- Neoliberalizm ve kölelik müktesebatı

Adsense kodları


Neoliberalizm ve kölelik müktesebatı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafiza aise
Mon 1 October 2012, 02:04 pm GMT +0200
Neoliberalizm ve kölelik müktesebatı
Hasan Hüseyin ÖZ • 91. Sayı / DÜŞÜNCE


“… her bir ferdin aklı nefsiyle ihticab (gizlenme) etmiştir” (Ahmed Avni Konuk)

“Onlar ki, akıl ile sa’y ederler; yazık ki, hepsi öküzden süt sağarlar. Libas-ı belaheti, yani akıllarını terk edip keşf-i ilahi ashabı olan enbiya-i kiramın getirdikleri ahkâmı kabul ve onlara tâbi olmaları evladır. Bu tebaiyyet öyle olmalıdır ki, emr-i hakikatte bu gün aklın hükmüyle bir yaprak bile satmamalıdır. Yani ahkâm-ı enbiyayı ihata-i cüz’iyye sahibi olan akla tatbik ile itirazatta bulunulmamalıdır.” (Hayyam)

***

Batılılaşmanın bugünkü evresinde yukarıdaki alıntılarla bir hatırlatma vazifesini yerine getirerek yazımıza başlayalım bi-iznillah. Tevfîk âlemleri yaratan ve her an yaratış halinde olan Rabb’ül Alemin olan Allah’tan.

Yaşadığımız zamanın amentüsü!
“Kapitalizm çökemez, toplumun doğal halidir o. Demokrasi toplumun doğal hali değildir. Piyasa doğaldır.”
Fransız ekonomist Alain Mic içinde bulunduğu dünya sistemini bu şekilde özetliyor. Daha doğrusu Yunanca karşılığı doksa olan amentüyü yukarıdaki satırlarla ortaya koyuyor.

Batılı modern aklın ortaya koyduğu kapitalizmin tarihsel serüveni de ancak bu şekilde özetlenebilirdi zaten. Bu hükmü en acı şekilde yaşayan toplumlardan biri de biziz hiç şüphesiz. Ünlü yönetmen Halit Refiğ, 1960 darbesini anlattığı Şeytan Aldatması isimli senaryo kitabının girişinde darbenin gerçek sebebinin “Adnan Menderes’in sanayileşme için Amerika’dan ümidi kesip, Komünist Sovyetler Birliği’ne yanaşmaya başlaması olarak” gösteriyordu.

Refiğ’e göre “Amerika Türkiye’nin tarım ekonomisinde kalmasını istiyordu. Menderes ise ülkenin sanayileşme hamlelerini başlatarak, bir nevi sanayi toplumu oluşturmanın yollarını arıyordu. Bu yüzden Amerika’dan bulamadığı krediyi Rusya’dan istemek için Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ı göndermişti. Bu sürecin hemen akabinde başlayan olaylar 27 Mayıs’a kadar” uzandı.

Daha sonrası malum… Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan idam edilerek, ülke yönetimi Amerika Birleşik Devletleri’nin 1947 yılında yaptığı Marshall yardımını kabul eden CHP’ye devredildi.

Burada tarihsel vakıayı anlatmışken, hal-i pür melallerini daha sonra açacağımız “bizim liberallerin” Adnan Menderes ve Demokrat Parti üzerinden ironik bir şekilde “demokrasi mücahitliğine” soyunduklarını da ifade edelim.

Bütün bunları neden anlatıyoruz? Kapitalizmin oluşturduğu dünya sistemi, kendi çıkarı için darbe de dâhil dünyada bozgunculuk çıkarmak üzerine kurulu olduğu hakikatini ortaya koymak üzerine kurgulanmış.

Piyasa toplumunun ön şartının da demokrasi olmadığını, demokrasinin sömürü için bir kılıf olarak kullanıldığını yukarıdaki sözden anlamış bulunuyoruz. Kaldı ki, oluşturulan insan modelinin belirlenmiş iradesi ile insan olma durumunun zorunlu koşulu olan iradenin çeliştiği apaçık ortada. Çünkü kapitalist sistemin öngördüğü insan modeli, insanın kendi içinde derinleşmesinden ziyade, metanın ve imgelerin egemenliğindeki sığ bir akla hapsedilmiş bir insan tipidir. Sığlığın iradeden ziyade biat kültürünü beslemesi kaçınılmazdır. Alain Mic’in ortaya koyduğu amentü bu hakikatin ifşaatından başka bir şey değildir.

Kölelik müktesebatının yenilenmesi
Bugün içinde bulunulan sistemin doğru bir şekilde anlaşılması için ortaya konulması gereken ikinci düstur “kölelik müktesebatı”nın tarihsel evrimidir.

Fransız filozof  Foucault, “yönetimsellik” dediği, benimse “kölelik müktesebatı” dediğim sürecin evrimini şu şekilde belirler: “17. yüzyıldan itibaren, bireyleri okul, ordu, atölye gibi farklı alanlarda ‘yönetme’  yani ‘tutumlarını yönlendirme’ tekniklerinin oluşturulması ve yerleşmesi.”

