- Norveç olayı

Adsense kodları


Norveç olayı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 25 July 2012, 01:08 pm GMT +0200
Norveç olayı ve Avrupa’nın İslâm ve Müslümanlarla sınavı
Özcan HIDIR • 79. Sayı / DOSYA YAZILARI


Son olarak Norveç’te yaşanan trajik olayın da gösterdiği üzere, Avrupa, Müslümanlarla zorlu bir sınavdan geçiyor. Son yıllarda özelde Avrupa’da genelde de bütün Batı ülkelerinde bunu doğrulayan birtakım gelişmeler gözlemleniyor. Üstelik nereden ve nasıl baktığınıza bağlı olarak da bu sınavın nasıl sonuçlanacağına dair bir kanaate sahip olabilmek mümkün olabiliyor. Zira bir yandan 1950 sonrasındaki işçi göçü ile Batı Avrupa ülkelerine gelen Müslümanların modern dönemde sosyo-kültürel hayatta iyice belirginleşmeye başlayan varlığı ve dinlerini yaşama tezâhürleri, Avrupalıların, modernizm ile ters yüz ettikleri kendi dindarlıklarını ve teolojilerini Müslümanlar üzerinden sorgulamalarını beraberinde getirirken, diğer taraftan da bu “Avrupalılık kimliği ve ruhu”nda çeşitli travma ve korkulara yol açıyor. Üstelik bu korku ve travma hemen her gün azalacağına daha da derinleşiyor. Mesela Ramazan’ın o kutlu iklimini soluduğumuz ve adım adım bayrama eriştiğimiz günlerde, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde daha bir öne çıkan camiler, namaz, oruç ve yardımlaşma gibi İslamî ibadetler, Müslümanlar bakımından “İslam’ın güleryüzü”nü temsil ediyor. Ancak Hıristiyan kültürüne sahip Batı Avrupa için bu, bir yandan sözünü ettiğimiz travmayı arttırırken diğer yandan da litürgie/ibadet anlamında içi boşaltılmış haldeki haftada bir günlük kilise ayininin sorgulanmasını beraberinde getiriyor.

Böylece toplumda tezahürleri olan bu ibadetleriyle ve yaşam tarzlarıyla Müslümanlar, aslında sekülerliğin alabildiğine öne çıktığı Batı toplumlarındaki günlük yaşantılarında son derece aktif ve dinamik bir inancı yaşıyorlar. Paradoks gibi görülse de, toplumda tezahürleri olan ibadetleriyle Müslümanlar, azınlık olmalarına ve bütün İslamofobik-anti İslamist söz ve eylemlere rağmen Avrupa’da toplumdan uzaklaştırılmış olan “Tanrı”yı tekrar toplumsal mekânlarda görünür hale getiriyorlar. Üstelik bu durum gittikçe daha da belirginleşiyor. Yani Avrupa’da İslam ve Müslümanlar, günümüzde Yahudi-Hıristiyan ve hümanist kültüre sahip Avrupa’nın bilincini sorguluyor; ama aynı zamanda da Avrupa ve Batı’nın çağdaşı haline geliyor. Zira geçmişte olduğu gibi, artık Doğu ve Batı gibi keskin ayırımların anlamsızlaştığı bir başka gerçek de karşımızda duruyor. Eskiden Batı'ya doğru gittikçe Doğu'dan uzaklaşılır, şimdi Batı'ya doğru gittikçe Doğu ile karşılaştığımız dinamik, iç içe geçmiş global bir süreci yaşıyoruz. Bir anlamda Müslümanlar seccadelerini Batı'nın ve Avrupa'nın her yerine seriyor; adeta oraları seccade yapıyorlar. Tebuk Seferi'ne çıkmazdan evvel Efendimiz’den (s.a.v), "Yâ Rasulallah! Bana ezberleyeceğim bir şey tavsiye buyurunuz" diye sorması üzerine Abdullah b. Revâha’ya (r.a) Efendimiz’in (s.a.v), "Sen yarın Allah'a pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri (namazları) çoğalt" buyurması gibi, gayr-i Müslim ülkelerde secdelerini çoğaltıyor, oruçlarının manevi atmosferini yaşıyor, iftar sofralarını ve çadırlarını Avrupa'nın merkezlerinde kuruyor, Ramazan ve bayramların bütün nuraniyet ve ruhaniyeti ile alabildiğine yaşamaya ve yaşatmaya çalışıyorlar. Yani “yaşlı kıta”nın geleceğine artık sadece Hıristiyanlar yön vermiyor. Kiliselerin üye sayısının son yıllarda ciddi oranlarda azalması, bazı kiliselerin kapılarını pazar günü haricinde -ki o da çoğu yaşlı kişilere- açamaması, bunun en önemli belirtisi olarak karşımıza çıkıyor. Avrupa'nın önemli şehirlerinde bugün pek çok tarihî kilise binasının müze ve kafelere dönüştürülmüş olması, biraz daha şanslı olanların ise Müslümanlar tarafından satın alınıp camiye çevrilmiş olması, bunu gösterse gerektir.

