müzzemmil
Mon 19 September 2011, 10:29 pm GMT +0200
Nankörlüğün Sonuçları
1. İlâhî Ceza
Ceza kelimesi, bir emeğin karşılığını vermek, ödemek, hakkını almak, yetmek, kifayet etmek anlamına gelen "ceza, yeczî, cezâen" kökünden türetilmiş bir isimdir1. Bu kelime, karşılık, mükafat, ceza manalarına da gelir. Kur'ân-ı Kerim'de bu kökten türeyen kelimelerin sayış 111 [313] bulmaktadır.[314] Ceza kelimesi ise 42 yerde geçmektedir.[315] Bu kelimeye, bazı yerlerde mükafat[316], bazı yerlerde karşılık[317], bazı yerlerde ceza olarak anlam yüklenmiştir.[318] Ceza kelimesi, dilimizde, " Suç işleyene, kendisini doğru yola getirmek ve başkalarına ibret olmak gibi amaçlarla suçun derecesine göre çektirilen acı" olarak tarif edilmektedir.[319]
Kur'ân-ı Kerim, cezaya müstehak olan toplumların, çektikleri cezaları izah ederken çeşitli kavramlar kullanmıştır. Bu cezaların, bireylerin veya toplumların davranışları ile orantılı olarak verildiği görülmektedir. Ölmek, yok olmak, ortadan kalkmak gibi anlamlara gelen "helak" ve " helak etmek, öldürmek, yok etmek" anlamlarını taşıyan "ihlâk" [320] darmadağın etmek, parçalamak anlamlarına gelen "temzîk"[321] Yerle bir etmek, kökünü kazımak manalarına gelen "tedmîr" [322]-yerin dibine geçirmek, batırmak anlamında kullanılan "husuf" u gibi kavramlar, ilâhî cezaların çeşidini ve neticelerini göstermektedir.
İlâhî ceza tabiri ile, peygamberlerini yalanlayan, verilen nimetlere nan- körlük eden, ahlâkî ve ruhî dejenerasyon neticesinde insanlara zulüm ve haksızlık eden ve haddi aşan bireylere, cemiyetlere, milletlere ve devletlere Allah tarafından verilen semavî (göksel) ve arazî (yersel) âfetleri, savaş ve sosyal musibetler gibi cezaları kastetmekteyiz. Cezalar, toplumların veya bireylerin, hakkı kabul etmeme, insanları küçümseme, zayıflan ezme, servet ve zenginlikle şımararak şükürden uzak kalma, insafların hakkını vermeme, peygamberlere karşı inatlaşma gibi günahlar ve isyanlar yüzünden verilmiştir.[323]
Abdullah Telîdi'ye göre, ümmetlerin helak olmasına iki türlü günah sebep olmaktadır. Birincisi, peygamberlere karşı inat ve onların risaletini inkar. İkincisi, günah ve isyanlarda aşırı gitmek. Birinci kısımda Allah Teâlâ, peygamberlerinin risaletîne inanmayan ve onlara ayak direten günah sahiplerini helak ediyor ve onları köklerini kazıyan bir azapla cezalandırıyor. Nûh, Âd, Semûd, Lût, Şuayb (a.s) ve benzeri peygamberlerin kavimlerinde olduğu gibi. ikinci kısımda ise, açlıklar, musibetler, hastalıklar, ihtilaflar, tefrika, deprem ve başka çeşit sebepler. Telîdî, "bu ümmete verilen azap bu kabildendir. Allah Teâlâ, onların kökünü yok etmiyor ve geçmiş milletlere yaptığı gibi bir defada onları helak etmiyor. Fakat onlara çeşitli belalarla azap ediyor" demektedir.[324]
Elmah'h, bütün düşüş ve yok oluş sebeplerinin, Hakk'm emrini dinlememeye, Allah'ın rehber olarak gönderdiği önderlerin kıymetini bilmemeye ve sonuçta şükrün yerine nankörlüğü koymaya bağlı olduğunu belirtmektedir.[325]
Küfrün ve nimeti inkarın azabı, yalnız âhirette değil, dünyada da büyüktür, diyen Elmah'h, "Nimet ne kadar büyük, ne kadar olağan üstü ise küfür ve inkarın azabı da o ölçüde eşsiz ve o nimetin zevali de o ölçüde acı oiur" İfadesiyle, Kur'ân-i Kerim'de ümmetlere verilen cezaların nimetlere orantılı olarak verildiğinin altını çizmektedir, (bkz. Elmah'h, a.g.e., III, 367)
Bu anlamda Kur'ân'm beyan ettiği ve ısrarla üzerinde durduğu Israilo-ğullarma verilen ceza ile, diğer kavimlere verilen toplumsal veya bireysel cezalar arasında muazzam farkiann olduğunu görürüz. Toplumsal olarak yol edilmekle, sadece nimetlerin yok edilmesi şeklinde cezalandırılma arasınds büyük bir farkın olduğu muhakkaktır. Aşağıda sunacağımız çeşitli misallerde, bu farkı açıktan görme ve değerlendirme imkanı bulacağımız kanaatin-[ deyiz.
