- Ne kadar daha Yeryüzü'nde kalacağız

Adsense kodları


Ne kadar daha Yeryüzü'nde kalacağız

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sun 22 April 2012, 03:28 pm GMT +0200
Ne kadar daha Yeryüzü'nde kalacağız?

İnsan türü ne zaman yok olacak? İşte 8 temel soruyla derin geleceğin bize söyledikleri...

21. yüzyılda geleceğin çoktandır yaşanmakta olduğunu düşünebiliriz. Oysa, gelecek daha yeni yeni başlıyor. İnsanlar bugünlerde beklentileri konusunda karamsarlığa kapılma eğiliminde olsalar da, türümüz en az 100.000 yıl daha buralarda olabilir. Aşağıdaki satırlarda gelecek çağlarda konuşacağımız dilden soyumuzdan gelenlerin çöpleri nasıl değerlendireceklerine uzanan bir gezintiye yer veriliyor.

Neden hala burada olacağız?

İnsan türünün yok olmaktan kurtulma olasılığı ne kadar? 2008 yılında Oxford’daki Küresel Felaket Riski Konferansı’na katılanlar insanoğlunun 2100 yılına dek ayakta kalabilme olasılığının yalnızca %19 olduğu yönünde bir öngörüde bulundular.

Ancak konuya daha yakından bakıldığında bu aşırı karamsarlığın temelsiz olduğu görülüyor. İnsan türü, bırakın 2100 yılına dek ayakta kalmayı, en az 100 bin yıl daha varlığını sürdürebilecekmiş gibi görünüyor.

Princeton Üniversitesi astrofizik uzmanlarından J. Richard Gott’un hesaplamaları insanların 5100 ile 7.8 milyon yıl arasında bir süre daha varlıklarını sürdüreceklerini ortaya koyuyor. Fosillerle ilgili kanıtlar da, memelilerin yaşamlarını sürdürebilecekleri ortalama sürenin yaklaşık bir milyon yıl olduğunu gösteriyor.

Gelişmiş bir uygarlık için en büyük tehlike dizginlerini koparmış teknoloji olsa gerek. Nükleer silahlar, biyomühendislik ve nanoteknoloji gibi kavramlar hep umacıymış gibi ele alınıyor. Ancak felaket uzmanı ve coğrafyacı Jared Diamond artık soyutlanmış toplumlarda yaşamadığımıza, insanlığın artık uygarlıklardan oluşan küresel bir ağ oluşturduğuna ve güçlükle edinilmiş bilgi havuzunun tüm insanların korunmasına yardımcı olduğuna dikkat çekiyor.

İnsanların ölümcül bir virüs salgınıyla yeryüzünden silinmeleri olasılığı da pek yok. Çünkü tüm bir türün hastalığa bağlı olarak yok olması, ancak o nüfusun küçük bir alana hapsolması durumunda gerçekleşebilir.

Büyük bir volkan patlaması çok daha ürkütücü sonuçlar doğurabilir. Yaklaşık 50 bin yılda bir, bir yerlerde bir volkan patlıyor ve ortalığa 1000 kilometre küpten fazla kül saçılıyor. Ancak Londra University College Benfield Afet Araştırma Merkezi’nin yöneticisi Bill McGuire’ın da belirttiği gibi, insan nüfusunda çok ciddi azalmalara yol açan volkan patlamalarının meydana geldiği tarihlerde yeryüzünde çok daha az sayıda insan yaşamaktaydı ve bu insanların daha çok tropikal bölgelere yerleşmiş olmaları patlamanın yarattığı olumsuz etkileri daha da arttırmaktaydı.

Oysa, günümüzde geniş bir alana dağılmış olarak yaşayan insanlar için böyle bir durum söz konusu değil. Dahası, bilim insanlarının hesaplamaları önümüzdeki 100 bin yıl içinde dev bir volkan patlamasının meydana gelme olasılığının %10-20 kadar olduğunu gösteriyor.

En büyük yok olma tehlikesi uzaydan geliyor. Asıl güneş patlamaları, asteroit çarpışmaları ve süpernova patlamaları ya da çöken yıldızlardan kaynaklanan gama ışın patlamaları gibi tehlikelerin altından kalkmamız gerekiyor. Ne var ki, bu tür olaylara son derece ender tanık olunduğundan, önümüzdeki 100 bin yıl içinde insanların yeryüzünden silinmesine yol açacak bir olayın meydana gelme olasılığının sıfır olduğu belirtiliyor.

