- Nifak ve münafıklık

Adsense kodları


Nifak ve münafıklık

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Tue 28 September 2010, 09:53 pm GMT +0200
2. Nifak Ve Münafıklık


Gerçekten Mekke döneminde mü'minler bir çok belalarla karşı karşıya idiler, azab görüyorlar, işkence ediliyorlar, sıkıştırılıyorlar, bas­kı altında tutuluyorlardı. Fakat bütün bunlara rağmen dayanma gücü gösterip sabrediyorlar, mümkün olduğu kadar direkt olarak karşı koy­muyorlardı. Çünkü Mekke'de o zamanlar sadece iki gurup insan var­dı. Gurubun biri tüm yapılanlara göğüs gerip sabr eden mü'minler, diğeri ise zalim ve kâfir müşriklerdi. Mekke'de münafık diye bir gu­rup yoktu. Çünkü nifakın tabiatı gereği hep hile yapmak, tuzak kur­mak ve hep arkadan güreşmektir. Mekke'de ise bu dinin bağlıları sa­dece samimi ve dosdoğru müslümanlardı.

Ancak Medine'ye gelince durum farklıdır. Burada İslâm Devleti­nin kurulmasından, Allah'ın hükmünün ve şeriatının hakim olmasın­dan sonra, ortaya bir üçünü gurup olan münafıklar, iki yüzlüler çıktı. Aslında bu, bencil, kendisinden başkasını düşünmeyen ve zayıf karak­terli kimselerin alışageldikleri bir huydur, çünkü bunlar aynı zaman­da korkaktırlar. Bu bakımdan İslam'ın güç kazanmasından ve onun üstün gelerek hakim olmasından korkmaktadırlar. İşte bundan dola­yı münafıklar görünürde müslüman gözüküyorlar, fakat aslında küf­rü ve küfür ehlini seviyorlar, ancak onları sevdiklerini açık bir şekilde söyley emiyorlardı.

N Münafıklar: Öylesi bir toplumdurlar ki, İslamı kabul ettiklerini ve Rasûlullah (s.a)'a tabi olduklarını açıkça söyleyip, esas küfürleri­ni, Allah'a ve Rasûlünre olan düşmanlıklarını ise gizlerler. İşte bun­lar Rabbimin de buyurduğu gibi cehennem ateşinin en şiddetli olan alt tabakasındadırlar. İşte âyet:

"Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Ar­tık onlara asla bir yardımcı bulamazsın." (Nisa, 4/145)

Bilindiği gibi küfrünü açıkça ortaya koyan kâfirler, zarar bakı­mından daha az zararlı oldukları gibi, yine küfrünü açıkça ortaya ko­yan kâfirler, münafıklarla göre daha hafif bir dereceyle cezalandırıla­caklardır. Çünkü münafıklar cehennemin tabakalarının en alt kısmında yer alırlarken, kâfirler bunların üzerindeki bir tabakada yer alacak­lardır.

Aslında her iki gurup ta yani kâfirler ve münafıklaı, küfürde, Al­lah ile Rasûlüne düşmanlıkta müşterektirler, bu hususta aralarında her­hangi bir fark yoktur. Ancak münafıkların bunlardan bir farkı var­dır. O da yalancı olmaları ve nifak meydana getirmeleri. Bu yüzden müslümanların bunlardan gördükleri, zarar açıkça küfrünü ortaya ko­yanlardan daha fazladır ve tehlikelidir. Bu bakımdan Rabbim müna­fıklar hakkında bizi uyararak şöyle buyurmaktadır:

"Düşman onlardır. Onlardan sakın.” (Münafikûn, 63/4)

Burada bu âyetin tümüyle mealini verelim de, münafıkların hali­ni bir görelim:

Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa söz­lerini dinlersin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kütüklerdir. Her gürül­tüyü aleyhlerine sanırlar. Düşman onlardır. Onlardan sakın. Allah on­ları kahretsin! Nasıl olup da döndürülüyorlar?" (Münafikûn, 63/4)

Şimdi tekrar âyetin kısaca işaret ettiğimiz noktasına dönelim: "Düşman onlardır. Onlardan sakın."

İşte bu gibi lafızlar hasr ifade etmektedir. Yani olayın özellikle kim tarafından ortaya konulduğunu kesin bir çizgiyle bildirmiş olmak­tadır. Bu itibarla burada: "Düşman sadece bunlardır, bunlardan da­ha büyük düşman yoktur'- demek isteniyor. Ancak buradan, "Düş­manlık sadece bunlardandır." gibi bir şey de anlaşılmamalı. Evet böyle anlaşılmamalı, müslümanların bunlar dışında düşmanları yoktur ma­nâsında değerlendirilmemeli. Aksine burada işaret olunan ve ortaya konan husus şudur.

Düşmanlıkta en ön sırayı münafıklar alırlar. O halde diğer düş­manlarını tanıman gerektiği gibi, hiç ihmal etmemen ve öncelikle düş­manların olarak bilmen gereken toplum bu münafıklardır, sakın bu­nu hatırından çıkarma. Bunların görünürde müslümanlara yaklaşıp katılmalarına değer verilmemeli, dostluk gösterileri, oturup kalkmalan, bir arada bulunmaları aldatıcıdır ve müslümanlarm düşmanları olmadıkları anlamına gelmemelidir. Bilakis bunlar, düşman olarak bi­linmeye ve düşmanlık gösterilmeye daha çok müstahaktırlar. Bunlar­dan ülkede bu durumu açığa vuranlara, müslümanlara karşı düşman­lık bayrağını çekenlere karşı mutlaka düşmanlık gösterilmelidir.