Bu itibarla şunu söyleyebiliriz ki, İslam ve Müslümanlar, ibadetleri, bayramları ve diğer değerleriyle, günümüzde alabildiğine bir Avrupa meselesi haline gelmiştir. Bir anlamda İslam ve Müslümanlar, geçmişte olduğu gibi artık Avrupa dışındaki "öteki" değil, Avrupa içindeki "öteki"dir. Üstelik Batı'daki kaybolmuş değerleri inşa edebilecek bir "öteki" oluyor.

Bütün bunların bir sonucu olarak da, özellikle 11 Eylül sonrasında sadece Amerika'da İslam’a girenlerin sayısının 550 bin olduğu söyleniyor. Fransa'da günde ortalama 3-4 kişinin İslam’a girdiği veya ilgi duyduğundan bahsediliyor. Almanya’da yaklaşık 150-200 bin civarında yerli Müslüman'ın varlığı konuşuluyor. Bütün bunlar, az önce de söylediğimiz gibi, “Avrupa Müslümanlaşıyor mu?” sorusunu beraberinde getiriyor ve buna paralel olarak da korku pompalanıp karalama kampanyaları açılıyor.

Bu ise içeride zaman zaman değerler çatışmasını tetikliyor. Minarelerin boyundan ezan sesine ve zaman zaman kamuya ait alanlarda kılınan namazlara kadar hararetli tartışmalar yapılıyor. Bazı yerlerde camilerin minaresiz yapılması isteniyor. Yani aslında Avrupa kamusal alanının en korkulu, heyecan verici konuları, son zamanlarda hep İslam ve Müslümanlar etrafında tartışılıyor. Dolayısıyla Avrupa ülkeleri İslam’ın varlığını kendi bünyelerinde birebir yaşıyor ve bir arada yaşama ve anlama sorunu ile yüzyüze gelmiş haldeler. Bir anlamda “öteki Avrupa” “eski Avrupa”yı dinî ve teolojik anlamda ateşliyor. Yani Müslümanlık ibadetleriyle ve sembolleriyle alabildiğine görünür hale gelmişken, aynı oranda bu görünürlük de tartışılıyor.

Tabiatıyla bu durum, bir yandan Müslümanların kendine güvenlerini artırırken, Avrupalılar cephesinde ise son 10-15 yılda kendi içindeki İslam’ın daha fazla farkına varmasına ve aynı zamanda çatışma noktalarını artırıcı da bir sonuca yol açıyor. Buna karşılık iki reaksiyon gelişiyor. Şöyle ki: aşırı sağ partiler buna doğrudan cephe alıcı söylem ve eylemlerle hareket ediyorlar. Norveç’teki olayın faili olan Anders Behring Breivik’in de ilham aldığını belirttiği Hollanda’daki Geert Wilders, Almanya’da Theo Sarrazin, Fransa’da Le Pen gibi aşırı sağ siyasetçileri buna örnek gösterebiliriz. Bir de Hıristiyan merkez sağ partiler içerisinde onların paralelinde düşünen ancak şu veya bu sebeple seslerini onlar kadar net çıkaramayanlar mevcut.

