- Nizam-ı Cedid Ahvâli

Adsense kodları


Nizam-ı Cedid Ahvâli

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 16 August 2012, 02:23 pm GMT +0200
Seyyah Bir Derviş’in kaleminden Nizam-ı Cedid Ahvâli
Ömer İŞBİLİR • 89. Sayı / DOSYA YAZILARI


Kuşmânî Efendi’nin risâlesi birkaç nüshasının dışında maalesef fazla intişar etmemiş. Belki de bu durum, III. Selim ve Nizâm-ı Cedîd’in akıbetleriyle yakından alâkalıdır. Kendisini “seyyah bir derviş” olarak niteleyen Ubeydullah Kuşmânî Efendi’nin doğum yeri ve tarihi belli değil. Osmanlı III. Selim’in tahta cülûsundan sonra,1790 senesi içinde seyahate çıktı. Seyahatin beşinci yılı olan 1209’da (1794-95) İstanbul’a gelen Kuşmânî’nin bazı meclislerde Nizâm-ı Cedîd’e dair sohbetlerde bulunduğu anlaşılıyor. 1803–1805 yılları arasında bulunduğu İstanbul’da Nizâm-ı Cedîd hakkında yaptığı sohbetler birtakım kimseleri rahatsız etti. İstanbul’a Erzurum’dan geldiğine binâen, Tayyar Mahmud Paşa’nın casusu olmak töhmetiyle hapsedildiyse de bir müddet sonra III. Selim’in müdâhalesiyle kurtuldu.

Sultan III. Selim, henüz şehzâdeliği sırasında devletin ahvâlini yakından takip etmiş ve ıslahat düşüncesi daha o zaman kendisinde yerleşmişti. Hatta ıslahat hakkında görüşlerini almak üzere Fransa kralı XVI. Louis ile dahi mektuplaşmıştı. Padişah olduktan sonra ise başta sadrazam olmak üzere devlet adamlarına, ıslahat hakkındaki görüşlerini birer lâyiha ile takdim etmelerini emretmişti (1792). Bu lâyihalarla Zebîre arasında hem muhtevâ hem de te’lif sebebi bakımından farklar var. Lâyihalar, padişâhın emriyle hazırlanıp takdim edilmesine mukabil, Zebîre, müellifin kendi arzusuyla kaleme alınmıştı. Lâyihalarda, askerî ve idârî sahada yapılması düşünülen ıslahatın nasıl olması gerektiği ve ne şekilde uygulanacağı hususunda değişik kimselerin görüşleri padişaha sunulmuştu. Zebîre’nin te’lif edildiği vakit Nizâm-ı Cedîd faaliyete çoktan geçmişti. Bu bakımdan Kuşmânî Efendi eserinde muârızlara karşı Nizâm-ı Cedîd’in müdafaasını yapmaktaydı. Klasik İslâm eserlerinde olduğu gibi “hamdele” ve “salvele” ile başlayan eserin dibacesinde müellif, hamiyet-i İslâmiyye ve gayret-i imâniyesinin bir neticesi olarak, tertibât-ı nusret-medâr ve Tanzîmât-ı fütûhât-intizâr diye tavsif ettiği Nizâm-ı Cedîd’e dil uzatanlara cevap vermek, aynı zamanda yeni kurulan ordunun iştihar ve sevilmesine vesile olmak maksadıyla Vezir Kadı Abdurrahman Paşa’nın da tavsiyesiyle bu risâleyi kaleme aldığını ifade ediyor. III. Selim’in mahlası olan İlhâmî’ye âtıfla da eserin ismini Zebîre-i Kuşmânî fî Ta‘rîf-i Nizâm-ı İlhâmî koyduğunu belirtiyor.

