- Nuh Hud ve Salih Dönemleri

Adsense kodları


Nuh Hud ve Salih Dönemleri

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
seymanur K
Sat 24 September 2011, 08:16 am GMT +0200
Nuh, Hud ve Salih (a.s) Dönemlerinde İslam


Adem (a.s) ile başlayan iman kafilesi, uzun yolda yü­rümesine devam ediyor. Fakat asırlar geçtikçe insanoğlu yeni şartların dalgaları içinde çalkalanıp rotasını kaybede­biliyor. Zira insan beşer olma hasebiyle kendisine öğreti­lenleri unutabilirdi, zaafa düşebilirdi ve şeytana mağlup olabilirdi. Yüce Allah, böyle sapıklığa itilmiş olan insa­noğlunu asla yalnız bırakmamış, gerekli zamanlarda elçi­lerini göndermiştir. Çünkü beşeriyet elçisiz, lidersiz ve öndersiz olamazdı. Onlara İslam'ı tebliğ edecek ve İslam'ı hakim kılacak birinin olması kaçınılmazdır. O gün oldu, bugün vardır ve yarın da olacaktır. Bu elçiler veya varisleri dünü bugüne bağlayan, bugünü de yarına bağlayan en önemli etkenlerdir.

Tevhid caddesinde yürürken trafik levhalarına veya yoldaki işaretlere bağlı karmadan yürümek sağlıklı ola­maz. Çünkü fırsatı kollayan İblis, her an pusudadır. İşte, Peygamberlerine kulak verip, onlara itaat eden müminler tevhid caddesinde tökezlenmeden yürümüş, kulak verme­yip itaati reddedenler de Tevhid caddesinde tökezlenip kalmışlardır. İdris (a.s)'den sonra tökezlenip, bataklığa saplanmış insanoğluna Yüce Allah Nuh (a.s)'ı şu mesajla gönderiyor:

"Andolsun ki Nuh'u milletine gönderdik. Ve şöyle di­yordu: 'Ey milletim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilah yoktur. Doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum,' dedi. Milletin ileri gelenleri: 'Biz senin apa­çık sapıklıkta olduğunu görüyoruz' dediler. (Bunun üzeri­ne Nuh) 'Ey kavmim, bende hiç bir sapıklık yoktur. An­cak ben Alemlerin Rabbi olan Allah'ın elçisiyim. Size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Sizin iyiliğini­zi istiyorum. Sizin bilmediklerinizi bilirim. Sakınmanızı ve böylece merhamete uğramanızı sağlamak üzere sizi uyarmak için arınızdan bir vasıtanın Rabbinizden size ha­ber getirmesine mi şaşıyorsunuz?' dedi. Onu yalanladılar; biz de onu gemide beraberinde olanları kurtardık, ayetle­rimizi yalanlayanları suda boğduk. Çünkü onlar kör bir milletti." [28]

Allah'ın elçisi Nuh (a.s), kendi kavmine 'ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm' derken, kendi sorumluğunu ve cahiliyetin kötü akibetin anlatmak istiyordu. Fakat, kıs­kançlık ve gururlarından ötürü kavmi her defasında ona karşı çıkmış, Alemlerin Rabbine teslim olmaya yanaşma­mışlardı. Onlar küfrü yücelik sanıyorlar, atalarının izlemekte olduğu yolu hak biliyorlardı. Bu yolda öylesine şartlanmışlardı ki aralarından birinin elçi olarak çıkacağı­nı kibir ve gururlarına yediremiyorlardı. Allah'ın kendile­rine gönderdiği peygambere karşı çıkanların başında, kavmin ileri gelenleri, nüfuzlu kişiler ve aşiret reisleri ge­liyordu. Bu heriflerin karşı çıkışlarının temelinde hüküm­ranlıkları ve menfaatları yatıyordu. Eğer onlar, peygam­berin getirdiği mesaja kulak verip, Allah'a ibadete yanaşsaydı, tüm saltanatları sarsılır ve artık despotluklarını sürdüremezlerdi. Ama bu kavme saltanat, burjuva mantığı ve Firavunizm sevdası öylesine işlemişti ki İlahi mesaj asla fayda vermiyordu. Bu kapitalizm hayranlığı, onlara Allah'ın dinini unutturmuş, onları haktan uzaklaştırmış, hatta gurur ve kinleri, alaya alma, tehdit etme ve işkence yapmaya kadar kendilerini sürüklemişti.