Şimdi asıl inançlarını gözleyip görünürde müslümanlardan gözü­ken, onlarla muaşerette bulunup, kalkıp oturan bu kimselerin verdik­leri zararlar, açıkça düşmanlık gösteren, bunu sürdürenlerin düşman­lığından çok daha büyük zararlar doğurmaktadır. Zira küfrünü açık bir şekilde ortaya koyan kimseyle bir harbe veya savaşa girişmek ya bir saat, bir an veya bir kaç gün sürer. Sonra da bu, biter, sona erer, sonuçta yardım ve zafer olur. Fakat münafıklarla durum hiç de diğer­leri gibi değildir. Çünkü bunlar bizim ülkemizdeler, bizim yanımızda yer alıyorlar ve evlerimizin içinde bulunuyorlar, hem de gece-gündüz bunlarla beraberliğimiz sürmektedir. İşte bunlar bizim tüm gizli şey­lerimizi düşmana gösteriyorlar, onlara gözcülük ediyorlar. Bu bakım­dan bunlardan sakınmamız gerçekten pek güç olmaktadır. Her an müslümanlar aleyhinde fırsat gözetleyip duruyorlar. Bu bakımdan bun­larla görüşmek, bir utançtır ve bir lekedir. Bunları sevmek ise Cebbar olan yüce Rabbimin gazabını çeker, insanın cehenneme girmesine ne­den olur.

Kim onların köpeklerinin peşine takılır ve görüşlerinin çengeline saplanırsa, bu hal onun dinini ve imanını paramparça eder, böylece onun için akla gelmeyecek belalar ve rezaletler biçerler. O kimseye ar­tık mahrumiyetten ve yoksulluktan alması gereken ne kadar pay var­sa bu payı bol miktarda almasını sağlarlar. Böylece o gerisingeri git­meye ve hep gerilemeye başlar da hala kendisini ilerliyor zanneder.[292]

Ancak Yüce Allah'ın bu ümmete bir nimeti ve rahmeti gereğidir ki, onları mü'minle münafıkı birbirinden ayırdetmeyecek bir halde bı­rakmamıştır. Zira mü'minin neyin iyiliğine ve neyin de kötülüğüne ol­madığım bilmemesi, böyle bir temyiz gücüne sahip olamaması halin­de, İslâm toplumunda güzel örneklerin kaybına ve yok oluşuna neden olur. Aynı zamanda doğru ve samimi olan müslümanın da sadakati­nin ve doğruluğunun önemli şeklinin ortadan kalkmasına sebep olur.

Yine İslama mensup olduklarını söyleyen bir takım kimseler de var ki, bunlar sırf menfaatçılığı gözetirler. Yani onlar sadece dünya­da çıkarları olan malın dışında bir şey düşünmezler. Tek düşünceleri dünyanın aşağılık metaıdır. Bu bakımdan mü'minler herhangi bir za­fer ve başarı kazandıklarında hemen yanlarında bu tip kimseleri bu­lurlar. Fakat bir musibet ya da felaketle karşılaştıklarında aynı kişile­rin mü'minlerin aleyhine döndükleri görülür. Yine bunlardan öyleleri de var ki, hepsi iğrenç bazı arzular peşindedirler. Yıkıcı ve iğrenç ar­zular. İçleri öylesine kin ve haset doludur ki, tem amaçları bu kin ve hasedle istediklerini elde etmektir. Bunlar hep müslümanlarm sıkıntı­ya düşmelerini ve başlarına bir şeylerin gelmesini gözetleyip dururlar. Görünürde mü'minlerin yanında olduklarını söylerler. Ancak en sı­kıntılı ve dar anlarında müslümanları hep arkadan vurarak ihanette bulunlar.

Durum böyle olunca, Allah (c.c) imtihan ve deneme yoluyla doğru ve samimi olan müslüman ile yalancı olanı açıklayıp ortaya ay­maktadır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:                         

"Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "iman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekile­ri de imtihan geçirimsizdir. Elbet­te Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka or1 aya koyacaktır.'' (Ankebût, 29/1-3)

Bjr başka âyette de şöyle buyurulmaktadır:

"Eğer siz (Uhud'da) bir acı­ya uğradınızsa, (Bedir'de de düş­manınız olan) o kavim aynı acıya uğramıştır. İşte böylece biz, zafer günlerini insanların kâh bir kesi­mine, kâh diğer kesimine nasip ederiz. Tâ ki Allah, iman edenle­ri ortaya çıkarsın ve aranızdan şa­hitler edinsin. Allah zalimleri sevmez. Bir de (böylece) Allah, iman ejflen-leri günahlardan temize çıkarmak, kâfirleri de helak etmek ister." (Al'i îmrân, 3/140-141)

Bir başka âyet meali de şöyledir:

"Allah, kirlenmişi temizden ayırdetmeksizin, mü'minleri bu­lunduğunuz halde bırakacak de­ğildir." (Al'i İmrân, 3/179).

Evet, mutlaka iyi ile kötünün, kirli ile temizin ortaya çıkarılması gerekmektedir. Kaldı ki insanların imtihana tabi tutulması, Rabbani bir imtihandır. Nefislerin arınması ve hak üzere pırıl pıril kalması bu­na bağlıdır. Kaldı ki Allah (c.c), kullarından, ister mutlu anlarında, ister sıkıntılı anlarında olsun, kendisine karşı kulluklarım yerine ge­tirmelerini ister. Sağlıklı veya sıkıntılı anlarında kulluklarım kanıtla­maları gerekir. Çünkü insanın bu her iki durumda da Rabbisine karşı yapabileceği görev ve vazifeleri bulunmaktadır. Kısaca durum neyi ge­rektiriyorsa, görevini o duruma göre yerine getirmesi lazımdır. Bun-larsız kulluk gereğince yerine getirilmiş olamaz. Kalb de bunlarsız doğ­ruya ulaşamaz, düzelemez. Nitekim insan vücudunun bile düzenli bir yol izleyebilmesi için hem sıcağa hem de soğuğa ihtiyaçları vardır. Be­den sıcağın, soğuğun, açlığın ve susuzluğun, yorgunluğun ve sıkıntı­nın ne olduğunu bilmedikçe gereğince görevini yerine getirmez. İşte kişiye gerçek anlamda bir yön verilmesi, insanın kemale ve olgunluğa erişmesi için bu sıkıntılar ve zahmetler bir şart olmaktadır.[293]

Aslında münafıklarla ilgili konu üzerinde duracak olursak, bu ko­nu uzar. Üstelik eski ve yeni yazarlar bu hususta bir hayli yazmış­lardır.[294]

Ben konunun hazırlığı bölümünde nifak'ın ve hükümlerinin ne olduğundan sözetmiştim. Şimdi ise bunların islam davetine karşı ol­dukları davranış biçimlerine ilişkin, açık fiilerini ve niteliklerini belir­teceğim.

 
Münafıkların Çirkin Özellikleri
 

1- Münafıkların giriştikleri en tehlikeli işlerden birisi şudur: Müslü­manları terkeder, yahudi ve hristiyanlarla dost olurlar, onlara bağlanır­lar. Kur'an'ı Kerîm bir çok yerlerde onların bu hallerini açıklayarak, asıl yüzlerini ve iğrençliklerini su yüzüne çıkarmıştır. İşte bunlardan biri Haşr süresidir. Rabbimiz bu sûrede şöyle buyuruyor:

"Münafıkların, kitap ehlin­den inkar eden dostlarına, "Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çı­karız; sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutu­şursanız, mutlaka yardım ederiz" dediklerini görmedin mi? Allah onların yalancı olduklarına şahit­lik eder.                                                                             

"Andolsun, eğer onlar çıkarilsalar, onlarla beraber çıkmazlar, sa­vaşa tutuşmuş olsalar onlara yardım etmezler, yardım etseler bile ar­kalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez." (Haşr,59/11, 12)

Yine Rabbim şöyle buyuruyor:

"Allah'ın kendilerine gazab ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Bilerek yalan yere yemin ediyorlar." (Mücadele 58/14).

Süddî ve Mukatil'in anlattıklarına göre bu Mücadele âyeti Ab­dullah b. Übeyy b. Selûl ile Abdullah b. Nebtel hakkında nazil olmuş­tur. Bu iki şahsın ikisi de münafıkların önde gelenlerindendir. Bu iki kişiden biri Rasûlullah (s.a) ile beraber aynı mecliste bulunup, karşı­lıklı konuşur, sonra da sözü alır, yahudilere iletirdi. İşte aşağıdaki âyet de bununla ilgili olarak nazil olmuştur:[295]

"Bunların arasında bocalayıp durmaktalar; ne onlara (bağlanı­yorlar) ne bunlara. Allah'ın şaşırttığı kimseye asla bir (çıkar) yol bu­lamazsın." (Nisa, 4/143)

Ayrıca bir sûre var ki, tümüyle münafıklardan sözeder. İşte bu sûre "Münafikûn" süresidir. Rabbimizin bu sûrede bildirdiğine göre bunlar aslında içlerinde olmayan şeyleri açığa vururlar. Asıl amaçla­rını gizlerler. Bunlar müslümanlar aleyhine hareket ederler ki, müslü-manların safları zayıflayıp güçsüzleşsin. Rabbimiz (c.c) şöyle bu­yuruyor:

"Onlar: "Allah'ın elçisinin yanında bulunanlar için hiç bir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler" diyenlerdir. Oysa gök­lerin ve yerlerin hazineleri Allah'­ındır. Fakat münafıklar bunu an­lamazlar."

"Onlar,   "Andolsun,   Eğer Medine'ye  dönersek,  en  üstün olan, en alçak olanı oradan mut­laka çıkaracaktır." diyorlardı. Halbuki üstünlük ancak Allah'ın ve peygamber'inin ve mü'minlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler." (Münafikûn, 63/7-8)

Bu âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak Cabir (r.a)'den gelen riva­yete göre; Câbir b. Abdullah (r.a) diyor ki: "Biz Hz. Peygamber (s.a) ile birlikte bir gazada bulunuyorduk. Bu sırada muhacirlerden biri, Ensardan birinin kıçına vuruverdi. Bunun üzerine Ensar'dan olan kim­se: "Ey Ensâr!" diye seslendi. Muhacir olan da aynı şekilde, "ey Muhacirler" diye seslendi. Her ikisi de kendi çevresini yardımına ça­ğırıyordu. Bu durum üzerine Rasûlullah (s.a):

"- Bu cahiliye davası da nedir?" diye müdahalede bulundu. Ora­dakiler de:

- Ey Allah'ın Rasûlü! Muhacirlerden olan biri, Ensardan olan bi­rinin kıçına vurdu cevabını verdiler. Rasûlullah (s.a) de:

"- Bırakın o adeti, çünkü o kokuşmuştur" buyurdu. Daha sonra (Münafıkların lideri durumunda olan) Abdullah b. Ubeyy b. Selûl du­rumu duydu ve şöyle dedi: "Onlar böyle bir işi yaptılar ha". Allah'a yemin ederim ki, şayet Medine'ye dönecek olursak, kesin olarak be­lirteyim, en şerefli ve kuvvetli olan (kendisini ve çevresini kasdediyor), oradan (Medine'den) en hakir (aşağılık) olanı (Rasûlullah'ı kasdedi­yor) çıkaracaktır.

Hz. Peygamber (s.a) bu ifadeleri duydu. Hz. Ömer (r.a) ise:

- Beni bırak ta bu münafıkın boynunu vurayım, diye izin istedi. Ancak Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdular: "Bırak onu, insanlar Mu-hammed (s.a) arkadaşlarını öldürtüyor, diye konuşmasınlar."[296]

Muhammed b. İshak da, Asım b. Amr b. Katade'den rivayetle şunları söylüyor: "Münafıkların Reisi olan Abdullah b. Übeyy b. Se-lûl'ün bu tutumu karşısında, oğlu samimi iman sahibi Abdullah, ba­basından böyle bir davranışın Rasûlullah'a ulaştığını öğrenince, he­men Rasûlullah (s.a)'a koştu ve dedi ki:

- Ya Rasûlullah! Abdullah b. Übeyy'in sana karşı olan tumumu-nu ve onu öldürteceğini öğrendim. Şayet sen böyle bir şey yapacak isen, onu öldürmeyi bana emir buyur, ben hemen onun başını vurup sana getireyim. Vallahi Hazrec kabilesi, babasına karşı benden daha iyi davranan (birisini) biliyor değildir. Tek korkum babamı öldürmesi için benim dışımda bir başkasına emir verirsiniz de, bunun üzerine ben de babam Abdullah b; Obey'in katilinin halk arasında gezmesine rıza gösteremeyebilirim. Bu yüzden (kâfir olan) babamı öldüren bir mü'-mini öldürme hatasına düşebilirim. Sonunda da cehenneme girerim (işte izin ver ki, kâfir olan babamı kendi elimle öldüreyim). Bu durum karşısında Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdular:

"- Aksine biz ona iyi davranacağız, ona güzel muamelede bulu­nacağız. Onun yanımızdaki sohbeti sebebiyle kendisine herhangi bir şey yapılmayacaktır."[297]

İkrime ve daha başkalarının rivayetlerine göre, insanlar savaştan Medine'ye döndüklerinde Abdullah b. Übey'in oğlu Abdullah (r.a), Medine girişinde yalın kılıç olarak durup babasını bekledi. İnsanların hepsi oradan geçiyorlardı. Babası Abdullah b. Übey gelince, oğlu dö­nüp babasına şöyle seslendi: - Geriye. Baba da:                         

-  Ne oldu sana, yazıklar olsun! diye seslendi. Oğul Abdullah da şöyle konuştu:

- Rasûlullah (s.a) sana izin vermedikçe, buradan öteye bir çizgi bile geçemezsin! diye cevap verdi. Hz. Peygamber (s.a) ise, askerini geriden izliyordu. Zaten o, tevazuu ve alçak gönüllülüğü gereği hep ashabının gerisinden gelirdi. Münafıkların lideri Abdullah b. Übey oğlu Abdullah'ı Rasûlullah (s.a)'a şikayet etti. Oğul Abdullah da şöyle konuştu:

"Vallahi ya Rasûlullah sen izin verinceye dek, o Medine'ye gire­meyecektir." Ancak Allah Rasûlünün izin vermesi üzerine Abdullah, babası Abdullah b. Übey'i salıverdi. Oğul Abdullah babasına şöyle söyledi:

- Artık, Rasûlullah (s.a) sana izin vermiş bulunuyor, şimdilik ge­çebilirsin."[298]

Gerçekten bu hadise, bu olay, imanda sadakatin ve doğruluğun en açık bir şeklidir. Zira Abdullah b. Abdullah b. Übey Rasûlullah (s.a)'a şöyle diyordu:

"Şayet, sen böyle bir şey yapacaksan, bana emret ki, ben onun başını derhal sana getireyim." Bir oğulu babası aleyhinde böyle bir işe sevkeden olay, ancak güçlü bir imana sahip olması, derin bir vela'ya ve dostluğa bağlı bulunması, kendi özünden de olsa, uzaklaşıl-ması gerekenden uzak durması tavrı olmalıdır.

2- Bunların en iğrenç ve kötü niteliklerinden biri de, meselelerini çözümde Allah'ın şeriatını terketmeleri, muhakeme konusunda Tağutlara başvurmaları. Çünkü bunların tüm arzulan, bu tağutlar tarafın­dan gerçekleşmektedir. Nitekim Rabbimiz bunlar için şöyle buyur­maktadır:

"Sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi? Tağut'a inanmamaları kendilerine emro-lunduğu halde, Tağut'un önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Hal­buki şeytan onları büsbütün sap­tırmak istiyor.

"Onlara: Allah'ın indirdiği­ne (Kitaba) ve Rasûl'e gelin" (onlara başvuralım) denildiği za­man, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.

"Elleriyle yaptıkları yüzün­den başlarına bir felaket gelince

hemen "Biz yalnızca iyilik etmek ve arayı bulmak istedik" diye ye­min ederek sana nasıl gelirler!

