- Namaz

Adsense kodları


Namaz

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
neslinur
Wed 24 March 2010, 03:59 pm GMT +0200
Reddü´l Muhtar / Namaz

NAMAZ BAHSİ

EZAN BÂBI

NAMAZIN ŞARTLARI BABI

NAMAZIN SIFATI

NAMAZIN VACİPLERİ

NAMAZIN SÜNNETLERİ

NAMAZIN MEKRUHLARI

NAMAZIN ÂDABI

İMAMLIK BÂBI

İSTİHLAF BABI

NAMAZI BOZAN VE NAMAZDA MEKRUH OLAN ŞEYLER.

VİTİR VE NAFİLELER BABI

TERAVİH NAMAZI

FARZA YETİŞME BABI

GEÇMİŞ NAMAZLARIN KAZÂSI BÂBI

SECDE-İ SEHİV BÂBI

HASTANIN NAMAZI

SECDE-İ TİLÂVET BÂBI

ŞÜKÜR SECDESİ

MİSAFİRİN NAMAZI BABI

CUMA BABI

BAYRAMLAR BABI

KÜSUF BABI

İSTİSKA BÂBI

KORKU NAMAZI

CENAZE NAMAZI BABI

ŞEHİD BÂBI

KA´BEDE NAMAZ BÂBI



NAMAZ BAHSİ



METİN

Vesileyi beyân ettikten sonra bu bahis artık maksada giriştir. Hiç bir peygamberin şeriatı namazdan hâli kalmamıştır. Namaz Kâ´be vasıtasiyle İbâdet olduğu için mertebesi imandan aşağıdadır. O imandan değil, imanın furuundan sayılır. (namazın Arabçası salattır.) Salat lügatta : Dua mânâsına gelir.

Sonra şer´an: Malum fiiller mânâsına nakl edilmiştir. Zahir olan bu (nakil) dir. Çünkü namaz, okumak bilmeyen kimsede, dilsizde, duasız da mevcuttur. Namaz her mükellefe bil´icma farzı ayındır. Hicretten bir buçuk sene evvel ramazanın on yedinci cumartesi akşamı İsrâ gecesinde farz kılınmıştır. Daha evvel biri güneş doğmazdan önce, diğeri batmazdan önce olmak üzere iki vakit namaz vardı. Şumunnî.

İZAH


Namazın aslı her peygamberin şeriatında vardır. Sabah namazının Adem aleyhisselama, öğlenin Davud aleyhisselâma, ikindinin Süleyman aleyhisselâma, akşamın Yakup aleyhisselama. yatsının Yunus aleyhisselâma farz kılındığı, bu ümmete hepsinin toptan meşru olduğu söylenir. Başka söyleyenler de vardır.

Namazın Kâbe vasitasiyle ibâdet olması, kulun cismi ile kâbeye dönmesi vasıtasiyle demektir. Namaz ancak bütün şartları bir arada bulunduğu zaman ibâdet olduğu halde Şârih, neden hassaten Kâbe vasıtasını zikretti? Bir düşün! T.

Şöyle denilebilir: Namaz Kâbe´yi ta´zim vasıtasiyle ibâdet olmuştur. ALLAH Taâlâ Kâbe´ye dönmeyi ona ta´zim için emir etmiştir. Kâbe´yi tazim vasıtasiyle de ALLAH´ı ta´zim hâsıl olur. Bunu üstadımız ifâde etmiştir. Namazın mertebesi imandan aşağıdır. Çünkü iman vasıtasız ibadettir. Namaz imandan değil, onun furûlarındandır. Bu sözden maksat namazın fiil itibariyle imanın fer´î olmasıdır. Yoksa hükmü itibariyle yanı farz olmasına bakarak imandandır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)´in getirdiklerini tasdik cümlesindendir. T.

Şârih, Buharî ve başkaları gibi «ameller imandandır.» diyenlerin hilâfına işâret etmiştir.

Salât lügatta dua mânâsına gelir. Yani hakikî lügat mânâsı budur. Cumhurun kavli de budur. Cevherî ve diğer lügat uleması bu mânâya cezm etmişlerdir. Çünkü şeriat gelmezden önce Arabların dilinde şâyî olan mânâ bu idi. Sonra şeriat, erkân-ı mahsusa mânâsına nakletti. Bazıları, «Salât kelimesi çantıları sallamak mânâsında hakikat, erkân-ı mahsusa mânâsında lügavî mecâzdır. Zira namaz kılan kimse rukû ve secdelerinde çantılarını sallar. Dua mânâsında ikinci bir mertebede istiarey-i tasrihiyedir ve dua eden kimseyi gösterdiği huşû hususunda rukû ve secde edene benzeterek yapılmıştır.» demişlerdir. Tamamı «Nehir»dedir.

Usul-i fıkıh uleması (namaz ve oruç mânâlarına gelen) salât ve savm gibi şer´î mânâlara delâlet eden sözler hakkında ihtilâf etmişlerdir. Bu kelimeler lügat mânâlarından alınıp şer´î hakikatlara nakledilmişler midir? Yani aslî mânâlarına itibar kalmamış mıdır? Yoksa aslî mânaları itibarda kalmak şartiyle bu mânâlara birtakım şer´î kayıtlar mı ziyâde edilmiştir? Bazıları birinci kavli, yani şer´î hakikatlara nakledildiklerini tercih etmişlerdir. «Gâye» sahibi bu kavli daha yerinde bulmuş ve ta´lil ederek, «Çünkü namaz okumak bilmeyen kimsede duasız da mevcuttur.» demiştir. Birtakımları ikinciyi, yani aslî mânâlarının itibarda kaldığını namaz da dua mânâsına yalnız erkân-ı mahsusa mânâsı ziyade edildiğini söylemişlerdir. Bu takdirde mecâzen cüz´ü zikirle kül kasdedilmiş demektir. Nitekim «Nehir»de böyle denilmiştir.

NAMAZDAN murad, beş vaktin farzlarıdır. Bunlar her mükellefe farz-ı ayın, yani bizzat kendisine farzdır. Farz-ı ayın denilmesi bundandır. Farz-ı kifâye böyle değildir. Çünkü o toptan mükelleflere kifâyet yolu ile farz olur. Şu mânâya ki: İçlerinden biri veya birkaçı yaparsa ötekilerden borç sâkıt olur. Hiç biri yapmazsa hepsi günahkâr olurlar.

Mükelleften murad, akil bâliğ olan müslümandır. Velev ki kadın veya köle olsun. Bilicmâ tâbirinden maksat, kitab ve sünnetle sabit olmuştur demektir.

Namaz, İsrâ gecesinde (yani peygamber (s.a.v.)´in göklere çıktığı gecede) farz olmuştur. Bunu İsmail Nablusî dahi «Ahkâm» nâmındaki kitapta nakletmiş; sonra şunları söylemiştir:

«Şeyh Muhammed Bekrî´nin - ALLAH bereketlerinden bizi müstefid kılsın - «Er-Ravzatü´z-Zehra» adlı eserinde anlattıklarının hulâsası şudur:

Ulema İsrâ hâdisesinin Peygamber (s.a.v)´in gönderilmesinden sonra olduğuna ittifak etmiş; hangi sene olduğunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Bazıları hicretten bir sene evvel olduğunu söylemişlerdir. İbni Hazm buna ittifak ve icmâ vuku bulduğunu nakletmiştir. Birtakımları hicretten beş sene önce olduğunu bildirmişlerdir. Sonra hangi ayda vuku bulduğunda dahi ihtilaf etmişlerdir. İbni Esîr ve «Fetevâ» adlı eserinde Nevevî, Rabi-ulevvel´de olduğuna kat´iyetle hüküm etmişlerdir. Nevevî, Rabiulevvel´in yirmi yedinci gecesi vâki olduğunu söyler. Bazıları, Rabiulâhir, bazıları da Recep ayında vuku bulduğunu söylemişlerdir.

Nevevî, «Ravza» adlı eserinde Râfiî´ye uyarak buna cezm etmiştir. Şevvalde olduğunu söyleyenler de vardır. Hafız Abdülganî «El-makdis-i Sîret» nâmındaki eserinde Receb´in yirmiyedinci gecesinde olduğuna kat´i olarak hükmetmiştir. Şehirler uleması bunu tercih etmişlerdir».

METİN

(Namaz, mükellef olanlara farzdır). Velev ki namaz için sopa ile değil de el ile çocuğu dövmek vacip olsun. Çünkü Peygamber (s.a.v.). «Çocuklarınız yedi yaşına vardıklarında onlara namazı emir edin. On yaşına vardıklarında namaz için onları dövün!» buyurmuştur.

Ben derim ki: Sahih kavle göre oruç da namaz gibidir. Nitekim Kuhistânî´nin Oruç Bahsinde «Zâhidî»ye nisbet edilerek böyle denilmiştir:

«İhtiyar»ın Haram Bahsinde, «Çocuğa oruç ve namaz emir edilir. İçki içmek yasaklanır. Tâ kî hayra alışsın, kötülüğü terk etsin.» denilmiştir.

Namazı inkâr eden kâfir olur. Çünkü kat´î delil ile sabittir. Umursamayarak, yani tenbelliğinden dolayı kasten terk eden fâsık olur. Ve namaz kılıncaya kadar hapis edilir. Çünkü bir insan kul hakkı için bile hapis edilir. O halde ALLAH Taâlâ´nın hakkı için hapis edilmesi. Evleviyette kalır. Bazıları kan akıncaya kadar dövüleceğini söylemişlerdir. İmam Şâfiî´ye göre bir tek namazdan dolayı haddı şer´î (ceza) olmak üzere öldürülür. Bazıları kâfir olduğu için öldürüleceğini söylemişlerdir.

İZAH

«Velev ki namaz için çocuğu dövmek vacip olsun.» sözü «Namaz her mükellefe farz-ı ayındır.» ifadesinden anlaşılan mefhum muhalif üzerine yapılmış bir mübâlağadır. Ve sanki şöyle demiştir: Mükellef olmayana namaz farz değildir. Velev ki on yaşındaki çocuğu dövmek velisine farz olsun. Bu da namaz kılmayı ahlâk edinsin ve ona alışsın diyedir. Yoksa çocuğa farz olduğu için değildir. Bunu Tahtâvî söylemiştir. Hadîsten anlaşılan mânâ yedi yaşındaki çocuğu dövmek vacip olduğu gibi, namazı emir etmenin de vacip olmasıdır. Yine hadîsten anlaşıldığına göre buradaki vacip sözü farz mânâsına değil, ıstılahî vacip manâsınadır. Çünkü hadîs (kat´î değil) zannî hüküm ifâde eder.

Çocuk el ile dövülecek ve üç tokattan fazla vurulmayacaktır. Hocanın da talebesine üç tokattan fazla vurmaya hakkı yoktur. Peygamber (s.a.v.) muallimlik yapan Mirdâs´e, «Sakın üç tokattan fazla vurma! zira üçten fazla vurursan ALLAH senden kısas alır.» buyurmuştur. Bundan anlaşılan namazdan başka bir şeyi için dahi sopa ile dövmemektir.

Şârih´in zikrettiği hadîs, mutlak dövmenin delilidir.

Sopa ile dövmemeye gelince: Sopa ile dövmek mükellefin cinayeti hakkında varid olmuştur. H.

Metindeki hadîsin tamamı şöyledir: «Ve yataklarda onları ayırın!». Bu Hadîs-i şerifi Ebu Davud ile Tirmizi rivâyet etmişlerdir. Onlardaki lâfzı şudur: «Çocuğa yedi yaşında namazı öğretin! On yaşında namaz için onu dövün!». Tirmizi. Bu hadîs hasen sahihtir.» demiştir. Onu İbni Hüzeyme, Hâkim ve Beyhakî sahih bulmuşlardır. «İsmail».

Anlaşılan dövmenin vacip olması yedi ve on yaşını bitirip sekize ve onbire bastığı zamandır. Nitekim ulema çocuğun terbiye müddeti hakkında da aynı şeyi söylemişlerdir. Şârih´in «Oruç da namaz gibidir.» sözünden muradı çocuğa bütün emir edilen şeyleri emir, yasak edilenleri yasak edilmesi lâzım geldiğini anlatmaktır. H.

Ben derim ki: «Ahkâm-ı Saffârda açıklandığına göre çocuğa cimâ ettiği zaman yıkanması, abdestsiz kıldığı namazı tekrar kılması emir olunur. Orucunu bozarsa kaza etmesi emir edilmez. Çünkü bunda ona meşekkat vardır.

«ALLAH Taâlâ´nın hakkı için hapis edilmesi evleviyette kalır» sözüne karşı. «ALLAH´ın hakkı müsamahaya ibtina eder.» denilemez. Çünkü İslâmın rükünlerinin hiç birinde müsamaha yoktur.

Kan akıncaya kadar dövülür diyen Mahbubî´dir. Bunu Halebî «Mineh»ten nakletmiştir. «Hilye»nin ifâdesinden anlaşılan mezhebin bu olduğudur. Zira şöyle demiştir: «Aralarında Zührî de bulunan birtakım ulema öldürülmeyeceğini, fakat ta´zir (te´dip) edileceğini ve ölünceye yahut tövbe edinceye kadar hapis edileceğini söylemişlerdir». İmam Şâfiî´ye göre tenbellikten dolayı kasten bir tek namaz bırakan kimse hadd-ı şer´i olmak üzere öldürülür. İmam Malik ile İmam Ahmed´in mezhepleri de budur. İmam Ahmed´den bir rivâyete göre kâfir olduğu için öldürülür. Hanbelîlerin cumhuruna göre muhtar olan kavil budur. «Hilye» de bu mesele uzun uzadıya izah olunmuştur.

METİN

Namaz kılan bir kimsenin Müslüman olduğuna dört şartla hüküm edilir. Bunlar:

Vakit içinde imama uymak, Cemaatla namaz kılmak, Ve o namazı tamamlamaktır. Vakit içinde ezan okumak, Tilâvet secdesi yapmak veya kırda otlayan hayvanlarının zekâtını vermekle dahi MüSlüman olur. Vakit çıktıktan sonra namaz kılar veya namazı yalnız başına kılarsa yahut imam olur veya namazı bozar yahud başka ibadetleri yaparsa müslüman olmaz. Çünkü bunlar bizim şeriatımıza mahsus değillerdir.

İZAH


Bir kâfir cemaatle namaz kılarsa bize göre Müslüman olduğuna hükm edilir. Şâfiî buna muhaliftir. Çünkü cemâatle namaz kılmak bu ümmete mahsustur. Yalnız başına namaz kılmak başka ümmetlerde de vardı. Rasûlüllah Sallallahu aleyhi ve sellem, «Her kim bizim kıldığımız namazı kılar ve kıblemize dönerse o bizdendir.» buyurmuştur. Ulema bundan murad. bizim hususî şekilde kıldığımız cemaatle namaz olduğunu söylemişlerdir. «Dürer».

Bu cümle Buhari ve diğer hadîs imamlarının rivâyet ettikleri uzun bir hadîsin bir kısmıdır. Yalnız Buharî «o bizdendir.» yerine «Müslüman odur.» demiştir. «İsmail».

İmam Tarsusî «Enfeu´l-Vasâil» nâmındaki eserinde namazın mescitte olmasını kaydetmiştir. Buna göre şartlar beş olursa da «Dürerü´l-Buhar» şerhinde «mescitte veya başka bir yerde» denilmiştir.

Birinci şart: namazın vakit içinde kılınmasıdır. Çünkü bu namaz müminlerin kâmil namazıdır. Zâhirine bakılırsa namazın bir rekâtına yetişmiş olsa kâfi değildir. Çünkü bu namaz edâ dahi olsa kâmil değildir. Binaenaleyh «vakit içinde» kaydından murad sâdece eda değil, ondan daha hususî olan kâmil edâdır.

İkinci şart: Cemâattır.

Üçüncü şart: İmama uymasıdır. Tahtavî diyor ki: «Çünkü tamamlamak müminlerin yoluna tâbi olduğuna delâlet eder. İmam olursa iş değişir. Çünkü yalnız kılmaya niyet etmiş olması ihtimali vardır. Bu takdirde cemaat yoktur.

Ben de derim ki: Mezkûr ihtimal imama uyduğu zaman dahi mevcuttur. En iyisi matbu´dur. Tâbi´ değildir. İmama uyan ise ona tâbi´dir;

onun hükümlerini iltizam etmiştir: demelidir.

Dördüncü şart: Kıldığı namazı tamamlamasıdır. İmama uyarak tekbir alır da sonra namazını bozarsa Müslüman olmuş sayılmaz. Bunu «Vehbâniye» şârihi «Mültekâ»dan naklen söylemiştir.

«Vakit içinde ezan okumak ilh...» cümlesiyle Şârih namaz meselesini anlatınca kâfiri Müslüman saydıran fiilleri tamamlamak istemiş ve bunları şöyle sıralamıştır: Bunlardan biri vakit içinde ezan okumaktır. Çünkü ezan dinimizin hasâisinden ve şeriatımızın şiârlarındandır. Onun içindir ki «Müneh» sahibi «Bahır»a uyarak ezanın mescitte okunmasını şart koşmuştur. O kimseye Müslüman hükmü verilmesi iki şehadeti ezanın içinde getirdiği için değildir, ki kavlen Müslüman olmuş sayılsın. Zira bu takdirde ezanın vakit içinde okunmasiyle vakit dışında okunması arasında fark yoktur. Ona Müslüman hükmü verilmesi fiilen müslüman olduğu içindir. Bundan dolayı İbni Şıhne şunları söylemiştir:

«Vakit içinde ezan okumakla müslüman olduğuna hüküm verilir. Velev ki Peygamberimizin yalnız Arablara gönderildiğine inanan İsevîlerden olsun Çünkü kâfiri Müslüman yapan şeyler, biri fiil diğeri kavil olmak üzere iki kısımdır.

İsfehanlı yahudi Îseviye mensup olanlar mânâsınadır..

Kavil: İki şehâdeti getirmektir. Ulemamız bu hususta tafsilât vermişlerdir. Çünkü şüphe yeridir. İsevî olup olmaması ihtimali de vardır. Onun için şöyle demişlerdir: İseviye ise iki şehâdetle birlikte mutlaka dininden ayrıldığını bildirmesi lazımdır. Çünkü îsevî Peygamber (s.a.v.)´in yalnız Arablara Peygamber gönderildiğine itikad eder. İhtimal bu sözle onu kasdetmiştir. îseviyeden başkası öyle değildir. O, dininden ayrıldığını ´bildirmeye muhtaç değildir.

Fiile gelince: Ulemamızın sözleri bu hususta îsevi ile başkası arasında fark olmadığını gösteriyor. Nitekim bunu İmam Tarsusî de tahkik etmiştir. «İbni Vehbâ´nın anladığı bunun hilâfınadır.» Bundan sonra yine İbni Şıhne şöyle demiştir: «Vakit dışında ezan okuyana gelince: îsevî okursa Müslüman olmuş sayılmaz. Zira ezan kavil cinsindendir. Binaenaleyh dininden ayrıldığını mutlaka söylemesi lazımdır.»

Ben derim ki: İsevî olmayan birinin ezan okuması dahi kendisini Müslüman yapmaz. Zira İbni Şıhne´nin bu sözden önce «Gâye» ve diğer kitaplardan naklettiğine göre bu kâfir vakit dışında ezan okursa bununla Müslüman olmaz. Çünkü müslümanlıkla alay etmiş olur. Bundan şu neticeye varılır: Vakit içinde ezan okumak fiilen Müslüman olmaktır. Bu hususta bir kâfirle başka kâfir arasında fark yoktur. Vakit dışında ezan okumak kavlen Müslüman olmaktır. Lâkın alay etmiş olmak ihtimali bulunduğundan, bununla kâfir müslüman olmaz. Bununla birlikte okuyan İsevî ise şartının bulunmaması da ilâve edilir. Şart, dininden ayrıldığını bildirmesidir. Bu izahı ganimet bil! Şimdi vakit içinde okuduğu ezana devam şart mıdır, yoksa bir defa okuması yeter mi meselesi kalır ki, onun hakkında ileride söz edeceğiz.

Secde âyetini dinledikten sonra tilâvet secdesi yapmakla kâfir Müslüman olur. «Bezzâziyye». Çünkü bu secde bizim şeriatımızın hasaisındandır. Taâlâ Hazretleri, kâfirlerin Kur´an okunduğu zaman secde etmediklerini haber vermişlerdir

Zekât vermekle Müslüman olmayı Tarsusi, «Nazmü´l-Fevâid» adlı eserinde «Develerin zekâtını verirse» diye kayıtlamıştır. Fakat İbni Vehban kendisine şöyle itiraz etmiştir: «Bunun bir hususiyeti yoktur. «Hılye»de, Kâfir oruç tutsa yahud hac etse veya zekât verse zâhir rivâyete göre Müslüman olduğuna hüküm verilmez denilmiştir». İbni Şıhne iie «Nehir» sahibi de bunu kabul etmişlerdir. Bundan anlaşılır ki, Şârih´in söylediği zahir rivâyete dahi muhaliftir.

Yalnız başına namaz kılmakla kâfir Müslüman olmaz. Çünkü bu bizim şeriatımıza mahsus değildir. Bunu İbni Şıhne «Mültekâ»dan nakletmiştir. «Zâhîre»de bildirildiğine göre bu kavil İmam A´zam´ındır. Ulemamızdan bazıları İmam A´zam´ın kavlini ezan ve ikametsiz olarak yalnız kılarsa mânâsına hamletmişlerdir. Bu takdirde bilittifak Müslüman olduğuna hüküm edilmez. İmameyn´in kavlini, ezan ve ikametle yalnız kılarsa mânâsına hamletmişlerdir. Bu takdirde bilittifak Müslüman olduğuna hükmedilir. Zira bu bizim şeriatımıza mahsustur. Bu suretle meselede hilâf olmadığını göstermişlerdir.

Ben derim ki: Lâkin bu birleştirme söz götürür. Çünkü İbni Şıhne´nin «Kâfi» sahibinden naklettiğine göre ibâdetin en mükemmel surette yapılması mutlaka lâzımdır ki, şeriatımıza mahsus olduğu anlaşılsın. Malûm olduğu vecihle yalnız kılmak noksanlıktır. «Bahır»ın Teyemmüm Babında bildirildiğine göre esas şudur: Kâfir, bir ibâdet yaparsa bakılır. Bu ibadet diğer dinlerde varsa onunla Müslüman olmaz. Yalnız başına namaz kılmak, oruç tutmak, kâmil olmayan hac yapmak ve sadaka vermek böyledir. Bizim şeriatımıza mahsus olan bir ibâdet yaparsa yine bakılır. Teyemmüm gibi vasıta ibadetlerden ise, onunla Müslüman olmaz. Maksat olan ibadetlerden yahud cemaatle namaz, kâmil hac, mescidde ezan okumak ve Kur´an okumak gibi dinin şiarlarından ise onunla Müslüman olur. «Muhit» ve diğer kitaplarda buna işaret edilmiştir.

Ben derim ki: «Hâniye»de beyan olunduğuna göre hac etmekle zâhir rivâyete göre Müslüman olduğuna hüküm verilmez. Nitekim yukarıda geçti. Sonra «Hâniye» sahibi şöyle demiştir: «Rivâyet olunmuştur ki, Müslümanların yaptığı şekilde hac ederse Müslüman olur. Telbiyeyi getirirde ibâdet yerlerine gitmez, yahud ibâdet yerlerine gider de telbiye getirmezse Müslüman olmaz». Anlaşılıyor ki, bu rivâyet zâhir rivâyetten başkadır. «Vahbâniye» sâhibi onun zaif olduğuna işaret etmiştir. Aşağıdaki manzumenin mutlak ifadesi dahi buna işaret etmektedir. Bunun vechi şu olsa gerektir: Hac başka şeriatlarda mevcuttur. Hatta cahiliyet devri halkı hac ederlerdi. Lâkin şöyle denilebilir: Bu, hususî şekildeki hac bizim şeriatımızdan başkasında yoktur. Binaenaleyh hac da kendisinde yukarıda geçen dört şart bulunan namaz gibi olur. Zira kâmil şekilde namaz bizim şeriatımıza mahsustur. Kâmil hac da öyledir. Aksi takdirde aralarında ne fark olabilir? öyle anlaşılıyor ki ikinci rivâyet zâhir rivâyetin tefsiri olarak kabul edilir de ondan murad kâmil olmayan hacdır denilirse iki rivâyet arasında hiç bir zıddıyet yoktur. Teemmül et!

Şeyh Kâsım´ın «Fetevâ»sında Ebu´l-Leys´in «Hulâsatü´n-Nevâzil» adlı eserinden naklen, «Kezâ bir kimse kâfiri Kur´an öğrenirken veya okurken görse bununla o kâfir Müslüman olmaz.» deniliyor.

Ben derim ki: Bu söz «Bahır»daki, «Çünkü ulema, kâfir Kur´an okumaktan men edilmez. Olur ki, hidâyete erer.» ibâresinden daha açıktır. Anla!

METİN

Bunları «Nehir» sahibi nazma çekerek şöyle demiştir: «Kâfir vakit içinde imama uyarak ve namazını tamamlayarak kılarsa Müslüman olur. Namazını bozarsa Müslüman olmaz. Keza aşikâr olarak ezan okur yahud kırda gezen hayvanlarının zekâtını verirse secde etmesi gibi temizlenir. Müslüman olur. Yalnız başına namaz kılmakla Müslüman olmadığı gibi zekât, oruç ve hac ile dahi Müslüman olmayacağını ilâve et!».

İZAH

«Nehir» sahibi bunları Kaza Namazları Babından az önce söylemiştir. Sonra benim «Nehir»de gördüğüm, bu beytten başkadır. Orada «Aşikâr olarak ezan okur; yahud kırda gezen hayvanlarının zekâtını verirse» beytinin yerine, «Yahud onun içinde geleni ilân ederek ezan okur; veya küllünü dinleyerek secde ederse...» denilmiştir. (Bu beyitteki «küllünü» tâbirlerinden birincisi ile vakit, ikinci «küllünü» ile ALLAH´tan gelen Kur´an kast edilmiştir). Bu beyt daha güzeldir. Çünkü ezanın vakit içinde okunmasını şart koşuyor. «Onun içinde» ifâdesindeki «o» zamiri vakte aittir. Secdeden muradın tilâvet secdesi olduğu açıklanıyor: zekât meselesi bahis mevzuu edilmiyor. Zira biliyorsun ki, bu mesele zâhir rivâyete aykırıdır. Tarsusî onu zikrettiği için «Nehir» sahibi kendisine itiraz etmiş ve, «Bu meseleyi ondan başka kimsenin andığını görmedim.» Bilâkis «Hâniye»de, «Zâhir rivâyete göre zekât vermekle Müslüman olduğuna hüküm verilmez.» «ibâresi vardır.» demiştir.

«İlan ederek» sözünden murad, Müslüman olduğuna şahidliği kabul edilecek kimselerin işitmesidir. Minarede yahud yüksek bir yerde okuyup da birçok kimselerin işitmesi değildir. Onun için ezanı seferde bile okusa sahih olur. Nitekim «Bezzâziyye»nin siyerinde şöyle denilmiştir. «Seferde olsun, evinde, yerinde olsun zimmînin ezan okuyup müezzinlik yaptığına şahidlik ederlerse Müslüman olur. Onu mescidde müezzinlik yaparken işittik derlerse Müslüman sayılmaz. O, müezzindir, demeleri gerekir. Çünkü bu onun âdeti olur ve bununla Müslüman olmuş sayılır. Bu sözü «Vehbâniye» şârihi İmam Muhammed´e nisbet etmiştir. Sonra bunun zâhirinden anlaşılan mânâ, müezzinliğin mutlaka o kimsenin âdeti olmasıdır. Lâkin «Bahır» sahibi Ezan bahsinde. «Bunun Hıristiyanlar hakkında olması gerekir. Başkalarının bizzat ezanı okumakla Müslüman olması icap eder.» diyor.

Ben derim ki: Ama biliyorsun, fiil ile Müslüman olmakta bir kâfirle diğeri arasında fark yoktur. İbni Vehbân´ın anladığı buna aykırıdır. Şu halde ya vakit içinde ezan okumanın Müslümanlığı kabul mânâsına gelmesi için, onun sözünün kayıt sayılması, yahud bunun yalnız İmam Muhammed´den bir rivâyet olduğunu kabul etmek lazım gelir. Teemmül et ve araştır!

«Secde etmesi gibidir.» ifâdesinden murad, tilavet secdesidir. H. Şârih´in, «Zekâtla dahi Müslüman olmayacağını ilâve et» sözünden maksatları kırda gezen hayvanlardan başka malların zekâtıdır. «Nehir»den bizim naklettiğimiz beyte göre ise maksût bütün nevileriyle zekâttır. Nitekim «Hâniye»nin zâhir rivâyeden mutlak olarak rivâyet etmesi de bunu gerektirir.

METİN

Namaz sırf bedeni bir ibâdettir. Onda asla niyabet (bedel) yoktur. Yani onda hacda sahih olduğu gibi bedenle niyâbet, ve oruçda pîr-ı fâniye fidye ile sahih olduğu gibi mal ile niyâbet sahih olmaz. Çünkü fidye, ancak şeriat sahibinin izniyle câiz olur. Burada böyle bir izin yoktur.

N A M A Z I N sebebi: Peş peşe gelen nimetler, sonra hitab, sonra vakittir. Yani edâ ilk cüz´ü bitişirse namazın sebebi vaktin ilk cüz´ü, bitişmezse edanın bitiştiği herhangi bir cüz´üdür. Edâ hiçbir cüz´e yetişmezse sebep vaktin son cüz´üdür. Velev ki vakit nâkıs olsun. Hatta vaktin sonunda ayılan deli ile baygına, temizlenen hayızlı ile nifaslıya, bâliğ olan sabiye ve Müslüman olan mürtede o namaz farz olur. Velev ki sabi ile mürted vaktin başında o namazı kılmış olsunlar.

İZAH

Namaz sırf bedenî bir ibâdettir. Zekât bunun hilâfına olarak sırf malî hac ise mürekkep, yani hem bedenî hem malîdir. Çünkü onda bedenle amel ve mal sarfı vardır. Namazda niyâbet yoktur. (birinin yerine başkası namaz kılamaz). Çünkü bedenî ibâdetten maksad, bedeni yormak, kötülüğü emir eden nefsi kahr etmektir. Bu, başkasının yapmasıyla olmaz. Mali ibâdet böyle değildir. Onda mutlak sûrette niyâbet geçerlidir. Yani ihtiyarî halde olsun iztırarî ve mecburî halde olsun câizdir. Zira nâibin yapmasiyle zekâttan maksat olan fakiri kayırma ve malı azaltma fiili hâsıl olmaktadır. Hacda da meşakkat mânâsına bakarak âciz halinde malı azaltmak suretiyle niyâbet câizdir. Bedeni yormaya bakarak ihtiyarî halde câiz değildir. Nitekim Başkası Nâmına Hac Babında izah edilmiştir.

Malûmun olsun ki oruçta şeyh-i fanînin (çok ihtiyar kimsenin) fidye vermesinin sahih olabilmesi için aczin ölünceye kadar devam etmesi şarttır. Ölmeden kazaya imkân bulursa kaza etmesi lâzım gelir. Nitekim Oruç Bahsinde gelecektir. H.

«Çünkü fidye ancak şeriat sahibinin izniyle caizdir.» cümlesi, namazda malı ile niyâbet geçmediğini ta´lildir. Bu sözde namazla oruç arasında fark bulunduğuna işâret vardır. Zira ikisi de sırf bedeni birer ibadettir. Ama oruçta çok ihtiyar kimsenin fidye vermesi sahih, namazda sahih değildir. Farkın vechi şudur: Oruçta fidyeyi biz kıyasa muhalif olduğu halde âyetin nassına tâbi olarak isbat ettik. Onun için usul-û fıkıh uleması buna «akıl ermeyen misl ile kaza» demişlerdir. Çünkü akla yatan kaza, bir şeyi kendi misli ile ödemektir. Bunu namazda isbat edemedik. Zira nass yoktur. Eğer, «Namazı kazadan âciz kalan bir kimse fidye ile ödenmesini vasiyet ederse siz de fidye vermenin vacip olduğunu söylüyorsunuz. işte nass olmadığı halde mal ile niyâbeti kabul ediyorsunuz demektir. Bu, oruca kıyasla olamaz. Çünkü kıyasa muhalif bir şeye başkası kıyas edilemez» dersen ben şöyle cevap veririm: Orucda fidyenin sabit olması iki ihtimalden hâli değildir. Ya aczle illetlendirilmiş; ya illetlendirilmemiştir. İlletlendirilmişse namazı ona kıyas etmek sahihtir. Çünkü illet her ikisinde mevcuttur. İlletlendirilmemişse kıyas doğru değildir. İllet hakkında şüphe hâsıl olunca bizde ihtiyaten «Namazda fidye vaciptir. Ancak bu fidye namazı ödemezse en azından bir hayır olur ve bir kötülüğü siler.» demişizdir.

Binaenaleyh vacibtir demek daha ihtiyatlıdır. Onun için İmam Muhammed, «Ona yeter inşallah» demiştir. Bunu kıyas yolu ile söylemiş olsa inşallah deyip Allah´ın dilemesine havale etmezdi. Nitekim kıyasla sabit olan hükümlerde usûl budur. Bu söylediklerim, Şârih´in «Menâr» şerhi üzerine yazdığım derkenarda anlattıklarımın hulâsasıdır.

Namazın hakiki sebebi: Kula peşi peşine verilen nimetlerdir. Çünkü nimeti verene teşekkür etmek hem şer´an, hem aklen vacibtir. Nimetlerin verilmesi vakit içinde olduğundan vakit Allah tarafından ve onun emriyle sebep yapılmıştır.

Taâlâ hazretleri, «Namazı güneşin zeval vaktinde kıl!» buyurarak vakti. namazın vücubuna sebep anlaşılmaktadır.

Vaktin sonunda Müslüman olan mürted hakkında dahi tahrime sığacak kadar zaman bulunması lâzımdır. Aslî kâfirin hükmü de mürted gibidir. Şârih´in hassaten mürtedi zikretmesi «Velev ki vaktin başında o namazı kılmış olsunlar.» diyebilmek içindir. Mürted hakkında bu namazın sureti şöyledir: Vaktin evvelinde Müslümandır. Farzı kılar; sonra mürted olur. (Dinden döner) daha sonra vaktin sonunda tekrar Müslüman olur. H.

Mürtedle sabînin o halleriyle vaktin evvelinde kıldıkları namaz kendilerinden farzı ıskat etmez. Zira sabinin kıldığı namaz nâfile olur. Mürtedin namazı ise dininden dönmekle hükümsüz kalır. H.

«Bahır» nam kitapta «Hulâsa»dan naklen şöyle denilmektedir: «Bir çocuk yatsı namazını kılar da sonra ihtilâm olur ve sabah namazına kadar uyanamazsa yatsıyı tekrar kılması icap eder. Muhtar olan kavil budur. Sabah namazından önce uyanırsa yatsıyı bilittifak kaza eder. Bu bir vakıadır. İmam Muhammed, bunu Ebu Hanîfe´ye sormuş; o da söylediğimiz şekilde cevap vermiştir».

METİN

Vakit çıktıktan sonra sebep bütün vakte izâfe olunur. Tâ ki vacip kemal sıfatiyle sâbit olsun. Asıl olan zaten budur. Ve deli ile sairlerine namazlarını kâmil vakitte kaza etmeleri lâzım gelir. Sahih olan kavil budur. Sabah namazının vakti tan yerinin başından başlayarak güneşin doğmasından az önceye kadardır. Tan yeri ufukta yayılan beyazlıktır. Uzunluğuna görünen beyazlık değildir. Musannıf´ın evvelâ sabah namazının vaktini bildirmesi, başında ve sonunda hilâf olmadığı içindir. Sabah namazını ilk kılan Adem Aleyhisselâm´dır. Beş vakit namazdan ilk farz oton da sabah namazıdır. İmam Muhammed öğle namazını başa almıştır. Çünkü öğle namazı ilk ortaya çıkan ve ilk beyan edilen namazdır. Vücup edanın keyfiyeti bilmeye bağlı olduğu aşikârdır. Bundan dolayıdır ki, Peygamberimiz (s.a.v.) Esrâ gecesinin sabahında sabah namazını kaza etmemiştir. Sonra acaba peygamber gönderilmezden evvel bir peygamberin şeriatiyle ibâdet eder mi idi? Bize göre muhtar kavil, etmediğidir. O sahih keşifle İbrahim aleyhisselâmın ve diğer peygamberlerin şeriatlarından kendine zahir olan hükümle amel ederdi. Hirâ dağında ibâdet ettiği doğrudur. «Bahır».

İZAH

Namaz kılmadan vakit çıkarsa kazasına sebep bütün vakit olur. Çünkü sebebi bütün vakte izâfe etmez de vaktin son cüz´ü alettayin sebeptir, dersen ikindide olduğu gibi bazı suretler de farzın noksan sıfatiyle sabit olması lâzım gelir.

«Asıl olan zaten budur.» cümlesinden murad, asıl olan, farzın kemal sıfatiyle sübutudur ki, o da sebebin bütün vakit olmasına ibtina eder demektir. T.

şârih´in. «Sahih olan budur.» dediği kavlin mukabili şudur: Bazıları, «Deli ve benzeri nâkıs vakitte ayılır; kadın nâkıs vakitte hayızdan temizlenir. mürted nâkıs vakitte Müslüman olursa onlar hakkında bu nâkıs vakit sebep olur. Çünkü sebebi bütün vakte izâfe etmek imkânsızdır. Bütün vakitte bunlar da ehliyet yoktu. Binaenaleyh böylelerin namazlarını başka bir nâkıs vakitte kaza etmeleri câizdir. Onların namazları nâkıs olarak farz olmuştur. Nâkıs olarak da kaza edilebilir.» demişlerse de sahih kavle göre bu câiz değildir. Çünkü haddi zatında vakitte bir noksanlık yoktur. Noksanlık o vakitte edâ etmekten doğar. Zira güneşe tapanlara benzer. Nitekim «Tahrir» sahibi bunu tahkik etmiştir. Tamamı ileride gelecektir.

Sabah namazını ilk defa Adem aleyhisselâm cennetten çıktıktan sonra kılmıştır. Yeryüzüne inince gece olmuş; Hazreti Adem daha önce böyle bir şey görmediği için korkmuş. Sabah aydınlanınca Allah´a şükür için iki rekât namaz kılmış. Musannıf buna ehemmiyet vererek işe sabah namazından başlamıştır.

Rahmetî, «Zâhire göre ilk farz kılınan namaz yatsıdır. Çünkü farz olmak vaktin sonu ile tahakkuk eder. Halbuki Esrâ hadisesi geceleyin olmuştu.» diyor.

Öğle namazının ilk ortaya çıkan ve ilk beyan edilen namaz olması, Cebrail aleyhisselam ertesi gün öğle namazında gelerek Peygamber (s.a.v.)e imam olduğu içindir. Sabah namazında imam olması başka bir günde idi. Bu meselede iki rivayet vardır. Bunların daha meşhur olanına göre imam olmaya öğle namazında başlamıştır. Nitekim «Ebu´s-Suûd»da da böyledir.

«Vücup, edânın keyfiyeti bilmeye bağlı olduğu âşikardır». Yani edânın farz olması onu nasıl yapacağını bilmeye bağlıdır. Bu cümle mukadder bir sualin cevabıdır.

Sual şudur:

Sabah namazı beş vaktin içinde ilk farz kılınan namaz ise Peygamber (s.a.v.) Esrâ gecesi kendisine farz kılınan bu namazı ertesi sabah neden terk etti?

Cevap: Bu namaz farz da olsa nasıl edâ edeceğini bilmeden kılması farz değildir. Çünkü mücmel bir söz beyan edilmeden önce derhal onun hak olduğuna itikad etmesi hususunda imtihan mânâsı ifâde eder. O sözle amel, mânâ beyan edildikten sonra farz olur. Nitekim bunu usul-i fıkıh uleması izah etmişlerdir. Binaenaleyh farz olmakla hemen edâsı lâzım gelmez. Bunun benzeri özürlü kimsenin orucudur. Özürlüye oruç farzdır; fakat edâsı farz değildir. Bazıları bu suale, «Peygamber (s.a.v.) uyuyordu. Uyuyan kimseye farz olan bir şey yoktur.» diye cevap vermişlerse de «Nehir» sahibi, «Bu cevap reddedilmiştir. Çünkü uyku gibi bir şeyle özürlü bulunan kimseye kaza lâzım geldiğine icmâ´ vardır.» demiştir.

FER´i BİR MESELE: Uyuyan kimsenin vaktin evvelinde uyanması icap etmez. Vakit daralınca uyanması vacibtir. Bunu «Eşbah» şerhinde Bîrî, «Bedâyî»den, o da usul kitaplarından nakletmiştir. Bîrî, «Biz bunu furû kitaplarında görmedik. Bunu ganimet bil!» demiştir.

Ben derim ki: Bu ifâde söz götürür. Çünkü ulema uyuyan kimseye edâ varz olmadığını ittifakla açıklamışlardır. Şu halde uyanması nasıl farz olabilir? Müslim «Mola» kıssasında Ebu Katâde´den şu hadîsi rivâyet etmiştir: «Peygamber (s.a.v.), uykuda tefrit yoktur. Tefrit ancak namazı diğerinin vakti girinceye kadar geciktirmendir, buyurdular».