Hak davanın tarihi seyrini tahlil ederken karşılaşaca­ğımız temel espri budur:

Allah'ın elçileri mesajlarını ka­vimlerine sunarlarken hep aynı reddiyeler ile karşılaşmış­lar, sanki karşı çıkan müşrikler tek ağız kullanıyorlar:

'Biz senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu gö­rüyoruz. İçimizde ancak ayak takımının/zayıfların/da­ha başlangıçta düşünmeden sana uydukları gözümü­zün önündedir. Sizin bizden üstün bir meziyetinizi de göremiyoruz! Nuh, bizler gibi alelade bir insandır. O'na vahiy geldiğini nasıl kabul edebiliriz. Ayak takı­mı ve aşağı sınıftakiler, Nuh'u hiç düşünmeden Al­lah'ın elçisi olarak kabul etmektedir. Halbuki Nuh'un söyledikleri azıcık önemli ve değerli olsaydı, eşraf ve soylular ona ilk önce iman ederlerdi.' [29]

"Eğer Allah dileseydi melek indirirdi." [30]

"Eğer bu şahıs (Nuh), Allah tarafından gönderilmiş olsaydı, hazinesi olacak­tı, gaipten haberi olurdu. Melekler gibi her türlü ihti­yaçtan müstağni olurdu." [31]

"Nuh ve yandaşları hangi üstünlüğe ve fazilete sahiptirler ki sözleri dinlensin. Bu adam (Nuh), aslında size hakim olmak istiyor. Ve bu adam bir 'cin'in etkisindedir ki onu divane haline getirmiştir." [32]

Üstad Kutub bu ayetlerin tefsirinde şu izahları getiri­yor:

'Bu da Mütekebbir elebaşların verdiği cevap. Dire­nenlerin, elebaşıların verdiği cevap... Tıpkı Kureyş eşrafı­nın verdiği cevap gibi:

 'Biz senin ancak bizim gibi bir in­san olduğunu görüyoruz. İçimizde ancak ayak takımının -daha başlangıçta- düşünmeden sana uydukları gözümüz önündedir... Sizin bizden üstün bir meziyetinizi de gör­müyoruz. Biz seni yalancı sanıyoruz'... Aynı kuşkular, aynı ithamlar, aynı büyüklenmeler. Beyinsiz ve ahmak cahillerin vereceği cevap.

İnsanlar arasında bilgisizlerin içinde yer eden şüphe şu olmuştur:

Beşer cinsi Allah'ın asaletini götürecek güç­te değildir. Eğer Allah bir risalet gönderecek olursa, bunu bir melek veya ona benzer başka bir yaratık taşımalıdır. Bu cahilane şüphenin asıl kaynağı Allah'ın yeryüzüne halife olarak gönderdiği insana güvensizliktir. Halbuki yeryüzünde Allah'ın halifesi olmak, hem önemli hem de çok büyük bir vazifedir. Elbette yüce Yaratıcı kendisine halife olarak seçtiği insanoğluna gerekli takat ve istidadı da bağışlamıştır. Fertler arasında risalet yükünü taşıyacak kapasitede kimselerin bulunmasını sağlamıştır. Fakat bu vazifeye kimin istidatlı olduğunu ancak yüce Allah seçer. Çünkü genellikle bu cinsin bünyesine tevdi edilen özel­likleri en iyi bilen Hak Teala'dır.