Onlar, Allah'ın kalblerindekini bildiği kimselerdir; onlara aldır­ma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında tesirli söz söy­le!" (Nisa, 4/60-63)

Bu münafıkların aslında Allah'ın hakimiyetini reddetmeleri, ima­nın da reddi demektir. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"(Bazı insanlar) "Allah'a ve peygamber'e inandık ve itaat ettik" diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir gurup yüz çeviriyor. Bunlar inanmış değillerdir.

"Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve peygam­ber'e çağırıldıklarında, bakarsın ki içlerinden bir kısmı yüz çevirip dönerler.

"Ama, eğer (Allah ve Rasûlünün hükmettiği) hak kendi IclıleVi-ne ise, ona boyun eğip gelirler.                                                 

"Kalplerinde bir hastalık mı var; yoksa şüphe ve tereddüt içinde midirler? Yoksa Allah ve Rasûlünün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, asıl zalimler kendileridir!" (Nûr, 24/47-50).

Sonra Allah (c.c), bu mesele ile ilgili olarak mü'minler ile müna­fıklar arasında çok ince ve dakik bir ölçü koymaktadır.

Sadık ve samimi olan mü'min, Allah'ın hükmüne boyun eğer ve ondan hoşnut kalır, "İşittim ve itaat ettim", der. Rabbimiz şöyle bu­yuruyor:

"Aralarında hüküm verme­si için Allah'a ve Rasûlüne davet edildiklerinde, "İşittik ve itaat et­tik." demek, sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir." (Nûr, 24/51).                                     

İşte bu, mü'minin vasfı ve niteliğidir. Münafıka gelince onun be­lirgin özelliği Allah'ın hükmünden yüz çevirmek ve onun karşısırida büyüklük göstermektir.                                                             

3- Onların aşağılık ve adi vasıflarından bir başkası da; İçinde bu­lundukları İslamî safı terkedip kaçmaktır, kâfirler adına casusluk yap­mak, müslümanların durumlarını açığa vurmak ve sırlarını ifşa etmek­tir. Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

(Evlerinizde) oturup da kardeşleriniz hakkında, "Bize uy­sal ar ılı öldürülmezlerdi." diyen­lere, "Eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurta­rın bakalım!" de." (Âl-i İmrân, 3/168)

Bilindiği gibi, liderleri Abdullah b. Übey kanalıyla Uhud sava­şında İslam ordusundan, ordunun üçte biri geri dönmüş, müslümanlar bu savaşta isabet almışlar ve oldukça da dehşete kapılmışlardı. Aynı şekilde böyleleri Tebûk savaşında ve daha başka savaşlarda da ordu­ya katılmayıp ayrılmışlardı. Aynı zamanda bunlar daima kâfirleri se­vip onları dost kabul etmişler, onlara karşı muvalat göstermişlerdir. Rabbim bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Münafıklara, kendileri için acı bir azap olduğunu müjdele! Mü'minleri bırakıp ta kâfirleri dost edinenler, onların yanında iz­zet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah'a aittir." (Nisa, 4/138-139)

Yine Rabbim onlardan haber vererek buyuruyor ki:

"Sizi gözetleyip duranlar; eğer size Allah'tan bir zafer (na­sip) olursa, "Sizinle beraber de­ğil miydik" derler. Kâfirlerin (za­ferden) bir nasipleri olursa (bu sefer de onlara), "Sizi yenip Öldü­rebileceğimiz halde (öldürmeyip)

mü'minlerden korumadık mı?" derler. Artık Allah kıyamet gününde aranızda hükmedecektir ve kâfirler için mü'm inler aleyhine asla bir yol vermeyecektir." (Nisa, 4/141)

Özellikle Tevbe sûresi onların çirkin yüzlerini ortaya koyarak ken­dilerini rezil etmektedir. Rabbimizin şu âyetleri onların durumlarım ortaya koymaktadir:

"Ancak Allah'a ve ahıret gününe inanmayan, kalbleri şüphe­ye düşüp, kuşkular içinde boca­layanlar senden izin isterler.

"Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gör­dü ve onları geri koydu, onlara, "Oturanlarla (kadın ve çocuklar­la) beraber oturun!" denildi."

"Eğer içinizde (Onlar da sa­vaşa) çıksalardı, size bozguncu­luktan başka bir katkıları olmaz­dı ve mutlaka fitne çıkarmak is­teyerek aranızda koşarlardı. İçi­nizde, onlara iyice kulak verecek­ler de vardır. Allah zalimleri ga­yet iyi bilir."

Andolsun onlar önceden de fitne çıkarmak istemişler ve sana ni­ce işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar İstemedikleri halde Allah'ın emri galip geldi.

"Onlardan öylesi de var ki, "Bana izin ver, beni fitneye düşür­me." der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır.

"Eğer sen bir iyiliğe (zafer ve ganimete) erişirsen, bu durum on­ları üzer. Ve eğer sana bir musibet erişirse, "Biz (savaşa girmemekle); önceden işimizi (sağlama) almıştık." derler ve böbürlenerek dönüp giderler." (Tevbe, 9/45-50).

Bu âyetlerde Rabbimiz mü'rninlere açıklamada bulunmaktadır. Şayet bu münafıklar sizinle savaşa çıkmış olsalardı, sizi zarara uğra­tırlardı. Çünkü bunlar korkaktırlar, aşağılık kimselerdirler. Kesinlikle aranızda laf taşımak, kin yaymak suretiyle, bir fitne oluştururlar­dı.[299] Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Allah'a inanın, Rasûlü ile  beraber cihâd edin." diye bir sû­re indirildiği zaman, onlardan ser­vet sahibi olanlar, senden izin is­tediler ve "Bizi bırak (evlerinde) oturanlarla beraber olalım.” de­diler."

