- Nedir Başımıza Gelen?

Adsense kodları


Nedir Başımıza Gelen?

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
reyyan
Mon 17 October 2011, 05:18 pm GMT +0200
Nedir Başımıza Gelen?


Aralık 2006 96.SAYI


Ali YURTGEZEN
kaleme aldı, AYIN KONUSU bölümünde yayınlandı.


Müslümanlar olarak büyük bir kısmımız, maruz kaldığı felaketler karşısında şaşkınlığa uğruyor.

“Suçumuz neydi ki bu musibet bize reva görüldü!” diye düşünüyor.

Bazen İslâm’la, dinle diyanetle alakası olmayanların refah içinde yaşamaları ile kendilerinin düştüğü sıkıntıları karşılaştırıp, kalbine şüphe tohumları ekebiliyor.

Feryad ü figanla, sitemle, isyanla iman ve akidesini kırıp döktüğü oluyor; böylece “çifte musibet”e uğruyor.

Peki müslümanlar olarak musibetleri nasıl anlamamız, felaketler karşısında nasıl bir tavır takınmamız gerekiyor?

Düşmanın bizi öldürüp cesetlerimizi parçaladığına, her parçamızı kuşların kapıştığına şahit olsanız da yerinizden kıpırdamayacaksınız. Yahut bizim müşrikleri son ferdine kadar tepeleyip ganimet toplamaya yöneldiğimizi görseniz dahi, ben size haber göndermedikçe mevzilerinizi terk etmeyeceksiniz!”

Uhut’ta, savaş başlamadan önce Peygamberimiz s.a.v., İslâm ordusunun arkadan kuşatılmasını önlemek için, Uhut dağının yamacındaki bir geçidi tutmak üzere yerleştirdiği elli kişilik okçu birliğine ve onların komutanı Abdullah b. Cübeyr’e böyle talimat vermişti.

Savaş başladı; müslümanlar kısa zamanda üstünlük kurarak müşrikleri bozdu. Uyarılara rağmen, sanki her şey bitmiş gibi disiplini elden bırakan mücahitlerden birçoğu kaçan düşmanı kovalamaya, ganimet toplamaya başladı. Okçular da mevzilerini bırakmış, bunlara katılmıştı. Zaten sayıca çok kalabalık olan müşrikler, Uhut’un bu yamacından dolanarak müslüman ordusunun arkasına geçti ve onları çepeçevre kuşattı. Durum tamamen kâfirlerin lehine dönmüştü.

Uhut’ta müslümanlar mağlup oldu; müşrikler galip geldi neticede. Rasulullah s.a.v. yaralandı. Sahabeden, aralarında Hz. Hamza r.a.’ın da bulunduğu 70 kişi uzuvları kesilerek vahşice katledildi.

Bedir gibi bir zaferden sonra ilk defa böyle bir “musibet”le karşılaşan müslümanlardan bazıları şaşırmıştı. Nasıl olur, diyorlardı. Biz müslümanız ve Allah elbette bizimle beraber. Öyleyse neden bizi kollamadı da kâfirlerin galip gelmesine müsaade etti?

Bugün de müslümanların büyük bir kısmı, maruz kaldığı her felaket karşısında bu şaşkınlığı yaşıyor. Suçumuz neydi ki bu musibet bize reva görüldü, diye düşünüyor. Bazen kâfirlerin refah içinde rahat yaşamaları ile kendilerinin düçar olduğu sıkıntıları karşılaştırıp, kalbine şüphe tohumları ekebiliyor. Feryad ü figanla, sitemle, isyanla iman ve akidesini kırıp döktüğü oluyor; böylece “çifte musibet”e uğruyor.

Musibetleri nasıl anlamalı?


Peki müslümanlar olarak musibetleri nasıl anlamamız, felaketler karşısında nasıl bir tavır takınmamız gerekiyor? Öyle ya, bunlar Cenab-ı Hakk’ın kahrının, gazabının tecellisi ise Uhut’ta olduğu gibi “Habib”ine ve O’nun şanlı ashabına niye musibet veriyor? Niye bugün gayr-i müslim toplumların çoğu onca sapkınlığına rağmen müreffeh bir haldedir de müslümanlar fakr u zaruret içinde? Yahut mesela depremlerde müttaki bir müslümanın da canını, malını, yakınlarını kaybetmesi; küçücük sabilerin amansız bir hastalığa yakalanması, ilâhi adalet ve merhametle nasıl bağdaştırılabilecek?