Kitabımızın asıl nüshasında uyanmak yerine «uyandırmak» denilmiştir. (Yani uyanması icap etmez değil, uyandırmak icap etmek ilh... şeklindedir.) Yeminler Bahsinde göreceğiz ki, bir kimse, hiçbir namazı vaktinden geçirmeyeceğine yemin eder de uyur ve sonra kaza ederse yemininin bozulmadığı söylenmiştir. Bunu Bâkânî beğenmiştir. Lâkin «Bezzâziyye»de şöyle deniliyor: «Sahih olan şudur: Bu adam vakit girmeden uyumuş da vakit çıktıktan sonra uyanmışsa yemini bozulmaz. Vakit girdikten sonra uyumuşsa bozulur». Bu ibâre o kimsenin vakit girmeden uyumakla namazı geciktirmemiş olmasını iktiza eder. Buna göre günahkâr olmaz. Günahkâr olmayınca uyanması da vacip değildir. Çünkü vacip olsa namazı geciktirmiş sayılır ve günahkâr olurdu. Vakit girdikten sonra uyuması böyle değildir. Bîri´nin söylediklerini buna hamletmek mümkündür.

Hanefîlerce muhtar olan kavle göre Peygamber (s.a.v.), peygamber olarak gönderilmezden önce hiçbir peygamberin şeriatiyle amel etmemiştir.

Ekmelî´nin «Tahrir»inde bu söz ulemamızın muhakkiklerine nisbet edilmiştir. Ekmelî şöyle diyor: «Çünkü Rasulullah (s.a.v.) peygamber olmazdan evvel nübüvvet makamında olup hiç bir peygamberin ümmetinden değildi...» Bu sözü «Nehir» sahibi dahi cumhur-u ulemaya nisbet etmiştir. Muhakkik İbni Hümâm «Tahrir» nâmındaki eserinde Peygamberimizin şeriat olduğu sabit şeylerle ibâdet ettiğini söylemiş. yani hassaten bir şeriatı iltizam etmiş değildi. Kendisi de onların kavminden değildi, demek istemiştir. Meselenin tamamını Taharet Bahsinin başlarında anlatmıştık.

HİRÂ: Mekke´ye üç mil mesafede bulunan bir dağdır. «Mevahib-i. Ledüniyye» de şöyle deniliyor: «İbni İshak ve başkalarının rivâyetine göre Peygamber (s.a.v.) her sene Hira dağına çıkar; bir ay orada ibadet ederdi. Bence bu ibâdet insanlardan uzaklaşma, sırf ALLAH´a yönelme ve tefekkür nevilere şâmildi. Bazen ulemadan rivâyet olunduğuna göre ise Hirâda onun ibâdeti tefekkürden ibâretti». Kısaltarak alınmıştır.

Tanyeri, ufukta yayılan beyazlıktır. Buna delil Müslim ile Tirmizî´nin rivâyet ettikleri ve lâfzı Tirmizi´ye ait olan şu hadîstir: «Sakın Bilâl´ın ezanı ve uzunluğuna görünen fecir sizi sahur yemeğinden men etmesin. Lâkin ufukta yayılan fecir manidir». Şu halde muteber olan fecr-i sâdıktır. Fecr sâdık: Ufukta yayılan, yani ziyası gökyüzüne dağılan fecrdir. Fecr-i kâzib, muteber değildir. Fecri kâzib, gökyüzünde kurd kuyruğu gibi uzayan fecirdir. Ondan sonra yine karanlık basar.

FAİDE: Allâme şeyh Halil el-Kâmilî, Dağıstânî Ali Efendi´nin «Usturlap» risâlesi üzerine yazdığı derkenarda iki fecir ve kezâ iki şafak arasında sadece üç derece fark olduğunu söylemiştir.

İki şafaktan murad, kızıllık ile beyazlıktır.

neslinur
Wed 24 March 2010, 04:10 pm GMT +0200
METİN

Öğlenin vakti güneşin zevalinden yani gökyüzünün ortasından batıya meylettiği zamanda gölgenin iki misli olduğu ana kadardır. İmam A´zam´dan bir rivâyete göre´ bir misli oluncaya kadardır ki, İmameyn ile Züfer´in ve eimme-i selâsenin kavilleri de budur. İmam Tahavî, «Biz bununla amel ederiz.» demiştir. Gurerü´l-Ezkâr da, «Amel edilen kavil budur.» denilmiş; «Burhan» sahibi dahi, «En makbul kavil budur. Çünkü Cibril beyan etmiştir. Bu babta nass odur.» demiştir. «Feyz» nam kitapta, «Bugün bununla amel olunmaktadır. Ve bununla fetva verilir.» deniliyor.

Zeval anındaki gölge bunda dahil değildir. Bundan murad, eşyanın zevâlden az önceki gölgeleridir. Bu gölge zaman ve mekâna göre değişir. Bir kimse yere dikecek bir şey bulamazsa kendi boyu ile ölçer. Bir boy kendi ayağı ile altı buçuk ayaktır. Ayak, baş parmağının ucundan başlayarak ölçülür.

İZAH

Öğlenin vakti güneşin zevalinden gölgenin iki misli olduğu ana kadardır. İmam A´zam´dan gelen zahir rivâyet budur. «Bedâyi», «Muhit» ve «Yenâbî» sahipleri, «Sâhih olan budur.» demişlerdir. «Gıyaniye»de, «Muhtar olan budur». İmam Mahbûbî de bu kavli tercih etmiştir. Kâsım´ın «sahihtir» sözünü Nesefî ile Sadrı´ş-Şeria buna yormuşlardır. Metin sahipleri ve şârihler bunu tercih ve kabul etmişlerdir. Tahâvî´nin «Biz. İmameyn´in kavli ile amel ederiz.» sözü mezhebin bu olduğuna delâlet etmez. «Feyz» sahibinin, «İkindi ile yatsıda İmameyn´in kavli ile fetva verilir.» sözü yalnız yatsıda kabul edilir. Ve itirazdan hâli değildir. Meselenin tamamı «Bahır»dadır. İmam A´zam´dan bir rivayete göre de eşyanın gölgesi bir misli olunca öğlenin vakti çıkar; fakat iki misli olmadıkça ikindinin vakti girmez. Bunu Zeyleî ve başkaları söylemişlerdir. Şu halde bir misli ile iki misli arasında muhmel vakit var demektir. «Burhan» sahibinin, «Bu babta nass odur.» Yani Cibril´in beyanıdır, sözüne karşı şöyle denilir: Deliller müsavidir. İmam A´zam´ın delilinin zaif olduğu meydana çıkmış değildir. Bilakis onun delilleri de kuvvetlidir. Nitekim mufassal kitaplara ve «Münye» şerhine müracaat edilirse anlaşılır. Her «Bahır» da şöyle denilmiştir:

«İmam A´zam´ın kavlinden İmameyn´in yahud onlardan birinin kavline geçilemez. Ancak delilinin zaifliği, yahud «Muzaraa»da olduğu gibi teamülün onun aksine olması hallerinde zaruretten dolayı geçilebilir. Velev ki ulema fetvânın İmameyn kavline göre olduğunu açıklasınlar. Nitekim burada da öyledir». «Bugün bununla amel olunmaktadır.» ifadesiyle birçok memleketlerde denilmek istenmiştir. En iyisi «Sirâc»ın Şeyhu´l -İslâm´dan naklettiği şu sözdür: «İhtiyat, öğleyi gölge bir misli oluncaya kadar geciktirmemek, ikindiyi de iki misli olmadan kılmamaktır. Tâ ki bu iki namazı bilittifak vakitlerinde edâ etmiş olsun. Düşün!

İkindiyi gölgenin iki misli olduğu zamana geciktirmekten cemaate yetişememek lâzım gelirse geciktirmek mi evlâ olur geciktirmemek mi? Zâhire göre geciktirmek evlâdır. Hatta İmam A´zam´ın kavlini tercih gerektiğine inanan kimse için bu lâzımdır. Teemmül et!

Bilâhare «Münye» şerhinin sonunda bazı fetva kitaplarından naklen şöyle denildiğini gördüm: «Bir kimse mahallesinin imamı ise yatsıyı beyaz şafak kayıp olmadan kılar. Efdal olan yalnız başına kılarsa onu beyazlıktan sonra kılmaktır.»

Zeval anındaki gölge uzunluk kısalmak veya tamamen bulunmamak hususlarında zaman ve mekâna göre değişir. Nitekim bunu Halebî izah etmiştir.

Şârih, «Yere dikecek bir şey bulamazsa» sözüyle dikecek değnek bulunduğu takdirde zevalden önce onu yere dikmesi gerektiğine işâret etmiştir. Değneği diktiğinde gölgenin ona doğru dönmesini bekler. Gölge artmaya başlayınca artmazdan önceki miktarını beller. İşte zevâl gölgesi budur. H.

İmam Muhammed´den bir rivâyete göre kıbleye karşı ayakta durur. Güneş sol kaşının üzerinde ise henüz zeval yoktur. Sağ kaşının üzerine gelince zeval olmuştur. «Miftah» sahibi bu kavli «İzah» nam kitaba nisbet ederek şöyle demiştir: «Bu kavil ile amel «Mebsut»tan naklettiğimiz değnek dikmek işinden daha kolaydır». «İsmail».

Gölgeyi kendi boyu ile ölçmek şöyle olur: Düz bir yerde başı açık ve yalın ayak güneşe yahud kendi gölgesine karşı ayakta durur; ve yukarıda geçtiği şekilde zeval gölgesini tesbit eder. Vaktin sonunda tekrar ayakta durarak oradakilerden birine gölgesinin bittiği yere bir nişan dikmesini söyler. Gölgenin uzunluğu zeval gölgesinden ayrı olarak bu yönün iki veya bir misli olmuşsa öğlenin vakti çıkmış; ikindinin vakti girmiştir. Nişan dikilmezse onun yerine kendi ayağı ile altı buçuk ayak yer ölçer. Yedi ayak yer ölçer diyenler de vardır.

«Ayak, baş parmağının ucundan başlayarak ölçülür.» sözü ile Şârih, iki kavlin arası bulunduğuna işaret etmiştir. Çünkü ulemadan bazıları, «Her insanın boyu kendi ayağı ile altı buçuk ayak uzunluğundadır.» demişlerdir. Tahtavî umumiyetle ulemanın yedi ayak dediklerini söylemiştir. Zâhidî, «Bunların orasını bulmak mümkündür. Yedi ayak, bacak tarafından, altı bucuk ayak ise baş parmağın ucundan başlanarak ölçülür. Taâlâ da buna işaret etmiştir.» diyor. «Hilye».

Ben derim ki: Bunun izahı şöyledir: Ayakta duran bir kimse sol ayağının üzerine basar. Sonra sağ ayağını ileri atarak onun topuğunu sol ayağının baş parmağının ucuna koyar. Sonra aynı şekilde sol ayağını ileri atar ve altı defa tekrarlar. Eğer bacak tarafından yani ilk defa üzerine bastığı sol ayağının ökçe tarafından saymaya başlarsa yedi ayak olur. Başparmağının ucundan başlarsa altıbuçuk ayak olur. Vechi şudur: Maksat boyun uzunluğunu ölçmektir. Buna yüz tarafından başlanırsa başlangıç noktası ayağın yarısı, başın arkasından başlanırsa başlangıç noktası ökçenin kenarı olur. Birinci şekli itibara alan kimse üzerinde durduğu ayağın yarısını, ikinciyi itibara alan mezkûr ayağın tamamını gözönüne alır. Bu ayak yedi olarak takdir edilmiştir. Hangisini itibara alırsa alsın maksat birdir. Bizim bu söylediklerimiz «Mikât» kitaplarından birinde gördüklerime uygundur. Gördüklerimin hulâsası şudur:

O kimse üzerinde durduğu ayağın bütününü hesap ederse yedi ayak; yarısını hesap ederse altı buçuk ayak olur. Anla!

METİN

İkindinin vakti gölgenin iki misli olmasından güneşin batmasına az kalıncaya kadardır. Güneş batar da sonra tekrar görünürse vakit avdet eder mi? Zâhire göre evet avdet eder. Mezhebimize göre orta namaz ikindidir. Akşam namazının vakti güneşin batmasından şafak kayıp oluncaya kadardır. İmameyn´e göre şafak kızıllıktır. Eimme-i selâse´nin kavilleri de budur. İmam A´zam dahi bu kavle dönmüştür. Nitekim «Mecmâ» şerhlerinde ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir.

Yatsı ile vitir namazının vakti şafakın kayıp olmasından sabaha kadardır. Lâkin vitir namazını yatsıdan önce kılmak sahih olmaz. Meğer ki unutarak kılmış ola. Zira tertip vacibtir. İmam A´zam´a göre yatsı ile vitirin ikiside farzdır.

İZAH

Şârih´in, «Zâhire göre evet avdet eder.» sözü «Nehir» sahibinin yaptığı bir incelemedir ve şöyle demiştir: «Şâfiîlerin bildirdiklerine göre vakit geri döner. Çünkü Peygamber (s.a.v.), Hazret-i Ali´nin dizinde uyumuş ve güneş batmıştı. Uyandığında AIi ikindinin vaktini geçirdiğini söyleyince, Ya Rabbî! O senin ve Rasulünün taatında idi. Güneşi ona iade et! diye dua etmiş. Bunun üzerine güneş geriye dönerek Hazret-i Ali ikindiyi kılmıştı. Vak´a Hayber´de geçmişti. Bu hadîsi Tahavî ve Kaadî lyâz sahihlemiş; içlerinde Taberânî de bulunan bir cemaat onu güzel bir isnatla tahriç etmişlerdir. İbni Cevzî gibi onu uydurma sayanlar hata etmişlerdir. Bizim kaidelerimiz bunu reddetmez».

Halebî diyor ki: «Bu iş, Allah´ın dirilttiği ölüye benzer gibidir. Dirilen ölü vârislerinin eline geçen malından kalanı alır. Ve kendisine diri hükmü verilir. Acaba bu. kıyametin büyük alâmetlerinden biri olan güneşin batıdan doğmasına da şâmil midir? Bir düşün!

Tahtavî diyor ki: «Anlaşıldığına göre ona bu hüküm verilemez. Çünkü güneş .battığı anda tekrar doğarsa bu hüküm ancak o zaman sabit olur. Nitekim hadîsteki vak´a da böyle olmuştur. Güneşin batıdan doğması ise tamamen bir gece geçtikten sonra olacaktır».

Ben derim ki: Şu da var: Şeyh İsmail Nablusî, «Nehir» sahibinin Şâfiilere uyarak yaptığı incelemeyi reddetmiş ve şunları söylemiştir: «Şafağın kaybolmasiyle ikindi namazı kazaya kalır. Güneşin geriye dönmesi onu edâya çeviremez. Hadîste bildirilen Vak´a Hazret-i Ali´ye mahsustur. Nitekim Rasûlüllah (s.a.v.)´in, o senin ve Rasulunün taatında idi, buyurması da*bunu ifâde eder».

Ben derim ki: Birinci kavli, yani güneş tekrar geri dönerse vakit de avdet eder diyenlerin sözüne göre güneş geri dönmeden iftar edenlerin orucu bozulmak lâzım geldiği gibi vaktin dönmesini kabul edersek güneşin geri dönmesiyle herkesin kıldığı akşam namazının da bâtıl olması icap eder, Allahü â´lem.

Üç imamımızdan nakledildiğine göre orta namaz ikindidir. Tirmizî ve başkaları eshab-ı kiramın umumu ile sair ulemadan ekseriyetin kavlı bu olduğunu söylemişlerdir. İkindiye orta namaz denilmesi iki gündüz namazı ile iki gece namazının ortasında bulunduğu içindir. Bu kavli sahih hadîslerle istidlâlin tamamı «Hılye»nin baş tarafındadır. Halebî, «Bu kavil «Vahbaniye» ve şerhinde zikredilen yirmi üç kavilden biridir.» diyor.

Şafak meselesinde İmam A´zam, İmameyn´in kavline dönmüştür. İmameyn´in kavli İmam Azam´dan da rivâyet olunmuştur. «Mecmâ» sahibi fetvânın bu rivâyete göre olduğunu açıklamış; fakat «Fetih»te bu söz reddedilerek, «Buna ne rivayet müsaittir ne dirayet! ilh...» denilmiştir.

«Fetih» sahibinin tilmîzi allâme Kâsım «Tashihü´l-Kudûrî»de «İmam A´zam´ın döndüğü sabit olmamıştır; çünkü üç imamımızdan bu güne gelinceye kadar bütün ulema bu iki kavli rivayet edegelmişlerdir. Eshâb-ı kiramın umumu bunun hilâfiyle amel etmişlerdir. İddiası rivayetin aksinedir.» diyor. «ihtiyar»da, «şafak beyazlıktır, deniliyor» ve bu kavil Hazret-i Ebu Bekir´le Muaz b. Cebel ve Aişe (r.a.) hazeratının mezhebi olduğu bildiriliyor.

Ben derim ki: Bunu Abdürrezzak, Ebu Hureyre ve Ömer b. Abdül´-aziz´ den de rivâyet etmiştir.

Beyhakî kızıl şafakı İbni Ömer´den başka kimseden rivayet etmemiştir. Tamamı «İhtiyar»dadır. Haberler ve eserler birbirine zıd düşünce akşam namazının vakti şüphe ile çıkmaz. Nitekim «Hidâye» ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Böylece İmam A´zam´ın kavli esah olduğu sübût bulur...

«Bahır» sahibi de bu yoldan yürümüş ve bu kavli evvelce kendisinden naklettiğimiz şu sözüyle te´yit etmiştir: «İmam A´zam´ın kavlinden ya delilinin zayıflığı yahud hilâfına teamül bulunmak gibi bir zaruretten başka hiç bir suretle vazgeçilemez. Lâkin bugün bilumum memleketlerde teâmül İmameyn´in kavline göredir». «Nehir» sahibi dahi «Nikâye», «Vikâye», «Dürer», «Islah», Durerü´l-Bihar», «İmdâd», «Mevahip», «Şerh-i Burhan» ve diğer kitapların sahiplerine uyarak onu te´yit etmiştir. Bu zevat fetvanın İmam A´zam kavline göre olduğunu açıklamışlardır. «Sirac»ta, «İmameyn´ in kavli daha kolaylık, İmam A´zam´ın kavli ise daha ihtiyattır». deniliyor. Allahu ´lem.

T E N B İ H: Az yukarıda arzettik ki, iki şafak arasında uç derecelik fark vardır. Nitekim iki fecir arasındaki fark da budur. Bellenmelidir.

Şârih´in «Lâkin vitir namazını yatsıdan önce kılmak sahih olmaz.» sözü mukadder bir suale cevabtır. Sual şudur:

Vakit girdikten sonra vitiri evvel kılmak neden câiz olmasın? O da bu cevabı vermiştir. Çünkü vitirin evvel kılınması vakit girmedi diye değil, tertip lâzım olduğu için câiz değildir. Bu cevap İmam A´zam´ın kavline göredir. İmameyn´in kavline göre vitir yatsıya tâbi olduğu için evvel kılınamaz. Bu hilâfın eseri şurada kendini gösterir: Bir kimse unutarak vitiri yatsıdan önce kılar da sonra onu abdestsiz kıldığını hatırlarsa İmam A´zam´a göre tekrar kılmaz. İmameyn´e göre kılar. «Nehir», Şarih üçüncü ıskat eden şekli söylememiştir. O da kaza namazlarının altı olmasıdır. Araştırmalıdır.

İmam A´zam´a göre yatsı ile vitirin ikisi de farzdır, ancak yatsı kat´î farz, vitir amelî farzdır. Bu cümle metindeki iki hükmün ta´lilidir. Birinci hüküm vitir ve yatsının şafakla sabah namazı arasında kılınması ve bu vaktin her ikisi için vakit olması, ikinci hüküm, vitiri yatsıdan evvel kıllarsa, unutarak kıldığı takdirde tertibin sâkıt olması, kasden kılarsa mevkuf bâtıl olmasıdır. Tafsilâtı Kaza Namazları Bahsinde gelecektir, H.

METİN

Kutublarda olduğu gibi yatsı ile vitirin vakti bulunmayan yerlerde yaşayan kimse bunların her ikisi ile mükelleftir. Meselâ, Bulgar´da böyledir. Çünkü orada şafak kayıp olmadan fecir doğar. Bu, kışın kırk gününde olur. Şu halde yatsı ile vitir için vakit takdir eder. (Ayırır) ama vakit bulunmadığı için kazaya diye niyetlenmez. «Burhan-ı Kebîr» sahibi bununla fetva vermiştir. Kemâl, bunu tercih etmiş; İbni Şıhne de «EIgâz» adlı eserinde ona tâbi olmuş ve bu kavli sahih bulmuştur. Musannıf da mezhebin bu olduğunu zannetmiştir.

İZAH

Bulgar: Şimâlde Rusların karanlık ve pek soğuk bir şehridir. «Çünkü orada şafak kayıp olmadan fecir doğar.» ifadesi orada yalnız yatsı ile vitirin vakti bulunmamasını iktiza eder. Halbuki öyle değildir. Orada sabah namazının da vakti yoktur. Zira sabah namazının vakti fecrin doğmasiyle başlar. Fecrin doğması ise daha evvel karanlık bulunmasını gerektirir. Halbuki şafak mevcud oldukça karanlık yoktur. Bunu Halebî söylemiştir.

Ben derim ki: Mezhep ulemasının aralarında hilâf yalnız yatsı ile vitrin farz olup olmaması hususunda nakledilmiştir. Bu surette hiç birinin sabah namazı kaza edilir, dediğini görmedik. Onların ibârelerinde göze çarpan buna fecir adını vermeleridir. Çünkü onlara göre fecir, yukarıda geçen sahih hadîse muvafık olarak ufukta yayılan beyazlığın ismidir. Ondan önce karanlık bulunması şart değildir. Şu da var ki biz burada karanlık bulunmadığını teslim etmiyoruz. Sonra Tahtavî´nin de bunun gibi şeyler söylediğini gördüm.

«Bu, kışın kırk gününde olur.» ifâdesi yanlıştır. Doğrusu «yazın kırk gününde olur.» şeklindedir. Nitekim «Bakanî»de de böyle denilmiştir. «Bahır» ve diğer kitapların ibâreleri, «Senenin en kısa gecelerindedir.» tarzındadır. Meselenin tamamı «Hılye»dedir. Nehir sahibinin «Senenin en kısa günlerindedir.» demesi bir kalem hatasıdır. Şârihi yanıltan da odur.

«Şu halde yatsı ile vitir için vakit takdir eder.» ifadesi sırf metinden ibaret olan nüshalarda mevcud, «Mineh»de mevcud değildir. Ondan önce «Feyz» sahibinden başkasının bir ifâdeyi zikretmediğini görmedim. «Feyz» sahibi şöyle demiştir:

«Şafak kayıp olmadan fecir doğan bir yerde bulunurlarsa kendilerine yatsı namazı farz olmaz. Çünkü sebep yoktur. Bazıları, farz olur ve vakti takdir eder, demişlerdir». Şimdi söz takdirin mânâsındadır.

«Feyz»in ibâresinden öyle anlaşılıyor ki, murad yatsının kazası, vücubuna sebep olan vakit mevcud takdir edilmekle olur, demektir. Nitekim aşağıda geleceği vecihle deccalin günlerinde de vaktin mevcudiyeti takdir edilecektir. Çünkü sebepsiz farz olmaz. Şu halde «vakit takdir edilir.» demesi birinci kavildeki «sebep bulunmadığı için» ifâdesine cevap olur. Hulâsası şudur:

Biz hakikî sebebin bulunması lüzumunu kabul etmiyoruz. Sebebin takdiri kâfidir. Nitekim deccalin günlerinde de takdir edilecektir. Buradaki takdirden murad Şâfiilerin söylediği de olabilir. Onlara göre kutublarda yaşayanların hakkında yatsının vakti, bulundukları yere en yakın memlekette şafak kayıp olacak kadar takdir edilir. Birinci mânâ daha açıktır. Nitekim «Fetih» sahibinin aşağıdaki sözlerinden de anlayacaksın. O bu meseleyi deccal günleri meselesine ilhak etmiştir. Bir de bu mesele hakkında ulemamızdan üç zat arasında ihtilâf nakletmişlerdir. Bunlar Bakâli, Hulvanî ve Burhan-ı Kebîr´dir. Bakâlî farz olmadığına fetva vermiştir. Hulvanî vaktiyle kaza lâzım geldiğine fetva verirmiş, sonra Bakâlî´ye birini göndererek beş namazdan birini icra etmeyen kâfir olur mu? diye sormuş. Bakâlî soran zata, elleri ayakları kesik olan bir kimse için abdestin farzları kaçtır? demiş. Üçtür; çünkü diğerlerine mahal yoktur; cevabını verince Bakâlî, «İşte namaz da öyledir» demiş. Hulvânî bu sözü duyunca beğenmiş ve Bakâlî´nin sözüne dönerek kaza lâzım değildir, demekle başlamış. Burhan-ı Kebîr´e gelince: O, farz olduğuna kâildir. Lâkin Zahiriyye ve diğer kitaplarda sahih kavle kazaya niyet edilmeyeceği bildirilmiştir. Zira edânın vakti yoktur. Zeyleî buna itiraz ederek şunları söylemiştir: «Sebep bulunmadan farz olmak düşünülemez. Bir de o kimse kazaya niyet etmezse bizzarure edâ olur. Edâ ise vaktin farzıdır. Buna hiçbir kimse kail olmamıştır. Çünkü fecir doğduktan sonra yatsının vakti bilittifak kalmaz». Şu da var ki, kutup memleketlerinin bazılarında güneş batar batmaz fecir doğar. Nitekim «Zeyleî» ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Binaenaleyh fecirden önce edâya elverişli bir vakit yoktur. Bunu öğrendikten sonra anlarsın ki. farzdır diyenler, kaza suretiyle farz olduğunu söylemişlerdir. Eda suretiyle farzdır dememişlerdir.

Yaşadıkları yere en yakın olanına itibar edilse, kendilerine yatsı için itibar ettiğimiz vaktin hakikat olması, bu vakitte kılınan yatsının edâ sayılması lâzım gelir. Halbuki ulemamızdan vücûba kâil olanlar bunun kaza olacağını açıklamışlardır. Edânın vakti yoktur. Kezâ orada yaşayanların fecrini, kendilerine en yakın yerde şafak kayıp olacak kadar farzedersek onlar hakkında yatsı ve sabah namazlarının vakitlerinin birleşmesi yahud vakit yalnız yatsınındır dersek fecir doğmakla sabah namazının girmemesi ve yatsının gündüz namazı olması, vaktinin ancak fecir doğduktan sonra girmesi lâzım gelir. Bu, sabah namazının vaktinin ancak onların güneşi doğduktan sonra girmesine de müeddî olur. Bunların hiçbirini akıl kabul etmez. Binaenaleyh aksini isbat edecek bir naklî delil bulunmadıkça takdirin mânâsı hususunda bizim söylediklerimiz aynen kabul edilir. Şâfiîlerin mezhebi bizim mezhebimiz aleyhine hüküm veremez´. Sonra «Hılye»de gördüm ki Şâfiîlerin kavlini zikretmiş ve ona itirazda bulunarak, «Deccal hadîsinin zâhiri hassatan o belde hakkında takdir yapılacağını ifâde ediyor. Çünkü vakit birçok memleketlere göre değişir.» demiştir. Bu da bizim söylediklerimizi te´yit eder. Hamd Allah´a mahsustur. Anla!

Şârih´in «kazaya diye niyetlenmez.» sözüne «Zeyleî»nin itiraz ettiğini az yukarıda gördük. Binaenaleyh «Burhân-ı Kebîr´in sözünü kaza vacibtir mânâsına hamletmek tayin eder. Nitekim Hulvanî de buna kâildi. Şöyle de denilebilir: Edâ ve kazâ olmasına mâni yoktur. Zaten ulemadan bazıları. «Vaktin bir kısmında kılınan eda bir kısmındaki kaza olur.» demişlerdir. Lâkin «Muhit» ve diğer kitaplarda bildirildiğine göre namazın bir kısmı vaktin içinde. bir kısmı dışında kılınırsa vakit içindeki edâ, dışındakine kaza denilir. Bu, her cüz´ün yapıldığı zamana göre olur. Anla!

METİN

Bazıları kutuplarda yaşayanların yatsı ve vitirle mükellef olmadıklarını söylemişlerdir. Çünkü sebepleri yoktur. «Kenz». «Dürer» ve «Mültekâ sahipleri buna cezmen kâil olmuşlardır. Bakâlî bununla fetva vermiş; Hulvanî ile Merginânî de ona uymuşlardır. Şurunbulâlî ile Halebî dahi bunu tercih ederek sözü uzatmış ve Kemâl´in sözlerini reddetmişlerdir.

Ben derim ki: Kemâl´in söylediklerine deccal hadîsi müsaid değildir. Çünkü meselâ, üç yüz öğleden fazlası bile zevalden önce farz olsa bizim meselemiz gibi değildir. Zira deccal hadîsinde mevcud olmayan zaman değil, alâmettir. Meselemizde ise her ikisi (yani hem alâmet hem zaman) yoktur.

İZAH

Kemâl´in söyledikleri şunlardır: «Yatsı için vakit olmayan yerlerde yaşayanlar için Bakâlî yatsının farz olmadığına fetva vermiştir. Çünkü sebep yoktur. Nitekim elleri dirseklerinden kesilmiş olan kimseye abdestte ellerini yıkamak farz değildir.

Düşünen bir kimse farz yerinin bulunmaması ile uydurma sebep bulunmaması arasında fark olduğunda şüphe etmez. Uydurma sebep haddi zatında sabit olan gizli vücube alâmet yapılmıştır. Kezâ düşünen bir kimse bir şeyi bildiren birçok deliller olabileceğinde de şüphe etmez. Bir şeye delil bulunmaması o şeyin yokluğuna delâlet etmez. Çünkü başka bir delil bulunması câizdir. Burada başka delil bulunmuştur. O da İsrâ hadislerinin ittifak ettiği beş namazdır.

Allah Taâlâ evvelâ elli namaz emir etmiş; sonra bu iş bütün beldeler halkı için umumî bir şeriat olmak üzere beşte karar kılmıştır. Bu hususta hiçbir belde ile diğeri arasında fark yoktur. Bir deli! de deccal hadîsidir.

Deccal hadîsi şudur: Peygamber (s.a.v.) deccali andı. Biz onun yeryüzünde ne kadar kalacağını sorduk. Kırk gün kalacak. Bir gün bir sene kadar, bir gün bir ay kadar, bir gün bir hafta kadar, sâir günleri de sizin günleriniz kadar olacak, buyurdular. Biz, ya Rasulallah! Bir sene kadar olacak o günde bize bir günün namazı yetecek mi? diye sorduk, Hayır, o gün için miktar ayırın! buyurdular. Bu hadîsi Müslim rivâyet etmiştir. Hadîsi şerif gölge bir misli veya iki misli olmazdan önce üçyüzden fazla ikindi namazının farz olduğunu bildirmiştir. Diğerlerini de ona kıyas et! Bundan anlıyoruz ki, haddi zatında farz olan umumi şekilde beş namazdır. Ancak onları bu vakitlere tevzî şekli vaktin bulunmasına bağlıdır. Vakit yok diye vücub da ortadan kalkmaz. Keza Peygamber (s.a.v.). «Beş namaz ki ALLAH onları kullara forz kılmıştır» buyurmuştur.

Burhan-ı Halebî´nin «Münye» şerhinde söyledikleri de şunlardır: «Cevaben şöyle demelidir: Namaz işi beş vakit olacağında karar kıldığı gibi vücub işi de onun birtakım sebep ve şartları olacağında karar kılmıştır. Bunlar bulunmadıkça vücub yoktur. Eğer sen, «Umumî bir şeriat olmak üzere ilh...» sözünden her kimde sebep ve şartları bulunursa ona şâmildir mânâsını kasdettin ise kabul ederiz. Ama bunun sana bir faydası yoktur. Çünkü bahsettiğimiz kimseler hakkında bu sebep ve şartların bazısı yoktur. Mutlak surette her Allah´ın gününde her mükellefe teker teker âmm ve şâmildir mânâsını kasdettin ise bâtıl olduğu meydandadır. Zira hayızlı bir kadın güneş doğduktan sonra temizlenirse o gün kendisine ancak dört vakit namaz farz olur. Öğlenin vakti çıktıktan sonra temizlenirse o gün kendisine yalnız üç vakit namaz farz olur. Diğer vaktiler de böyle hesap edilir. Günün azında veya çoğunda temizlenirse bir gün bir gecenin bütün namazlarını kaza etmesi lâzım gelir. Çünkü namazlar her mükellefe beş olarak farz kılınmıştır diyen tek kimse yoktur.

Şâyed, hayızlı hakkında vücub ertelenmiştir. Çünkü şartı yoktur. Vücubun şartı hayızdan temiz bulunmasıdır, dersen biz de deriz ki: Bu kimseler hakkında da vücub ertelenmiştir. Çünkü şart ve sebebi yoktur. Bundan murad vakittir. Bundan daha açık olmak üzere kâfirin Müslüman olmasını söyleyebiliriz. Kâfir, günün az veya çok kısmı geçtikten sonra Müslüman olursa o günün bütün namazlarını kılması icap eder. Çünkü namazlar her mükellefe beş olarak farz kılınmıştır; diyen tek bir kimse yoktur. Halbuki şartın. yani İslâmiyetin bulunmaması kendi taksiri neticesidir. Ötekilerde böyle bir taksir yoktur.

Bu meseleyi deccal hadîsindekine kıyas etmek doğru değildir. Çünkü sebep vâz etmek hususunda kıyasın te´siri yoktur. Teslim etsek bile bu ancak kıyasa muhalif olmayan yerlerde câizdir. Hadîs-i şerif kıyasa muhaliftir.

Şeyh Ekmele´d-Din´in «Muşârik» şerhinde naklettiğine göre Kaadî lyâz, «Bu hüküm o zamana mahsustur. Şeriat sahibi onu bize beyan buyurmuştur. Bu hususta kendi içtihadımıza bırakılsa idik o günde namaz, maruf vakitlerinde kılınır ve beş namazla iktifa ederdik» demiştir. Kıyas teslim edilse bile mutlaka iki hükmün birbirine müsavî olmaları lâzımdır. Burada müsavilik yoktur. Çünkü bahsettiğimiz meselede yatsı için ayrılacak hususi zaman yoktur. Hadîsten anlaşılan ise her namaz için hususî vakit takdir edilmesidir. Öyle ki o vakit başka namaz için vakit sayılmayacaktır. Hatta o namaz için ayrılan vakit geçmedikçe sonraki namazın vakti girmeyecektir. Şayet ayrılan vakit geçer de namazını kılmazsa sair günlerde olduğu gibi namaz kazaya kalacaktır. Sanki zevâl, gölgenin bir veya iki misli oluşu, güneşin batması, şafağın kayıp olması ve fecrin doğması bu zamanın cüzleri içinde şeriatın hükmiyle takdiren mevcuttur. Burada ise öyle değildir. Zira kutuplarda yaşayanlar hakkında zaman ya akşam namazının vaktidir. Yahud bilittifak sabah namazının vaktidir. Şu halde kıyas nasıl sahih olabilir? Bu söylediklerimizden anlaşılır ki, elleri dirseklerinden ve ayakları topuklarından kesilmiş bulunan kimse ile bu meselenin arasında farz yoktur. Nitekim Bakâlî de bunu söylemiştir. Onun için İmam Hulvanî kendisini tasdik etmiş ve onun sözüne dönmüştür. Halbuki bu hususta onun muhalifi idi. Doğrusu insaf göstermiştir. Çünkü el ve ayaklarda yıkamanın hükmü, şartı bulunmadığı için kalkmıştır. Mahaller, şartlar demektir. Burada dahi namaz şartı hatta sebebi de bulunmadığı için farz değildir. Yıkamak farz olmak için dirseklerden koltuklara kadar ve ayaklarda topuklardan yukarı ayak miktarı bir kısmın halef olduğunu gösteren bir delil nasıl yoksa, bu meselede de akşam namazının veya sabahın yahud her ikisinin vakitlerinden bir cüz´ün yatsı vaktine halef olduğunu gösteren delil yoktur.

Namaz mükelleflere nasıl bil´icmâ´ beş vakit farz ise abdestin farzları da mükelleflere bil´icmâ dörtten az değildir. Lâkin bütün bunlarda vücubun şart ve sebeplerinin hepsi bulunmak mutlaka lâzımdır. İnsaflı olan düşünmelidir. Muvaffakiyet ALLAH´dandır». Burhan-ı Halebî´nin sözü burada biter.

Hâşiye sahibi Halebî´nin sözlerini bozarak kendisine hücum etmiş ve uzun bir müdafaa ile Kemâl b. Hümâm´a yardım etmiştir. Bu cümleden olmak üzere şunları söylemiştir: «Bizim yaptığımız kıyas kabilinden değil, delâlet yoluyla ilhak kabilindendir. Burhan-ı Halebî´nin. «Bahis mevzuumuz meselede yatsı namazı için takdir edilecek hususî bir vakit yoktur.» sözünü kabul etmiyoruz. Çünkü vakit takdir eden kimse her namaz için ona mahsus bir vakit ayırır. O vakte başka namaz iştirak etmez».

Ben derim ki: Şüphesiz ulemamızdan farzdır diyenler bu namaz için, içinde kılarsa edâ, dışında kılarsa kaza sayılacak şekilde hususî bir vakit tayin etmemişlerdir. Nitekim deccâl günlerinde böyle vakit vardır. Hulvanî bu namazın kaza suretiyle farz olduğunu, Burhan-ı Kebîr ise edâya vakit olmadığı için kazaya niyet edilemeyeceğini söylemiştir. «Fetih» sahibi de bunu söylemiştir. Şu halde ortada müsavilik yokken delâlet yoluyla ilhak nereden çıkıyor. Eğer ilhak yoluyla veya kıyasla olsa idi namaz için ona has bir vakit ayırırlar; o vakitte kılınan namaz edâ olurdu. Onlar vakti ancak fecirden sonra kılınması farz olsun diye mevcut takdir etmişlerdir. Takdirin mânâsı, bildiğin gibi Şâfiilerin söyledikleri de değildir, Aksi takdirde o vakitte kılması edâ olmak icâp eder. Biliyorsun ki Zeylei, «Edâ olduğunu söyleyen yoktur. Çünkü fecirden sonra yatsı için vakit kalmaz.» demişti. Kemâl b. Hümâm namına verilecek en iyi cevap, «O deccal hadîsini meselemizi kıyas etmek yahut delâlet yoluyla ona ilhak için değil, beş vakit namazın farz olduğuna delil olmak üzere zikretmiştir. Velev ki umumî şekilde farz olmasına sebep bulunmasın!» demektir.

Şunu da söyleyelim ki, Kemâl b. Hümâm´ın söylediklerini iki tilmîzi İbni Emîr Hâcc ile Şeyh Kâsım ikrar ve tasdik etmişlerdir. Hâsılı bu meselede iki sahih kavil vardır. Farzdır sözü müctehid bir zatın kavliyle de teyit edilmektedir. Bu zat İmam Şâfiî Hazretleri´dir. Nitekim «Hilye»de nakledilmiştir.

Esnevî «Hadîsdeki birinci gün (bir sene kadar olan gün) namaz vakitleri babında söylenenlerden istisna edilir. Ondan sonraki iki güne kıyas yapılır.» demiştir. Remlî «Minhâc» şerhinde bunun bir müddet güneş batmayan yerlerde de tatbik edileceğini söylemiştir. «İmdâdü´l-Fetah» sahibi de şunları söylüyor:

« Ben derim ki: Kezâ oruç, zekât, hac. iddet ve alışveriş, selem, icâre gibi bütün vakitle sınırlı şeyler de vakit takdir edilir. İlk güne dikkat edilir ve dört mevsimin her biri günlerinin uzunluğuna kısalığına göre takdir edilir. Şâfiî kitaplarında böyle denilmektedir. Biz de buna kailiz. Çünkü takdirin aslı namazlar hakkında bilittifak kabul edilmiştir».

T E N B İ H:
Merfû bir hadîste beyan edildiğine göre (kıyâmete yakın) güneş battığı yerden doğunca gökyüzünün ortasına kadar yükselip sonra geri dönecek ve tekrar doğu tarafından doğacaktır. Şâfiîlerden Remlî, «Minhâc» şerhinde şöyle diyor «Bundan anlaşılır ki, geri dönmesiyle öğlenin vakti girer. Çünkü bu dönüş zeval mesabesindedir. Her şeyin gölgesi bir misli oldu mu ikindinin, batmakla da akşamın vakti girer. Bu hadîsde beyan buyurulduğuna göre güneşin batıdan doğacağı gece üç gece uzunluğunda olacak ancak insanlar bunun farkına varamayacağı için geçtikten sonra anlaşılacak. İşte o zaman yukarıda geçenlere kıyas yapılacak, yani beş vakit namazın kazası lâzım gelecektir. Çünkü fazlalık iki gecedir. Bu iki gece bir günle bir gece yerine tutulacaktır, bir günle bir gecede ise beş vakit namaz vardır».

«Çünkü üç yüz öğleden fazlası bile zevalden önce farz olsa bizim meselemiz gibi değildir.» cümlesi, «Kemâl´in söylediklerine deccal hadîsi müsaid değildir.» sözünün illetidir. Ama buna şöyle itiraz edilir: Hadîsde bildirilen bir günün bir sene kadar olmasıdır. O günün zevalden öncesi yarım sene kadar olur ki bu müddette öğle namazı üç yüz kere tekerrür etmez. Münasip olan Kemâl´in yaptığı gibi üç yüz ikindiden fazlası gölge bir misli veya iki misli olmazdan önce farz olsa bile, demektir. Lâkin bu söz gölge iki misli olduğu takdirde açıktır. Çünkü günün altıda birinin beşine yakındır. Fakat bir misli olursa açık değildir. En açık ifâde «Şurunbulâliyye» de ki şu ibâredir: Velev ki fecir doğmadan üç yüzden fazla yatsı vâcip olsun. Şârih´in meselâ tâbirini kullanması, sabah, ikindi. akşam ve yatsı ile vitirin de öyle olduğunu anlatmak içindir. H.

