- Niye Gülüyoruz, Neye Gülüyoruz?

Adsense kodları


Niye Gülüyoruz, Neye Gülüyoruz?

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Wed 12 October 2011, 03:17 pm GMT +0200
Niye Gülüyoruz, Neye Gülüyoruz?


Ağustos 2006 92.SAYI


Ali YURTGEZEN kaleme aldı, AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı.

İslâm beşerî ihtiyaçları yok sayan asık suratlı bir din değil.

Belli ölçüler içinde şakaya da mizaha da gülmeye de kapı aralıyor. Fakat bunların meslek haline getirilmesine ve sürekliliğine cevaz vermiyor.

Mutluluğun kahkaha atmaya irca edildiği, gülmenin amaç haline getirildiği; insan haysiyetini ve mukaddesatı hiçe saymanın, yalanın, hayasızlığın, bayağılığın mizah sanıldığı şu son zamanlarda “ölçü”yü hatırlayalım istedik.

Bu mesele öyle “Canım bundan ne çıkar?” dedirten, gülüp geçilecek, ayrıntı kabilinden bir şey değil.

Neredeyse tamamı müslüman olan bir ülkede son derece seviyesiz bir mizah anlayışı devasa bir sektöre dönüşmüşse, sorumluluğumuz büyük.

Gurbet hüzünlendirir insanı. Zira sizin aslî vatanınız değildir. Bağlılıktan, muhabbetten, kıymet veriyor olmaktan değil, bir zaruretten dolayı gurbettesinizdir; sıla burnunuzda tüter her daim. Nerden geldiğinizi biliyorsanız, ahdinize sadıksanız, bu böyledir.

Bazıları unutmuş görünse de dünya bütün insanların gurbetidir. Bu sebeple dünya gurbetinin farkında olan yahut farkında olması gereken müslümanın şiarıdır hüzün. Asil bir duygudur; çünkü fark etme şuurunun, dolayısıyla asl’ı hatırlamanın bir nişanesidir.

Gülmekse unutmanın, gafletin, kaybolmuşluğun işareti olduğu için hoş karşılanmamış, bayağılık sayılmıştır müslüman terbiyesinde.

İstanbul’lar feth eylediğimiz zamanlarda çocukların terbiyesi için el kitabı hükmünde yazılmış “Ta’lim-i Edeb” kitapları vardı. Bu kitaplarda, “Gülerek konuşmak, çok gülmek ayıptır; namazda gülmenin namazı fasit eylediğini bildiğin halde, yeryüzünün mescit kılındığını, her an Allah’ın huzurunda bulunduğunu unutup, olura olmaza niye gülersin?” ikazları yer alırdı.

18. asırda “Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan.” mısraını mırıldandığımız sıralar Osmanlı Devleti çatırdamaya başlamıştı. Nihayet “melâli anlamayan bir neslin” bütün eski değerleri yer ile yeksan ettiği günden beri Süper Güçler’in ayak işlerini yapıyor, ekmeğini yiyor, kılıcını çalıyoruz.

Bugün artık melâli anlamayan nesle aşina olmakla kalmadık, “melâl”i kelime olarak da lügatimizden çıkardık. Artık mutluluğu gülmenin neticesi kabul ediyoruz. Mutlu olmak için de bol bol gülüyor, kahkahalar atıyor, güle güle “ölüyoruz”.

Kimyamız bozulunca


“Helâk olmak” manasına “ölüm”, ecelle dünya hayatımızın son bulması demek değildir. Allah’ın hidayetiyle diriltilenler hariç, yeryüzünde yaşayan herkesin ölü olduğunu işaret eden ifadeler yer alır Kur’an’da (En’am, 122). Onların kalpleri kararmış, karanlıklar içinde bırakılmışlardır ama yaptıkları “kendilerine süslü gösterildiği” için öldüklerinin farkında değildirler.

Müslüman böyle bir ölümden, yani “kalbin ölümünden” korkmalıdır. Kalbin ölümüne, mutlak manada helâke yol açan illetlerden biri de çok gülmektir. Onun için Hz. Peygamber s.a.v., “Çok gülmeyin, zira gülmenin çoğu kalbi öldürür.” buyurmuştur.