"Geride kalan kadınlarla beraber olmağa razı oldular, onların kalblerine mühür vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar." (Tevbe, 9/86-87)

Bu münafıkların yapacağı daha bir çok kötülükler vardır. Ancak Allah (c.c), onların tehlikeleri karşısında mü'minleri uyardı ve pey­gamberine de bunları açıkladı. Rabbim (c.c) dilemiş olsaydı, bunları açık bir şekilde peygamberine gösterirdi. Ancak bu kimseler laflarını eveleyip gevelemekle bilinirler. Rabbim buyuruyor ki:

"Biz dileseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerin­den tanırdın. Andolsun ki sen on­ları, konuşma tavırlarından tanırsın. Allah işlediklerinizi bilir." (Muhammed, 47/30)

Şimdi biraz sonra da onlardan nasıl uzak durmak gerekiyor, onu öğreneceğiz. Rasûlullah (s.a)'m bu husustaki metodu ve yolu nasıldı, onlara karşı tutum ve davranışı ne idi göreceğiz.

 
3. Medine Döneminde Düşmanlarla İlginin Tama­men Kesilmesi
 

Medine döneminde müslümanlarla, karşılarında yer alan tüm düş­manları tam bir ayrılık içinde idiler.

Bilindiği gibi Mekke dönemindeki belirgin özellik müslümanların, hakim olması için, yapılan eziyet ve işkencelere sabır göstermesi, İslam davetini tebliğ etmesi ve müslümanlann patlama noktasına gel­mesini engelleyerek onlarla birlikte gelecek için hazırlık yapmaktı.

Mekke müslümanlarının eğitimi yukarıda belirttiğimiz şekilde sür­dürülürken, Medine'de daha başka bir tarzda idi. Medine'de bu, tü­müyle yepyeni bir şekilde ve yeni temeller üzerinde yürütülmekte idi. Artık mü'minler burada seslerini çıkarabiliyor, Allah yolunda ve Allah'ın kelimesini yüceltme uğrunda gereken ne ise onu yapıyorlar. Hiç bir zayıflık göstermeden Allah düşmanlarının aleyhine yapılacak ola­nı yapıyorlar ve hiç bir korkaklığa meydan vermeden azimetle ve güç ile düşmanlarının üzerine atılabiliyorlardı.[300]

Burada çok açık bir durum vardır.O da Allah yolunda cihad. İşte bu parlak dönem. Gerçekten Allah düşmanlarından ilgiyi kesme­nin ve onlardan uzak durmanın ilk şeklidir. Medine döneminde Rahman'ın dostlarıyla şeytanın yandaşları arasında kesin bir ayrılma gö­rülmüştür. Hz. Peygamberin hicretinden sonraki ilk durum budur. Ci­had, kişinin akide ve inancında sebat ettiğinin delili olarak yepyeni bir hüviyet kazanmıştır. Düşmanların eziyetlerine, işkencelerine ve meşak­katlerine karşı yepyeni bir yoldur cihad... Kâfirlerin engelini aşmak yolu...[301]

Doğrusu cihad hakkında konuşursak söz uzar da uzar. Çünkü bu konuda bir hayli âyet ve Hz. Peygamber (s.a)'in de bir çok hadisleri vardır. Ancak cihadın amaç ve gayesini anlama noktasında insanlar farklı farklı görüşlere sahiptirler. Özellikle de son çağlarda bu daha da farklılaşmış durumdadır. Öyle müslümanlar var ki, kâfirlerin, mül-hidlerin, dinsizlerin, müsteşriklerin ve batılıların şüpheli fikirleri kar­şısında ruhen çöküntüye uğramışlardır. Hepsi de aynı şekilde onların etkisinde kalmışlardır.

Meselâ: Allah düşmanlarının, İslam dini kılıç sayesinde yayılmıştır" dediklerinde, hemen orada kendilerinin ilim erbabı olduk­larını ileri süren alimler ortaya çıkar, kendi iddialarınca İslami savun­maya kalkışırlar, İslami savunacağım derken, şer'î nassları eğip bük­meye, başka başka yorumlar çıkarmaya çalışırlar. İşte bu durumda İslâm savunma durumuna getiriliyor. Öyleki adeta İslâm'ın geri çe­kilme durumunda olduğu izlenimini vermektedir. Hemen hemen ne­rede bir şüphe ve kuşku doğarsa, derhal orada savunmaya karşı hare­kete geçiliyor. Kısaca savunucu durumunda olanlar derhal karşı ko­yuyorlar.

Ancak bizim bu meselede inandığımız ve gördüğümüz, hak ola­rak kabul ettiğimiz odur ki, gerçekten bu durum çok aşağılama olan bir durumdur. Böyle bir hareket tarzı ve davranışı da ancak son çağ­larda görülmektedir. Kâfirler üstünlük kazanınca ve bunlarla birlikte hareket edenler galebe çalınca, müslümanlar da, komutanlık, liderlik ve cihad makamını bırakıp, zaafa, gerilemeye, savunma durumuna, bir de körü körüne başkalarına uyma hastalığına yakalanınca olan ol­muştur. İşte bizim bu hususta inancımız ve gerçek olarak gördüğü­müz budur.