Aslına bakılırsa Kilise’nin belirleyiciliği altındaki doksa’nın (amentünün) yenilenerek, seküler dünyaya uyarlanmasıdır yukarıdaki süreç; “iç”in dış tarafından yani kilise egemenliğinde belirlendiği ve dolayısıyla ihmal edildiği Ortaçağ döneminden, kapitalistlerin belirleyiciliğine geçişten bahsedebiliriz burada. Yani kilise aklı yerine kapitalist aklın hükümferma olduğu bir dönem.

Fransız kapitalizminin önemli bir merhalesi olan ve ana ilkeleri “insan hakları, eşitlik ve özgürlük” olan devrimin bu noktada kölelik müktesebatının yenilenmesinden ibaret olduğunu hatırlatalım bu noktada. Yani şeklî hale gelmiş kavramların içine hapsedilmiş yığınsal bireyin yenide tanımlanması süreci.

Foucault’nun “okul, ordu, atölye gibi farklı alanların yönetme yani tutumlarını yönlendirme tekniklerinin oluşturulması ve yerleşmesi” dediği sürecin geçmişten bir kopuş değil, geçmişin seküler bir düşüncenin egemenliğinde tanımlanmasından ibaret bütün olup biten.

Fransız ihtilalini burada belirtmemizin nedeni, ihtilal-i kebirin sonuçlarının hemen hemen bütün dünyayı etkilemesidir. İmparatorlukların yıkılma süreci ve ulus devletlerin ortaya çıkışı ihtilal-i kebirden sonra ortaya çıkmıştır. Yani modern toplum kavramının evrenselleşmesi…

Modern toplum yani demokratik toplum… Daha doğrusu kapitalist sistemin kıta Avrupası’ndan çıkıp bütün dünyaya yayılması. Dolayısıyla ihtilal-i kebir ile birlikte Grek-Latin-Kilise diyarının (Batı’nın) kölelik müktesebatı evrenselleşmiştir. Bugünkü sistemin temel yapısında dahi bu yenilenebilir/üretilebilir yönetimsellik yani kölelik müktesebatı vardır.

Neoliberalizm aklı
Modern kapitalist sistemin en önemli meşrulaştırma araçlarından biri hiç şüphesiz krizdir. Kapitalizmin tarihi bir nevi krizler tarihidir. Bütün krizler içseldir kapitalist sistemde. Her dönemde yeni bir söylemle kendini yeniden sunabilmektedir çünkü. Her yeni söylem de yeni bir toplumsal yapıyı öngörür. Yani yukarıda söylediğimiz “yenilenebilir/üretilebilir kölelik müktesebatı” ideologlar tarafından kapitalizmin içsel yapısına dokunulmadan yeni bir kılıfla ortaya konulur. Dolayısıyla her kriz içseldir fakat ortaya konulan yeni sistem söylemsel düzeyde kalır; krizler kapitalizmin evrilme sürecinin bir aracı olarak kullanılır. İdeologların vaatlerle örülü söylemleri ilerlemenin motoru olurken, bir nevi muhafazakâr bir tutum söz konusudur. Her yeni söylem kapitalizmin ana ilkelerine dokunmadan, simülasyonun bir parçası olarak kendini ortaya koyar. Nitekim 1973 ekonomik krizi ile birlikte ortaya çıkan Neoliberalizm söylemi de “piyasa amentüsünün” üzerine inşa edilmiş yeni(!) bir sistem öngörür. Bu söylem 1980 yılında ortaya konulan ve yeni bir kalkınma stratejisini öngören Washington Uzlaşısı ile dünya ölçeğinde dolaşıma sokulur.

Hâlbuki Neoliberalizm, “kapitalizmin aklıdır, kendisini tarihsel oluşum olarak ve yaşamın genel normu olarak tamamen kabul etmiş ve arkaikleştirici referanslarından kurtulmuş bir kapitalizminin aklıdır” (Dünyanın Yeni Aklı; Chiristian Laval, Pierre Dardot)

Bu aklın tek farkı devletin egemenlik ilkesi yerine şirketler gibi ticaret aracına dönüştürmesidir. Chiristian Laval ve Pierre Dardot’un ortak çalışmaları olan Dünyanın Yeni Aklı adlı kitapta bu husus şöyle dile getirilir:

“Neoliberalizmin en önemli yeniliklerinden biri piyasanın doğal haliyle hayali geri dönüşü değildir; bütün ülkelerde kamusal kurum ve müdahalelerin ortadan kalkmasını değil dönüşümünü gerektiren mantığıyla, dünya çapındaki piyasa düzeninin hukukî ve politik olarak yerleşmesidir. Sahneden ‘devleti yok eden’ ideolojik hokkabazlık, devletin genel rekabet ilkesine bütünüyle tabi olan ve piyasaların yaygınlaşması, desteklenmesi ve belli ölçülerde regüle edilmesine yönelik bir tür ‘büyük şirket’e fiilen dönüşümünü özellikle maskelemektedir. Devlet yok olmadığı gibi, hiç olmadığı kadar şirketlerin hizmetine girmiş, dahası şirket tarzında bir yönetime dönüşmüştür.”

Aslına bakılırsa şirkete dönüştürülen devlet geleneksel egemenlik araçlarını kullanarak yeni bir insan tipi oluşturma görevini üstlenmektedir burada da. Devletin yok edilmesi, devletin dünya rekabet sistemine entegre edilerek büyük şirkete dönüştürülmesi ve egemenliği altındaki insanları bir şirkette çalışan bireylere indirgemesine dönük yeni bir egemenlik modeli oluşturmasını öngörür. Bu birey, tamamen piyasanın içinde rekabete hazır homo-economicus’un yenilenmesinden ibarettir. Homo-economicus’un en büyük özelliği, kapitalizmin öngördüğü kendi çıkarını azamileştiren mekanik bir varlık olmasıdır. Bu birey her şeyi pazarlayabilir. En önemli değeri de kendi çıkarıdır. Din, vatan, aile, vicdan ve akıl araçsaldır artık. Kendisine pompalanan en önemli ilke kâr arzusudur. İrade, bu ilke çerçevesinde şekillenir. Siyasal tercihleri hedonist bir gelecek tarafından belirlenir.

Neoliberalist aklın diğer bir özelliği de rölativist olmasıdır. Ortak bir toplumsal değer, en azından burada bulunuşumuz ve muhatap oluşumuzun en büyük insanî ilkesi benmerkezciliğin içinde bir değer ifade etmesidir. Daha doğrusu değersizleşmesidir. Geleneksel olan hiçbir ahlaki ilke hedonist benmerkezciliğe sirayet edemez. Din dahi yukarıda söylendiği gibi bireyin hedonist dünyasına hizmet ettiği müddetçe bir anlam ifade eder.

Hâlbuki irade kavramı, en başta belirttiğimiz gibi derunî bir yolculukla mümkündür. Kendi çıkarına koşulmuş bireyin (bu birey tekrar belirtecek olursak yığınsal bireydir) otomatizm içinde kendini dinlemesi ve derinliğe kavuşması mümkün değildir. Metanın egemenliğindeki bu birey tam da kölelik müktesebatına göre şekillenmiş bir bireydir.

Bizim Neoliberallerimiz
Neoliberal politikaların en önemli söylemlerinden biri hiç şüphesiz küreselleşme ideolojisi çerçevesinde şekillenir. Hâlbuki neoliberalizm kendini “ideolojilerin bittiği çağda” ortaya çıkmış insani bir sistem olarak tanımlar. Nasıl oluyor da ideolojilerin bittiği çağın ifadesi olan neoliberalizmle küresel ideolojiyi yan yana kullanabiliyoruz?

Aslına bakılırsa bizim liberallerimizin tutumu bizi böyle bir kavramsallaştırmaya itiyor. Bizim liberallerimizin, Batı’daki 2008 krizine aldırış etmeden, sisteme olan inançlarını inatçı bir şekilde sürdürerek, kendi toplumsallığımızın ürettiği değerleri tarih dışılıkla suçlamaları, ideoloji çağının en tipik davranışı olarak ortada durmaktadır.

Kaldı ki, neoliberalizm, kapitalist aklın bir devamıdır ve bu akıl, yığınsal bireyi oluşturan kılıflar altında kendisini gizleyen ideolojik bir dogmadır. Bizim liberallerimiz, bu dogmanın taşıyıcıları olarak, kendi düşünüş biçimlerinin dışındaki insanları tahkir ederek hiçleştirme gayretiyle efendilerine hizmet eden yığınsal varlıklardır.

Bizim liberallerin içler acısı halini böylece ortaya koyduktan sonra ana konumuzu hülasalandıracak olursak;

Neoliberalizm, Batı merkezci dünya sisteminin kölelik müktesebatının özgürlük ve bireyleşme kelimeleriyle kılıflandırılarak yeniden dolaşıma sokulmasından ibarettir. Şekilsele indirgenmiş akılla, kendini eyleyiş biçiminde gören yığınsal bireyin, Mısır piramitlerine taş taşıyan kölelerle birçok ortak özelliği vardır. Tek fark, buradaki kölelik sisteminin oluşturduğu kılıflarla yığınsallığı tarihte olmadığı kadar meşrulaştırmış olmasıdır. Vesselam…

7/C
Thu 9 January 2014, 08:32 pm GMT +0200
Üretimi kaydırmamızın en önemli nedeni, işçi ücretlerinin Federal Almanya’ya oranla çok düşük oluşudur. Geri kalmış ya da düşük ücret ülkeleri denilen bölgelerde acemi işçilik alanında ücret farklılığı yüzde 1200 düzeyindedir.:)