Bu açık ve net ikaza rağmen nasıl oldu da “güle güle ölme”ye imrenen, gülüp eğlenmeyi, şamatayı, maskaralığı benimseyen bir topluluk haline geldik? Hayatı boyunca hiç yüksek sesle gülmemiş bir peygamberin ümmeti, bu ölçüsüzlüğü nasıl ve nereden peyda etti?

Birçok başka meselede olduğu gibi bu konuda da ikrarımıza rağmen tutum ve davranışlarımız, Batılılaşmadaki seyrimize paralel bir yozlaşmayı yansıtıyor. Farkında değiliz belki ama ölçülerimiz kaybolmuş, tasavvurlarımız değişmiş. En çok bilineni İmâm-ı Gazalî rh.a.’e ait olan “Kimyâ-yı Saadet”ler, adından da anlaşılacağı gibi “mutluluğun formülünü” tarif ediyor müslümanlara. Oradaki ilk fasıl “insanın kendi hakikatini tanıması”dır. Mutlaka bir “âfet” olarak “gülmek”ten bahsedilir.

Böyleyken, bugün gülmeyi âfet olmaktan çıkarıp saadet tahtına oturtmuşsak, başka, yabanıl ve yanlış formüllere kapılmışız demektir. Müslümanın mutluluk anlayışının kimyasında “gülmek” yoktur.

Gülmenin itidali: Tebessüm


Miraç hadisesinden sonraki günlerde mahzunlaşan Rasul-i Ekrem s.a.v., bu halinden sual edildiğinde, “Eğer benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.” buyurmuştu. Tasavvuf uluları da “Cennette duran bir adamın ağlaması ne kadar garip ise, dünyada bulunan bir kimsenin gülmesi, o nispette şaşılacak şeydir.” demişlerdir.

Buna rağmen, ciddiyet ve ağırbaşlılık esas olmakla birlikte, gülmek beşerî bir tepki, hatta bazen bir ihtiyaçtır. Dolayısıyla gülmenin büsbütün yasaklanması söz konusu değildir.

Diğer beşerî ihtiyaçlar gibi maksat haline getirilmemesi, ölçüsünün yahut haddinin aşılmaması gerekmektedir. Gülmekle alakalı bütün ikaz ve yasaklar aslında bir ifratı, aşırılığı önlemeye, edep çizgisini muhafazaya yöneliktir. Edep, hadde riayettir. Gülmenin haddi de tebessümdür. Hz. Peygamber s.a.v. tebessüm eder, nadiren mübarek dişleri görünecek şekilde gülerdi.

Türkçede “gülümseme” diye karşılansa da “tebessüm”, gülme kategorisine girmez. Mesela hüzne mani değildir. Yahut mahzun olmak tebessümü engellemez. “Gülmek”ten, ahireti unutmuş olma halinin tezahürünü, bir ölçüsüzlüğü anlamak gerekir. Dolayısıyla meseleyi “Gülmeyelim de somurtalım mı?” gibi bir ifrat tefrit ekseninde polemiğe mahkum etmek doğru değildir.

Nitekim müslümanların birbirlerine karşı mütebessim, yani güler yüzlü olması istenmiştir. Yüksek sesle ve çok gülmek nasıl nezaketsizlikse, asık suratlı olmak da nezaketsizliktir.

Şamata Cahiliyye adetidir


Gülmenin şekli kadar sebebi de bir ölçü veya itidale dayanmalı, bu itidal noktası da çok iyi bilinmelidir. İnsan bir sürur halinin, bir ferahlığın, bir memnuniyetin ifadesi olarak tebessüm edebilir. Çocukları sevindirmek için onların maskaralıklarına gülmek caizdir. Muhatabı tahkir amacı yoksa bir kimseye taaccüp ettiğimizde de gülümseyebiliriz. Rasulullah s.a.v torunlarıyla oynamış, kefaret için kolaylık arayan bir bedevinin herkesi şaşırtan pişkinliğine tebessüm etmiştir.

Uhut’ta müslümanlara çok zayiat verdiren zorlu bir kâfirin, Sa’d b. Ebî Vakkas r.a.’ın okuyla vurulduğunda avret yerinin açılarak düşmesi, Peygamber s.a.v.’i güldürmüştür. Yine Müzdelife’de ümmetinin affedilmesi niyazı müstecab olunca Efendimiz s.a.v.’in mübarek yüzüne belirgin bir gülümseme yayılmış, sebebi sorulduğunda, “şeytanın dövünmesini gördüğünü” ifade buyurmuşlardır.