Burada biraz durup söz konusu “Hıristiyan Demokrat Merkez” partilerin politik çizgisinden söz etmek faydalı olacaktır. Zira bu politik çizginin ismi her ne kadar “Hıristiyan Demokrat Merkez” olsa da, İslam, Müslümanlar söz konusu olduğunda aslında daha ziyade “demokratlık” geri plana düşmekte ve “Hıristiyanlık”, Hıristiyanlığın yön verdiği perspektif ve değerler ile İslam ve İslamî sembollere düşmanlık tayin edici bir rol oynamaktadır. Dolayısıyla İslam karşıtı refleksler-eğilimler alabildiğine öne çıkıyor. Ancak bu reflekslerin dillendirilmesinde doğrudan İslam ve Müslümanlar hedef alınmıyor, genelde “entegrasyon”, “uyum”, “göçmenlik”, “özgürlükler”, “Avrupa norm ve değerleri”, “çok kültürlülüğün tartışılması gerektiği” gibi kavram ve söylemlerin arkasına saklanılıyor. Çok kültürlülüğün bittiğine dair yakın zamanlarda Angela Merkel, Nikolas Sarkozy, David Cameron, Maxime Verhagen gibi siyasetçilerin söylemleri ve akabindeki tartışmalar da bununla alakalıdır. Dolayısıyla bu tür söylem ve politikalar aslında Müslümanlar dolayımında ve onlar ana hedef seçilerek şekilleniyor. Zira çok kültürlü toplum yapısı Avrupa’da daha ziyade Müslümanları ilgilendiren bir yapıydı. Yani onlar çok kültürlü toplum yapısının imkânlarından yararlanıyorlardı. Dolayısıyla Avrupalılar, kendi kültürümüze dönmemiz gerek derken, Müslümanların o toplumda tamamen asimile olmasını kastetmektedirler. “Çok kültürlülüğün imkânlarından yararlanma devriniz artık bitti demektir”, bunun anlamı.

Norveç olayı ve Müslümanlara bakışta paradigma değişikliği
Bütün bunlara rağmen Norveç’teki olayın, Müslümanlara bakışta bir durum değerlendirmesine ve tutum değişikliğine yol açma imkânı alabildiğine mevcuttur. Nitekim bu olayın failinin Hıristiyan kökene sahip beyaz bir Avrupalı olması ve yukarıda da belirttiğimiz üzere Hollandalı İslam karşıtı politikacı Geert Wilders başta olmak üzere aşırı sağ ve İslâm karşıtı politikacılardan esinlendiğinin ortaya çıkması, Avrupa siyasileri ve karar vericileri nezdinde, İslam ve Müslümanlara yönelik söylemlerde ve kararlarda sureta yeni bir durum değerlendirmesine yol açmışa benziyor.

Hıristiyan Avrupa’nın İslam ile tarih boyunca hep bir sınavı olmuştu. İslam’ın son ilahî din olarak gelmiş olması, bunun kanaatimce esas sebeplerinden biridir. Yani Avrupa'nın problemi, görünürde Müslümanlarla gibi görünüyorsa da, esasen İslam ile olmuştur. Bunun bir sonucu olarak tarih içerisinde İslam’ı ve onun değerlerini karalama, yozlaştırmaya dair çalışmalar ve kampanyalar hiç eksik olmamıştır. Oryantalizm diye nitelenen ve İslam ile alakalı devasa bir literatüre sahip alan, bu söylediğimizin en önemli göstergelerinden biridir. Buna göre İslam, tarihte Hıristiyanlığın “sapkın/heretik bir kolu”, “bir ideoloji”, “şiddet dini” olarak görülmüş ve buna paralel olarak da Yüce Kitabımız Kur’an ve Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) yönelik oldukça çirkin tanımlamalar ortaya konmuştur. Bugün yaşadıklarımız aslında tarihin modern dönemdeki tekerrürüdür. Nitekim İngiliz asıllı insaflı yazarlardan Karen Armstrong’un kendi arka planı ve kültürel dokusu hakkındaki şu sözü bu anlamda gerçeğin ifadesidir:

“Batı’da İslam düşmanlığının kökleri derindedir. Bu nefret tohumları, Haçlı Savaşları’yla atılmıştır. Politikacılar bu derin kökleri ısrarla yeniden ortaya çıkarmaktadır. Batı medyası da bu süreçte olumsuz bir rol oynuyor. Osmanlı’nın yayılması, Batı’nın insanlık onurunu ayaklar altına alarak yayılması gibi değildir.”

