- Nehirlerin Mahiyeti Ve Murtezası

Adsense kodları


Nehirlerin Mahiyeti Ve Murtezası

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ecenur
Tue 30 March 2010, 12:38 pm GMT +0200
Nehirlerin Mahiyeti Ve Murtezası:



262 -: Nehiy; lügatte men etmek, yasak etmek demektir. Usuliy-yûna göre: bir lâfızdır ki, onunla bir şahsın bir işten çekilmesi cezmen isti´lâ tarikilc istenilir, o şey de «menhiyyün anh» nâmını alır. < Yalan söyleme, haram yeme, gıybet etme» sözlerindeki söyleme, yeme, etme lâfızları gibi.

Nâhî, yâni nehy eden, menhîye, yâni nehy edilen şahsa mavkian _ müsavi olursa nehy sigası, iltimasa hami olunur, onun dûnunda bulu­nursa nehy sığası niyaz ve istirhama mahmul olur. Bir kulun: «Yarab-bü. beni muazzep etme» diye dua etmesi gibi. «Şöyle yapılmamasını is­terim» gibi tâbirler de nehy sayılmaz.

263 -: Nehyin muktezası, nehyedilen fîli terkte devam etmektir ve o fîlin kabin = çirkin olmasıdır. Yâni: dünyada zemme, ahrete de ikaba sebep bulunmasıdır.

Meselâ: «Haram yeme, yalan söyleme» denilse bununla haramdan, yalan söylemekten aleddevam menedilmiş olur ve bununla haramın, ya­lan söylemenin kabih olduğu anlaşılır. Şu kadar var ki, muvakkat olduğuna delâlet eden bir karineye mukarin olan bir nehy, aleddevam terki iktiza etmez. «Sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayınız» buyurul ması gibi ki, namazdan men, sarhoşluk zamanına münhasır bulunmuş olur.

264 - : Mâtürîdiyeye göre kubh, nehyin muktezasıdır. Yâni: bir mütekaddim lâzımîdir, yoksa mucebi değildir. Demek ki, menhiyyün anh, haddi zâtında kabih olduğu içindir ki, şer´işerif onu nehy etmiştir. Yoksa şer´işerif, nehy ettiği için kabih olmuş değildir.

Meselâ: yalan söylemek, zulm etmek, haksız yere adani öldürmek fiilleri aklen kabihtirler. Bunun içindir ki, bunlar bütün milletlerce memnu, makduh bulunmuştur. îşte şarii mübîn, hakim olduğu için bu çirkin şeyleri nehy ve men etmiş, bu husustaki memnuiyeti akliyeyi te´-yit buyurmuştur.

Bâzı şeyler de vardır ki, onların zatlarmdaki kubh, gizlidir, her­kes onların kubhma infazı nazar edemez. Şarii hâkîm, onları nehy et­mekle kıbhlarmı izhar buyurmuştur.

265 - : Eşaireye göre kubh, nehyin mucebidir, menhiyyün anh şer´işerif tarafından nehy edildiği için kabili olmuştur. Yoksa kabih ol­duğu için nehy edilmiş değildir.

Bu babdaki ihtilâf, —emir bahsinde de beyan olunduğu üze-n-hüsn ve kubhün aklî olup olmaması meselesinden ileri gelmiştir.

266 -: Nehyedilen şeyler, kubh itibarile «liaynihî kabih», «ligay-rihî kabih» nevilerine ayrılır. Liaynihî kabih de «liaynihî vasfen kabih» ve «liaynihî va´zan kabih» kısımlarına ayrılmıştır. Ligayrihî kabih de «ligayrihî vasfen kabih», «ligayrihî mücaviren kabih» kısımlarına mün-kasimdir.

267 -: Kabih liaynihî; aynî, yâni: kendi zati kabih olup kııbhu başkasından münbais bulunmayan menhiyün anhtir ki, iki kısma ay­rılır.

Birisi: liaynihî vasfen kabihtir ki, kubhu akl ile malûm olup va-zıı lûgât tarafından kubhuna delâlet eden bir tâbir ile ifade edilmiş bu­lunan menhiyün anhtir. Yalan, zulüm mefhumları gibi ki vazı, aklen kubhu malûm olan hakikate muhalif söz için «kizb -yalan» tâbirim ve başkasının hakkına tecâvüz etmekten ibaret olan çirkin bir fiile de «zulüm» tâbirini vaz etmiştir. Sonra şarii mübîn de bunların çirkinliği­ni bunları nehy etmek suretile beyan buyurmuştur. Dinsizlik, küf ram nimet de böyledir.

Diğeri: üaynihî şer´an kabihtir ki, bir akde mahal olmaya kabiliyet li bulunmamasından veya bâzı şartların fikdanmdan dolayı şariimübîn tarafından nehy edilmiş ve bu suretle çirkinliği haber verilmiş olan şey­dir, Hür inşam satmak gibi.

Mebiin şer´an mütevakkim mal olması lâzımdır. Hür insan ise şer´­an mütevakkim bir mal değildir, bunun satılması, memlûklere ve sair mallara kıyasen tecviz edilmemiştir, bunun hakkındaki bir satış mua­melesi şer´an çirkindir. Binaenaleyh bu, bey´a mahal olamaz.

