- Niyet ve Ahlaki Fiilin Tabiatı

Adsense kodları


Niyet ve Ahlaki Fiilin Tabiatı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
meryem
Wed 22 December 2010, 09:46 pm GMT +0200
B. Niyet ve Ahlâkî Fiilin Tabiatı   
               
 
Niyetin yokluğu ile ilgili birinci meselenin incelenmesi, her eylemin ahlâkî sıhhatinin şartı olarak, bize niyet prensibini tesis etmeyi sağlamış­tır. Şuursuz olay, iradesiz olay ve hatta bir yükümlülüğe bir boyun eğ­me (veya bir ihlâl) olarak tasavvur edilmeyen şuurlu ve iradî, fakat sade­ce tabiî ve kutsal olmayan görünümü altında vuku bulan amel, bunlar-dan'biri olduğu zaman, ödevimizi ifâ edecek güçten uzaktır.Şimdi niyetin aktif rolünü yani onun varlığının tesir derecesini incele­yelim. Önce eylemin bizzat tabiatında derin bir değişiklik getirebüip ge­tiremeyeceğini, başka bir tabirle iyi niyetle meydana gelen kötü bir ame­lin bununla ahlâkî bir değer kazanıp kazanmayacağını ve bu şekilde fa­ziletli bir amel haline gelip gelmeyeceğini ve aksi durumda bu durumun tersinin doğru olup olmayacağını bilmek meselesidir.Bu meseleye cevap vermeden önce ilk iş olarak meselenin vaz' edildi­ği ıstılahların manasını hatırlatmanın görev olduğuna inanıyoruz. İyi ve­ya kötü niyet ne demektir? İradeyi amellere sürüklemeye elverişli bütün hareket ettirici kuvvetler bir yana bırakılırsa, biz iradenin, onun amelle­rinde ve bu amellerin niteliğinde hapsedilmiş olduğunu farz etmeye de­vam ediyoruz. İradenin gayelerle hareket edebildiği andan itibaren, bu­rada niyetin iyiliği, onların şerefine bağlı bulunamaz. Bu gayeci kavra­mın incelenmesi, bu faslın ikinci kısmına ayrılmış olmasına rağmen, bu­rada niyetin değeri, sadece kanuna uygunluğu veya ihtilafı açısından ta­savvurlarımıza hüküm verdiğimiz usûlden neşet etmektedir. Ahlâkî hü­kümlerimiz eşyanın realitesine zorunlu olarak uygun düşmediğinden dolayı, gerçekte öyle olmamasına rağmen, herhangi bir şeyin ödeve uy­gun veya aykırı olduğunu araştırırken iradenin bir fasıla vermesi müm­kündür.Gerçekte mesele, kendiliğinden olmasa bile, en azından bizim açımız­dan öyle olması için, bir eylemi mubah veya yasak olarak doğruca değer­lendirmemizin ve onu olduğu gibi takip etmemizin yeterli olup olmadı­ğını bilmektir.Bu meseleye, gerek müsbet, gerekse menfî kesin bir cevap vermek son derece güçtür. Çünkü, bir taraftan biz terimlerin kesinliği içinde teze göre, yalnız kendisinde "sınırsız mutlak hayır", "dünyada tek hayır ve hatta dünya-nın Ötesinde de"[8]ahlâkî hayır oluşturan iyi niyeti savunursak, bu, bizi mantıken yalnız vicdanın bütün sapıtmalarını ve hatalarını haklı göster­meye götürmeyecek, aynı zamanda onları faziletin mutlak değerleri ve mükemmel örnekleri saymamıza götürecektir. Ve bu, -biraz ilerde Kant'ın yaptığı gibi- "ödeve ters ameller" olarak, o durumları uzaklaştır­ma isteğimizin başarısız bir teşebbüsü olacaktır. Çünkü açıkçası zikredi­len durumlar sahipleri tarafından kurala uygun farz edilmişlerdir. Eğer insan niyetin dışında, bizatihi olduğu gibi, kanuna maddî bir uygunluk istemeyi aklından geçirirse, o zaman ancak o, böylece koymak istenilen iyi iradenin mutlak değer prensibinden vazgeçmek suretiyle, yapılmakta olanı yıkacaktır.