Deccal hadisinde yalnız alâmet yoktur. Kutuplar meselesinde ise hem alâmet hem zaman yoktur. Alâmet, fecirden önce şafağın kayıp olmasıdır. Zaman da içersine namazın edâsı sığacak alâmetli zamandır. Bu zaman şu zaruretten dolayı yoktur: Fecirden önceki zaman akşam namazının vaktidir. Fecirden sonraki ise sabah namazına mahsustur. Binaenaleyh yatsıya has zaman yoktur. Bittabi´ maksat zaman aslından yoktur, demek değildir. Evet, burada vakit takdir edilir, dersen zaman takdiren mevcud olur. Nitekim deccalin gününde de böyledir. Bu takdirde Kemal b. Hümâm´a itiraz varit olmaz. Allahu a´lem.

T E T İ M M E: Ulemamızdan kutuplarda yaşayanların orucundan bahseden görmedim. Orada fecir güneş batar batmaz doğarsa yahud güneş battıktan biraz sonra doğar, fakat oruçlunun sahur yemeği için vakit kalmazsa hüküm ne olacaktır? Orada yaşayanlar aralıksız oruç tutacaktır, denilemez. Zira bu, onların helâkine sebep olur. Oruç onlara farzdır dersek. vakit takdirini kabul etmek lâzım gelir. Acaba onların geceleri Şâfiîlerin bu meselede de dedikleri gibi oraya en yakın beldenin gecesine göre mi takdir edilir. Yoksa yiyip içecek kadar bir zaman mı ayrılır; yahut onlara edâ değil de yalnız kaza mı lâzım gelir? Bunların her biri birer ihtimaldir. Burada oruç onlara aslından farz değildir demek mümkün değildir. Gerçi bazıları onlara yatsı namazı farz değildir. demişlerdir. Fakat buna kail olanlarca yatsının farz olmamasının illeti, sebebinin bulunmamasıdır. Oruçta sebep mevcuttur. O da ramazan ayının bir cüz´üne erişmek ve her gün fecrin doğmasıdır. Benim hatırıma gelen budur. Allahu a´Iem.

METİN

Erkek için müstehap olan, sabah namazına ortalık ağardıktan sonra başlamak, aydınlıkta bitirmektir. Muhtar olan kavil budur. Aydınlığın sınırı kırktan almışa kadar, âyet okuyarak namazı kılmaya ve bozulursa abdest alarak aynı şekilde tekrarlamaya yetecek kadar olmaktır. Bazıları, «Namazı çok aydınlığa geciktirir. Çünkü bozulması mevhum bir şeydir.» demişlerdir, Bundan yalnız Müzdelife´de ki hacılar müstesnâdır. Onlar için alaca karanlıkta kılmak efdaldir. Nitekim kadının mutlak surette alacakaranlıkta kılması daha faziletlidir. Sabah namazından başkaları için kadına efdal olan, cemaatın dağılmasını beklemektir.

Yaz mevsiminde öğleyi gölgede yürüyecek derecede geciktirmek mutlak surette müstehabtır. «Mecmâ» ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Yani sıcağın şiddeti, beldenin sıcaklığı ve cemaata yetişmek istemek gibi şeyler şart koşulmamıştır. «Cevhere» ve diğer bazı kitaplarda bunlar şart koşulmuşsa da itirazdan hâli değildir.

İZAH

Sabah namazının sünneti erken veya geç kılınacağı hususunda iki kavil vardır. Nitekim Şârih de beyan edecektir. T. Ortalığın aydınlamasına Arabcada isfar denir. Eimme-i Selâse, isfâra muhaliftir (Onlara göre sabah namazını alacakaranlıkta kılmak müstehabtır). Bizim delilimiz şu hadîs-i şeriftir: «Sabah namazını aydınlık zamanına bırakmak; çünkü bunun sevabı daha büyüktür». Bu hadîsi Tirmizi rivâyet etmiş ve hasen olduğunu söylemiştir. Tahavî dahi sahih bir isnadla şu hadîsi rivâyet etmiştir: «Rasûlüllah (s.a.v.)ın eshabı sabah namazını aydınlık zamanıda kılmaya ittifak ettikleri kadar hiçbir şeyde ittifak etmemişlerdir». Tamamı «Münye» şerhi ile diğer kitaplardadır. Bazıları ortalık cidden aydınlayıncaya kadar geciktirmenin müstehap olduğunu söylemişlerdir. «Bahır» nam kitapta, «Kenz´in mutlak sözünden anlaşılan budur. Lâkın güneşin doğup doğmadığında şüphe edilecek derecede geciktirmemelidir.» deniliyor. Fakat Kuhistânî´de, «Esah olan birinci kavildir.» denilmiştir. H.

Kadının mutlak surette yani Müzdelife´de olmasa bile sabah namazını alacakaranlıkta kılması efdaldir. Çünkü kadının hâli tesettür üzerine bina edilmiştir. Tesettür karanlıkta daha mükemmel olur. Şârih öğleyi geciktirme meselesinde güz mevsiminin de yaz hükmünde olduğunu ileride söyleyecek; biz de ona muhalif söyleyenleri bildireceğiz. «Gölgede yürüyecek derecede» geciktirmenin hududu hakkında «Bahır», «Nehir» ve diğer kitaplarda şöyle denilmiştir: «Bunun hududu gölge bir misli olmadan kılmaktır. Evlâ olan budur. Çünkü şehir duvarları yüksek oldukları için gölge onlar da çabuk zuhur eder». H.

Şöyle de denilebilir: Gölgede yürümeyi itibara almak bu müstehap vaktin evvelini beyan içindir. «Bahır» ve diğer kitaplarda ise sonunu beyan için olduğu bildirilmiştir. Tahtavî´nin Hamavî´den onun da Hızâne´den naklen bildirdiğine göre öğlede mekruh vakit ihtilâf haddine girendir. Bir kimse öğleyi her şeyin gölgesi bir misli oluncaya kadar geciktirirse ihtilâf haddine girmiş olur.

Sıcağın şiddeti vesairenin şart koşulmaması «mutlak» sözünün tefsiridir. İbni Meleğ´in «Mecmâ» şerhindeki ibâresi. «Yani ister öğleyi yalnız kılsın ister cemaatla edâ etsin» şeklindedir. Demek istiyorki, bu hususta Buharî şu hadîsi rivâyet etmiştir: «Soğuk şiddetli oldu mu Peygamber (s.a.v.) namazı erken kılar; sıcak şiddetli olursa serinlik zamanına geciktirirdi». Bu namazdan murad öğledir. Bir de Rasülullah (s.a.v). «Muhakkak ki sıcağın şiddeti cehennemin kükremesindendir. Binaenaleyh sıcak şiddetlendi ml namazı serinliğe bırakın!» buyurmuştur. Hadîs muttefekun aleyhdir. Bu hadîste tafsilât yoktur. Meselenin tamamı Zeyleî ve diğer kitaplardadır. «Cevhere» ve «Sirâc» gibi bazı kitaplarda şöyle denilmiştir: Namazı serinlik zamanına geciktirmek ancak üç şartla müstehap olur. Bunlar mescidde cemaatla kılmak, sıcak memlekette bulunmak ve sıcağın şiddetli zamanında olmaktır. İmam Şâfiî, «Evinde kılarsa erken davranır; mescidde cemaatla kılarsa geciktirir, demiştir». Fakat «Hâşiye» sahibi buna itiraz etmiş ve şunları söylemiştir:

«Bir kimse namazı daima vaktinin evvelinde kılan bir cemâatın içinde bulunsa o kimseye namazı te´hir müstehabtır dersek cemâatı terk etmesi lâzım gelir. Halbuki meşhur kavle göre cemâatı terk eden kimse muâheze olunur. Kaideler de buna aykırıdır. Delili, ulemanın yatsıyı gece yarısından sonraya bırakmayı mekruh saymalarıdır. Bunun illeti cemaatı azaltmak olduğunu söylemişlerdir. O halde meselemizde geciktirmenin haram olması icap eder. Çünkü cemaatı kaçıracağı muhakkaktır».

Bazıları bu sözü Mûsa Trablusî´nin «Kenz» şerhinden de nakletmişlerdir. Şeyh Mûsa şöyle demiştir: «Şunu da ilâve edelim ki, «Bahır» sahibi evvelce; bir kimse elbisesinde dirhem miktarı necaset varken namaza başlasa da cemaata yetişemeyeceğinden korksa o namaza devam eder; demişti.» Yani o necâseti gidermek sünnet veya vacip iken temizlemeye çalışmayıp cemaata yetişmek için caba gösterecektir; demek istemiştir.

Ben derim ki: Şöyle cevap verilebilir: «Bahır» sahibinin, «Cemaatle yahud yalnız kılması fark etmez.» sözünün mânâsı, o kimseye geciktirmek mendup olur. İster cemaatle kılmak istesin, ister yalnız, demektir. Yoksa bu sözde cemaatı kaçıracağından korksa bile namazı te´hir eder mânâsını gerektiren bir şey yoktur. Nitekim bu âşikardır. Şu halde «Cevhere» ve «Sirac»daki itiraz yerindedir. Zira saydıkları üç şart Şâfiîlerin mezhebidir. Bunu onlar kitaplarında açıklamışlardır. Evet, «Hidâye» şârihleri ile başkaları teyemmüm babında şunu söylemişlerdir:

«Namazı vaktinin evvelinde kılmak efdaldir. Meğer ki geciktirme, cemaatı çoğaltmak gibi ancak te´hirle elde edilebilecek bir fazilet tazammun etsin! Bu sebeptendir ki, kadınlara namazı vaktinin evvelinde kılmak evlâdır. Çünkü onlar cemaate çıkmazlar. Şemsü´l-Eimme ile Fahru´l-İslâm´ın «Mebsut»larında da böyle denilmiştir».

METİN

Cuma namazı gerek aslen, gerekse yaz ve kış müstehap zamanı itibariyle öğle gibidir. Çünkü o öğlenin halefidir. Nâfilelere vakit bırakmak için ikindiyi yaz ve kış güneşin ziyası değişmezden önceye kadar geciktirmek müstehabtır. Esah kavle göre bu değişme sıcağın göze dokunmamasiyle anlaşılır.

Yatsıyı da gecenin üçte birine geciktirmek müstehaptır. Bunu «Hâniye» ve diğer kitaplar «kışın» diye kayıtlamışlardır. Yazın ise vaktin evvelinde kılmak evlâdır. Bir kimse yatsıyı gece yarısından sonraya bırakırsa mekruh olur. Çünkü bu cemâatı azaltır. Gece yarısına te´hir etmek ise mubahtır. İkindiyi güneş sararıncaya kadar geciktirmek, akşam namazını yıldızların göründüğü. yani çoğaldığı zamana bırakmak kerâhet-i tahrimiyye ile mekruhtur. Meğer ki yolculuk ve yemekte bulunmak gibi bir özrü olsun. Mekruh olan fiil değil, gecikmedir. Zira fiil emir olunmuştur. İkindiye güneş değişmeden başlar da değişinceye kadar uzatırsa mekruh olmaz. Zira hem namaza yönelmek hem de aynı zamanda kerahetten kaçınmak imkânsızdır. Binaenaleyh bu gecikme affolunmuştur.

İZAH

«El-Eşbah» adlı kitapta cuma namazını serinlik vaktine geciktirmenin sünnet olmadığı bildirilmiştir. «Camiu´l-Fetâvâ»da ise şöyle denilmektedir: «Bazıları cuma namazını serinlik zamanına kadar geciktirmenin meşrû olduğunu söylemişlerdir. Çünkü cuma namazı öğlenin vaktinde kılınır ve onun yerini tutar. Fakat cumhur-u ulema bunun meşrû olmadığına kaildirler. Zira cuma namazı büyük cemaatla kılınır. Geciktirme güçlüğe sebep olur. Öğle namazı böyle değildir. Halkın her yönden aslına uyması şart değildir».

Yalnız burada ikinci bir kavil daha vardır ki, meşhur olan odur. Mezkûr kavil cuma namazının öğleden daha kuvvetli ve müstakil bir farz olmasıdır. Nâfile namazlara vakit bırakmak için ikindiyi yaz ve kış te´hir müstehaptır. Çünkü ikindinin farzından sonra nâfile kılmak mekruhtur. İmam Tahavî, te´hir edilip edilmeyeceğine dair rivâyetleri sıraladıktan sonra şunları söylemiştir:

Biz bu eserlerin sahih kabul edilenlerinde ikindinin te´hirine delâletten başka bir şey görmedik. Vaktin evvelinde kılınacağını gösteren bir delil de bulamadık; bulsak bile hemen başka bir delil ona karşı çıkıyor. Bu sebeple te´hiri müstehap gördük. Delilden sarf-ı nazar etmiş olsa idik, bütün namazları vakitlerinin evvelinde kılmak daha faziletli olurdu. Lâkin Rasûlüllah (s.a.v.) den rivâyet olunan ve tevatür derecesini bulan haberlere tâbi olmak evlâdır. Gerçekten onun eshabından buna delâlet eden haberler rivâyet olunmuştur...», Tamamı «Hılye»dedir.

Esah kavle göre güneşin değiştiği, sıcağın göze dokunmamasiyle bilinir. «Hidâye» ve diğer kitaplarda bu kavil sahih kabul edilmiştir. «Zahînyye»de ise şöyle denilmiştir: «Güneşe uzun zaman bakabilirse ziyâsı değişmiş demektir. Fetvâ buna göredir. «Nisâb» ve diğer kitaplarda. «biz bununla amel ederiz», denilmiştir. Üç imamımızın, Belh ulemasının ve diğerlerinin kavilleri de budur. «Fetevây-ı Sofiye´de de böyle denilmiştir. Aynı eserde şu da vardır: Ama mesbuk yetişemediği rekâtları kaza edemeyecek kadar geciktirmemek icab eder». Bazıları değişme haddinin güneş kavuşmasına bir mızraktan az kalması olduğunu, birtakımları da duvarlara vuran ziyânın değişmesi olduğunu söylemişlerdir. Nitekim «Cevhere»de de böyle denilmiştir.

Musannıf burada yatsının gecenin üçte birine te´hir edileceğini mutlak olarak söylemiştir. «Hıdâye»den anlaşıldığına göre bu mesele cemaatı kaçıracağından korkmamakla kayıtlıdır. Bulutlu gün meselesinde Musannıf´ın sözünden de anlaşılacaktır.

«Kenz», «Muhtar», «Hulâsa» ve diğer kitaplarda da Musannıf´ın yaptığı gibi «yatsıyı gecenin üçte birine geciktirmek müstehabtır.» denilmiştir.

Kudurî ise, «Üçte birinden önceye geciktirmek» ibâresini kullanmıştır. Bunlar iki rivâyettir. Nitekim «Şurunbulâlîyye»de de «Burhan»dan naklen aynı şey söylenmiştir. Binaenaleyh «Bahır»ın veya «Dürer»in sözleriyle ara bulmaya hâcet yoktur.

Yatsıyı gece yarısından sonraya bırakmak Musannıfa göre kerahet-i tahrimiyye ile mekruhtur. «Hılye»den nakledeceğimize göre ise kerahet-i tenzihiyye ile mekruhtur. Daha makul olanı da budur. «Çünkü bu cemâatı azaltır.» ifâdesinden anlaşılıyor ki, yatsıyı evinde kılan gece yarısından sonraya bırakabilir. Zira onun hakkında cemaat yoktur. Düşün!

Remlî, yani sonraya bırakırsa mekruh olmaz. Gece yansına bırakmak ise mubahtır. Çünkü mendup olduğunu bildiren delil ile yasak ve kerahet delili çelişki halindedir. Mendup delili gece muhabbetini kesmektir. Kerahet delili ise cemaatı azaltmaktır. Bu deliller birbirine zıd olunca te´hir mubah kalır. Nitekim bunu «Hidâye» ve diğer kitaplar da kaydetmişlerdir.

Ben derim ki: Lâkin «Hilye»de «Hızâne»den naklen gece yarısına kadar te´hirin müstehap olduğu bildirilmiştir. «Hılye» sahibi bu kavlin daha yerinde olduğunu söylemiş ve, «Çünkü sahih hadîsler buna delâlet etmektedir.» diyerek onları sıralamıştır. Aynı zamanda bu kavli eshab ve tâbiînden ve diğer ulemadan birçok zevatın tercih ettiklerini Tirmizî´nin de aynı şeyi söylediğini bildirmiştir.

TENBİH: Yukarıda işaret ettik ki, yatsıyı geciktirmenin müstehap olmasına illet yasak edilen gece sohbetini kesmektir. Bundan murad, yatsıyı kıldıktan sonra oturup muhabbet etmektir. «Burhan»da şöyle deniliyor: «Yatsıdan önce uyumak ve kıldıktan sonra konuşmak mekruhtur. Çünkü Peygamber (s.a.v.) bunların ikisini de yasak etmiştir. Meğer ki, hayırlı bir Iş hakkında söz edile. Rasulullah (s.a.v.), «Namazdan sonra - yani yatsıdan sonra - gece sohbeti yalnız iki kişiden birine câizdir. Ya namaz kılana yahud yolcuya, «bir rivâyette» yahud gerdeğe girene» buyurmuştur. Tahâvî, «Yatsıdan önce uyumak, vaktini kaçırmaktan yahud cemaatı kaçırmaktan korkana mekruhtur. Kendisini uyandıracak birini tâyin ederse uyuması mubah olur.» diyor.

Zeyleî de şunları söylemiştir: «Yatsıdan sonra konuşmak ancak faydasız lâf etmeye veya sabah namazını yahud âdet edinen kimsenin gece namazını kaçırmasına sebep olacağı için mekruhtur. Mühim bir hâcetten dolayı olursa mekruh değildir. Kur´an okumak, zikirde bulunmak, sulehanın hikâyelerini anlatmak, fıkıh okumak ve misafirle konuşmak da öyledir». Bundaki mânâ, o günün amel defterine ibâdetle başladığı gibi ibâdetle bitirmektir. Tâ ki aradaki hatalar affolunsun. Onun için sabah namazından önce konuşmak mekruhtur. Tamamı «İmdâd» nam eserdedir. Zeyleî´nın sözünden anlaşılır ki, ihtiyaçtan dolayı olursa konuşmak mekruh değildir. Velev ki sabah namazını kaçıracağından korksun. Zira uykuda tefrit yoktur. Tefrit ancak namazı vaktinden çıkarmaktadır. Nite" kim Müslim´in hadisinde beyan buyurulmuştur. Evet, sabah namazını kaçıracağını aklı keserse konuşmak helâl olmaz. Zira tefrittir.

Akşam namazını yıldızların çoğaldığı zamana bırakmak mekruhtur. Esah kavil budur. Bir rivayette şafak kayıp olmadıkça mekruh değildir. «Bahır».

Şafaktan murad kızıllıktır. Çünkü ihtilâflı vakit kızıl şafaktır. O zamanda kılmak şübheli namaz olur. «Hılye»de bu hususta söz edildikten sonra şöyle anlaşılmıştır: «Anlaşılan sünnet vecih, akşam namazını derhal kılmaktır. Ondan sonra yıldızlar çoğalıncaya kadar mubahtır. Ama özürsüz mekruhtur».

Ben derim ki: Mekruhtan murad kerahet-i tahrimiyyedir. Anlaşılıyor ki. «Hilye» sahibi mubah kelimesinden memnu´ olmayan mânâsını kasdetmiştir. Bu, kerahet-i tenzihiyyeye aykırı değildir. Tamamı az sonra gelecektir. Yine Hılye´de, «Yıldızların çoğalmasından murad, büyük küçük hepsinin görünmesi, görünmeyen yıldız kalmamasıdır.» deniliyor.

Musannıf´ın «kerahet-i tahrimiyye ile mekruhtur.» sözü ikindi, akşam ve yatsıya şâmildir. «Bahır» sahibi dahi «Kınye»den naklen böyle demiştir. Lâkin «Hılye»de, «Tahavî´nin sözü yatsıyı geciktirmekteki kerahetin tenzihî olduğuna işâret ediyor en mâkulü de budur.» denilmektedir. «Meğer ki yolculuk ve yemekte bulunmak gibi bir özrü olsun.» cümlesindeki özür de zâhire göre yukarıdaki üç vakte şâmil ise de «İmdâd» sahibi. «Mi´rac»tan naklen ikindinin güneş sararıncaya kadar gecikdirilmesinin hastalık ve yolculuk sebebiyle mubah olmadığını söylemiştir. «Hılye»de de buna benzer sözler vardır. «İmdâd» ve diğer kitaplarda istisna yalnız akşam namazı hakkında yapılmıştır İbâresi, «Ancak yolculuk, hastalık, sofranın hazır olması ve bulutlu hava gibi bir özür bulunursa o başka.» şeklindedir.

Ben derim ki: Hac kafilesinde olan kimsenin yatsıyı geciktirmesinde dahi kerahet olmamak gerekir. Sonra yolcu ile hastanın akşamla yatsıyı fiilen beraber kılmak için akşam namazını geciktirmeye hakkı vardır. Nitekim «Hılye»de ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Yani akşam namazını vaktinin sonunda, yatsıyı vaktinin evvelinde kılmak suretiyle cemi yapabilir. Rasulullah (s.a.v.)in seferde bu iki namazı bir arada kıldığını bildiren rivayet bu mânâya hamledilmiştir. Nitekim ileride gelecektir. Namaz vaktinde yemekte bulunmak bir özürdür. Zira nefsin arzu ettiği bir yemek hazır iken namaz kılmak mekruhtur.

Bir de Buharî ile Müslim´in rivayet ettikleri şu hadîs vardır: «Namaz vakti gelir; akşam yemeği de hazır bulunursa işe yemekten başlayın!».

METİN

Uyanacağına güvenen kimsenin vitir namazını gecenin sonuna te´hir etmesi müstehaptır. Aksi takdirde uyumazdan önce kılar. Vitiri gecenin evvelinde kıldığı halde sonra uyanır da nafileleri kılarsa efdal olanı kaçırmış olur. Kışın öğleyi vaktinin evvelinde kılmak müstehaptır. İlkyaz kışa, güz de yaza ilhak edilir. Bulutlu günde ikindi ile yatsıyı vaktin evvelinde kılmak müstehaptır. İlkyaz kışa, güz de yaza ilhak edilir. Bulutlu günde ikindi ile yatsıyı vaktin evvelinde, kılmak, akşam namazını ise mutlak surette vaktinin evvelinde kılmak müstehaptır. Onu iki rekât kılacak kadar geciktirmek tenzihen mekruhtur. İkindi ile yatsıdan başka namazları ise bulutlu günde te´hir etmek müstehap olur. Bu hüküm kışı çok ve namaz vakitlerine riâyet az olan yerlere göredir. Bizim memleketimizde ise birinci hüküm dikkate alınır. Gerek ta´cil gerekse te´hir yönünden ezanın hükmü de namaz gibidir.

İZAH

Vitir namazını te´hirin müstehap olduğuna delil Peygamber (s.a.v.)´in şu hadîsidir: «Her kîm vitir namazını gecenin sonunda kılamayacağından korkarsa başında kılsın! Ama her kim gecenin sonunda kalkacağını umarsa vitiri geceni sonunda kılsın! Çünkü gecenin sonunda kılınan namaz şahidlidir. Bu daha faziletlidir». Hadîs-i şerifi Müslim, Tirmizî ve başkaları rivâyet etmişlerdir. Tamamı «Hılye»dedir. Buharî ile Müslim´in rivayet ettikleri bir hadîste, «Son namazınızı vitir yapın!» buyurulmuştur. Bu emir üst tarafının delaletiyle nedip (yani mendup olduğunu bildirmek) içindir. «Bahır».

Bir kimse uyumazdan önce vitiri kılar da biraz uyuduktan sonra kalkarak nafile namazları kılarsa bu yaptığında kerahet yoktur. Bilâkis menduptur. Vitiri kaza etmez. Ancak sahihayn hadîsinin ifade ettiği efdâl şekli elden kaçırmıştır. «İmdâd». Burada, «Uyanacağına güvenemeyen bir kimse hakkında vaktin evvelinde kılmak efdaldir. Nitekim «Hâniye»de de böyle denilmiştir. Uyandıktan sonra nafile namazlarını kılar. Efdal şekli de kaçırmış olmaz?» şeklinde bir itiraz varid olamaz. Çünkü yukarıdaki hadîsdeki efdalden murad, vitirle bitirilen namaza terettüp eden efdaliyettir. Bu, elden gitmiştir. O kimsenin elde ettiği efdaliyet ise te´hir sebebiyle vaktini geçireceğinden korktuğu için vaktin evvelinde kılması efdaliyetidir.

«İlkyaz kışa, yaz da güze katılır.» cümlesini «Bahır» sahibi söylemiş ve inceleme yaparak, «Ben bunu bir yerde görmedim.» demişse de «İmdâd» sahibi kendisine itiraz etmiş ve «Mecmaa´r-Rivâyat»ta, «İlkyazla güzde de öyledir. Güneş zevâle erdiğinde hemen kılınır.» denilmiştir. Binaenaleyh «Bahr»ın sözü menkule muhaliftir.» demiştir. Bulutlu günde ikindinin vakit evvelinde kılınması kerâhet zamanına kalmaması için yatsının acele edilmesi ise yağmur ve çamur ihtimaliyle cemaat azalmasın diyedir. İmam Hasan´ın Ebu Hanîfe´den rivayetine göre bütün vakitlerde bir parça te´hir menduptur. Etkânî bu kavli tercih etmiş; «Mecmâ» şerhiyle, «Dürerü´l-Bihar» ve «Ziyâ»da bunun daha ihtiyat olduğu bildirmiştir. Çünkü vakit çıktıktan sonra namazın kılınması câiz, fakat vakit girmeden kılınması câiz değildir. Yani vaktin evvelinde kılarsa vakit girmeden kılmış olmak ihtimali vardır. Buna şöyle cevap verilebilir:

Acele etmekten murad, vaktin girdiğini anladıktan sonra biraz geciktirmektir. Onun için «Hılye»de, «Müstehap olan, ikindi ile yatsıyı yağmurlu günde müstehap vakitlerinden önce kılmaktır.» denilmiştir.

«Akşam namazını iki rekât namaz kılacak kadar geciktirmek tenzihen mekruhtur.» cümlesi acele kılmaktan murad ezanla ikametin arasını oturmadan yahud duraklama yapmadan ayırmak olduğunu ifâde eder. Ve «Kınye»deki «Azıcık te´hir ederse bu müstesnâdır» sözünün iki rekâttan az´a hamledildiğini, fazlasının yani yıldızlar görününceye kadar geciktirmenin tenzihen mekruh, daha sonraya te´hirin tahrimen mekruh olduğunu, bundan yalnız özürlünün müstesnâ tutulacağını bildirir. Nitekim yukarıda geçmişti. «Münye» şerhinde şöyle denilmiştir:

«Haberler akşam namazını yıldızlar çıkıncaya kadar geciktirmenin mekruh olmasını iktiza ediyor. Daha öncesi için bir şey denilmemiştir. Binaenaleyh acele kılmak müstehap olsada bu (bir parça gecikme) mubahtır». «Hılye»den naklettiğimiz de bunun gibidir. Gerçi «Nehir»de, «Hılye»nin söyledikleri esahın hilâfınadır. Esah kavli «Mübtegâ» sahibi şöyle beyan etmiştir: Bir rivayette akşam namazını geciktirmek mekruhtur. Başka bir rivayette şafak kayıp olmazdan önceye kadar geciktirmek mekruh değildir. Esah kavil birincisidir. Meğer ki bir özürden dolayı geciktirmiş olsun.» denilmişse de söz götürür. Çünkü anlaşıldığına göre esah tabirinden murad, yıldızlar görününceye yahud şafak kayıp oluncaya kadar geciktirmektir. Bu, daha önceki geciktirmenin tenzihen mekruh olmasına aykırı değildir. O kimse müstehap olan aceleyi terk etmiştir.

Bulutlu günde ikindi ile yatsıdan başka namazları te´hir etmek müstehabtır. Sabah namazı sair günlerdeki kadar geciktirilir. Öğle ile akşam mekruh vakte varmayacağını bilmek şartiyle biraz geciktirilir. Nitekim «İmdâd» nam kitapta da böyle denilmiştir. «Nehir»de şöyle denilmiştir: «Sabah namazının geciktirilmesi cemaatı çoğaltmak içindir. Diğerleri ise vakit girmeden kılmış olmak korkusuyla geciktirilirler». Namaz vakitlerine riayet az» olmaktan murad, güneşin görünmemesi ve namaz vakitlerini fülkî saatlerle tesbit etmek gibi şeylerdir. T.

Birinci hükümden murad da, ikindiyi mutlak surette te´hir, yatsıyı gecenin üçte birine kadar geciktirmek, kışın öğleyi vakti girince hemen kılmak vesairedir.

Ebu´s-Suûd, «Bu bahis Aynî´nindir.» demiş; «Nehir» sahibi de onu tasdik etmiştir. T.

neslinur
Wed 24 March 2010, 04:26 pm GMT +0200
T E T İ M M E: Namazın sahih olması için vaktin girmesi ve girdiğine itimad etmek şarttır. Nitekim «Nuru´l-İzah» ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Bir kimse ibâdet vaktinin girdiğinde şüphe ederek o ibâdeti yapar da sonra vakit içinde yaptığı anlaşılırsa câiz olmaz. «El-Eşbah»ın Niyet Bahsinde de böyle denilmektedir. Bu hususta âdil olmak şartiyle bir kişinin ezanı kâfidir. Aksi takdirde araştırır ve kalbinin kanaatına göre hareket eder. Çünkü imamlarımız diyanet hususunda âdil bir kimsenin sözü kabul edileceğini söylemişlerdir.

Kıblenin hangi tarafta olduğunu, bir şeyin temizliğini, pisliğini, helâl veya haram olduğunu haber vermek bu kabildendir. Hatta güvenilir bir kimse köle, câriye veya kâzif cezasına çarpmış bile olsa da suyun pis, yahud yemeğin helâl veya haram olduğunu haber verse. kabul edilir. Fâsık yahud hali bilinmeyen biri haber verirse doğru söyleyip söylemediği hususunda kendi reyini hakem yapar ve onunla amel eder. Zira kalbin kanaat getirmesi yüzde yüz bilmek gibidir. Zimmî´nin haberi böyle değildir. O kabul edilmez. Esah kavle göre aklı eren çocukla bunak da zımmî gibidir. Şüphesiz ki vaktin girdiğini haber vermek ibâdetlerdendir. Şu halde tafsilât onda da geçerlidir. Allahu a´lem.

Sonra «El-Kavlü Limen» adlı kitapta «Muînü´l-Hükkâm»dan naklen şöyle denildiğini gördüm: «Müezzin âkil bâliğ, vakitleri bilir. Müslüman ve erkek ise vaktin girdiğini haber vermesi kâfidir. Onun sözüne itimad olunur».

Kuhistanî´nin Oruç Bahsinde ise, «İftara gelince: O bir kişinin sözü ile değil, iki kişinin sözü ile câiz olur. Cevabın zâhiri şudur ki, bir kişi âdil olur ve onu tasdik ederse sözünü kabul de bir beis yoktur ilah...» denilmiştir.

Ezanın hükmü namaz gibidir. Çünkü ezan namaz için sünnettir. Binaenaleyh ona tâbidir.

METİN

Güneş doğarken namaz kılmak velev kaza, vacip, nâfile veya cenaze namazı yahud tilavet ve sehiv secdesi olsun mutlak surette kerahet-i tahrimiyye ile mekruhtur. Zaten câiz olmayan her şey mekruhtur. Şükür secdesi mekruh değildir. «Kınye».

Bundan yalnız avam takımı müstesnâdır. Onlar güneş doğarken namaz kılmaktan men edilmezler. Çünkü (men edilirlerse) namazı bırakırlar. Bazı müctehidlere göre câiz olan edâ terkten evlâdır. Nitekim «Kınye» ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Bunlar güneş istiva halinde (yani gökyüzünün tam ortasında) iken de mekruhtur. Yalnız Ebu Yûsuf´un sahih kabul edilen ve mutemed olan kavline göre cuma günü müstesnâdır. «Eşbâh»da da böyle denilmiştir. Halebî. Hâviden fetevânın buna göre olduğunu nakletmiştir.

İZAH

Buradaki kerahet tâbirine itiraz edilmiş ve, «Bu vakitlerde bazı namazlar sahih olmaz. Binaenaleyh kerâhet tâbirini kullanmak münâsip değildir.» denilmiştir. Bu itiraza «Münye» şerhinde «Fetih» sahibine uyularak iki cevap verilmiştir.

«Münye» şârihi şöyle demiştir: «Burada kerahet, lügat mânâsiyle kullanılmıştır. O halde câiz olmayan, yapılmaması istenilen şeylere şâmildir. Yahud örfü mânâsiyle kullanılmıştır. Ve maksat kerâhet-i tahrimiyyedir. Çünkü bilindiği gibi sübutu zannî olan ve gerektirdiği mânâdan değiştirilmeyen nehiy (yasak) kerahet-i tahrimiyye ifâde eder. Nehyin sübûtu kat´î olursa haram mânâsı ifâde eder. Derece itibariyle bu nehiy farzın mukabilidir. Kerahet-i tahrimiyye vacibin, kerâhet-i tenzihiyye de mendubun mukabilidirler. Buradaki nehiy sübûtu zannî olan kısımdandır. Binaenaleyh onunla kerahet-i tahrimiyye sabit olur. Bu nehy vaktin noksanlığından ileri gelirse sebebi kâmil olan ibâdetin sahih olmasına mânidir. Vaktin noksanlığından ileri gelmezse isâet (nankörlük) ile birlikte sahih olmayı ifâde eder. Şârih her iki cevaba işârette bulunmuş; ikinci cevabı birinciye tercih etmiştir.

Cenâze namazı, cenaze o vakitte hazır olursa, tilâvet secdesi de secde âyeti o vakitte okunursa mekruhtur. Aksi takdirde kerahet yoktur. Nitekim Şârih bunu söyleyecektir.

Bir kimse sabah namazında yanılır da güneş doğar yahud ikindiden sonra kaza namazı kılarken selâm verir vermez güneş kızarırsa secde-i sehiv sâkıt olur. Çünkü secde-i sehiv namazda meydana gelen eksikliği tamamlamak için meşru olmuştur. Ve kaza mesabesindedir. Namaz kâmil olarak vacip olmuştur, nâkıs olarak ödenemez. «Hılye».

Şükür secdesi mekruh değildir. Bu cümle yerinde zikredilmemiştir. Münasip olan onu Musannıf´ın biraz sonraki «Tilâvet secdesi» sözünden sonraya bırakmaktı. Zira «Kınye»nin ibâresi şöyledir: «Nafile namaz kılmak mekruh olan vakitte kılınan namazdan sonra şükür secdesi yapmak mekruhtur. Başka vakitlerde mekruh değildir». «Nehir»de de şöyle deniliyor: «Geçen bir nimete şükür secdesi yapmak ulemanın, çünkü namaz kâmil olarak vacip olmuştur, sözünden alınarak sahih olmak gerekir. Bu secde ise vacip olmamıştır». «Kınye» ile «Nehir» sahibinin sözlerinden şu netice hâsıl olur:

Şükür secdesi kerahetle sahihdir. Yani bu secde nâfile namaz hükmündedir. «Nehir» sahibi sonra şunları söylemiştir: «Namazdan sonra yaptığı secde ise bilittifak mekruhtur. Çünkü avam takımı onun vacip veya sünnet olduğunu sanırlar. «Yani böyle bir inanca sebep olan her şey mekruhtur», demek istiyor.

Güneş doğduktan sonra göz kamaşmadan yüzüne bakılabildiği müddetçe aynıdır. Nitekim batması hakkında do esah kavlin bu olduğunu söylemiştik. «Halebî» bunun «Bahır»da da böyle kaydedildiğini söyler.

Ben derim ki: Ulemanın İmam Muhammed´in «Asıl» namındaki kitabından nakl ettiklerini sahihi kabul etmek gerekir. İmam Muhammed, «Güneş bir mızrak boyu yükselmedikçe doğma hükmündedir.» demiştir. Zira metin sahipleri bayram namazı hakkında bu kavle göre amel etmiş; bir mızrak boyu yükselmeyi bayram namazı vaktinin evveli saymışlardır. Onun için burada «Feyz» ve «Nuru´l-izah» sahipleri bunu kat´î lisanla söylemişlerdir. «Bundan yalnız avam takımı müstesnadır.» Cümlesindeki müstesnâ munkatı´dır. Yani avam takımı bunu yapmaktan men edilmezler. Yoksa bize göre hüküm yine namazın sahih olmamasıdır; demektir. Bittabi namazdan murad sabah namazıdır. Bazı müctehidlerden maksat imam Şâfiî´dir. «Bazı müctehidlere göre câiz olan edâ terkden evlâdır.» sözünü «Musaffâ» sahibi İmam Hamid ed-Dîne nisbet etmiştir. O da şeyhi İmam Mahbûbî´den nakletmiştir. Şemsü´l-Eimme Hulvânî´ye dahi nisbet etmiştir.

«Kınye» sahibi ise Hulvânî ile Nesefîye nisbet etmektedir. Bu suretle «Kınye» sahibi hakkındaki söylenti ortadan kalkmıştır. Söylenti şudur: «Kınye sahibi bu sözü Mütezile´nin mezhebine istinaden söylemiştir. Mutezile taifesine göre avamdan biri her mezhepten dilediğini alabilir». Bizce sahih olan kavil şudur ki, hak birdir. Ruhsat aramak fâsıklıktır.

Musannıf´ın istiva tâbirini kullanması «zevâl vakti» demekten daha güzeldir. Çünkü zevâl vaktinde namaz kılmak bilittifak mekruh değildir. Bunu «Hılye»den naklen «Bahır» sahibi söylemiştir. Yani zevâl ile öğlenin vakti girer. Nitekim evvelce geçmişti. Bercendi´nin «Nikâye» şerhinde şöyle denilmiştir: «Fukahanın ibârelerinde, mekruh vakit, günün yarısından güneşin zevâline kadardır» cümlesi vardır. Şüphesiz güneşin zevâli günün yarısından sonra fasılasız olarak başlar.

Bu kadarcık bir zamanda namazın edâsı mümkün değildir. İhtimâl maksat namazın bir cüz´ü bu vakte rastlarsa câiz olmaz demektir. Yahud günden murad şer´an muteber olan gündür ki, sabahın doğmasından güneşin batmasına kadar devam eder. Buna göre günün yarısı zevalden hesaba katılır bir zaman önce olur. «İsmâil», «Nuh» ve «Hamavî».

«Kınye» de şöyle deniliyor: «Zevâl vaktindeki kerahet zamanı hakkında ihtilâf edilmiştir. Birtakımları günün yarısından zeval vaktine kadar olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Hazreti Ebu Said, «Peygamber (s.a.v.) günün yarısından güneşin zevaline kadar namaz kılmayı yasak etti» demiştir.

Rükneddin Sabbaği, «Bu ne güzel şey! Çünkü bu vakitte namazı yasak etmek için de kılınması tasavvura dayanır» diyor. Kuhistânî de, kerâhet vaktinden murad örfî günün yarılandığı zamandır sözü Mâverâ (Batı Türkistan) ulemâsına, şer´î günün yarılanmasıdır. Bundan murad, kuşluk zamanından zevâle kadardır sözü de Harezm ulemasına nisbet olunmuştur».

Cuma gününün kerahet vaktinden müstesna olduğunu bildiren hadîsi, İmam Şâfiî Müsned´inde rivayet etmiştir. Hadîs şudur: «Rasulullah (s.a.v.) günün yarısından güneş zevâle erinceye kadar namaz kılmayı yasak etti. Yalnız cuma günü müstesnâ!».

Hafız ibn-i Hacer bu hadîsin isnâdında inkıtâ (kesiklik) olduğunu söylemiş; fakat Beyhakî onun birtakım zaif şahidleri bulunduğunu, bunlar katılınca hadîs kuvvetlendiğini bildirmiştir. Hanefîlerden cuma gününün müstesnâ olduğunu söyleyen İmam Ebu Yûsuf´tur. Şârih bu kavlin sahih ve mutemed kabul edildiğini söylemişse de kendisine itiraz edilmiş ve, «Bütün metinler ve şerhler bunun hilâfınadır.» denilmiştir. Halebî ibn-i Emîr Hâc, Hâvî Kutsi´den naklen Fetvânın buna göre olduğunu söylemiştir. Nitekim bunu ben de gördüm.

Lâkin «Hidâye» şârihleri İmam A´zam´ın kavlini daha makbul görmüşlerdir. Onlar mezkûr hadîse, istiva zamanında namazı yasak eden hadîslerle cevap vermişlerdir. Zira o zaman namaz kılmak haramdır. «Fetih» sahibi mutlakî mukîde hamletmek suretiyle cevap vermiştir. Anlaşılan o, İmam Ebu Yûsuf´un kavlini tercih etmiştir. «Bahr»da bildirildiğine göre «Hılye» sahibi Halebî de ona uymuştur. Lâkin «Münye» şerhi ile «İmdâd»da buna itimad edilmemiştir. Şu da var ki usul-i fıkıh kitaplarından bilindiği vecihle bu mesele mutlakın mukayyed üzerine hamledildiği yerlerden değildir. Bir de Nehî (yasaklama) hadîsini Müslim ve başkaları rivayet etmişlerdir. Sahih olması, imamların onunla amel´e ittifak etmesi ve yasaklaması dolayısiyle o tercih olunur. Onun için ulemamız kerahet vaktinde abdestin sünnetini, tahiyye-i mescid namazını, iki rekât tavaf namazını ve benzerlerini menetmişlerdir. Zira bir şeyin haram olduğunu gösteren delil, mubah olduğunu bildiren delile tercih edilir.