Bundan kurtulmak için şanslı olmak gerekiyor. 65 milyon yıl önce dinozorların yeryüzünden silinmelerinde 15 kilometre genişliğinde bir asteroit çarpmasının etkili olduğuna inanılır. 100 bin yıllık herhangi bir zaman dilimi içinde 10.000 megaton TNT’ninkine eşdeğerde bir etki yaratacak bu tür bir çarpışma beklenebilir. Gelgelelim, NASA’ya bağlı Gezegenlerle İlgili Savunma Grubu eşbaşkanı ve eski uzay adamı Thomas Jones böyle bir çarpışmanın tüm bir uygarlığı yok etmeye yeterli olmayacağını, ancak Fransa gibi küçük bir ülkeyi kesinlikle yerle bir edeceğini belirtiyor.

Neye benzeyeceğiz?

Bir Cro-Magnon erkeğini kaçırıp, yıkayıp sakalını tıraş ettikten sonra New York metrosuna bırakmakla ilgili ünlü bir düşünce deneyi vardır. Böyle bir görüntü karşısında kimse kılını kıpırdatır mı? Büyük bir olasılıkla kimsenin umurunda olmaz.

Cro-Magnon’lar yaklaşık 30 bin yıl önce yaşamış olmalarına karşın her yönüyle çağdaş insanlardı. Fiziksel açıdan biraz daha güçlü kuvvetli olsalar da, davranışları bizimkinden farklı değildi.

Şimdi yukarıdaki düşünce deneyini tersine çevirip çok uzak bir geleceğe uygulayalım. Günümüzde yaşayan bir kişi, 30.000- hatta 100.000 yıl sonrasının New York’una götürülse ne olur? O güne uygun giysiler içinde bile olsa, ortama uyum sağlayabilir mi?

Buna kesin bir yanıt vermek olanaksız. Dirimsel özelliklerin 1000 kuşak boyunca hiç değişmemiş olması bu durumun binlerce kuşak daha öyle süreceği anlamına gelmez. Kimi gelecekbilimcilere bakılırsa, beyinlerimizdeki protezler ve kanımızda dolanıp duran minicik robotlar (nanobotlar) sayesinde, zamanla sayborglara, yani insan ve robot karışımı sibernetik organizmalara dönüşeceğiz.

Hangi dili konuşacağız?

Binlerce yıl sonra torunlarınız bu sayfaları sararmış ve yıpranmış bir halde bulacak olsalar, İngilizceye egemen olduklarını öne sürseler bile, sözcüklerin birçoğunu anlamayacaklar. Ne de olsa, bizler de Beowolf gibi eski İngilizce ile yazılmış metinleri anlamaya çalışıyoruz.

İngilizce topu topu 1000 yılda tanınmaz duruma geldiğine göre, on binlerce yıl sonra bu dil neye benzeyebilir? Diller büyük ölçüde konuşmacılarının önceden kestirilemeyen istekleri doğrultusunda biçimlendirilmekle birlikte, dili etkileyen güçler incelendiğinde bizden sonraki kuşakların nasıl bir dil konuşacakları konusunda bir kestirimde bulunabiliriz.

Burada en önemli soru o insanların İngilizceyi konuşuyor olup olmayacakları. İngilizce dünyanın ortak iletişim dili olmakla birlikte, bu dilin böylesine yaygın kullanılıyor olması öncelikle Anglofon ülkelerin günümüzdeki ekonomik öneminden kaynaklanıyor. Dünya ticaretine başka bir ülkenin egemen olması durumunda bizden sonraki kuşaklar o ülkenin dilini öğrenmeye başlayabilirler. Bu durumda birtakım terimleri kendi anadillerine ekleyebilirler. Ne var ki, çok yaygın kullanılan diller genellikle bu tür kuşatmalara direnç gösterme eğilimindedirler. Bu yüzden, bölünmeler olsa ve yeni lehçeler oluşsa bile, İngilizcenin tümden yok olacağını düşünmek yersiz olur. Ancak eski metinlerden yola çıkıldığında dilbilgisi kurallarında birtakım değişiklikler olacağı düşünülebilir. Zamanla yeni yeni sözcükler türetilebilir, ya da başka bir dilden terimler ithal edilebilir.

Öyle ki, sonraki kuşaklar İngilizceyi bir biçimde konuşabiliyorlarsa bu sayfaların içerdiği anlamı kavramaları da işten değil.

Nerede yaşayacağız?

Son buzul çağından sonra dünya değiştikçe atalarımızın birçoğu yuvalarını terk etmek zorunda kaldı. Bırakın 100 bin yıl sonrasını, önümüzdeki 1000 yıl içinde de dünya yeniden çarpıcı bir değişimden geçerek milyarlarca insanı yeni yerleşim yerleri bulmaya zorlayacak. Kimi bölgeler deniz düzeyi değişmese bile ayakta kalmak için boğuşacak.

2000 yıl önce Mısır’daki Heraklion kenti üzerine kurulmuş olduğu delta kumlarının dibe çökmesi sonucunda Akdeniz’in derinliklerine gömüldü. Günümüzde aynı durum New Orleans ve Şanghay gibi kentler için de söz konusu. Miami ve kimi başka yerlerde deniz ve ırmaklar kentlerin üzerlerine kurulu oldukları toprakları giderek aşındırıyor. Dengeli bir iklimle bu kentleri kurtarmak mümkün olabilir.

Ancak dünyadaki ısınmanın sürmesi durumunda yükselen deniz düzeyleri çok sayıda kıyı kentinin yanı sıra tarım alanlarının çoğu da sulara gömülecek. Değişen iklim koşulları deniz düzeyinin çok üzerinde yaşayanları da etkileyerek bu alanları yaşanabilir olmaktan çıkaracak, ama başka yerlerde yeni olanaklar yaratacak.

Doğadan geriye birşey kalacak mı?

Görünüşe bakılırsa, doğal yaşamın geleceği hiç de iç açıcı değil. İnsanlar yeryüzü tarihinin en kötü kitlesel yok oluşlarından birine yol açıyorlar. Doğal yaşam alanları yerle bir ediliyor, hava, su ve toprak kirletiliyor.

Tüm bunlardan öncelikle biyolojik çeşitliliğin şiddetli bir darbe alması bekleniyor. Uzmanlar omurgalı türlerinin beşte birinin tehlikede olduğuna dikkat çekiyorlar. Bu durum 50 yıl içinde söz konusu türlerin büyük bir olasılıkla yeryüzünden silinecekleri anlamına geliyor.

Bunun asıl nedeni doğal yaşam ortamlarının yok olsa da, insan eliyle gerçekleştirilen iklim değişimleri giderek önem kazanacak.

Gelgelelim, eninde sonunda yaşam, her zaman olduğu gibi, yeniden belini doğrultacak. Geçmişte yaşanan kitlesel yok oluşlar ekosistemin zamanla kendini nasıl toparlayacağıyla ilgili birtakım ipuçları sunuyor. Bu tür toparlanmalar genelde iki aşamadan oluşuyor. Gelecekte de aynı sürecin işlediği varsayılacak olursa, ilk 2-3 milyon yıla hızla üreyen, kısa ömürlü “felaket taksonları” egemen olacak. Bunlar hızla yeni canlı türlerinin ortaya çıkmasına ve yeryüzündeki türlerin sayısının yeniden eski düzeyine ulaşmasına neden olacaklar.

Ne var ki, doğada bir yığın şey yine de eksik olacak. Ekosistemler benzer işlevlere sahip benzer türlerden oluşan basit ekosistemler olacak. Otçul türler eskisinden daha az bir çeşitlilik sergileyecek ve birçok yer başlıca avcı hayvanlardan belki de tümden yoksun kalacak.

Ancak böyle olmak zorunda değil. İyileştirme sürecine ne denli ivme kazandıracağımız tam olarak bilinmese de, şimdi devinime geçip bu durumu düzeltebiliriz. Koruma uzmanları canlı türlerini kendi başlarına gelişip büyüyebilecekleri başka yerlere taşımak gibi hiç akla gelmeyen çözümlere kafa yoruyorlar.

Bu tür çözümler ilk bakışta doğaya aykırıymış gibi görünebilir. Ancak insanoğlunun yeryüzündeki hemen hemen her ekosisteme el attığı düşünüldüğünde “doğal” kavramının da artık çarpıtılmış bir kavram olduğunu düşünmek de pek yanlış olmasa gerek.

Doğa hiç beklenmedik bir kaynaktan kurucu türler sağlayarak sorunu çözebilir. Güvercin, sıçan ve tilki gibi hayvanlar şimdiden insanlarla birlikte gelişiyorlar ve bu canlıların yeni canlı türleri üretip yeni ekosistemin kurucuları olmaları işten değil.