Diğer taraftan İslam alimlerinden bir çok değerli kimse bu konu etrafında gönüllere şifa verecek, yeterli olacak ve hiç bir şeye ihtiyaç duyurmayacak şeyleri yazmışlardır.[302]

Ancak bu noktada en önemli olan husus şu ki, Hz. Muhammed'-in düşmanlarıyla olan münasebetlerinde izlemiş oldukları yol nasıl bir yoldu? Onlarla cihadı ne şekilde sürdürdü? Gerçekten bu hususta İbn Kayyım merhumun çok Önemli bir özeti vardır. Önemine binaen onu burada olduğu gibi aktarmak istiyorum.

Zâdu'1-Meâd isimli eserinde der ki:

"Mübarek ve yüce olan Allah (c.c)'in Rasûlullah'a ilk vahyettiği şey: "Yaratan Rabbinin adı ile okuması" emriydi. İşte bu, nübüvve­tinin, peygamberliğinin ilki oluyordu. Burada Rabbimiz ona kendi ken­dine okumasını emrederken, bu emirde tebliğ yoktu. Sonra Rabbim kendisine şunu vahyetti: "Ey bürünüp sarınan (Rasûlüm!) Kalk, ve (insanları) uyar." (Müddessir, 74/1-2).

Rabbim "Oku" emriyle kendisine nübüvvet verdi. "Ey sarınan" emri ile de risalet-Rasûllük görevini yükledi. Daha sonra Rabbimiz "en yakınlarını, aşiretini uyarması" emrini verdi. Bunu kavmini uyarma­sı emri izledi. Giderek etrafındaki arapları ve daha sonra da topyekün arapları davet etmesini emretti. Arkasından bütün dünyayı uyarması emri geldi. Hz. Peygamber (s.a), nübüvvetinden sonra on senenin üze­rinde Mekke'de kalıp hiç bir savaş olmaksızın uyarma ve tebliğ göre­vini sürdürdü. Bir savaşma yok, cizye yok. Sadece aşırı davranışlar­dan engelleme, sabretme ve bir de bağışlama vardı.

Daha sonra Peygamber (s.a)'e hicret izni geldi bunu da savaş izni sal. Daha ilerideki dönemlerde kendileriyle savaşanlara karşı sa­vaşmaları, savaşmayıp ayrı ve uzak duranlardan uzak durulması ve ayrı kalınması emri. Bütün bunlardan sonra da, din ve hakimiyet tü­müyle Allah'ın oluncaya dek müşriklere savaş ve cihad emri.

Cihad ile gelen emirden sonra, artık Peygamber (s.a) tarafından kâfirler üç gruba ayrıldılar.

a- Barış ve mütareke yapanlar.

b- Kendisiyle savaş halinde olunanlar.

c- Zimmet ehli olanlar.

Hz. Peygamber barış ve sözleşme taraflısı olanlara, barışlarını ve ahitlerini tamamlamalarını emretti. Aynı zamanda sözleşmede söz ver­miş oldukları hususları da yerine getirmeleri emrini verdi. Ancak ken­dilerinden endişe edilenler ve, hıyanetlerinden korkulanlar var ise, on­ların ahitlerini onlara bıraktı, onlar ahitlerini bozuncaya dek, kendi­leriyle herhangi bir savaşa gidilmedi. Ancak ahid ve andlaşmalarını bozanlarla savaşılması emrini verdi.

Berâe = (Tevbe) sûresi nazil olunca, bütün bu kısımlara ait hü­kümleri bildirmiş oldu. Buna göre sûre, Hz. Peygamber'e Kitap eh­linden olan düşmanlarıyla, bunlar kendisine cizye verinceya veya İs­lâm dinine girinceye kadar savaşılması emri geldi. Yine burada tüm kâfirlerle ve münafıklarla cihad emri yer aldı. Bunlara karşı katı davramlması ve şiddet gösterilmesi emri yerini aldı. Rasûlullah (s.a) kâ­firlere karşı kılıç ve oklarla cihad yaptı. Münafıklara karşı ise hüccet, delil ve dil ile cihadı sürdürdü.

Bu sûrede Allah (c.c), peygamberine kâfirlerin andlaşma ve söz­leşmelerinden uzak durmasını, onların ahitlerini kendilerine bırakmasını emretti. Bu konuda sözleşmeli (ahit sahibi) kimseler üç kısma ayrıl­maktadırlar.

1. Birinci kısım, kendileriyle savaşılması emredilen kısımdır ki, bunlar antlaşma ve sözleşmelerini bozanlardır. Bunlarla savaşılmış ve Peygamber (s.a) bunlara üstün gelmiştir.

2- Diğer grupsa kendileriyle muvakkat (geçici) sözleşme yapılan­lardır. Yani sözleşmeleri süre bitimine kadar devam edecek olanlar. Bunlara karşı herhangi bir savaş yapılmadı. Hz. Peygamber (s.a) onların sözleşmelerini süresine kadar sürdürüp tamamlamalarını istedi.

3. Üçüncü gruba gelince bunlar kendileriyle herhangi bir ahit ve antlaşma olmayan veya kendileriyle mutlak manâda antlaşma bulu­nan kimselerdi. Kendileriyle herhangi bir antlaşma olmayanlara karşı bir muharebe yapılmadı. Ancak kendileriyle sözleşme yapılanlara sü­re bitimine kadar izin verildi. Bu izin dört aylık bir süre idi. Bu süre sona erince kendileriyle savaşıldı. Bu süre tevbe sûresinde şöylece be­lirleniyordu.