TENBİH: Bu söylediklerimizden anlaşılır ki, bize göre kerâhet vakitlerinde namaz kılmak memnudur. Şâfiî´lerin sahih olan «Ey Abdimenâf oğulları! Bu beytte gece ile gündüzün hangi saatında dilerse namaz kılan ve tavaf eden bir kimseyi men etmeyin!» hadîs-i şerifi ile istidlâl ederek, Mekke´nin hareminde mekruh vakitlerde namaz kılmak mubahtır, dediklerini gerçi ben görmedim ama bu hadîs bize göre kerâhet vakitlerinde olmamakla kayıtlıdır. Biliyorsun ki, ulemamız kerahet vakitlerinde Kâbe´de iki rekât tavaf namazını bile câiz görmemişlerdir. Velev ki bu vakitlerde nefis tarafı câiz görmüş olsunlar. İmam Malik buna muhaliftir. Nitekim «Lübâb» şerhinde bu açıklanmıştır.

Sonra meselenin bize göre hükmünü gördüm. «Ziyâ»da şöyle deniliyor: Ulemamız bu kerâhet vakitlerinde Mekke´de ve başka yerlerde namaz kılmanın memnû´ olduğunu söylemişlerdir». «Bedâyi»de de şunu gördüm: «Nehyin Mekke´den başka yerler hakkında olduğunu bildiren rivayet şâzdır. Meşhurun karşısında kabul edilemez. Kezâ cuma gününü istisnâ eden rivayet de garibdir. Onunla meşhuru tahsis câiz değildir».

METİN

Güneş batarken dahi namaz ve emsâli mekruhtur. Yalnız o günün ikindisi müstesnadır. Onu kılmak mekruh değildir. Çünkü vacip olduğu şekilde edâ edilmiş olur. Sabah namazı öyle değildir. Hadîsler birbirleriyle çelişmiş ve sukût etmişlerdir. Nitekim bunu Sadrı´ş-Şeria izah etmiştir. Kerâhet vaktinde başlanan namaz kerâhet-i tahrimiyye ile mün´akit olur.

İZAH

«Güneş batarken» ifâdesiyle Musannıf güneşin kızarmasını kasdetmiştir. Nitekim «Hâniye» nam kitapta bu açıklanmış ve, «güneş kızarıp batıncaya kadar.» denilmiştir. «Bahır» ve «Kuhistânî».

«Yalnız o günün ikindisi müstesnâ» diye kayıtlaması güneşin ziyâsı değiştiği zaman dünkü ikindiyi kılmak câiz olmadığındandır. Zira dünkü ikindi zimmette kâmil olarak sübût bulmuştur. Onun hakkında sebep yukarıda geçtiği vecihle bütün vakittir. O günün ikindisini güneş kavuşurken kılmak mekruh değildir. Çünkü bir şeyin yapılması emir edildiği halde mekruh olması doğru değildir. Ama bazıları bu edânın da mekruh olduğunu söylemişlerdir. «Kâfi», «Nesefî».

Hâsılı ulema kerâhetin yalnız geciktirmede mi yoksa hem geciktirmede hem de edâ´da mı olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları yalnız geciktirmede olduğunu söylemişlerdir. «Muhit» ve «İzah» sahipleri bu kavli ulemamıza nisbet etmişlerdir. Birtakımları hem geciktirmede hem de eda da olduğuna kâildirler. «Tahavî Şerhi», «Tuhfe», «Bedayî» ve «Hâvî» sahipleri ve başkaları bu yoldan yürüyerek hilâf zikretmeksizin mezhebin bu olduğunu söylemişlerdir. En akla yatanı da budur. Çünkü Müslim ve başkaları Enes radıyellahuanhdan şu hadîsi rivayet etmişlerdir:

«Ben Rasulullah (s.a.v.)´i, münâfıkın namazı şudur ki, oturur güneşi gözetir. Güneş, şeytanın iki boynuzu arasına girdi mi kalkar dört defa yeri gagalar. Bu dört rekâtta ALLAH´ı pek az anar buyururken işittim».

Bunu «Hılye» sahibi bildirmiş; «Bahır» sahibi de ona tâbi olmuştur.

Görülüyor ki, Şârih´in söyledikleri birinci kavle göre geçerlidir. İkinciye göre geçerli değildir. Anla! «Kınye» sahibi, «Namazı kılan kıraatın sünnetini de yerine getirir. Çünkü kerâhet vaktinde değil, geciktirmededir.» diyor. «Çünkü vacib olduğu şekilde edâ edilmiş olur.» cümlesinin izahı şudur: Namazın sebebi ondan önceki vakit cüz´üdür. Burada o cüz´ü nâkıstır (eksiktir). Şu halde namaz nâkıs vacip olmuştur; nâkıs olarak da edâ edilir. Dünkü ikindi ise kâmil olarak vacip olmuştur. Vaktin hiç bir cüz´üne yetişmediği için onun hakkında bütün vakit sebep olmuştur. Lâkin ehl-i tahkik ulemanın kabul ettikleri kavil, haddi zatında o cüz´ü de noksanlık olmamasıdır. Noksanlık o cüz´ü edâ edilen namazdadır.

Çünkü güneşe tapanların yaptıklarına benzer. Ama edâ o cüz´ü de vacip olduğu için bu noksanlığı da yüklenir. Namazı o nâkıs cüz´ü de edâ etmeyince, vakitte esasen noksanlık olmadığından namazın kâmil olarak kazası vacip olur. Onun için sahih kavle göre nâkıs vakitte bülûğa eren veya Müslüman olan bir kimse namazını o vakitte kılmazsa kâmil vakitte kaza etmesi vacip olur. Nitekim evvelce de geçmişti.

Hâsılı «Fetih»te de beyan olunduğu vecihle vaktin nâkıs olmasının mânâsı, o vakte yetişen namaz rükünlerinin nâkıs olmasıdır. Bunlar küffara benzemeyi istilzam ederler. Şu halde vakitte noksanlık yoktur. O da sâir vakitler gibidir. Noksanlık ancak namaz rükünlerindedir. Binaenaleyh kâmil olarak vacip olan bir namaz böyle bir vakitte edâ edilemez. Bu söylediklerimiz dahi «kerâhet hem geciktirmede hem edâdadır.» diyenlerin kavlini te´yid eder. Şârih´in söyledikleri bunun hilâfına bir yoldur.

Sabah namazı böyle değildir. Çünkü güneş doğarken o günün sabah namazı kılınamaz. Sabah namazının bütün vakti kâmildir. O kâmil olarak vacip olur. Ve fesat vakti olan güneş doğmasiyle bozulur. «Bahır»da şöyle deniliyor:

«Hadîs ulemasından bir cemaat Ebu Hüreyre´den şu hadîsi rivayet etmişlerdir: Rasulüllah (s.a.v.), «Bir kimse güneş batmazdan önce ikindinin bir rekâtına yetişirse ikindiye yetişmiş demektir. Ve her kim güneş doğmazdan önce sabah namazının bir rekâtına yetişirse sabah namazına yetişmiş demektir», buyurdular. Siz bu hadîse ne dersiniz? şeklinde bir sual vârid olursa şöyle cevap verilir: Bu hadîsle üç kerâhet vaktinde namaz kılmayı yasaklayan hadîs taaruz edince biz kıyasa müracaat ettik. Nitekim taaruz halinde hüküm budur. Neticede bu hadîsin hükmünü ikindi namazı hakkında, yasak hükmünü de sabah namazı hakkında tercih ettik. «Nihâye» şerhinde de böyle denilmiştir».

Şu da var ki İmam Tahavî, «Bu hadîs. yasak eden naslarla nesh edilmiştir.» demiş; ikindinin de sabah namazı gibi bâtıl olduğunu iddia etmiş ve, «Aksi takdirde hadîsin bir kısmiyle amel edip bir kısmına sırf sabah namazında nâkıs kâmilin üzerine gelmiştir. O günün ikindisi öyle değildir, sözüyle terk etmiş olmamız lâzım gelir. Halbuki noksanlık ikindiye başında. sabah namazına sonunda ârız olmuştur. Binaenaleyh her iki vakitte namaz bâtıl olur.» demiştir. «Burhan» sahibi buna şöyle cevap vermiştir: «Bu vakit ikindinin farz olmasına sebeptir. Hatta o vakitte Müslüman olan veya bülûğa eren kimseye namaz farz olur. Namazın vücûbuna sebep olsun da o vakitte edâ sahih olmasın mümkün değildir». Tamamı «Nuh» hâşiyesindedir.

«Kerâhet vaktinde başlanan namaz kerâhet-i tahrimiyye ile mün´akit, yani kılınmış olur». Mekruhtur sözü hakikaten mekruh ile memnû fiillere şâmil olduğu için Musannıf mücmel bıraktığı yeri izah maksadiyle bu cümleyi getirmiştir. T.

Malumun olsun ki, namaz ismi verilen ibâdet velev ki mecazen namaz denilsin; ya farz ya vacip yahud nâfile olur.

Farz ya amelî ya kat´îdir. Amelî farz vitir namazıdır. Kat´î olan farz ya farz-ı kifâye ya farz-ı ayındır: Farz-ı kifâye cenâze namazı, farz-ı ayın ise beş vaktin farzları ile cuma namazı ve namaz secdeleridir.

Vacip; ya vacip liaynihî yahud vacip ligayrihîdir. Vacip liaynihî (yani zatî için vacip olan ibâdet) vücûbî kavlin fiiline bağlı olmayan vaciptir. Vacip ligayrihî (başkası için vacip) vücubu kavlin fiiline bağlı olandır. Vacip liaynihî vitir namazıdır. Buna vacip denildiği gibi farz-ı amelî de denilir. Bayram namazları ile tilâvet secdesi de böyledir. Vacip ligayrihî sehiv secdesi, iki rekât tavaf namazı bozulan nâfileyi kaza ve nazir edilen şeylerdir.

Nâfile, sünnet-i müekkede ve sünnet-i gayrimüekkede olmak üzere iki kısımdır.

Mekruh vakitler de iki kısımdır. Birincisi: güneş doğarken. istivâ halinde iken ve batarkendir. İkincisi: Sabah namazından güneş doğuncaya ve ikindi namazından güneş batıncaya kadardır. Birinci nevi mekruh vakitlerde söylediğimiz namazlardan hiçbiri mün´akit olmaz. Mekruh vakit namazda iken gelirse namaz bâtıl olur. Bundan yalnız o vakitte hazır olan cenazenin namazı, o vakitte okunan secde âyetinin secdesi, o günün ikindi namazı, o vakitte yapılacağı şart koşulmuş nâfile ve nezirle o vakitte başlanıp bozulan namazın kazâsı müstesnâdır. Bu altı şeyden birincisi kerâhet vakitlerinde hiç bir kerâhetsiz câiz, ikincisi kerâhet-i tenzihiyye ile üçüncüsü kerahet-i tahrimiyye ile câizdir. Geri kalanları da öyledir. Yalnız namazı bozup kerâhetsiz vakitte kazası vacip olur.

İkinci nevi kerâhet vaktinde bütün namazlar kerâhetsiz olarak câizdir. Ancak nafile ile vacip ligayrihî olan namaz kerâhetle mün´akit olur. Ve bozarak kerâhetsiz vakitte kazası tâzım gelir. Bu cümleler az değiştirme ile «Halebî»den alınmıştır.

METİN

Farz ve farza mülhak olan liaynihî vacip vitir gibi namazlarla kâmil vakitte okunan secde âyetinin secdesi ve önceden hazırlanmış cenazenin namazı kerâhet vaktinde mün´akit olmaz. Çünkü kâmil şekilde farz olmuştur. Nâkıs olarak edâ edilemez. Secde ile cenaze namazı kerâhet vaktinde farz olursa bunları edâ tahrimen mekruh olmaz.

«Tuhfe»de, «Efdal olan cenazeyi geciktirmemektir.» denilmiştir. Kerâhet vaktinde başlanan nafile namazı ve kerâhet^vaktinde ifâsı şart kılınan nezri kerâhet vaktinde edâ etmek, kezâ kerâhet vaktinde başlanıp da bozulan namazı-nâkıs vacip olduğu için-kerâhet zamanında kılmak kerâhetle sahihdir. Sonra zahir rivayete göre bu namazı bozarak kâmil vakitte kaza etmek vaciptir. Nitekim «Bahır»da da böyle denilmiştir. Yine «Bahır»da Buğye´den naklen, «Kerâhet vaktinde Peygamber (s.a.v.)´e salâvat getirmek Kur´an okumaktan efdaldir.» denilmiştir. Bu herhalde kıraat, namazın rükünlerinden olduğu içindir. Binaenaleyh evlâ olan, namazın rüknünü terk etmektir.

İZAH

«Mun´akit olmaz» sözü ile Musannıf «Hâniye»nin ibâresine işaret etmiştir. «Hâniye»nin Abdesti Bozan Şeyler Bahsinde şöyle denilmiştir: «Güneş doğarken veya batarken o günün ikindisinden başka farz bir namaza başlarsa namaza girmiş olmaz. Kahkaha ile gülmekle abdesti de bozulmaz. Nâfile namaza başlaması böyle değildir». Liaynihî kaydı doğru değildir. Çünkü ligayrihî vacip olan namazın bu vakitlerde mün´akit olacağını iktiza eder. Halbuki böyle değildir. Zira böyle olmadığı «Bahır», «Kuhistânî» ve «Nehir»de açıklanmıştır. Nuru´l-İzah»ın ifâdesi buna muhâliftir. Bunu Halebî söylemiştir.

Cenâze namazı hakkında, «Bu namaz kerâhetle beraber sahih olur. Nitekim Üsbücâî´den naklen «Bahır»da da böyle denilmiştir. «Nehir» sahibi dahi bunu tasdik etmiştir.» denilebilir.

Ben derim ki: Lâkin muvâfık olanı Musannıf´ın söylediğidir. Nitekim aşağıdaki ta´lilden anlaşılacaktır. «Kenz», «Mültekâ» ve «Zeyleî»nin ibâreleri bunu gösterdiği gibi «Vafî», «Şerhu´l-Mucî», «Nikâye» ve diğer kitaplarda açıkça bildirmiştir. «Bunları edâ tahrimen mekruh olmaz.» sözü kerâhet-i tenzihiyye ile mekruh olduğunu bildirir.

Tuhfe´nin ifadesi bu sözü mefhum muhâlifini düzeltmek kabilindendir. Zira cenâzede efdal olan geciktirmemek olunca asla kerâhet yoktur. Tuhfe´nin bu sözünü «Bahır», «Nehir», «Fetih» ve «Mi´rac» sahipleri tasdik etmişlerdir. Delilleri. «Üç şey geciktirilmez. Onlardan biri de hazır olan cenazedir.» hadîsidir. «Münye» şerhinde şöyle deniliyor: «Cenaze namazı ile tilâvet secdesi arasında fark meydandadır. Zira cenazede acele mutlak surette matlubtur. Meğer ki bir mâni buluna. Cenazenin mubah vakitte hazır olması mekruh vakitte namazını kılmaya mânidir. Ama mekruh vakitte hazır olması böyle değildir. Tilâvet secdesi de bunun hilâfınadır. Çünkü tilâvet secdesinde mutlak surette acele müstehap değildir». Yani yalnız mubah vakitte müstehabtır. Binaenaleyh tilâvet secdesine kerâhet-i tenzihiyye sabit olur; cenaze namazında sabit olmaz.

Halebî´nin beyânına göre «Kerâhet vaktinde başlanan nafile namazı» cümlesi sırf tekrardan ibarettir. Çünkü Musannıf az yukarıda «Kerâhet vaktinde başlanan namaz kerâhet-i tahrimiyye ile mün´akit olur.» demişti. Buna şöyle cevap verilebilir: Burada maksad nâfilenin kerâhet vaktinde edâsının kerâhetle sahih olduğunu ve bununla borçdan kurtulduğunu anlatmaktır. Yukarıda ise aslen mün´akit ve namaz başlamanın sahih olduğunu, hatta o namazda kahkaha ile gülse abdesti bozulacağını bildirmiştir. Farz böyle değildir. Nitekim Hâniye´den naklen yukarıda arz ettik.

Kerâhet vakitlerinden birinde izah etmeyi adayan bir kimse nezrini o vakitte edâ ederse kerâhetle sahih olur. Fakat mutlak olarak nezir yaparsa kerâhet vaktinde edâsı sahih değildir. Üç kerâhet vaktinden birinde dua ve tesbihde bulunmak da salâvat getirmek gibidir. Bagiye´den naklen «Bahır»da da böyle denilmiştir.

METİN

Tahiyyetü´l mescid bile olsa kasten nâfile namaz kılmak ligayrihi vacip olan adak ve iki rekât tavaf namazı gibi şeylerin hepsi ve sehiv secdeleri dahi mekruhtur.

Vacip ligayrihi (Başkası sebebiyle vacip olan demektir ki) vücubu kulun fiiline bağlı olan ibâdettir (diye tarif edilir). Müstehap veya mekruh vakitte başlayıp da sonra bozduğu nafile bir namazı - velev ki sabah namazının sünneti olsun - sabah namazının ve ikindinin farzından sonra kılmak Arafat´ta toptan kılındığı halde bile mekruhtur.

İZAH


Musannıf burada kerâhet vakitlerinin ikinci nevine ve bu nevide mekruh olan ibâdetleri beyâna başlamaktadır. Buradaki kerâhetten murad da kerâhet-i tahrimiyyedir. Nitekim «Hılye»de açıklanmıştır. Onun için «Hâniye» ve «Hulâsa»da «câiz değildir.» ifâdesi kullanılmıştır. Tabiî maksat bunların sahih olmaması değil, helâl olmamasıdır. «Kasten» tâbiri ihtirazî bir kayıttır. Şârih bu kayıtla şundan ihtiraz etmiştir: Bir kimse gecenin sonunda nâfile namaz kılar da bir rekât kıldıktan sonra fecir doğarsa efdal olan o namazı tamamlamasıdır. Çünkü ikinci rekâtın fecir doğduktan sonra kılması kasdi değildir. Ama bu iki rekat esah kavle göre sabah namazının sünneti yerine geçmez. «Tahiyyetü´l-mescid bile olsa» sözüyle de sebepli ve sebepsiz namazlar arasında fark olmadığına işâret etmiştir. Nitekim «Bahır»da da böyle denilmiştir. Beş vaktin müekked sünnetleri ile tahiyyetü´l-mescid gibi sebepli namazlarda İmam Şâfiî buna muhaliftir. T.

Tahtâvî diyor ki: «Vacip ligayrihiyi tarif ederken kulun fiiline nasıl bağlı olduğunu göstermek daha iyi olurdu. Meselâ, adak adamaya, iki rekât tavaf namazı tavafa, sehiv secdeleri kuldan gelen vacibi terk işine bağlıdır». Fakat Tahtâvîye tilâvet secdesiyle itiraz olunur. Çünkü bu secdenin vâcip olması âyetin okunmasına bağlıdır. Bu itiraza «Fetih» sahibi şöyle cevap vermiştir: «Tahkika göre tilâvet secdesinin vacip olması, işitmeye bağlıdır. Dinlemeye ve okumaya bağlı değildir. İşitmek ise mükellefin fiîli değil, o kimsede yaradılışından mevcud bir vasıftır. Adamak, tavaf ve namaza başlamak böyle değildir. Zira bunlar kulun fiilidir». «Münye» şerhinde şöyle denilmiştir: «Lâkin sahih kavle göre okuyan hakkında secdenin vacip olmasına sebep işitmek değil, okumaktır. Aksi takdirde sağır kimseye okumakla secde vacip olmaması gerekirdi». «Bahır» da da buna benzer sözler vardır. Şöyle de cevap verilebilir:

Sücûd kulun fiili i!e olsa da bunun aslı nâfile ibâdet değildir. Çünkü secde ile nâfile ibâdet yapmak meşru olmamıştır. Binaenaleyh secde, kulun iltizamı ile değil, Allah Taâlâ´nın vâcip kılmasiyle vâcip olmuştur. Meselenin tamamı «Münye» şerhindedir.

Zâhire göre iki rekât tavaf namazı bu mekruh vakitte de olsa mekruhtur mânâsı anlaşılıyorsa da ben bunu açık olarak bir yerde görmedim. Ama Tâhâvî´nin «Âsâr» şerhinde Muâz b. Afrâ´dan rivayet ettiği şu hadîs buna delâlet etmektedir: «Muâz ikîndiden yahud sabah namazından sonra tavaf etti; fakat namaz kılmadı. Kendisine bunun sebebi sorulunca: Rasulullah (s.a.v.) sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar ve ikindiden sonra güneş batıncaya kadar namaz kılmayı yasak etti; dedi». Sonra «Hılye»de ve «Lübab» şerhinde açıkça beyan edildiğini gördüm.

Sehiv secdelerinin mekruh olması meselesinde Şârih «Müctebâ» sahibine tâbi olmuştur. Ben bunun mânâsını anlayamadım. Acaba mutlak surette mekruh mudur; yoksa kerâhet bazı namazlara mı mahsustur? Çünkü sabah namazını veya ikindiyi kılıp da yanılan bir kimsenin secde-i sehiv yapmasının, keza bu iki namazdan sonra kaza nam.azı kılarak yanılanın secde-i sehiv yapmasının mekruh olmasına bir sebep yoktur. öyle ya, bu namazı kılmak helâl olur da aynı namazda vacip olan secde-i sehiv nasıl helâl olmaz! ihtimal Şârih, ikinci nevi kerâhet vakitlerini birincileriyle karıştırmıştır. Çünkü secde-i sehvi birinci nevide zikretmek doğrudur. Bu yukarıda geçti. Fakat burada zikredilmesi doğru değildir, meğer ki bazı namazlara mahsus olduğu söylene. Bu nevide mekruh olan onlardır. Meselâ, nâfile namazla vacip ligayrihi böyledir. Bu namazları kılmak mekruh olduğu gibi, onlarda yapılan secde-i sehivler de mekruhtur. Sonra Rahmetî´nin buna yanlıştır diye cezm ettiğini gördüm. Teemmül et ve araştır!

Sabah namazının farzından sonra güneşin doğmasına az kalıncaya kadar ve ikindinin farzından sonra güneşin rengi değişmesine az bir zaman kalıncaya kadar nâfile namaz kılmak mekruhtur. «Zeyleî» şöyle diyor: «İkindiden sonra demekten murad güneşin rengi değişmezden önceki zamandır. Değiştikten sonra ise kaza namazı dahi kılınmaz. Velev ki ikindinin farzını kılmazdan önce olsun».

neslinur
Wed 24 March 2010, 04:31 pm GMT +0200
METİN

Bu vakitlerde vitir bile olsa kaza namazı kılmak, tilâvet secdesi yapmak ve cenaze namazı kılmak mekruh değildir. Farz veya vacip liaynihi değil de nâfile veya vacip ligayrihinin kerâhet yönünden hükmü, fecir doğduktan sonra sabah namazının sünnetinden başka namazla, akşam namazından önce kılınan namaz hakkında da böyledir. Zira sabahleyin vakit takdiren namazla doludur. Hatta bir kimse nafile namaza diye niyetlense hiç tayin etmeksizin sabah namazının sünneti olur.

Akşam namazını ise pek az zaman müstesna olmak üzere geciktirmek mekruhtur. İmam herhangi bir hutbe okumak için ve odasından çıkarken yahud odası yoksa minbere çıkmak için ayağa kalkarken (hutbe okurken ve namaz kılarken) namazı tamam oluncaya kadar nâfile namaz kılmanın hükmü de budur. Hutbenin on yerde okunacağı az sonra gelecektir.

İZAH

Şârih´in kaza namazlarına vitiri de katması imam A´zam´a göre vacip olduğu içindir. Onun bulunmamasiyle cevaz da ortadan kalkar ki amelî farzın mânâsı budur. İmameyn´in kavline göre vitir namazı diğer sünnetlere uymayan bir sünnettir. Onun için oturarak kılınmaz.

«Kınye» sahibi, «Vitir namazı fecirden sonra bilittifak kaza olur. Diğer sünnetler böyle değildir.» demiştir.

Tilâvet secdesi Allah´ın vacip kılmasiyle vacip olduğundan nâfile mânâsında değildir. «Zira sabahleyin vakit takdiren namazla doludur.» cümlesiyle bir itiraza cevap verilmiştir. İtiraz şudur:

Rasûlüllah (s.a.v.); «İkindiden sonra güneş kovuşuncaya kadar; sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar namaz kılınmaz.» buyurmuştur. Bu hadîsi Buhari ile Müslim rivayet etmişlerdir. Hadîs-i şerif nâfileye ve diğer namazlara şâmil midir? Cevap: Buradaki yasaklama vakitte noksanlık bulunduğu için değil. vakit farzla dolu imiş gibi olsun diyedir, Binaenaleyh nâfile ile evvelce nâfile iken ârızî bir sebeple vücûbu sâbit olan nâfileye mülhak ibâdetler câiz değildir. Farzlarla farz mânâsında olanlar câizdir. Üç kerâhet vaktindeki yasaklama böyle değildir. O, vakitte bulunan bir mânâdan dolayıdır. Bu mânâ onun şeytana mensup olmasıdır. O hem farzlara hem nâfilelere te´sir eder. Meselenin tamamı «Hidâye» şerhlerindedir.

Maksat vaktin takdiren farzla dolu imiş gibi sayılması olunca sabah namazının sünneti de farzına tâbi olduğundan tayin edilmeden kılınan nâfile sabah namazının sünneti olur. Tâ ki o kimse yasak edilen bir namaz kılmış olmasın. Teemmül eyle!

Çünkü sahih ve mutemed kavle göre beş vaktin revatip adı verilen sünnetlerinde tayin şart değildir. Onlara nâfile diye niyetlenmek câiz olduğu gibi, mutlak olarak namaza diye niyetlenmek de sahih olur. Bir kimse gece zanniyle iki rekât teheccüt namazı kılar da fecirden sonra kıldığı anlaşılırsa sahih kavle göre bu iki rekât sabah namazının sünneti yerine geçer. Başka sünnet kılmaz; çünkü mekruhtur. «Eşbah».

Ulemanın ekserisine göre akşam namazından önce nâfile namaz kılmak mekruhtur. Bizim ulemamızla İmam Mâlik ve bir kavlinde İmam Şâfiî bunlardandır. Çünkü sahihaynda ve diğer hadîs kitaplarında Peygamber (s.a.v.)´in eshabiyle birlikte akşam namazını güneş batar batmaz kılmaya devam buyurduğu sabit olmuştur.

İbn-i Ömer (r.a.) da, «Ben Rasûlüllah (s.a.v.) devrinde bu iki rekâtı kılan kimse görmedim.» demiştir. Bu hadîsi Ebu Dâvud rivayet etmiş, fakat onun hakkında bir şey söylememiştir. Münzirî´de «Muhtasar»ında rivâyet etmiştir. İsnâdı güzeldir. İmam Muhammed, Ebu Hanîfe´den o da Hammâd´dan naklen rivâyet etmiştir ki, Hammad, İbrahim Nehâî´ye akşam namazının farzından önce nâfile namaz kılınıp kılınmayacağını sormuş; İbrahim Nehai kendisini bundan men etmiş ve, «Rasûlüllah (s.a.v.), Ebu Bekir ve Ömer bunu kılmazlardı.» demiştir.

Kaadı Ebu Bekir b. Arabî, «Bu namaz hakkında eshab ihtilâf etmişler; onlardan sonra bunu kimse kılmamıştır.» demiştir. Bu söz sahabenin kıldıklarını ve Peygamber (s.a.v.)´in emir buyurduğunu bildiren rivâyete aykırıdır. Zira ulema merfu bir hadîsle amel etmekten vazgeçerse o hadîsle amel câiz olmaz. Çünkü bu, onun zaif olduğuna delildir. Mesele eshab arasında şöhret bulsa İbni Ömer Hazretleri´ne de gizli kalmazdı. Yahud bu emir akşam namazının acele kılınması emrinden önce idi mânâsına hamledilir. Meselenin tamamı «Münye» şerhleri ile diğer kitaplardadır. «Akşam namazını ise pek az zaman müstesna olmak üzere geciktirmek mekruhtur.» cümlesi bu az zamanın iki rekât namaz sığmayacak bir oturuş kadar olacağını ifâde etmektedir. Bundan fazlasının yıldızlar görününceye kadara vardırmamak şartiyle tenzihen mekruh olduğunu söylemiştik. «Fetih»te beyân olunduğuna göre akşam namazından önce iki rekât nâfileye cevaz verilse az zamanı geçmemek şartiyle kılınması mubah olur. «Hılye» ve «Bahır» sahipleri de bu sözü tasdik etmişlerdir. «Fetih» sahibi Vitir ve Nâfileler Bâbında bu meseleyi uzun uzadıya tahkik etmiştir.

T E N B İ H: Bu vakitte kaza namazı, cenâze namazı ve tilâvet secdesi kerâhetsiz câizdir. Evvelâ akşam namazından başlanır; sonra cenâze namazı, daha sonra akşamın sünneti kılınır. İhtimal bu efdal olan şekli beyan içindir. «Hılye»de, «Fetva, cenâze namazının cumanın sünnetinden sonraya bırakılacağına dairdir.» deniliyor. Şu halde cenaze namazı akşamın sünnetinden sonraya bırakılacak demektir. Çünkü akşamın sünneti cumanın sünnetinden daha kuvvetlidir. «Bahır». «Elhâv´il-Kudsî» nam kitapta açıklandığına göre bu vakitte nezir namazı, bozulan namazın kozası ve tertip sahibi olmayan kimsenin kaza namazı kılması mekruhtur. Bu kayıt güzeldir. Geriye iki rekât tavaf namazı kalır ki, o da mekruhtur. Nitekim «Hılye»de açıklanmıştır. Musannıf´ın sözünden de anlaşılmaktadır. Zira «Akşam namazından önce ilh...» cümlesini sabah namazı üzerine atfetmiştir. Binaenaleyh sabah namazında mekruh olan şeylerin hepsi akşam namazında da mekruhtur. Evet, «Lübâb» şerhinde açıklandığına göre bir kimse ikindi namazından sonra tavaf ederse, iki rekât tavaf namazını akşamın sünnetinden evvel kılar. Nitekim cenaze namazını da akşamın sünnetinden evvel kılardı.

İmam, minbere çıkarken nâfile kılmak Buhârî ile Müslim´in ve diğer hadîs imamlarının rivayet ettikleri şu hadîsten dolayı mekruhtur: «İmam hutbe okurken arkadaşına sus dersen bâtıl konuşmuş olursun!». Rasûlüllah (s.a.v.) farz olduğu halde iyiliği emir etmeyi bile yasak etti ise nâfileye ne kalır!

İbni Battal´ın dediği gibi Cumhur´un kavli budur.

Bizim imamlarımızla İmam Malik de bunlar meyanındadır. İbni Ebî Şeybe bu kavli Ömer, Osman, Ali ve İbni Abbas hazeratı ile tâbiînden rivayet etmiştir. Gerçi cevaz bildiren rivayet de varsa da haram kılınmazdan öncesine hamledilmiştir. Binaenaleyh memnu deliline muaraza edemez. Bu babtaki delillerin tamamı «Münye» şerhleriyle diğer kitaplardadır. Kitabımızda bu cümlede yukarıya âtıf edildiği için orada mekruh olanlar burada da mekruhtur. Nitekim az evvel arz etmiştik.

Şârih, hutbe hakkında «herhangi bir» tâbirini kullanarak sözü umumileştirmiştir. Şu halde hutbeden önce ve sonraya şâmildir. Bu hususta hatibin hutbeyi bitirmiş veya bitirmemiş olmasının bir farkı yoktur. «Bahır»

Hutbenin on yerde okunacağı Bayramlar Bahsinde gelecektir. Bunlar cuma hutbesiyle, iki bayram hutbesi, üç hac hutbesi, hatim, nikâh, yağmur duası ve güneş tutulması hutbeleridir. Maksat, meşrû olan hutbeleri bir arada saymaktır. Aksi halde güneş tutulması hutbesi Şâfiî´nin mezhebidir. Zâhire bakılırsa İmam A´zam´a göre bu hutbe esnasında nâfile kılmak mekruh değildir. Çünkü ona göre güneş tutulduğunda hutbe okumak meşru değildir. «Hılye»de. bu açıklanmıştır. Kezâ yağmur duası hutbesi İmameyn´e göre meşrudur. Onun hakkında da aynı şey söylenebilir. Mamafih Kuhıstânî´nin rivayetiyle cevap da verilebilir. Kuhistânî güneş tutulma hutbesinin meşru olduğuna dair İmam A´zam´dan bir rivayet nakletmiştir. İhtimal «Hâniye» sahibi gibiler bu rivayete meylederek onu da anmışlardır. Bu suretle hutbe sayısı bize göre de on olur. Şüphesiz ki Şârih´in «odasından çıkarken; ayağa kalkarken» sözleri yerine göre kullanılacak kayıtlardır. Bu nikâhla Kur´an hatmi hutbelerinden başkalarında olur. Bütün hutbelerde nâfile kılmanın mekruh olması, vacip olan hutbe dinleme işi elden gittiği içindir. Nitekim bu cihet «Müctebâ»da açıklanmıştır.

METİN

Kaza namazı böyle değildir. Onu bu vakitlerde kılmak mekruh değildir. Musannıf cumada hutbe halinde mekruh olmayan kaza namazını tertibi vacip olan namaz diye kayıtlamıştır. Böyle değilse mekruh olur. Bu sûretle «Nihâye» ve «Sadrı´ş-Şeria»nın sözleri birleştirilmiş olur. Kezâ farz namaza ikamet getirilen yerde yani mezhebinin imamının kıldırdığı yerde nâfile namaz kılmak mekruhtur.

Delil, «Cemaatla namaza ikamet getîrildiği vakit farz namazından başka namaz yoktur» hadîsidir Bundan yalnız cemaate teşehhüdünde olsun yetişemeyeceğinden korkmayan kimsenin sabah namazının sünnetini kılması müstesnadır. Yetişemeyeceğinden korkarsa sünneti aslından terk eder. Bu hususta söylenen çareler makbul değildir. Vakit daraldığı zaman dahi vaktin farzı olmayan bir namazı kılmak mekruhtur. Bayram namazlarından önce nâfile namaz kılmak mutlak surette mekruhtur. Bayram namazlarından sonra ise mescidde mekruh. evde esah kavle göre mekruh değildir. Arafat´ta ve Müzdelife´de cem edilen (toptan kılınan) namazların arasında ve kezâ bu iki namazdan sonra nâfile kılmak mekruhtur. Nitekim evvelce geçmişti.

İZAH

Nihâye» ve «Sadrı´s-Şeria»nın sözleri birbirine zıddır. «Sadrı´ş-Şeria» kaza namazı bu vakitlerde mekruhtur, demiş; «Nihâye» sahibi ise mekruh olmadığını söylemiştir. Musannıf merhum, farz namazı mutlak zikretmiştir. Halbuki «Hâniye» ve «Hulâsa» sahipleri onu cuma günü diye kayıtlamışlardır. «Fetih» sahibi ve diğer şârihler de bunu tasdik etmişlerdir.

«Münye» şârihi dahi bu zevâta tâbi olarak şöyle demiştir:

«Cumadan başka günlerde ise imam namaza başlamadıkça mücerred ikamet getirmekle mekruh olmaz. imama birinci rekâtta yetişeceğini bilmesi ve perde bulunmadığı halde safdakilere karışmaması da şarttır. Cuma ile diğer namazlar arasında fark, cumada cemaatın kalabalık olması ve ekseriya safdakilere karışmadan kılması mümkün olmamasıdır». Kısaltılarak alınmıştır. Farza Yetişme Babında da gelecektir.

«Yani mezhebinin imamının kıldırdığı yerde ilh...» sözü bir mescidde cemaatın tekrarı mekruh olmadığına göredir. Şârih, Ezan ve İmamlık Bahsinde bunun aksini söyleyecektir.

Ulemadan bir cemaat Mekke ve Medine´de ve diğer yerlerde görülen ayrı imamlar arkasında ayrı cemaatlar teşkil edilmesini kerih görerek risâleler yazmış; ilk imamla kılmanın daha faziletli olduğunu açıklamışlardır. Onlardan biri de «Mensih» müellifi meşhur allâme Rahmetullah Sindidir ki ehl-i tahkikten Kemâl b. Humâm´ın tilmîzidir. Allâme Hayreddîn Remlî´nin İmamlık Babında bu zattan rivayet ettiğine göre ulemamızdan bazıları (551) tarihinde bunu red ve inkâr etmişlerdir. Şerif Gaznevî bunlardandır. Malikîlerden bir zat do (550) tarihinde bunun dört mezhebe göre câiz olmadığına fetvâ vermiştir.

Rahmetullah Sindî, mezhebimiz ulemasından bir cemâatın dahi bunu reddettiklerini nakletmiştir. Lâkin «Eşbah» şârihi allâme İbrahim Bîri «El-AkvaIü´l-Merdiyye» adlı bir risâle te´lif ederek namazın câiz, fakat muhalif mezhebin imamına uymanın mekruh olduğunu açıklamıştır. Çünkü muhâlif mezhebin imamı hilâf yerlerine riâyet etse bile kendisine uyanın mezhebince mekruh olan şeyleri terk etmez.

Besmele ve âmini aşikâr söylemesi. eğilip doğrulurken ellerini kaldırması, istirahat celsesi yapması (secdelerden sonra hafifçe oturması) ilk oturuşta salâvat dualarını okuması, sol tarafa selâm vermeyi sünnet sayması vesaire bunlardandır ki, bize göre namazın yeniden kılınmasını icap eder; yahud iâdesi müstehap olur. Kezâ allâme Aliyyü´l-Kaarî de «El-İhtîdâ fil-İktidâ» namında bir risâle te´lif ederek namazın câiz olduğunu isbat eylemiş; lâkin imam namazın yalnız rükün ve şartlarına riâyet etmek şartiyle muhalif mezhebin imamına uymakta bir kerâhet olmadığını bildirmiştir. Meselenin tamamı inşallah İmamlık Babında gelecektir. Şârih´in delil olarak zikrettiği hadîsi Müslim ve diğer hadîs imamları rivâyet etmişlerdir. Tahtâvî. «Bunun umumundan yalnız tertip vacip olan koza namazı müstesnâdır. Bu namaz ikamet getirilirken de kılınır.» demiştîr.

Sabah namazının sünneti kılınabileceğine delil, Tahavi ve başkalarının İbni Mes´ud´dan rivayet ettikleri eserdir.

İbni Mes´ud (r.a.), mescide girmiş. Namaza ikamet getirilmiş imiş. kendisi mescidde bir direğe karşı durarak iki rekat sünneti kılmış. Bu hâdise Huzeyfe ile Ebu Musâ´nın huzurunda olmuş, Ömer. Ebud-Derdâ, İbni Abbâs ve İbni Ömer (r.a.) hazerâtından do bunun gibi vak´alar rivâyet olunmuştur. Hâfız Tahâvî «Âsâr» şerhinde bunu sened olarak rivayet etmiştir. «Münye» şerhinde bunun misli Hasan-ı Basri, Mesruk ve Şâ´bîden rivâyet olunmuştur.

Cemâate sabah namazının teşehhüdünde yetişeceğini aklı kesen sünneti kılar. Şârih burada Musannıfın ve «Bahır»a uyarak Şurunbulâlî´nin itimad ettiği kavlı tercih etmiştir. Lâkin «Nehir» sahibi bu kavli zaif bulmuş; «Zâhir» mezhebi tercih etmiştir. «Zâhir» mezhep, bir rekâtına yetişeceğini bilmedikçe sünneti kılamamasıdır. Bu mesele Farza Yetişme Babında gelecektir. H.

Ben derim ki: Biz orada Musannıf´ın itimad ettiği kavli Kemâl b. Humâm´ın ve başkalarının kuvvetli bulduklarını bildireceğiz. Cemaate yetişemeyeceğinden korkan kimse sünneti aslından terk eder. Yani güneş doğmadan veya doğduktan sonra onu kaza etmez. Zira sabah namazının sünneti ancak farzı ile beraber kazaya kalır da o gün zevalden önce kılınırsa kaza edilir. H.

Bu hususta söylenen çareler makbul değildir (Çareye hile-i şer´iyye derler). Çâre yâ sünnete niyet ederek güneş doğmadan bozmaktır, yahud sünnete niyet edip onu bozmadan farza başlamaktır. Sonra güneş doğmadan sünneti kaza eder. Bu iki vecihle reddedilir.

Birincisi: Namazı bozmak için başlamayı emir etmek şer´an çirkindir. Burada her iki şekilde bozmak vardır.

İkincisi: Bunda vacip ligayrihiyi sabah namazı vaktinde icra vardır ki, evvelce geçtiği vecihle bu mekruhtur. H.

Vakit daraldığı zaman dahi vaktin farzı olmayan bir namazı kılmak mekruhtur. Bu kerâhet nafile, vacip ve kaza namazlarına şâmildir. Velev ki aralarında tertip olsun. Vakitten murad da kâmil olan müstehap vakittir. Zira Kaza Namazları Babında görüleceği vecihle tertip, müstehap vaktin daralmasiyle sâkıt olur. Şârih, «Kezâ müstehap vakit daralınca vakit namazından başkası mekruh olur.» dese daha iyi olurdu. Bunu Halebî söylemiştir.

TENBİH: Şârihin el yazısı ile «Hazâin»in derkenarında şunu gördüm: «Bir kimse vaktin çokluğunu zannederek nâfile namaza niyetlenir de sonradan iki rekâtı tamamladığı takdirde farzı kaçıracağı anlaşılırsa o namazı bozmaz. Nitekim nâfileye niyetlenir de hatip minbere çıkarsa bozmazdı. «Münye» şerhinin sonunda böyle denilmiştir.» Teemmül eyle!

Bayram namazlarından önce nâfile namaz kılmak mutlak surette yani evde olsun mescidde olsun mekruhtur. H.

Bayram namazlarından sonra ise mescidde mekruh, evde esah kavle göre mekruh değildir. «Esah» tâbiri ile Şârih, «Evde mutlak surette yani bayram namazından önce olsun sonra olsun câizdir.» diyenlerle, «Bayram namazından sonra mutlak surette yani mescidde olsun evde olsun mekruh değildir.» diyenlere red cevabı vermiştir. H.

