarını Öyle bir etkiledi ki, tüm davranışları bu akideyi en güzel şekilde sergilediler. Yeryüzünde Allah'ın yüce kelimesini yaymak için bu alanda cihadı sürekli tuttular. Medine'i Münevvere'de Hz. Muhammed (s.a)'in devleti hakim oluncaya dek bu davet ve cihad sürdü.
Aslında bizi ulûhiyet meselesi hakkında konuşturan ve onun sahih bîr şekilde anlaşılması gereğinden bahsettiren ana etken günümüz insanının bu konuda artık tam bir ihtiyaç içinde olmasıdır. Çünkü bu davayı getiren İslâm'dır, O halde onu en doğru bir şekilde öğrenmek gerekmektedir. Günümüz insanlığı bütün yönleriyle onun açıklanmasına ve izahına muhtaç durumdadır. Zira Allah'ın kendilerine rahme-tiyle muamele buyurduğu pek az kimse dışında, Hz. Peygamber (s.a)'in getirmiş olduğu bu sapasağlam akideyi unutmuşlar ve ondan uzaklaşmışlardır.
Öyle ki bu mesele, Müslüman toplumların gerçekten büyük bir çoğunluğunun sadece dillerinde dolaşır olmaktan öteye geçemez bir hal almıştır. Ne anlama geldiğini düşünmeksizin ve gereklerini de yerine getirmeksizin sadece dillerinde dolaşan kuru bir laf..
İş sadece bununla da kalmıyordu. Aksine bu, itikadın gereği olan istişhâd için bazı nassların ortaya konmasına kadar varıldı. Ancak bu meseleyle ilgili olarak nassların mükemmeline bakılmadı, ilim erbabının eserlerinden açıklama yapılması için onlara başvuruda da bulunulmadı. O kitaplar; hadis kitapları ve şerhleri, tefsir kaynaklan ve şerhleri olarak bilinen değerli kaynaklardır. Bütün bunları tarih boyunca ortaya koyanlar ise değerli davetçilerle toplumları ıslah etmeye çalışanlardır.
Bir diğer nokta da ibadet kavramının ve ahiret hayatları bağlamında taşıdığı kapsamlı ve kamil manasını yitirmiş olmasıdır. Bunun sadece pek az bir bölümü yerine getirilmektedir ki, bunlar da namaz, oruç, zekat ve Hac gibi taabbudî hususlardır.
Hayatın üzerinde yapılanıp yükseldiği ya da onun sayesinde ayakta durduğu nizama gelince? Velâ kimin için olacaktır. Kime dostluk kurup yetkimizi vermeliyiz? Ve bera' kimden olacaktır ve kimden uzak durmalıyız? Kime karşı sevgi beslemeliyiz ve kimlere buğz ve kin beslemeliyiz meselelerine gelince...?
tşte bu soruların cevabının gereğince verilmesi meselesi onların düşünce ve tasavvurlarından ve fikir alanlarından tümüyle uzaktır.
Aslında bu din, sadece Rubûbiyette tevhidi (bir tekliği) içermez. Rubûbiyette tevhidle birlikte ayni zamanda Ulûhiyette de tevhidi (bir tekliği), isim ve sıfatlarda da tevhidi gerektirir ki, bütün bunların yüce Allah'ın Celâl ve azametine yaraşır bir şekilde olması gerekmektedir.
Bir İslâm âliminin söylediği gibi; "Rasûlüllah (s.a)'ın hayatını bir düşünün. O müşrikleri şirklerinden uyarmaya başlamıştı, şirkin karşıtı yani zıddı olan Tevhidi onlara emrediyordu. Müşrikler önceleri bunu pek umursamıyorlar, buna karşı herhangi bir tedbire de gerek duymuyorlardı. Hatta bunu önceleri güzel bile buluyorlardı. Bu yüzden bizzat buna girmeyi isteyenler vardı. Ancak ne zaman ki Hz. peygamber açıkça onların dinlerine yöneldi ve hedef seçti, âlimlerinin bilgisizlik ve cahilliğini yüzlerine söyledi işte o zaman hepsi önceleri sempatiyle karşıladıkları dine ve O'nun Rasûlüne topyekun cephe aldılar ve ona karşı çıkmak üzere kollarını sıvadılar. Artık hem Hz. Peygamber (s)'e ve ashabına düşman olmuşlardı. Bu düşmanlığı şöyle dile getiriyorlardı.
"Ahlâkımızı kötülüyor, dinimizi ayıplıyor, ilâhlarımıza dil uzatıyor.”