Bu iki kısmın hükmü, hem aslen, hem de vasfen meşru olmamaktır, yâni: butlandır. Meselâ: zulüm, daima bâtıldır, daima gayri meşrudur.

Hür insanı satmak da her zaman bâtıldır, hiç bir vakit caiz görülemez.

268 -: Kabih ligayrihî; kendi zâtına nazaran kabih olmayıp baş­ka bir şey İle alâkasından dolayı kabih olan menhiyün anhtir ki, bu da iki kısımdır.

Bir kısmı, ligayrihî vasfen kabihtir ki, bu kubhun menşei olan o gayr, o başka şey, menhiyün anhin vasfı olup ondan ayrılması kabil bu-, lunmaz. Şer´an memnu olan günlerde oruç tutmak ve gayri meşru mu-karenette bulunmak gibi. Şöyle ki: oruç, haddi zâtında haseri iken mü­cerret memnu günlere müsadif olduğu takdirde kabih olmuş olur. Çün­kü «eyyamı menhiyye» denilen ramazan bayramının ilk gününde ve kur ban bayramının dört gününde ehli îman için bir ziyafetullah vardır, mü­minlerin bu ziyafete icabetleri lâzımdır. Bugünlerde oruç tutan bir mü­min ise bu ziyafetten kaçınmış olur. îşte bu kaçınma, o günlerde tutu-( lacak oruçların infikâkı kabil olmayan bir vasfıdır, işte bu irâz vasfın­dan dolayı o oruçlar, kabihtir.

Mukarenet fiili de haddi zâtında kabih değildir. Menkûhada oldu­ğu gibi. Fakat zina suretile olan gayri meşru mukarenet, nesebin ziya­ma, âlemin intizamını bozmaya, başkalarının hukukunu ihlâle sebeptir. Bunlar ise zinanın birer sabit vasfı bulunmaktadır. Binaenaleyh zina vasfen kabih bulunmuştur.

Bu kısmın hükmü de liaynihî kabih gibi butlandan ibarettir.

Diğer kısmı, ligayrihî mücaviren kabihtir ki, bunda menşei kubh olan o gayr, menhiyyün anhin muttasıl vasfı olmayıp yalnız mücaviri mukarini bulunmuş olur. Cuma namazı için ezan okunurken yapılan alış veriş gibi. Bu vakitte satış muamelesi nehy edilmiştir. Satış ise haddi zâ­tında kabih değildir. Belki o vakte mukarin olan bir satış muamelesi kabihtir. Çünkü o vakitteki bir bey´e ve şir´a muamelesi, cuma namazı iqin emredilen sa´ye münafidir. Bu sa´yi ihlâle sebeptir. İşte bu ihlâl -ebebiyîe o vakitteki satış muamelesi nehy edilmiştir. Bu ihlâl, bu sa´yi tprk hâli ise cuma ezanı okunduğu zamanda yapılacak bir bey1 ve şira-Va mücavirdir. Fakat ona muttasıl bir vasıf değildir, ondan ayrılabilir. Meselâ: insan hem cuma namazına koşar, hem de koşarken alış veriş yapabilir veya hem cuma namazına koşmaz, hem de alış veriş yapmaz. îşte böyle bir sebepten dolayı nehy edilen bir şey de ligayrihî mücavi-ren menhiyün anh bulunmuş olur.

Zevceye âdeti esnasında takarrüpte de bu kabildendir. O esnadaki ezadan, tab´in nefretine sebep olacak bir hâlden dolayıdır ki, o takar-rüp menhiyyün anh bulunmuştur. O eza ise bu menhiyyün anhin bir vasfı değil, bir mücavirMir.

Bu ikinci kısım, liaynihî kabih hükmünde değildir. Bu kısımda ba-zan fesat bulunsa da butlan mevzuubahs olamaz. Bunda kerahat ve ma­nevî mesuliyet bulunursa da yapılan bu muamele üzerine yine bir hü­küm terettüp eder. Meselâ: cuma ezam okunurken, yapılan bir beyi mu­amelesi yine sahih olur. Ve kendisine âdeti hâlinde tekarrüp edilen bir zevceden doğacak çocuğun nesebi yine sabit olur ve bu tekarrüp ile kadının mehri teekküt edip tamamı lâzım gelir. Böyle bir tekarrüple zevci evvel için tahlili şeride husule gelmiş bulunur.

289 -: Nehiyler, ya ef´ali hissiye veya ef´ali şer´iye hakkında vu-kubulur. Ef´ali hissiye; vücudu mahsus olan ve şer´işerifte hakikaten matlûp bir hükme mevzu teşkil etmeyen fiillerdir. Katil, zina fiilleri gibi.

Ef´ali şer´iye; şer´an tahakkuku bir takım şartlara bağlı olan vo matlûp bir hükme mevzu teşkil eden fiillerdir. Nikâh, beyi, icare gibi.

Gerek ef´ali hissiye ve gerek ef´ali şer´iye hakkındaki nehiyleo, menhiyyün anhin ya liaynihî veya ligayrihî kabih olduğuna delâlet eden bir karineye mukarin olur veyahut mukarin olmaz. Mukarin ol­mayanlara «nehyi mutlak», mukarin olanlara da «nehyi mukarin» de­nilir.

270 -: Ef´ali hissiye hakkındaki nehyi mutlak, menhiyyün anhitı liaynihî kubhını iktiza eder, nehyi mukarin de menhiyyün anhin ligay­rihî kubhını iktiza eder.