Öbür şüphe de aynı şekilde cehaletin eseridir. Eğer Allah bir peygamber seçecekse, neden bu kimse kavimle­ri içinde ileri gelmiş bulunan, eşref ve hakim tabakadan biri olmasın. Aslında bu, insan denen mahlukun mahiyeti

ile ilgili değerleri bilmemenin neticesi olarak ortaya çıkan bir ifadedir. Aslında insanı yeryüzüne halife olacak duru­ma getiren ve safları arasında seçilmiş bir takım kimseleri risalet vazifesine layık gören, Hak Teala tarafından veril­miş olan kabiliyetleri bilmemenin eseridir. Bu değerlerin ise, ne mal ile ne de makam ile ilgisi vardır. Yeryüzünde hakim olmakla bu seçilme arasında hiç bir münasebet yoktur. Doğrudan doğruya ruh ile ilgilidir. Ruhun mele-i ala ile ilgili kurabilme kabiliyeti ile alâkalıdır. Ruhun te­mizliği, açıklığı ve emirleri alıp almayacak güçte olma­sıyla ilgilidir. Verilen emaneti taşıyıp taşımama, yerine getirip getirmeme, tebliğine güç getirip getirememe… Ve daha ne kadar peygamberlik vasıfları varsa onlarla alâkalıdır. Bunların hiç birisinin de mal ve mülk ile ma­kam ve mertebe ile ilgisi yoktur.

Ama Nuh kavminin elebaşları tıpkı her peygamberi­miz kavminin ileri gelenleri gibi bu ulvi hakikatleri görmemezlikten geliyorlar. Dünyevi makamlar onların gözü­nü kör ediyor da bu yüce gerçekleri görmek istemiyorlar. Risalet vazifesine peygamberlerin neden seçilmiş olacağı­nı farketmiyorlar. Çünkü onların kanaatına göre bu vazife bir insana verilmez. Eğer verilecek olursa da bu kimse mutlaka kendileri gibi kavimlerinin ileri geleni veya yer­yüzünde sözünü geçiren birisi olmalıdır." [33]

Evet, Nuh (a.s)'ın kavmi İbrahim (a.s)'ın kavmi ve ni­hayet Muhammed (s.a.v)'in kavminin ithamı, 'ayaktakımı ile bir mi olacağız? Onlara göre fakir ve kimsesizler, güç­süz ve zayıflar ayaktakımıydı. Onlara göre mustaz'aflar bu davaya iman etmişlerse, kendilerinin bu davaya iman etmeleri asla doğru olmazdı. Bu beyefendiler(î) mustaz'afların inandığı davaya mı inanacaklardı? Hayır, bu asla olamazdı. Bu onlar için bir felaketdi.

O gün Nuh, Hud, Salih, İbrahim, Musa, İsa (a.s)'ın ka­vimleri, dün Mekke müşrik toplumu, bugün de dünya ekabirleri... Hep aynı inanç, aynı söz ve aynı davranış Sanki bunlar tarihin başlagıcında bir araya gelmiş ve bu konuda yemin edip anlaşmışlardı. Eğer o günün Buyurasab'ı, Ken'an'ı zalim ve despotluğuyla ün salmışsa, geçmişin Nemrud ve Firavun'u, dünün Ebu Cehil ve Ebu Lehepleri, bugünün de Babrakları, Saddam ve Mübarekleri aynı zulüm ve despotluğuyla onları izlemektedir.

Nuh (a.s), kendisine ve İslam'a karşı yapılan bunca it­ham, böbürlenme ve döneklikleri bir elçi toleransı ile karşılayarak, kendisine yakışır bir şekilde mukabelede bulu­nuyor. Onlara acıyarak sürekli hatırlatmalarda bulunuyor. O ancak, Rabbinin öğretilerini kendilerine sunuyordu. Görevi de sedece tebliğ, uyarmak ve korkutmaktı.

Nuh (a.s)'un Dökuzyüz elli yıl [34] boyunca kavminin durumunu değiştirmek için çalışıp çabalaması maalesef kavmi açasından pek fayda sağlamadı. Nihayet, kavminin şirk ve putperestliğine daha fazla tahammül edemeyerek Allah'a yalvarmak zorunda kaldı. Çünkü onlar Nuh (a.s)'a karşı son tehditlerini şöyle yapmışlardı:

"Ey Nuh, eğer bu işe son vermezsen, şüphesiz taşlanacaksın', dediler. Nuh (a.s)' da:

'Rabbirh, milletim beni yalanladı. Benimle onlar arasında sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki insanları kurtar'dedi. Bunun üzerine onu ve beraberindekileri dolu bir gemi içinde taşıyarak kurtardık. Sonra da geriye kalanları (kafirler) suda boğduk." [35]

Evet, bu uzun uğraştan sonra, sürekli çalışmaları kös­teklenen, yoluna yeni yeni engeller çıkartılan, hayatı çe­kilmez hale getirilen, her türlü baskı, zulüm ve işkenceye maruz kalan, cesareti büsbütün kırılan Nuh (a.s), nihayet Rabbine yalvarıp yakarmak zorunda kalmıştı. Ve "Ey Rabbim, yeryüzünde kafirlerden bir tek kişi bırakma. Eğer bırakırsan Mü'min kullarını saptırırlar ve ancak facir ve kafir doğururlar." diyordu. Yine, Oğlu (Ka'an) için şunları söylüyordu:

"Ya Rabb, elbette oğlum, benim ailemdendir. Senin vaadin haktır. Onu yerine getirirsin; Sen, hakimlerin hakimisin, demişti. Yüce Allah da: 'Ey Nuh, o senin ailenden değildir. Çünkü' o, salih olmayan bir amele sahiptir (kafirdir). O halde bilmediğin bir şeyi benden isteme. Seni cahillerden olmaktan menederim. 'Nuh (a.s) dedi ki: 'Ey Rabbim, bilmediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve mer­hamet etmezsen, hüsrana düşenlerden olurum." [36]

Bu olayda da inanç bağının ne kadar ehemmiyetli ol­duğu açıkça görülmektedir. Kendi öz oğlunu kafirlikten dolayı kurtaramamıştı. İnanç bağı dışında kalan kan ve soy bağı, cins ve ırk bağı, meslek ve sınıf bağı, renk ve dil bağı, kavim ve aşiret bağı, toprak ve vatan bağı müslüman fertleri birbirine bağlayamaz. İşte bu olay, cahiliye mantığı ile, İslam mantığını birbiriniden ayıran temel noktalardır. İşte siz, cahiliye mantığıyla bakış açınızı tesbit ederseniz, büyük bir yanılgıya düşersiniz. Çünkü cahi­liye mantığında ne olursa olsun, baba çocuğunu yabana atamaz. Tehlikeli günlerde mutlaka sahip çıkması gerekir. Baba- evlât bağları her bağın üstündedir. Ama İslam, bü­tün bu ince ve kopmak üzere olan bağlara asla sahip çık­maz. İslam, sadece akide bağını tanır ve neticeyi de ona göre sonuçlandırır.

İşte, Nuh (a.s) ile oğlu arasında geçen olay ile daha sonra göreceğimiz İbrahim (a.s) ile babası, Muhammed (s.a.v) ile Ebu Talip arasında geçen olayın mahiyeti birdir. Yol budur:

Ya bir olan Allah'ın Uhihiyetine ve Rububiyetine dayanan İslam'a; ya da birçok aciz insanın kendi felsefesinden türettiği cahiliye düzenine inanacaksınız. Neticede, ya gemiye binip Allah'ın izniyle kurtulup mü­reffeh bir hayatı seçeceksiniz, ya da sularda boğulup Al­lah'ın çetin azabıyla başbaşa kalacaksınız.

Öz olarak, ya tevhid, ya şirk; ya İslam, ya küfür; ya cennet, ya da cehennem...

Evet, Nuh (a.s)'ın gemisi o korkunç dalgaların arasın­da Cudi dağının eteklerinde karaya oturmuş, o saf ve te­miz müslümanlar yeryüzüne dağılmış ancak yıllar sonra şeytan kendilerine Allah'ın emirlerini unutturmuş, putpe­rest bir Âd kavmi olarak dünya sahnesine çıkmışlardı. Bu kavim hakkında Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Ad kav­mine de kardeşleri Hud'u gönderdik. O da: 'Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. Yoksa sadece yalan uyduran kimseler olursunuz! Ey kavmim, ben sizden bunun için bir ücret istemiyorum. Benim ücre­tim, yalnız beni yaratana aittir. Aklınız ermiyor mu? Ey kavmim, Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin ki size gökten bol bol yağmur göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın, suçlu olarak dönmeyin." [37]

Ad kavmi vücutça bir hayli iri- yarı ve kuvvetliydi. [38] Aynı zamanda kültür ve medeniyetleri göz kamaştırıcıy­dı. Yüksek ve kalın sütunlardan yapılmış bina ve âbideler inşa etmek en belirgin özelliklerinden biriydi ve bu şekil­de şöhret bulmuşlardı. Kendi çağının rakipsiz ve eşsiz milletiydi. Bu sebeple hiç bir millet onlarla mücadeleyi aklının ucundan bile geçilmiyordu. [39]

Bu maddi ve bedensel üstünlük, kuvvet ve iktidar bu milleti fazlasıyla şımartmış/ve muhteris kılmıştı. Çünkü onlar: "Yeryüzünde haksız yere ululuk gösterip, bizden daha kuvvetli kim var dediler..." [40]

Sonra bu kavimin siyasi nizam ve iktidarı son derece zalim kişilerin elindeydi. [41] Dini durumlarına gelince, Allah'ın varlığını inkar etmiyorlardı. Ancak, Allah'a ortak koşuyorlardı. Onlar, sadece Allah'a kulluk etmekten hoş­lanmıyorlardı.

" Onlar: 'yalnız Allah'a ibadet edip, baba­larımızın taptıklarını terketmemiz için mi geldiniz? Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bizi korkutup durduğun azabı başımıza getir bakalım' dediler" [42]

Allame Kutub bu ayetlerin ışığında Ad kavmini şöyle tanıtıyor:

"İşte bu zalimler... İşte bu azgınlar... Hiç acımadan eziyorlar karşısındakileri... Nitekim bolluk şımartmış on­ları. Yeryüzünden sürekli hakimiyet sağlamak ve ebediyyen yaşamak hülyasıyla iş yerleri kurmuşlar... İşte bunla­ra karşı çıkıyor Hud (a.s)... Hem de bu derece katiyetle... Bir mü'minin yiğitliği, korkmazlığı, üstünlüğü ve Rabbine olan güveniyle... Tüm ve kesin olarak ayrılıyor onlar­dan. Meydan okuyor aldırmaksızın. Müsade etmeyin bana diyor, sonra da kalkıyor onların Allah'a karşı gelişleri­nin, şımarıklıklarının ve cüretkarlıklarının sebebini izah ediyor kendilerine.

Hud (a.s) bu derece kesin ve sarsılmaz bir direnişle çıkmıştı onların karşısına. Çünkü Rabbinin hakiki gücünü biliyordu ve yakinen inanıyordu ki bu zalim ve diktatör­ler, bu şımarık azgınlar sadece ve sadece birer canlıdırlar.' Ve yine yakinen biliyordu ki Rabbi her canlıyı alnından yakalayacaktır. Neden öyleyse bunca şımarıklık yapmak­taydı bu canlılar?.. Halbuki Rableri onları yeryüzünün ha­lifesi kılmıştı, O vermişti bunca nimeti, malı ve refahı on­lara. Üretim ve imal gücünü O lütfetmişti. Bunu da dene­mek için yapmıştı, yoksa sırf oldum olasıya değil. Dilerse Rabbi bunların hepsini tekrar ellerinden alabilirdi ve başkalarını getirirdi onların yerine. Bir zararları da dokun­mazdı onun Rabbine. O'nun hükmünü geri çevirecek güç­leri de yoktu. Şu halde neden korkacaktı Hud peygamber onlardan. Veren-alan, dilediği kimseye dilediği gibi tasarrruf yetkisi veren onun Rabbi değil miydi?..

Dava adamları kendi ruhlarında ve kendi iç alemlerin­de böyle yaşatmalıdırlar Rabblerine olan inançlarını... Ancak o zaman zalim ve azgın cahiliyet putlarının karşı­sına böyle yiğitçe dikilebilir. Ve üstünlüklerini izhar ede­bilir... Maddi kuvvetlerin, sınai kuvvetlerin, beşer ilminin mahsulü olan kuvvetlerin ve tecrübeye dayanan, deneyle­re istinad eden aletlerin ve sistemlerin kuvvetlerinin kar­şısına. Ve bilmelidirler ki Rableri her canlının alnından yakalayacaktır. İnsanlar, bütün insanlar sadece birer can­lıdırlar, başka değil.

Ve bir gün dava adamları kendi kavimlerinin karşıla­rına bu şekilde bir katiyyet ve ayrılıkla çıkmalıdırlar. İşte o zaman bir kavim için iki yol teşekkül edecektir. Birisi Allah'ın dinine bağlanacak ve O'ndan başkalarının buyruğunu reddedecektir. Diğeri de Allah'tan başkalarının dinine bağlanacak ve Allah'a karşı gelecektir?

Bu kesin ayrılığın tamamlandığı gün muhakkak Al­lah'ın vaadi tahakkuk edecek ve mü'minler muzaffer olacaklardır... Allah düşmanları ise hak ile yeksan, ancak bu­nun seldi belli olmaz. Akla gelen ve gelmeyen şekillerde olabilir. İslam davası tarihine göz attığımızda görürüz ki Allah dostlarıyla düşmanları akide esası üzerine ayrıldıkları gün ayırmış ve Allah düşmanlarının işini bitirmiştir. Onlar yalnız ve yalnız Allah'ın hizbi olup O'ndan başka­sına bağlanmadıkları ve başkalarından yardım, dilemedik­leri zaman, Allah kati hükmünü vermiştir..." [43]

Hud (a.s)'ın kendi milletine açıklamış olduğu doğrular asla fayda vermedi, vs nihayet Yüce Allah bu hususta hükmünü verdi:

"Ad kavmi de tekzib etti. Benim azabım ve tehdidim nasılmış? Nitekim o uğursuz günde üzerleri­ne dondurucu bir rüzgarı devamlı olarak gönderdik. İnsanları sökülmüş hurma kütüğü gibi kopararak yere seri­yordu. İşte benim azabım ve tehditlerim nasılmış?” [44]

“Yüce Allah, böylece İslam'ı yalanlayıp edip reddeden bir millleti daha, yok ediyor dünya sahnesinden. Kafile kafile insanlar gelip geçiyor o yüce imtihandan. Tabir ca­izse bütün sorular hep bir merkezden ve değişmez bir şekilde hazırlanıyor. (Hepsinin ortak bir amacı var, o da:

Allah'a kulluk edin O'ndan başka ilahınız yoktur.' Bütün kainatın, yerin ve göğün yaratılışındaki hikmet ancak bu o dur. Bu kadar melekler, bu kadar peygamberler, bu kadar kitaplar, bu kadar varisler ve nihayet bu kadar yazılar ve bu kadar konuşmaların asıl amacı budur... Ne kadar sözü uzatırsanız uzatınız, son sözünüz yine bu olacaktır:  'Al­lah'a kulluk edin, O'ndan başka ilahınız yoktur. 'Evet, bütün çabalar, bütün çalışmalar, bütün amaçlar... Yüce Allah, Ad kavmini helak ettikten sonra onların yerine Semud kavmini getiriyor ve onlara vermiş olduğu nimetlerden şöyle bahsediyor: "Ad kavminden sonra sizi hükümdarlar yaptığını ve sizi yeryüzünde yerleştirdiğini düşünün. Arzın ovalarında köşkler ve saraylar bina edip, dağları oyup evler yaparsınız. Allah'ın nimetlerini anın ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayın." [45]