Evrenin neresini araştıracağız?

Kaçınılmaz gerçek şu ki, uzay boşluğunda insanoğlunun ulaşabileceği yerler her zaman akıl erdirilemez uzaklıklara yolculuk etmemize olanak sağlayacak teknik olanaklarımızla sınırlı kalacak.

Binlerce yıl sonra değilse bile, önümüzdeki birkaç yüzyılda insanlar büyük ölçüde güneş sistemiyle sınırlı kalacaklar. Kimyasal roketlerin yerine daha iyi sevk sistemleri geliştirilinceye dek, yeryüzüne yakın yerlere ulaşma konusunda bile çok ağır adımlarla yol alacağız. Bir yıldıza insanın yaşam süresi içinde ulaşabilmesi için gerekli hız sağlansa bile, oraya varmak için gerekli enerjinin sağlanması olanaklarımızın çok ötesindedir. Bu yüzden bizden çok sonraki kuşaklar da yıldızlara ulaşma olanağına asla sahip olamayacağımız, en azından insan ömrünün buna olanak tanıyamayacağı düşüncesini kabullenmek zorunda kalacaklar. Yine de, yıldızlara ulaşma düşünü canlı tutmaya çalışanlar hep olacak.

Kaynaklarımız tümden tükenecek mi?

1924 yılında genç bir maden mühendisi olan Ira Joralemon, elektrik ve bakır çağının kısa erimli olacağına, yoğun üretim hızı nedeniyle dünyanın bakır kaynaklarının birkaç yıl içinde tükeneceğine dikkat çekiyor ve,”Elektrik gücüne dayalı uygarlığımız giderek çöküp yok olacak,” diyordu.

Bakır- ve uygarlığımız- günümüzde varlığını sürdürüyor. Ancak Jorelemon’un uyarısından bir yüzyıl kadar sonra bile benzer haykırışlar duyulabiliyor. Çin’den gelen yoğun istem karşısında bakırın fiyatı bugüne dek hiç görülmemiş düzeylere ulaştı. Kimileri “bakır” için tehlike çanlarının çaldığına, bakır rezervlerinin yirmi otuz yıl içinde tükeneceğine inanıyor.

Bu tür felaket haberlerinde önemli bir nokta gözden kaçırılıyor. Tarih boyunca teknolojideki gelişmeler mevcut malzemeler tarafından belirlendi. Taş Çağı, Tunç Çağı, Demir Çağı’nı düşünün. Ne var ki, çağımız Silikon Çağı- ya da daha doğru bir ifadeyle Hidrokarbon Çağı- olarak adlandırılabilse de, artık tek malzemeyle yetinmiyoruz.

Bugünlerde yaşanan hızlı teknolojik gelişmeler muhtemelen bel bağladığımız malzemelerin de değişmesine neden olacak. Uzmanlara bakılırsa, 50-60 yıl içinde öylesine büyük ilerlemeler kaydedilecek ki daha ötesiyle ilgili kestirimlerde bulunmak neredeyse olanaksız olacak.

Burada öncelikle ender bulunur toprak madenleri söz konusu. Uygulama alanları dokunmatik ekranlardan, pillere ve enerji tasarruflu ampullere uzanan bu elementlerin önümüzdeki 10-20 yıl içinde giderek azalacağı düşünülüyor. Ancak bunun da ötesinde, kaynak darboğazları sorununun giderilmesi konusuna herhangi bir yenilik getirmemiş olacağız. Uzmanlık konusu geleceğin teknolojileri olan Futurizon adlı bir danışmanlık şirketinden Ian Pearson,”Uzak bir gelecekte karşımıza çıkan sorun ne olursa olsun, malzeme kıtlığının bu sorunlardan biri olması olanaksız,” diyor.

Torunlarımız bizleri nasıl bilecekler?

Uzak bir gelecekte insanların 2012 yılının ilkel uygarlığıyla ilgili parçaları biraraya getirip bölük pörçük bir görünüme ulaşmalarında en büyük katkıyı kuşkusuz kazıbilim sağlayacak. Çünkü döneme ışık tutabilecek en iyi kitaplıklar, belgelikler ve müzeler tıpkı İskenderiye kitaplığında olduğu gibi tek bir yangınla yerle bir olabilir.