Nizâm-ı Cedid’in gerekliliği
Mukaddime’de Sultan III. Selim’in tahta cülûsuna işaret ettikten sonra, Osmanlı askerinin o anki durumunu ele alan müellif, ordunun nizâm-ı kadîmlerinin bozulup ahvallerinin perişan olduğunu, bu vaziyetiyle düşmana karşı mukabele ve mukatele şöyle dursun müdafaaya dahi mecâli olmadığını, bundan dolayı küffârın defaatle Osmanlı ordusuna karşı galip geldiğini söylüyor. Müellife göre henüz daha tahta geçmeden bu durumun farkında olan Sultan III. Selim, Avrupa ile ceng etmeye kadir bir ordu kurmaya karar vermişti. Bu maksatla, yapacağı yeniliklere zemin hazırlamak için birtakım kanun ve nizâmlar ihdâs ettiği gibi askerin barınacağı kışlalar ve tâlimgâhlar binâ eylemişti. 1209 senesinde İstanbul’a gelen müellif topçular için bina edilen talimgâh ve kışlaları gördüğünü ifade etmekteydi.

Bazı devlet adamlarının Nizâm-ı Cedîd aleyhine yapmış oldukları faaliyetlere de işaret eden müellif, bunları çok ağır bir dille tenkit etmekte ve bu iddiâsına Kur’an-ı Kerîm’den âyet-i kerîmeler ve Hazreti Peygamber’den de(s.a.v) hadis-i şerîflerle kuvvet katmaktaydı. Nitekim bu cümleden olarak, ulül-emre itaatin farz olduğunu ve küffara karşı mukabele bi’l-misil yapılması gerektiğini, harbin hileden ibâret ve cihad gibi, ilminin ve talimin farz kılındığını, çeşitli ayetler ve hadislerle isbât etmekte, mücerred lebs-i elbise-i askerî ile hakiki asker olunamayacağını söylemekteydi. Bu arada, yer yer kendisinden de bahseden müellif, bu mevzuları muhtelif zaman ve zeminlerde dile getirmekten çekinmediğini, hatta bazı kimselerin, askerî olmadığı ve hazîne-i şâhâneden herhangi bir ulufe almadığı halde neden böyle meselelerle uğraştığını sormalarına ve da‘vâ-yı kâzibe ile askerîlik iddi‘âsında olan kimselerin vücûduna bir zarar verebileceğine dair ikazlarına karşılık, gayret-i dîni gütmek husûsunda müsâfir ile mücâvirin bir olduğunu, seyyaha ve fellâha ayrı ayrı kitâp indirilmediğini, mârufu emr ve münkerden nehy etmenin bütün Müslümanlar için farz olduğunu söyleyerek cevap veriyor.

İyiliği emr, kötülüğü nehy
Ulemânın durumuna da temas eden müellif, cihadın efdahü’l-a‘mâl olduğunu, sâir ibadetlerin cihâda nisbetle derya indinde bir katre olmadığının hadîs-i şerîfte ifâde edildiğini bildikleri halde, sohbetlerinde ve meclislerinde bu meseleye hiç temas etmemelerinden dolayı onları şiddetle tenkid ediyor. Bu müdâhin tutumlarından dolayı Allah’ın ulemanın halk arasında itibarını kaldırıp kendilerinden câhil kimselere dalkavuk eylediğini belirtiyor. Cemiyet hayatında âlimin azmasının âlemin azması demek olduğunu söylüyor. Ona göre âlimlerin esas vazifesi halkı doğru bir şekilde bilgilendirmek ve aydınlatmak. Sadece kendi ibadet ve tatlarıyla meşgul olan ulemâ, bu tutumlarıyla doğru bir şey yapmış olmazlar ve helâkleri mukarrer. Müellif bu davasını, Lut kavminden bir misal vermek suretiyle isbata çalışıyor. Lut kavmini helâk ile görevlendirilen Cebrail aleyhisselâm bunların içinde dörtbin kişinin gece gündüz durmaksızın Allah’a ibâdetle meşgul olduklarını görüp bu kişilerin neden helâke müstehak olduklarını suâl eylediğinde, emr-i maruf ve nehy-i münkeri bırakıp mücerred kendi nefislerini düşündükleri için onların da diğerleriyle birlikte cezalandırılacağı cevâbını almıştı. Yeniçerilerine yeniçeri taraftarlarının Nizâm-ı Cedîd’e karşı çıkarken düştükleri bir tenakuza işaret eden müellif, vaktiyle yeniçeri ocaklarının kuruluşu esnasında o zamanki segbanların da bu duruma itiraz ederek asla yeniçeri olmayacaklarını söylediklerini hatırlatıp muarızları itidale çağırıyor.