Meselâ: «Kimseyi haksız yere öldürmeyiniz» tarzındaki bir nehiy, ef´ali hissiyeden olan katil fiilinden men´i muktezîdir. Bu nehiy, bir ka­rineye mukarin değildir. Binaenaleyh bu katil liaynihî kabihtir. Çünk´i nehy mutlak, kubhın kemâlini muktezîdir.

Zevceye âdeti esnasında mukarenet edilmemesi hakkındaki nehiy ise «eza» karinesine mukarin olduğu cihetle liaynihî değil, ligayrihî kubhi iktiza etmektedir.

271 -: Ef ali şer´iye hakkındaki nehyi mutlak, menhiyyün anten vasfen ligayrihî kubhini iktiza eder. Bu hâlde menhiyyün anh aslen sa­hih olup vasfen fasit bulunur.

Meselâ: Mütekavvim bir malı mütekavvim olmayan bir mal mu­kabilinde satmak şer´an memnudur. Bu husustaki nehy, ef´ali şer´iye-den olan beyi muamelesi hakkındadır ve mutlaktır. Binaenaleyh böyle bir bey, vasfen fasittir, hakkında beyi fasit hükmü cereyan eder.

Ef´ali şer´iyye hakkındaki nehyi mukarin ise karinenin ifade etti­ği şeyi iktiza eder, karineye tâbi olur. Şöyle ki: karine menhiyyün an-hin liaynihî kubhını iktiza ederse menhiyyün anh, liaynihî kabih hük­münde olup bâtıl bulunur. Henüz anasının karnında bulunan yavruyu satmak gibi. Çünkü bu cenin, henüz bir mütekavvim mal değildir, şer´i şerif ise mütekavvim mal olmayan şeyin bey´ini bâtıl kılmıştır. O hâl­de böyle bir yavrunun satılmaması hakkındaki nehiy de butlanı ikti­za eder.

Bilâkis karine, menhiyyün anhin ligayrihî kubhına delâlet ederse bakılır: Eğer bu kubha menşe´ olan başka şey, menhiyyün anhe mut­tasıl bir vasıf ise menhiyyün anhin fesadını iktiza eder. Şartı fasit ile yapılan beyi gibi ki, bu şart bey´in bir vasfı lâzımı olduğundan buna mukarin olan bir satış hakkındaki nehiy, o satışın şer´an fasit olması­nı muktezi olur. Fakat o başka şey, menhiyyün anhe yalnız mücavir ise menhiyyün anhin kerahatinİ iktiza eder. Mağsup yerde kılman na­maz gibi ki, o yer bu namazın bir vasfı değildir, belki buna mücavir bulunmuştur.

272 -: imamı Şâfiîye göre ef´ali şer´iyye hakkındaki mutlak ne-hiylerde ef´ali hissiyedeki mutlak nehiyler gibi menhiyyün anhin liay­nihî kubhunu iktiza eder. O hâlde menhiyyün anh, fasit değil, bâtıl ol­muş olur. Çünkü nehyi mutlak, kemâle masruftur. Binaenaleyh kubhun kemâlini muktezi olur. Ve kabih olan bir şey bir masiyettir, artık on­da sıhhat ve meşruiyet bulunamaz.

Buna cevaben deniliyor ki: şer´î fiiller hakkındaki mutlak nehiy, butlanı iktiza etseydi menhiyyün anhin mensuh, gayri kabili icra bu­lunmuş olması lâzım gelirdi. Eğer nehiy edilen şeyin yapılması ve üze­rine bir hüküm terettüp etmesi kabil olmasaydı nehye lüzum kalmazdı. Âmâyı görmekten men etmek gibi olurdu. Bir şey, mütesavverülvücut olmalıdır ki, ondan nehiy, abes olmasın ve bu nehye imtisal edip etme­yenin itaat ve isyanı tahakkuk edebilsin.

Masiyet cihetine gelince bu, menhiyyün anhin vasfına nazarandır. Sıhhat ve meşruiyet ise menhiyyün anhin aslı itibariledir. Böyle cihet­ler başka başka olduğundan masiyet ile meşruiyet, içtima etmiş ola­maz.

Velhâsıl: Şâfiîler, ibadetlerde olduğu gibi muamelâtta da kubhun derecatım nazara almıyorlar. Onlara göre ibadetlerde olduğu gibi mu­amelâtta da bâtıl ile fasit birdir. Hanefîlere göre ise yalnız ibadetlerde bâtıl ile fasit bir hükümdedir. Muamelâtta ise bunlar ayrı ayrı şeyler­dir. Bâtıl, aslen ve vasfen meşru olmayan şeydir. Fasit ise aslen meş­ru olup yalnız haricî vasıfları itibarile meşru bulunmayan şeydir. Bu cihetle hükümleri de başka başkadır.

273 - : Bir şey ile emir, o şeyin zıddının hürmetini müstelzim olur. Eğer o zıddın vücudu, emir ile maksut olanı fevt ederse.

Meselâ: iman ile emir, küfrün hürmetini müstelzimdir. Çünkü kü­für, imanı müfevvittir. Böyle tefvit bulunmazsa memurun bihin zıddı, mekruh olmuş olur.