Ne var ki Batı Avrupa’nın Müslümanlarla olan esas sınavının bundan sonraki süreçte olacağını söylemek safdillik olmasa gerektir. Tayini güç olan, bu sınavın Müslümanlar açısından ne oranda pozitif ve ne oranda negatif sonuçlar üreteceğidir. Bu anlamıyla Norveç olayı, her ne kadar erken hükümden kaçınmak gerekirse de, kendi çapında İslâm’a ve Müslümanlara bakışta kısa vadede görünürde pozitif anlamda bir paradigma değişikliğini beraberinde getirecek gibi gözüküyor. Zira bu olay, Avrupa’nın, “terör saldırılarını doğrudan ve ilk anda İslam ile ilişkilendirme kolaycılığı”na sarılmasını zorlaştırmıştır. Hiç şüphesiz bu durum, genelde bütün dünyadaki ama özelde Avrupa’daki Müslümanlar açısından önemli bir aşamadır.

Siyasi oryantalizmin etkileri
Diğer taraftan meselenin Batı’da yaşayan Müslümanlar açısından psikolojik bir yönü de yok değildir. Zira İslâm ile alakalı konuşma yapmak üzere katıldığımız ve Hıristiyan konuşmacıların da bulunduğu hemen her toplantıda, doğrudan veya dolaylı olarak mutlaka İslam’ın terör ile bağlantısı gündeme getirilir, İslam’ın terörü destekleyen bir din olduğu ima edilir. Onlara göre “her Müslüman terörist değilse de, her terörist Müslümandır.” Yine bu meyanda, her ne kadar istatistikler aksini söylese de, Müslümanların Avrupa’da çoğaldıkları, her geçen gün Avrupa’yı istila etme yoluna gittikleri, Avrupa’nın İslamlaşacağı, İslamî hayatın ve Müslümanlara ait çeşitli kurumların Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde gündelik hayatı alabildiğine etkilediği de söylenmekteydi. Bu tür söylemlerin revaç bulmasında, yeni bir aşamaya girdiğini ve kendi içinde evrildiğini düşündüğümüz özellikle “siyasi oryantalizm”in önemli etkisinin olduğu malumdur.

Söz konusu bu platformlarda Müslüman olarak bizler ise genelde, İslam’ın terörü onaylamadığı, bir Müslümanın yaptığı yanlışın tüm Müslümanları ve İslam'ı bağlamayacağı, “ed-Dîn” olarak İslâm’ın “ed-tedeyyün” demek olan Müslümanların söylem ve eylemleri ile birebir eş tutulmasının yanlışlığı ve ayrıca Hıristiyanlardan da bu tür eylemler yapanların olduğunu söylüyorsak da çok etkili olmuyordu. Zira Şarkiyatçılık adlı önemli eserin sahibi Edward Said’in de vurguladığı üzere, İslam ve Müslümanlar üzerinde Batı’da ciddi bir blokaj, kötü imaj üretme ve karalama kampanyası vardır. Bir kısım Müslümanların da buna malzeme ürettiği meselesi, ayrıca ele alınması gereken “bahs-i diğer”dir.