En büyük nankörlük, Allah'ı inkar ve O'nıın vaz' ettiği risâiet müessesesini ve o müessesenin Allah tarafından gönderilen elçilerini ve davetlerini kabul etmemek ve onların Allah adına sunduğu prensipleri ve kuralları tanımamaktır. Elbette böyle büyük bir isyan ve başkaldırısın cezası da büyük olacaktır. Allah, zerre kadar da olsa asla haksızlık etmez (bkz. Nisa, 4/ 40). Herkese yaptığına karşılık bir ceza verir. (bkz. Mâide, 5/38). Hem bu dünyada hem âhirette her nefis peşinde koştuğu şeyin karşılığını bulacaktır, (bkz. Tâ Hâ, 20/15). Bu sünnetullah (Allah'ın âdeti), bu ilâhî adalet, bu mizan asla şaşmaz, yanılmaz ve değişmez.
Israiloğulları, Allah Teâlâ'nm kendilerine ihsan ettiği sayısız nimetlere karşılık isyan etmişler, tarihte benzerine rastlanmayacak biçimde Allah hakkında kötü zanda bulunmuşlar ve aslı astarı olmayan sözler sarf etmişler[326], peygamberlere karşı çıkmış, hatta bazı peygamberleri Öldürmüşlerdir.[327] Allah, onları Firavun'un zulüm ve esaretinden kurtarmış, onlara yurt vermiş, bıldırcın eti ve kudret helvası lütfetmiş, buna rağmen onlar, bu nimetlere nankörlükle, isyanla ve buzağıya taparak karşılık vermişlerdir.[328]
Allah Teâlâ, bu nankörlükleri sebebiyle onlara, maymunlaşma, domuzlaşma, horluk, yoksulluk, Beyt-i Makdis'e kırk yıl girme yasağı, birbirlerinin arasında kin, düşmanlık ve lanetlenme gibi cezalar vermiştir.[329]
Onların nankörlüklerini ve bu sebeple uğradıkları cezayı Kur'ân şöyle haber verir. "Musa kavmine şöyle dedi: Ey kavmim! Allah'ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz."[330] Onlar, kendilerini çeşitli sıkıntılardan kurtarılmalarına sebep olan Hz. Musa'nın bu emrine itiraz ettiler. Sebatsız, cesaretiz, vefasız ve korkak olduklarını şu sözleri ile ispat ettiler: "Ya Musa! Orada zorba bir toplum var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz hemen gireriz." (Mâide,5/22). Edep, haya ve hatta iman sınırını da zorlayarak fütursuzca şu itirazda bulundular.: "Ey Musa! Onlar orada bulunduğu müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada duracağız." dediler. (Mâide, 5/ 24). Haddi aşan ve söylediği sözün iman ve izanla bağdaşmadığını anlamayacak kadar basiretsiz ve oldukça kaba olan bu topluluk, cezadan başka neye müstahak olabilirdi? Bilgisiz, görgüsüz, nezaketsiz ve üstelik Rablerine karşı böyle saygısız davranan bu insanların akıbeti elbette bu olacaktı.
Allah Teâlâ'nın, kendilerini yaşadığı zamanların tüm insanlarına karşı Üstün kliması ve peygamberlerle şereflendirmesi onları, nankörlüklerinden ve isyanlarından vazgeçirememiştir. Nimetleri lütfeden Allah Teâlâ'ya ve O'nun seçip gönderdiği peygamberlerine karşı saygı ve tevazuda bulunamayacak kadar vicdanları körelmiştir. "Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız" diyerek, dağları, taşları ve bütün âfemi titretecek saygısızlığı, kabalığı, cehalet ve gafleti sergilemişler ve bunun üzerine Musa (a.s): "Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına hakim olamıyorum; bizimle, bu yoldan çıkmış toplumun arasını aytr" (Mâide, 5/25) şeklinde Allah'a niyazda bulunmuş ve çaresizliğini dile getirmiştir.
Elmahh'nın belirttiğine göre Hz. Musa, bunların sapıklığını, inadını ve inkarlarını görünce tam hüzün, kırgınlık, ilâhî rahmet ve icabeti çekecek olan bir kalp inceliği ile Allah'a şikayet ederek şöyle dedi. "Ey Rabbim! Ben kendimden başkasına malik değilim, bir canım var ki, kudretim, iradem, hükmüm ancak ona geçer, bir de kardeşime, yahut kardeşimin de benim gibi. Şu halde bizimle şu itaatten çıkan, isyanda İsrar eden sapık kavmin arasını ayır, yani bize bizim hak ettiğimize, onlara da kendi hak ettiklerine göre hükmedip aramızı ayır." (bkz. Elmalık, a.g.e., III, 217) Musa (a.s) m du-asmın kabul edildiğini Kur'ân şöyle ifade eder: "Allah, "Öyleyse orası {arz-ı mukaddes) onlara kırk yıl yasaklanmıştır..." (Mâide, 5/26)
Allah, Musa (a.s) m duasını kabul etmiş ve onların isyanı sebebiyle kendilerine va'd edilen mukaddes yere girmelerini yasaklamıştır. Kırk sene oradan mahrum bırakılmışlardır. Bu müddet içinde hiçbiri oraya giremeyecek, Tih içinde nereye gittiklerini bilemeyecek, açıkta vatansız, şaşırmış, sersem ve serseri olarak dolaşacaklardır. Elmahh'ya göre bu hüküm, hürriyetlerini kötüye kullanan, peygamberlerini dinlemeyen o sapıklar hakkında Hak Te-âl'a'nm kötü bir cezasıdır. Belki bu ifadeden bunların hepsi, by müddeti dolduracak ve sonra kurtulacaklar manası anlaşılmaz. Ölenler öiecek, kalanlar girmek isterlerse girebilecek demek olur. Hatta bazı tefsircilere göre, "kırk sene" tahrîm (haram kılınma) nın değil, (Şaşkın şaşkın dolaşacaklar) ifadesinin kaydıdır. Şu halde haram kılma mutlaktır. Müddetle kaynaklanan Tih'tir. Yani Tih halinde, son derece hayret içinde ve şaşkınlıkla kırk sene kalacaklar, fakat bunlara girişten mahrum kalma hali devamlı olacak, çünkü o zamana kadar hepsi ölecek, ancak evlatları olan yeni nesıi gelecek.[331]
Hûd (a.s) m kavmi, nankörlükte ileri giden bir topluluktu. Kendilerine peygamber olarak gönderilen Hûd (a.s) ı beyinsizlik ve yalancılıkla suçlayarak onun risaletini reddetmişlerdi. Hûd (a.s) la kavmi arasında bu konu-' da geçen diyalogu ve onlara Allah tarafından verilen cezayı Kur'ân şu âyetlerle bize sunmaktadır.
"Kavminden ileri gelen kafirler dediler ki: Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz ve gerçekten biz seni yalancılardan sanıyoruz. Ey Kavmim! dedi, ben beyinsiz değilim; fakat ben âlemlerin Rabbinin gönderdiği elçiyim. Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum ve ben sizin için güvenilir bir Öğütçüyüm. Dediler ki: Sen bize tek Allah'a kulluk etmemiz ve atalarımızın tapmakta olduklarını bırakmamız için mi geldin? Eğer doğrulardan isen, bizi tehdit ettiğin azabı bize getir."[332]
Hûd (a.s) dan açık mucize istediler. "Senin sözünle tanrılarımızı bırakacak değiliz, seni tanrılarımızdan birisi fena çarpmış!" diyerek ileri geri konuştular. { bkz. Hûd, 11/53-54 ). Onlar Allah'ın âyetlerini inkar ettiler ve O'nun peygamberine isyan ettiler ve inatçı her zorbanın emrine uydular. Bu yüzden hem dünyada hem de âhirette lanete tâbi tutuldular, (bkz. Hûd, 11/59-60).