Bilâkis bir şeyden nehiy, o şeyin zıddının yüçubünü müstelzim olur. Eğer o zıddın ademi, nehiy ile maksut olanı tefvit eder ise.

Meselâ: küfürden nehiy, imanın vücubünü müstelzimdir. Zira iman bulunmazsa maksudun binnehy olan terki küfür bulunmamış olur. Böy­le müfevvit olmazsa menhiyün anhin zıddı, bazan bir sünneti müekkede mahiyetinde bulunur.

imam Şafiîye ve imam Gazalîye göre muayyen bir şey ile emir, zıd-dından nehiy değildir. Ve onu aklen iktiza etmez. [18]

Mutlak İle Mukayyedin Mahîyetlert Ve Hükümleri :



274 - : Mutlak; bir has lâfızdır kî, delâlet ettiği efrattan lâalet-tâyin birini ifade eder, bu efradın hepsine şayi olursa da ihata veçhile şâmil olmaz.

Meselâ: insan lâfzı mutlaktır, bir çok ırklara, memleketlere men­sup fertlere delâleti vardır. Fakat bir kimse; «Ben bugün bir insan ?le görüştüm» dese lâalettâyin bir insan ile görüşmüş olduğunu söylemiş olur. Yoksa muayyen bir ırka veya memlekete mensup bir insan ile gö­rüşmüş olduğunu söylemiş olmaz.

275 -: M;ukayyet; bir has lâfızdır ki, delâlet ettiği efrattan her­hangi birine şayi olmayıp bunlardan muayyen birini veya bir nevini ifade eder.

Meselâ; beyaz insan, siyah at, mümin köle tâbirleri birer mukay­yet lâfızdır.

Binaenaleyh bir kimse, «ben bugün bir beyaz insan gördüm» dese beyaz ırka mensup insanlardan birini görmüş olduğunu söylemiş, bu­nunla o insanın siyahı olmadığını ifade etmiş olur.

276 -: Mutlak itlakı üzere, mukayyet de takyidi üzere cari olur. Bir zaruret bulunmadıkça bunlardan biri diğerine hamlolunmaz. İşte mutlak ile mukayyedin hükümleri budur. Meselâ: bir kimse: «Bana. bir at al» diye bir şahsa vekâlet verse o şahıs, bu vekâlete mebni her­hangi bir atı alabilir. O kimse, «Benim maksudum Arap atı idi veya Acem atı idi» diye bunu kabulden kaçmamaz. Çünkü at lâfzı, mutlak­tır, bu ıtîakı üzere carîdir. Fakat «Bana bir Arap atı al» demiş olsa o şahıs bir Acem atı alamaz. Zira Arap atı sözü, mukayyettir, bu kay-de riayet lâzımdır.

İşte kitap ve sünnetteki mutlak ve mukayyet lâfızlar hakkında da, bu esas, carîdir.

Meselâ: Keffareti yeminden dolayı «Rakabe» azad edilmesi emro-lunmuştur. Rakabe ise mutlaktır. Mümin olan memlûke de, gayri mü­min olan memlûke de delâleti vardır. Binaenaleyh yemininde hanis olan bir müslüman, herhangi bir Rakabeyi azad etse keffaretini yerine ge­tirmiş olur. Amma hataen katilden dolayı «Rakabei mümine»yi azad etmek ile emir olunmuştur. Rakabei mümine ise mukayyettir, rakabei gayri mümineye şâmil değildir. Binaenaleyh hataen katilden dolayı mümin olmayan rakabeyi azad etmek kifayet etmez.

277 -: Bir mesele hakkında biri mutlak, diğeri mukayyet olmak üzere iki delil bulunsa bunlardan hangisile amel edilir?. Mutlak mukay­yetle hamledilirse itlakın hükmü iptal edilmiş olur, hamledilinezse iki delil arasında bir münafat vücude gelmiş bulunur.

O hâlde bakılır: eğer mutlak ile mukayyetten biri diğerine hami için bir ıztırar ve mecburiyet görülmezse, yâni: her birinden anlaşılan mânâ, maksat, başka bulunursa mutlak itlakı üzere, mukayyet de tak­yidi üzere carî olur. Fakat bir ıztırar, bir mecburiyet görülürse, yâni: mutlaktan anlaşılan mânâ ile mukayyetten anlaşılan mânâ müttehit bu­lunursa o zaman mutlak, mukayyede hamlolumır.

Meselâ: Kefareti yeminden dolayı rakabet azat etmekle memuruz. Keffareti katilden dolayı da bir mümin rakabe azat etmekle mükelle­fiz. Burada hâdiseler başka başkadır. Binaenaleyh mutlakı mukayyede hami lâzım gelmez, yâni: kefareti yeminden dolayı da azad etmekle me­mur olduğumuz rakabenin mümin olması icap etmez. Bu, Hanefî´ye gö­redir.

«Şafiîlere geünce : onlara göre burada mutlak, mukayyede hami olunur. Çünkü buradaki iki hüküm, kefaret olmakta müttehittir. Mücerret kefarette iştirak ise bu iki hükümden birinin diğerine ilhakım ik­tiza eder. Mutlak olan hüküm, sakittir. Mukayyet olan hüküm ise na-tıktır, yâni: rakabenin vasfım mübeyyindir. Natık ise, sakite mürec­cahtır. Binaenaleyh mercuh olan mutlak, racih olan mukayyede hami olunur.