Semud kavmi, yüce Allah'ın bunca nimetlerine şük­ran borcunu ödemeyip, şan ve şöhret peşinde koştular. Kendi güç ve kuvvetlerine güvendiler. Maddi refah, zen­ginlik, bolluk onları da çıldırtmıştı. Bir yandan kışlık ev­ler, bir yandan da dağlarda ve mağarlarda yazlık evler oyup yontuyorlardı. (Bu günkü yazlık ve kışlık villalar hatırlansın...) Fakat ne yazık ki teknikte bu kadar ilerle­melerine rağmen, dinde alçaldıkça alçalıyorlardı. Çünkü şirk, putperestlik, adaletsizlik zulüm ve baskı son raddeye varmıştı. Herifler iktidar koltuğunda oturup ahkâm kesi­yorlardı. Yüksek rütbeliler, kabile ağaları, villa beyleri büyüklük ve üstünlük kompleksiyle böbürleniyorlardı. Bu sınıflar elçinin (Salih (a.s)) davetini kibirlerine yedirip kabulllenmedikleri gibi, aşağı sınıf olarak kabul ettikleri ki­şileri de engellemek istiyorlardı. O kibir ve gurur sahibi herifleri Kur'an şöyle konuşturuyor:

"Salih'in kavminden imana gelmeyip kibirlenenler, içlerinden iman eden zayıf­lar için alay yollu şöyle dediler: 'Siz Salih'in hakikaten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu bi­liyor musunuz? Onlar da: 'Biz doğrusu onunla gönderilen her şeye iman edenlerdeniz' dediler. O kibirlenerek iman etmeyenler: 'Doğrusu biz, o sizin iman ettiğiniz şeyi in­kar eden kafirlerdeniz dediler.” [46]

Semud sapıklarının Salih (a.s)'ı reddetmelerinin temel amacı iktidar sevdasıydı. Eğer bir tek Rabbe iman edip Salih (a.s)'a uysalardı, saltanatları ellerinden çıkmış ola­caktı. Evet, her şey saltanat ve hakimiyetlerinin düşün­dükleri, bugün dünya müstekbirlerinin düşündükleri... Hepsi saltanat, hakimiyet ve hükümranlık ihtirası.

Allame Mevdudi, Semud kavminim İslam'a yanaşma­malarının temelinde şu üç ana sebebi görüyor ve şöyle diyordu:

"Semud kavmi üç sebepten dolayı Salih (a.s) 'in davetini reddediyorlardı. Birincisi, Salih (a.s) bir beşer ve­ya insandı. Başka insanlardan üstünlüğü yoktu. Salih (a.s)'ın Semud kavminin bir ferdi olması ve herhangi bir özelliğe sahip olmamamasi ikinci. Üçüncü ise, Salih alalede ve yalnız bir insandı. Kendisi tanınmış bir hakim veya kabile reisi değildi. Çevresinde pervane gibi dolaşan insanlar yoktu. Bir ordusu yoktu, gösterişli tavırları yok­tu. Semudlu eşraflara göre Salih (a.s) insan üstü bir varlık olmalıydı. Onlar, onun beşeriyetini de kabul etmeye ha­zırdılar, ancak alelade bir kişi olması ve bizzat kendi mil­letinden olmasını hazmedemiyorlardı. Böyle bir insan başka bir yerden ve milletten gelmeliydi. Hatta gökten in­dirilmeliydi. Bunların hiç biri olmazsa, en azından nüfuz­lu bir kabile reisi ye zengin bir lider olmalıydı. Salih gibi sade ve saf bir insanın peygamber olmasını bir türlü kabul edemiyorlardı."[47]

Doğrusu tarihi süreç içerisinde tekzip edenlerin için­deki kin ve şüphe asla değişmemiştir. Tarihin seyrine baktığımızda inanmak ve teslim olmak istemeyenlerin söz ve davranışları hep aynı olmuştur. 'İçimizden bir insana mı uyacağız? Kitap aramızda ona mı verilmeliydi? Bir melek gelmeli değil miydi?..' Hep aynı davrınış.

Hakikat şudur ki insanı ilgilendiren haklı söz ve haklı davettir. Bir davetin ne kadar gerçek olduğuna bakmak gerekir. Yoksa tebliğ eden davetçinin içimizden herhangi biri olması hiç bir şey değiştirmemelidir. Asıl olan da davetçinin içimizden görevlendirilmiş olması ve bizimde gururlanmadan, kibirlenmeden ona tabi olmamızdır. Sına­vın sun da buradadır. Ama maalesef, insanların çoğu tabi olacak kişiye, kendilerinden servet ve makamca üstün ve hürmete şayan olmasından endişe ederek tabi olmamakta­dırlar.

