neslinur
Thu 15 July 2010, 04:14 pm GMT +0200
SEVGİ PEYGAMBERİ VE YETİŞKİN DİN EĞİTİMİ
ÖNSÖZ
Bu kitabın yazılmasının çocukluğuma kadar ulaşan kırk yıllık bir öyküsü vardır. İlk dini tecrübelerim arasında hacıların Mekke"den getirdiği hurmaları huşu ile yemek ve zemzem suyunu vecd ile içmek, hurmaları yedikten sonra dedemin uyarısı ile çekirdeklerini temiz bir toprağa gömmek, zemzem suyunu içtikten sonra hastalıklarımın ve güçsüzlüğümün gidip güç kazanacağım yolundaki inançla suyla ellerimi ıslatmak gibi davranışlarım olmuştu. Hurma ve zemzem, erişilmesi imkânsız gibi gördüğüm olağanüstü kutsallığı olan dinsel nesnelerdi. Onlara bu kutsallığı kazandıran husus, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in yaşadığı topraklardan getiriliyor ve onun kutsal hatırasını taşıyor olmalarıydı.
Peygamberimizle adını öğrenmenin ötesinde ilk tanışmam bunlarla olmuş ve din eğitimim hep onun öykülerinin (kıssalarının) gölgesi altında gerçekleşmiştir. Aşağı yukarı Türk toplumunda her çocuğun dini bilgilerle tanışması benzer olaylara dayanır. Bundan dolayı bizim toplumumuzun din eğitimi uygulamalarında Rasûlullah(s.a.v.)'ın çok Özel bir yeri vardır.
Onun bize ulaşan hayat hikâyesi, bu hikâyenin meşhur olayları, çocukları ve kadınları, toplumun alt tabakasındaki insanları ve köleleri koruması, savaşları, esirlere karşı tutumları, arkadaşları ve ümmetine karşı fedakârlıkları v.b. gibi olaylar din anlayışımızın oluşmasında hep öne çıkan etkenler olmuşlardır. Onun din anlayışımızın oluşmasındaki bu özel yeri, Peygamberliğinin yanı sıra, onu gönlümüzde yaşça ve mevkîce ailenin en büyük ve ileri gelen bir üyesi olarak kabul etmemizi sağlamıştır. Öyle zannediyorum ki toplumumuzun Hz. Muhammed(s.a.v.)'e karşı duyduğu muhabbet, ümmetin diğer toplumlarından çok daha farklı, çok daha sıcaktır.
Bu toplumun bir ferdi olarak ben de ömrüm boyunca Hz. Peygamber'i böyle hissettim. Hocalarımdan ve kitaplardan öğrendiğim davranışlarını model edinmeye çalıştım. Onunla ilgili, hacılarımızın anlattıklarını imrenerek dinledim. Yakın çevremde bulunan bazı kişilerin ona karşı hissettiklerinin tezahürü olarak ortaya çıkardıkları özel davranışlarını, şiirsel ifadelerini hep hayranlık ve gıpta ile takip ettim. Onlara yaklaşmaya çalıştım. Hatta, Süleyman Çelebi'den, Yunus Em-re'ye, M. Akif'ten, Necip Fazıl'a, Ali Ulvi Kurucu'dan Arif Nihat Asya'ya, "Yağmur"un "O'na hasret" şairi Nurullah Genc'e kadar, ona duygularını şiirle ifade edenlerin maharetine özendim. Onu tüm varlığın sebebi olarak gören büyük şairin şiirsel yorumundan, hocamız M. Ali Sarı'nın kutsal topraklan, onun ayak bastığı yerler olması düşüncesiyle diz çöküp yüz sürmeye varan duygusallıklarını hep yaşamak istedim. Bütün bunların sonucu, ona olan duygularımı tekbir şiirle olsun ifade etmek için kendi kendime söz verdim. Fakat heyhat! Yirmi yıl boyunca yaptığım çeşitli denemelerden sonra, ne büyük bir işe soyunduğumu ve bu işin ne kadar boyumu aşan bir iş olduğunu anladım. Bu sevdadan değil, fakat ifade şeklinden (şiirden) vazgeçtim. Onun yerine altından kalkabileceğimi umduğum bir şekille (nesirle) onu anmaya karar verdim ve şiir eksiğini de muhterem üstat Ali Ulvi Kurucu'nun ona yazdığı şiirle tamamladım.