Arafat´ta ikindi ile öğle bir arada öğle zamanında kılınır. Buna cemi takdim derler. Müzdelife´de ise akşamla yatsı beraberce yatsı zamanında kılınır. Buna do cemi te´hir denir. «Ve keza bu iki namazdan sonra» ifâdesi cemi takdimle cemi te´hiri iham ediyorsa da maksat yalnız Arafat´taki cemidir. Müzdelife´deki cumadan sonra nâfile kılmak mekruh değildir. Rahmetî´nin beyânından anlaşıldığına göre Müzdelife´de akşamla yatsı namazları birlikte kılındıktan sonra nâfile kılmanın mekruh olup olmaması hususunda ulemamız arasında hilâf bulunduğu sabit olmuştur. Lâkin «Lübâb» şerhinde kat´î dille ifâde edildiğine göre akşamla yatsı birlikte kılındıktan sonra bu namazların sünnetleri ile vitir namazı da kılınır. «Lübâb» Şârihi, «Nitekim bunu Mevlânâ Abdurrahman Câmı´ «Mensik» adlı eserinde açıkça beyan etmiştir. Teemmül eyle!» demiştir.

METİN

Büyük ve küçük abdesti yahud bunlardan biri veya yellenme sıkıştırırken ve canının çektiği yemek hazır olmuşken namaz kılmak mekruh olduğu gibi namaz fiillerinden zihnini meşgul edecek ve namazın huşuğunu bozacak her ne olursa olsun mekruhtur. Bunlar otuz küsûr vakittir.

Kâbenin üzeri, yol, çöplük, salhane, kabristan, evinde yıkandığı yer, hamam, yirim içi, deve, koyun ve sığır ağılı gibi yerlerde de namaz kılmak mekruhtur.

İZAH

Canının çektiği yemek ifâdesinden anlaşılıyor ki canı çekmezse yemeğin hazır olması i!e namaz kılmak mekruh değildir. Tahtavî, «Zâhir olan da budur.» demiştir. Musannıf´ın burada hassaten yemekle zihni meşgul eden şeyden bahsetmesi ikisi de hassaten hadîslerde beyan buyurulduğu içindir. Bunu Halebî söylemiştir. Anla!

Burada otuz küsûrdan murad otuz üç vakittir ki şunlardır:

Güneş doğarken, üstüva halinde iken, batarken, sabah namazından veya ikindiden sonra, sabah namazından veya akşam namazından evvel, on hutbenin okunduğu zamanlar, farz namaz kılınırken, farzın vakti daraldığı zaman, bayram namazından evvel, bayram namazından sonra mescidde namaz kılmak, kurban bayramı namazından evvel ve sonra mescidde kılmak, Arafat´ta cemi takdim esnâsında, Müzdelife´de cemi te´hir yapıldıktan sonra, büyük ve küçük abdest sıkıştırdığı vakit, bunlardan biri sıkıştırdığında, yellenme sıkıştırdığında, canının çektiği yemek hazır olduğunda, zihnini meşgul edecek bir şey bulunduğunda, yalnız yatsıyı edâ için gece yarısından sonrası ve yalnız akşam namazını edâ için yıldızların göründüğü zamandır.

Bilmelisin ki ilk üç vakitte namaz kılmaktan nehi buyurulması vakitteki bir mânâdan ileri geldiğini evvelce arz etmiştik. Bunun farz ve nâfilede tesiri vardır. Diğerlerinde başka bir mânâdan dolayı yasak edilmiştir. Bunun nâfilelerde tesiri vardır. Farzlarla, farz mânâsına gelenlerde tesiri yoktur. «inâye» ve diğer kitaplarda bu açıklanmıştır. Lâkin diğerlerinde yasaklamanın nâfilelerde tesiri olduğu ancak hassaten vakit namazına müteallik etmediği zaman anlaşılır. Nitekim son iki vakitte böyledir. Bu iki vakitte mekruh olan sâdece vakit namazıdır. Başkaları cemaatı azaltır. Akşam namazını yıldızların göründüğü zamana geciktirmek ise Yahudilere benzemektir. Nitekim ulema bunu açıklamıştır. Bu hüküm bu iki vakte mahsustur.

Yukarıda arz etmiştik ki, sahih kavle göre haddi zatında vakitte kerahet yoktur. En makulu «Bahır» sahibinin «Hılye»ye te´ban tahkik ettiği gibi kerahetin geciktirme ile edâda olması yalnız geciktirmede olmasıdır. Anla!

Şârih, zaman itibariyle keraheti anlattıktan sonra mekân itibariyle keraheti münâsebet düştüğü için getirmiştir. Yoksa mekân itibariyle kerahetin yeri namazın mekruhlarıdır.

Kâbe´nin üzerinde namaz kılmak, emir olunan tazime aykırı düştüğü için, yolda namaz kılmak, gelip geçenlere mâni olduğu ve yolu hedefinden başka hususta meşgul ettiği içindir. Zira yol yürümek için ammenin hakkıdır. Bir de İbni Mâce ile Tirmizî´nin ibni Ömer´den rivayet ettikleri bir hadiste. «Rasûlüllah (s.a.v.) yedi yerde namaz kılmayı yasak etti. Bunlar: çöplük, salhane, kabristan, yol çatırığı, hamam, deve ve ağılları ve Beytullah´ın (Kâbe´nin) üzeridir.» denilmiştir.

Kabristanda namaz kılmanın neden mekruh olduğu ihtilaflıdır. Bazıları, «Çünkü orada ölülerin kemikleri ve bedenlerinden akan sarı su vardır. Bu ise pistir.» demişlerdir. Ama söz götürür. Zira bize göre istihâle (yani hakikatın değişmesi) temizleyicidir. Birtakımları, puta tapmanın aslı sülehâ´nın kabirlerini mescid yapmaktır» demiş; daha başkaları bunun Yahudilere benzemek olduğunu söylemişlerdir. «Haniye» sahibi bu kavli tercih etmiştir. Namaz kılmak için hazırlanmış yen bulunursa kabristanda namaz kılmak mekruh olmaz. Yalnız «Hâniye» de beyan edildiği vecihle hazırlanan yerde kabir ve pislik bulunmamak ve kıblesi kabre karşı gelmemek lazımdır. «Hılye».

Hamamda namaz kılmak iki mânâya mekruhtur. Birincisi kir sularının döküldüğü yer olduğu için, ikincisi de şeytanların evi olduğundandır. Birinci mânâya göre hamamın bir tarafı yıkanırsa orada namaz kılmak mekruh olmaz. İkinciye göre mekruh olur. Evlâ olan do budur. Çünkü hadîs mutlaktır. Meğer ki vaktin çıkacağından korkmak gibi bir özür ola. «İmdâd»

Lâkin «Feyiz»de bildirildiğine göre Müftabih olan kavil kerahet. bulunmamasıdır. Hamamın dışında yani hamamcının oturduğu yerde namaz kılmak hususunda ise «Hâniye»de, «Bunda bir beis yoktur.» denilmiş; «Hılye»de, «Dışındaki kerahet dahi ikinci mânânın teferruatındandır.» deniliyor. Yine «Hılye»de beyan olunduğuna göre hamam terk edilmiş olsa söylendiğine göre eski hâli gözönünde bulundurularak kerahetin kalması muhtemel olduğu gibi kalmaması ihtimali de vardır. Zira şeytanın hamama dadanması, orada avret yerleri açıldığı ve benzeri haller görüldüğü içindir. Birinci ihtimal daha makûldür.

Hamama su verilmeyerek kullanılmaz hâle gelse kerahetin kalmaması daha münasip o!ur. Çünkü hammam hamimden alınma bir kelimedir. Hamim, sıcak su demektir. Orada böyle bir su kalmamıştır. Şu hale göre bir kimse evini hamam şeklinde yapmış olsa orada namaz kılmak mekruh olmaz.

TENBİH: Hamamın şeytanların yeri olmakla ta´lil edilmesinden kâfirlerin ibâdethanelerinde namaz kılmanın mekruh olduğu hükmü çıkarılır. Zira onlar da şeytanların sığındığı yerlerdir. Nitekim bunu Şâfiî´ler açıklamışlardır. Onların söylediklerinden bizim için de hüküm alınır.

Tatarhâniye´de, «Müslümanın havraya ve kiliseye girmesi mekruhtur. Ama girmeye hakkı olmaması yönünden değil, orası şeytanların toplandığı yer olduğu için mekruhtur.» denilmiştir. «Bahır» sahibi, «Zâhire göre bu kerahet, tahrimiyyedir. Zira mutlak olarak kerahet denince kerahet-i tahrimiyye kastedilir. Ben Yahudilerle birlikte havraya devam eden bir Müslüman ta´zir olunacağına fetvâ verdim.» diyor. Girmek mekruh olunca içinde namaz kılmanın keraheti evleviyette kalır. Oraya namaz kılmak için girenin cehli bununla meydana çıkar.

Yirim içinde yani dere gibi çukur yerde namaz kılmak mekruhtur. Zira ekseriyetle sellerin getirdiği veya insanlar tarafından atılan pisliklerden hâli kalmaz.

Deve ve koyun ağılı olan yerlerde namaz kılmak mekruhtur. İsmâil Nablusî´nin «Ahkâm» adlı eserinde dahi «Hazâne»den naklen böyle denilmiştir. Nablusî bundan sonra «Mültekat»tan şunu nakletmiştir: «Koyun ağılları pislikten uzak olursa, içlerinde namaz kılmak mekruh olmaz».

Hılye´de deniliyor ki: Peygamber (s.a.v.), «koyun ağıllarında namaz kılın ama deve iğreklerinde namaz kılmayın»! buyurmuştur: Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiş ve hasen sahih olduğunu söylemiştir. Ebu Davud da şu hadîsi rivayet etmiştir: Rasûlüllah (s.a.v.)´e develerin çöktüğü yerlerde namaz kılınıp kılınmayacağı soruldu da. «Develerin çöktüğü yerlerde namaz kılmayın! Çünkü develer şeytanlardandır» buyurdu. Koyun ağıllarında namaz soruldu: «Oralarda namaz kılın! Zira onlar bereketten yaratılmışlardır» buyurdular. Bu hadîsi Müslim kısaca rivayet etmiştir». Anlaşılıyor ki develerin şeytanlardan olmasının mânâsı onlara benzer sıfatta ürkek ve eziyetçi yaratılmalarıdır. Şâfiî´lerden birinin dediği gibi namaz kılan kimse onların ürkerek namazını bozduracağından emin olamaz. Yani aklı meşgul kalır. Bilhassa secde halinde bu daha da çok olur. Bununla develer koyunlardan ayrılır. Ta´lilden anlaşıldığına göre develer yokken temiz olan ağıllarında namaz kılmak mekruh değildir.

TENBİH: Bazıları, «Çünkü develer şeytanlardan yaratılmıştır.» tâ´lilini Peygamber (s.a.v.)´in nâfile namazını devesinin üzerinde kılması karşısında müşkil saymışlardır. Birtakımları bir deve ile sürü halindeki develerin arasında fark görmüşlerdir. Zira sürü halindeki develer tabiatları icabı ürkerek kalbi heyecanlandırabilirler. Üzerine binilen deve böyle değildir.

Ben ulemamızdan sığırı zikreden görmedim. Evet. Şafiî´lerden biri sığırın da koyun gibi olduğunu söylemiş fakat bazıları buna muhalefet etmiştir.

METİN

«Kâfi» sahibi şunları da ziyade etmiştir: Hayvan bağlanan yerlerde âhırda, değirmende, helâda ve helâ üzerinde. sel çukurunda, gasb edilmiş yahud başkasına aid ekilmiş veya sürülmüş yerde ve geçenlere mâni olacak sütre olmaksızın ovada namaz kılmak mekruhtur. Yatsıdan evvel uyumak, yatsıdan sonra mubah sözlerle konuşmak. fecir doğduktan sabah namazını kılıncaya kadar konuşmak da mekruhtur. Ondan sonra işine gitmekte beis yoktur. Bazıları güneş doğuncaya kadar, birtakımları bir mızrak boyu yükselinceye kadar konuşmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. «Feyz».

İZAH

Değirmende namaz kılmanın mekruh olması herhalde gürültüsü zihni meşgul ettiği için olacaktır.

Gasb edilmiş dedikten sonra «başkasına aid» demeye hacet yoktur. Çünkü gasb başkasının olmayı gerektirir. Meğer ki izinsiz namaz kastedilmiş olsun. Velev ki gasb etmiş olmasın. Bunu Ebu´s-Suud söylemiştir.

Hâvi Kudsî´sin ibâresi şöyledir: «Gasb edilen yerde de mekruhtur. Bir kimse Müslümanla kâfirin yerlerinden birinde namaz kılmaya mecbur kalsa ekilmemiş olmak şartiyle Müslümanın yerinde kılar. Yer ekilmiş. yahud kâfirin mülkü ise yolda kılar». Yani yolda onun da hakkı vardır. Nitekim Muhtaratü´n-Nevazil nam eserde de böyle denilmiştir. Aynı eserde şu da vardır: «Başkasının yeri ekilmiş veya sürülmüşse orada namaz kılmak mekruhtur. Ancak aralarında dostluk varsa yahud sahibinin darılmayacağını tahmin ederse bir beis yoktur».

T E N B İ H: Seyyîdî Ahdülganî babası Şeyh İsmâil eseri «Ahkâm» dan şunu naklediyor: «Başkasının yeri duvar veya avlu ile çevrilmişse oraya inmek memnudur. Çevrilmemişse bu hususta muteber olan örftür». Seyyidî Ahdülganî sözüne şöyle devam etmektedir: «Yani rahatı olup olmamak hususunda halkın âdeti muteberdir demek istiyor. Binaenaleyh bahar günlerinde Dımaşk´taki vâdî bahçelerine sahiplerinin izni olmaksızın girmek câiz değildir. Avamın yaptıkları duvar yığma, tel koparma gibi işler çirkin ve haramdır. Halebî´nin Münye» şerhinde şöyle denilmiştir: Bir kimse gasp edilen yere mescid yapsa içinde namaz kılmakta bir beis yoktur. «Vâkıat»ta ise. bir kimse şehrin surları üzerine mescid yaparsa orada namaz kılmamak gerekir; çünkü âmmenin hakkıdır. Gasp yerine yapılan mescid gibi oda sırf ALLAH rızası için değildir, denilmiştir».

Ahdülgani sonra şunları ilâve etmiştir: Dımaşktaki Süleymaniye Medresesi Sultan Nureddin Şehîd´in Dımaşk halkının şehâdetleri ile yolculara vakıf ettiği çayıra kurulmuştur. Vakıf şöhret bulmakla sabit olur. Bu medresenin kuruluşunda yeri vakıf eden zatın şartına muhalif edilmiştir. Halbuki vakfın şartı şâfiin nassı gibidir. Binaenaleyh orada namaz kılmak bir kavle göre kerahet-i tahrimiyye ile mekruh, başka bir kavle göre hiç sahih değildir. Nitekim bunu «Camiu´l-Fetâvâ» sahibi nakletmiştir. Medresenin suyu da sahibi bir dereden alınmıştır. Emevî Camîindeki Yemenliler hücresi de bu kabildendir. Bunlar şaşılacak şeylerdir!».

METİN

Yolculuk ve yağmur gibi bir özürden dolayı iki farzı bir vakitte beraber kılmak caiz değildir. Şâfiî buna muhâliftir. Ama onun rivayet ettiği hadîsler vakit itibariyle değil, fiilen beraber kılınacağına hamledilmişlerdir. İki farzı beraber kılarsa farzı vaktinden evvel kıldığı takdirde fâsid olur. Aksini yaparsa yani farzı vaktinden sonraya bırakırsa kaza suretiyle sahih olsa bile haramdır. İki farzı bir vakitte beraber kılmak yalnız Arafat´ta ve Müzdelife´de hacılara câizdir. Nitekim gelecektir. Zaruret zamanında taklitte (muhalif mezhebin imamına uymakta) beis yoktur. Ancak o imamın icap ettirdiği her şeyi benimseyip ifâ etmesi şarttır. Zira görmüştük ki, karma hüküm bilittifak bâtıldır.

İZAH

İmam Şâfiî´nin rivayet ettiği hadîsler geciktirmeye ve vaktinden önce niyetlenmeye delâlet ederler. Meselâ Enes hadîsinde, «Peygamber (s.a.v.) acele yola çıkmak isterse öğle namazını ikindi vaktine geciktirir; ikisini beraber kılardı. Akşam namazını geciktirir ve yatsı ile beraber kılardı.» denilmiştir.

İbni Mes´ud´dan da böyle bir rivayet vardır. Vaktinden önce kılınacağına delâlet eden Hazret-i Muaz´dan naklen Ebu´t-Tufeyl´in rivayet ettiği hadîsten başka açık hadîs yoktur. Mezkûr hadîste şöyle denilmektedir: «Peygamber (s.a.v.) Tebük gazâsında güneş zevâle ermeden yola çıkarsa öğleyi ikindi vaktine geciktirir; ikisini beraber kılardı. Güneş zevâle erdikten sonra yola çıkarsa öğle ile ikindiyi kılar; sonra yola çıkardı. Güneş batmadan yola çıkarsa akşam namazını geciktirerek yatsı ile beraber kılardı. Güneş battıktan sonra çıkarsa yatsıyı öne alır ve onu akşamla birlikte kılardı», Şâfii´nin rivayet ettiği hadîslerden geciktirme bildirenler, iki namazı fiilen bir arada kıldığına hamledilmişlerdir.

Yani Rasûlüllah (s.a.v.), birinci namazı vakîinin sonunda, ikinci namazı vaktinin evvelinde kılmıştır. Ravinin birinci namazın vakti çıktığını bildiren sözü de mecaza hamledilir. Yahud vakit çıktı sanmıştır. ibn-i Ömer´den sahih olarak rivayet edilen şu hadîs de bu te´vile delâlet eder: «İbni Ömer (r.a.), şafağın sonunda yoldan geldi de evvelâ akşam namazını kıldı sonra şafak kayıp olduğunda yatsıyı edâ etti ve, Rasûlüllah (s.a.v.) yola acele ettiği zaman böyle yapardı. dedi». Hadisin bir rivayetinde, «Sonra bekledi şafak kayıp olunca yatsıyı kıldı.» denilmiştir. Rasûlüllah (s.a.v.), «Uykuda tefrit yoktur; tefrit uyanıkkendir. Namazı başka namazın vaktine geciktirirsin.» buyurmuşken bunu kendisi nasıl yapar! Bu hadîsi Müslim rivayet etmiştir. Ve bunu seferde söylemiştir. Yine Müslim´in ibni Abbas´tan rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) Medine´de öğle ile ikindiyi ve akşamla yatsıyı korku ve yağmur olmadığı halde ümmetine güçlük çıkarmamak için beraber kılmıştır. Bir rivayette, «Yolculuk olmadığı halde» denilmiştir.

İmam Şâfiî özürsüz iki namazı beraber kılmayı câiz görmemektedir. Bu hadise kendisi ne cevap verirse bizim cevabımız da o olacaktır. Namazı vaktinden önce kıldığını gösteren Ebu´t-Tufeyl hadîsine gelince: Tirmizî onun garip olduğunu söylemiş; Hâkim ise, «Bu hadîs uydurmadır.» demiştir. Ebu Dâvud namazın vaktinden evvel kılınacağını bildiren sâbit hadîs olmadığını söylemiştir. iki namazın bir vakitte kılınacağını söyleyen kimseyi Hazret-i Âişe reddetmiştir. Buharî ile Müslim´de İbni Mes´ud´dan şu hadîs rivayet olunmuştur: «Kendinden başka ilâh olmayan Allah´a yemin ederim ki, Rasûlüllah (s.a.v.) hiç bir namazı vaktinin dışında kılmamıştır. Ancak iki namaz müstesnâ! Arafat´ta öğle ile ikindiyi birlikte, Müzdelife´de de akşamla yatsıyı birlikte kıldı». Vakitleri tâyin hususunda vârid olan âyetlerle hadîsler bu babta kâfidir. Bahsin tamamı «Zeyleî» ve «Münye» şerhi gibi mufassal kitaplardadır.

(Arafat´taki toptan namaza cemi takdim, Müzdelife´dekine cemi te´hir denildiğini evvelce arz etmiştik), Arafat´taki cemide ihram, hac emîri ve her iki namazın cemaatle kılınması şarttır. Bunlar Müzdelife´deki cemide şart değildir. T.

Ben derim ki: Bu babtaki iki kavlin birine göre ihram şarttır. «Zarûret zamanında muhalif mezhebin imamına uymakta beis yoktur.» sözü zaruret yoksa câiz değildir, mânâsını ifâde ediyor. Buradaki iki kavlin biri budur. Fakat muhtar olan kavil mutlak surette câiz olmasıdır. şu da var ki zarûret zamanında taklide hacet de yoktur. Nitekim bazıları Mızmirat´ın beyânına istinâd ederek, «Yolcu, hırsızlardan veya yol kesenlerden korkar da arkadaşları kendisini beklemezse namazı geciktirebilir. Çünkü mazurdur. Bu özürle yürürken ima ederek kılsa câiz olur.» demişlerdir. Lâkin anlaşılıyor ki Şârih, zaruretten bir nevi meşekkatli olan manasını kasdetmiştir. Teemmül et!

İmam Şâfiî cemi takdim için üç şeyi şart koşmuştur.

1- Birinci vaktin namazını evvela kılmak,

2- O namazdan çıkmadan cemi niyet etmiş olmak,

3- Ve örfen fasıla sayılacak bir şeyle iki namazı birbirinden ayırmamak. Cemi te´hir için ise birincinin vakti çıkmadan cem´e niyet etmekten başka şart koşmamıştır. «Nehir». Keza namazda cemaat bile olsa fâtihayı okumayı, tenâsül uzvuna yahud yabancı bir kadına dokunmakla abdest tazelemeyi de şart koşmuş, bu işe bağlı bütün şart ve rükünleri ilâve etmiştir. Allah´u âlem.

neslinur
Wed 24 March 2010, 04:49 pm GMT +0200
EZAN BÂBI



METİN


Ezan lügatta bildirmek mânâsına gelir. şeriatta ise: Hususî şekilde böyle yani hususî sözlerle hususî bir bildirmedir. Tarif geçmiş namazlarla, hatibin huzurunda okunan ezanlara da şâmil olsun diye musannıf «vaktin girdiğini bildirmektir.» dememiştir. Ezanın ilk sebebi Esrâ gecesinde Cebrâil aleyhisselamın ezan okuması ve peygamber (s.a.v.)´e imam olduğunda ikâmet getirmesidir. Sonra Abdullah b. Zeyd´in hicretin ilk yılında rüyâsında gökten inen meleğin ezan okuduğunu görmesidir. Acaba bu melek Cebrail mi idi? Cibril olduğunu söyleyenler olduğu gibi olmadığını söyleyenler de vardır. Ezanın devam itibariyle sebebi vaktin girmesidir.

İZAH

Evvelce geçtiği vecihle vakit namazın sebebi olduğundan musannıf evvela onu anlatmış; arkasından ezanı getirmiştir. Çünkü ezan vaktin girdiğini ilândan ibarettir. Hususî şekilde ki ezandan murad: Sesini uzatarak okumak, Minârede dönmek, sağa sola bakmak, tercî ve lahn yapmamak gibi şeylerdir ki bunlar ezanın aşağıda görülecek hükümleridir. «Hususî sözler» kaydı ile musannıf Farsça ezan okumanın sahih olmadığına işaret etmiştir. Velev ki bu sözlerin ezan olduğu bilinsin. En makul ve esah olan budur. Nitekim «Sirac»da da böyle denilmiştir. Ezan hususî bir ilândır. Yani namaz vaktini bildirir. «Dürer»de, «Ezan, hususî sözlere verilen isimdir.» denilmiştir. Yani müsebbibe sebep adını vermek kabilinden kendileriyle ilân yapılan sözlerdir. «İsmail».

Musannıf´ın ezanı «hususî sözlerdir.» diye tarif etmemesi namaz ezanını murad ettiği içindir. «Hususî sözlerdir.» diye tarif etse idi yeni doğan çocuğa okunan ezanla benzerleri de tarife dahil olurdu. Ezanın ilk sebebi Cebrail aleyhisselamın okumasıdır.

Şubramilsî´nin «Minhâc» hâşiyesinde İbni Hâcer´in «Buharî» şerhinden naklen şöyle deniliyor: «Ezanın hicretten evvel Mekke´de meşru olduğunu bildiren hadîsler vârid olmuştur. Onlardan biri Teberânînin rivayet ettiği şu hadistir: «Peygamber (s.a.v.), göklere çıkarıldığı gece Allah ona ezanı vahiy buyurdu. Onu indirdiğinde Bilâl´e öğretti». Darekutnî de Enes´den şu hadîsi rivayet etmiştir: Namaz farz olunca Cebrail, Peygamber (s.a.v.)´e ezan okumasını emir etti». Bezzâr ve diğerleri Hazret-i Ali´den şu hadîsi tahriç etmişlerdir: «ALLAH Rasûlüne ezanı öğretmeyi dileyince Cebrâil, Burak denilen hayvanla ona geldi. O bu hayvana bindi. Cebrail, Allahu ekber Allahu ekber dedi...». Hadisin sonunda, «Sonra melek elinden tuttu. Ve gök ehline imam oldu.» cümlesi vardır. Doğrusu bu hadîslerden hiç biri sahih değildir».

«Fethü´l-Kadîr» sâhibi «Bezâr» hadîsini ele almış sonra, «Bu hadîs garibtir ve sahih habere aykırıdır. Sahih haber Müslim´de bildirildiğine göre ezanın Medine´de başlamasıdır. Müslümanlar Medine´ye geldiklerinde toplanıp namaz için vakit tayin ederlerdi. Namaz için kimse ezan okumazdı. Bu hususta konuştular. Bazıları bayrak dikelim; dediler ilh...» demiştir.

«Fethü´l-Kadîr» sâhibi Abdullah b. Zeyd, kıssasını «Sirac»dan naklen tamamen ve isnadlariyle nakletmiştir. Bu kıssada aynı rüyayı o gece Hazreti Ömer´in de gördüğü bildirilmektedir. Ezanın rüya ile isbatı müşkil görülmüş ve «Peygamberlerden başkasının rüyası üzerine şer´î hüküm kurulamaz.» denilmişse de buna şöyle cevap verilmiştir: «İhtimal bu rüya ile birlikte vahiy de gelmiştir». «Minhac» hâşiyesinde Hâfız İbni Hâcer´den naklen şöyle deniliyor: «Bunu Abdurrezzâk ile Ebu Davud´un «Murasil»inde rivayet ettiği şu haber te´yid eyler: Hazret-i Ömer ezan rüyasını görünce haber vermek için Peygamber (s.a.v.)´e geldi. Fakat bu hususta vahîyi gelmiş buldu. Onu Bilâl´in ezanından başka şaşırtan şey olmadı. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), «Bu hususta vahîy seni geçti.» buyurdu. Bundan sonra hâşiye sahibi şunları söylemiştir: «Cibril´in Peygamber (s.a.v.)´e ezanı öğretmek istediği zaman burakla gelmesi sahih takdir edilse bile câiz ki o yerde okuması için öğretmiştir. Bundan onun yerde yaşayanlar için meşru olması lazım gelmez».

Ezanın devam ve bekâ itibariyle sebebi vaktin girmesidir. Yani vakit yenilendikçe ezan da yeniden okunur.

METİN

Erkekler için yüksek bir yerde ezan okumak sünneti müekkededir. Ve günaha girme hususunda vacip gibidir. Beş vaktin farzları için vaktinde okunur; velev ki kazası için olsun. Çünkü ezan namazın sünnetidir. Hatta okunması serinlik vaktine bırakılır. Vaktin sünneti değildir. Beş vakitten başka bayram namazı gibi namazlar için ezan sünnet değildir.

İZAH

Kadınlar için ezan ve ikamet mekruhtur. Çünkü Enes ve İbni Ömer hazeratından bunların kadınlara mekruh olduğu rivayet edilmiştir. Bir de onların halleri tesettür üzerine kurulmuştur. Seslerini yükseltmeleri haramdır. «İmdâd».

Anlaşıldığına göre çocuk namaz kılmak isterse bâliğ kimseler gibi onun da ezan okuması sünnettir. Velev ki başkası için okuduğu ezanın mekruh olduğu hususunda söz edilmiş olsun. Nitekim gelecektir. Anla!

Ezanın yüksek yerde okunması hususunda «Kınye»de şöyle deniliyor: «Ezanı yüksek yerde okumak ikameti ise yerde getirmek sünnettir. Akşam ezanı hususunda ulema ihtilâf etmişlerdir. Zahire bakılırsa akşam ezanını dahi yüksek yerde okumak sünnettir. Nitekim gelecektir. «Sirac» ta şu cümleler vardır: Müezzine gereken, komşulara daha güzel işittirecek bir yerde ezan okumak ve sesini yükseltmektir. Ama nefsini zorlamamalıdır. Çünkü bu ona zarar verir». «Bahır».

Ben derim ki: Anlaşılan bu mahle müezzin hakkındadır. Ama ezanı kendine yahud hazır cemaate okursa makul olanı yüksek yerde okumanın sünnet olmamasıdır. Zira buna hâcet yoktur. Teemmül et!

Günah hususunda ezan vacip gibidir. Hatta bazıları ona vacip demişlerdir. Çünkü İmam Muhammed, «Bir belde halkı ezanı okumamak için ittifak etse ezan için onlarla harp ederim. Onu bir kişi terk etse kendisini döver ve hapis ederim». demiştir. Ekser ulema ezanın sünnet olduğunu tercih etmişlerdir. Ezan için harp edilmesi, dinin alâmetlerin den olduğu içindir. Dinin nişanı sayılan bir şeyi terk etmek açık açık dinle alay olur «Mi´rac» ve diğer kitaplarda şöyle deniliyor: «Ezan hakkındaki her iki kavil birbirlerine yakındırlar. Çünkü terkinden dolayı günaha girmek hususunda sünnet-i müekkede de vâcip gibidir. «Nehir»de, «Velev ki şüphe veren ibâre ile ifâde edilmiş olsun.» deniliyor. «Fetih»te ezanın vacip olduğuna, «Bir defa olsun bırakılmamış olması vacip olduğuna delildir.» denilerek istidlâl edilmiştir. «Fetih» sahibi sözüne devamla şöyle demiştir: «Vacip kifâye olduğu da açık değildir. Öyle olsa bir belde halkı ezanı okumamak için ittifak edince başka belde halkının okumalariyle günahkâr olmamaları lâzım gelirdi».

«Bahır» sahibi ezanın her belde halkına nisbetle sünnet-i kifaye olmasını daha uygun görmüştür. Şu mânâya ki, bir beldede ezan okundu mu o belde halkı ile harp etmek sâkıt olur.

«Bahır» sahibi, «Ezan bu mânâya sünnet-i kifaye olmasa idi herkes hakkında sünnet olurdu. Halbuki öyle değildir. Çünkü mahalle ezanı bize kâfidir. Nitekim gelecektir.» diyor. Nehir sahibi de şunları söylemiştir: «Bir beldenin Mısır gibi etrafı geniş olursa hükmünün ne olacağım görmedim. Anlaşılan şudur ki, her mahalle halkı -velev başka mahalledeki- ezanı işitirlerse günah kendilerinden sâkıt olur. İşitmezlerse sâkıt olmaz».

Ezan beş vaktin farzları için sünnettir. Bunda cuma da dahildir. «Bahır». Sefer ve hazar halleriyle yalnız ve cemaat hallerinede şâmildir. «Mevahibü´r-Rahman, ile «Nuru´l-İzah»da, «Velev ki yalnız kılsın. Ve kıldığı edâ veya kaza olsun. Kendisi ister evinde ister sefer de bulunsun.» denilmiştir. Lâkin şehirde evinde kılan kimsenin ezanı terk etmesi mekruh değildir. Zira mahallenin ezanı ona kâfidir. Nitekim gelecektir.

«İmdâd, nam eserde, «Onu mendup olarak okur.» deniliyor. Meselenin tamamı gelecektir. Anla! Bundan özür sahibi için şehirde cuma günü öğle ezanını okumakla mescidde kaza namazları kılan kimsenin ezanı müstesnâdır. Nitekim Musannıf bunu söyleyecektir. «Hatta okunması serinlik vaktine bırakılır.» ifâdesinden daha şümûllüsü namaz vakitlerinde geçen» ezanın gerek acele gerekse gecikme ile okunması hususunda hükmü namaz gibidir.» sözüdür. Nuh Efendi diyor ki: «Mücteba» da «Mücerret»ten naklen şöyle denilmiştir: «Ebu Hanîfe, sabah namazı için fecir doğduktan sonra, öğle de kış günü güneş zevale erdiği zaman, yaz günü serinlik zamanında ezan okunur. İkindi de güneşin değişeceğinden korkmadıkça geciktirebilir. Yatsıda beyazlık kayıp olduktan biraz sonraya geciktirir; demiştir».

Kuhistânî bundan sonra şunu söylemiştir: «İhtimal murad müstehap vakti beyan etmektir. Yoksa cevaz vakti bütün vakittir».

Hulâsası şudur: Ezanla namaz arasında peş peşe devam lâzım değil, sadece efdaldir. Vaktin evvelinde ezan okuyup sonunda namaz kılsa, sünneti icra etmiş olur. Teemmül eyle!

Beş vakit namazdan başka namaz için ezan okumak sünnet değildir. Yoksa yeni doğan çocuğa ezan okumak menduptur.

Hayreddin Remlî «Bahır» hâşiyesinde şunları söylüyor: «Şâfiî kitaplarında gördüm ki, ezan namazdan başka şeyler için de sünnettir. Doğan çocuğa, kuruntuluya, sar´alıya, efkârlıya. kötü huylu insan veya hayvana, asker kalabalığına ve yangın ânında ezan okumak böyledir. Bazıları ölüyü kabre indirirken de dünyaya gelişe kıyasen ezan okunacağını söylemişlerse de bunu ibni Hâcer «Ubâb şerhinde reddetmiştir. Cinler azgınlaşıp musallat olduğu zaman dahi ezan okunur denilmiştir. Çünkü bu babta sahih haber vardır.

Ben derim ki: Bu bize göre de ihtimalden uzak sayılmaz.» Yani bir şey hakkında çelişkisiz sahih haber varid olursa o haber müctehidin mezhebidir. Velev ki nassan bildirilmiş olmasın. Zira Hâfız İbni Abdü´I-Berr ile İmam Şâ´rânî dört mezhep imamının her birinden «hadîs sahih ise benim mezhebimdir», dediğini rivayet etmişlerdir. Şuda var ki, amellerin faziletleri hususunda zaif hadîsle amel dahi câizdir. Nitekim Taharet Bahsinin başında geçmişti. İbni Hacer «Tuhfe» adlı eserinde yolcunun ardından ezan ve ikamet getirilmesini ilâve etmiştir. Medenî de şunu söylemiştir:

«Ben derim ki: Şır´atü´I-İslâm insandan hâli bir çölde yolunu şaşıran için ezanı da ziyâde etmiştir. Molla Aliyyü´l-Kârî «Müşkât» şerhinde şunu kaydetmiştir: «Derler ki, kuruntulu bir kimsenin birine emir ederek kulağına ezan okutturması sünnettir. Çünkü bu, kuruntuyu giderir. Hazret-i AIi´den de böyle nakledilmiştir (r.a.)». Aliyyü´l-Kârî bu babta varid olan hadîsleri de rivayet etmiştir. Ona müracaat eyle!

Bayram namazı için ezan sünnet olmadığı gibi vitir, cenâze, küsûf, istiska ve teravih namazlariyle beş vaktin sünnetleri için de sünnet değildir. Çünkü sünnet namazlar farzlara bağlıdır.

Vitir namazı İmam A´zam´a göre vacip ise de yatsının vaktinde eda edilir. Ve yatsının ezanı ile yetinilir. Ama sahih kavle göre bu ezan ikisi içinde sayıldığından değildir. Nitekim bunu «Zeyleî» de söylemiştir. AnIa! Lâkin bu tâ´lilde kusur vardır. Çünkü bayram ve emsâli gibi farzlara tâbi olmayan namazlar için ezanın sünnet olmasını iktiza eder. Münasip olanı sünnette vârid olmamıştır diye ta´lil etmektir. Teemmül et!

METİN

Bir kısmı vakit girmeden okunan ezan tekrarlanır. İkamette öyledir. İmam Ebu Yûsuf sabah ezanında buna muhaliftir. Ezana dört tekbirle başlanır. İmam Ebu Yûsuf´tan bir rivayete göre iki tekbirle başlanır. Allâhu ekberin [râ] sı üstün okunur. Avam takımı onu zamme ile okurlar. «Ravda».

Lâkin «Tılbe»de bildirildiğine göre RasûlüIIah (s.a.v.) in, «Ezan cezmdir.» hadîsinden mânâsı meddi kesilmiştir. Binaenaleyh (uzatarak) Allah Âkber deme! Çünkü bu sualdir. Ve şer´î bir hatadır. Yahud sonunun harekesi durmak için kesilmiştir. Refi´ ile durulmaz. Çünkü lügat itibariyle hatadır, demektir. Bu cümle «Fetevâyı Sayrafiye»nin otuz altıncı babından alınmıştır.

İZAH

Bir kısmı vakit girmeden okunan ezan tekrarlanınca tamamı vakit girmeden okunan ezan evleviyetle tekrarlanır. Musannıf bir kısmını söylememiş olsa bunun bahsimizden hariç kaldığı ve hem edilirdi. Bunu zikretmekle Musannıf tahsisi değil, tamimi kasdetmiştir.

İkamet de vakit girmeden yapılırsa ezan gibi tekrarlanır. Fakat vakit girdikten sonra ikametle namazın arası uzamaması yahud yemek gibi ikisinin arasını kesen bir şey bulunmamak şartiyle tekrarlanmaz. şârih bunu fer´î meselelerde söyleyecektir.

İmam Ebu Yûsuf sabah ezanının gece yarısından sonra okunmasını câiz görmüştür. H.

Yine Ebu Yûsuf´tan rivayet olunduğuna göre ezanın başında da diğer kelimelerinde olduğu gibi tekbir alınır. Ve ona göre ezan onüç cümleden ibâret olur. Bu kavil İmam Muhammed´le İmam Hasan´dan ve İmam Malik´ten dahi rivayet olunmuştur.

Şârih´in, «AIIahu ekber´in [râ] sı üstün okunur.» cümlesinden «Ezanda tercih yoktur.» sözüne kadar devam eden ifâdesinin kendi yazısı ile ilk nüshasının derkenarına katıldığı nakledilmiştir. Hafîd Heravî´nin «Mecmua»sında şu izahat vardır:

«Fâide: «Ravzatü´l-Ulemâ»da bildirildiğine göre İbni Enbarî şunları söylemiştir: «Avam takımı ekberin [râ] sı zamme ile okurlar». Müberred, «Ezanın kesinti yerlerinde durularak okunageldiği işitilmiştir», demiştir, Ekber kelimesinde asıl olan [râ] nın sakin okunmasıdır. Ama ismillâhın elifinin harekesi [râ] ya çevrilmiştir. Nitekim «Eliflâm mim» terkibinde de öyledir. «Müftî» nâm eserde beyan edildiğine göre [râ] nın harekesi üstündür. Velev ki durmak niyetiyle vasıl edilsin. Sonra bazıları bu harekenin iki sakinin bir araya gelmesinden doğduğunu, ismüllâhın kalın okunmasını sağlamak için esere hareke verilmediğini söylemiş; bir takımları hemzenin harekesi nakil edildiğini iddia etmişlerdir. Bütün bunlar hakikat dairesinin dışına çıkmaktır. Doğrusu [râ] nın harekesi irap zammesidir. Cümle ortasında vasıl hemzesi sabit değildir ki, harekesi nakledilsin! Hâsılı ezanla «Eliflâm mim» arasındaki fark açıktır. Çünkü «Eliflâm mim» nın aslen irap harekesi yoktur.

Ezan kelimelerinin ise irâbları vardır. Şu kadar var ki bu kelimeler durarak okunagelmiştir».

«İmdâd» nam eserde şöyle denilmiştir: Tekbirde [râ] cezimle okunur. «Zeyleî» «Yani durarak okunur. Lâkin ezanda hakikaten durulur; ikamette ise durmak niyet edilir; demiştir». Yani aceleyi kasdetmiştir. Bu, İbrahim Nekâî´den hem kendisine mevkuf, hem peygamber (s.a.v.),e merfu olarak rivayet olunmuştur. Rasul-i Ekrem (s.a.v.), «Ezan cezimdir; ikamet cezimdir; tekbir de cezimdir.» buyurmuştur.

Ben derim ki: Hâsılı ezanda ikinci tekbirin [râ] sı sâkindir. Çünkü hakikatte durulur. Ötre ile okunması hatadır. Her iki tekbirin birincisi ile ikametin bütün tekbirlerinde bazılarına göre [râ] durmak niyetiyle üstün okunur. Bazıları îrap verilerek zamme ile okunacağını, birtakımları da hareketsiz olarak sâkin okunacağını söylemişlerdir.

İmdâd, Zeyleî, Bedâî ve Şâfiî´lerden bir cemâatın sözlerinden anlaşılan budur ama makul olan îrabtır. Sebebi Şârih´in «Tılbe»den naklettiği mânâ ile bizim arz ettiklerimizdir. Bir de Cerrahînin «Meşhur Hadîsler»,nam eserinde şöyle deniliyor: «Bu hadîs, Suyûtî´ye soruldu da hafız ibni Hacer´in dediği gibi o da sabit değildir; o ancak İbrahim Nehaî´nin sözüdür dedi. Bu sözün manâsı, aralarında Râfî´i ile ibni Esîr´in de bulunduğu bir cemaatın dedikleri gibi uzatılmaz demektir.

Muhibb-ı Taberî garâbet göstererek, «Bu sözün mânâsı uzatılmaz ve sonu îrap edilmez demektir.» şeklinde mutalâa yürütmüştür. Bu îrap edilmez sözü birkaç vecihle reddedilmiştir.