Şu halde şeytanın, kâfirin, zalimin zelil olmasına, komik duruma düşmesine sevinip gülmek, şamata etmemek kaydıyla mübahtır.

Bugün Türkçede yaygara yaparak, bağırıp çağırarak eğlenmek; ölçüsüzce gülüp oynamak manasına gelen “şamata” bir cahiliyye âdetidir ve hasım yahut rakip kabul edilen kişi ya da topluluğun maruz kaldığı zarar, felaket veya mağlubiyete sevinmek demektir. Arapların “şemâte” dediği bu sevinç törenlerinde karşı tarafı küçük düşürecek şekilde gülüp eğlenmek, onlarla alay etmek esastır. Avama mahsustur.

Peygamberimiz s.a.v., aradaki ihtilaf veya rekabet ne kadar derin olursa olsun, müslümanların birbiri aleyhine şamata yapmasını katiyetle men etmiştir. Son zamanlarda özellikle sportif bir başarıdan sonra neredeyse usul haline gelen şamatacılık, bir küçüklük kompleksinin ifadesi olmakla da müslüman vakarına uygun düşmemektedir.

Ağzımız kanla dolsun istemiyorsak


Bazen insanların kendilerine zarar veren sakarlıkları, beceriksizlikleri olur. İstemeden gülünç duruma düşebilirler. Böyle durumlara şahit olunduğunda, tebessüm şeklinde de olsa gülmemek gerekir. Zira bu en hafifinden “Gülme komşuna, gelir başına” tehlikesinden salim olabilmenin icabıdır.

Bedevinin biri huysuz bir deve üzerinde iken Rasul-i Ekrem s.a.v.’e dönerek selam verir, bir şey sormak için Efendimiz s.a.v.’e yaklaşmak ister. Selam için döndüğünde dengesini kaybetmiş, düşeyazmıştır. Hayvan, sert davranılınca iyice huysuzlanmış, bedevinin her yaklaşma denemesinde onu uzaklaştırmıştır. Bu sırada bir grup müslüman manzarayı kendi aralarında gülüşerek seyretmektedirler. Nihayet bedevi uzaklaşır, gider. Kısa bir zaman sonra devenin adamı üzerinden attığı ve boynunu ısırarak öldürdüğü haberi kendisine ulaştırılınca, Peygamber s.a.v. demin manzaraya gülenlere döner; “Evet, sizin ağzınız da onun kanıyla doldu.” der.

Böyle hallerde insanın kendini tutması, gülmemesi, gülme hissini bastırması elbette bir ağırbaşlılık işaretidir. Fakat sadece “işaretidir”.

Bundan daha iyisi, gülme hissine hiç kapılmayacak şekilde vakar sahibi olmaktır.

Bilhassa son zamanlarda Batı mahreçli “kişisel gelişim” yöntemlerinin revaç bulması ile hemen her konuda olumlu bir tepkiyi takınmak, bir meziyeti maske gibi belli bir süre taşımak, kısaca “gibi görünmek”, neredeyse erdem kabul edilmektedir.

Dolayısıyla tebessüm etmek gibi, çok gülmemek gibi, ağırbaşlı olmak gibi davranışlar ilahî ölçünün, manevî donanımın tezahürü ise birer fazilettir. Bunlar geçici süreliğine dışardan alınmış rol kabilinden davranışlar ise eğer, ne kadar ustaca oynanırsa oynansın, bir fayda ve kıymet ifade etmez.

Şakadan anlıyor muyuz?


Bazen birisine yapılan bir şaka, anlatılan mizahi bir hikaye, bir espri, bir taklit de güldürür insanı. Madem gülmenin şekli kadar sebebi de mühimdir, her şaka veya espriye tebessüm ederek de olsa gülmek doğru mudur?

Bugün biz mizah yahut şaka deyince, mahiyet olarak birbirinden farklı bir sürü kavramı bir arada düşünüyoruz. Bu kavram kargaşası kafamızı da karıştırıyor.

Meseleyi dağıtmadan şunu söyleyelim: İslâm’da nezih şaka ve mizaha ruhsat vardır. Peki bu nezahetin ölçüsü nedir? Hangi durumlarda mizah yasaklanmakta, kerih görülmektedir?

Müslümanların birbirleriyle “istihza” maksadı taşıyan şakalar yapması haramdır. İstihza, alay etmek demek. Kur’an dilinde “suhriyye” diye de adlandırılıyor. Suhriyye, “insanları güldürecek şekilde, birinin kusur ve noksanlarına dokunmak”tır. O kişinin işini, sözünü, hikaye ve taklit suretiyle de olur, bunlara işaret ve ima suretiyle de. Hucûrât Suresinin 11. ayetinde müminlerin bu şekilde birbirlerini alaya almaması emredilmiştir.

Mizah yoluyla istihza manasına gelen suhriyye kavramında “öfkeye sevkedecek tarzda tahrik” manası da vardır. Bu sebeple Peygamberimiz s.a.v., “(Mümin) kardeşinle münakaşa ve şaka etme.” buyurmuştur. Hadis-i şerifte şakanın münakaşa ile birlikte zikredilmesi, ikisinin de nifak ve düşmanlığa yol açması sebebiyledir denilmiş, buradaki şaka (mizah) ile kastedilenin “suhriyye” olduğu yorumu yapılmıştır. Kaldı ki bu tür bir şaka veya mizah, müşriklerin tarzıdır.

Kibrin ve şeytanlaşmanın işareti olmakla “istihfaf”, yani hafife alma, önemsiz ve değersiz bulma, küçümseme de, istihfaf maksatlı mizah ve şaka da reddedilmiştir.

Şaka ve mizah kapsamına giren bir başka kavram “hezl”dir ki en belirgin özelliği “uydurma” olmasıdır. Hezeliyat, “aslı astarı olmayan, boş ve saçma söz” demektir. “Hezel”deki “uydurma”nın yalan olması, hakikati ifade etmemesi esastır. Vuku bulmasa da mümkün olanı anlatması ve bunun bir terbiye maksadıyla yapılması, adına yine “hezel” dense de mübah görülmüştür.

Nitekim birer “tip” olarak cimrileri, ahmakları, tufeylileri (asalakları) anlatan mizahi hikayeler ve kitaplar bu cümledendir. Musa a.s.’ın “hezl” ile itham edilmesi üzerine, “Cahiller gibi olmaktan Allah’a sığınırım” (Bakara, 67) demesi, “palavra atmak, dalga geçmek” manasına “hezl”in bir cahiliyye alameti olduğuna delildir.

Latife latif gerek


Alaydan, küçümsemeden, yalandan berî olması, şaka yahut mizahın nezahetine yetmiyor. Devamlı olmaması, tadında bırakılması da gerekiyor.

Şakanın meşruiyetini göstermek adına “Rasulullah s.a.v.’in şaka yaptığını” söylemek, sürekli şaka yapacağımıza değil; arada, münasip düştüğünde şaka da yapabileceğimize hüccet olmalıdır.

Nitekim gayr-i meşru bir sistemi veya küfrü sabit bir topluluğu, tamamen haklı gerekçelerle sürekli mizah malzemesi yapmak, çoğu zaman bir aczin, tembelliğin ve kaçışın ifadesidir. Günümüz gençliğinde giderek yaygınlaşan “her meseleyi espriye boğma” saplantısını böyle değerlendirmek, bunun arkasında psikolojik saikler aramak gerekiyor.

Ölçülerimize uygun mizahın sadece ve özellikle “güldürmek” gibi bir hedefi de yoktur. Her şeyde olduğu gibi bunda da ulvî bir fayda gözetilmelidir. Gergin bir ortamı yumuşatmak, muhatabı rahatlatmak, mesajı bir nükteyle daha tesirli vermek, söylenmesi gereken ama söylenmesinden çekinilen bir hakikati şakaya vurarak ifade etmek, zulme karşı bir direnişi canlı tutmak.. asıl gayedir. Gülümseme, mizahtaki “letâfet”in tabii neticesidir.

Büyüklerimiz bu inceliği, bu hassas ölçüyü anlatmak üzere bizim gibi laf kalabalığına tevessül etmemiş; mizah, şaka, espri, nükte yerine “latife” diyerek meseleyi tek kelime ile çözmüştür. Arkasından da belki bu kavram kargaşası içinde latifenin de ölçüsünü kaçırabiliriz endişesiyle şu hükmü koymuşlardır:

Latife latif gerek. Yani yaptığımız şaka, mizah, espri.. ince ve derinlikli olmalı. Bir güzelliği ve hoşluğu yansıtmalı. Bayağılığın, kabalığın, hayasızlığın, müstehcenliğin yakınından bile geçmemeli. Muhatabı kırıp incitmemeli, bilakis bir “lütuf” taşımalı ona. Ve mutlaka gönülden kopup gelmeli.

Densizlik etmemek için


Türkçede hayvanların iki yanına yüklenen çuvallara “denk” denir. “Denge” kelimesi buradan hareketle türetilmiş. Dengenin Arapçadaki tam karşılığı “itidal”dir. “Adl” kökünden gelir; “adalet ve hakkaniyet üzere olma, ölçülülük, muvazene” demektir. İtidalin kökündeki “adl” yahut “ıdl”in bir manası da yine “yük çuvalı”dır ve bizdeki “denk” ile aynıdır.

İslâm, beşerî tutumlarda hep bir dengeyi, itidali arar. Kabul etmek gerekir ki mizah gibi ince ve hassas meselelerde itidal noktasını bulmak hayli zordur. Yaptığınız şaka ve mizahın dozunu, zamanını, zeminini iyi ayarlayamaz, gerekli ustalık, titizlik ve hassasiyeti gösteremezseniz, yaptığınız şey “latife” değil “densizlik” olur. Zira bütün densizlikler bir denksizliğin, denk düşürememenin, itidal ölçüsünü kaçırmanın neticesidir.

Nihayet mizah, büyük oranda bir meşrep veya tabiat meselesidir. Meşrep ve maharetimiz el vermiyorsa bu yükün altına girmemek evlâdır.

Hz. Peygamber s.a.v.’in bütün şakaları tam bir “latife” örneğidir. Efendimiz s.a.v.’den rivayet edilen “Muhakkak ki ben de şaka ederim; fakat ancak doğruyu söylerim.” yahut “Evet, ben her ne kadar sizinle şakalaşırsam da hilaf-ı hakikat bir şey söylemem.” hadis-i şerifleri, Türkçeye böyle tercüme edilmekle birlikte, tıpkı kelime-i tevhitteki gibi nefy ve ispat usulüyle irad buyurulmuşlardır. Bu hadisler aslında “Ben şaka yapmam” şeklinde olumsuzlukla başlamakta, sonra Efendimiz s.a.v.’in yaptığı ve “şaka” diye bilinen şeyin ne olduğu söylenmektedir.

Hadislerin bu şekildeki tertibi, müslümanlar arasında latife dışındaki şaka ve mizahın önce reddine, sonra da mutlaka İslâmî ölçülerle yeniden inşa edilmesi gerektiğine işarettir.

Peygamberimiz s.a.v.’in latifeleri


Rasul-i Ekrem s.a.v.’in latifelerinin pek çoğu eskilerin “tahsîlü’l-hâsıl” dediği bir tarz üzerinedir. Herkesçe bilinen bir gerçeğin, ilk anda farklı anlaşılacak şekilde ifade edilmesine dayanır.

Yaşlı bir kadına, “Kocakarılar cennete giremez.” demesi böyle bir latifedir. Kadının meyus olup ağlaması üzerine, “Sen o gün yaşlı değil, genç olursun” diyerek, Vâkıa Suresi’nin son ayetlerindeki, kadınların “yeniden bir yaratılışla gençleştirilerek cennete konulacağı” müjdesini hatırlatmış ve kadının gönlünü almıştır.

Efendimiz s.a.v.’in daha çok yaşlı kadınlara, çocuklara ve kölelere yaptığı bu tür şakalar, onlara merhametinin, onların gönlünü alma arzusunun ifadesidir. Özel bir ilgiyi, bir sevgiyi yansıtır; böylece onları “sıradanlık” duygusundan kurtarır.

Hz. Peygamber s.a.v. Ebu Talha r.a.’ı ziyaretlerinde onun Umayr adındaki küçük oğlu ile de ilgilenir, her defasında, “Yâ Ebâ Umayr, Nuğayr ne yapıyor?” diye sorardı. “Nuğayr” dediği, Umayr’ın arkadaş edinip oynadığı bir serçe yavrusudur ki Arapçada “nuğre” diye adlandırılır. Peygamber Efendimiz s.a.v.’in kendisini muhatap alması, “nuğre” ismini “nuğayr” şeklinde bilerek değiştirip onu kendi ismiyle kafiyeli hale getirmesi, nihayet bir serçe yavrusu olmasına rağmen arkadaşının hatırını sorması kadar Umayr’ın küçük kalbini ışıklandıran daha latif başka ne olabilir?

Hz. Peygamber s.a.v. böyle zarif latifeler yapmak yanında, hazırcevaplığıyla, mizaha yatkınlığıyla maruf Sahabilere de zaman zaman takılarak onların şakalarına zemin hazırlar, hatta bazen kendisine şaka yapılmasına müsaade ederdi.

Efendimiz s.a.v.’in “takılmaları” daha ziyade muhatabı kırmadan uyarmaya, bir yanlışı imaya matuf olurdu ki, terbiye sistemimizde böyle bir metodun kullanılabileceğini göstermesi bakımından önemlidir.

Havvât r.a.’ın devesi


Aşağıda nakledeceğimiz hadise latife yollu bir uyarıyı örneklediği kadar, büyüklerin nüktelerine şaka ile mukabele etmemek gerektiğini, mesajı aldıktan sonra sükut ile kendimizi düzeltmeye koyulmamızın daha güzel olduğunu da anlatır.

Ensardan Havvat b. Cübeyr r.a., müslüman olmadan önce kadınlarla sohbet etmeyi, kadın meclislerinde bulunmayı seven biridir. Müslüman olduktan sonra da bu temayülünü terk edemez. İslâm ordusuyla fetih için Mekke’ye ilerlerken, yolda rastladığı Ka’b kabilesinden kadınların içine karışıp onlarla sohbete koyulur. Gizlenmek istemesine rağmen Rasul-i Ekrem s.a.v. onu görür ve “Ne yapıyorsun bu kadınlarla burada?” diye sual yoluyla ikaz eder. Havvat boş bulunmuş ve “Devem kaçtı, onu yakalamak için bu kadınların saçlarından ip ördürüyorum..” gibi esprili bir cevap vermiştir. Rasulullah tebessüm edip geçer fakat uzunca bir süre sonra döndüğünde Havvat’ı yine kadınlarla görünce, “Ne oldu, senin deve hâlâ kaçıyor mu?” diye takılır.

Bu hadiseden sonra Hz. Peygamber s.a.v. ne zaman karşılaşsa Havvat’a “kaçan devesini” sormaktadır gülümseyerek. Havvat, hatasını anlamış ve utanmıştır. Nerde görse Efendimiz s.a.v.’den kaçmaktadır.

Bir gün mescitte namaz kılarken yakalanır. Peygamberimiz s.a.v.’in imasına muhatap olmamak için namazı uzattıkça uzatır ama O’nun “Namazı uzatma artık, ben seni bekliyorum.” buyurması üzerine selam verir. Hz. Peygamber s.a.v. “Nasıl, deve artık kaçmıyor değil mi?” diye sorar yine. Havvat da “Seni hak peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki deve ondan sonra bir daha kaçmamıştır.” der. Rasul-i Ekrem de “Allahü ekber” diye tekbir aldıktan sonra “Allahım sen Ebu Abdullah (Havvat)’ı hidayet eyle!” diye dua buyurur.

Ağır bir şaka


Peygamberimiz s.a.v.’in vefatından bir yıl kadar önce Hz. Ebubekir r.a. beraberinde Nu’ayman bin Amr ile Suveybıt bin Harmele r.a. olduğu halde ticaret için Busra’ya kadar gitmişlerdi. Dönüş yolunda Hz. Ebubekir r.a.’ın kafilede olmadığı bir sırada Suveybıt ile Nu’ayman bir beldeye uğrar. Suveybıt o belde ahalisiyle önceden gizlice görüşmüş ve yanındaki kişinin kölesi olduğunu, satmak istediğini, fakat bu kölenin “köleliğini inkâr etmek” gibi tuhaf davranışlarda bulunabileceğini söylemiş, pazarlık neticesinde on deve karşılığında gıyabında Nu’ayman’ı satmıştır. Götürmek için boynuna ip bağladıklarında neye uğradığını şaşıran Nu’ayman, “Bu adam şaka yapıyor, ben hürüm, köle değilim!” diye feryat etmişse de yeni sahipleri, “Biz senin böyle söyleyeceğini biliyorduk!” der gibi gülerek alıp götürmüşlerdir Nu’ayman’ı. Hz. Ebubekir r.a. dönüp de durumu öğrenince Suveybıt’la gider, develeri iade ederek Nu’ayman’ı kurtarırlar.