Buna cevaben demliyor ki: mücerret kefaret isminde ittihat, bu ke­faretlerin mahiyetlerinde ittihadı müstelzim olmadığından hükümlerin­de de ittihadı müstelzim olmaz.

Fakat keffareti yeminde rakabe azat etmeğe kadir olmayanlar için: âyeti kerimesiîe mutlak üç gün oruç tutması emrolun-m ustur, îbni Mes´ud Hazretlerinin meşhur olan kıraetinde iseid, gidiye bu üç gün muttasıl olmakla mukayyet bulunmuştur. Hâ­dise ise müttehittir. Bir orucun müteferrik üç günde tutulması hakkın­daki bir emir ise muttasıl üç günde tutulması hakkındaki emre müna-fidir, münakızdır. Binaenaleyh burada bu münafattan ihtiraz için mut­lakı mukayyede hami için bir zaruret vardır.

278 -: îtlak ile takyit, bir hükmün nefsinde değil, sebebinde veya illetinde veya şartında bulunsa biri diğerine hamledilmez, her birile ay­rıca amel olunur.

Meselâ: sadaki fıtırın vücubü hakkında iki hadisi şerif vardır. Bi­ri emridir ki, mutlaktır. Diğeri: emridir ki, müslîm olmakla mukayyettir. Binaenaleyh burada mutlak, mukayyede hamlolunmaz. Hem müslim olan köle için, hem de gayri müsüm olan köle için efendisinin sadakai fıtri vermesi lâzımdır. Çünkü sadakai fıtrin sebebi vücubü, rakabei nüfustur. Bu rakabe, müslim olup olmamakla mukayyet değildir. İkinci hadisdeki «minelmüslimîn» kaydı ise bu sebebe ait bulunmuştur. Bu ise mutlakın mukayyede hamlini is­tilzam etmez. Her iki köle için de sadakai fıtır vermekte bir münafat yoktur.

Şafiîler ise bu hususta da natık, sakitten evlâdır.» diye mutlakı mukayyede hamletmektedirler. Itlak ile takyidin hükümde olmasile se­bepte veya şartta olması arasında fark görmüyorlar.

Buna karşı deniliyor ki: nâtık ile sakit arasında tearuz bulunmalı­dır ki, natıkiyet ciheti tercih edilsin. Burada ise böyle bir tearuz yok­tur. [19]

Âm Lafızların Mahiyeti, Nevileri Ve Hükümleri :



279 - : Âm, bir lâfızdır ki, gayrı mahsur müsemmeyatın hepsine birden şâmil oîur, hepsini birden ihata eder. Binaenaleyh Zeyd, Ânır gibi âlemler, ebeveyn, imameyn gibi tesniye sigaları, müsemmalan mahsur ol­duğundan âm değildirler.

280 - : Elfazzı âmme, iki nevidir. Birisi: sigası da, mânâsı da âm olan lâfızlardır. Bu nev´e «mecmuullâfzı velmânâ» denir. Errical, ennisa gibi muarref cemi kelimeleri bu kabildendir.

Kezalik:hadisi şerifindeki «eleimme» ve hadisi şerifindeki «elenbiya» lâfızları birer lâfzı ânıdır.

Böyle errical elenbiya, essemavât gibi muarref cemiler, birer lâfzı âmdir. Çünkü bunların ne kadar recül, nebî, sema olduğu bu sığalara nazaran mahdut, mahsur değildir. Velevki bunların mahdut oldukları haricî bir delil ile sabit bulunsun.

İkinci nev´i, yalnız mânâları âm olan lâfızlardır. Bu nev´e «müfredül-âfz, müstağrakülmanâ» denilir. Kavm, reht. Men, mâ, mehma, keyf, ey-yühum gibi tâbirler bu cümledendir. (Hurufu maanî bahsine müracaat!) «Elbeyi», «elmal» gibi lâm ile muarref olan kelimeler de elfazı umum­dandır.

Muzaf olan ismi cinsler de âmdir. âyeti kerimesindeki «emr» lâfzı gibi ki «külli emrihî» demektir,

Nefi ve nehiy siyakında bulunan nekireler de âmdır. âyeti celîlesindeki «şey» gibi.

281 - : Âmmın hükmü, efradı hakkında kat´iyyüssübut olmasıdır. Yâni: âm bir lâfzın hükmü, delâlet ettiği fertlerin hepsi hakkında birden sabit olur. Diğer bir tâbir ile âm, bunların hepsine birden şâmil bulunur.

Meselâ: bir kimse, kölesine «her ne zaman filân işi yapar isen azad ol» dese köle o işi herhangi bir zaman yapsa azad olur. Çünkü «her ne zaman» tâbiri âmdır.

Kezalik: nazmı gerifindeki «elmal», «elbenun» tâbirleri birer lâfzı âmdır. Bununla her malın ve her ibnin dünya haya­tının ziyneti olduğu beyan buyurulmuştur.

282 -: Elfazı âmme bazan tahsis olunur. Şöyle ki: kitab kitab ile, sünnet sünnet ile tahsis olunduğu gibi kitab ile sünnet, sünnet ile de ki­tabı tahsis olunabilir. âyeti celîlesi kitab ile sün­netin tahsis olunacağına bir delildir. Çünkü sünnet de şeyler cümlesin­den olduğu cihetle kitab onu da mübeyyin bulunur. Sünnet ile kitabın tahsis edilebileceğine delil de; Resulü Ekrem´in bütün dinî beyanatının vahy ve ühama müstenit bulunmuş olmasıdır. Elverir ki, o sünnet, tevatür veya şöhret tarikile sabit olsun ve nüzul ile vürud zamanları mu-karin bulunsun.