Diğer taraftan, amelin tabiatı ne olursa olsun vicdanın nazarlarını de­ğiştirmekte yetersiz kabul edilirse, yalnız amelin maddesi meşruiyet na­zarında kınanamaz olarak görünmek şartiyle,en günahkâr tasanlar, en kara niyetler, en temize çıkarılmış kabul edilen niyetler seviyesinde ahlâ-kîliğin içinde kabul edilmiş olmak zorundadır.Böylece bir evet veya kesin bir hayır ile cevap vermeye elverişsiz olma­mız sebebiyle, problem, bizi içinden çıkılamaz gözükebilen bir dilemma karşısmda bırakmaktadır. Bununla beraber, bu çift yönlü güçlük, açıkça mutlakm sınırsız bir arzusuna bağlı olmaktadır, ki o burada temiz vic­danlarda en küçük yankı bulmayan bir arzudur. Gerçekte biz, ahlâkî tak­dirlerimizde, içe ait görüşlerimizin açığa çıkan amellerimiz üzerinde te­sirsiz olmasını kabul edemeyiz; fakat bu yolda bu amellerimizin değeri­ni ortadan kaldıracak dereceye gitmeyiz. Şu halde yorumladığı vicdan ha­diselerinin yanında kalmak isteyen ahlâkî bir felsefenin işi, oldukça müp­hem olmasına rağmen, yalnızca bu âdil şuurun küçük farklarını kurtar­mak, ortaya çıkarmak ve mümkün olan açıklıkla onların sınırlarını tayin etmek olacaktır.En büyük müslüman ahlâkçılar, bu işi tamamlamaya nasıl çalıştılar? Ve açıkçası bir defa daha söz konusu nedir?Ahlâkî (yani etik) bir karar alan kimse için, dört durum mümkündür: O, kanuna uygun olarak mı veya ona rağmen mi, amel etmek ister? Bu iki durumda, bizzat onun amel etme tarzı, kanunun emrettiğine uygun mu veya aykırı mıdır? Onun hükmünün vakıaya uygun düştüğü durumları bir tarafa bırakalım, çünkü bu farzetmede ahlâkçıya hiçbir güçlük kendi­ni göstermez. Biz yalnız sübjektif ve objektif durumların ayrıldıkları du­rumlar üzerinde duralım[9]. Takdir ölçüsü olarak iki noktai nazardan han­gisini almak gerekir? O, bu veya şu ameli tasavvur etme usûlümüz mü, tutumumuzun değerini kesin olarak kararlaştıran ve onun üzerine ahlâ­kî niteliğini basan kural ile onun uyuşmasının veya çelişmesinin üzerin­de hüküm verme tarzımız mı? İşte mesele budur.Oysa biz, bu mevzuda müslüman ahlâkçıların cevabının her zaman parelel bir çizgi takip etmediğini tesbit ediyoruz : Bu, onların kınayıcı hü­kümlerinin kesin faktörüne işaret eden bazan niyet, bazan amelin cismi­dir. Birinci durum muhalif bir niyetle beraber, dine uygun bir amelin du­rumudur; ikinci durum birincinin tersidir.

1- Bir amelin sahibi, tasarısının kurala aykırı düştüğünü düşünerek bu amelin ahlâkî tabiatı üzerinde yanıldığı zaman, bununla beraber onu uygularsa, bu ödeve aykırı olma niyetinde hiç şüphesiz o, bu yöneltilme tarzından dolayı bizzat mahkûm olmaz. Burada "amelin maddesinin hiç bir değeri yok, niyet her şeydir" bu, müslüman fakihlerin açık ve ortak hükmüdür; ve aşağıdaki misaller, onların bu hükmü, ödevin bütün sa­halarına nasıl yaydıklarını yeterince göstermektedir. Böylece, başkasına ait olduğuna itikat ettiği, fakat gerçekte kendinin olan bir malı hakimi­yeti altına alan bir kimse; gerçekte haram olmadığı halde kendisine tak­dim edilen bir meyve suyu konusunda yanılan ve onu alkollü bir içki olarak alıp bu niyetle içen başka bir kimse; belli bir saatte öleceğine iti­kat ederek buna göre kendini daha önce namaz kılmaya zorunlu hisse­den, bu namazı normal süre içinde kılmış olduğu halde, korkuları dağıl­mış olarak onu vaktinde eda etmeyen üçüncü kimse. Kısacası bizatihi meşru olduğu halde, her kim kendi gözünde suç sayılabilen bir amele te­şebbüs ederse, şüphesiz ondan kanunî cezayı kurtaracak olan bu maddî uygunluğa rağmen, o bu günahkâr niyetle ahlâkı kanun karşısında suç işlemiş olur.

2- O, zıt durumda da aynı mıdır? iyi niyet, şerri hayır kılan değiştirici bu güce sahip midir? îşte bir misal: Biz, insanların mukaddesatları karşı­sında ne kadar çok müteessir ve hassas olduklarını biliyoruz, o derece ki onların taptıkları sahte bir ilâha yöneltilen bir kötülük, onlar tarafından gerçek mabut olan Allah'a karşı pekâlâ bir küfrü kışkırtabiliyor. Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim bu kışkırtmayı yasaklamıştır[10]. Fakat imanının şid­detiyle sürüklenmiş coşkun bir mü'min böyle muhtemel tepkileri düşün­meksizin ihtiyatsızca putlar için hakaretini ifade etse, o, niyetinin temiz-liğiyle mazur olmayacak mıdır? Başka bir misâl: Kur'ânî ahlâk, küfreden­leri ve iftiracıları[11] olduğu kadar, onları itirazsızca dinleyen ve bununla onlara suç ortağı olanları[12] da kınamaktadır. Fakat, ben iftiraya uğrayan şahsa hiç bir kötülük istemiyorsam, yalnız her insanla iyi ilişkiler içinde olmanın zorunluluğuna inanıyorsam, böylece hiç bir kişiye kötülük ve zulüm etmeyişimi, bütün temiz niyetlerimi muhafaza ederek, belki bazı saygılar borçlu olduğum iftiracıyı serbest bırakamayacak mıyım? Böyle hareket ederken kendi kendime iyi yaptım demeye hakkım olmayacak mı? Üçüncü bir durum: Doğrusu, vasıtaları ölçüsünde, gerçek ilmi yay­mak herkes için bir ödevdir. Sahip olduğumuz hakikatleri başkalariyle paylaşmak zorundayız. Gerçekten de onu çok basiretli yapmak zorunda­yız, îlim, ihtirasın hizmetinde olduğu gibi adaletin hizmetinde de kulla­nılabilen, tersine dönebilir bir silâhtır. Şu halde mizacın, menfaatin veya alışkanlığın kendilerini ilmin hizmetini kötüye kullanmaya götürdüğü kimselerin eğitimimizde hakları olmayacaktır. Fakat niyetimde onların kötülük yapmasına yardım etmek olmadığı zaman, onları tamamen tüm kendi sorumlulukları altında hareket etmeye bırakırken eğer sadece ve temiz yürekle onları aydınlatmak istiyorsam, bu benim tarafımdan övül­meye değer ve cömert asil bir davranış değil midir?Ahlâkçılarımız kesin olarak hayır derler. Asla bir kötülük, iradenin büyücülüğü ile, kötü aydınlatılmış vicdanın bu çeşit saflığıyla iyiliğe dö­nüşmez[13]. Hatamız, kirliliği temizlemenin büyüleyici bağışına sahip de­ğildir. Tersine, Gazâlî'nin söylediklerine göre, onda uyguladığımız bu al­layıp pullama, başka bir günah meydana getirir; O, şöyle der: "Bilâkis şeriate aykırı olarak şer ile hayır istemek, başka bir serdir. Eğer onu bilerek yaparsa, o şeriate muhalefet etmiş olur. Eğer onu cehaleti sebebiyle ya­parsa, onu bilmediği için böylece âsi olmuş olur (onun cehli, şeriati bil­memesi ve bilmediğini bilmemesi sebebiyle çift yönlü bir bilgisizliktir. Ve denilmiştir ki, cehaletin en kötüsü bilmediğini bilmemektir). Çünkü ilim öğrenmek, her müslümana farzdır. Hayırların hayır olduğu ancak şeriatle bilinir. Şu halde hayrın şer olması nasıl mümkündür? Bu olur şey değil..." Sonra şöyle der: "Bilgisizlik sebebiyle hayrı masiyetle isteyen mazur değildir[14]. Ancak yeni müslüman olmuş olan, öğrenmek için za­man bulamamış olan müstesna"[15]Bununla beraber, biz şunu ilâve ederiz, eğer bilmemezlik özür ise, o hatalı bir niyetle ahlâkî prensiplerden bir prensibin seviyesine yükselebi­lir mi? Eğer durum böyle idi ise, niçin insanın bu bilgisizlikten çıkması ve hatalarından dönmesi zarurîdir?Hz.Peygamber sadece "Ameller ancak niyetlerle geçerli veya değer ta­şır"[16] demedi. Yine o buyurdu ki: "Buyruğumuza uymayan her amel red­dedilmiştir"[17] Bu, iyi davranışın ne kendi kendine niyetin iyiliğinden, ne kendi başına amelin doğruluğundan ibaret olmadığının, fakat birinin di­ğerinden kendini muaf tutamayacağı, şekil ve maddenin bir arada bulun­masından ibaret olduğunun en iyi kanıtı değil midir? Ödevin tam formülünü şu meşhur hadiste bulmaktayız: "Allah, sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz; fakat kalblerinize ve amellerinize ba­kar"[18] ve diğer bir hadiste: "Allah, amel halinde yansımayan bir sözü ka­bul etmez; fakat O, iyi niyetli olmadıkça, ne bir ameli ne bir sözü kabuleder"[19]. Hasan el-Basrî ve Sa'îd b. Cübeyr, şöyle diyerek aynı zinciri ye­niden alacak ve devam ettireceklerdir: "Hiçbir söz ve hiçbir amel, niyet­siz geçerli olmaz; fakat sünnete uymayan ne bir söz, ne bir amel, ne de bir niyet geçerli olur"[20].Zaten bu iki şart, oraya dahil edilmiş bulunan bir üçüncüsü olmadan yürümez. Amelin kurala uygun olmasının yeterli olmadığını söylemiştik; bu uygunluğun arzulanmış ve serbestçe kabul edilmiş olması gerekir. Oysa bir kuralın isteyerek arkasından gidilmiş olabilmesi için, onun da­ha önceden bilinmiş olması gerekir. îşte bundan dolayı Hz. Peygamber, hâkimleri içlerinden birinin kurtulacağı üç sınıfa ayırmıştır. O, şöyle bu­yurmuştur: "Cennete gidecek olan hâkim, gerçek adaleti bilen ve tatbik eden kimsedir. Cehenneme gidecek olanlar; kanunu bilmemekten keyfî olarak insanlar arasında karar veren kimselerle, gerçeği bilip de ona ay­kırı karar veren kimselerdir"[21]Bu formüllerin bizzat bizde en derin kaygılar uyandırdıklarını itiraf etmek gerekir. Eğer ahlâkîliğin gerçek tanımı bu üçlü zorunluluktan iba­retse, biz, ona uyduğumuza dair hangi teminata sahip olacağız? Belli bir durumda, gerçekte bu duruma hükmeden objektif kanunu bildiğimizi ve izlediğimizi bize garantileyecek olan nedir? Eğer ihtilâlci niyet, asi nefsi suçlamak zorunda ise, hatadan sakınmak bize bağlı olmadığı halde, ira­de dışı sapma, hangi hakla amellerimizi geçersiz kılabilecektir? Diğer ta­raftan, iyiliği arzularken ve bilmeden kötülüğün içine düşerek iyi niyeti­miz, bizi temize çıkarmaya yetmezse ve gerektiğinde bağışlayıcı bir aftan başka birşey elde etmezse, gerçeği araştırmada harcadığımız çabalar, o halde, onların başarısızlıkları yüzünden değersiz ve mükâfatsız bir hiç mi olacaklar?Bu kaygıları dağıtmak için Kur'ânî ahlâkın yüce kanununu hatırlata­lım: "Hiçbir kimse gücünün yetmeyeceği ile yüklenmez". Zorunlu olduğu­muz şey, bir hataya düşmemek değil, bütün şartlarda bizzat ödevin da­kik formülüne erişmek de değil, bu objektif kanun konusunda aydınlan­mamız için ve onun ışığına göre yönümüzü bulmak için elden gelen sü­rekli bir çabayı göstermektir. Fakat başka birşey, haklı olmanın canlı ar­zusu ve gerçekten kavradığımız karşılıksız iman, diğer birşey de hakka ulaşmak için bizim gücümüzde olan bütün vasıtaların kullanılmasıdır. îyi niyetli basit bir hatanın işlenmesi, Kur'ân-ı Kerim'in devamlı tekrarla­dığı gibi affettirmekten başka netice vermeyen bir husus olduğundan bu hata ile beraber bulunan ve bir suretle onu haklı gösteren çabanın ahlâkî mizanda ağırlığı yoktur. Bu teselliyi bize şöyle diyerek getiren yine Hz.Peygamberdir: "Bir hâkim hükmedeceği zaman (adaletin gerçek for­mülünü kavramak ve uygulamak için) ictihad, yani hakkı arayıp hükme­der de sonra bu hükmünde isabet ederse o hâkime iki ecir ve sevap var­dır; eğer hükmedeceği zaman hakkı arar, fakat hata ederse, bu hâkime de bir ecir vardır"[22].Şimdi bu paragrafın başında işaret edilen paradoksu açıklamak için gerekli unsurlara sahibiz. İyi iradeyeverilmeyen etki ve etkililiğin bir de­recesini kötü niyete verirken kimi kez üstün geldiği, kimi kez onu mad­dî unsura bıraktığı dahilî faktörün değerinin oldukça farklı iki anlayışla karşı karşıya bulunulduğu sanılabilir. Şu anda bu iki hükmün ancak bir ve aynı ahlâkî prensipten ileri geldiklerini bilmekteyiz; aynı anda şekil ve maddenin istenilebilirliği gibi. Bu iki unsurdan biri eksik olacak olursa, ahlâkî amelde arkasında bıraktığı boşlukla ve geri kalan diğer unsurun tam fazileti tek basma ona vermekteki güçsüzlüğü ile onun tesirliliğini açığa vurur.Gerçekten bütünü içinde alınmış ahlâkî hayır, ne yalnızca dahilî, ne de yalnızca haricî bir durumdan ibarettir; fakat birinden diğerine bir ge­çişten ibarettir. Bu, ismine lâyık olmak için aynı anda her iki unsuru da kucaklamak zorunda olan geçiştir. Maddî unsurun yetersizliği üzerinde durmaya hiç gerek yok. Tamamen haricî olan amel, iradesiz bir adamm-ki gibi, istediği kadar yararlı hizmetleri topluma versin, şahsiyetimizle il­gisiz kalacaktır. O, Kant tarafından benimsenmiş bir ifadeye göre, pek âlâ meşruiyeti güvence altına alabilecektir, ama ahlâkîliği asla. Fakat diğer kaziyeyi ispatlamak, çetin bir iş gibi görünüyor. Ruhî unsur, Ödevin bü­tününü değilse bile, temelini teşkil etmemekte midir? Eğer bu fikir, genel olarak kabul edilmişse, ondan şüphelenmek veya ona bazı kısıtlama ge­tirmek, cüretli bir iş gibi gözükmektedir. Bununla beraber bazı açıklama­lar gereklidir.Birinci olarak, irade kavramı, yalnız prensip veya ön kaziye itibariyle kudret kavramını değil (hakiki ve tam birumutsuzluk durumunda imkansız olan iradenin ameli); aynı zamanda irade ve azm hali hazır gelecek­ten ayrıldığı gibi ayrılmaları yönünden, iradenin doğrudan olan bir neti­ce gibi eskiden onunla beraber olmayan belli haricî bir faaliyeti farz etti­ğini de kapsamaktadır. Gerçekte iki unsur, tek bir vücutta olan iki organ gibi vicdanımızda tam tamına dayanışma içindedirler. Nasıl ki normal durumda bir hücre, hiç bir zaman yalnız kendi hesabı için çalışmaz, ay­nı şekilde bizim karar verme kudretimiz, amelî bir işi bitirmeyi pek kesin olarak istemez; o, bizim icra etme gücümüze göre, gerçek askere yol ha­zırlayan bir öncü gibi olduğunu bizzat kabul eder. O, orada takılıp kal­mak için bir an çalışma planını durdurmaz, bilakis kesinlikle mevzuu olan amaçlanan hayrm tek mucidi olarak o hemen onu icraata geçirmek içindir.İkinci olarak, batını amel, kasla veya beyinle ilgili bir sarsılma olacak olsa da, fiilin bir başlangıcını kapsamadıkça, ahlâkî uygulamanın sahası­na veya sadece uygulamanın yani iradenin sahasına girmek için, meşru olarak kendi kendimize onun nazarî fikirlerden oluşan merhaleyi ve es­tetik düşünce merhalesini kesinlikle geçip geçmediğini sorabiliriz[23]. Çün­kü irade, hakiki manasiyle, fikirden itibaren amele doğru yönelen mer­kezkaç bir hareketin kımıldanmasıdır. İrade, idealden gerçeğe doğru yö­nelmedir; ve bu, batından zahire, şuurdan tecrübeye, ahlâkî fiilin bulun­duğu yol üzerindedir. Bu fiil, kalbin zaviyesine hapsedilmiş, statik bir durum, kendi köşesine çekilmiş bir ibadet değil, o, canlı bir atılım, içerde çıkış noktasına, dışarda geliş noktasına sahip olan bir yayılma hareketi­dir. Böylece biz niyetin, yalnız ameli çağırdığını ve kendisini onun takip etmesini beklediğini değil, henüz doğan durumda değilse bile, onun ay­nı zamanda ameli tohum halinde ihtiva ettiğini buluruz.Biraz daha uzağa gidelim.Bir âlem tasavvur edin, onun içinde insan kendi nefsine kapanmış, ümitler beslemekte, tasarılar kurmakta, yahut da ümitsiz çabalar göster­mekte olsun; onun gerçekte dikkatsiz veya kudretsiz olarak bu dairenin içinde dönmeye mahkûm edilmiş olduğunu farz edin, hangi aklî gaye, bize tesirsiz fikirlerden, eksik tasarılardan, başarısız teşebbüslerden mey­dana gelen böyle bir fikir makinesinin yaratılmasına onları nisbet etme­mize imkân verecektir? Bu, gerçekten akıllı bir tabiatın ideal örneği mi olacaktır? Biz daha ziyade akılla donatılan her varlığın mümkün'olan objektif vakıaları yeryüzünde yaratmaya vazifeli olduğuna ve gitgide daha mükemmel kılmak için onun ahlâkî rolünün bu yaratmayı hayır fikrinin buyruğu altına vermek olduğuna inanıyoruz. Oysa insanda iki farklı güç arasında genellikle taksim edilmiş olarak mülâhaza edilen karar verme ve gerçekleştirmekten meydana gelen bu çift görevi, bölünme kabul et­meyen ahlâkî vicdan bir bütün içinde gerektirir. İcra etme çabamız, aşı­lamaz engeller tarafından bozulacak ve engellenecek olsa bile, biz bu çift dahilî zarureti hissetmekten geri kalmayız.Gerçekte, burada iki mümkün durumu ayırdetmek gerekir: Ya, ira­de dışı olanı istememiz tenakuz olacağına göre, bu aşılamaz engellerin manzarası bize, iradenin icraya doğru atılım yapacağı anda gözükür ve bununla iradenin ameli daha başlangıçda boğulur; ya, karar aldık­tan sonra bu imkânsızlık bizi ansızın yakalar fakat o zaman faziletli in­san, ardından koştuğu objektif değer bekleyişinde ne büyük düş kırık­lığı hisseder! Engellemek istediği bir kötülük veya yapmak istediği bir hayır manzarası önünde onun heyecanının uğradığı bu soğuk duş, onun idealini gerçekleştirmede taşıdığı en büyük menfaat kadar ve ona hazırladığı en sıcak kabul kadar acıklı olacaktır. Ancak bu şartlar içeri­sinde ahlâkî vicdanın vazifesini tamamlamamış gibi mülâhaza etmesi ne demektir?Beşerî tabiatın sınırlı gücünü düşünerek tarafsız bir müşa­hidin onu bağışlaması ne kadar âdil olabilirse olsun, insanın nefsinin içinde hissettiği nedamet, kendisine karşı bir suçlama vesikasıdır. Bu, onun gözünde hedefine ulaşmak için daha çok çaba sarfetmek sanki ken­di kapasitesine bağhymiş gibi, harcadığı çabanın daha eksik olduğu an­lamına gelir.

Fakat, faraziyeler ne olursa olsun, engellenmiş iyi iradeyi affetmek zo­runda olduğumuz durumda bile, biz güçsüz bu durum içinde tam ahlâ­kî amelin örneğini görme hakkına sahip olacak mıyız?Gerçekte, af hakkı açısından, batını unsurun zarureti ile maddî ifa­denin zarureti arasında bir derece ayrımı tesbit etmemiz gerekir. İrâde­nin rızası, yalnız en doğru amelden bütün değeri çıkarmak için değil, aynı zamanda onu cezaî kılmak için, en az batını itaatsizlik kâfi gelecek biçimde ahlâkîlik için gerekli bir şarttır. Bu, mutlak ve temel zarurettir. Oysa uygulamama veya harici kabullenmeme için, bu ikisi, ahlâkî ameli kısaltmalarına ve iyi niyetle tamamlanan fiili eksik kılmalarına rağmen, onlar, onu maddî bir imkânsızlığın veya kaçınılmaz bir ceha­letin bulunmadığı ölçü içinde olmadıkça mahkûm etmez. Şu halde oşöyle adlandırılabilir: Mutlak kemâl zarureti, veya sade ahlâkîliğin şartlı zarureti.

Fakat bu, ancak talî bir noktai nazardır. Ödevin temel tavrı, insanın ta­mamen bağlandığı bir tam amelin icabı olmasıdır; orada ahlâkî ile mad­dî unsur, icâd eden ve tanzim eden meleke ile gerçekleştiren kuvvet bir­birine katışır; orada düşünen beyin ile, halisane teslimiyet gösteren kalb ve amel eden kol birbiriyle karşılaşmaktadır. Bundan başka geriye, ancak bu noktai nazardan, tüm ahlâkî amelden meydana gelen bu iki kısma, bu çift yönlü icâbın eşit veya gayri eşit bir değerin tahsis edilip edilmemesini bilmek meselesinin konulması kal­maktadır. Gelecek paragrafın cevaplandırdığı budur.


[8] Bak, Kant, Fondements..., 1. bölümün 1. cümlesi.

[9] Biz daha ileride, bizatihi amelin dinî sıfatını bilmemekten değil bilakis dinin ^ram kıldığı başka bir ameli gizlemek için harfi harfine bu meşruiyeti açıkça kullanmak istemekten ,bar« o an başka bir nlvı inceleyeceğiz. Baz, ıs adamlarının faiz ve hileyi ™\™™ *£**£. katıp geçirmek maksadiyle kullandıkları hileler böyledir. Bu tarz, görüşteki ihtilafın doğru dan olan mevzuya ait değil, bilâkis gayelere ait olduğunu buluruz, biz onunla ilgili inceleme yi, birbirine bağh iki niyetin söz konusu olacağı bu faslm ikinci kısmına bırakıyoruz. I^k. daha ileride, II,D.3.).

[10] el-En'âm 6/108

[11] el-Hucurât 49/12.

[12] en-Nisâ 4/140; el-En'âm 6/68.

[13] Burada ahlâkî şerrin, iradenin başka bir amele yönelmiş olmasından gelmediğini, fakat da­ha çok bu nevin aksine, tamamen doğrudan acil ameli daha uzaktan görmeyen vicdanın ku­surundan ileri geldiğini görüyoruz.

[14] Bak, Gazâlî, İhya', IV, s. 316.

[15]  (Bizzat amelin ahlâkî sıfatı üzerinde vicdanın bir hatası olarak tarif edilen) iyi niyet, bu de­rece belirsiz ise, o zaman bayağı şekilde de iyi niyet denilen başka durum iic amei sahibinin meşgui olduğu şeyde, öze ait bir hatayı görmekle beraber, onun aracılığı ile iyi bir amele ol­dukça katkıda buiunmak isteyerek onu meşrulaştırmaya inananın durumuna ne demeli? Böylece, zanlarmca insanları fazilete daha iyi teşvik etmek için coşturucu güzel sözler uydur­duktan sonra, bunları Peygamberin lisanına yakıştıran sahte vaiz ve propagandacılar, bunu iman haline getirirler. Allah'ın şanını daha fazla yüceltmek zannıyle, ibadet konusundaki müceddiJler de böyle yaparlar; vatana daha iyi hizmet etmek bahanesiyle hasımlarını mah­veden siyasette ihtiraslı olanlar da bunlar içine dahildir. Onlann hepsi, bize, eskiden beri ri­vayet edilen kıssayı, gayr-i meşru kazancı ile tasaddukta bulunmak isteyen fâcire kadının kıssasını zikrederler. Hayır, bi2âtihî en güzel gayeler ve en âdil olanlar, ahlâkî kanunun tesis etmediği vasıtaları haklı göstermezler.

[16] Buharı, Birinci Hadis.

[17] Müslim, Kitâbü'l-Akdıyye, Bab 8.

[18] Müslim, Kitâbü'l-Libâs, Bab 10.

[19] Bak. EbÛ Tâlib (el-Mekkî), Kııtu'l-Kulûb, IV , s. 33.

[20] Krş. tbn Teymiye, Hisbe

[21] Krş. Tirmizî, Kitâbü'I-Ahkâm, Bab 1.

[22] Buhârî, Kitâbü'l-t'tisâm, Bab 21.

[23] Krş. Kur'an, et-Tevbe 9/46.


ceren
Tue 3 January 2017, 06:13 pm GMT +0200
Esselamu aleykğm.Niyeti salih olan amelide dogru olup allah yolunda olan ve güzel ahlak sahibi olup kurtuluşa erenlerden olalım inşallah...

Bilal2009
Tue 3 January 2017, 06:47 pm GMT +0200
Ve aleykümüsselam Rabbim bizleri niyeti güzel ameli güzel kullarından eylesin Rabbim paylaşım için razı olsun

Sevgi.
Sun 16 April 2017, 05:23 am GMT +0200
Bismillah..
 Aleyna Ve Aleykümüsselăm. Gerçekten niyet çok önemli. Mevlam niyetlerimizi herdaim hayırlı olanlardan eylesin inşaAllah. Amin ecmain
 Paylaşım için Allah ( c.c ) Razı olsun.

ceren
Sun 16 April 2017, 05:46 pm GMT +0200
Aleykümselam.Rabbim bizleri peygamber efendimizin yolunda giden ve güzel ahlak ile yaşayan ve fiilleride islam yolunda güzel ahlak yolunda olan kullardan olalım inşallah...