Bu hadise anlatılınca Hz. Peygamber s.a.v. ve ashabı gülmüştür. Hatta Rasulullah s.a.v.’in vefatına kadar, her hatırlayışında bu hadiseye güldüğü nakledilir.

Rasulullah s.a.v.’in gülmesi böyle bir şakayı onaylamak, böyle şakalar da yapılabileceğine izin vermek anlamına gelebilir mi? Zira bu şakada kantarın topuzu biraz fazla kaçmış gibi. İlk bakışta baştan beri dikkat çektiğimiz itidal ölçüsüne burada riayet edilmediği düşünülebilir. Fakat öyle değildir. Bu şaka Nu’aymanü’l-Ensârî’nin itidaline uygundur. Zira itidal noktası kişilere, mesleklere, şartlara göre değişebilir. Çünkü aslolan hakkaniyettir. Nu’ayman da böyle bir şakayı çoktan hak etmiştir.

Konuyu araştıranların malumudur: Nu’ayman bin Amr, ağır şakalarıyla tanınan bir sahabidir. Gözleri görmeyen yaşlı Mahreme bin Nevfel’i şakalarıyla kızdırmış, onun Nu’ayman’ı döveceğim diye yemin ettiğini duyunca da gel seni Nu’ayman’ın yanına götüreyim diyerek, mescitte namaz kılan sahabilerden bazılarını Mahreme bin Nevfel’e sopalatmıştır.

Nu’ayman’ın Hz. Peygamber s.a.v.’e yaptığı şakalar da meşhurdur. Mevsimine göre Medine’ye gelen turfanda yiyeceklerden veya güzel bulduğu şeylerden bir miktar satın alır, Rasulullah s.a.v.’e getirir, “Bunu senin için aldım. Benim sana hediyemdir.” diye ikram edermiş. Sonra mal sahibi bedelini istediği zaman onu tutup Efendimiz s.a.v.’in yanına getirir, “Bu adamın parasını ver.” dermiş. Rasul-i Ekrem, “Hani sen onu bize hediye getirmiştin, şimdi ne parası bu?” deyince de “Hele sen parasını öde de durumu sonra anlatırım.” cevabını verirmiş. Nu’ayman’ın Allah ve Rasulüne muhabbetinden emin olan Peygamberimiz s.a.v. onun şakacı mizacına müdahalede bulunmamış, fakat ona yapılan biraz ağırca şakaya gülmek suretiyle “hak edene böylesi şakalar da edilebilir” mesajını vermiştir.

Neye gülüyoruz? Niye gülüyoruz?


İslâm beşerî ihtiyaçları yok sayan asık suratlı bir din değil. Belli ölçüler içinde şakaya da mizaha da gülmeye de kapı aralıyor. Fakat bunların meslek haline getirilmesine ve sürekliliğine cevaz vermiyor.

Mutluluğun kahkaha atmaya irca edildiği, gülmenin amaç haline getirildiği; insan haysiyetini ve mukaddesatı hiçe saymanın, yalanın, hayasızlığın, bayağılığın mizah sanıldığı şu son zamanlarda “ölçü”yü hatırlayalım istedik.

Bu mesele öyle “Canım bundan ne çıkar?” dedirten, gülüp geçilecek, ayrıntı kabilinden bir şey değil. Neredeyse tamamı müslüman olan bir ülkede son derece seviyesiz bir mizah anlayışı devasa bir sektöre dönüşmüşse, sorumluluğumuz büyük. Kur’an, müminleri “...dininizi alay ve eğlence konusu yapanları dost edinmeyin” (Mâide, 57) diye uyarıyor çünkü. Ayetlerin inkâr edildiği, hafife alındığı ortamlardan uzak durmamızı istiyor.

Ne kadar komik olursa olsun, ölçülerimize uymayan, mukaddesatımızı alaya alan bir mizah anlayışına itibar etmek de, şimdiki ağırlığını ve yaygınlığını kabullenerek alternatif oluşturmaya çalışmak da bizim ayıbımız.

Basında, televizyonlarda, sahnelerde, perdelerde karşımıza çıkan “mizah”a bir de aklederek, kalp gözüyle bakalım ve kendimize soralım:

Aslında neye gülüyoruz, niye gülüyoruz?