"Haram aylar çıkınca müş­rikleri bulduğunuz yerde öldü­rün." (Tevbe 9/5).

Burada geçen Haram aylar, bilinen haram aylar değildir. Burada serbest dolaşım olan dört aylık süredir. Bunun ilki, zilhiccenin onun­cu günü olarak başlar. Çünkü Berâe sûresinin ilan edildiği ilk gün­dür. Bu gün aynı zamanda Haccı Ekber günüdür. Çünkü müşrik ve kâfirlerle ilgili ilan ve ikaz bu günde yapılmıştır. Bunun sonuncu gü­nü ise Rebiülahir ayının onuncu günüdür. Yoksa burada zikredilen dört ay, aşağıdaki âyette adı geçen dört haram ay demek değildir. Rabbim buyuruyor ki:

"Gökleri ve yeri yarattığı günde Allah'ın yazısına göre Al­lah katında ayların sayısı on iki olup, bunlardan dördü haram ay­lardır." (Tevbe, 9/36)

Bu dört aydan birisi tektir, üçü ise peşpeşedir. Tek olanı Recep ayıdır, diğerleri ise zilkade, zilhicce ve Muharrem aylarıdır.

Zira müşrikler bu dört ayda dolaşıyor değildi. Bu, mümkün de­ğildir. Zira bu dört ay peşpeşe gelen dört ay olmaktadır. Bu dört ayın bitiminde, onlara karşı savaş emri yer almaktadır. Zaten ahdini ve ant­laşmasını bozanla savaş yapılıyordu.,Bu süre, kendileriyle herhangi bir sözleşme ve antlaşma olmayanlara idi. Bunun başlama süresi ise mutlak bir ahit olmaktadır ki, süresi de dört aydır. Ahdini yerine ge­tirenlere de sürelerinin bitimine kadar ahitlerini sürdürmesi emretti. Ama bu grubun hepsi müslüman olmuşlardır. Bunlar müddetleri içe­risinde küfürleri üzere devam etmediler. Zimmet ehline ise cizye (ver­gi) yüklendi.

Böylece Berâe (Tevbe) sûresinin inmesinden sonra Hz. Peygam­ber (s.a) kâfirlerle ilgili statüyü üç kısımda belirledi.                   

A- Kendisine karşı savaşanlar, muharipler.

B- Sözleşmeli ya da andlaşmalılar.

C- Zimmet ehli.                       

Daha sonra sözleşmeli ve kendileriyle sulh yapılmış olanlar Isla­ma yöneldiler. Böylece müslümanlara karşı geriye iki kısım kaldı. Bun­lar; muharipler ve zimmet ehli idiler. Muharipler ise müslümanlardan korku ve endişede olanlardı. Buna göre yeryüzündeki insanlar üç kı­sımda ele alınmaktadırlar:

a- Müslüman ve Hz. Peygambere iman etmiş olanlar,

b- Barış yapıp güvencede olanlar.

c- Korkup da muharip olanlar, İslam'a karşı savaş halinde olan­lar.[303]

Kur'ân-i Kerim, cihadın hedeflerim sayısız âyetlerle belirîemişt r. Bu âyetlerden biri de Rabbimizin şu kavlidir:

"Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." (Enfal,8/39)                   

Abdurrahman b. Zeyd b. el-Eslem diyor ki: "Din tamamen 'Al­lah'ın oluncaya kadar" demek sizin dininizle beraber başka bir din kalmayıncaya dek" manasınadır."[304]

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

"O, (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bü­tün dinlere üstün kılmak için Rasûlünü hidâyet ve Hak Din ile gönderendir." (Tevbe, 9/33)

Rabbimiz yine şöyle buyuruyor:

"... Eğer Allah, bir kısım in­sanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'­ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yı­kılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir."

Onlar, (o mü'minler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar ve­rirsek namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerinin sonu Allah'a varır." (Hac, 22/40, 41)   
           

[292] İbn Kayyım, Tarîku'I-Hicreteyn ve Babüssadeteyn, 402-408.

[293] İbn Kayyım, İğasetüllehfân, 190.

[294] Abdülaziz Humeydînin "Kur'ân'da Münafıklar; Şeyh Abdurrahman Duserî, Ni­fak Belirtileri ve Kavramları".

[295] Vahidî, Esbabü'n-nüzûl, 235. Kurıubî Tefsîri, 17/304.

[296] Buharı, Tefsir, Sûre, 63,5, Müslim, Birr, 63-64.

[297] İbn Hişâm, Sîret, 2/292; İbn Kesîr, Tefsir, 8/159 (Bildiğim kadarıyla bu hadisi İbn İshak dışında rivayet eden yoktur).

[298] İbn Kesîr Tefsir, 8/159.

[299] İbn Kesîr, Tefsir, 4/100.

[300] M. Emîn el-Mısrî, İslam'ın davet yolu, 113.

[301] M. Kutub, İslam'da terbiye metodu, 2/70

[302] Bunlar arasında Şeyhul İslâm tbn Teymiye'yi, Allame İbn Kayyım, Muhammed b. Abdulvehhab ve öğrencilerini sayabilirim. Bir de çağdaş ve merhum iki değerli alimi. Ebu'1-A'lâ el-Mevdûdî ile, Seyyid Kutub ve Şeyh Süleyman b. Hamdan (r.a) gibi isimlen ve şu anda hatırlayamadığım sayısız alimleri örnek verebiliriz.

[303] Zadü'l-Meâd, 3/158-160.

[304] İbn Kesîr Tefsiri, 3/597.