Meselâ: âyeti kelimesindeki umum, rub´u dinarın dûnundaki bir malı sirkatten dolayı kat´ı yed lâzımgelmeyeceği-ne dair olan bir hadisi şerif ile tahsis edilmiştir.

282 -: Âm, iptidaî emirde bir delîîi kat´î ile tahsis edilebilirse de, delili zannî ile tahsis edilemez. Yâni: bir âmmın hükmünden tenavül et­tiği fertlerden bazıları bir delili kat´î ile ihraç edilebilirse de haberi vâ-hid gibi, kıyas gibi bir delili zannî ile bidayeten ihraç edilemez. Çünkü âm kuvvetlidir, kat´iyüssübuttur, zaif olan bir delil ile takyidi muvafık de­ğildir. Meselâ: muharip olan müşriklerin kâf fesini öldürmek hakkında bir emri ilâhî vardır. Bu emir umumîdir. Fakat bu umumiyet, müste´minîe-rin öldürülmemesi hakkındaki diğer bir emri kat´î ile tahsis edilmiştir.

Artık böyle muhasses bir âm, bilâhare bir delili zannî ile de tahsis edilebilir. Nitekim muharib olan müşrikleri öldürmek emri, müste´min-ler hakkındaki bir emri kat´î ile tahsis edildiğinden bu katil emri, bun­ların ihtiyarlarım, koca kadınlarını, gocuklarını öldürmemek hakkındaki haberi ahad kabilinden olan bir hadisi şerif ile de tahsis edilmiştir. Çün­kü âm, bidayeten bir kat´î delîl ile tahsis edilmiş olunca şümul kuvvetini kaybetmiş olacağından bilâhare zannî bir delîl ile de tahsise mahal bu­lunmuş olur.

283 -: Şafiîyeye göre âm, istiğrak ve şümul ifade ederse de bu ifadesi, kat´î olmayıp zannîdir. Binaenaleyh âmmın hükmünü bir zannî delîl ile bidayeten tahsis de caizdir.

Hanefiyeye göre tahsis, bir tağyirdir, kavi olan âmmın hükmünü za­if olan bir delîl tağyir edemez. Şafiîiere göre ise, tahsis, tağyir değil, bir tefsirdir.

Şunu da ilâve edelim ki, âm olan lâfızlar, yalmz üçe kadar tahsis edilebilir, ondan fazla edilemez. Çünkü cem´in akalli üçtür. Ancak müf-reti marife mesabesinde olan «ennisa» gibi menfî ma´rifelerin münteha-yi tahsisi birdir. Binaenaleyh: ben kadınlarla evlenme­yeceğim» cümlesinde böyle bir tahsis carî olabilir.

284 -: Âm kat´iyyet ifade ettiği gibi has da kat´iyyet ifade eder. Bir hâdise hakkında biri âm, diğeri hâs olmak üzere zahiren birbirine muarız görülen iki delîü kat´î bulunursa bakılır: Eğer bu iki delilin, ara­larım tevcih kabil olsa tevcih edilir, her birile âmel edilmiş olur. Tevcih mümkün değilse bir mahlas aranır. Şöyle ki:

(1) : İki delilden biri nüzul veya —hadisi şerif olduğuna nazaran-vürud itibarile diğerine mukarin olursa, yâni: ikisi de bir, zamanda nüzul veya vürud etmiş ise hâs, âmmı muhassıs olur. âyeti kerimesinde olduğu gibi ki bunda bey´in halâl olduğu umumî oir halde beyan buyurulmuş iken riba suretile olan bey´in hürmeti de be­yan buyurulmuş, bu veçhile bey´in hillindeki umumiyet, bir lâfzı hâs olan riba ile tahsis edilmiştir.

(2) : Hâs olan delîl, âm olan delilden muahhar olursa hâs, şâmil ol­duğu miktar nisbetinde âmnun hükmünü nesheder. Meselâ: âm olan bir âyeti kerimeye nazaran kocası vefat eden bir kadının —gebe olsun olma­sın-dört ay on gün iddet beklemesi lâzımdır. Bundan evvel başka bir kocaya varamaz. Bu âyeti celîleden sonra nazil olan diğer bir âyeti ke­rimeye nazaran da gebe olan bir kadının iddeti hamlini vaz etmekle ni­hayet bulur, velev ki kocasının vefatından itibaren bir kaç ay geçmiş ol-

masın.

İşte hâs olan ve tarihi nüzulü muahhar bulunan bu ikinci âyet, min vechin âm olan evvelki âyetin hükmünü gebe olan kadınlar hakkında nesh etmiştir.

(imamı Şafiîye göre âm, zannî olduğundan kat´î olan hâs ile her hâlde tahsis olunur. Gerek tarihleri malûm olsun ve gerek olmasın.)