Allah, onların bu inadı ve âyetlerini yalanlamaları sebebiyle onların kökünü kazıdığını şöyle belirtmektedir: "Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik." (A'raf, 7/72)
Hakka karşı ayak diremenin ve büyüklük taslamalarının, güç ve kuvvet denemelerinin neticesini acı bir şekilde ödediler. Allah, onlara yedi gece sekiz gün devam eden şiddetli bir kasırga gönderdi. Dondurucu ve soğuk olan bu kasırga onları, sökülmüş hurma kütükleri gibi yere seriverdi.[333] Âd kavmine gönderilen rüzgar öyle şiddetli ve dehşetli idi ki, onları kasıp kavuruyordu. Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu, (bkz. Zâriyât, 51/41-42). İnsanlar havada yaprak gibi uçuşuyor un ufak oluyordu. Allah'ın emriyle her şeyi yıkıyor ve mahvediyordu. O kasırga gelince evlerinden başka bir şey görülmez oldu. (bkz. Ahkâf, 46/ 24-25) Bu müthiş kasırga, Âd kavminin erkeklerini, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını yerle gök arasında savurarak parçalamış ve helak etmiştir. Sadece Hûd ve ona iman edenler kurtulmuştur.[334]
Semûd kavmi, Salih ( a.s ) m aralarından bir peygamber olarak gönderilmesini hazmedemediler. Onu yalancılık ve şımarıklıkla suçladılar. Allah, onları imtihan etmek için bir dişi deve gönderdi. Dişi devenin su içmesi için onlardan bir gün ayırmalarını emretti. Ama onlar bu emre uymayarak deveyi kestiler. Bunun neticesinde ilâhî azap onları yakalayıverdi.fbkz. Ka., mer, 54/23-31; şems, 91/ 11-15)
Semûd kavmi, Salih (a.s) m onları hidâyete eriştirmek için getirdiği ri--/ sâleti inkar ettiler. Hidayet yerine körlüğü, aydınlık yerine karanlığı tercih ettiler. Hidayet, doğru yol ve istikamet gibi kendilerini dünya ve âhirette mutlu kılacak olan büyük bir nimeti reddetmelerini ve bunun karşılığında uğradıkları cezayı Kur'ân şöyle haber veriyor: "Semûd'a gelince onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükler yüzünden alçaîtıcı azabın yıldırımı onları çarp-tı."[335]
Semûd kavmi, Salih (a.s} dan, tehdit ettiğin azabı bize getir, diyerek haktan yüz çevirdiler. Böyle bir meydan okuyuşun neticesinde onian, şiddetli bir sarsıntı yaka layı verdi. Yurtlarında diz üstü dona kaldılar, (bkz. A'raf, 7/73-79; Hûd, 11/61-68). Hata bütün olumsuzluklarını, her türlü uğursuzluklarım, beceriksizliklerini, İşlerinin ve güçlerinin kötüye gidişini, ekonomilerinin bozulması gibi hadiseleri Salih peygambere yükleyerek insafsızlığa yöneldiler. Bunun neticesinde evleri, barkları üzerlerine çöktü, {bkz. Nemi, 27/ 45-52)
Semûd kavminin eserlerinden bazılarının bu güne kadar geldiğini söyleyen Mevdûdî, Aralık 1959 yılında buraları gördüğünü belirtir. Ülkelerinin, Medine-Tebük arasında Hicaz'da el-Ûla, Hz. Peygamber zamanındaki adıyla Vâdi'l-Kurâ'nın bir kaç mil kuzeyinde olduğunu ifade eder. Mevdûdî, el-Üla'nın hâlâ bol su kaynaklan ve bahçeleri bulunan yeşil ve verimli bir vadi, el-Hicr'in ise terk edilmiş bir yer görünümünde olduğunu açıklar. Bu yöreye girilip el-ÛIa'ya yaklaşıldığında, sanki şiddetli bir depremle baş tan aşağı parça parça olmuş görünümü veren tepelerle karşılaştığını söyle! yen Mevdûdî, aynı tip tepeleri doğuya, el-Üla'dan Hayber'e yaklaşık 96 il[336]ve Ürdün içlerinde kuzeye 30-40 mil kadar giderken gördüğünü beIirttikten sonra, "Demek ki, uzunluğuna 300-400, enine 100 mil uzanan bil alan, korkunç bir depremle yerle bir olmuştu." demektedİr.(bkz. Mevdûdîjj Tefhîmü'l-Kur'ân, IV, 54-55)
Yukarıda sunduğumuz misallerde de görüldüğü gibi, Kur'ân-i Kerim'! incelediğimiz zaman yapılan nankörlüklerin cezasının, toplumsal ve bireyH sel anlamda çekildiğini müşahede ederiz. Bireysel olarak nankörlüğün acı akıbetini, Karun'un şahsında görebiliriz. Karun, servetiyle, ilmiyle övünüp duruyordu. Allah, ona Öyle bir servet İhsan etmişti ki, hazinelerinin anahtarlarını güçlü kuvvetli bir cemaat dahi taşımakta zorlanıyordu. Dünya hırsı ve zineti onu, toplumun üstünde olduğu fikrine sevk etmişti. Hazineleri ve serveti, ona nimetin asıl sahibini unutturmuştu. O kulluktan ve şükürden uzak bir halde yaşıyordu. Nankörlüğün ve azgınlığının hesabını kendisinin ve sarayının yerin dibine batmasiyla ödemişti. Kur'ân'm bu konudaki beyanına bir göz atalım:
"Karun, Musa'nın kavminden İdi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarım güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona şöyle demişti: Şımarma! Bİl ki Allah, şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez. Karun ise: O (servet) bana ancak kendimdeki bilgi sayesinde verildi, demişti. Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan daha çok taraftan olan kimseleri helak etmişti. Günahkarlardan günahları sorulmaz (Allah onların hepsini bilir). Derken, Karun, ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar: keşke Karun'a verilenlerin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslı dediler."[337]
Mevdûdî, Kasas Sûresi, 78. âyetini şöyle tefsir etmiştir. Böyle bilgili, akıllı, uzman ve yetenekli olmakla Övünen bir adam, kendisinden önce bu dünyada yaşamış daha zengin, daha büyük, daha güçlü ve nüfuzlu insanların yaşadığını ve Allah'ın, sonunda onları toptan yok ettiğini bilmiyor muydu.? Eğer kabiliyet, maharet ve iş bitiricilik, dünyevî ilerlemenin yegane garantisi idiyse, neden bu özellikler, onları helak olmaktan kurtarmadı? Ve eğer bu şahsın dünyevî terakkisi, Allah'ın kendisinden hoşnut olduğuna, yaptığı iş ve kazandığı keyfiyetleri tasdik ettiğine delâlet ediyorsa, neden o halde bu insanlar helak edildi.[338]
Elde ettiği imkanları ve kavuştuğu nimetleri kendi mahareti, gücü, bilgi ve becerisiyle kazandığım sanmak ve bunları kendi öz sermayesi kabul etmek büyük bir nankörlüktür. Karun'un şahsında bütün insanlara sunulan bu kıssa, küfrân-ı nimette bulunan ve bu karaktere sahip olan veya ona meyilli olan herkese bir uyarıdır. Hiçbir kimse, ben kazandım, ben servet elde ettim, ben ilim ve irfan sahibi oldum, diye benlik iddiasında bulunma hakkına sahip değildir. İnsanoğluna, nimeti dilediği ölçüde lütfeden Allah'tır Bütün servetlerin, bilgilerin asıl sahibi O'dur. Karun'un böyle bir düşünce ve kanaatin neticesinde ağır bir cezaya uğradığını Kur'ân şöyle bildirmektedir. "Nihayet biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allah'a karşı kendisine yardım edecek avanesi olmadığı gîbi o, kendisini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi." (Kasas, 28/81)
Bireysel anlamda yapılan nankörlüğün cezası ile ilgili olarak, Kehf Sûresinde bildirilen bağ bahçe sahibinin durumunu bu konuda sunabiliriz. O kendisine Allah tarafından ihsan edilen, hurmalıkla donatılmış ve aralarında ekinler bitirilmiş, yemişini vermiş ve üstelik arasından bir de ırmak fışkırtılmış iki bahçe İle gururlanmış, yandaşlarının çokluğu ile de güçlü ve kuvvetli olduğunu iddia etmişti. Ayrıca bu iki bahçenin yok olacağına ve kıyametin kopacağına da ihtimal vermiyordu.(Kehf, 18/32-36). Mal ve mülk sahibi olmakla, sülalesinin genişliği ile övünen bu kimse, kendisini yaratan gerçek nimet sahibine karşı, şımarmış, büyüklenmiş, dünya malı ile izzet bulacağını sanmış, neticede bunun acı akıbetini mahzun ve kederli bir şekilde ellerini ovuşturarak acı acı yudumlamaktan başka çaresi kalmamıştır.
Aşağıda sunacağımız âyet, bizi o verimli, çekici ve parlak manzaradan çekip alıyor, felaket, yokluk ve Ölüm manzarasına ve karamsar bir tabloyla karşı karşıya bırakıyor. "Derken onun serveti kuşatılıp yok edildi. Böylece bağı uğruna yaptığı masraflarından ötürü ellerini ovuşturup kaldı. Bağın çardakları yere çökmüştü. "Ah, diyordu, keşke ben Rabbime hiçbir ortak koşmamış olsaydım." [339]
Seyyid Kutub'un belirttiği gibi, burada mükemmel ve canİı bir sahne sunulmaktadır. Bahçenin meyvelerinin hepsi yok olmuş, düşman tarafından kuşatılan bir ordu gibi her taraftan kuşatılarak hiçbir sağlam meyve kalmamış, çardakları yere düşmüş, yıkılmış ve parçalanmıştır. Bahçe sahibi ise, kaybolan malına ve yok olan çalışmasına üzülerek ellerini ovuşturmaktadır. Allah'a ortak koşmaktan pişman olmuş ve onun rubûbİyetini kabul etmiştir. Seyyid Kutub'a göre bu şahıs, açıkça şirk koşmamişsa da îmanî değerlerin dışında toprakla (servetle) ilgili değerleri benimseyerek onlarda şeref aradığı için pişmanlık duymakta ve iş işten geçtikten sonra Allah'a sığınmaktadır.[340]
Kalem Sûresinde (bkz. 68/17-20) beyan edilen bahçe sahiplerinin diğı ilâhî cezayı da bireysel ve toplumsal olarak her iki alan için düşünebiliriz. Allah'ın emrine uygun hareket eden ve yoksulların hakkını menetme-ven bir babanın evlatları, babalarının vefatı İle kendilerine miras kalan bahçelerin ürünlerinden insanları istifade ettirmekten kaçındılar ve Allah'ın hakkını kıskanıp cimrilik ettiler. Fakat onlar uykudayken Allah tarafından ffönderilen bir âfetle bahçeleri kuşatılıverdi. Allah Teâlâ'nın beyanı ile bahçe kapkara kesildi. Ürünü biçilmiş tarlaya, hiçbir şey bitirmeyen kumluk araziye donuverdi. Elmahlı'nın belirttiğine göre, sadece o bağın meyvesi değil, kendisi kökünden kesilip yanmış, kül gibi kapkara kesilmiştir.[341]
Kur'ân-ı Kerim, kapkara kesilen bahçeyi gördüklerinde onların psikolojik durumunu şöyle açıklamaktadır: "Fakat bahçeyi gördüklerinde: Mutlak yolumuzu şaşırmış olmalıyız! dediler. Yok, yok, doğrusu biz mahrum bırakılmışız! İçlerinden en makul olanı şöyle dedi: Ben size "Rabbinizi teşbih etsenize" dememiş miydim?"[342]
Elmalı'nın beyanına göre, önce yalnız yollarım şaşırdıklarına hükmettiler, sonra da cezaya uğradıklarına, engel olmak istedikleri yoksullardan ziyade, yoksul kaldıklarına hükmettiler. Hayal kırıklığına uğrayıp gelecekten bütün ümidi keserek, ümitsizliğe düştüler; Şayet içlerinden aklı erer, ölçülü davranan birisi olmasaydı, ümitsizlik içinde kalacaklardı. Onlardan en doğru, en hak tanır, en hayırlı, başka bir ifade ile " en ölçülü" hareket eden "Demedim mi size? Teşbih etseydinizya!"dedi. Bu, vaktiyle "beni niye dinlemediniz?" diye benlik sevdasıyla yapılan sadece bir sitem değil, bu kez düştükleri ümitsizlikten kurtarmak ve ümitsizlikle Allah'a zulüm yakıştırmak gibi, ona karşı daha büyük bir küfür ve günaha düşmekten sakındırmak için sitem tarzında, yapılan hatayı hatırlatarak tevbe etmeye ve uyanmaya bir çağrıdır.[343]
Fakirin, yoksulun, yetimin, akrabanın hakkını gözetmeyen, malının, ürününün zekâtını vermeyen nice insanlar, bağ ve bahçelerinde ve tarlalarında, yukarıdaki misallerde olduğu gibi nankörlüğün cezasını çekmektedirler. Ürünlerini ya dolu, ya don, ya sıcak vurarak zaman zaman yok olduğunu veya zarar gördüğünü müşahede etmektedirler. Tabii ki işin bu yönünü düşünen ve bunları bir yoruma tabi tutan kişiler pek azdır. Ayrıca böyle bir yorumu yapmak ve ders çıkarmak imana bağlı bir olaydır.
Toplumsal olarak yapılan nankörlüğün sebep olduğu cezaya, Sebe' halkının uğradığı musibet ve sıkıntıyı misal verebiliriz. Allah, sağlı sollu bahçeler vererek onlara bol bol lütuf ve ihsanda bulunmuştu, (bkz. Sebe' 34/15). Buna rağmen onlar haktan yüz çevirdiler ve şükretmekten kaçındılar. Bunun üzerine Aİlah onları cezalandırmak üzere şiddetli yağmurun sebep olduğu ve tarlalarını, bağ bahçelerini silip süpüren "Arim" selini gönderdi. [344]
Mevdûdî'ye göre, eğer insanoğlu, kendi tarihini dikkatle incelerse, bu dünyanın körü körüne işleyen sahipsiz bir mülk olmadığını, bilakis şükreden kullarına bir türlü, nankör ve şükretmeyen kullarına ise başka bir türlü davranan, her şeyi işiten ve gören Aİlah tarafından idare edildiğini anlayacaktır.[345]
Sebe' kavmi, şükürden yani, nimeti kendilerine bahşeden Allah'ı tanımaktan yüz çevirince, onlara bu nankörlüğün cezası, ağır olarak tattırılmış-tır. Allah, Sebe' kavmini nankörlükleri yüzünden darmadağın etmiştir. Allah onları, herkesin ibret alacağı kıssalar haline getirmiş ve onları büsbütün parçalamıştır, (bkz. Sebe', 34/19). Âyet-i Kerimenin, siyasi bir anlamda kullanıldığını ve Sebe' toplumunun bağtmsiz bir siyasi güç olan toplum olma özelliğini yitirerek, değişik güçlerin hakimiyeti altına girdiklerini anlatmak istediğini söyleyebiliriz.[346]
Siyasî bölünmüşlüğün ve dağınıklığın ne kadar ağır bir sarsıntı ve çöküşün başlangıcı olduğunu bugünkü dünya konjonktürüne bakarak görebiliriz. Seyyid Kutub ve Mevdûdî'nin ifade ettiğine göre, Sebe'liier her yönden o kadar parçalandılar ki, artık onların bu dağınıklığı her taraftan bilinir olmuştur. Bugün bile Araplar, bir topluluğun tamamen dağınıklığından bahsetmek isteseler, Sebe'lileri örnek göstermektedirler. Allah, nimetini onlardan geri aldığında, çeşitli Sebe' kabileleri yurtlarından ayrılıp Arabistan'ın başka bölgelerine göç etmeye başlamışlardır. Hayatta varlık gösteren bir millet iken, hikayecilerin rivayet ettiği ve ağızlarında dolaşan kıssa ve masal olmuşlardır. Kısacası Sebe'liier, artık millet olmaktan çıkmışlar ve sadece dilden dile dolaşan efsane olmuşlardır.(bkz. S. Kutub, a.g.e., V, 2902; Mev-dûdî, a.g.e.,IV,519)
Sebe'liîere, tebligat fayda vermemiş, aksine halkın inkar, azgınlık ve şımarıklığı arttıkça artmış; hak ve hukuk adına her kavram yok olmuştur. Böylece refah inkarla, inkar da azgınlıkla, azgınlık da zulüm ve şımarıklıkla birleşince ilâhî hükmün tecelli vakti gelmiş ve Kur'ân'm haber verdiği musibetler başlarına inmiştir. Bu ve benzeri hadiselerde önemli öğütler ve ibretler vardır. Âyette " Şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için ibret vardır" (Sebe1, 34/19) ilâhî mesajı, buna işaret etmektedir. Bu açıdan Sebe'nin durumu, kendilerinden sonra gelen her toplum, her millet ve her devlet için bir ibret kaynağı olmuş ve olmaya devam etmektedir. Kur'ân'm bunu anlatmasındaki asıl gayesi de budur. Bu hadiseden ders çıkartarak hayatına yön verenler kazançlı çıkacaktır. [347]
[313] İsfchani, El-Müfredât fi Ğaıibİ'I-Kur'ân, s. 93; Ebu Bekr er-Râzi, Muhtaru's-Sihah, s. 86
[314] Fuad Abdu'1-Bâki, El-Mu'cemü'1-Müfehres lı Elfâzi'l-Kur'âni'l-Kerim, s. 168-170
[315] Fuad Abdu'i-Bâkî, a.g.e., s. 169-170
[316] Kur'ân-ı Kerim, Âl-i Imran, 3/ 136; Tâ Ha, 20/76; Sebe', 34/37; İnsan, 76/9; Nebe', 78/36 vs.