Elinizdeki çalışmanın kısa öyküsü budur. Başlangıç kararı ise Nuayman hadisi ile karşılaşmam olmuştur. Aileden aldığım din eğitiminin etkisiyle içki içmenin, domuz eti yemekle eşdeğerde bir günah olduğunu düşünmem sebebiyle Hz. Peygamber'in Nuayman'ı korumasını hayretle ve doğrusu biraz da yadırgayarak okudum. İçki içen birine Peygamber sahip çıkıyordu. Bu yadırgama giderek ona ve hayatına bîr başka gözle bakmama sebep oldu. Benzer olaylar onun hayatında o kadar çoktu ki bu tutumun ona özel bir eğitim yöntemi olduğunu düşündüm. Giderek bu düşüncem onun en büyük ikinci mucizesinin onun hayatı olduğuna karar vermemle sonuçlandı. Fakat bu mucize hissi mucizeler cinsinden bir mucize değil, tamamen beşerî sınırlarda gerçekleştirilmiş bir mucizeydi. Onun olağanüstülüğü, olağanüstü olaylarda değil, olağan olaylardaki olağanüstü tutum ve tavırlarında gözüküyordu.
Rasûlullah'ın görevi ve misyonu, beşeri ölçüler içinde değerlendirildiğinde karşımıza tam bir eğitimci çıkar. Zaten O'nun eğitimdeki ilkeleri ve yöntemleri de özellikle son yıllarda çeşitli müstakil çalışmalarda ele alınmıştır. Bu çalışmalarda Peygamberimizin faaliyetleri, hep örgün eğitim mantığı içinde incelenmiştir. Bu çalışmalarda doğrusu çok da güze! sonuçlar elde edilmiştir. Türkçe'de, Prof. Dr. Abdullah Özbek'in "Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed", Prof. Dr. Ahmet ÖnkaVm"Rasûlullah'm İslâm'a Davet Metodu", Prof. Dr. İbrahim Canan1'in"'Peygamberimizin Tebliğ Metodları", Abdül-fettah Ebû Gudde'nin"BiV Eğitimci Olarak Hz. Muhammed ve Öğretim Metodları", Arapça olarak"Peygamberin Sünnetinde îslâmî Terbiyenin Esasları" ve daha başka eserler yayınlandı. Benim de çok faydalandığım bu çalışmaların bir bölüm olarak temas ettiği bir kavramı ve yöntemi ben çalışma ekseni olarak ele aldım. O eksen de O'nun Rahmet Peygamberi oluşu, bunun kendi hayatında gerçekleştirmesinin yanında aynı kavramı yetişkin eğitimi ilkeleriyle Ashabına öğretmesi ve onların hayatına sokmasıdır. Konuyu, Peygamberimizin hayatı ile ilgilenen herkesin bildiği bazı Örnek olaylarla ele alarak rahmetin bu olaylarda nasıl tezahür ettiğini ve bu ilkeyi Müslümanların hayatına bizzat kendisinin yaşayarak ve örnek olarak nasıl soktuğunu cevaplayarak işledim.
23 yıllık peygamberliği süresince insanlara insanlıklarına yakışan bir hayat düzenini getiren Peygamberimiz, onların di şünce ve alışkanlıklarını nasıl değiştirdi, bu zor İşi nasıl başardı? Cahiliyye toplumundan insanlığa örnek bir nesli nasıl meydana getirdi? Kılı bile kıpırdamadan kızını toprağa canlı canlı gömen bir Hattaboğlu Ömer'den
"Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu Gelir de adl-i ilâhî Ömer'den sorar onu."
diyecek bîr adalet bilincine sahip Hz. Ömer'i nasıl meydana getirdi?
Bütün bu soruların cevabı tek bir ilkede toplanır. Bu ilkenin de Kur'ân dilinde ve peygamberlik misyonundaki karşılığı rahmet'tir. Hz. Peygamber bütün ömrü boyunca rahmet ilkesini göz önünde bulundurmuş, onu yaşamış, kendisi örnek olmak suretiyle de Ashabına ve ümmetine yaşatmaya çalışmıştır. İşte bizim üzerinde durmaya çalıştığımız kavram böylesine önemli bir misyonla yüklü bir kavramdır. Onun bu misyonunu Üstad Necip Fazıl, "Reis Bey" isimli piyesinde şu sözleriyle çarpıcı bir şekilde ortaya koymuştur:
"Sökün sahte su borularını! Ev ev merhamet şebekesini kurun! Tepelerinizdeki çatıları yıkın, göklerle temasa geçin. O zaman göreceksiniz ki acı su borularından kendi kendisine tatlı su akacak ve başlar üstünde güneşe yol vere*; kubbeler yükselecek!"
O, zamanının ters işleyen bütün sosyal ilişkilerini, tersyüz ederek düzeltmiş, insana kendisine yakışır rahmet ve merhamet merkezli bir yaşama düzeni kurmuş, insanlığın üstünde kendilerinin göklerle temasa geçmesini engelleyen sunî çatıları -putları- yok ederek, yeniden göklerle temas kurmasını sağlamış, fizik ötesi âlemin rahmet ve merhametini yeryüzüne indirerek insanlığın istifadesine açmıştır.
Ayrıca o, bir felsefe ortaya koyup bunu sadece fikir olarak savunmakla yetinmemiş filozofların temel çıkmazı olan teoriyi pratiğe dönüştürme konusunda büyük bir başarı da göstermiş, bunun için yerini yurdunu terketmiş, akraba ve kabîle-sine ters düşmüş, zaman olmuş bunlara karşı ordular kurmuş, bunlarla savaşmış, kendisine suikast düzenlenmiş, fakat o, başta suikastçiler almak üzere herkesi affetmiş, kendisini engelleyen münafıkları bife dışlamamış, böylece en büyük düşmanlarının gözünde bile saygınlık kazanmış, getirdiği dinin ilkelerine zaman zaman uymayanları hoş görmüş, velhasıl ne söyledi ise hepsini uygulayarak bunların yaşanabileceğini bizzat hem göstermiş, hem de insanları da bu yolla eğiterek onların da yaşamalarını sağlamıştır. Bizim de özellikle üstünde durduğumuz nokta, onun rahmet ve merhametinin beşer sınırlarını zorlayacak kadar yaygın ve sınırsız oluşuna ve bir ilke ve yöntem olarak kendisinden sonrakilere bıraktığı bu mirasın kullanılabilir durumda bulunduğuna dikkat çekmekten ibarettir.
Rasûlullah, İslâm davetinin yöntemini, kaçırmak, u-zaklaştırmak değil, yaklaştırmak ve kazanmak temeli üzerine kurmuştur. Bu inkarcısından münafığına suçlusundan günahkârına varıncaya kadar böyledir. Günümüz İslâm dünyasının en büyük eksikliği bu noktadadır. Kesinlikle, bilinmelidir ki, düşünce ve yaşayışta dini değerleri ihmâl edenleri itham etmek, onlardan alâka ve ilgiyi kesip atmak, onlar hakkında dedikodularda bulunmak, dînin gelişmesine hiçbir şey kazandırmayacaktır. Çünkü bu tutum, insanların tabiatına ve Hz. Peygamber'in öğrettiklerine aykırıdır. Şayet bunlara, insan tabiatına uygun olarak ve Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin öğrettiklerine bağlı kalarak tebliğde bulunulsa, onların dinî yaşayışa kazandırılması büyük bir ihtimalle gerçekleşecektir.
Çalışmamız, ayrıca, O'nun yaşayarak ortaya koyduğu
bu en canlı, en çarpıcı mucizesini inkâr edercesine bir hayat tarzı tutturan İslâm toplumlarının ve onlara bakarak, O'nun rahmet peygamberi oluşunu görmezlikten gelen gayr-i müslim dünyanın, onun dînine, terör dini olarak bakmak suretiyle attıkları iftiranın ne kadar haksız ve yersiz olduğunu tespit etmeyi de hedeflemektedir. Onun için bilhassa Hz. Peygamber'in rahmetinin toplum içindeki, dînî yaşantı yönünden başarısız kişiler için nasıl tecelli ettiğini gösteren olaylar üzerinde durduk. Kâfirlere, münafıklara, günahkârlara, suçlulara, rahmet peygamberi olarak nasıl muamele ettiğini tablolar halinde gözler önüne sermeye çalıştık. Verdiğimiz örneklerdede O'nun peygamber sıfatını değil, beşer olmasını öne çıkartan, insanlar tarafından örnek alınabilecek uygulamalar olmasına dikkat ettik. Rasûlullah(s.a.v.)'ın söz ve davranışlarından halk eğitimi veya yetişkin eğitimi açısından yorumlanabilir olanlarını yorumlamaya çalıştık. Çeşitli yorumlamalara uygun olduğunu düşündüklerimize ya kendi görüşümüzü belirten cümlelerle temas ettik, yahut da daha iyi yapabilir düşüncesiyle yorumu okuyucuya bıraktık.
Hz. Peygamber'in özel hayatı, aile hayatı ve toplum hayatı olmak üzere iki boyutludur. Biz, özellikle, O'nun özel hayatının toplumla bağlantılı kısmı üzerinde durduk. Bu hayatında Hz. Peygamber, bir yandan devlet başkanı olarak yönetici, bir yandan da Peygamber olarak eğitici kimliği taşır. Onun topluma kazandırmayı amaçladığı ilkeler ve kültürel kimlikle ilgili faaliyetlerini -tebliğ- rahmet ilkesine dayanan eğitim bağlamında ele aldık. Konuların birbirleri ile irtibatım da bu bağlamda kurmaya çalıştık.
Bu çerçeve içine girdiğini düşündüğümüz rahmet kavramım, kapsamını, sınırları dışında bıraktığı durumları tespit etmeye çalıştık. Yaşadığı çağda toplumsal anlayışa olağanüstü değişiklikler getirdiği, özellikle kadın ve çocuklarla ilgili tutumlarını da rahmet kapsamı içinde gördüğümüzden, kapsama ilâve ederek bu çalışmayı ortaya çıkardık.
Sonsöz olarak, onun mirası olan rahmet olma ilkesinin, tüm İslâm âleminin, hatta tüm insanlığın önünü açmasını, geleceğini aydınlatmasını diliyor ve bu çalışmanın, yazarı ve her aşamada büyük desteklerini ve fedakârlıklarını gördüğü aile fertleri için şefaate vesile olmasını niyaz ediyorum.
Doç. Dr. Abdurrahman DODURGALI Çamlıca 2002
Ruhum sana, varlık sana hayrandır Efendim Bir ben değil, âlem sana hayrandır Efendim
Ecrâm-ü felek, levh-u kalem mest-i nigâhın Medh eyleyen ahlâkını Kur'ân'dır Efendim
Mahşerde nebiler bile senden meded ister Rahmet diyen âlemlere, Rahman'dır Efendim
Kıtmîrinim ey Şâh-ı Rusûl, koğma kapından Âsîlere lütfün, yüce fermandır Efendim
Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim Sensiz bana cennet bile hicrandır Efendim
Doğ kalbime bir lahzacık ey nûr-i dilârâ Nurun ki, gönül derdime dermandır Efendim
Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zarın Feryadı bütün âteş-i sûzandır Efendim
Ali Ulvî KURUCU [1]
ÖNSÖZ
Bu kitabın yazılmasının çocukluğuma kadar ulaşan kırk yıllık bir öyküsü vardır. İlk dini tecrübelerim arasında hacıların Mekke"den getirdiği hurmaları huşu ile yemek ve zemzem suyunu vecd ile içmek, hurmaları yedikten sonra dedemin uyarısı ile çekirdeklerini temiz bir toprağa gömmek, zemzem suyunu içtikten sonra hastalıklarımın ve güçsüzlüğümün gidip güç kazanacağım yolundaki inançla suyla ellerimi ıslatmak gibi davranışlarım olmuştu. Hurma ve zemzem, erişilmesi imkânsız gibi gördüğüm olağanüstü kutsallığı olan dinsel nesnelerdi. Onlara bu kutsallığı kazandıran husus, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in yaşadığı topraklardan getiriliyor ve onun kutsal hatırasını taşıyor olmalarıydı.
Peygamberimizle adını öğrenmenin ötesinde ilk tanışmam bunlarla olmuş ve din eğitimim hep onun öykülerinin (kıssalarının) gölgesi altında gerçekleşmiştir. Aşağı yukarı Türk toplumunda her çocuğun dini bilgilerle tanışması benzer olaylara dayanır. Bundan dolayı bizim toplumumuzun din eğitimi uygulamalarında Rasûlullah(s.a.v.)'ın çok Özel bir yeri vardır.
Onun bize ulaşan hayat hikâyesi, bu hikâyenin meşhur olayları, çocukları ve kadınları, toplumun alt tabakasındaki insanları ve köleleri koruması, savaşları, esirlere karşı tutumları, arkadaşları ve ümmetine karşı fedakârlıkları v.b. gibi olaylar din anlayışımızın oluşmasında hep öne çıkan etkenler olmuşlardır. Onun din anlayışımızın oluşmasındaki bu özel yeri, Peygamberliğinin yanı sıra, onu gönlümüzde yaşça ve mevkîce ailenin en büyük ve ileri gelen bir üyesi olarak kabul etmemizi sağlamıştır. Öyle zannediyorum ki toplumumuzun Hz. Muhammed(s.a.v.)'e karşı duyduğu muhabbet, ümmetin diğer toplumlarından çok daha farklı, çok daha sıcaktır.
Bu toplumun bir ferdi olarak ben de ömrüm boyunca Hz. Peygamber'i böyle hissettim. Hocalarımdan ve kitaplardan öğrendiğim davranışlarını model edinmeye çalıştım. Onunla ilgili, hacılarımızın anlattıklarını imrenerek dinledim. Yakın çevremde bulunan bazı kişilerin ona karşı hissettiklerinin tezahürü olarak ortaya çıkardıkları özel davranışlarını, şiirsel ifadelerini hep hayranlık ve gıpta ile takip ettim. Onlara yaklaşmaya çalıştım. Hatta, Süleyman Çelebi'den, Yunus Em-re'ye, M. Akif'ten, Necip Fazıl'a, Ali Ulvi Kurucu'dan Arif Nihat Asya'ya, "Yağmur"un "O'na hasret" şairi Nurullah Genc'e kadar, ona duygularını şiirle ifade edenlerin maharetine özendim. Onu tüm varlığın sebebi olarak gören büyük şairin şiirsel yorumundan, hocamız M. Ali Sarı'nın kutsal topraklan, onun ayak bastığı yerler olması düşüncesiyle diz çöküp yüz sürmeye varan duygusallıklarını hep yaşamak istedim. Bütün bunların sonucu, ona olan duygularımı tekbir şiirle olsun ifade etmek için kendi kendime söz verdim. Fakat heyhat! Yirmi yıl boyunca yaptığım çeşitli denemelerden sonra, ne büyük bir işe soyunduğumu ve bu işin ne kadar boyumu aşan bir iş olduğunu anladım. Bu sevdadan değil, fakat ifade şeklinden (şiirden) vazgeçtim. Onun yerine altından kalkabileceğimi umduğum bir şekille (nesirle) onu anmaya karar verdim ve şiir eksiğini de muhterem üstat Ali Ulvi Kurucu'nun ona yazdığı şiirle tamamladım.
Elinizdeki çalışmanın kısa öyküsü budur. Başlangıç kararı ise Nuayman hadisi ile karşılaşmam olmuştur. Aileden aldığım din eğitiminin etkisiyle içki içmenin, domuz eti yemekle eşdeğerde bir günah olduğunu düşünmem sebebiyle Hz. Peygamber'in Nuayman'ı korumasını hayretle ve doğrusu biraz da yadırgayarak okudum. İçki içen birine Peygamber sahip çıkıyordu. Bu yadırgama giderek ona ve hayatına bîr başka gözle bakmama sebep oldu. Benzer olaylar onun hayatında o kadar çoktu ki bu tutumun ona özel bir eğitim yöntemi olduğunu düşündüm. Giderek bu düşüncem onun en büyük ikinci mucizesinin onun hayatı olduğuna karar vermemle sonuçlandı. Fakat bu mucize hissi mucizeler cinsinden bir mucize değil, tamamen beşerî sınırlarda gerçekleştirilmiş bir mucizeydi. Onun olağanüstülüğü, olağanüstü olaylarda değil, olağan olaylardaki olağanüstü tutum ve tavırlarında gözüküyordu.
Rasûlullah'ın görevi ve misyonu, beşeri ölçüler içinde değerlendirildiğinde karşımıza tam bir eğitimci çıkar. Zaten O'nun eğitimdeki ilkeleri ve yöntemleri de özellikle son yıllarda çeşitli müstakil çalışmalarda ele alınmıştır. Bu çalışmalarda Peygamberimizin faaliyetleri, hep örgün eğitim mantığı içinde incelenmiştir. Bu çalışmalarda doğrusu çok da güze! sonuçlar elde edilmiştir. Türkçe'de, Prof. Dr. Abdullah Özbek'in "Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed", Prof. Dr. Ahmet ÖnkaVm"Rasûlullah'm İslâm'a Davet Metodu", Prof. Dr. İbrahim Canan1'in"'Peygamberimizin Tebliğ Metodları", Abdül-fettah Ebû Gudde'nin"BiV Eğitimci Olarak Hz. Muhammed ve Öğretim Metodları", Arapça olarak"Peygamberin Sünnetinde îslâmî Terbiyenin Esasları" ve daha başka eserler yayınlandı. Benim de çok faydalandığım bu çalışmaların bir bölüm olarak temas ettiği bir kavramı ve yöntemi ben çalışma ekseni olarak ele aldım. O eksen de O'nun Rahmet Peygamberi oluşu, bunun kendi hayatında gerçekleştirmesinin yanında aynı kavramı yetişkin eğitimi ilkeleriyle Ashabına öğretmesi ve onların hayatına sokmasıdır. Konuyu, Peygamberimizin hayatı ile ilgilenen herkesin bildiği bazı Örnek olaylarla ele alarak rahmetin bu olaylarda nasıl tezahür ettiğini ve bu ilkeyi Müslümanların hayatına bizzat kendisinin yaşayarak ve örnek olarak nasıl soktuğunu cevaplayarak işledim.
23 yıllık peygamberliği süresince insanlara insanlıklarına yakışan bir hayat düzenini getiren Peygamberimiz, onların di şünce ve alışkanlıklarını nasıl değiştirdi, bu zor İşi nasıl başardı? Cahiliyye toplumundan insanlığa örnek bir nesli nasıl meydana getirdi? Kılı bile kıpırdamadan kızını toprağa canlı canlı gömen bir Hattaboğlu Ömer'den
"Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu Gelir de adl-i ilâhî Ömer'den sorar onu."
diyecek bîr adalet bilincine sahip Hz. Ömer'i nasıl meydana getirdi?
Bütün bu soruların cevabı tek bir ilkede toplanır. Bu ilkenin de Kur'ân dilinde ve peygamberlik misyonundaki karşılığı rahmet'tir. Hz. Peygamber bütün ömrü boyunca rahmet ilkesini göz önünde bulundurmuş, onu yaşamış, kendisi örnek olmak suretiyle de Ashabına ve ümmetine yaşatmaya çalışmıştır. İşte bizim üzerinde durmaya çalıştığımız kavram böylesine önemli bir misyonla yüklü bir kavramdır. Onun bu misyonunu Üstad Necip Fazıl, "Reis Bey" isimli piyesinde şu sözleriyle çarpıcı bir şekilde ortaya koymuştur:
"Sökün sahte su borularını! Ev ev merhamet şebekesini kurun! Tepelerinizdeki çatıları yıkın, göklerle temasa geçin. O zaman göreceksiniz ki acı su borularından kendi kendisine tatlı su akacak ve başlar üstünde güneşe yol vere*; kubbeler yükselecek!"
O, zamanının ters işleyen bütün sosyal ilişkilerini, tersyüz ederek düzeltmiş, insana kendisine yakışır rahmet ve merhamet merkezli bir yaşama düzeni kurmuş, insanlığın üstünde kendilerinin göklerle temasa geçmesini engelleyen sunî çatıları -putları- yok ederek, yeniden göklerle temas kurmasını sağlamış, fizik ötesi âlemin rahmet ve merhametini yeryüzüne indirerek insanlığın istifadesine açmıştır.
Ayrıca o, bir felsefe ortaya koyup bunu sadece fikir olarak savunmakla yetinmemiş filozofların temel çıkmazı olan teoriyi pratiğe dönüştürme konusunda büyük bir başarı da göstermiş, bunun için yerini yurdunu terketmiş, akraba ve kabîle-sine ters düşmüş, zaman olmuş bunlara karşı ordular kurmuş, bunlarla savaşmış, kendisine suikast düzenlenmiş, fakat o, başta suikastçiler almak üzere herkesi affetmiş, kendisini engelleyen münafıkları bife dışlamamış, böylece en büyük düşmanlarının gözünde bile saygınlık kazanmış, getirdiği dinin ilkelerine zaman zaman uymayanları hoş görmüş, velhasıl ne söyledi ise hepsini uygulayarak bunların yaşanabileceğini bizzat hem göstermiş, hem de insanları da bu yolla eğiterek onların da yaşamalarını sağlamıştır. Bizim de özellikle üstünde durduğumuz nokta, onun rahmet ve merhametinin beşer sınırlarını zorlayacak kadar yaygın ve sınırsız oluşuna ve bir ilke ve yöntem olarak kendisinden sonrakilere bıraktığı bu mirasın kullanılabilir durumda bulunduğuna dikkat çekmekten ibarettir.
Rasûlullah, İslâm davetinin yöntemini, kaçırmak, u-zaklaştırmak değil, yaklaştırmak ve kazanmak temeli üzerine kurmuştur. Bu inkarcısından münafığına suçlusundan günahkârına varıncaya kadar böyledir. Günümüz İslâm dünyasının en büyük eksikliği bu noktadadır. Kesinlikle, bilinmelidir ki, düşünce ve yaşayışta dini değerleri ihmâl edenleri itham etmek, onlardan alâka ve ilgiyi kesip atmak, onlar hakkında dedikodularda bulunmak, dînin gelişmesine hiçbir şey kazandırmayacaktır. Çünkü bu tutum, insanların tabiatına ve Hz. Peygamber'in öğrettiklerine aykırıdır. Şayet bunlara, insan tabiatına uygun olarak ve Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin öğrettiklerine bağlı kalarak tebliğde bulunulsa, onların dinî yaşayışa kazandırılması büyük bir ihtimalle gerçekleşecektir.
Çalışmamız, ayrıca, O'nun yaşayarak ortaya koyduğu
bu en canlı, en çarpıcı mucizesini inkâr edercesine bir hayat tarzı tutturan İslâm toplumlarının ve onlara bakarak, O'nun rahmet peygamberi oluşunu görmezlikten gelen gayr-i müslim dünyanın, onun dînine, terör dini olarak bakmak suretiyle attıkları iftiranın ne kadar haksız ve yersiz olduğunu tespit etmeyi de hedeflemektedir. Onun için bilhassa Hz. Peygamber'in rahmetinin toplum içindeki, dînî yaşantı yönünden başarısız kişiler için nasıl tecelli ettiğini gösteren olaylar üzerinde durduk. Kâfirlere, münafıklara, günahkârlara, suçlulara, rahmet peygamberi olarak nasıl muamele ettiğini tablolar halinde gözler önüne sermeye çalıştık. Verdiğimiz örneklerdede O'nun peygamber sıfatını değil, beşer olmasını öne çıkartan, insanlar tarafından örnek alınabilecek uygulamalar olmasına dikkat ettik. Rasûlullah(s.a.v.)'ın söz ve davranışlarından halk eğitimi veya yetişkin eğitimi açısından yorumlanabilir olanlarını yorumlamaya çalıştık. Çeşitli yorumlamalara uygun olduğunu düşündüklerimize ya kendi görüşümüzü belirten cümlelerle temas ettik, yahut da daha iyi yapabilir düşüncesiyle yorumu okuyucuya bıraktık.
Hz. Peygamber'in özel hayatı, aile hayatı ve toplum hayatı olmak üzere iki boyutludur. Biz, özellikle, O'nun özel hayatının toplumla bağlantılı kısmı üzerinde durduk. Bu hayatında Hz. Peygamber, bir yandan devlet başkanı olarak yönetici, bir yandan da Peygamber olarak eğitici kimliği taşır. Onun topluma kazandırmayı amaçladığı ilkeler ve kültürel kimlikle ilgili faaliyetlerini -tebliğ- rahmet ilkesine dayanan eğitim bağlamında ele aldık. Konuların birbirleri ile irtibatım da bu bağlamda kurmaya çalıştık.
Bu çerçeve içine girdiğini düşündüğümüz rahmet kavramım, kapsamını, sınırları dışında bıraktığı durumları tespit etmeye çalıştık. Yaşadığı çağda toplumsal anlayışa olağanüstü değişiklikler getirdiği, özellikle kadın ve çocuklarla ilgili tutumlarını da rahmet kapsamı içinde gördüğümüzden, kapsama ilâve ederek bu çalışmayı ortaya çıkardık.
Sonsöz olarak, onun mirası olan rahmet olma ilkesinin, tüm İslâm âleminin, hatta tüm insanlığın önünü açmasını, geleceğini aydınlatmasını diliyor ve bu çalışmanın, yazarı ve her aşamada büyük desteklerini ve fedakârlıklarını gördüğü aile fertleri için şefaate vesile olmasını niyaz ediyorum.
Doç. Dr. Abdurrahman DODURGALI Çamlıca 2002
Ruhum sana, varlık sana hayrandır Efendim Bir ben değil, âlem sana hayrandır Efendim
Ecrâm-ü felek, levh-u kalem mest-i nigâhın Medh eyleyen ahlâkını Kur'ân'dır Efendim
Mahşerde nebiler bile senden meded ister Rahmet diyen âlemlere, Rahman'dır Efendim
Kıtmîrinim ey Şâh-ı Rusûl, koğma kapından Âsîlere lütfün, yüce fermandır Efendim
Aşkınla buhurdan gibi tütmekte bu kalbim Sensiz bana cennet bile hicrandır Efendim
Doğ kalbime bir lahzacık ey nûr-i dilârâ Nurun ki, gönül derdime dermandır Efendim
Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zarın Feryadı bütün âteş-i sûzandır Efendim
Ali Ulvî KURUCU [1]