Birincisi: Nehaî´den rivayet eden ravînin tefsirine aykırıdır. Onun tefsirine dönmek daha evlâdır. Nitekim usul-i fıkıhda karar kılmış bir kâidedir.

İkincisi: Hadîs ve fıkıh ulemasının tefsirlerine aykırıdır.

Üçüncüsü: İrap harekesinin atılmasına cezm denilmesidir. Halbuki ilk asırda bu malûm ve meşhur değildi. O sonradan çıkma bir ıstılahtır. Binaenaleyh ona hamletmek doğru olamaz». Bu hususta ki sözün tamamı aynı eserdedir. Ona müracaat edebilirsin.

Şu da var ki nahiv ulemasının sonradan kabul ettikleri istılaha göre cezim yalnız îrap harekesini atmaktan ibarettir. Mutlak surette harekeyi atmak değildir. Sonra Seyyidî Abdülgânî´nın bu mesele hakkında bir risâle yazdığını ve bu risâlede birçok nakiller yaptığını gördüm. Hülâsası şudur:

Ezanda sünnet birinci Allahu Ekberin [râ] sını sâkin okumak, yahud onu ikinci Allahu ekbere eklemektir. Sâkin okunursa kâfidir. Eklenirse sakin okumayı niyet ederek [râ] ya üstün hareke verilir. Zamme hareke verilirse sünnete aykırı hareket edilmiş olur. Çünkü birinci ekberin üzerinde durmak istenmesi onu asaleten sâkinmiş gibi yapmıştır. Bu sebeple üstün hareke verilir.

METİN

Ezanda tercî´ ve fahn yoktur, tercî mekruhtur. Mültekâ, lahn yani kelimelerini bozarak tegannî yapmak ve bunu dinlemek tıpkı Kur´an´da teganni yapmak gibi helâl değildir. Ama kelimelerini bozmadan teganni yapmak güzeldir. Bazıları Hay´alelerde teganni yapmakta beis yoktur, demişlerdir. Ezanda her iki cümle arasında susularak mühlet verilir. Bunu terk etmek mekruhtur. Tekrarlanması mendup olur. Kıbleye sırt çevirmiş olmamak için yalnız hayyale´ssalah ile hayyale´l-felâhda sağa ve sola dönülür. Velev ki okuyan kimse yalnız olsun veya doğan çocuğa okusun. Çünkü bu mutlak surette ezanın sünnetidir. İkamette dahi mutlak olarak sağa sola döner. Bazıları, «Yer genişse döner» demişlerdir. Minare genişse ezanı dönerek okur. Ve başını dışarı çıkarır. Sabah ezanında Hayyale´l-felah´dan sonra mendup olarak iki defa Essalât-ü hayrun mine´n-nevm der. Çünkü uyku zamanıdır. Müezzin iki parmağını mendup olarak kulaklarının deliklerine koyar. Böyle yapmadan ezan okuması iyidir. Fakat böyle yaparak okuması daha iyidir.

İZAH

Tercî´ - iki şehâdeti evvelâ alçak sesle, sonra dönerek yüksek sesle okumaktır. Bu mekruhtur. Çünkü bütün rivayetler Hazret-i Bilâl´in tercî´ yapmadığında ittifâk etmişlerdir. Tercî´ yapmıştır rivayeti sahih değildir. Bir de gökten inen meleğin ezanını bildiren rivayetlerin hiç birinde tercî´ yoktur.

Ebu Davud´un «Sünen´inde ibni Ömer´den şu hadîs rivayet olunmuştur: «Rasûlüllah (s.a.v.) zamanında ezan ancak ikişer ikişer, ikamet ise birer birer okunurdu ilh...». Bu hadîsi ibni Hüzeyme ile ibni Hibban da rivayet etmişlerdir. ibni Cevzî istinadının sahih olduğunu söylemiştir. Gerçi Ebu Mahzûre´nin ezanında tercih bulunduğu rivâyet olunmuşsa da Taberanî´nin Ebu Mahzûre´den rivayet ettiği şu hadîs ona muhaliftir: «Bana Rasûlüllah (s.a.v.) ezanı kelime kelime öğretti. Allahu Ekber Allahu Ekber ilh...». Bu hadîsde Hazreti Ebu Mahzûre terci´den bahsetmemiştir. Şu halde yukarıda söylediklerimiz muaruhsuz kalır. Meselenin tamamı «Fetih» ve diğer kitaplardadır. Tercî´ için «Mültekâ»da mekruhtur denildiği gibi «Kuhistânî»de de mekruh denilmiştir.

«Bahır»ın sözü buna muhaliftir. Orada, «Ulemanın sözlerinden anlaşılıyor ki, tercî´ sünnet veya mekruh değil, mubahtır.» denilmektedir. «Nehir» sahibi diyor ki: «Anlaşılan tercî´ yapmak evlânın hilâfıdır. Teganni mânâsına terci´ ise ezanda helâl değildir». Şu halde mezkûr kerahet, kerahet-i tenzihiyyedir. (Teganni şarkı söylemektir). Ezanın kelimelerini bozmaktan murad, kelimelerin başına veya sonuna hareke veya harf ziyade etmek ve uzatmak gibi şeylerdir.

Kuhistânî, kelimeleri bozmadan teganni yapmak güzeldir. Zira sesi güzelleştirmek matlup ve makbuldür. Teganni ile ses güzelliği arasında telazüm yoktur (Yani sesi güzel olanın teganni yapması lâzım gelmez).

«Bahır» ve Fetih». (Hay´ala kelimesi Hayya alas-salât ve hayya ala´l-Felah´ın kısaltmasıdır). Hay´alelerde tegannî yapmakta bir beis yoktur. Çünkü bunlar zikir değildir, diyen Hulvanîdir. Hulvanî´nin «beis yoktur» tâbirini kullanması, yapılmaması evlâ olduğunu gösterir.

Ezanda ikişer cümle okunarak biraz susmak suretiyle mühlet verilir. Bu mühlet icabet sığacak kadardır (îcâbet: Ezanı dinleyen kimsenin müezzin okuduklarını tekrarlamasıdır). Birer cümle okuyarak susmak doğru değildir. Nitekim bunu «İmdâd» sahibi hadîsden alarak beyan etmiş; «Tatarhâniyye» sahibi de aynı şeyi söylemiştir. İkişer cümle okuyup susmazsa, ezanı yeniden okuması mendup olur.

Sağa sola dönmekten murad, yalnız yüzünü çevirmektir. Göğsünü ve ayaklarını çevirmek değildir. «Kuhistânî» ve «Nehîr». Burada Musannıf lef ve neşiri mürettep yapmıştır. Maksadı, hayya ale´s-salah da sağa, hayya ale´l-felahda sola dönülür, demektir. «Kuhistânî»de «Münye»den naklen «esah olan budur.» denilmiş; «Bahır» ve «Tebyin»de ise «sahih olan budur.» ibâresi kullanılmıştır. Merv uleması her çift cümlede sağa ve sola bakılacağını söylemişlerdir. Bu, Kuhistânî´de de bildirilmiştir. H.

«Fetih» sahibi, «İkinci kavil daha güzel.» demişse de Remlî, «Bu, seleften nakledilen sahih rivayete aykırıdır.» diyerek bunu reddetmiştir. Şârih «velev ki okuyan kimse yalnız olsun.» ifâdesiyle Hulvânî´nin sözünü reddetmiştir. Hulvânî, «yalnız olan kimse sağa sola dönmez; çünkü buna hâcet yoktur.» demişti. H.

«Bahır»da ise «Sirac»tan» naklen bunun ezanın sünnetlerinden olduğu, binaenaleyh yalnız olan kimsenin de bu sünnetlerden birini hâleldar etmemesi gerektiği kaydedilmiştir. Hatta ulema yeni doğan çocuğa ezan okuyan kimsenin de sağa sola dönmesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü dönmek mutlak surette ezanın sünnetidir. Bu hususta yalnız olsun olmasın, doğan çocuk için veya başka bir maksatla okunsun fark etmez. T.

Minâre genişse ezanı dönerek okur. Yani ayaklarını yerden kaldırmadan yüzünü çevirmekle ilân tam olmuyorsa minârenin içinde dönerek okur. Peygamber (s.a.v.) zamanında minâre yoktu. «Bahır».

Ben derim ki: Şeyh İsmail´in şerhinde Suyûtî´nin «Evâil» adlı eserinden naklen şöyle deniliyor: «Ezan için Mısır´ın minâresine ilk çıkan Şurahbil b. Âmir el-Muradî´dir. Seleme, Muâviye´nin emri ile ezan için minâreler yapmıştır. Ondan önce minâreler yoktu. İbni Said, Zeyd b. Sabit´in annesine isnadla şunları söylemiştir: «Mescidin etrafında en yüksek ev benim evim idi. Bilâl onun üzerinde ezan okuyordu. Bunu ilk ezandan başlayarak Rasulüllah (s.a.v.), mescidini bina edinceye kadar devam ettirdi. Ondan sonra artık ezanı mescidin üzerinde okumaya başladı. Mescidin üzerinde kendisine yüksekçe bir yer yapılmıştı». «Başını dışarı çıkarır.» cümlesinden maksad, minâre pencereli ise Hayyale´s salat´a geldiğinde başını minarenin sağ penceresinden, HayyaIe´I-felâh´a geldiğinde de sol penceresinden çıkarır demektir. «Dürer». Ama Rum ili minâreleri gibilerde yan taraf pencere hükmündedir. «İsmail».

Sabah ezanında hayyale´l-Falah´dan sonra iki defa essalat-ü Hayrun mine´n-nevm demek mendubtur. Musannıf bununla, «Essalat-ü hayrun mine´n-nevm» in yeri tamamen ezan bittikten sonradır.» diyenlerin sözünü reddetmiştir.

«Bahır» sahibinin Müstesfâdan naklen bildirildiğine göre Fazlı´nın tercih ettiği kavil budur (Essalat-ü hayrun mine´n-nevm: Namaz uykudan daha hayırlıdır demektir).

Uyku namaza hayrın aslında ortaktır. Çünkü bazen uyku ibâdet olur. Mesela, bir taatı ifâya yahud bir musîbeti terk etmeye vesile olduğu zaman böyledir. Yahud uyku dünyada, namaz ise âhirette rahat olduğu için namaz efdal olmuştur. «Bahır».

Müezzinin parmaklarını kulak deliklerine koyması menduptur. Zira Peygamber (s.a.v.) Bilâl (r.a.),a, «Parmaklarını kulaklarına koy; çünkü bu sesini daha yükseltir.» buyurmuştur. Ellerini kulaklarına koyarsa daha iyi eder. Zira Ebu Mahzûre (r.a.) dört parmağını bir araya toplayarak kulaklarına koymuştur.

İmam A´zam´dan rivayet olunduğuna göre bunu yalnız bir eli ile yapması da aynı hükümdedir. Bunu «İmdâd» ile «Kuhistânî» Tühfe»den nakletmişlerdir. Mezkûr hadîsteki emir nedip mânâsınadır. Bunu ta´lil karinesi ile anlıyoruz. Onun için ellerini kulaklarına koymasa iyidir. Ama koyarak daha iyi olur. Sünneti terk etmek nasıl iyi olur? denilirse şöyle cevap veririz:

Ellerini kulaklarına koyarak okumak daha iyidir. Daha iyiyi terk ederse ezan iyi olarak kalır. «Kâfiye»de de böyle denilmiştir. Anla!

METİN

Yukarıda geçen hususatta ikamet de ezan gibidir. Lâkin ikamet ve keza imamlık ezandan efdaldir. «Fetih».

İkamet getiren kimse iki parmağını kulaklarına koymaz. Çünkü ikamet daha alçak sesle yapılır. Îkamet sür´atli yapılır. Onu da (ezan gibi) ağır ağır okuyarak yapsa esah kavle göre tekrarlamaz. İkametin Hayyale´l-felahdan sonra iki defa kad-kâmeti´ssalât denir. Eimme-i selâsey´e göre ikamet tek cümleler halinde yapılır. Vasıta üzerinde olmayan kimse ezan ve ikameti kıbleye karşı okur. Kıbleye dönmemek tenzihen mekruh olur. Gerek ezanda gerekse ikamette bir sonraki cümleyi evvel okusa yalnız evvel okuduğunu tekrarlar. Ezan ve ikamet esnasında asla konuşmaz. Velev ki selâm almak olsun. Konuşursa yeniden başlayarak okur.

İZAH

Şârih´in «yukarıda gecen hususatta» diye kayıtlaması kendisine itiraz edilerek, «Yolcunun ikameti terk etmesi mekruhtur; ama ezanı terk etmesi mekruh değildir. Kadın ikamet getirir fakat ezan okumaz. Ezan ikametten daha kuvvetli sünnettir.» denilmemesi içindir. Nitekim gelecektir. Yukarıda geçen hususattan maksadı ezanın metinde geçen on hükmüdür ki şunlardır:

1 - Ezan, farzlar için sünnettir.

2 - Vaktinden önce okunursa tekrarlanır.

3 - Ezana dört tekbirle başlanır,

4 - Ezanda tercî´ yoktur.

5 - Lahn yoktur,

6 - Ezan ağır ağır okunur,

7 - Hay´alelerde sağa sola dönülür.

8 - Minârede dönerek okunur.

9 - Sabah ezanında essalat-ü Hayrun mine´n-nevm ziyade edilir,

10 - Ezanda parmaklar kulaklara konur. Sonra bu on hükümden üçünü istisna etmiştir. Bu üç şey ikamette yoktur. Ezandaki ağır okumanın yerine ikamette sür´atle okumayı, es-SaIat-ü hayrun mine´nnevm yerine ikamette kaddkâmeti´s-salatı´yı koymuş bir de ikamette parmaklarını kulaklarına koymak olmadığını söylemiştir. Geri kalan yedi hüküm oralarında müşterektir. Bir de minârede dönerek okumakla itiraz edilebilir. Çünkü ikamet dönerek yapılmaz.

Hâsılı ikamet geçen dört yerde ezana uymaz. Diğer bazı yerlerde dahi uymaz. Bunlar ayrı yerlerde gelecektir. Lâkin ikamet ezandan efdaldir. Bunu «Bahır» sahibi «Hulâsa»dan nakletmiş; hilâf zikretmemiştir. «Fetih»te dahi Zahîrü´d-Din´in hâşiyeler de «Mebsut»tan naklen ikametin ezandan daha kuvvetli olduğunu açıkladığı bildirilmektedir. Yani çünkü bazı yerlerde ezan sâkıt olur; fakat ikamet sâkıt olmaz demek istemiştir. Nitekim yolcu hakkında, kaza namazlarının birinciden sonrakileri ile Arafat´ta birlikte kılınan iki namazın ikincisi hakkında ezan sâkıttır. Şârih´in «ve kezâ imamlık ezandan efdaldir», sözünü «Fetih» sahibi Peygamber (s.a.v.)´in buna devam buyurmasiyle ta´lil etmiştir. Hulefa-i Râşidîn dahi imamla devam etmişlerdir.

Hazreti Ömer´in «Halifelik olmasa müezzinlik yapardım», sözü müezzinliğin imamlıktan efdal olmasını gerektirmez. Onun muradı, İmamlıkla birlikte müezzinlik de yapardım, demektir. Yoksa imamlığı bırakarak müezzin olurdum demek istememiştir. Şu halde bu söz, efdal olan, imamın aynı zamanda müezzin de olmasıdır; mânâsını ifâde eder. Bizim mezhebimiz budur. Ebu Hanîfe´nin kavli bu idi.

Ben derim ki: Şâfiîlerce sahih kabul edilen iki kavilden biri budur. İkinci kavle göre ezan daha faziletlidir. Şimdi ezanla ikamet faziletçe müsavidirler, diyenlerin kavli kalmıştır. «Sirac»ta üç kişi birden şunu nakletmişlerdir: «İmamlığın ezan okumaktan efdal olduğuna delalet eden değil, imamlığın ikametten de faziletli olduğunu gösterir. Zira âdet müezzinin ikamet getirmesidir. Anla!»

T E N B İ H:
İkametin ezandan efdal olması ona vacip diyenlerin kavline göre ikametin vacip olmasını gerektirir. Ama ben buna açıkça vacibtir diyen görmedim. Meğer ki şöyle denilsin: Ezana vacibtir denilmesi onun dinin şeâirinden olmasına bakaraktır. İkamet öyle değildir. Şu da var ki, bazen sünnet vacibten daha faziletli olur. Nitekim Taharet Bahsinin başında geçmişti. Teemmül eyle! Sonra gördüm ki, «Bedâî» sahibi ezanla ikameti namazın vâciblerinden saymış.

Bir kimse ikameti de ezan gibi ağır ağır okuyarak getirse esah kavle göre yeniden ikamet getirmez. Ama ezan bunun hilâfınadır. Yani ezanı sür´atle okursa tekrarlaması mendup olur. Nitekim yukarıda geçmişti. Çünkü ezanın tekrarı meşrudur. Meselâ, cuma gününde tekrar edilir. Fakat ikamet öyle değildir. Bu izaha göre «Hâniye»deki «ikameti tekrarlar.» sözü esahın hilâfınadır. Meselenin tamamı «Nehir»de dir.

Üç mezhebin imamlarına göre ikamet tek cümleler halinde yapılır. Delilleri Buharî´nin rivayet ettiği, «Bilâl´e ezanı çift, ikameti tek okuması emir olundu.» hadîsidir. Bize göre bu hadîs ikamette sür´at göstererek sesini iki cümlede bir salma mânâsına hamledilmiş; ihtimal götürmeyen naslarla hadîsin arası bu şekilde bulunmuştur. Tahavî diyor ki: «Eserler tevatür derecesini bulmuştur ki, Bilâl ölünceye kadar ikameti her cümleyi ikişer okuyarak getirmiştir». Meselenin tamamı «Bahır»la diğer kitaplardadır.

Vasıta üzerinde olmayan kimse ezan ve ikameti kıbleye karşı dönerek okur, ancak hayyale´s-salatta sağa, hayyaale´l-felahta sola bakar. «İmdâd»ın ibâresi şöyledir: «Meğer ki vasıta üzerindeki kimse yolcu ola. Çünkü yürüme zarureti vardır. Zira Bilâl vasıta üzerinde ezan okumuş; sonra inerek yerde ikamet getirmiştir. Zâhir rivayete göre evinde olan kimsenin vasıta üzerinde ezan okuması mekruhtur. Ebu Yûsuf´tan bir rivayete göre bunda bir beis yoktur. Nitekim «Bedâyi»de böyle denilmiştir».

Kıbleye dönmemek tenzihen mekruhtur. Çünkü «Muhit» sahibi, «En iyisi kıbleye dönmektir.» demiştir. «Bahır» ve «Nehir».

Ezan ve ikamette bir sonraki cümleyi evvel okusa meselâ, hayyaale´l-felahı, hayyaale´s-salat´tan önce söylerse yalnız o cümleyi tekrarlar. Ezanı yeniden okumaya hâcet yoktur.

Ezan ve ikamet esnasında konuşulmaz. Velev ki selâm almak, aksırana yerhamükellah demek gibi sözlerle olsun. Bunu içinden de söyleyemez; sahih kavle göre bitirdikten sonra da söyleyemez. «Sirac» ve diğer kitaplarda böyle denilmektedir.

«Nehir» sahibi, «Öksürmek de konuşmaktan ma´duttur. Meğer ki sesini düzeltmek için öksürmüş ola!» demiştir. Konuşursa yeniden okur, bundan ancak konuştuğu sözün az olması müstesnâdır. «Hâniye».

METİN

Bütün namazlarda ezanla ikamet arasında herkes için âdetine göre tesvip yapar. Ve ezanla ikamet arasında mendup vakte riâyet ederek cemaate devam edenler gelecek kadar oturur. Yalnız akşam namazında oturmayıp üç kısa âyet okuyacak kadar ayakta susar. (Beklemeden) namazı eğlemek bilittifak mekruhtur.

FAİDE: Ezandan sonra salât ve selâm getirmek evvela 781 senesi Rabiulâhır ayının pazartesi gecesi yatsı namazında; sonra cuma günü çıkmış. On sene sonra akşamdan maada bütün namazlarda, daha sonra akşam namazında iki defa olmak üzere zuhur etmiştir. Bu güzel bir bid´attır. Ezan ve ikamet kaza namazları için de sünnettir. Cemaatla kılınır veya sahrada olursa sesini yükselterek okur. Evinde yalnız başına kılarsa yüksek sesle okumaz.

İZAH

Tesvip: Bir defa ilândan sonra tekrar dönüp ilân etmektir. «Dürer». Tesvibi müezzin yapar, diye kayıtlanması «Kınye»de «Mültekat»tan naklen, «Müezzinden başka hiçbir kimsenin ilim ve mertebece kendinden büyüğüne namaz vakti geldi demesi yakışmaz. Çünkü bu kendini beğenmek olur.» denildiği içindir. «Bahır».

Ben derim ki: Bu, İmam Ebu Yûsuf´un kavline göre hükümdar ve emsaline yapılan tesvibe mahsustur. Anla!

Ezanla ikamet arasında oturmayı İmam Hasan´ın rivayeti şöyle tefsir edilmişti: «Ezandan sonra yirmi âyet okunacak kadar durur; sonra tesvip yapar. Sonra yine o kadar durur ve ikamet getirir». «Bahır».

Tesvip bütün namazlarda yapılır. Çünkü din işlerinde gevşeklik zuhur etmiştir. «İnâye» sahibi diyor ki: «Sonra gelen ulema âdetlerine göre bütün namazlarda ezanla ikamet arasında tesvibini icad etmişlerdir. Bundan yalnız birinciyi yani aslı-ki sabah namazının tesvibidir-bırakmak şartiyle akşam namazını istisna etmişlerdir. Müslümanların iyi gördüğü şey Allah indinde daha iyidir». Tesvip herkese yapılır. İmam Ebu Yûsuf onu yalnız hâkim, müftü ve öğretmen gibi âmme işleriyle uğraşanlara tahsis etmiştir. Kâdıhan ve başkaları bu kavli tercih etmişlerdir. «Nehir». Ve herkese âdetlerine göre kimi öksürmekle, kimi kamet veya es-Salat es-Salat demekle yapılır. «Nehir»in «Müçtebâ»dan nakline göre bir yer halkı buna muhalif ilân icad etseler câiz olur. Tesvibten yalnız akşam namazı müstesnâdır. «Dürer»de şöyle denilmiştir: «Bu istisna oturup tesvip yapar sözündendir. Çünkü tesvip cemaate ilân içindir. Akşam namazında vakit dar olduğu için cemaat hazırdır». «Nehir» sahibi buna itiraz ile, «Bu söz tesvib bütün namazlarda herkes için yapılır dâvâsına aykırıdır.» demiştir.

İsmail Nablusî ise, «Halbuki öyle değildir. Çünkü «İnâye»den naklen yukarıda geçtiği vecihle akşam namazında tesvip istisna edilmiştir. «Gürerü´l-Ezkâr», «Nihâye», «Bercendî», «İbni Melek» ve diğer kitaplarda bu, kat´î dille ifâde edilmiştir.» diyor.

Ben derim ki: Şöyle denilebilir: «Dürer»deki ifâde İmam Hasan´ın yukarıda zikrettiğimiz rivayetine göredir. Yani müezzin yirmi âyet okuyacak kadar durup sonra tesvib yapacaktır. Ama akşam namazında fâsıla vermeden tesvip yaparsa zâhire göre bir mâni yoktur. «Nehir»in ibâresi buna hamlolunur. Tedebbür eyle!

Akşam namazında üç kısa âyet okuyacak kadar ayakta susmak İmam A´zam´a göredir. İmameyn´e göre hatibin minberde oturması gibi bir oturuşla fâsıla verir. Hilâf, efdaliyettedir. Otursa İmam A´zam´a göre mekruh olmaz. İkamet için ezan okuduğu yerden çekilmek müstehaptır. Bu cihet ittifâkîdir. Tamamı «Bahır»dadır.

Ezandan sonra salât getirmenin evvelâ (781) yılında icad edildiğini «Nehir» sahibi de Suyûtî´nin «Hüsnü´l-Muhadara» adlı eserinden naklen bildirmiş; sonra Sahavî´nin «el-Kavlü-Bedî»inden bunun (791) tarihinde Sultan Nâsır Salahaddîn´in emriyle başladığını nakletmiştir.

«Daha sonra akşam namazında iki defa olmak üzere zuhur etmiştir.» ifâdesi «Hazâin»de de açıklanmıştır. Lâkin «Nehir» sahibi onu nakletmemiştir. Başka yerde de görmedim. Galiba bu âdet Şârih zamanında mevcud imiş. Yahud bundan murad, cuma ve pazartesi geceleri akşam ezanının akabinde yapılan ve sonra akşamla yatsı arasında tekrarlanan salât olacaktır. Dımaşk´ta buna tezkir derler ki, cuma günü öğle ezanından önce okunan salât gibidir. Ulemadan bunu zikir eden dahi görmedim.

Bu güzel bir bid´attır. «Nehir» sahibi «el-Kavlü´l-Bedî»den naklen bu babtaki kavillerin doğrusu onun güzel bir bid´at olmasıdır. Malikîlerden biri müezzinlerin gecenin son üçte birinde yaptıkları tesbih hakkında da hilâf olduğunu, fakat bazılarının bunu reddettiğini söylemiştir. Ama söz götürür.» demiştir. Kısaltılarak alınmıştır.

Diğer FAİDE: Suyûtî´nin beyanına göre ilk defâ iki ezanı birden icad eden Ümeyye oğullarıdır. Remliî «Bahır» hâşiyesinde şöyle diyor: «Bizim memlekette cemaat ezanî adı verilen ezan hakkında açık bir söz göremedim. Güzel bid´at mıdır; çirkin bid´at mı bilemiyorum». Şâfiî´ler onu hatibin huzurundaki ezan saymış; müstehap veya mekruh olduğunda ihtilâf etmişlerdir.

İLK ezana gelince: «Nihâye»de açıklandığına göre o öteden beri nakledilegelen ezandır «Nihâye» sâhibi «Müezzinler ilk ezanı okudukları zaman halk alışverişi bırakır.» cümlesini izah ederken şunları söylemiştir: «Sözü âdet mevkiine koymak için müezzinleri cemi sigası ile zikretmiştir. Zira öteden beri söylenegelen rivayet, seslerini büyük camiin etrafındakilere duyurabilmek için toplu halde ezan okumalarıdır. Bu ifâdede bunun mekruh olmadığına delil vardır. Çünkü nesilden nesile söylenegelen şey mekruh olmaz. Biz hatîbin huzurunda okunan ezan hakkında da aynı şeyi söyleriz. O da güzel bid´attır. Zira mü´minlerin güzel gördüğü şey güzeldir.» Kısaltarak alınmıştır.

Ben derim ki: Bu meseleyi Seyyidî Abdülgânî de «Nihâye»den alarak böylece zikretmiş; sonra, «Cumanın bir hususiyeti yoktur. Çünkü beş farz da ilâna muhtaçtır.» demiştir.

Ezan ve ikamet kaza namazları için de sünnettir. Buradaki «cemâatla kılınırsa» ifâdesinden murad mescidden başka yerdeki cemâattır. Buna karine az aşağıda «mescidde kaza namazı için ezan okumaz.» sözüdür. Sonra bu cümüle «sesini yükselterek» ifâdesinin kaydıdir. «Bahır» sahibi bunu inceleyerek anlatmış, «Ama bunu imamlarımızın sözlerinde görmedim.» demiştir. «Bahır» sahibi ovada yalnız başına namaz kılan kimsenin ezan okurken sesini yükseltmesine şu sahih hadîsle istidlâl etmiştir: «Koyunlarının içinde veya bâdiyende isen namaz için ezan okuduğunda sesîni yükselt! Çünkü müezzinin sesini duyan hiçbir ins ve cin ve topaç yoktur ki kıyâmet gününde ona şahidlik etmesin!». Nehir sahibi de onu tasdik etmiştir.

Ben derim ki: Kuhistânî´nin söyledikleri buna aykırıdır. O, «Halka bildirmek için ezanı aşikâr okumak lâzımdır. Ama kendisi için okursa sesini kısar. Çünkü şeriatta asıl olan budur. Nitekim «Keşfü´l-Menâr»da da böyledir.» diyor. Şu da var ki, onun istidlâl ettiği hadîs evinde yalnız kılan kimsenin de kıyâmet gününde şahidlerini çoğaltmak için sesini yükseltmesini ifâde eder. Ancak şöyle denilirse o başka: Maksat, sesi fazla yükseltmektir. Evinde ezan okuyan kimse sesini o kadar yükseltemez. O, kendi işiteceğinden biraz fazla seslenir. Kuhistânî´nin sözü de buna hamledilir. Teemmül buyurula!

METİN

Kezâ kazâ namazlarının birincisi için ezan ve ikamet sünnettir. Geri kalanları için bir yerde kılarsa ezan okumakta muhayyerdir. Okunması evlâdır. Ama her biri için ikamet getirir. Bozulan namaz için ezan ve ikamet yoktur. Kadınların kıldığı edâ ve kaza namazlarında - velev ki köle ve çocuklar cemaati gibi cemaat halinde olsunlar - ezan ve ikamet sünnet değildir. Cuma günü şehirde kılınan öğle namazı için ezan ve ikamet sünnet olmadığı gibi mescidde kılınan kaza namazları için de sünnet değildir. Çünkü bunda kargaşalığa ve yanıltmaya sebep olmak vardır. Kaza namazlarını mescidde kılmak mekruhtur. Zira namazı geciktirmek günahtır. Bunu meydana çıkarmamalıdır. «Bezzâziye».

İZAH

Geri kalan kaza namazlarını bir yerde kılarsa ezan okumakta muhayyerdir. Ayrı ayrı yerlerde kılarsa bakılır, bir mecliste birden fazla kaza namazı kıldığı takdirde hüküm yine böyledir. Aksi takdirde her namaz için ayrı ezan ve ikamet getirir. Her kaza namazı için ayrı ezan ve ikamet evladır. Çünkü Rasûlüllah (s.a.v.)´in Hendek harbinde kazaya kalan namazlarını ezan ve ikametle kılıp kılmadığı hususunda rivayetler muhteliftir.

Bazılarında, «Bilâl´e emir buyurdu da her namaz için ezan okudu ve kamet getirdi.» denilmiş; bazılarında ilk namazdan sonra sâdece ikametle yetindiği bildirilmiştir. Ziyâdeyi bildiren rivayetle bilhassa ibâdet babında amel etmek evlâdır. Tamamı «İmdâd» nam kitaptadır. Kaza namazlarını kılarken ikamet hususunda muhayyerlik yoktur. İkameti terk etmek mekruhtur. Nitekim «Nuru´I-İzah»da da böyle denilmiştir.

TETİMME: Cemi´ suretiyle kılınan namazlarda görüleceği vecihle Arafat´taki cemide bir ezan okunur iki ikamet getirilir. Müzdelife´deki cemide ise bir ezan ve bir ikametle iktifa edilir. Tahtâvî, Müzdelife´dekinin de Arafat´taki gibi olduğunu kabul etmiş; Kemâl bin Humâm da bunu tercih etmiştir. Nitekim inşallah babında gelecektir. Şimdi bir kimse bir kaza namazı ile edâ namazını birlikte kılarsa meselesi kalır, bunu bir yerde görmedim. Bana öyle geliyor ki, iki ezan ve iki ikamet lâzım gelecektir. Bununla Müzdelife´deki cemi arasındaki fark meydandadır. Bozulan namaz, vakit içinde tekrarlanırsa ezan ve ikamet gerekmez. Vakit içinde kılınmazsa kaza namazı olur. T.

«Müctebâ»da şöyle deniliyor: «Bir cemaat mescidde kıldıkları namazın fâsid olduğunu vakit içinde hatırlayarak onu vakit içinde cemaatle kaza ederlerse ezan ve ikameti tekrarlamazlar. Vakit çıktıktan sonra kaza ederlerse onu başka bir mescidde ezan ve ikametle kılarlar». Lâkin araya uzun fâsıla girerse ikâmetin tekrarlanacağı ileride gelecektir.

Şârih «Velev ki köle ve çocuklar cemaati gibi cemaat halinde olsunlar» sözünü «Feth´in şu ifâdesinden almıştır: «Zira kadınlara cemaat olmak meşru iken Hazret-i Âişe onlara, ezansız ikametsiz imam olmuştur. Bu yalnız kılanın da böyle olmasını iktiza eder. Çünkü ezanla ikameti terk etmek cemaat meşru olduğu halde sünnet olunca yalnız kıldığı halde sünnet olması evleviyette kalır».

Ben derim ki: «Sirac»daki ifâdenin zâhiri de budur. Şârihin. «Velev ki yalnız başına kılsın» demesi daha iyi olurdu. Zira şimdi kadınların cemaat teşkil etmeleri meşru değildir. Anla!

Köle ve çocukların cemaat olması meşru değildir. Binaenaleyh o cemaatta ezan ve ikamet de meşru olmaz. Nitekim «Bahır» sahibinin «Zeylei»den naklen bildirdiğine göre onun akabinde teşrik tekbiri de meşru değildir. Cuma günü şehirde kılınan öğle namazı özürlüye özürsüze şâmildir. «Zeyleî». Köylerde ise h;ç bir surette mekruh değildir. «Zahriyye» sahibi, yani başka yerde cuma namazı edâ edilmezden önce olsun sonra olsun köyde mekruh değildir. Zira, «Cuma namazı edâ edildikten sonra şehirde mekruh değildir diyenler olmuştur.» demiştir.

Kargaşalığa sebep olmak ezan cemaat için okunursa düşünülebilir. Yalnız kılar da kendi işiteceği kadar ezan okursa kargaşalık olamaz. T.

«İmdâd»ta bildirildiğine göre namazı vaktinden geciktirmek âmmeyi alâkadar eden bir sebepden ileri gelmişse mescidde ezan okumak mekruh olmaz. Zira illet yoktur. Nitekim Peygamber (s.a.v.) mola gecesînde böyle yapmıştır. Lâkin mola gecesi sahrada idi; mescidde değildi. «Zira namazı geciktirmek günahtır.» sözü dahi yalnız kılarken değil, cemaat halinde düşünülebilir. T.

Yani yalnız kılan ezanını alçak sesle okûr. Nitekim Kuhistanî´den naklen arzetmiştik. Şunu da bilmeli ki, geciktirme âmmeyi alâkadar eden bir sebeple olursa bunu cemaatın yapması da mekruh olmaz. Çünkü bu gecikme günah değildir. Şu da var: Ta´lilden anlaşıldığına göre mekruh olan, mescidden başka yerde bile olsa bilindiği halde kazâ edilmesidir. Nitekim «Minâh» sahibi bunu Geçmiş Namazların Kazası Babında anlatmıştır.

neslinur
Wed 24 March 2010, 04:54 pm GMT +0200
METİN

Bülûğa yaklaşmış çocuğun, kölenin, âmânın, piçin ve bedevînin ezanı kerahetsiz câizdir, Ama hususî hidmedkâr gibi kölenin ezanı da izinsiz helâl değildir. Ezan okuyan kimse ancak sünneti ve namaz vakitlerini bilirse müezzinler sevabına müstehak olur. Velev ki sevabına okuyanlardan olmasın. «Bahır».

Cünüp kimsenin ezan ve ikameti, abdestsizin ikâmeti mekruhtur. Ezanı mezhebe göre mekruh değildir. Kadının, hünsânın ve âlim bile olsa fâsıkın ezanı da mekruhtur. Lâkin imamlığı ve ezanı takvâ sahibi cahilinkinden evlâdır. Mubah bir şey sebebiyle de olsa sarhoşun, bunağın, akıl etmeyen küçük çocuğun ve oturan kimsenin ezan okumaları dahi mekruhtur. Ancak kendisi için oturarak okumak câizdir. Vâsıta üzerinde bulunan kimsenin ezanı da mekruhtur. Meğer ki yolcu ola!

ÎZAH

«Kerahetsiz câizdir.» sözünden murad, kerahet-i tahrimiyye ile mekruh değildir, demektir. Yoksa kerahet-ı tenzihiyye sabittir. Zira «Bahır» da «Hulâsa»dan naklen, «Başkaları bunlardan evlâdır.» denilmiştir.

Ben derim ki: Tahâret Bahsinin başında evlânın hilâfını yapmak mekruh mudur değil midir, bahsetmiştik. Oraya müracaat eyle! (Bülûğa yaklaşan çocuğa sabîi mürâhik denir). Burada bülûğa yaklaşan çocuktan murad, aklı eren çocuktur. Velev ki bülûğa yaklaşmış olmasın. Nitekim «Bahır» ve diğer kitapların ifâdelerinden anlaşılan da budur. Bazıları mekruh olduğunu söylemişlerse de bu kavil zâhir rivayete aykırıdır. «İmdâd» ve diğer kıtalarda da böyle denilmiştir. Şu halde onu ezan vazifesine kabul sahih olur. «Bahır». Köle ile âmânın ezanı mekruh değildir. Çünkü dîne ait işlerde bunların sözleri makbuldur; mülzimdir. Binaenaleyh bu sözle ilân hâsıl olur. Fâsık böyle değildir. «Zeyleî».

Ben derim ki: Buna göre çocuğa itiraz olunur. Çünkü çocuğun sözü dîne aid işlerde sahih kavle göre makbul değildir. Nitekim bu babtan önce arzetmiştik. Bunun müktezası fâsık gibi çocuğun sözü ile de ilân hâsıl olmamaktır. Teemmül et! Bu hususta sözün tamamı gelecektir.

Kölenin ezanı meselesini «Bahır» sahibi inceleyerek zikretmiş ve şunları söylemiştir:

«Köle kendisi için ezan okursa sahibinin iznine muhtaç olmaması icap eder. Ama cemaate müezzin olmak isterse ancak sahibinin izniyle câiz olur. Çünkü bunda sahibinin hizmetine zarar vardır. Müezzin vakitlere riayet etmek mecburiyetindedir. Bunu ulemanın sözleri arasında göremedim».

Hususî hizmetkâr meselesini «Nehir» sahibi bahis mevzuu yapmıştır. O şöyle demektedir: «Hususî hizmetkârın da böyle olması ve ezan okuması ancak patronunun izniyle helâl olması gerekir».

Ben derim ki: Hatta hususî hizmetkârın nâfileleri edâ etmeye hakkı olmadığını ulema ittifakla açıklamış; sünnetler hakkında ihtilâf etmişlerdir. Nitekim bunu İcâreler Bahsinde inşallah beyan edeceğiz. Bu da «Bahır» sahibinin incelemesini te´yid eder. Zira kölenin hem geliri, hem kendisi başkasının mülküdür. Hidmedkâr öyle değildir.

Âmânın ezanına Abdullah b. Ummü Mektûm´un müezzinliği ile itiraz olunamaz. Gerçi o da âmâ idi; fakat yanında vakitleri bildirecek adamı bulunurdu. Hâl böyle olursa görenle görmeyenin müezzinliği de müsavî olur. Bunu Şeyhu´l-İslâm söylemiştir.

Bu mesele âmânın ezanında kerâhet sabit olduğuna göredir. Bu hususta evvelce söz geçmişti. Geçmese idi itiraz varid olmazdı. Ezan okuyan kimsenin sünneti bilmesinden murad, ezanın sünnetini ve yukarıda beyan edildiği vecihle matlup olan vakitlerini bilmesidir. «Velev ki sevabına okuyanlardan olmasın» sözü «Feth»in ibâresine red cevabıdır. Orada şöyle denilmiştir: «Müezzin namaz vakitlerini bilmezse müezzinler sevabına müstehak olamaz. Nitekim «Hâniye»de de böyle denilmektedir. Binaenaleyh ücret alırsa evleviyetle sevabı hak edemez».

«Nehir» sahibi «Bahır»a uyarak bunu reddetmiş ve şunları söylemiştir: «Cahilin ezanında helâke mâruz bırakan bir cehâlet vardır. Sevabına okumayanın hâli böyle değildir. Şu da var ki, imamlık ve müezzinlik için ücret almanın helâl olmaması mütekaddimîn denilen eski ulemanın reyidir. İcâreler Bahsinde görüleceği vecihle sonraki ulema bunu câiz görmüşlerdir».

Ben derim ki: Zaruret sebebiyle alınan ücretin helâl olmasından sevap hâsıl olması da lâzım gelmez. Bâhusus ücret olmasa müezzinliği yapmayacak kimselerden ise o kimsenin ameli dünya için olur ki, riyadır. Çünkü yaptığının ALLAH rızası için olmasını hesap etmemiştir. Sevâbına okuyan câhil bu sevaba nâil olmazsa bunun nail olamaması evleviyette kalır. Nasıl nâil olabilir ki, birçok hadîslerde sevabına okumak kaydı vârid olmuştur. Onlardan biri Taberânî´nin rivayet ettiği şu hadistir: «Üç kimse kıyâmet gününde miskden tepeler üzerinde olacak; büyük korku onları ürkütmeyecek; insanlar korktuğu zaman onlar korkmayacaktır:

Birincisi: Kur´anı öğreten ve bu işi ALLAH rızasını ve Allah´ın ihsânını dileyerek yapan;

İkincisi: Her günle gecede beş vakit namaz için ezan okuyup bununla Allah´ın rizâsını ve Allah´ın ihsânını dileyen kimse,

Üçüncüsü: Kendisini dünya köleliği Rabbinin tâattan men edemeyen köledir» Evet şöyle denilebilir:

Bir kimsenin maksadı Allah´ın rızâsı olur, fakat vakitlere dikkat edip bu işle meşgul olurken kendisinin ve çoluk çocuğunun nafakasını yeteri kadar kazanamadığı için - geçim derdi bu şerefli vazifeye mâni olmasın diye - ücret alır; böyle olmasa ücret almazsa mezkûr sevabı o da kazanır. Hatta ezanla rızık kazancını beraber yürüttüğü için iki ibâdeti bir araya getirmiş olur. Ameller ancak niyetlere göredir. Cünüp kimsenin ezanı mekruhtur. Çünkü kendinin yapmadığı işe başkalarını çağırmış olur. İkameti evleviyetle mekruhtur. «Hâniye»de açıklandığına göre ezan ve ikamet hususunda en ağır hadeslereden temiz bulunmak icap eder. Bu gösterir ki, buradaki kerahet, kerahet-i tahrimiyyedir. «Bahır».

Fâsıkın imamlığı takvâ sahibi câhilin imamlığından evlâdır. Bu cihet nassan tesbit edilmiştir. Ezânînin evlâ olmasını ise «Nehir» sahibi inceleme neticesi ilhak etmiştir. Takvâ sahibi câhil, ehl-i takva âlim bulunmadığı zaman bahis mevzuu olabilir.

Mubah bir şeyle sarhoş olmanın misali, boğazında kalan lokmayı geçirmek için bir yudum içki içmektir. Şârih bu sözle sarhoşluktan fâsıkIık lâzım gelmediğine işaret etmiştir. Binaenaleyh sözde tekrar yoktur. Hüküm itibariyle deli de bunak gibidir. H.

METİN

Cünüp kimsenin okuduğu ezanın tekrarlanması menduptur. Vacip olduğunu söyleyenler de vardır. İkameti tekrarlanmaz. Çünkü ezanın tekrarı cumada meşrudur. Fakat ikametin tekrarı meşru olmamıştır. Kezâ kadının, delinin. bunağın, sarhoşun ve aklı ermeyen çocuğun okuduğu ezan dahi tekrar edilir. Bunların ikametleri yukarıda geçen sebepten dolayı tekrarlanmaz.

Müezzin ölür, bayılır, dili tutulur veya zihni tutulur da okuyacağını unutur ve hatırlatacak kimse de bulunmazsa kezâ abdesti bozulduğu için abdest tazelemeye giderse ezan ve ikametin yenilenmesi icap eder. «Hulâsa».

Lâkin «Sirac»ta mendup olur.» ifâdesi kullanılmış; Musannıf ise delinin, bunağın ve aklı ermeyen küçük çocuğun ezanlarının sahih olmadığına kat´î olarak hüküm vermiştir.

Ben derim ki: Kâfir ile fâsık da bunlar gibidir. Çünkü dîni hususunda fâsıkın sözü kabul edilmez.

İZAH

Cünübün tekrarı gereken ezanına Kuhistânî fâcir, binek giden, oturan, yürüyen ve kıbleden dönen kimselerin ezanını da ilâve etmiştir. İâdesi vacip olmasının sebebini her biri hakkında yaptığının sayılmaması, mendup olmasının illetinin ise sayılması olduğunu, yalnız noksanı bulunduğunu söylemiş «Esah olan budur. Nitekim Timurtâşîde de böyledir.» denilmiştir.

«Yukarıda geçen sebepten dolayı» ifâdesinden murad, az yukarıda geçen «Çünkü ezanın tekrarı meşrudur.» cümlesidir. Şârih´in «müezzin ölürse ilh...» diyerek müezzinden bahsetmesi, ikamet getirenden bahsetmemesi, şer´an ikameti de müezzin yaptığı içindir. Nitekim gelecektir. Anla!

Abdest tazelemeye gidenin başladığı ezan veya ikameti tamamlayıp sonra abdest alması evlâdır. Çünkü bunlara abdestsiz olarak başlamak câizdir. Başlananın üzerine bina etmenin câiz olması evleviyette kalır. «Bedâî».

Burada «Hulâsa»dan nakledilen müezzinin ölmesi vesâire «Hâniye» de de mevcuttur. «Fetih» sahibi diyor ki: «İcap eder sözü vücup mânâsına hamledilirse bizzat ezanla başladıktan sonra yenilenen ezan arasında fark yapmaya ihtiyaç hâsıl olur. Ezanın kendisi sünnettir. (Yenilenmesi ise vacip olmuş olur). Ama burada şöyle denilebilir: Ezana başlar da sonra keserse, işitenler yanılarak kesdi sanırlar ve doğru ezanın okunmasını beklerler. Böylelikle bazen namazın vakti de geçebilir. Şu kadar var ki bu, cünüp müstesnâ olmak üzere ezanları iade edilen kimseler hakkında tekrarın vâcip olmasını iktiza eder. Yani bu kimselerin sözlerine itimat yoktur; tekrar onun için vacip olur. Bunlar hakkında biri, halk bunların halini bilirse tekrar vacip olur; bilmezse müstehaptır. Ezan muteber ve sünnet vecih ile yerine getirilmiş olur; dese reddedilemez. «Hulâsa»da zikredilen beş kimse hakkında bunun aksi varittir».

Ben derim ki: Anladığıma göre vücubtan murad, sünneti yerine getirmenin lüzumudur. Maksat müezzinin ezanı tamamlamasına mani bir hal zuhur eder de başkası ezan okursa ezanı yeni baştan okuması lâzım gelir, demektir. Ezanı sünnet vecihle okumak böyle olur. Yarıda kalan ezanı tamamlarsa sahih olmaz. Onun için «Hâniye»de, «Müezzin ezanı tamamlamaktan âciz kalırsa başkası onu yeniden okur.» denilmiştir.

Musannıf´ın burada kat´î olarak hüküm vermesine sebep «Bahır» sahibinin incelemesidir. «Bahır» sahibi «Çünkü deli ile bunak gibi aklı ermeyen küçük çocuğun ezanı da sahih değildir.» demiş; Musannıf da bunu tercih ederek kat´i konuşmuştur. «Münye» şerhinin ifâdesi de bunu te´yid etmektedir. Orada şöyle denilmiştir:

«Sarhoşun, aklı ermeyen çocuğun ve delinin okuduğu ezanı tekrarlamak icap eder. Zira bunların sözlerine îtimad edilmediği için maksad hâsıl olamaz.»

Fâsıkı burada saymak münasip değildir. Çünkü «Bahır» sahibi okul ve İslâmı sıhhatinin şartı, adâlet, erkeklik ve temizliği de kemâlinin şartı olarak zikretmiştir. O şöyle demektedir:

«Şu halde fâsıkın, kadının ve cünüp kimsenin ezanı sahihdir. Ama fâsikın haberinin kabulüne ve o habere itimad meselesine bakarak ezanının sahih olmaması gerekir». Yani fâsıkın sözü dinî hususatta kabul edilemez. Binaenaleyh ilân bulunmamıştır demek istiyor. Nitekim bunu Zeyleî de söylemiştir ki, hulâsası şudur: Fâsıkın ezanı sahihtir. Velev ki onunla itân hâsıl olmasın. Yani vaktin girdiğini haber veren sözüne itimad edilemez. Kâfirle aklı ermeyen çocuk böyle değildir. Onların ezanı asla sahih değildir. Şu halde şârihin kâfirle fâsıkı müsavi tutması münasip değildir. Sonra bilmiş ol ki, «El-Hâvil Kudsî» sahibi müezzinliğin sünnetlerinden olmak üzere müezzinin aklı başında, sahih, sünnetleri, vakitleri bilir, devamlı, ALLAH için çalışır, güvenilir, abdest alır ve kıbleye döner bir kimse olmasını söylemiştir.

«İmdâd» nam eserde dahi buna benzer şeyler söylenmiştir. Bunun müktezası şudur ki, ezan sahih olmak için akıl şart değildir, deli, bunak ve sarhoş gibi akılsızların ezanı sahihdir. Nitekim fâsıkın, kadının ve cünüp kimsenin ezanı da sahihdir. «Bedâyi»nin ibâresi de buna delâlet eder. Orada, «Deli ile sarhoşun ezanı mekruhtur. En iyisi zâhir rivayeye göre onu tekrar etmektir. Kadının ve aklı eren çocuğun ezanı da mekruhtur. Ama kâfidir. Maksad hâsıl olduğu için tekrar edilmez. Maksad itândır. İmam A´zam´dan rivayet olunduğuna göre kadının okuduğu ezanı tekrarlamak müstehabtır.» denilmiştir. Zeyleî bu rivayeti tercih etmiştir. Yine «Bedâyi»de bildirildiğine göre aklı ermeyen küçük çocuğun okuduğu ezan kâfi değildir. Tekrarlanır. Zira akıllı olmayandan sadır olan sözlerle iltifat edilmez. Bunlar kuş sesi gibîdirler. Böylece Musannıf´ın «Bahır» sahibine uyarak kat´î dille, «Aklı olmayan deli, bunak ve sarhoş gibi kimselerin ezanı sahih değildir.» demesi, Hâvi ile Bedâyî´in, «Aklı ermeyen çocuktan maada hepsinin ezanları sahihdir.» sözüne aykırı düşmüştür. Bunların aralarını bulmak için benim hatırıma gelen şudur: Şeriatta ezandan asıl maksat, namaz vakitlerinin girdiğini bildirmektir. Bilâhare her beldede ve geniş memleketlerin her yerinde İslâmın şeâirinden (nişanlarından) olmuştur. Nitekim evvelce geçmişti. Şu halde vaktin girdiğinin ilân olmasına ve müezzinin sözünün kabul edileceğine bakarak Müslüman, âkıl bâliğ ve adaletli olması lâzımdır. Bu babtan önce Muînü´l-Hükkâm´dan şunu nakletmiştik:

«Müezzin âkıl bâliğ, vakitleri bilir, müslüman, erkek ve sözüne güvenilir olmak şartiyle vaktin girdiğini haber vermesi kâfidir». Anlaşılıyor ki, «erkek» demesi bir kayıt ihtirazı değildir. Çünkü kadının haberi de kabul edilir. Öyle ise şöyle demek gerekir:

Müezzinde bu sıfatlar bulunursa ezanı sahihtir; Bulunmazsa vaktin girdiğine dair itimad hususunda ezanı sahih değildir. Yine bu baptan önce arzetmiştik ki, fâsık ile hâli belli olmayan kimsenin doğru söyleyip söylemediğî hususunda herkes kendi reyinî hakem yapar ve ona göre amel eder. Kâfir, çocuk ve bunağın haberi böyle değildir. O asla kabul edilemez.

Ama belde halkından günahı gîderen şiârı yerine getirmeye bakarak aklı ermeyen çocuktan maada hepsinin ezanları sahihtir. Çünkü çocuğu işiten ezan okuduğunu bilmez; oynuyor zanneder. Aklı eren çocuk böyle değildir. O erkeklere yakındır. Onun için Şârih «sabii mürâhik» tâbirini kullanmıştır. Kadın da öyledir. Zira bazı erkeklerin sesleri sabii mürâhik ile kadının sesine benzerler. Bülûğa yaklaşan (sabiî mürâhik) veya kadın ezan okur da birisî işîtirse ona itimat eder. Deli, bunak ve sarhoş da öyledir. Çünkü o da bir erkektir. Meşrû şekilde ezan okudu mu bununla şeair yerini bulmuş olur. Onu halini bilmeyen bir kimse işitirse müezzin zan eder. Kâfir de öyledir. Şu halde bu cihete bakarak mezkûr şartların hepsi kemâl şartı olur. Zira kâmil müezzin, ezaniyle dinin bir alâmeti yerine getirilen ve ilân hâsıl olan kimsedir. Binaenaleyh evvelce Kuhistânî´den naklettiğimiz vecihle esah kavle göre hepsînin ezanları mendup olmak üzere tekrarlanır.

Sonra öyle anlaşılıyor ki, tekrarlama ancak tayinli müezzinin ezanı hakkında bahis mevzuudur. Namaz vaktinin girdiğini bilen bir cemaat gelir de onlar için bir fasık veya aklı eren çocuk ezan okursa mekruh olmaz ve asla tekrarlanmaz. Çünkü maksat hâsıl olmuştur.

TENBİH: Buraya kadar anlattıklarımızdan şu çıkar:

Âdil olmayan bir kimsenin sözü ile ilân hâsıl olmaz: onun sözü makbul değildir. İmamın arkasında onun sesini cemaate ulaştıran kimse fâsık olursa kendisine İtimat câiz değildir. Nitekim Şâfiî´Ierden biri buna tenbih etmiştir. Bu inceliğe dikkat et. Allahu a´lem.

METİN

Yolcunun yalnız bile kılsa ezan ve ikametin ikisini birden terk etmesi mekruh olduğu gibi yol arkadaşları hazır olduğu için yalnız ikameti terk etmesi de öyledir. Ezanı terk etmek mekruh değildir. Şehirdeki evinde namaz kılan cemaatle bile olsa bunun hilâfınadır. Yahud mescidi bulunan bir köyde kılarsa ezan ve ikameti terk etmek mekruh olmaz. Çünkü mahallenin ezanı ona kâfidir. İçinde cemaatla namaz kılınmış olan bir mescidde ezan ve ikameti terk etmek de öyledir, Hatta ikisini birden yapmak mekruh olur. Bir mescidde cemaati tekrar etmek dahi mekruhtur. Meğer ki yol üzerindeki bir mescidde ola. Bu takdirde orada cemaatı tekrarlamakta beis yoktur. «Cevhere».

Müezzin yokken ikameti ezan okuyandan başkası yapsa mutlak surette mekruh olmaz. Müezzin orada iken yaparsa üzüldüğü takdirde mekruhtur. Nitekim ikamet getirirken yürümesi de mekruhtur.

İZAH

Yolcu tâbiri, şer´an olsun lügaten olsun yolcu denilen kimseye şâmildir. Nitekim «Ebu´s-Suud» da dahi böyle denilmiştir. T.

Yolcu yalnız bile kısa ezan ve ikameti getirmelidir. İkisini birden terk etmesi mekruhtur. Çünkü ezan okuyup ikamet getirirse arkasında gözlerinin görmediği ALLAH kulları namaz kılar. Bunu Abdurrezzâk rivayet etmiştir. Bu ve emsâlinden anlaşılır ki, ezandan maksad sadece bildirmek değildir. Onda hem bildirmek, hem de bu zikirle ALLAH´ın zikrini ve dinim yeryüzüne yaymak, ins ve cinden olup kırlarda şahıslarını görmediği kullarına namaz vaktini hatırlatmak vardır. «Fetih».

Şârih´in «yalnız bile kılsa» sözünde o kimseye her yönden imam hükmü verilemeyeceğine işaret vardır. Onun için «Tatarhâniye»de «Fetevây-ı Attabiye»den naklen şöyle denilmiştir: «Bir kimse ovada yalnız kıldığı halde ezan okur, ikamet getirirse tesbih ve tahmidin ikisini de yapmak ve kezâ gizli ve aşikâr okumak hususlarında kendisine yalnız kılan hükmü verilir».

«Ezanı terk etmek mekruh değildir.» sözünden anlaşılan, isaet (edebsizlik) sayılacak kerahetin bulunmamasıdır. Yoksa «Kenz»de bundan sonra ezanın yolcu ile şehirdeki evinde kılana mendup olduğu açıklanmıştır. «Bahır»da bunun illeti beyan edilirken, «Tâ ki edâ cemaat şeklinde olsun.» denilmiştir. Bir de biliyorsun ki, ezandan maksat sadece vakti bildirmek değildir.

Şehirdeki evinde namaz kılan kimse cemaatle bile olsa ezan ve ikameti terk etmesi mekruh olmaz. Ebu Hanîfe´den bir rivayete gör cemaatle kılanlar .başkalarının ezaniyle iktifa ederlerse kâfi gelirse de isaet etmiş olurlar. Bu rivayette bir kişi ile cemaat arasında fark yapılmıştır. «Bahır».

Şehirdeki evinden maksad, şehre bağlı olan hane, bağ ve bahçe gibi şeylerdir. Kuhistânî «Tefârik»te şöyle deniliyor:

«Bağda veya çiftlikte ise yakın olmak şartiyle o köyün veya beldenin ezanı ile iktifa eder, yakın değilse iktifa edemez. Yakınlığın hududu o köyde okunan ezanın kulağına gelmesidir. «İsmail». Anlaşılan fiilen işitmesi şart değildir. Teemmül eyle!

Mescidi bulunan köyden murad, ezan ve ikameti getirilen mesciddir. Aksi takdirde hükmü yolcu gibi olur. «Sadrı´ş-Şeria».

Bir kimsenin mahallesi mescidinde okunan ezanla getirilen ikamet kendi ezan ve ikameti gibidir. Çünkü müezzin bütün o yer halkının nâibidir. Nitekim İbni Mes´ud Hazretleri, AIkâme ile Esved´e ezan ve ikametsiz olarak namaz kıldırdığı zaman, «Mahallenin ezanı bize yeter.» diyerek buna işaret etmiştir. Bu hadîsi rivayet edenlerden biride Sıbl-ı ibn-i el-Cevzî´dir. «Fetih».

İbni Mes´ud (r.a.)´ın sözünden o kimsenin hükmen ezan ve ikametle kılmış gibi olacağı anlaşılmaktadır. Yolcu öyle değildir. O, hem hakikaten hem de hükmen ezansız ikametsiz kılmıştır. Çünkü bulunduğu yerde o namaz için asla ezan okunmamıştır. «Kâfi». Zâhirine bakılırsa vaktin sonunda bile olsa mahalle mescidinin ezan ve ikameti evinde kılana kâfidir. Teemmül et!

«Kenz»in yolcu ile şehirde evinde kılan kimseye ezanın mendup olduğunu açıkladığını gördün. Şu halde mahalle ezanının kâfi gelmesinden maksad, günaha sokan kerahetin bulunmamasıdır. «Bahır» sahibi diyor ki: «Bunun mefhumu, mahallede ezan okumazlarsa, evinde kılanın da ezan ve ikameti terk etmesi mekruh olur, demektir». Müctebâ sahibi bunu açıklamış ve, «Yolculardan bazısı ezan okursa ötekilerden de borç sâkıt olur.» demiştir. Nitekim bu meydandadır. Bir mescidde cemaatı tekrarlamak da mekruhtur. Çünkü Abdürrahman b. Ebî Bekir´in babasından rivayetine göre Rasulullah (s.a.v.) ensârın aralarını bulmak için evinden çıkmıştı. Döndüğünde mescidde cemaatle namazın kılındığını gördü. Bunun üzerine zevcelerinden birinin evine girdi. Ve aile efradını toplayarak onlara namazı cemaatle kıldırdı. Bir mescidde cemaatın tekrarı mekruh olmasa Peygamber (s.a.v.) namazı mescidde kılardı. Hazret-i Enes´den rivayet olunduğuna göre Rasûlüllah (s.a.v.)´in eshabı cemaate yetişemediler mi mescidde teker teker kılarlardı. Bir de tekrar cemaatın azalmasına sebep olur. Zira halk cemaate yetişemeyeceklerini anlayınca acele ederek çoğalırlar; geriye kalmazlar. «Bedâyî».

Şu halde birkaç kimse cemaat mescidine namaz kılındıktan sonra girseler namazlarını yalnız başlarına kılarlar. Zâhir rivayet budur. «Zahiriyye». «Münye» şerhinin sonunda şu cümleler vardır: «Ebu Hanîfe´den nakledildiğine göre cemaat üç kişiden fazla olursa tekrar mekruhtur. Fazla olmazsa mekruh değildir. Ebu Yûsuf´tan bir rivâyete göre ise birinci cemaat şeklinde durmazlarsa mekruh değildir. Aksi takdirde mekruh olur. Sahih olan da budur.

Mihraptan çekilmekle şekil değişmiş olur. Bezzâziyyede de böyle denilmiştir.» Tatarhânîye de Valvalciye´den naklen, «Biz bununla amel ederiz.» denilmektedir. İmamlık Babında inşallah bu mesele hakkında daha fazla söz edilecektir.

Yol üzerindeki mescidden maksat, tâyin edilmiş imam ve müezzini olmayandır. Böyle bir mescidde ezan ve ikametle cemaatın tekrarlanması mekruh değildir. Hatta efdaldir. «Hâniye»

Binaenaleyh evlâ olan buradaki «beis yoktur.» tâbirini atmaktır. AnIa! Şârih bu tâbiri Cevhere´den naklettiğini söylüyorsa da ben onu Cevhere´de göremedim. Onu yalnız «Sirâc» sahibi zikretmiştir.

Müezzin yokken ikameti ezan okuyandan başkası yapsa mutlak surette yani hoşnud olsun olmasın kerahet yoktur. Hoşnud olmadığı, rıza göstermemekle anlaşılır. Hâherzâde bunu tercih etmiştir. «Dürer» ve «Hâniye» sahipleri de bu yoldan yürümüşlerdir. Lâkin «Hulâsa»da şöyle denilmiştir: «Razı olmazsa mekruhtur. Rivayetin cevabı, mutlak surette beis yoktur şeklindedir».

Ben derim ki: İmam Tahâvî «Mecmeul-Âsâr» adlı eserinde bunu üç imamımıza nisbet ederek açıklamıştır. Lâkin efdal olan ikameti de ezan okuyan kimsenin yapmasıdır. Çünkü hadis-i şerifte, «Ezanı kim okursa ikameti de o yapar.» buyurulmuştur, tamamı Nuh Efendi» hâşiyesindedir.

Müezzinin ikamet getirirken yürümesi de mekruhtur. Bunu «Ravzatü´n Natıfî» sahibi söylemiştir. Ulema, ikameti bitirirken yani kad-kameti´s-salah derken yürümekte ihtilâf etmişlerdir. Bazıları yürüyerek tamamlayacağını söylemiş; birtakımları müezzin imam olsun, başkası olsun bulunduğu yerde tamamlar; demişlerdir. Esah olan da budur. Nitekim «Bedâyî»de de böyledir. «Sirac» sahibi hilâfı sadece imam, müezzinlik yaptığı zamana mahsus bırakmıştır. Başkası müezzinlik yaparsa hilâfsız başladığı yerde bitirir. «Nehir».

METİN

Ezanı işiten kimsenin cünüp bile olsa müezzine icabet etmesi vaciptir. Hulvânî mendup olduğunu söylemiş; «vacip olan yürüyerek icabettir» demiştir. Hayızlı, nifaslı ve hutbe dinleyen kimselerin ve kezâ cenaze namazında, cimâ halinde, helâda, yemekte bulunanların, ilim öğretenlerin ve öğrenenlerin icâbet etmeleri gerekmez. Kur´an okumak bunun hilâfınadır.

İcabet, sünnet vecihle okunan ezanı işitince dili ile müezzinin söylediklerini söylemekle olur. Sünnet vechile ezandan murad, kelimelerini bozmadan Arabça okunandır. Ezan tekrarlanırsa birinci müezzine icâbet eder.

İZAH

Ezanı işiten kimsenin müezzine icabet etmesi (Yani cevap vermesi) vaciptir. Hulvânî, «Dil ile icabet menduptur. Vacip olan icabet yürüyerek camie gitmektir.» demişse de «Nehir» sahibi bunu müşkil sayarak şunları söylemiştir: «Hulvânî´nin yürüyerek icabet etmek vacibtir, sözü müşkildir. Çünkü buna göre o kimseye namazın edâsı vaktin evvelinde ve mescidde vacip olur. Zira namazsız mescide gitmeyi vacip kılmanın bir mânâsı yoktur. Anlaşılıyor ki, «Müctebâ»nın Şehadetler Bahsindeki, (Bir kimse ezanı işitir de ikamet getirilmesini evinde beklerse şahidliği kabul edilmez). sözü Hulvânî´nin kavline göre kaydedilmiştir. Ben bunu üstadımız kardeşimden sordum , ama bir cevap vermedi».

Kardeşi Zeyn b.Nüceymi Kasdetmiştir «Bahır»nam eserin müellifi bu zattır.

Ben derim ki: Muvaffakiyet Allah´dandır. İmam Hulvânî´nin söylediği selef zamanındaki âdete göredir. Onlar cemaatla namazı bir defa kılar; tekrar etmezlerdi. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) ile ondan sonraki halifeler zamanında da âdet bu idi. Biliyorsun ki, zâhir rivayeye göre cemaatın tekrarı mekruhtur. Yalnız İmam A´zam´la İmam Ebu Yûsuf´tan bir rivayete göre mekruh değildir. Bunu az yukarıda arz etmiştik. İleride göreceğiz ki mezhep ulemasına göre cemaatın vacip olduğu tercih edilmiştir. Cemaatı kaçıran kimse bilittifak günahkâr olur. O halde yürüyerek icabet, namazı vaktinin evvelinde yahud mescidde kılmak için değil, cemaatle kılmak için vacibtir. Aksi takdirde ya cemaatı tamamiyle kaçırmak yahud başka cemaat bulunmak şartıyle aynı mescidde tekrarlamak lâzım gelir ki, bunların ikisi de mekruhtur. İşte Hulvânî bunun için yürüyerek icabet vacibtir demiştir. O kimsenin evinde ailesi efradı ile cemaat teşkil etmesi mümkündür. Binaenaleyh kendisine iki mahzurdan biri lâzım gelmez? denilirse şöyle cevap veririz:

İmam Hulvânî´nin mezhebine göre o şahıs bununla cemaat sevabına nail olamaz. Yaptığı iş özrü bulunmadığı halde bid´at ve mekruh olur. Evet, gördük ki sahih kavle göre ilk cemaat şeklinde olmamak şartiyle cemaatın tekrarı mekruh değildir. İmamlık Bahsinde geleceği vecihle esah kavle göre bir kimse ailesi efradı ile cemaat teşkil etse mekruh olmaz; cemaat fazîletine nâil olur. Ama mescidin cemaatı daha fazîletlidir. Bu biricik izahı ganimet bil! Az ilerde biraz daha ziyâdesi gelecektir.

«Ezanı işiten kimsenin icabet etmesi vacibtir»; sözünden sağırlık veya uzaklık sebebiyle işitmeyene icabet lâzım gelmediği anlaşılıyor. Aşağıda gelecek, «Müezzini işittiğiniz vakit siz de onun dediğini deyin!» hadîsinden anlaşılan da budur. Çünkü icabetin lüzumunu işitmeye bağlamıştır. Şâfiilerden biri zâhir mânâ budur diye açıklamış ve ezanın bir kısmını işiten kimsenin tamamını okumak suretiyle icabet edeceğini söylemiştir.

Ezanı işiten kimse cünüp bile olsa icabet edecektir. Çünkü müezzine icabet etmek ezan değildir. Bunu« Hulâsa»dan naklen «Bahır» sahibi kaydetmiştir. Hayız ve nifâslı kadınlar ise icabet etmezler. Zira fiilen icabete ehil değillerdir. Binaenaleyh kavil ile icabete de ehliyetleri yoktur. «İmdâd».

Yani bunlar cünüp gibi değillerdir. Çünkü cünüp kimse namazla mükelleftir. Bir de onun hadesi hayız ve nifastan daha hafiftir. Zira onu derhal gidermek mümkündür.

İlim öğretmekten murad anlaşılıyor ki şer´i ilimdir. Onun için «Cevhere»de «fıkıh okumak» tâbiri kullanılmıştır. «Kur´an okumak bunun hilâfınadır.» cümlesinden sonra «Cevhere»de, «Çünkü o elden kaçmaz.» denilmiştir. Galiba bununla okumayı tekrarlamak ancak ecir kazanmak içindir. Bu ise icabetle elden kaçmaz. Öğrenmek bunun gibi değildir.» denilmek istenmiştir. Bu izaha göre bir kimse öğretmek veya öğrenmek için okusa okumayı kesmez. «Saihanî».

T E N B İ H: Acaba bu söylediklerimizi bitirdikten sonra icabet lazım mıdır değil midir? Aradan fazla vakit geçmemişse evet, fazla vakit geçmişse hayır diye cevap vermek gerekir. Bu cevap aşağıdaki beyandan alınır. Lâkin «Feyz»de açıklandığına göre bir kimse ezan okuyana yahud namaz kılana veya Kur´an yahud hutbe okuyana selâm verse İmam A´zam´ dan bir rivayete göre bitirdikten sonra selâmı alması lâzım gelmez. Sâdece içinden alır. İmam Muhammed´den bir rivayete göre bitirdikten sonra selâmı alır. İmam Ebu Yûsuf´tan bir rivayete göre mutlak surette selâmı almaz. Sahih olan kavil budur. Büyük abdestini bozan kimsenin mutlak surette selâm alması lâzım gelmediğine ulema ittifak etmişlerdir. Teemmül et!

Ezanı işiten dili ile müezzinin söylediklerini tekrarlayacak fakat bağırıp çağırmayacaktır. Sünnet vecihle okunan ezandan bütünü kastedildiği anlaşılıyor. Ezanın bazı kelimeleri Arabça olmaz yahud bozarak okunursa kalanlarını dinleyene icabet vacip olmaz. Çünkü bu takdirde ezan sünnet vecihle okunmuş değildir. Nitekim ezanın bütün kelimeleri Arabça olmasa yahud vakitten önce okunsa veya okuyan cünüp yahud kadın olsa yine hüküm budur. İhtimal maksat bazı kelimelerinin sünnet vecihle okunmasıdır. Bu takdirde sünnet vecihle okunanlara icabet eder; kalanlarına etmez. Fakat bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü ezanı kulak vererek dinlemeyi gerektirir. «Bahır»da beyan olunduğuna göre ulema ezanı lahn yaparak (bozarak) okuyan müezzini dinlemenin helâl olmadığını açıklamışlardır. Kur´anı bu şekilde okuyanı dinlemek de öyledir.

Evvelce arzetmiştik ki, Farsça ezan sahih değildir; esah kavle göre isterse ezan olduğu bilinsin. Şimdi namazdan başka bir husus için meselâ, yeni doğan çocuk için okunan ezana icabet edilir mi edilmez mi meselesi kalır. Bunu imamlarımızın kavli olarak bir yerde görmedim. Zâhire bakılırsa evet icâbet edilir. Onun hay´alelerinde sağa sola bakılır. Nasılki yukarıda geçmişti. Hadîsden anlaşılan da budur. Acaba Şâfiî bir kimsenin tercî´ yaptığını işitirse onlarca sünnettir diye ona icâbet eder mi? Bunda tereddüt olunur. Nitekim Şâfiîlerden bazıları ikameti çift cümlelerle getiren Hanefî´ye icabet hususunda tereddüt etmişlerdir. Bazıları da ziyadeye icabet edilmemesini daha münâsip görmüşlerdir.

Nitekim ezana bir tekbir ziyâde edilse hüküm budur. Lâkin bunu ziyadeye kıyas etmek söz götürür. Çünkü ziyadeye icabet lazımdır, diyen yoktur. Bahsettiğimiz mesele ise böyle değildir. Onun üzerinde içtihad edilmiştir. Teemmül et!

Ezan birbiri ardınca okunmak suretiyle tekrarlanırsa mahallesi mescidinin müezzini olsun olmasın birinciye icabet edilir. Birçok yerlerde okunan ezanları bir anda işitirse hükmünün ne olacağı az ileride gelecektir. Birinciye icabet lâzım geldiğini «Bahır» sahibi «Fetih»den bir inceleme olarak nakletmiştir. Yine «Bahır»da «Tefarik»ten nakledilen şu cümlede aynı mânâyı ifâde eder:

«Mescidde birden fazla müezzin bulunur da arka arkaya ezan okurlarsa hürmet birinciyedir». Lâkin bu söz icabetin yürümekle yapılmasına yahud ezanın bir mescidde tekrar edilmesine göre söylenmiş olabilir. Ezan bir mescidde tekrarlanırsa ikincinin sünnet olmaması gerekir. Muhtelif yerlerden gelen ezan sesleri böyle değildir. Teemmül eyle!

Bana öyle geliyor ki bunların her birine sözle icabet gerekir. Çünkü sebep - ki işitmektir - birden fazladır. Nitekim Şâfiîlerden bazıları buna itimad etmişlerdir.

METİN

Yalnız hay´aleler müstesnâdır. Onlar da havkalele yapar. Bir de es-Salat-ü hayrü´n-minen-nevm»i işitince «sadekte ve yerirte» der. Ezanı işitince ayağa kalkmak menduptur. «Bezzâziyye».

Ezan bitinceye kadar ayakta duracak mı yoksa oturacak mıdır, bunu söylememiştir. Ezan bitinceye kadar icabet etmezse hüküm ne olacaktır? Ben bunu bir yerde görmedim. Ama fâsıla kısa sürerse icabeti sonradan eklemek gerekir. Ezan bitince Rasulullah´a (s.a.v.)´e vesile duası okur.

İZAH

(Hayalelerden murad, hayya ale´s-salah ve hayya ale´l-felah cümleleridir. Hay´ale bir kısaltmadır). Havkalele: Lâ havle velâ kuvvete illâ billah demektir (Yani havkalele de bu cümlenin kısaltılmış şeklidir. «Güç ve kuvvet ancak Allah´a mahsustur», mânâsına gelir). «Ümredü´l-Müftî» nâm kitapta «Mâşâ ellah-ü kân» «Allah´ın dilediği olur.» cümlesi de ziyâde edilmiştir. «Kâfi» sahibi «Havkabe ile bunu söylemek arasında muhayyerdir.» demiş; «Muhit» sahibi ise ayırarak hayya-ale´s-salah´ın yerinde havklayı hayya ale´l-felah»ın yerinde de maşâallah kân-ı söyleyeceğini bildirmiştir. «İsmail».

«Nuh Efendî´nin beyanına göre muhtar olan kavil birincidir. Sonra havkalayı okumak her ne kadar Peygamber (s.a.v.)´in «Müezzinin dediğini deyin!» emrinin zâhirine aykırı düşse de bu babta mezkûr emri açıklayan hadîs vârid olmuştur. Hadîsi Müslim rivâyet etmiştir. «Fetih» sahibi hadîslerle amel ederek her iki cümlenin okunacağını söylemiştir.

«Sadekte ve berert» cümlesi sadekte ve bererte» şeklinde de rivayet olunmuştur. Doğru söyledin ve çok hayır sahibi oldun mânâsına gelir. İsmail Nablusî, «Tahtavî» şerhinden naklen, «Ve bilhakkı natekte» hakkı söyledin, cümlesini de ziyâde etmiştir. Şârih´in burada «Bezzaziyye»den naklettiklerim «Nehir» sahibi de nakletmiştir. Ama bunları «Nehir»de görmedim. Başka nüshasına müracaat etmelidir. Evet orada şunu gördüm: «Bir kimse yürürken ezan okunduğunu işitirse efdal olan icabet için durmasıdır. Tâ ki ezan bir yerde olmuş olsun». Ezan bitinceye kadar ayakta durup durmamak meselesini «Nehir» sahibi bahis mevzuu etmiştir.

Ben derim ki: Ayağa kalkmaktan murad ihtimal ki, yürüyerek icabet etmektir. Gerçekten Suyûtî «Hılye»de Ebû Nuayım´dan, senedinde söz edilen bir hadîs rivayet etmiştir ki, bu hadîste, «Ezanı işittiğiniz vakit ayağa kalkın! Çünkü o ALLAH´dan gelen bir emirdir.» buyurulmuştur. «Hılye» şârihi Münâvî bu hadîsi, «Yani namaza gidin, yahud ezandan murad ikamettir.» şeklinde izah etmiştir.

Ezan bitinceye kadar icabet etmezse hüküm ne olacaktır? meselesini «Bahır» sahibi incelemiş; İbni Hâcer de Minhâc» şerhinde şöyle açıklamıştır: «Ezan bitinceye kadar susar da sonra araya uzun fâsıla girmeden icâbet ederse icâbetin asıl sünneti olarak kâfidir. Nitekim anlaşılan da budur». Bundan anlaşılıyor ki, icabet eden kimse müezzini geçmeyecek, bilakis her cümlede onu takip edecektir. «Fetih» sahibi. «Ömer b. Ebî Ümâme hadîsinde bu nâssan bildirilmiştir.» diyor.

Ben derim ki, Bundan anlaşıldığına göre beraber söylemesi kâfi değildir. Çünkü cevap sözden sonra verilir. Cemâatın imama uyması bunun gibi değildir.

Rasûlüllah (s.a.v.)´e vesîle duası; salât ve selâmdan önce okunur. Çünkü Müslim´in ve başkalarının rivayet ettiği bir hadîste, «Müezzini işittiğiniz vakit onun dediği gibi deyin; sonra bana salâvat getirin! Çünkü bana bir salâvat getirene ALLAH onun sebebiyle on kere salâvat eyler. Sonra benim için vesîleyi isteyin! Zira o cennette bir makam olup ancak ALLAH´ın mümin kullarından birine yaraşır. O kulda ben olmak isterim. İmdi her kim benim için ALLAH´dan vesileyi isterse o kimseye şefâatım helâl olur.» buyurulmuştur. (ALLAH´ın salât etmesinden murad. afv ve mağfiret buyurmasıdır). Buharî ve başkaları da şu^hadîsi rivayet etmişlerdir: Bir kimse ezanı işittiğinde:

Yani «Yarabbi! ey şu tam dâvetin ve hazırlanan namazın Rabbi! Muhammed´e vesileyi ve fazîlet ver! Onu vaad ettiğin övülen makama gönder!)» derse o kimseye kıyâmet gününde şefaatım helâl olur».

Beyhaki bu hadîsin sonuna. (Çünkü sen sözünden dönmezsin!) cümlesini de ziyade etmiştir. Tamamı «İmdâd» ve «Fetih» nam kitaplardadır. İbni Hâcer «Minhâc» şerhinde: vedderecete errefîate (yüksek dereceyide) cümlesiyle duanın sonundaki: ya erhamerrahimin (acıyanların acıyanı) ziyadesinin asılları yoktur.» demiştir.

T E T İ M M E: İki şehâdetten birinciyi işitince: Sallallahu aleyke ya Rasulallah (Allah sana salât eylesin yâ Rasulellah), ikinciyi işitince, Garret ayni bike ya Rasulallah (Seninle mes´ud oldum yâ Rasulellah!) demek müstehaptır. Sonra her iki baş parmağının tırnaklarını gözleri üzerine koyarak, Allahümme mettı´ni bissem´ı vel basar (Yarabbî beni işitmekle ve görmekle faydalandır)! derse Peygamber (s. a.v.) cennete doğru o kimsenin delili olur. «Kenzü´l-İbâd» nam eserde de böyle denilmiştir. «Kuhistânî» Bir benzeri de «Fetevâ-ı Sofiye»dedir.

«Kitabü´l-Firdevs»de ise «her iki başparmağının» ifâdesinden önce, «Ezanda Eşhedü enne Muhammed´en Rasûlellah cümlesini işitince, Allahümme mettı´ni bissem´ı vel basar derse, onun önderi ve cennet saflarına koyanı ben olurum, buyurdu.» denilmektedir. Tamamı Sehâvînin «Makâsıd-ı Hasene»sinden naklen Remlî´nin «Bahır» hâşiyelerindedir. Bunu Cerrahî dahi bahis mevzuu etmiş ve sözü hayli uzattıktan sonra, «Merfu hadîslerde bütün bunlardan hiçbir şey sabit olmamıştır.» demiştir. Bazılarının naklettiğine göre Kuhistânî kendi nüshasının kenarına. «Bu, ezana mahsustur. İkamette ise tamamen araştırılıp incelendikten sonra böyle bir şey bulunamamıştır.» ibâresini yazmıştır.

METİN

Bir kimse ezanı işittiği anda mescidde bulunursa ona icabet lazım değildir. Mescidin dışında ise yürüyerek icabette bulunur. Yürümekle değil de, dil ile icabet yaparsa icabette bulunmuş sayılmaz. Bu izahat istenilen icabetin dili ile değil, yürümesiyle olacağına binaendir. Nitekim Hulvânî´nin kavli de budur. Buna göre evinde Kur´an okuyorsa okumayı keserek ezan kendi mahallesinin mescidinde okunduğu takdirde yürümekle icabet eder. Nitekim gelecektir. Mescidde okuyorsa okumayı kesmek icap etmez. Çünkü oraya gelmekle icabetini yapmıştır. Bu, Hulvânî´nin kavline göre bir fer´î meseledir. Bize göre ise okumayı keserek mutlak surette dili ili icabette bulunur. Anlaşılan dil ile icabet vacibtir. Çünkü, «Müezzini işittiğiniz vakit sizde onun dediği gibi deyin!» hadîsindeki emir zâhire göre vücûp bildirir. Nitekim bunu «Bahır» sâhibi izah etmiş; Musannıf da tasdik ve kabul eylemiştir.

«Nehir» sahibi dahi bunu takviye ederek «Muhît» ve diğer kitaplardan şöyle nakilde bulunmuştur:

«Birinci kavle göre selâm alıp vermez; Kur´an okumaz. Bil´akis okumayı keserek icabette bulunur. İcabetten başka bir şeyle meşgul olmaz. Hatibin huzurundaki ezanda bilittifak dili ile icabet etmemesi ve cuma günü ilk ezanda bilittifak yürüyerek icabet etmesi gerekir. Çünkü cumaya gitmek nassan farzdır». Tatarhâniyye´de: «Yalnız mahallesinin mescidinde okunan ezana icabet eder.» deniliyor. Zâhîruddîn´e, «Bir kimse bir anda ayrı ayrı yerlerden ezan işitse ne yapması icap eder?» diye sorulmuş da, «Kendi mescidinin ezanına fiilen icabet etmesi» cevabını vermiştir.

İZAH

Anlaşılan dil ile icâbet vacibtir, sözünü «Fethü´l-Kadîr» sahibi de söylemiş; «Çünkü emri vücûp ifâde etmekten değiştirecek bir karine görülmemiştir.» şeklinde ta´lil yapmıştır. Fakat «Münye» şârihi kendisine itiraz ederek hadîsin sonundaki «Sonra bana salâvat getirin! Zira bana bir salâvat getirene Allah on salavât eyler» cümlesiyle münakaşada bulunmuş ve «Çünkü böyle savaba teşvik eden hadîsler ekseriyetle müstehap mânâsında kullanılır.» demiştir.