Peki, günümüzden 100 bin yıl sonra kazıbilimciler bizlerle ilgili ne gibi bilgilere ulaşabilirler? Yalnızca en şanslı insan yapımı eşyalar parçalanmaktan, dağılmaktan, dönüşümden ya da ayrışmaktan kurtulabilecekler. Kişisel bağlamda, insan geriye çok uzun süre ayakta kalabilecek hiç bir şey bırakamayacak. Bunun nedenini daha iyi kavramak için zamanın okunu aynı oranda geriye doğrultmanız yeterli.

Yaklaşık 100 bin yıl önce çağdaş insanlar daha yeni yeni Afrika’nın dışına çıkarak dünyanın farklı yerlerinde yaşamaya başladılar. O dönemden elimizde kalan yalnızca keskin taştan aletler ve bir avuç fosilden ibaret olduğundan, bu insanlar konusunda bildiklerimizin büyük bir bölümü kestirimlerden ya da varsayımlardan oluşuyor. Toprağa gömülen bedenlerimiz birkaç yüzyılda toza dönüşeceğinden geleceğin fosil avcıları gömütlüklerde izimizi sürmeyecekler. Tam tersine, en zengin insan kemiği yataklarına bir olasılıkla volkanik kül ya da Asya’da meydana gelen son tsunami felaketlerinden arda kalan tortularda tanık olunacak. Kimi insan bedenleri turbalıklarda ya da yüksek çöllerde mumyalaşmış olsa bile, bunlar da koşulların değişmesi durumunda muhtemelen çürüyecek.

Söz konusu değişimler uygarlığımıza ışık tutan evlerimiz gibi birtakım başka önemli ipuçlarını da yok edecek. İklimdeki değişimler ve yükselen deniz düzeyleri bir olasılıkla kıyı kentlerinin suya gömülmelerine neden olacak. Bu gibi durumlarda dalgalar muhtemelen yapıların toprağın üzerinde kalan bölümlerine zarar verecek, zeminler ve temel direkleri çökeltilerin altında kalacak.

Beton, binlerce yılda ayrışsa da, kazıbilimciler belli bir amaca yönelik tasarımın göstergesi olan kum ve çakılın kusursuz dikdörtgenel dizilimini tanıyacaklar. Bu dizilim en çok da büyük yapılarda kendini belli edecek.

İnsanoğlu geleceğin kazıbilimcileri için son derece verimli bir kaynak sayılabilecek başka bir ciddi kalıt da bırakacak: çöpler. Eşyalarımızın eninde sonunda boyladıkları yer olan çöplükler uzun erimli koruma açısından ideal sayılabilecek alanlardır.

Günümüzün çöplükleri dolduğunda doğal olarak su geçirmez bir kil katmanıyla örtülürler. Öyle ki, içerikleri hızla oksijenden yoksun kalır. Oksijen korunmanın en büyük düşmanıdır. Bu koşullar altında doğal lifler ve ahşap gibi birtakım organik malzemeler bile, binlerce yıllık bir süre içinde giderek turba ya da yumuşak kömürü andıran bir maddeye dönüşseler de, ayrışma sürecinden uzak kalabilirler.

Çok az sayıda malzeme olduğu gibi kalabilecek. Artık taştan pek bir şey üretmesek bile, geriye birkaç yontu kalabilir. Seramik tabak ve fincanlar da sonsuza dek kalabilirler. Demir gibi birtakım madenler hızla paslanırlar, ama titanyum, paslanmaz çelik, altın ve benzeri metaller çok daha uzun süre dayanırlar. İçleri çürümüş titanyum dizüstü bilgisayar kasaları uygarlığımızın en kalıcı eşyaları olarak kalabilirler. Kimbilir- belki de geleceğin ilim insanları bu oyuk tabletler ve yüzeylerine kazınmış elma biçimindeki figürden yola çıkarak dinsel yaşamlarımız konusunda incelikli kuramlar bile geliştirebilirler.

Gerçek şu ki, gelecek kuşaklar için sağlam bir kalıt bırakmaya ne denli çabalarsak çabalayalım, torunlarımızı uygarlığımızın hangi yönlerinin ilgilendireceğini asla bilemeyiz. Örneğin, günümüzde ilk insanlarla ilgili araştırmalarımıza yüz yıl önce kavranılması olanaksız bir bakış açısı olan Darwin’in kuramları ışık tutuyor.

Müzelerimizdeki eşyalar sağlam kalsalar da, bunlar gelecek kuşaklara olsa olsa kendimizle ilgili düşüncelerimizi yansıtacaklar. Onların bizler konusunda neler düşünecekleri ise, hiç birimizin bilemeyeceği bir konu.