Ama Norveç’teki saldırı, Hıristiyan kökenli birinin, İslam’ın Avrupa’daki yayılmasına olan nefretinin en önemli saik olduğu terör eylemini yapabildiğini ve gözünü kırpmadan birçok masum insanı öldürdüğünü somut olarak gözler önüne sermiş oldu. Üstelik bunu yaparken İslam ve Müslüman karşıtı kapsamlı bir manifesto ortaya koyarak bunu yaptı ve bu sonuçtan da iktidardaki solcu İşçi Partisini sorumlu tuttu. Ancak terör eyleminin failinin kimliği ve sebebi anlaşılınca, olay hiçbir şekilde “Hıristiyanlık”la ilişkilendirilmeyip “münferit bir hadisedir ve hatta psikolojik rahatsızlıkları vardır”, diye geçiştirilme yoluna gidildi. Bunda şaşılacak bir durum yoktur; zira bu, aslında kadim ve tipik bir Batı tutumudur. Aynı fiili -Allah korusun- bir Müslüman işlemiş olsaydı, ikinci bir 11 Eylül türü tavırlar sergilenecek, kitaplar yazılacak, tezler yapılacak, günlerce aylarca gündemimizi işgal edecek ve her şeyden önemlisi özellikle Avrupa’daki Müslümanlar için hayat cehenneme dönecekti. Ancak şimdi hadise medyada neredeyse unut(tur)uldu. Olayın Norveç’te bile gündem işgal ettiğini sanmıyorum.

Öte yandan bütün bunlar, Batı’nın İslâm’a karşı sürdürdüğü ısrarlı ve çiftte standartlı tavrın, yine kendi içinde, objektif ve insaf sahibi kimselerce eleştirilmesi ve sorgulanmasına da yol açmıştır. Ayrıca bu olayın, Anders Breivik’in ilham aldığı aşırı sağcı ve İslâm karşıtı politikacı, yazar ve aktivistler üzerinde psikolojik bir baskı ortaya koyabilecek olması önemlidir ki, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde buna yönelik tartışmaların yapılıyor olması, bu yöndeki ümidimizi arttırıyor. Şu halde Norveç’te yaşanan olayın, şayet Avrupa’daki hükümetler ve AB cesur davranabilirse, İslâm karşıtı söylem ve eylemlerin oldukça törpülenmesine zemin hazırlayabileceğini de söylemek mümkündür. Şu an için böyle bir psikolojik zemin mevcuttur.

Umarım ve dilerim ki, Norveç’te yaşanan bu son olay, 11 Eylül sonrası alabildiğine artmış olan islamofobik ve İslam karşıtı eylem ve söylemleri, tamamen ortadan kaldırmazsa da, azaltıcı etki yapar. Bunun böyle olması aslında bir yönüyle de Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanların gelecekte nasıl hareket edecekleriyle de yakından ilgili. Bu meyanda Müslümanların hiçbir surette negatif, refleksif ve reaksiyoner hareket etmememeleri gerekiyor. Olayları iyi analiz edip mümkün olduğunca müspet ve aksiyoner hareket etmeleri, hizmet ve aksiyon-amel öncelikli olmaları lazımdır. Aksiyoner hareket etmekle de esasen Müslümanların kendi ajandalarını uygulamalarını, başkalarının ajandası ile hareket etmemelerini, çıkan fırsatları da iyi değerlendirmelerini, Müslümanlara yer yer destek çıkan ilgili ülkelerdeki kanun maddelerinden ve insanlardan istifade edebilmelerini, İslam’dan asla taviz vermeden yaşanılan ortamlarda Müslümanca nasıl yaşayabilecekleri üzerinde zihin yormalarını kastediyoruz.

Tabiatıyla bunun en önemli şartı, İslam’ı iyi bilmek ve ayrıca Batı ülkelerinin şartlarını çok iyi bilmektir. Bu ise, sözünü-özünü, tebliğini-temsilini bu minval üzere planlayıp uygulamaya çalışmak, kendi lehine olan özgürlükleri de her türlü platformda savunmanın gayreti içinde olmakla gerçekleşebilecektir. Burada da etkili iletişim, yapılacak işlerin önceliğini tespit yani ehemi mühime tercih, İslâm ve Müslümanlara nispeten karşı önyargısız, müspet düşünebilen, öncü âkil adamları Müslümanların hakları doğrultusunda mobilize edebilme, “göçmen” gibi iğreti değil, “muhâcir” gibi inşa edici bir ruhla hareket edebilme ve iyi bir “dinî-entellektüel liderlik” ortaya koyabilme başarısına bağlıdır.

* Doç. Dr. Özcan Hıdır, Rotterdam İslam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı.