meryem
Wed 22 December 2010, 09:36 pm GMT +0200
D. Niyet Kendi Kendine Yetebilir mi
Biz sırayla üç durumu inceledik:Birincide, niyetsiz meydana gelen amel. -Ahlâkî bakımdan hükümsüz.İkincide, amel ve niyet mevcut, fakat az çok eksik: Ya kötü niyet mevcuttur. -Ahlâksızlık; veya uygun olmayan amel mevcut. -Mahkûm edilebilir veya affedilebilir Kötü davranış.Üçüncüde, onlar mevcut ve gayet uygundurlar. -Niyetin üstünlüğü ile beraber Kâmil ahlâkîlik.İncelemeye kalan durum, birinciden çok uzakta bulunmaktadır. O, amele çevrilmeyen ahlâkî niyetin yalnız bulunduğu durumdur. Kendi kendimize onun kendi kendine yetip yetmeyeceğini soruyoruz, yani onun, tam ahlâkî bir fiilin rolünü yerine getirip getirmeyeceğini.Önce, ahlâkçılarımızın dikkatle ayırd ettikleri niyet kelimesinin iki manasına işaret edelim. Bazen bu kelime, ancak gerçek ve aşılamaz bir engel önünde duran kesin bir kararı belirler; fakat çoğu kez, düşünüp taşınma ve tereddüt esnasındaki bir tasan, bir arzu ve bir gelgeç istektir[42]İkinci anlamın değerlendirmesine dek uzayıp gitmemiz gereksizdir. Bütün ciddî çabalara karşı koyan güçlükleri kaldırmaya çalışmayan, yumuşak alışkanlıklarına bağlı kimse, her rahatsızlığı engel haline getiren böyle bir kimse, hiç şüphesiz ne övülmeye değer ahlâkî bir nitelik olarak, ne de zaafından dolayı geçerli bir özür olarak güzel ameller için sempatisini geçerli kılmak hakkına sahiptir. Bu nokta hususunda Mekke'den hicrete bazı gecikenler hakkında hüküm veren Kur'ân-ı Kerim'in üslûbundan istifade edelim. Bunlar, düşmanın hükümran olduğu, yurtlarını terketmeye ve daha önce Medine'ye hicret etmiş kardeşlerine katılmaya çağrılmış iken, davete icabet etmeyen ve "yeryüzünde kudretsiz" oldukları bahanesiyle evlerinde kalanlardır. Fakat Kur'ân-ı Kerim, "Yeryüzü, kendisinde sığınacak mahal aramak için yeterince geniş değil miydi?" diye karşılık verdi. O, "bunlar, yurtlan Cehennem olanlardır" şeklinde sonuca bağladı. Yalnız "Hicret için gerçekten yol ve çare bulmayan ve nereye doğru ilerleyeceğini bilmeyen" kimseleri, onların dışında tuttu[43].Tembel olan iyi niyet, nefisten geçen sözler, belli hissî ve hayalî lezzet için hissedilen tabiî meyil, bütün bunlara irade kesinlikle katılmadığı sürece, onlar bize atfedilebilir bir amel oluşturmazlar[44].
Kelimenin dakik anlamında, hadiselerle bozulmuş olan amele çevrilmemiş bulunan niyete gelince, mesele pek o kadar ne sırf ahlâkî bakım diyor; tıpkı oruç tutmayı arzu eden fakat tersini yapmaya karar veren bir kimse; üzerinde tembellik varken, namaz kılmayı isteyen kimse; kötü alışkanlıklarını bırakmak İsteyen, fakat tövbe etmek için yeterince cömert bir nefse sahip olmayan kimse gibi..." Muhasibi, Ri'âye, vrk. 66.dan değer ve itibarda olup olmamasını, ne de sevabımıza veya günahımıza yol açmak için yeterli olup olmamasını bilmek meselesi değildir. Karar alınır alınmaz, ahlâkî sorumluluğun tam olmasında hiç şüphe yoktur[45] Hatta kararımızdan vazgeçsek ve üstelik tamamen ters tarafı be-nimsesek bile, ilk niyet daha önce ahlâkî eserlerini vermiş olacaktır. Onların zıt bir kararla telâfisi müstesna.Gerçek mesele, tamamiyle gerçekleştirilmiş bir karar ile engellenmiş bir kararın tam tamına aynı ahlâkî değere sahip olup olmamasını bilmek meselesidir. Tarafımızdan herhangi bir güçsüzlükten, az bir çabadan ve bir metanet eksikliğinden ileri gelen bu engelin bulunduğu durumu bir yana bırakalım. Bu şartlar içinde, niyetin fiile nisbetle aynı derecede olarak tanınmamış olması gerektiği açıktır. Biz, insanî nedenselliklerini tam olarak kullanmış olan, iradelerinin amelini gerçekleştirmek için güçlerinde hiç bir vasıtayı ihmal etmemiş olan ahlâkîlik hususunda iki isteklinin farz edildiği durumla yetinelim.
Birinin başarısı ve diğerinin başarısızlığı ancak onların iradelerinden bağımsız haricî bir şansla sağlanabildiğinde, elbette onlar arasında tam bir benzerlik kabul etmemiz mümkündür.Fakat, diğer taraftan bizim yürütme gücümüzün icrasının, âlemde ve bizim kendimizde, müsbet veya menfî değerlere sebep ve müessir olması inkâr edilemez. Bu icranın yabancı şartlar tarafından kolaylaştırılmış olduğu söylense de, vakıa ortadadır: Bu, tabiatın bir bağışıyla verilen bir şey olması mümkün bile olsa, bu icraat yine bizimdir, çünkü irademizle tamamlanmıştır. Bu imkândan yararlanmış olmayı ihmal etmemiz mümkün olabilirdi. Kendi icraî çabamızla kazandığımız, fiillerimizi önce olduğundan daha zengin kılan neticeler, bizim tarafımızdan meydana gelmiştir ve öyleyse bizim hesabımıza yazılmalıdır. Şu halde iki durumu nasıl eşit olarak koyarız?Bununla beraber, müslüman ahlâkçıların sözlerini harfiyen aldığımızda, durum böyle olacaktır. Onlarıngörüşleri, aklî düşünceler üzerine değil, fakat Hz. Peygamberden rivayet edilen bir çok metinler üzerine dayandırılmış gibi görünmektedir.
Şu halde bu saha üzerinde duralım ve önce dayanaklarına başvurdukları en sağlam naslardan bazılarını zikredelim. Allah'ın elçisi şöyle deiniştir: "iki müslüman kıhçlarıyle karşılaştıkları zaman katil de maktul de Cehennemdedir"[46]. "Katil böyle, ya maktule ne oluyor? " diye sorulduğunda Hz. Peygamber, "O, arkadaşını öldürmeğe arzulu (haris) idi de ondan" buyurdu. Başka bir hadiste, Hz. Peygamber, ciddî sebeplerle gitmeleri engellenmiş olanları, yiğitçe savaşanlarla bir tutmaktadır: "Medine'de öyle ashabımız vardır ki sizin gezdiğiniz hiç bir diyar, geçtiğiniz hiç bir vadi yoktur, ancak o dostlarımız da sizinle beraber o diyarı gezmiş ve o vadiyi geçmiş(cesine ecrü sevaba nail olmuşlar)dır. Ashab: "Ya Rasûlallah, onlar Medine'de (oturmuşlar)dır!" dediler. Resûl-i Ekrem: "Evet onlar Medine'de kaldılar. Fakat onları Medine'de özür hapsetti!" buyurdu[47]. Bundan daha hayırlısı! Tasaddukta bulunanlara gıpta[48] eden fakirler, Allah katında aynı sevaba sahip olacaklardır. Buna karşılık, şerli zenginlerin ikbâl ve israfıyla gözü kamaşmış, onların benzerini yapmak için bu dünyanın zenginliklerine sahip olmayı isteyen kimseler, aynı cezayı göreceklerdir[49].Hadis tenkidcilerine göre, doğruluklarında şüphe olmayan bu metinler, bize mütecanis bir sınıf açısından kendilerini göstermemektedirler. Tersine onların her biri, bize ayrı bir türe cevap veriyor gibi görünmektedir. Biz onları üç sınıf haline koyabiliriz: 1. Uygulama teşebbüsü ile beraber olan niyet; 2. Teşebbüsü arızî bir engelle engellenmiş niyet; 3. Farazi niyet.
Halbuki, birbiriyle döğüşen iki kişi tarafından yapılmış bize örnek olan birinci nevi, amelsiz niyet olan konumuz içine girmemektedir. Ve bu örnekte mağlûba, galip gibi ağır şekilde muamele yapılması akıl almaz bir şey değildir yalnız aynı kin ve saldırgan düşünce ile tahrik edilmiş olarak değil, aynı zamanda gerçekte savaşın içine girişmiş ve aynı şekilde güçlerini kötü niyetinin hizmetine koymuş, fark ancak çabalarının sonucunda bulunmaktadır. Az-çok küçük farklarla, niyeti amele yakın kılan bazı durumlar olsa da, düşünce sahasında kalmaya mahkûm edilmiş ni-yetin bulunduğu son iki grup, böyle değildir. Gerçekte, niyetin teşekkülünden sonra ve onu uygulamak için bazı hazırlıklardan sonra, ya da daha önce başarılmış bir takım tecrübelerden sonra herhangi bir durumda ansızın çıkan bir engelin vuku bulmasını farz edebiliriz, fakat onun zinciri beklenmeyen bir kaza ile kopmuş olacaktır; halbuki diğer durumda engel, halihazır bütün kararı imkânsız kılarak ve niyeti, şartlı basit bir arzuya indirerek henüz olduğu yerdedir: Eğer zengin olsaydım, tasad-duk edecektim veya hayatın bütün zevklerinin tadını en iyi şekilde çıkaracaktım.Böylece, iki aşın ve bir orta durum mevcuttur. Kaza ile engellenmiş niyet, etkili niyet ile farazi güçsüz niyet arasında bulunmaktadır. Niyet birbirine zıt iki niteliği içine aldığından, akıl, ilk iki durumu farklı tasarlama eğilimi gösteriyorsa da, üçüncüsü aklî karar için şüpheli bir durum teşkil etmektedir. Ve bununla beraber, metinler, bu çeşitli nitelikler arasında fark etmiyormuş gibi görünmektedir. Onları, mutlak bir benzerlik anlamında anlamak gerekir mi?Bu, bizim görüşümüz değildir. Biz, daha ziyade orada derece değil, bir tabiat benzerliği söz konusu olduğuna inanmaktayız. Ne olursa olsun, niyetin her zaman değeri vardır; ama niyet, amele ne kadar çok yaklaşırsa, değeri o kadar çok artar ve o ancak tamamlanmış amel içinde tam değere erişir. Aklî açıdan bu aşama sırası bize doğal olarak atfedilecektir; fakat ilâhî bir ceza söz konusu olduğunda, Allah'ın iyiliğini böyle sınırlandırmayı ve onu çoğu kez kusurlu olarak ortaya çıkan ölçülerimize bağlamayı istemek belki cüretli bulunacaktır. Yalnız tabiî bilgilerimizle bu ilâhî işleri kararlaştırma isteği, bizden uzaktır. Vahyedilen gerçeklerin alanında, elverişli bir metod kabul etmek gerektiğini bilmekteyiz, yani bu gerçekleri bize açıklayan nasslara başvurmalıyız. Ancak, bu nasslar arasında iyi bir seçim yapmak gerekir.Halbuki, biz, önce bütün özel nasslann açıklamasında görevini edâ etmesi gerekli olan Kur'ânî prensip yönünden haklıyız, Kur'ân-ı Kerim'in açıkladığı üzere ilâhî adalet, olayları kaba ve aşağı-yukarı olarak yargılamaz. Bir atom ağırlığında bile olsa[50], o, gayretin her derecesini inceden inceye tartar[51]. Eğer batını gayret bütün değeri imha etse, ne kadar atom kaybolmuş olacaktır! İlâhî ihsanın, kendi hakkı olarak, herkese amellerine göre verdikten sonra, ziyâde lütuf ile falan veya filan ameli kabul etmek, kendi kendine olduğundan üstün cömert bir değeri ona vermek ve binaenaleyh niyeti amel seviyesine yükseltmek olduğunu söylemek gerekir. Evet, ancak şu şartla ki bu yükseltme, bütün ıskala üzerinde bir dengesizliğe yol açmaz. Bu ise kaçınılmaz olarak vuku bulmaktadır: Çünkü bütün üstün aşamalar, bir yeniden düzenlemeyi gerektireceğine göre, onları olduğundan daha yüksek seviyeli kılacaktır. Öyleyse iki şeyden biri: Ya onların bir hak ileri sürmesi hoşnutluk kazanmayacak ve cömertlik tarafsız adalet ile anlaşmazlık içinde olacaktır; ya da onlara yeni bir pay verilecek ve o zaman aralarındaki nisbete saygı gösterilmiş ve yeniden aşama sırası kurulmuş olacaktır.Bu genel prensibin dışında, tahakkuk etmiş niyet ile başarıya ulaşamamış niyet arasında bu derece farkını açıkça doğrulayan muayyen nasslara sahip bulunmaktayız.
1- En yetkili iki muhaddis Buharı ve Müslim tarafından nakledilen kudsî hadise göre, herhangi bir netice vermemiş bulunan iyi niyet, salih bir amel olarak yazılır; halbuki, o gerçekleştirilirse on kat olarak hesap edilir[52].
2- Kur'ân-ı Kerim tarafından savaşanlar ile savaşmayanlar arasında ve bu sonuncular arasında da zayıflar ile sağlam kişiler arasında tesis edilmiş bulunan ayrım da oldukça öğreticidir[53]. Onların hepsinin mü'minler başlığı altına konulmuş olduğu ve hepsine uhrevî mutluluk vadedilmiş olduğu doğrudur; fakat onların hepsi aynı derecede olmazlar. Oysa Kur'ân-ı Kerim, toptan savaşanların fiilen diğerlerine üstün olduğunu söylememekte; fakat o, duruma uygun olarak bu üstünlüğü en ufak incelikleriyle belirtmektedir: Kimi kez o üstünlük, (sağlam kişilere göre) "birçok dereceli" dir; kimi kez (zayıflar hakkında) "tek bir dereceli"dir. Bizim delilimizin kaynaklandığı yer burasıdır. Çünkü harcanmış gayretler ile verilmiş fedakârlıklar arasında, yalnız niyetleri ile savaşanlar ile "mallarım ve canlarım" ortaya koyanlar arasındaki bu farkın dışında, bu veya şu yükselme dereceleri nereden ileri gelmektedir? Nassın, bizzat burada bize dediği işte budur [54].Yine bunu başka yerde daha sarahatle söylemektedir[55].Niyet bir hayırdır; iyi niyetle beraber bulunan amel daha üstün bir hayırdır; çünkü o,kâmil ahlâkî ameldir.
[42] "Muhasibi, kararlaştırılmış bir irade olan niyet, bir de sevilen şeyi ihmalle beraber, bir arzu olan niyet vardır diyor; tıpkı oruç tutmayı arzu eden fakat tersini yapmaya karar veren bir kimse; üzerinde tembellik varken, namaz kılmayı isteyen kimse; kötü alışkanlıklarını bırakmak İsteyen, fakat tövbe etmek için yeterince cömert bir nefse sahip olmayan kimse gibi..." Muhasibi, Ri'âye, vrk. 66.
[43] en-Nisâ 4/97-99.
[44] Krş. Buhârî, Kitâbü'1-Itk, Bab 5.
[45] el-isrâ 17/36.
[46] Krş. Buhârî, Kitâbü'1-Imân, Bab 23.
[47] Krş. Buhârî, Kitâbü'l-Mağâzî, Bab 82: Tebuk.
[48] Yani bunlar, çok bağışta bulunmak için yeterince zenginliklere sahip olmayı isteyenlerdir.
[49] Krş. Tirmizî, Kitâbü'z-Zühd, Bab 15.
[50] Zilzal 99/7-8.
[51] . el-Ahkâf 46/19.
[52] Buhârî, Kitâbü'r-Rikâk, Bab 30; Müslim, Kitâbü'1-tmân, Bab 59.
[53] Müfessirlere göne, sadece savaş hattında ortak savunma için, hazır bulunmaları zarurî olmayan kimselerin kastcdilmesi gerekir.
[54] en-Nisâ 4/95.
[55] et-Tevbe 9/120-1.