"Onlar bir ayet (hakikat) görürlerse yüz çevirirler ve süregelen bir büyüdür derler. Ve yalanlayıp kendi heves­lerine uyarlar. Fakat her iş kararlaştırılmıştır."

Tarih sahnesinde böylesine inkarcılar çoğalıp kolgezmeye başlayınca ve içlerinde bulunan elçi de son noktası­na kadar görevini tebliğ edip bir şey yapamaz hale gelin­ce; işte o zaman müminleri kurtarmak, inkar edenleri top-yekün helak etmek zamanı gelmiş demektir.

Yüce Allah, Semud kavmini büyüklenmelerinin ve kibirlenmelirin karşılığını şöyle beyan ediyor:

"Semud kavmi de uyarıcıları (elçileri) yalanladı. De­diler ki: 'İçimizden bir insana mı uyacağız? O zaman bir sapıklık ve delilik etmiş oluruz. Kitap aramızda ona mı verilmiş? Hayır, o pek yalancı ve şımarığın tekidir. 'Yarın kimin pek yalancı ve şımarık olduğunu bileceklerdir. Ger­çekten onları imtihan için dişi deveyi gönderen biziz. Onları gözetle ve sabret. Onlara suyun aralarında taksim ol­duğunu haber ver. Her biri su nöbetinde bulunsun. Arka­daşlarını çağırdılar, o da kılıcını çekerek deveyi kesti. İşte benim azabım ve tehditlerim nasılmış? Nitekim üzerlerine bir tek çığlık gönderdik de ağılcıların kullandığı kurumuş ot gibi oldular." [48]

"Salih ümmetini şöyle uyardı: 'Yurdunuzuda üç gün daha yaşayın durun." [49]

'Salih (a.s)'ın bu uyarısını dahi ala­ya almışlardı. Salih onların arasında müslümanlarla bir­likte Sina'ya doğru ayrılıp gitti. Üçüncü gün, mühletin so­na ereceği gece yarısı korkunç bir çığlık (patlama) ve bu­nunla birlikte şiddetli bir deprem oldu ve bütün kafirler helak olup ahırda ezilen otlar gibi ezilip çörçöp haline geldiler. O muhteşem medeniyetler; sarayları, yazlık ve kışlık villaları, kibir ve gururları, teknolojileri bu patla­manın önüne geçememişti. O azgınlara yaraşan bundan başka bir şey olamazdı. [50]



[28] A'raf: 7/59-64.

[29] Hud: 11/27

[30] Mü'mimin: 23/24.

[31] Hud: 11/31.

[32] Mü'minun: 23/25.

[33] Fizilal'il-Kur'an; c.8, s.151-152.

[34] Ankebut: 29/14.

[35] Şuara: 26/116-120

[36] Hud: 11/45-47.

[37] Hud: 11/50-52.

[38] A'raf: 7/69.

[39] Fecr: 89/6-8.

[40] Fussilet: 41/15...

[41] Hud: 11/59.

[42] A'raf: 7/70.

[43] Fizilal’il-Kur'an; c.8, s.222-223.

[44] Kamer: 54/18-21.

[45] A'raf: 7/74.

[46] A'raf: 75-76.

[47] Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi; c.l, s.420-421.

[48] Kamer: 54/23-31.

[49] Hud: 11/65.

[50] Beşir İslamoğlu, İslami Hareketin Tarihi Seyri, Denge Yayınları, İstanbul, 1993: 28-41.


Kaan8/B
Mon 27 April 2015, 07:02 pm GMT +0200
Adem (a.s) ile başlayan iman kafilesi, uzun yolda yü­rümesine devam ediyor. Fakat asırlar geçtikçe insanoğlu yeni şartların dalgaları içinde çalkalanıp rotasını kaybede­biliyor. Zira insan beşer olma hasebiyle kendisine öğreti­lenleri unutabilirdi, zaafa düşebilirdi ve şeytana mağlup olabilirdi. Yüce Allah, böyle sapıklığa itilmiş olan insa­noğlunu asla yalnız bırakmamış, gerekli zamanlarda elçi­lerini göndermiştir.