Öncelikle şunu belirtelim ki, sıkıntı, bela, felaket, musibet dediğimiz şeyler de, bunların mukabili olan refah, bolluk ve nimet de “dünya” ile ilgilidir. Oysa Cenab-ı Hakk’ın müminlere “nimet”, müşrik ve kâfirlere “azap” vaadi esas itibariyle ahirete aittir. Allah Tealâ bu dünyada inananlara refah, inanmayanlara da sıkıntı ve eza vereceğini taahhüt etmemiştir. Aksine, “Dünya kâfire cennet, müslümana zindandır.”

Âl-i İmran Suresi’nin 140. ayetinde buyurulduğu gibi Allah, “O (zafer, galibiyet ve sevinç getiren) günleri insanlar arasında döndürür.” Yani bir gün müslümanları, bir gün kâfirleri muzaffer kılar. Bir gün bize, bir başka gün onlara musibet verebilir. Bugün biz seviniriz, yarın başkaları. Sünnetullah böyledir. Bu dünyada müslümanlara hep nimet, kâfirlere de hep sıkıntı verilseydi eğer, iman iradî bir tercih meselesi olmaktan çıkacak, “imtihan”ın anlamı kalmayacaktı. Zorluklarla karşılaşmasaydık, çalışmaktan, sorumluluk ve vazife duygusundan, dolayısıyla “gelişme”den de söz edemeyecektik. Buna, bir şeyin nimet mi azap mı, ceza mı mükafat mı, hayır mı şer mi olduğuna dair hüküm verirken, ekseri zahirden hareket ettiğimizi, dünya hayatını esas aldığımızı ekleyelim ve böyle bir kriterin “mutlak hakikat”e uymadığını hatırlatalım.

Kendi elimizle ettiklerimiz


Bu “iyi ve kötü günlerin insanlar arasında döndürülmesi” sebebiyledir ki “dünyanın bin bir türlü hali var” denilmiştir. Bir dakika sonra ne ile karşılaşacağımızı bilemeyiz. Akla hayale gelmeyen musibetler, felaketler, kazalar, belalar her an kapımızı çalabilir. Deprem, sel, yangın, trafik kazası, kuraklık, kıtlık, açlık, hastalık, esaret, anarşi, savaş.. gibi musibetler her an herkese isabet edebilir. Bunların görünen ve göründüğü için en çok konuşulan sebebi, insanların sorumsuzluk ve tedbirsizlikleridir. Eksik ve kalitesiz malzeme kullanmışsanız eğer, bir binanın en küçük sarsıntıda yıkılması mukadderdir. Sağlığınıza dikkat etmiyorsanız hasta olur, toprağınızı ekmiyorsanız aç kalırsınız.

Söze bu yüzden Uhut’la başladık ve burada karşılaşılan musibetin bir tedbire riayetsizlikten kaynaklandığını özellikle vurgulamak istedik.

Nitekim bu hadise ile ilgili bir ayette Cenab-ı Allah da meselenin tedbir yönüne işaret buyurmaktadır:

“(Bedir’de düşmanı) iki katına uğrattığınız bir musibet (Uhut’ta) size çarpınca, ‘Bu nasıl olur?’ dediniz ha! (Ey Peygamber) de ki, ‘Bu başınıza gelen kendinizdendir.’ Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” (Âl-i İmran, 165)

Evet Uhut’ta müslümanlar Peygamber s.a.v.’in reyine rağmen Medine dışına çıkıp savaşmakta ısrar etmiş, savaşta emre uymamış, tedbiri bırakmış, ganimet hırsına kapılmış ve zahirdeki bu gibi sebeplerle mağlup olarak musibete uğramıştır. Hepimiz biliyoruz ki tedbir takdiri bozmaz. Allahu Tealâ dileseydi, bütün bu ihmal ve kusurlara rağmen netice farklı da olabilirdi. Nitekim yukarda zikrettiğimiz ayet işin bu tarafına dikkat çekmek için özellikle “Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” hükmüyle bitiyor. Demek ki musibetleri değerlendirirken zahirle yetinmemek, bunları tamamen beşerî hatalara bağlamamak gerekiyor.

Takdirin okları


“Uğradığımız musibetleri sadece insanların hatalarına fatura etmeyelim” demek, sorumluluklarımızı yerine getirmeyelim, yanlış işler yapmayı sürdürelim, sebepleri gözetmekten kaçınalım demek değil elbette. Tedbirle mükellefiz. Fakat musibetleri tamamen tedbirsizlik ve kusurlara indirgeyerek sürekli bunları gündemde tutmak iki bakımdan tehlikeli.

Birincisi, “ihmal ve tedbirsizlik”, bu kadar çok konuşulduğu için, sanki insandan ve inancından ayrı, bütünüyle teknik ve maddi bir problem gibi yerleşiyor zihinlere. İnsana ve tabiata zarar verecek bütün sorumsuzlukların temelde bir iman zafiyetinin eseri olduğu fark edilemiyor. Efendimiz s.a.v.’in “belalara maruz kalmanın sebepleri” arasında saydığı, “emanete hıyanet, zekâtın cereme sayılması, ana babaya itibar göstermeme, ehil olmayanları yönetime getirme, şerrinden korkulanlara ikram ve mürailik, içkinin çoğalması, eski alimlerin kötülenmesi..” gibi “asıl sebepler” ile bütün bu davranışlara yol açan iman ve insan problemi gözden kaçıyor. İkincisi ve daha önemlisi ise, bunun bir ilâhi takdir olduğu unutuluyor.

“Musibet”, bir okun tam hedefe isabet etmesi anlamına geliyor. Hedef açısından baktığınızda bir zarara uğrama, delinerek harap olma söz konusu. Ama ok tam hedefi bulduğuna göre bunu gönderen, hedefi seçen, bütün bunları planlayan bir irade de var demektir. Asla tesadüf değil yani. Kelimenin kökünden hareketle musibetlerin takdirindeki hikmetlere işaret olabilecek bir ipucu da bulabiliyoruz: “Doğru, layık, hak edilmiş” anlamındaki “sevap” ile “düzeltmek, tashih etmek” anlamındaki “savvebe” mastarı, “musibet” kelimesiyle aynı kökten türetilmiş.

Helâk ve ikaz için musibet

Allah Tealâ merhamet edenlerin en merhametlisidir. Kullarına zulmetmez. Peygamberimiz s.a.v.’in haber verdiği gibi, “Cenab-ı Hakk’ın kullarına merhameti, şefkatli bir annenin yavrusuna gösterdiği merhametten daha fazladır.” Öyleyse musibetlerin takdir edilmesinde nasıl bir hikmet, nasıl bir murad-ı ilâhi vardır? Cevabı Kur’an’da arayacağız.

Kur’an-ı Kerim’de sapkınlıkta ısrar eden bazı eski kavimlerin tufanla, kum fırtınasıyla, kuraklıkla helâk edildiği anlatılır. Bu musibetler kâfirlere ve günahkârlara ilâhi gazabı tattırmak, böylece onları cezalandırmak içindir. Bunlara mutlaka bir peygamber gönderilmiş, fakat o peygamberleri yalanladıkları için üzerlerine Allah’ın “azabı hak olmuştur” (Kâf, 14).

Böyle bir musibet ve helâk, üstelik uyarılmalarına rağmen, mademki hak edilmiştir, “zulüm” değil, “adalet”tir. Adaletle hükmetmek, hak edeni cezalandırmak elbette merhametsizlik olmaz. Nitekim Hud Suresi’nin 101. ayetinde “Biz onlara zulmetmedik; onlar kendi kendilerine zulmettiler.” buyurulmaktadır. Öte yandan zalime öfke, mazluma rahmettir. Sapkın bir kavmin helâki, diğer kavimlerin ibret alarak düzelmesine vesile olmakla da rahmettir.

“Celâl” sıfatının tecellisi olan musibetler, “düşünüp ibret alsınlar diye” (A’raf, 130) bazan da bir ihtar, bir kendine getirme şamarı olarak iner günahkârların suratına. “Yaptıklarının bir kısmını tatsınlar diye, insanların kendi elleriyle ettikleri işler yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki onlar Hakk’a dönerler.” (Rum, 41) ayetinden de anlaşılacağı üzere, fıtrata ve ilâhi nizama aykırı hareket edenlerin tabiatı ifsadı, birer musibet olarak tekrar kendilerine dönmekte; daha mevzi mahiyetteki bu musibetler, “onların doğruyu bulmaları” temennisiyle verilmektedir. Böyle musibetler, yanlış yolda yürümeye devam etmeleri halinde muhatapların tadacakları azabın küçük bir numunesidir ama taşkınlığın şiddetine göre bazen dikkat çekici bir sertlik taşımaktadır.

Burnu büyüyenin burnu sürtülür

Kendilerine ve sahip oldukları imkanlara güvenerek adeta Allah -hâşâ- yokmuş gibi davrananlar, her şeye güç yetirebileceklerini düşünenler, kısaca “kendilerini kaybedenler”, tokat kabilinden sert, şaşırtıcı ama küçük musibetlere daha fazla maruz kalırlar. Cenab-ı Allah, bu küçük ama dikkat çekici musibetlerle, hem diğer insanlara ibret olması hem de hatadan dönmeleri için bunların “burunlarını sürter”.

Kalem Suresi’nin 17 ilâ 33. ayetlerinde mağrur tiplerin burunlarının sürtülmesine dair ibretli bir hikâye anlatılır. “Burunlarının sürtülmesi”ne dair diyoruz, çünkü surede bu hikâye anlatılmadan hemen önce, 16. ayette, günahkâr, kaba ve kibirli bir “tip”in yakında “hortumunun üzerine damga” vurulacağı vaad ediliyor. Müfessirler bu ifadedeki “hortum”un mecazen “burun büyüklüğü”ne yani “kibir”e delalet ettiğini, “hortumun damgalanması”nın da Türkçe’de “burnunu sürtmek” yahut “burnunu kırmak” deyimlerinde olduğu gibi aşağılama ve zelil kılma, haddini bildirme anlamına geldiğini yazarlar.

İşte bu hikâyede bağ sahibi üç kardeşin, bağlarında yetiştirdikleri mahsulü ertesi sabah hasat etmek üzere söyleşip sözleşmeleri anlatılır önce. Birbirleriyle konuşurken, ortaya çıkan ürünü sadece kendilerine mal eden bir anlayışı yansıtırlar. Allah’ın kendilerine bahşettiği havayı, suyu, güneşi, tohumu, toprağı, fideyi.. akıllarına bile getirmemekte, bütün neticeyi kendi çabalarına bağlamakta, “bizim” demektedirler. Hırsla sahip olma ve ürünlerini sanki düşmandan ganimetmiş gibi devşirme sabırsızlığı içindedirler. Hem açgözlüdürler, hem de nimete hürmetleri yoktur. Yarın bir fakir yanlarına sokulur da bu üründen sadaka ister diye ödleri kopmaktadır. Nihayet sanki her şey garantiymiş gibi, yarına dair çok kesin konuşmakta, “inşallah” demeyecek kadar kendilerine güvenmektedirler.

Bütün bunlar tam bir küstahlık halinin işaretleridir. Allah o gece bir afetle bağı kasıp kavurur, bütün mahsulü köküyle yaprağıyla kapkara kurutur. O kadar ki sabah bağlarına giden kardeşler yanlış yere geldiklerini zannederler. Bu misal, “İşte azap böyledir. Elbette ahiret azabı daha büyüktür. Fakat bilselerdi..” (Kalem, 33) ikazıyla biter.

Titanik batar, uzay mekiği düşer


Ders aldık mı almadık mı bilinmez ama “muhataplarının burnunu sürten” yakın zamanlara ait iki musibeti daha hatırlamakta fayda var. Biri 1912 Nisan’ında bin beş yüz kişiden fazla insanın ölümüyle sonuçlanan Titanik faciası. 300 metreye yakın boyuyla, zamanının bu en lüks teknoloji harikası gemi, bu en sağlam çelikten yapılmış dev transatlantik, denize indirildiğinde, “Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz!” nutukları atılmıştı. Okyanusun ortasında, hâlâ tartışılan, inanılamayan, ihtimal verilmeyen basit bir sebeple, bir buz dağı parçasına çarptığı için, “batmaz gemi Titanik”, üç saatten daha kısa bir zamanda sulara gömüldü.

Benzer bir faciayı bütün dünya 28 Ocak 1986’da televizyon ekranlarından naklen izledi. Amerika’da uzay mekiği Challenger, seyredenlerin gıpta ettiği gösterişli bir törenle fırlatıldı. Tam teknolojiyle nelere kadir olduğumuzu düşünecektik ki, mekiğin görüntüsü henüz çıplak gözle bile seçilirken bir patlama oldu gökyüzünde. Ateş topuna dönen Challenger’ın ve içindeki yedi kişinin parçaları seyircilerin çığlıkları arasında etrafa saçıldı. Oysa bu teknolojiyi üretenler yaptıkları uzay mekiğine ve onun programına “challenger” ismini koymuştu. “Challenger”, yani “meydan okuyan”. “Challenger”, yani “var mı benimle boy ölçüşecek bir güç, varsa çıksın bakalım karşıma!” diyen.

Demek ki varmış.

Dost kara günde belli olur


Anlaşılan o ki uyarı mahiyetindeki böyle musibetler kâfirlere ve haddi aşan, kendini kaybeden müslümanlara gönderiliyor. Peki ufak tefek hatalarına, küçük günahlarına rağmen müminler niye ağır kaza ve belalara muhatap kılınıyor acaba?

Uhut’a dönelim yine. Âl-i İmran Suresi’nin 166. ve 167. ayetlerinde, mağlubiyet gibi bir musibete neden izin verildiği, neyin murat edildiği şöyle ifade buyuruluyor: “İki topluluğun karşılaştığı günde başınıza gelen musibet de Allah’ın izniyledir. Bu da müminleri belirlemesi ve hem de münafıklık yapanları ayırt etmesi içindir.” Musibet bir “test” yani; kim mümin, kim münafık ortaya çıkarıyor. Öyle ya dost kara günde belli olur.

Uhut’ta başlangıçta toplanan Müslüman ordusunun neredeyse üçte birini münafıklar teşkil ediyordu. Gerçek mümin olmadıkları için savaşmaktan korkuyorlardı bunlar. Nitekim “savaş olmaz” gerekçesiyle yarı yolda Peygamber s.a.v.’i ve Sahabe-i Kiram’ı terk edip döndüler. Savaşın hemen akabinde Peygamberimiz s.a.v.’in öldürüldüğü haberi yayılınca, “Hz. Muhammed peygamber olsaydı bu musibete uğrar mıydı?” diye kalplerindekini açığa vurdular. Efendimiz s.a.v. dönüp gelince de “Biz böyle olacağını tahmin etmiştik ama gençlere dinletemedik.” gibi tevillere başvurdular.

Neticede Allah yolunda bir azimetten sakınmayan, sonu ne olursa olsun alınan bir karara uyarak canı pahasına Allah Rasulü’nün yanında saf tutan müminlerle, onları türlü bahanelerle terk edip kaçan münafıklar belli oldu. Tehlike zamanında canına malına zarar gelir korkusuyla sana sırtını dönenin “dost” olmadığını başka hangi tutum bu kadar açık gösterebilirdi ki?

Kalbimize tutulan ayna


Şuna dikkat edelim: Şüphesiz Allah kimin mümin, kimin münafık olduğunu bilmektedir. Bunun için insanları teste tabi tutmaya ihtiyacı yok. Böyle musibetler bizim kalbimize tutulan bir ayna gibidir. Bu vesileyle oraya bakıp, kalbimizdeki imanı kontrol etmemiz istenir. Yahut böyle musibetlerde imanımız ateşe tutulmuş bir potada denenmektedir.

Kuyumcuların saf mıdır, değil midir, anlamak için altını erittikleri potaya yahut bu ateşe tabi tutma işlemine “fitne” deniyor. Fitnenin asıl anlamı bu ve nihayetinde bir imtihan. “Sizi bir imtihan olarak hayırla da şerle de deneyeceğiz.” (Enbiya, 35) ayetinde “imtihan” karşılığı olarak bu sebeple “fitne” kelimesi kullanılıyor. Ben iman ettim deyip, dil ile ikrarın yetmeyeceği anlatılıyor yani. Böyle fitne yahut musibetlerden sonra iman madenimizden ne kalıyor potada? Musibetin tuttuğu aynaya kalbimiz nasıl yansıyor? Bunu bizim görmemizi istiyor Allah Tealâ.

İmanı gereği cihat eden, belaları göğüsleyen müslümanları sırf konforumuzu bozuyor diye haksız yere eleştiriyor, onların samimiyet ve hesapsızlığına kendimizi rahatlatmak adına bin türlü kulp takıyor, infak etmekten korkuyor, ibadetlerimizi gönülsüz yapıyorsak, kalbimize tutulan aynayı fırsat bilip iyice bakalım. Bunlar pek iman alâmeti gibi görünmüyor. Üstelik böyle bencilliklerimiz bize bir kâr da sağlamıyor. Zira yine Cenab-ı Hakk’ın beyan buyurduğu gibi, asıl kazançlı çıkanlar canlarını kurtaran münafıklar değil, vücutları parçalanarak öldürülmüş olan Uhut şehitleridir. Asıl “diri” onlardır. “Onlar için hiçbir korku yoktur”. “Onlar mahzun da olmayacaklardır”. “Allah’ın verdiği nimetle sevinçlidirler”. Halbuki geride kalan münafıkların “ölümü kendilerinden uzaklaştırmaya” asla güçleri yoktur.

Sabır temrini, ecir madeni


Kur’an-ı Kerim’de yetmişin üzerindeki ayette sabır tavsiye edilir. Efendimiz s.a.v. de “Sabır, imanın yarısıdır.” buyurmuştur. Demek ki kâmil bir iman sabrı icap ettiriyor. Cenab-ı Allah her türlü salih amele belli bir mükafat vaad etmiş, sadece sabrın mükafatına sınır koymamıştır. Sabır, tükenmez bir ecir madenidir yani. İşte bu madenden alabildiğine faydalansın diye sevdiği kullarına musibetler gönderir Allah Tealâ. Musibetler sabra vesile kılınır, böylece ecrimiz artırılır.

Dünyada bazen “Biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan, ürünlerden eksiltme ile imtihan edilir”iz (Bakara, 155). Müslüman böyle musibetler karşısında sabreder, şikayette bulunmaz, Allah’a karşı edebini korur, takdire rıza göstererek Kur’an’da öğretildiği gibi “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn: Biz Allah’a aidiz ve sonunda O’na döneceğiz.” diyerek istircâ okur. İstircâ okumak, “Bize malı da canı da evladı da veren Allah’tır; madem ki O vermiştir, verdikleri üzerinde dilediği gibi tasarruf eder. Onun takdirine itiraz etme, bundan dolayı yüksünme hakkımız yoktur. Dönüşümüz yine O’na olduğuna göre, bu dünyadaki nimet de külfet de zaten baki değildir.” şuurunu taşımanın ifadesidir.

İnsanlar kınamasın diye kendimizi zorlayarak, içimizdeki isyanı gizleyerek tasabbur (zoraki sabır) etmek değil, bu şuurla kazanılan bir sükunet ve metanet hali övülmüş, buna da “sabr-ı cemîl” denilmiştir.

Hanım sahabilerdeki eşsiz metanet


Uhut’ta iki hanım sahabinin sergilediği sabır ve metanet, yakınlarının ani ölümü karşısında daha çok kadınlara mahsus gibi görünen feveran ve kendini kaybetme halinden sakınmamız için, Allah bilir, özellikle takdir edilmiş gibidir. Bunlardan savaşa bizzat katılıp ağır şekilde yaralanan Ümmü Ümare, o yaralı halinde Efendimiz s.a.v.’den “Allahım, Ümmü Ümâre’yi bana cennette komşu et!” duasını duyunca, “Bu yeter bana” der, “Dünyada ne musibet gelirse gelsin artık!..”

Bir diğeri Benî Dinar kabilesinden Sümeyra Hatun; Uhut’ta babasını, kocasını, kardeşini ve iki oğlunu şehit vermiştir. Müslümanlardan bir heyet kara haberi vermek üzere evine gelir ama kimse olanları birden söylemeye cesaret edemez. Sümeyra Hatun yakınlarını tek tek sormakta, ancak sordukça “şehit” cevabını almaktadır. En sonunda “Peki ya Rasulullah aleyhisselam?” diye sorar. “Hamdolsun O iyidir” derler. Efendimiz s.a.v.’i görmek ister, yanına götürürler. Sümeyra Hatun’un Rasulullah s.a.v.’i gören gözleri aydınlanmış, “Sen sağ olduktan sonra her musibet bizim için hiçtir!” demiştir.

Bu iki örnek, kâmil mümin olmanın bir şartına, Peygamber s.a.v.’i “kendimizden, ana babamızdan, evladımızdan daha fazla sevme” şartına işarettir. Böyleysek eğer, herhangi bir yakınımızın ölümüyle hissettiğimiz üzüntü, Efendimiz s.a.v.’in kaybından dolayı hissetmemiz gereken üzüntünün fevkinde olmayacaktır. Nitekim Peygamberimiz s.a.v., “Benim yokluğumdan hasıl olan musibet, uğrayacakları diğer musibetler karşısında müslümanları teselli etmelidir.” buyurmuştur.

Çifte musibetten sakınmak


Rasul-i Ekrem s.a.v. özellikle musibetle karşılaşılan ilk anlarda sabır göstermemiz gerektiğine işaret etmiş, “bela karşısında sabrı”, imanın alâmetlerinden saymıştır. Hadislerden birinde “gözlerini kaybederek kör olanlar”ın, bir diğerinde ise “evladı ölen ana babalar”ın sabredip istircâda bulunmaları halinde cennete gideceklerini müjdelemiştir.

“Mümin kişiye bir yorgunluk, bir sıkıntı, bir üzüntü, hatta ufak bir diken isabet edecek olsa, Allah o sebepten müminin günahından bir kısmını mağfiret buyurur.” hadisi gibi daha birçok hadis, musibetlerin müminler için bir kefaret hükmünde olduğunu haber verir. Bu musibetler, “ümmet-i merhûm”, yani rahmete mahzar bir ümmet olarak müslümanların, ahiretteki azaptan olabildiğince azade kılınması için birer ilâhi ikramdır.

Musibetler karşısında üzülmek, sessizce gözyaşı dökmek mübahtır; sabrın ihlali anlamına gelmez. Şikayetçi olmak, itiraz etmek, yüksek sesle ağlamak, öfke ve küskünlük men edilmiştir. İmam Gazalî, “Kaybettiğine, geri gelmesi mümkün olmayana feryadın ne faydası var?” der. “O halde iki şeyden birini kaybettiğinde, sabırsızlık göstererek hiç olmazsa diğerini de kaybetme!” Feryat etmek, bela karşılığında verilecek bedeli kaybederek çifte musibete uğramaktır; külliyen zarardır.

Aşkla koşunca


Musibetlere sabrın üstünde, nimete de felakete de aynı gözle bakan, hatta nefsin nimete meyli sebebiyle Mahbub’unun verdiği elemleri nimete tercih eden büyüklerin “rıza” hali vardır. “Onlar Allah’tan, Allah da onlardan razıdır.” Bu karşılıklı rıza ve sevginin icabı olarak Cenab-ı Allah daha çok bela göndererek onların derecelerini yükseltir. Büyükler de dünya gurbetinde Sevgili tarafından hatırlanmanın, sırf O’ndan geldiği için musibetlere itibar etmenin hazzını yaşarlar. Mâsivadan geçememiş, ruhi hassalarını kaybetmiş insanlar İmam Rabbanî’nin ifadesiyle safralı hastalar gibidirler. Safra illetinden dolayı helvayı acı zannederler de, kâmillerin bundan nasıl bir tad aldıklarına akıl erdiremezler.

Bu dünyada bir rüya gördüklerini hep akıllarında tutanlar, dünyadaki nimetin de belanın da nihayet bir rüya kadar hakikat olabileceğini bilenlerdir. Onların maddi vücudu, sırtlarındaki hırka gibi, asıl varlıklarını sarmış görünse de bir uzviyet değildir. Hırkalarına gelecek zarardan korkmazlar. Hz. İbrahim’in, hırkası hükmündeki maddi vücudunun ateşe atılmasından korkup elem duymadığı gibi.

Efendimiz s.a.v.’in haber verdiği üzere, “İnsanlar arasında en çok bela ve eziyet çekenlerin önce peygamberler, sonra diğer salih kullar” olması, nimetin de musibetin de hakikatine işaret eder. Böylece asıl nimetin ebedi alemdeki cennet, asıl musibetin de ahiretteki sonsuz azap olduğu kullar tarafından bilinsin istenir. Allah’ın en çok sıkıntıyı sevdiği kullarına vermesi, maruz kalınan her musibetin bir gazap tecellisi olmadığına da delalet eder.

Sevgilinin eşsiz güzelliğini müşahade edip aşkla, iştiyakla O’na doğru koşan bir aşık, yoldaki taşlar ayaklarını parçalasa, bunu hisseder mi? Büyüklerde bela biraz da böyle bir azimetin örneği.

“Ve bir de o fitneden korkunuz ki..”

Enfal Suresi 25. ayette şöyle buyurulmaktadır: “Ve bir de o fitneden korkunuz ki, içinizden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmaz!” Demek ki fitne ve sıkıntı bir gazap alameti olarak zalimlerden, sorumlulardan başkasına da isabet edebiliyor. Galiba en çok bu musibetlerden müşteki oluyoruz. Hani şu “Ne suçum vardı ki..” diye başlayan, “Kurunun yanında niye yaş da yanıyor?” cinsinden şikayetler.

Elmalılı Hamdi merhum, bu ayetin tefsirinde Peygamberimiz s.a.v.’in bir hadisindeki “gemi örneğini” veriyor. Özetle diyor ki, bir geminin dibini delmeye çalışan kişinin fiili, sadece kendisine ve yardımcılarına değil, o gemideki herkese zarar verir. Tamam, böyle genele zarar verecek fitne ve kötülüklerin önlenmesi için özellikle sorumlu kılınmış kişi ve kurumlar vardır ama onlar vazifelerini yapmıyorsa, engel olmak, uyanık bulunmak o toplumdaki herkesin vazifesi haline gelir. Farz-ı kifaye gibidir bu. İçlerinden biri farz görevini yapıyorsa hepsi kurtulur. Ama hiç kimse yapmamışsa herkes mesul olur. Demek ki böyle musibetlerde “Ne suçum vardı ki” mazereti bizi kurtarmıyor. Bu ayet toplumsal sorumluluğa dikkat çekiyor ve “gaflet”in de bir ceremesi olacağını hatırlatıyor.

Peki ya böyle bir kötülüğe asla rıza göstermemiş, hatta uyarılarımızı yapmış, buna rağmen fitneye engel olamamışsak? Yahut bu fitnelere akıl erdiremeyecek, engel olamayacak kadar küçük olduğu için sorumluluk taşımayan masumlar? Bunların neticede ortaya çıkan musibetten zarar görmesi de mi “kurunun yanında yaşın yanması” değil?

Evet; bu, toplumsal sorumluluğu hatırlatmak pahasına kurunun yanında yaşın yanmasına rızadır. Ama asla bir adaletsizlik yahut zulüm değildir. Bir kere böyle musibetlerde vaki olan “ölüm”leri korkunç bir felaket gibi görmekte arızalar vardır. Sebebi ne olursa olsun ölüm haktır, mukadder bir sondur. Bir çocuğun büluğ çağından önce ölmesinin, onun yaşamasından daha hayırlı olduğuna inanmamak cahilliktir. Zira Cenab-ı Hak küçük yaşta vefat eden çocukları cennete koyacağını ve onlara sabreden ana babaları için şefaat yetkisi vereceğini müjdelemiştir. Öte yandan İslâm alimlerinin pek çoğu, musibete sebep olan fitnede hiçbir dahli olmayan müslümanların, deprem, sel, yangın, salgın hastalık.. gibi felaketlerde ölmesi halinde “şehit” sayılabileceği kanaatindedir.

Allah’tan dünyada da ahirette de güzellikler isteyelim. Fakat dünya halidir, imtihandır; ola ki musibetler yakamızı bırakmaz. Şunu bilelim böyle durumlarda: Her ne sebeple olursa olsun, Allah mümine hakikatte gazap etmez; görünüşte gazap eder. Hakikatte gazap etmek istemediği için de dünya imtihanında musibetlerle kalbimize ayna tutarak bizi uyarır.

Zor olan musibete tahammül değil. Asıl zorluk “mümin” olabilmekte...