(3) : Âm olan delîl, hâs olan delilden muahhar olursa hassın hük­münü nesh etmiş, ortadan kaldırmış olur. Meselâ: bir aralık Medinei Münevvere´ye gelip hasta bulunan bir kabile efradı hakkında tedavi için Medinei Tahire haricinde bulunan sadaka develerinin sütlerinden ve si­diklerinden istifade etmeleri emrolunmuştu. Bilâhare; hadisi şerifile sidiğinden kaçınılması emrolundu. İşte bu ikinci emir, âm ve muahhar olduğundan hâs ve mukaddem bulunan birinci emri nesh etmiştir. Binaenaleyh tedavi için de olsa bevlin içilmesi mubah olamaz,

(4) : Âm ile hâssın nüzul veya vürud tarihleri meçhul bulunursa mukarenete hamlolunur. Bu hâlde her ikisile de amel kabil ise amel olu­nur. Kabil değilse tercih bilâ müreccih lâzım gelmemek için esbabı ter­cih aranır. Hangisi müreccah görülürse onunla amel olunur. Meselâ: bunlardan biri bir şeyin Miline, diğeri de hürmetine delâlet etse hürme­te delâlet eden tercih olunur. .Şarii hâkimin muharremate olan itinası mübahata olan itinasından ziyadedir. İhtiyatta bunu muktezîdir.

(5) : Âm olan bir delîl; kitab ile, sünnet ile tahsis edileceği gibi ba-zan akl ile, veya örf ve âdet ile de tahsis edilir. Meselâ: nazmı celîlindeki umumdan zatuüah aklen kat´î surette müstesnadır.

Çünkü AUahütealâ mahlûk olamaz ve bir zat kendisini yaratamaz. O zatın kendisinden mukaddem olması lâzımgelir ki, bu aklen muhaldir, Binaenaleyh bu âyeti kerimedeki «külli şey´in» tâbiri zatı bâriye şâmil değildir.

Keza: bir kimse, «ben baş yemem» diye yemin etse serçe gibi bir kuşun başım yemekle hanis olmaz. Çünkü böyle âm olarak söylenilen bir baştan Örf ve âdete göre yiyilmesi mut ad olan koyun başı gibi baş­lar kasdedilir. Bunun kuş başına şümulü yoktur.

Âm, bazan da efradının bir vasıf itibarile noksan veya ziyade ol­ması sebebile tahsis olunur. Meselâ: bir kimse, «benim her memlûküm azad olsun» dese bu sözü mükâtebine şâmil olmaz. Çünkü mükâtebde-memlûkiyet vasfı noksandır, o rakabeten memlûk ise de yeden memlûk değildir, kazancı kendisine aittir.

Kezalik: bir kimse, fâkihe -meyva yememeğe 3´emin etse üzüm yemekle hânis olmaz. Zira üzümde fâkihe olmak vasfından başka gıda olmak vasfı da vardır.

285 -: Âmlar, bir bakımdan da üç kısma ayrılır: Birincisi: umu­mî üzere kalıp kendisinde tahsis carî olmayan anılardır. âyetlerinde olduğu gibi.

ikincisi: kendilerinden husus murad olunan anılardır. Meselâ: nazmı çelîlindeki nâsdan murad mükellef olan insanlar­dır.

Üçüncüsü: Tahsis olunmuş bulunan anılardır. nazmı celîlinde olduğu gibi ki, bundan ıztırar haleti tahsis edilmiştir. O hâlde meyteden hayatı kurtaracak kadar yiyilmesi haram değildir.

286 -: Tahsis edilen bir âm mütebaki efradı hakkında yine haki­kat olarak kalır.

287 - : Resulüekrem Efendimizden sahabei kiramın hikâye etmiş oldukları bir fiil, umuma delâlet etmez. Meselâ: Peygamberimiz Aîeyhisselâm Kabe´de namaz kıldı) denilmiş olsa bu namaz, farz ve nafile namazlara şâmil olmaz. Çünkü ispat siyakında bulunan bir nekire, taammüm etmez. Fakat zahiren umuma .delâlet eden bir lâfız ile hikâye edilen bir fiil, umum ifade eder. Resulüekrem gareri satmaktan nehy buyurdu) gibi ki, her beyi garere, yâni: denizdeki balığı, havadaki kuşu satmak gibi şeylere şâmildir, bunların satılmalarının menhiyyün anh olduğunu müfittir.

288 -: Bir âm lâfza mukarin olan istisna, şart, sıfat gibi şeyler, o âmmı tahsis etmiş sayılmaz. "Meselâ: «cuma gününden başka her gün meşgulüm» denilse her gün tâbiri; yine gayri muhassas bir âm sayılır. Cumanın maadasına olduğu gibi şâmil olur. [20]

Müşterek Ve Müevvel Lâfızların Mahiyetleri Ve Hükümleri :



289 -: Lâfzı müşterek, müteaddit mânalara başka başka vazedil­miş olan lâfızdır. Meselâ: «ayn» lâfzı, hem göz mânâsına hem de güneg, altın, diz kapağı, su kaynağı gibi mânâlara vazedilmiştir.

Kezalik: «Cariye» lâfzı, hem memlûk olan kadın mânâsına hem de sefine mânâsına mevzudur. «Müşteri» lâfzı da hem satın alıcı mânâsı­na hem de bir yıldıza isim olmak üzere vazolunmuştur.

290 -: Müşterek bir lâfzın hükmü, müteaddit mânâlarından han­gisinin kasdedildiği anlaşılıncaya kadar tevakkuftur. Mânâlarından biri bir teemmül ve tetkik neticesinde tereccüh edince bu mâna kabul edilir, diğer mânâları artık nazara alınmaz.