[317] Kur an-ı Kerim, Kehf, 18/88; Secde, 32/17; Rahman, 55/60; İnsan, 76/9 vs.
[318] Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/85,191; ÂJ-İ îraran, 3/78; Mâide, 5/29; Tevbe, 9/95; Yûnus, 10/27; srâ, 17/63; Yûsuf, 12/75 vs.
[319] Kemal Demiray-Ruşen Alaylıoğlu, Ansiklopedik Türkçe Sözlük, s. 114
[320] Kur'ân-ı Kerim, Âl-i İmran, 3/117; Nisa, 4/176; En'am, 6/6; Enfal, 8/42; Yûnus, 10/13; Hicr, 5/4; fsrâ, 17/17; Mü'min, 40/34; Hakka, 69/29 vs.
[321] Kur'ân-ı Kerim, Sebe', 34/7, 19
[322] Bkz. A'raf, 7/137; İsrâ, 17/16; Furkân, 25/36; Şuarâ, 26/172
[323] Kur'ân-ı Kerîm, NahI, 16/45; İsrâ, 17/68; Kasas, 28/ 81,82; Ankebût, 29/40; Sebe', 34/9; Mülk, 67/16
[324] Bkz. Abdullah Telîdi, Esbâbu HelâkTl-Ümem, s. 32-33
[325] Bkz. Elmalıiı, a.g.e., IV, 78 (s ad el eştiril en eserden)
[326] Bkz. Kur'ân-ı Kerim, ÂI-İ İmran, 3/23, 181; Mâîde, 5/18, 24,64; Tevbe, 9/30 vb.
[327] Bkz. Kur'ân-ı Kerim, Nİsâ, 4/155
[328] Bkz. Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/47-61, 83, 93; Âl-i İmran, 3/23; Mâide, 5/19-20; Tâ Hâ, 20/86-97
[329] Kur'ân-ı Kerim, Bakara, 2/61; A'raf, 7/166; Mâide, 5/ 14, 26, 60, 64; ibrahim, 14/6-8
[330] Kur'ân-ı Kerim, Mâide, 5/21
[331] Bkz. Elmalıiı, a.g.e., III, 217-218
[332] Kur'ân-ı Kerim, A'raf, 7/66, 67, 68, 70
[333] Kur'ân-ı Kerim, Fussılet, 41/16; Kamer, 54/ 18-20; Hakka, 68/6-7
[334] Bkz. Özek , Ali ve Arkadaşları, Ahkâf Sûresi, 25. âyetin izahı
[335] Kur'ân-ı Kerîm, Fussılet, 41/17
[336] Bir mil, yaklaşık olarak 1848 m. İngiliz mili, 1.609, Amerikan mili ise, 1833 m. dir. Bu konuda bkz. Vehbe Zuhayli, Fıkıh Ansiklopedisi, trc. Kurul, Almanya, 1994,1, 57; Demiray, Kemal, a.g.e., s. 451
[337] Kur'ân-ı Kerim, Kasas, 28/76-79
[338] Bkz. Mevdûdî, a.g.e., IV, 212
[339] Kur'ân-ı Kerim, Kchf, 18/42
[340] Bkz. Seyyid Kutup, a.g.e., IV, 2271
[341] Bkz. Elmalıiı, a.g.e., VIII, 273-274
[342] Kur'ân-ı Kerim, Kalem, 68/ 24
[343] Bkz. Hmalılı, a.g.e., VIII, 5282-5283
[344] Bkz. Kur'ân-i Kerim, Sebe', 34/16
[345] Bkz. Mevdûdî, a.g.e., IV, 517
[346] Bkz. Mevdûdî, a.g.e., VI, 361; Ejder Okumuş, Kur'ân'da Toplumsal Çöküş, ist. 1995, s. 96
[347] Kerim Buladı, Kur’an’da Nankörlük Kavramı, Pınar Yayınları: 391-401.