Bilindiği gibi Hz. Peygamber İsâ (a.s) ile annesine dil uzatmıyordu, melekler aleyhine bir şeyler söylemiyordu. Ancak şöyle diyordu "Bunlardan medet beklenilmez, zarar ve yarar bunlar elinde değildir" İşte Hz. Peygamber (s)'in onlar için böyle söylemesini hakaret kabul ettiler."
"Şayet siz bu yukarıda anlatılanları öğrenmiş iseniz, o zaman şu gerçeği de anlamış olacaksınız. Allah'ı bir tek varlık olarak tanıyan ve şirki de terkeden bir kimse müşriklere düşman olmadığı ve bu düşmanlığı ve kinini onlara karşı net bir şekilde söylemediği müddetçe İslâmi istikamet üzere değildir. Nitekim Rabbim şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babalan, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Rasû-lüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir." (Mücadele, 58/22)
"Şayet siz, bu yazılanları gerçek anlamıyla kavrayabildiyseniz, ditti bildiklerini savunan bir çok kimselerin onu bilmediklerini, yani Lâ ilahje illallah in ne anlama geldiğini bilemediklerini de öğrenmişsinizdir. Yoksa durum böyle olmasaydı, müslümanların sabretmesini kim isteyebilirdi? Kim onların bu hususta işkence görmelerini, sıkıntı çekmelerini, esir düşmelerini, dövülmelerini, Habeşistan'a hicret etmelerini isteyebilirdi? Bütün bunlara neden gerek vardı ki? Kaldı ki, Peygmber (s.a) insanların en merhametlisi ve şefkatlisidir. Şayet O, bu hususta bir ruhsat ya da bir kolaylık bulsaydı, mutlaka onlara o ruhsatı kullanmalarını veya kolaylıktan yararlanmalarını isterdi, buna izin verirdi.[8]
Madem ki ortada "Lâ ilahe ilîah" Kelime’i tevhidinin gerçek anlamını bilemeyenler vardır. Mutlaka bu hususun onlara açıklanması gerekmektedir. Bunun delalet ettiği manâ ve hakikati şartları, bununla çelişen durumlar ve buna bağlı hususların bir bir açıklanıp ortaya konması gerekmektedir.
İşte şimdi biz burada size bunun açıklamasını sunuyoruz. Bu konuda her türlü yardımı da sadece Allah (c.c)Jdan istemekteyiz.
[1] bk. en-Necât ve'1-fikâk, 14
[2] Mecmau't-Tevhîd, 19
[3] Mikdâd b. Esved, ilk müslümanlardandır. Bedir ve ayrıca bir çok gazalarda bulun-' muştur. Bedir gazasında kendisi atlıydı. H. 33/653 m. yılında vefat etmiştir. Bu si-I rada yetmiş yaşında olduğu söylenmektedir. Medine'ye üç mil uzaklıktaki yerde ve-f-fat etmiş, cenazesi Medine'ye getirilip orada defnedilmiştir. Ayrıca bk. Tehzî-but-îİTehzîb, tbn Hacer Askalânî, X, 285.
[4] Hilyetu'1 Evliya, Ebû Nüaym, I, 175. Hayatussahabe, I, 241. H. Sahabe yazan diyor ki, aym zamanda bu hadisi Taberânî de değişik isnadlarla aynı manada rivayet etmiştir. Bu isnadlardan birinde Yahya b. Salih vardır. Zehebî, bunu sîkâ kabul etmiştir. Bazıları da hakkında bazı şeyler söylemişlerdir.Ancak İsnadındaki diğer ra-viler ise Sahih'in ravileridirler. Nitekim Heysemî de "Mecmau'z-Zevâid" adlı eserinde (VI, 17) aynı şeyi söylemektedir, diyor.
[5] bk. Seyyid Kutub, Yoldaki işaretler, Seçkin Kur'ân nesli bölümü, 16; Muhammed Hasan, Büreyğİş, İslâm'ın yüceliğinde bir zirve, Ebû Busayr, 47.
[6] Müslim, K. Birr, IV, 1988, 2566 nolu hadis Tahkik, M.F. Abdulbakî; Ahmed b. Hanbel, Müstıed, XVI, 192. 8436 nolu hadis Tah. Ahmed Şakir; İmam Mâlik, Muvattu, II, 952. Thk. M.F.A. Bakî.
[7] Sünen'i Ebü Dâvud, K. el-büyû, III, 799, 3527 nolu hadis (Hadisin isnadı sahihtir). Ta'lîk, İzzet, Du'âs.
[8] Mecmua t ütievhîd, 19, İbn Teymiyye, İbn Abdülvehhâb ve başkaları.