Meselâ: âyeti kerimesindeki «kuru» lâfzı müşterektir. Müfredi olan «kur´» lâfzı, hem hayz, hem de, tuhr mâ­nâsına mevzudur. Fakat hanefîler, bir tetkik neticesinde bunun hayz mânâsına olmasını, Şafiîler de tuhr mânâsına olmasını tercih etmişler­dir. Tercih edilen mânâ «müevvel» olmuş olur.

Maamafih Şafiîlerce umumî müşterek caizdir. Yâni: onlara göre, bir müşterek lâfzın bir söyleyişte müteaddit mânâları birden kasdedile-bilir.

Fakat Hanefîlerce böyle bir şey, bazan bir lâfz ile iki muarız mâ­nânın birden kasdedilmesini müstelzim olacağı cihetle caiz görülmemiş­tir.

Meselâ: «cevn» lâfzı, hem siyah, hem de beyaz mânâsına gelir. Bi­naenaleyh «filân şey cevndir» denilse bunun hem siyah, hem de beyaz olduğu nasıl kasdedilmiş olabilir?.

291 -: Müevvele gelince: bu da müteaddit mânâlarından biri, bir delili zannî -ile veya reyi galip ile diğer mânâlarına tercih edilen lâfızdır.

Meselâ: «nikâh» lâfzı, hem akdi izdivaç mânâsına, hem de mukare-neti cinsiye mânâsma mevzudur. nazmı şerifinde-ki «tenkihe» lâfzı, vati -mukarenet mânâsına hamledilmiş olduğu ci­hetle bu mânâsında müevvel bulunmaktadır.

Kezalik: «bain» lâfzı; hem hissi ayrılığı hem de nikâh rabıtasın­dan ayrıhğa mevzudur. Bir kimsenin refikasına karşı talâk müzakeresi esnasında «enti bâinün» = sen hainsin» demesi, talâka hamlolunur. Bu hâlde bain lâfzı nikâh rabıtasından ayrılık .mânâsında müevvel bulun­muş olur.

292 -: Müevvel lâfzın hükmü, medlûlile amelin vücubudur. Maa­mafih böyle bir lâfzın racih görülen mânâsına hamledilmesi, hata ihti­mâlinden hali olamaz. Bu cihetledir ki, şer´î bir hususta müevvel olan bir mânâyı inkâr eden, tekfir edilemez.

Meselâ: müzakerei talâk esnasında söylenen «sen bainsin» sözü ta­lâka hamledilerek o veçhile hüküm lâzım gelir. Fakat bu söz ile mücer­ret hissî ayrılık kasdedilmiş olması da muhtemeldir. Buna binaen de, zevcin böyle bir kasitte bulunmuş olduğuna ait iddiası, diyaneten tas­dik edilir. nazmı şerifindeki nikâh ile mukarenet mânâsı mu-rad olduğunu inkâr da küfrü müstelzim olmaz. [21]

Zâhîr, Nas Lâfızların Mahiyetleri Ve Hükümleri :



293 - : Zahir, mücerret sigasını işitmekle mânâsı anlaşılan, ken-disile ne kasdedildiği tefekküre muhtaç olmaksızın malûm olan lâfızdır. Meselâ: nazmı şerifi, bey´in halâl olmasını ifade hususunda zahirdir.

294 -: Zahirin hükmü, yakinen malûm olan mânâsiyle ameün vü-cubüdür. Vakıa zahir bir lâfız, mânâya vaz´ı bakımından has ve âm ola­bilir. Bu cihetle te´vile, tahsise ihtimali vardır. Fakat mücerret bu ihti­mâl, zahirin yakinen bilinen mânâsile amelin vücubüne mâni değildir.

295 -: Nas´sa gelince: bu da; alelitlâk söz mânâsında istimal edil­diği gibi nazmı kur´ana ve lâfzı hadise de nas denilir. Usulcülere göre nas: mütekellim cihetinden ileri gelen bir sebeple, meselâ: ne gibi bir maksada mebni söylenmiş olması karinesile zahirden ziyade açık vazıh olan sözdür ki, âm olacağı gibi hâs da olabilir.

Meselâ: nazmı celili, Allahütealâ´nın birliğini, şe­rikten münezzeh olduğunu beyan hususunda bir nas´dır. Çünkü bu naz­mı celil, Hâhktealâ´nın vahdaniyetini beyan için nazil olmuştur.

296 -: Nas´sm hükmü, sığasından kat´ı surette anlaşılan şey ile amelin vücubudur. Te´vile, tahsise, nesha ihtimâli vardır. Fakat mü­cerret "bir ihtimal, açık olan ve katiyen malûm bulunan mânâsiyle amelin vücubüne bir mania teşkil etme2. Meselâ.- âyeti celilesi, bey ile riba arasında fark bulunduğunu beyan hususunda nas´dır. Çünkü bu âyeti kerimenin makabli bir karinedir ki, bu âyeticeli-le, bey ile riba arasında mümaselet bulunmadığını beyan, bey ile ribayı bir sayanları red için nazil olmuştur. Binaenaleyh ribadan kaçınmanın vücubü de açıkça anlaşılmış, tahakkuk etmiştir. [22]