Yeniçerilerin çıkardığı fitneler
Birinci makalede Yeniçeriler ve yeniçeri taraftarlarınca Nizâm-ı Cedîd askerlerinin tenkid edildiği hususlardan birisi de giyim-kuşamlarıydı. Onlara göre Nizâm-ı Cedîd askerinin giydikleri potur, barata gibi elbiseler kefere kıyafetiydi. Burada müellifin temas ettiği bir mesele vardır ki çok mühim: Bilindiği gibi Nizâm-ı Cedîd askerleri tranpet kullanıyorlardı. Bu durum yeniçeriler tarafından şiddetle tenkit ediliyordu. Müellif ise, tranpet ile Arapça’daki tabl-u âlem ve Farsça’daki kös-i cengin ayı şeyler olduğunu söylüyor.  Ayrıca yeniçerilerin bir yolunu bularak esame sâhibi olup ulufe aldıkları halde, her birinin muhtelif mesleklerle iştigal edip askerlikle alâkalarının olmamasına rağmen Nizâm-ı Cedîd’e dil uzatmaları şiddetle tenkit ediliyor. Talimsiz ve harp hilelerinden haberdar olmayan yeniçeri askerlerinin çokluğu düşmanı asla korkutmaz; bilakis böyle nizamsız kalabalık, daha çabuk bozguna uğrayacağı için onları memnun ediyor. Buna mukabil, Nizâm-ı Cedîd’in her on neferine bir zâbit ve her on zâbite yine bir zâbit tayin edilmek suretiyle, son derece sıkı bir şekilde tertib ve tanzim olunmuşlardı. Bundan dolayı bunlardan milyon kişi dahi bir araya gelse bir tek kişi gibi intizamları bozulmayacaktı. Avrupa’da birçok harb aleti ve günlük hayatta kullanılan malzeme icad edilmişti. Sırf îcâd-ı küffâr oldukları için bunların kullanılmaması doğru değildi. Üstelik Sultan III. Selim’in gayreti ile bu aletlerin birçoğu memleket dâhilinde imâl edilmeye başlanmıştı. Ayrıca aldıkları talim ve terbiyenin neticesi de oldukça müsbetti.

Yeniçeriler ve Bektâşi Ocağı
İkinci makale olarak değerlendirebileceğimiz bölümde ise müellif yeniçerilerin Hacı Bektaş-ı Velî’ye nisbetleri üzerinde durur. Bilindiği gibi yeniçeriler, ocaklarının Hacı Bektaş Velî ocağı olduğunu söyleyerek iftihar ediyorlardı. Buna mukabil Nizâm-ı Cedîd’i pîrsiz diye küçümsüyorlardı. Müellife göre, yeniçerilerin ocağımız pîrlü ocak diye övünmeleri kuru bir tefâhürlenmeden ibaretti. Aslında yeniçerilerin Hacı Bektaş-ı Velî ile ve onun takip etiği yol ile hiçbir alâkaları yoktu. Üstelik esas iftihar edilecek şey harb meydanlarında düşmana karşı elde edilen muvaffakiyetlerdir ki, uzun zamandan beri yeniçerilerde bu görülmüyor. Denk kuvvetler şöyle dursun, sayıca kendilerinden çok az olan düşmana dahi mağlup oluyorlardı. Nizâm ve intizâmları da tamamen bozulduğu, arayıp soranları olmadığı için her biri bir köşede mânend-i kilâb dolaşmaktaydılar. Hâlbuki pîrsiz diye tahkir ettikleri Nizâm-ı Cedîd askerlerinin başarıları ortadaydı. Ayrıca Yeniçeri Ocağı’na Bektâşi Ocağı denmesinin de Hacı Bektaş-ı Velî ile hiçbir alâkası yoktu. Bu arada tekrâr ilm-i harbin öğretilmesi ve talim üzerinde duran müellif, ilginç bir benzetme yapıyor. Ona göre hiçbir hazırlığı ve talimi olmayan askerin savaşa götürülmesi, sokaklarda başıboş gezen bir köpeğin bir parça ekmekle kandırılıp ava götürülmesi gibi. Böyle bir köpekle ava giden kimse eli boş döndüğü gibi, talimsiz askerle harbe giden ordu da mağlup olacaktı. Akkâ ve Mısır seferlerinde yeniçerilerin mağlubiyeti bu hususa delil olarak gösteriliyor.

Nizâm-ı Cedîd muârızlarının bağnazlıklarına işaret eden müellif, vaktiyle saruca ve segbanların “yeniçeri olmaktan ise mün‘adim olmanız yeğdir” dedikleri gibi, bunların işi daha da ileri götürerek, “bizlere göre kâfir olmak ve kefere memleketlerine gitmek ise Nizâm-ı Cedîd olmaktan ehvendir” ifadesiyle ne derece ifrât ettiklerini gösteriyor. Kuşmânî Efendi, yeniçeriler arasında bir hayli yaygın olan mükeyyifât ibtilasına da dikkat çekiyor. Hususiyle, kahve, enfiye, tütün ve afyon alışkanlıklarından bahsediyor ve bunlara mübtela olan bir yeniçerinin gerektiğinde savaş meydanında dahi bütün harb levazımatını satarak zikredilen maddeleri tedarik etmeye çalıştığını söylüyor.

Ehl-i Sünnet imamlarının görüşleri
Hâtime kısmında ise müellif, risâlenin bu kısmında daha önceki bölümlerde ele aldığı konuları takviye mahiyetinde, tembelliğin iyi bir şey olmadığını, her hususta esbâba teşebbüsün gerektiğini söylüyor. Her meseleyi kadere havale ederek tembellik göstermenin ehl-i sünnet itikadına ters olduğunu ve neticede insanı Cebriye mezhebine götüreceğini ifade ediyor. Buna dair akaidî ehl-i sünnet mezhepleri olan Eş‘arî ve Mâturudî imamlarının görüşlerini zikrediyor. Ona göre bir işin yapılması için lüzumlu olan bütün sebepler eksiksiz yerine getirildikten sonra ancak neticesi Allah’a havâle edilmeli. Nitekim bu teşebbüs ve talim neticesinde topçu ocağının geldiği mertebe ortada.

Muhtevâsından anlaşıldığı kadarıyla, müellifin bu risaleyi kaleme almasında herhangi bir mansıb te’mini vs. gibi gaye taşımadığı görülüyor. O, sadece her mü’mine farz olan emr-i ma‘rûf ve nehy-i münker vazifesini yerine getirdiğini ifâde ediyor. Daha sonra cereyan eden hadiseler ve kaleme aldığı risalelerde de Zebîre’deki fikirlerini korkusuzca savunan müellifin, Nizâm-ı Cedîd hususundaki düşüncelerinde son derece samimi olduğu müşâhade ediliyor. Kabakçı Mustafa İsyanı’ndan sonra yazdığı anlaşılan Risâle-i Kuşmânî’de Nizâm-ı Cedîd’i açıkça müdafaa etmekten çekinmemiş. Yine 1808 Ekim’inde İstanbul’da bir câmide yaptığı va‘z esnasında yeniçerileri çok ağır bir şekilde tenkit etmesi, hem sadakatinin hem de cesaretinin bir tezâhürü. Nitekim bu konuşma neticesinde çıkan arbededen sonra müellif İstanbul dışına sürülmüş.