Ben derim ki: Bu, söz götürür. Çünkü söylediği hadîs ancak salâvat ve vesile hakkındadır. Vacip olduğu iddia edilen icabet hakkında değildir. Nazımdan kıran hükümde kıranı icap etmez. Nitekim usuli fıkıhta karar kılmış bir kâidedir (Yani iki şeyin beraber söylenmesi hükümlerinin bir olmasını gerektirmez). Evet. İmam Ebu Ca´fer Tahâvî «Şerhu´l-Âsâr» adlı kitabında Abdullah (r.a.)a varan bir senedle şu hadîsi tahric etmiştir: «Seferlerinin birinde Rasûlüllah (s.a.v.) ile beraber idik. derken Allah´u ekber Allah´u ekber diye bir haykıran duydu. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) «Fıtrat üzere» dedi. Adam «Eşhedü enlâ ilâhe illallah» dedi. Rasûlüllah (s.a.v.)da, «Cehennemden çıktı, buyurdu». Biz hemen adamın yanına koştuk, baktık ki, koyun sahibi bir kimse Emiş; namaz vakti geldiği için bu şekilde ezan okumuş».

Tahâvî, «İşte Rasûlüllah (s.a.v.), O ezan okuyanın söylediğinden başkasını söylemiştir. Bu da gösterir ki, emir müstehap ve mendup olduğunu bildirmek içindir. Nitekim namazlardan sonra dua etmeyi emir buyurması ve emsali de böyledir.» diyor.» Bu emri vücûp mânâsı ifâde etmekten değiştiren bir karinedir. Ulemamızdan bir cemaatın açıkladıkları bununla te´yid edilir. Onlar dil ile icabetin vacip olmayı müstehap olduğûnu söylemişlerdir. Hulvânî´nin kavlini tercih hususunda bu açıktır. «Hâriye» ve «Feyz» sahipleri de bu kavli tercih etmişlerdîr. Rasûlüllah (s.a. v.)´in, «Ezanı işittin mi ALLAH´ın davetcisine icabet et!», bir rivayette, «İcâbet et! Ağırbaşlılığı da elden bırakma!» buyurması da buna delâlet eder.

Cemaatın vacip olduğunu gösteren deliller bu kavli tercihe kâfidir. Zira biliyorsun ki Hulvânî´nin sözü icabetin cemaat kastiyle yapılmasına ibtina eder. Burada kaydı gereken şudur ki, dil ile icabet müstehap, cemaatı kaçırmak tehlikesi varsa yürüyerek icabet vacibtir. Aksi halde yani mescidde veya evinde ikinci bir cemaat teşkil etmek mümkünse vacip değil, vaktin evveline ve mescidde tekrarsız olarak cemaatı çoğaltmaya riâyet için icabet müstehap olur. Benim anladığım budur.

«Birinci kavle göre ilh...» cümlesinden murad. dil ile icabet vacibtir, diyenlerin sözüdür. «Selâm alıp vermez» cümlesini ben «Nehir»de göremedim. Onu ben «Bahır»da gördüm. «Mi´rac» sahibi diyor ki: «Tühfe»de bildirildiğine göre ezanı işiten kimsenin konuşmaması, ezan ve ikamet halinde bir şeyle meşgûl olmaması, selâm dahi vermemesi gerekir. Çünkü bunların hepsi ezanın nazmını bozar».

Ben derim ki: Bundan anlaşıldığına göre «selâm almaz.» sözü vücûp için değildir. Bu her iki kavle teferu eden bir meseledir. Böyle olmasa bunun ikamette de vacip olması lazım gelir. Halbuki ikamette söylenenlerin vacip olması şöyle dursun, icabetin aslı müstehaptır. Nitekim gelecektir. Zira icabete aykırı değildir. Meselâ, icabet edip sonra müezzinin nefeslendiği anlarda selâm alması veya selâm vermesi mümkündür. Ama bunu yapmamalıdır. Çünkü nazmı bozar. Meşru olan icabet, içine başka şey karışmayan icabettir. Herhalde biz icabete aykırı değildir, yahud vacip değildir, desek de selâm almanın vacip olmaması o halde iken ona selâm vermek meşru olmadığındandır. Nitekim Kur´an ve ezan okuyana selam vermek de meşrû değildir. Onun için selamı almak da vacip olmamıştır.

«Tatarhâniyye» yalnız mahallesinin mescidinde okunan ezana icabet eder. deniliyor.» ifâdesi Hulvanînin kavline göre teferru eden bir meseledir. Yani yürüyerek icabet eder demektir. Şârih´in «nitekim gelecektir.» diyerek işâret ettiği budur. T.

Zâhiruddin´in cevâbı hakkında «Fetih» sahibi şunları söylemiştir: «Bu bizim bahsettiğimize dahil bir şey değildir. Zira soran kimsenin maksadı, hangi müezzine müstehap, yahud vacip olarak dil ile icabet yapılır? demektir. Cevaben: İster kendi mahallesi mescidinin, ister başka mescidin müezzini olsun ilk işittiğine icabet eder demek gerekir. Bütün müezzinleri birden işitirse mahallesi müezzinini itibar ederek icabet yapar. Onu itibar etmese de câizdir. Yalnız evlâ olan muhalefet etmiş sayılır». Kısaltılarak alınmıştır.

Ben derim ki: Anlaşıldığına göre İmam Zâhîruddîn´in bu söz dönmesi (edebiyatta ki) üslûp hakîm kabilindendir. Hulvânî´nin kavline meyletmiştir. Sonra Rahmetî´nin de bu şekilde cevap verdiğini gördüm.

METİN

Ezanda olduğu gibi ikamette de bilittifak mendup olarak icâbet eder. Müezzin Kad-kameti´s-Salat deyince, «Ekâmehâllâhu ve Edâmehâ» «Allah onu kaim ve daim kılsın» der. Bazıları ikamete icabet edilmeyeceğini söylemişlerdir. Şumunnî buna kat´iyetle kâil olmuştur.

F E R´İ Meseleler: Bir kimse namazın sünnetini; ikamet getirildikten sonra kılsa yahud imam ikamet getirildikten sonra gelse, ikameti tekrar lâzım gelmez. «Bezzaziyye». Fâsıla uzun sürer; yahud yemek gibi bölücü sayılan bir şey bulunursa ikametin tekrarlanması gerekir. Bir kimse mescidde müezzin ikamet getirirken girerse imam mihrâba geçinceye kadar oturur.

Mahalle muhtarı kötü huylu değil ise vakit geniş olduğu zaman kendisini beklemek gerekmez. Bir kişinin iki mescidde müezzin olması mekruhtur. Ezan ve ikamet hususunda mütevelli olmak hakkı mutlak surette mescidi yaptırana aittir. Âdil olmak şartiyle imamlık hususunda da öyledir. İmamın aynı zamanda müezzin de olması efdaldir. «Ziyâ» nam eserde bildirildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) seferde bizzat kendisi ezan okumuş, ikamet getirmiş ve öğle namazını kıldırmıştır. Biz bunu «Hazâin» adlı eserimizde tahkik ettik.

İZAH

İkamete bilittifak mendup olmak üzere icabet edilir. Yani icabet eder, diyenler bunun mendup olduğuna ittifak etmişlerdir. Vacip olduğunu söyleyen bulunmamıştır. Ezanda ise vacip olduğunu söyleyenler vardır. Binaenaleyh bu söz Musannıfın «bazıları ikamete icabet edilmeyeceğini söylemişlerdir.» ifâdesine aykırı değildir. Anla! «Ekamehâ ilh...» cümlesini Ebu Davud biraz ziyade ile, «EkâmehâIIahu ve Edâmehâ mâdameti´s-semâ-vâtü ve´l-ardu vecealenî min salihî ehlihâ», (Allah onu yerle gökler devam ettiği müddetçe kaim ve daim kılsın! Beni de yararlı ehlinden eylesin» şeklinde rivayet etmiştir.

Şumunnî ikamete icabet lâzım gelmediğine kat´iyetle kâil olmuş, «ikâmeti işiten icabet etmez. Dua ile meşgul olmasında bir beis yoktur.» demiştir. Ama onun sözünü vacip değildir, mânâsına hamletmek mümkündür. Buna delil «Hulâsa» sahibinin, «Ona ikametin icabeti vacip değildir.» sözüdür. Yahud maksadı, «Kad-kâmeti´s- Salat» denildiğini işittiği vakit onu aynen söyleyerek icabeti gerekmez, demektir. Bunu Şeyh İsmail söylemiştir. Fasıla uzun sürerse ikametin tekrarı gerektiğini «Nehir» sahibi incelemiştir.

Ben derim ki: «Münye» şerhinin sonunda şöyle denilmiştir:

«Müezzin ikamet getirse de imam sabah namazının iki rekât sünnetini kılmamış bulunsa onları kılar; ikamet de tekrar edilmez. Çünkü çok konuşmak veya çok meşgul olmak gibi tilâvet secdesinde meclisi kesen bir bulucu bulunmazsa ikametin tekrarı meşru değildir».

Müezzin ikamet getirirken mescide giren kimse imam mihraba geçinceye kadar oturur. Ayakta beklemesi mekruhtur. Oturur; müezzin hayya alel felah cümlesine varınca kalkar. Bunu «Müzmerat»tan naklen «Hindi»ye sahibi beyan etmiştir. Bir kişinin iki mescidde müezzin olması mekruhtur. Çünkü birinci mescidde namaz kıldıktan sonra ikinci mescidde okuyacağı ezanı nâfile olur. E^anda nâfile meşru olmamıştır. Bir de ezan farz namaz için meşru olmuştur. Bu şahsın ikinci mescidde kıldığı namaz ise nâfile olur. Binaenaleyh kendisinin yardımcı olmadığı farz bir namaza halkı davet etmesi yakışmaz. «Bedâyi».

Ezan ve ikâmet hususunda mütevelli olmak hakkı mutlak surette mescidi yaptırana aittir. Yani âdil olsun olmasın hak onundur. «Eba»da, mescidi yaptıranın çocukları ve akrabası başkalarından evladır.» denilmektedir. Vakıf Bahsinde görüleceği vecihle cemaat, müezzin ve imam tayin ederler de mescid sahibinin tayin ettiğinden daha elverişli çıkarsa vazifeyi onun görmesi evlâdır. Bunu «Fetih» sahibi «Nevazil»den naklen bildirmiş ve tasdik etmiştir. «Medeni».

İmamın aynı zamanda müezzin de olması efdaldir. Delili Hazret-i Ömer (r.a.)´ın, «Halifelik vazifesi olmasa müezzin olurdum.» sözüdür. Evvelce de beyan ettiğimiz vecihle bu sözden maksad, imamlıkla beraber müezzin de olurdum demektir. «Sirac»da. «Ebu Hanîfe ezan ve ikameti kendisi yapardı.» deniliyor.

«Şârih» «Hazâin»de yaptığı tahkikte buradaki sözünden sonra şunları söylemiştir:

«Su da var ki ibni Hacer´in «Buharî» şerhinde deniliyor ki: Çok sorulan suallerden biri de Peygamber (s.a.v.)´in bizzat ezan okuyup okumadığıdır Gerçekten Tirmizînin rivayet ettiği bir hadiste, «Rasûlüllah (s.a.v) bir seferde ezan okudu ve eshabına namaz kıldırdı.» denilmektedir Nevevî bunu kafî olarak kabul etmiş ve kuvvetli bulmuştur. Lâkin imam Ahmed´in «Müsned»inde bu yoldan gelen bir rivayette. «Bilâl´e emretti 0 da ezan okudu.» denilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, Tirmizî´nin rivayetinde kısaltma vardır. Onun «ezan okudu.» demesinin manası Bire emir etti demektir. Nitekim. «Halîfe fulan âlime şu kadar hediye verdi » denilir. Halbuki verme işini bizzat halife değil başkası vermiştir.

neslinur
Thu 25 March 2010, 01:19 pm GMT +0200
NAMAZIN ŞARTLARI BABI



METİN


Namazın şartları üç nevidir.

Birincisi: Niyet, tahrime, vakit ve hutbe gibi in´ikâdının şartı.

İkincisi: Temizlik, avret yerini örtmek ve kıbleye dönmek gibi devâminin şartı.

Üçüncüsü: Devam ve bekâsının şartıdır. Bunda namazın başlamasından öncelik veya beraberlik şart değildir. Bu da (namazda Kur´an) okumaktır. Çünkü okumak haddi zatında rükün, başkası hakkında şarttır. Zira Kur´an okumak takdiren bütün rükünlerde mevcuttur. Onun için okumak bilmeyen bir kimseyi imamın kendi yerine geçirmesi câiz değildir.

Sonra lügatta şart, daimî alâmet mânâsına gelir. Şeriatta ise, bir şeyin kendisine bağlı bulunduğu, fakat içinde dahil olmadığı nesnedir.

İZAH

Namazın şartlarından murad, câiz ve sahih olmasının şartlarıdır. Teklif, kudret ve vakit gibi farz olmasının şartları ve kezâ kudret, fiil ile beraberlik gibi vücudunun şartları değildir.

Bir de murad; şer´î olan şartlardır. İlim için hayat gibi aklî ve boşanmanın bağlandığı eve girmek gibi yapma şartlar değildir.

Namazın şartları üç nevidir. «Sirâc» sahibi bunu böyle anlatmıştır ki, şöyle açıklanır: İn´ikadının (bağlanmasının, kurulmuş olmasının) şartı, namazdan önce ve başında, yahud namazla birlikte bulunması gereken şarttır. Namazın sonuna kadar devam edip etmemesi hükmen birdir. Vakit ve hutbe namazdan önceki niyet ve tahrime namazla birlikte olan şartlardır.

Devam şartı: Namazın başından sonuna kadar devam üzere bulunması gereken şarttır.

Bekâ ve devam şartını, «Sirâc» sahibi «Devam hâlinde iken bulunması gereken, fakat önce veya beraber bulunması icap etmeyen şarttır.» diye tefsir etmiştir. Yani bunda bazen öncelik ve beraberlik bulunur bazen bulunmaz, demek istemiştir. Şüphesiz ki bu kısımlar iç içedir. Aralarında umum ve hususî mutlak vardır. Temizlik, avret yerini örtmek ve kıbleye dönmekte beraber bulunurlar. Çünkü bunların namaz başında bulunmaları şart koşulunca namazın in´ikadının da şartları olurlar. Namazının devamının da şartıdırlar. Zira devamları şart kılınmıştır.

Bekâ hâlinde bulunmaları şart koşulduğuna göre bekâsının da şartıdırlar. Sabah. cuma ve bayram namazlarına nisbetle vakit içinde de bir arada bulunurlar. Zira mezkûr namazların başında, sonunda ve devam hâlinde bulunmaları şarttır. Hatta namaz tamam olmadan vakit çıkarsa namaz bâtıl olur. İn´ikad şartı devam şartından ve diğer namazlara nisbetle vakit içinde devam şartından ayrılır. Çünkü bu yalnız namazın mün´akit olmasının şartıdır. Devamı ve bekâ halinde mevcud olması şart değildir. Bekâ şartı kırâatta ayrılır. Çünkü bu şart kırâat esnasında ortaya çıkar ve bitinceye kadar devam eder. Son oturuş gibi tekerrür etmeyen bir fiilde tertibe riâyet de bunun gibidir. Hatta bir namaz veya tilâvet secdesini hatırlayarak oturduktan sonra yapsa tekrar etmesi lâzım gelir.

«Çünkü okumak haddi zâtında yani kendisi hakkında rükün, başkası hakkında şarttır». İfâdesini Kuhistâni de söylemişse de buna itiraz olunmuş ve «Rükün bir şeyin hakikatında dahildir. Şart ise dâhil değildir. Bunların aralarında zıdlık vardır. Başkası hakkında şart olması sebebiyle tahsise de imkân yoktur. Çünkü yalnız kıraat değil, bütün rükünler takdiren diğer rükünler de mevcuttur.» denilmiştir. Evet, ulema rüknü. biri aslî diğeri zâid (ziyade) olmak üzere iki kısma ayırmışlardır. Zâid rükun bazan zaruret olmadığı halde sükût eden rükundur. Buna misal olarak kıraatı göstermişlerdir. Çünkü kıraat imama uyan kimseden sâkıttır. Binaenaleyh buna bazı hallerde aslî rükün, bazı hallerde de zâid rükün adını vermişlerdir. Çünkü namaz itibarî bir mahiyettir. Öyle olunca Şârih Hazretleri onu bazen birtakım rükünlerle, bazen de onlardan daha azı ile itibara alması câizdir.

Okumak bilmeyen bir kimseyi teşehhüdde bile olsa imam kendi yerine geçiremez. Çünkü onda şart mevcud değildir. Burada «şart imama uyanda da yoktur.» denilmez. Zira onda hükmen şart mevcuddur. İmamın okuması onun için de kıraat yerine geçer. T.

Şart kelimesi rânın sükûnüyle okunacaktır. Cemi şurut gelir. Şaratın cem´i ise eşrâttır. Şartı Kamûs sahibi, «Bir şeyi ilzam ve alışveriş gibi şeylerde iltizamdır», diye tefsir etmiş; Şaratın ise alâmet mânâsına geldiğini söylemiştir. Bu izâhın muktezâsı şart kelimesini lügaten alâmet diye tefsir etmemektir. Sıhahtan anlaşılan da budur. Halbuki fıkıh kitaplarında lügatlardan nakledilen bunun aksidir. Herhalde fukaha, kelimenin bu şekilde izâhını görmüş olacaklardır. Bazıları şerâit tabirini kullanmışsa da buna da «şerâit şeritanın cemidir.» diye itiraz olunmuştur. Şeriatta, «Kulağı yarık deve» demektir. «Nehir» sahibi burada vehme kapılarak, «Şurut, lügatta alâmet mânâsına gelen şarâtın cemidir.» demiştir. Bundan sakınmalısın! Şeriatta şart, bir şeyin kendisine bağlı bulunduğu fakat içinde dahil olmadığı nesnedir. Bilmiş ol ki, bir şeye bağlı olan nesne o şeyin hakikatında dahil ise ona rükün derler. Namazda rükû böyledir. Hakikatında dahil değilse ya o şeye tesir eder ya etmez. Tesir ederse ona illet denir. Cinsî münâsebetin helâl olması için nikâh akdi böyledir. Tesir etmezse ya bazı suretlerde ona ulaştırır yahud ulaştırmaz. Ulaştırırsa ona sebep derler. Vakit böyledir. Ulaştırmazsa ya o şey buna bağlıdır. Yahud değildir. Bağlı ise ona şart, değilse alâmet denir. şarta misal namaz için alınan abdest, alâmete misal de ezandır. Nitekim bunu Bercendî de izah etmiştir. Binaenaleyh Şârihin şartı tarif ederken, «O şeye tesir etmeyen ve bazı hallerde ona ulaştırmayan» ibâresini de ilâve etmesi gerekirdi. «İsmail».

METİN


Namazın şartlan altıdır:

Birincisi: Bedenini, yani cesedini hadesten temizlemektir. Çünkü kollar, bacaklar cesede dahildir. Bedene dahil değildir. Bu bellenmelidir. Hadesten murad her iki nevidir (yani abdestsizlik ve cünüblüktür). Musannıf´ın söze bundan başlaması daha galiz olduğu içindir.

İkincisi: Her iki nevi ile (gâliz ve hafif) namaza mâni necasetten cesedi temizlemektir.

Üçüncüsü: Elbisesini ve namaz kılacağı yeri ikinciden, yani necasetten temizlemektir. Çünkü Taâla Hazretleri, «Elbiseni temizle!» buyurmuştur. (Elbiseyi temizlemek lazım gelince) bedenini ve namaz kılacağı yeri temizlemek evleviyetle lâzımdır. Çünkü bunlar namaz kılan kimseden hiç ayrılmazlar (elbisesiz namaz ise bazı hallerde câizdir).

Namaz kılanın üzerinde onun hareketiyle hareket eden yahud yüklenmiş sayılacak bir şey bulunması da elbise gibidir. Meselâ kucağında çocuk olur da çocuğun üzerinde kendi kendine tutunamayan necaset bulunursa namaza mânidir. Böyle olmazsa mâni değildir. Esah kavle göre cünüb ve ağzı bağlı köpek böyledir.

Namaz kılacağı yerden murad, ayaklarının yahud birini kaldırırsa tek ayağının yeri ile esah kavle göre bilittifak secde edeceği yerdir. Zâhir rivayete göre ellerinin ve dizlerinin yeri değildir, Meğer ki ellerinin üzerine secde etsin. Nitekim gelecektir.

İZAH

Fıkıh âlimi Kuhistânî namazın şartlarının on´dan fazla olduğunu söylemiştir. Zira evvelce görüldüğü vecihle namazda kıraat ve kıraatın rukûdan, rukûun secdeden evvel yapılması, imamla cemâatın duracakları yere dikkat edilmesi, tertip sahibinin kalmış namazı olduğunu hatırlamaması ve kadınla yan yana durmamak da birer şarttır.

Ben derim ki: Kezâ şartlardan biri de vakittir. Nitekim evvelce geçti. «İmdâd» sâhibi şöyle diyor: «Kudûrî», «Muhtar», «Hidâye» ve «Kenz» gibi birçok mûteber kitaplarda vakit zikredilmemiştir. Halbuki bu kitaplarda vakit Namaz Bahsinin başında zikredilmiştir. Onu burada da zikretmeli idiler. Tâ ki öğrenci onun şartlardan olduğuna dikkat etsin. Nitekim ebu´l-Leys´in «Mukaddime»si ile Münyetü´l-Musallî»de de böyle denilmiştir. Vaktin girdiğine itikad etmek de şarttır. Şüphe ederse namazı sahih olmaz. Velev ki sonra vaktin girmiş olduğu anlaşılsın». («Çünkü kollar, bacaklar cesede dahildir ilah...» sözü ile Şârih beden ve cesed kelimelerinin arasında mânâca fark olduğunu göstermek istemiştir).

Beden: Vücudun kollarla ayaklardan ve baştan geri kalan kısmıdır.

Cesed ise bunlar dahil olmak üzere bütün vücûda şâmildir.

Hades necasetten daha galiz (ağır) dır. Çünkü necâsetin azı afv edildiği halde hadesin azı afv edilmemiştir. Tahtavî diyor ki: «Hadesle necâsetten birine yetecek suyu necâsete sarf edip onun ile necâsetin yıkanması her iki temizliği elde etmek içindir. Necâsette temizlik su ile, hadesde ise toprakladır».

Musannıf merhum. elbise ile bedene giyilen şeyleri kasdetmiştir. Binaenaleyh külâh, mest ve ayakkabı elbisede dahildir. Bunu «Hamavî» den naklen Tahtavî söylemiştir. Namaz kılan kimsenin üzerinde ona bitişik ve onun hareketiyle hareket eden bir şey bulunması da elbise gibidir. Meselâ, bir tarafı boynuna sarılı, öbür tarafı namaza mâni olacak derecede pislenmiş bir mendil bulunur da namaz hareketleriyle mendilin pis tarafı hareket ederse namaza mânidir. Hareket etmezse mâni değildir. Ama bedenine bitişik olmazsa böyle değildir. Meselâ, bir tarafı pis, fakat ayaklarının yeri ile secde yeri temiz olan bir seccade mutlak surette namaza mâni değildir. Bunu Halebî «Şurunbulâlîyye»den naklen bildirmiştir.

Pis tavan, gölgelik ve çadır gibi şeyler namaz kılan kimse doğruldukça başı pis yere dokunacak şekilde ise pisliği yüklenmiş hükmünde olur ve necâset kendi kendine durursa namaza mâm değildir. Çünkü o zaman necaseti yüklenmek namaz kılana değil o şeye nisbet edilir. Burada cünüp meselesi misal değil, bir benzer olarak zikredilmiştir. Çünkü cünüplük de taşınan şeye nisbet edilir. Namaz kılana nisbet edilmez. Bu mesele misâl olarak zikredilse idi, cünübün kendi kendine tutunur olması şart kılınmak lâzım gelirdi. Meselâ, kötürüm olmaması gerekirdi. Halbuki hakikatta cünüb, necis değildir. Namaz kılan kimse cünüp birim alsa mutlak surette namazına mâm değildir. Zira onun pisliği hükmendir. Anla!

Şârih burada köpek hakkında, «Ağzından namaza mâni bir şey akmayan köpek» de ise daha iyi olurdu. Zira ağzından hiçbir şey akmadığını bilse yahud namaza mâni olan miktardan az bir şey aksa ağzını bağlamamış bile olsa namaz bâtıl olmaz. Bunu Halebî söylemiştir. Biz bu sözün bir benzerini Kuyu Bahsinde az önce «Hılye»den naklen arz etmiştik. «Bahır»da Zahiriye»den nakledilen şu ibâre de onu te´yid etmektedir: «Namaz kılan kimsenin üzerine elbisesi pis bir çocuk oturur da kendi kendine tutunursa yahud pis bir güvercin konarsa namazı câizdir Çünkü namaz kılanın üzerindeki çocuk veya güvercin pisliği kullanmış tır. Binaenaleyh namaz kılan pisliği yüklenmiş olmaz».

Ben derim ki: Köpek meselesi iki sahih kavlin tercih edilenine ibtina etmektir. Bu kavil köpeğin ayni necis olmayıp bedeninin dış tarafının - domuz hariç - diğer hayvanlar gibi temiz olmasıdır. Şu halde o ancak ölürse pis olur. Bedeninin iç kısmının pisliği ise mâdeninde yani kendi yerindedir. Binaenaleyh onun hükmü yoktur. Nitekim namaz kılan kimsenin içindeki pisliğin de hükmü yoktur. Bir kimse üzerinde içi kan olmuş bozuk bir yumurta bulunduğu halde namaz kılsa câiz olur. Zira pislik mâdenindedir. Bir şey mâdeninde (kendi yerinde) bulunduğu müddetçe ona pis hükmü verilemez. Ama içinde sidik bulunan kapalı bir şişeyi üzerinde bulundurarak namaz kılmak câiz değildir. Çünkü sidik mâdeninde değildir. Nitekim Muhit»ten naklen «Bahır»da da böyle denilmiştir.

Şârihin burada «esah kavle göre» tâbirini kullanması «mutlak surette namaz câiz değildir», diyenlerin sözünü reddetmek içindir. Nitekim «Bahır»da da böyle denilmiştir. Bu söz herhalde köpeğin aynı necistir, kavline ibtinâ etmektedir. H.

Namaz kılacağı yeri necasetten temizlemek şarttır. Ama esah kavle göre seccadenin kenarındaki necâset namaza mâni değildir. Velevki seccade küçük olsun. Seccade ince olur da onu pis yere yayarsa avret yerini örtmeye yarayacak cinsden olmak şartiyle namaz câizdir. Nitekim «Hulasâ»dan naklen «Bahır»da da böyle denilmiştir. «Kınye»de şöyle deniliyor: «Altındakini gösteren cam üzerinde namaz kılsa bütün ulema câiz olduğunu söylemişlerdir.» Kiremit, tuğla veya kalın tahta yahud dikişli dikişsiz elbise üzerinde namaz kılarsa câiz olup olmayacağı inşallah Namazı Bozan şeyler Bâbında gelecektir.

Namaz kılacağı yerden murad, bütün rivayetlerin ittifakiyle ayaklarının yeridir. «Bahır». Bu gösteriyor ki secde ettiği vakit elbisesinin kenarları pis yere düşse zarar etmez. Esah kavle göre secde edeceği yeri temizlemek bilittifak şarttır.

İmam A´zam´dan bir rivayete göre secde yerinin temiz olması şart değildir. Yani yalnız burnun üzerinde secde etmek kâfidir. Rivayete göre burnun secde edeceği yeri temizlemek şart değildir. Çünkü bu bir dirhemden azdır. Nitekim «Münye» şerhinde de böyle denilmiştir. Lâkin pis bir şey üzerine secde ederse tarafeyne göre namaz fâsid olur. Ebu Yusuf´a göre ise secde fâsid olur. Temiz bir şey üzerine secdeyi tekrarlarsa ona göre namaz sahih olur. İmam A´zam´la Muhammed´e göre sahih olmaz. Buradaki esah kavil zâhir rivayedir. Nitekim «Hılye»de de böyle denilmiştir. Zâhir rivayete göre ellerinin ve dizlerinin yerini temizlemek şart değildir. «Bahır»da da böyle denilmiştir. Lâkin «Münyetü´l-Muslî»de bildirildiğine göre «el-Uyûn» nâm eserde, «Bu rivayet şâzzdır.» denilmiştir. «Bahır»da, «Ebu´l-Leys o kimsenin namazının fâsid olacağını tercih etmiş; «Uyûn» sahibi de bunu sahih bulmuştur.» deniliyor. «Nehir» sahibi «Münâsip olan budur. Çünkü umumiyetle metinlerde mutlak olarak beyan edilmiştir.» demiş ve bunu «Hâniye»nin sözü ile te´yid etmiştir.

Ben derim ki; «Mevâhip» metninde, «Nuru´l-İzah»ta, «Münye»de ve diğer kitaplarda bu kavil sahih kabul edilmiştir. Binaenaleyh itimad onadır. «Münye» şerhinde «Sahih olan budur. Çünkü bir uzvun pisliğe temas etmesi o necâseti yüklenmek gibidir. Velev ki o uzvu yere koymak farz olmasın.» denilmektedir. Ellerinin üzerine secde ederse altının temiz olması şarttır. Fakat bu temizlik ellerinin yeri olduğu için değil, secde yeri olduğu için lazımdır. T. Yanı nasıl ki yeninin üzerine secde eder de altında necaset bulunursa altının temizlenmesi şart olduğu gibi burada temizlik şarttır.

METİN

Dördüncüsü: Avret yerini örtmektir. Avret yerini örtmenin farz olması umumîdir. Sahih kavle göre velev ki tenha bir yerde bulunsun. Ancak sahih bir maksaddan dolayı açmak câizdir. Namazdan başka bir yerlerde pis elbise giyebilir.

Erkek için avret yeri göbeğinin altından diz kapağının altına kadardır. İmam Ahmed´e göre iki omzundan birini örtmek de şarttır. İmam Malik´ten bir rivayete göre ise avret yeri sâdece ön ve arttır. Erkeğin avret yeri cariyenin de avret yeridir. Velev ki hünsâ yahud müdebbere, mekâtebe veya ümmü veled olsun

Yalnız cariyenin sırtı ile karnı da avret yeridir. Yan tarafı ise sırtı ile karnına tâbidir. Sahibi cariyeyi namaz kılarken âzad ederse, imkân bulur bulmaz örtündüğü takdirde namazı sahihtir. Aksi takdirde namazı sahih olmaz. Mezhebe göre âzad edildiğini bilip bilmemesi fark etmez. Bir kimse cariyesine, «Sahih bir namaz kılarsan o namazdan önce hür ol!» der de cariye namazı baş örtüsüz kılarsa öncelik şartının hükümsüz kalması ve azadlığının vâki olması gerekir. Nitekim ulema döner talâkta da bunu tercih etmişlerdir.

İZAH

Giyilmesi helâl olmayan ipek elbise gibi bir şeyle bile olsa avret yerini örtmek şarttır. Velev ki özürsüz günah olsun. Nitekim gasb edilen yerde namaz kılmak da böyledir. Musannıf örtünmenin ve örten şeyin şartlarını ileride söyleyecektir. Avret yerini örtmenin farz olması namaz içine ve dışına şâmildir. Namaz dışında halk huzurunda örtünmek bilittifak farzdır. Tenha yerde ise sahih kavle göre farzdır. Ama tenha yerde namazını çıplak olarak kılar yahud temiz elbisesi varken karanlık bir evde çıplak kılarsa bilittifak câiz olmaz. Nitekim «Bahır»da da böyle denilmiştir. Sonra anlaşılıyor ki, namaz dışında tenhada örtmesi icap eden yerden murad sâdece göbekle dizlerin arasıdır. Hatta kadının bundan maada yerlerini örtmesi farz değildir. Velev ki avret olsun. «Kınye»nin Kerâhiyet Babındaki şu sözü buna delâlet eder: «Garibü´r-Rivayette de bildirildiğine göre kadına evinde yalnız iken başını açmaya ruhsat verilmiştir. Onun için evlâ olan, mahremlerinin yanında ince ve altındakini belli eden bir baş örtüsü sarmaktır». Lâkin bu, mahremlerin bakması helâl olan yerler hakkında açıktır. Karnı ve sırtı gibi onların bakması da helâl olmayan yerleri tenhada örtmenin farz olup olmadığı söz götürür. Mutlak ifâde edilmesinden anlaşılan farz olmasıdır. Düşün!

Sahih kavle göre tenhada bile örtünmek farzdır. Çünkü ALLAH Taâlâ örtülen örtülmeyen her şeyi görür ama örtünmeyenin edepsizliğini, örtünenin edep ve terbiyesini de görür. İşte imkân bulununca bu edebe riayet farzdır.

Zeyleî «Umumiyetle fukaha bir kimsenin kendinden örtünmesini şart koşmamışlardır.» demişse de bu, namaz hakkındadır. beyânı Musannıf´ın bu meseleyi bahis mevzuu ettiğinde gelecektir. Oradakinin burada ki hilâfın tashihi olmadığı görülecektir, Anla!

Sahih bir maksaddan dolayı avret yerini açmak helâya oturmak ve taharetlenmek gibi yerlerde olur. Yalnız başına yıkanmak için soyunmak hususunda «Kınye»de birtakım kaviller nakledilmiştir ki, bunların bazılarına göre yıkanmak için çıplak kalmak mekruh, bazılarına göre inşallah ma´zur, bir kavle göre beis yok, diğer bir kavle göre az müddet de olursa câiz; başka bir kavle göre küçük hamam odasında câizdir.

«Namazdan başka yerlerde pis elbise giyebilir.» cümlesini «Bahır» sahibi «Mebsut»tan nakletmiş; sonra «Buğıye»de bu meselede hilâf zikredildiğini söylemiştir.

Tahtavî diyor ki: «Elbiseye pislik bulaştırmanın hükmünden bahis etmemiştir. Zâhire göre bu mekruhtur. Çünkü fâidesi olmayan bir şeyle meşgul olmaktır. Elbiseyi pisleyince haramdır. Halebî´nin bu babta ki sözüne itimad edilmez». İstinca Bahsinde gördük ki, kıymeti olan bir bez parçası ile taharetlenmek mekruhtur. O halde elbise ile taharetlenmek evleviyetle mekruh olur. Hacet yokken elbiseye pislik bulaştırmak ise daha fazla evleviyetle mekruhtur.

Erkeğin avret yeri göbeğinin altından diz kapağının altına kadardır. Hür ve câriye kadınla çocuğun avret yerleri daha sonra gelecektir. Göbeğin altından murad, göbekten geçerek bedeni kuşak gibi saran ve bulunduğu yerden her tarafa aynı uzaklıkta bulunan çizginin altıdır. Bercendî»de böyle denilmiştir. Şu halde göbek, avretten değildir. «Dürer», diz avrettendir. Çünkü Dârekutnî´nin rivayetinde, «Göbekten aşağısı dize kadar avrettendir.» buyurulmuştur. Lâkin bu hadîs ihtimallidir. İhtiyat, dizi avretten saymaktadır. Bir de Hazret-i AIi (r.a.) hadîsi vardır ki: «Rasûlüllah (s.a.v.), diz avrettendir, buyurdu.» demiştir. Tamamı «Münye» şerhindedir.

İmam Ahmed´e göre farz namazda iki omuzundan birini örtmek de şarttır. Çünkü Sahihayn´ın rivayet ettiği bir hadîste, «Erkek, bir kısmı omuzunda olmaksızın bir elbise içinde namaz kılamaz.» buyurulmuştur. Bize göre omuzları örtmek müstehabtır. Hunsây-ı müşkilin köle olanı câriye. hür olanı hür kadın hükmündedir.

Karın: İnsanın ön tarafından yumuşak olan yerdir. Sırt arka taraftan onun mukabilidir. «Hazâin»de böyle denilmiştir.

Rahmetî, «Sırt, göğsün altından göbeğe kadar karnın mukâbil tarafıdır. Bunu «Cevhere» açıklamıştır. Yani göğsün mukabil tarafına düşen sırt kısmı avretten değildir.» demiştir. Bu sözün muktezası göğüsle arka taraftan göğsün hizâsına gelen kısmının ve memelerin de avret yeri olmamasıdır. İleride Haram ve Helâl Bahsinde görüleceği vecihle bir kimse mahremi olan kadının neresine bakabilirse başkasının cariyesinin de orasına bakması câizdir. Şüphesiz ki mahreminin göğsüne ve memesine bakabilir. Binaenaleyh bu yerler mahreminde olsun cariyede olsun avret sayılmazlar. Bunun müktezâsı namazda da avret olmamasıdır. Lâkin «Tatarhâniyye»de, «câriye başı açık namaz kılarsa bilittifak câiz olur. Fakat göğsü ve memeleri açık olarak kılarsa ekser ulemamıza göre câiz olmaz.» denilmiştir. Şöyle de denilebilir: Cariyenin göğsü namazda avret, namaz dışında avret değildir. Lâkin bu söz bilumum kitaplarda zikredilene muhaliftir, Kitaplarda yalnız karınla sırt zikredilmiştir. Bunların da tefsiri yukarıda geçti. Göğüs, karınla sırttan başkadır. Binaenaleyh mutemed kavlin «mutlak surette göğüs avret değildir.» şeklinde olması gerekir.

Câriyenin yan tarafı sırtı ile karnına tâbidir. «Kınye» sahibi, «Yan taraf karna bağlıdır.» dedikten sonra rumuz yaparak, «En güzeli karın tarafının karına, sırt tarafının da sırta tâbi olmasıdır.» demiştir. «İmkân bulur bulmaz» tâbirinden murad, derhal, yani az bir amel ile bir rükün edâ etmeden demektir. Şârih´in örtünmeyi imkân bulmakla kayıtlaması, örtünmekten âciz kalırsa namazı bâtıl olmayacağı içindir. Nitekim «Bahır» da da beyan edilmiştir. İmkân bulur bulmaz derhal örtünmez de çok amel ile yahud bir rûkün eda ettikten sonra örterse namazı sahih olmaz. «Bahır».

«Mezhebe göre âzâd edildiğini bilip bilmemesi fark etmez.» sözü Zeyleî´ye reddiyedir. Zeyle´i «Zahireye»ye uyarak namazın bozulmasını «âzâd edildiğini bildikten sonra bir rükün edâ ederse» diye kayıtlamıştır. Zira mezhebin fer´î meselelerinden buna benzeyenlerin birçoğu bilmenin şart olmadığını göstermektedir. Nitekim bunu «Bahır» sahibi izah etmiştir. Bundan sonraki meseleyi inceleyen ve «âzâdlığın vâki olması gerekir.» diyen de «Bahır» sahibidir. Kardeşi olan «Nehir» sahibi de kendisini tasdik etmiştir. (Döner talâk diye tercüme ettiğimiz) Devr-i talâktan murad, bir kimsenin, karısına, «Seni boşarsam ondan önce üç defa boşsun!» demesidir. Bu adam karısını bir defa boşadı mı şart bulunmuş olur ve karısı bu talâktan önce üç defa boş düşer. Ama bir talâktan önce üç talâkın vâki olması bir talâkın vâki olmamasını iktiza eder. Binaenaleyh onun vâki olduğunu söylemek bâtıldır. Öncelik kaydını yok hesap edince bu adam, «Seni boşarsam sen üç defa boşsun.» demiş gibi olur ve boşadığı zaman bir talâk fiilen boşamakla üç talâkın ikisi de ta´lik suretiyle vâki olur. H.

METİN

Hür kadın için hünsâ bile olsa avret yeri bütün bedenidir. Hatta esah kavle göre sarkan saçları da avrettir. Bundan yalnız yüz ve avuçlar müstesnadır. Avuçların arkası mezhebe göre avrettir. Mutemed kavle göre ayaklar da müstesna olduğu gibi tercih edilen kavle göre sesi. tercih edilmeyen kavle göre kolları dahi müstesnadır.

İZAH

Sarkan saçlardan murad, kulaklarını geçenlerdir. Bununla kayıt etmesi, başın üzerinde olan saçlar hakkında ihtilâf olmadığındandır. Sarkan saçlar esah kavle göre avrettir. «Hidâye», «Muhit», «Kâfi» ve diğer kitaplarda bu kavil sahih bulunmuş; «Hâniye» sahibi ise bakmanın haram olduğunu kabul etmekle beraber, bunun hilâfını sahih bulmuştur. «Muntekâ»nın rivayeti de budur. «Sadrı´ş-Şehîd» dahi bunu tercih etmiştir. Birinci kavil daha sahih ve ihtiyattır. Nitekim «Hılye»de dahi Fahru´l-İslâm´ın «Câmî» şerhinden böyle nakledilmiş, «Mi´rac»ta, «Fetvâ buna göredir.» denilmiştir.

Avuçların arkası mezhebe göre avrettir. «Mirâcü´d-Dirâye»de şöyle deniliyor: «Buna itiraz edilmiş ve avucu istisnâ etmek avucun arkasının avret olduğuna delâlet etmez. Çünkü lügatta avuç elin hem içine hem dışına şâmildir. Onun için de avucun dışı denilir; şeklinde mutalâa yürütülmüşse de buna cevaben, örf ve âdette avuç elin sırtına şâmil değildir; denilmiştir». Bundan anlaşılıyor ki, bu fer´î mesele lügata değil örf ve adette kullanılmaya binâ edilmiştir. Anla!

Buradaki «mezhebe göre» tâbirinden maksad, Zâhir rivâyedir. Kâdıhân´ın «Muhtelifât»ı ile diğer kitaplarda avuçların avret olmadığı bildirilmektedir. «Münye» şerhinde bu kavil üç vecihle te´yid edilmiş ve, «Zâhir rivayet olmasa da esah kavil budur.» denilmiştir. «Hılye» sahibi dahi bunu te´yid etmiş ve «Muhid» sahibi ile «Câmi» şerhinde Kâdıhan´ın da bunu tercih ettiklerini söylemiştir. «İmdâd» nam eserinde Şurunbulâli dahi buna itimad etmiştir. Ayaklar hakkında üç sahih kavil vardır. Bunların mutemed olanına göre ayaklar da avret olmaktan müstesnadır. İkinci kavle göre mutlak surette avret, üçüncü kavle göre namaz dışında avret, namaz içinde avret değildir.

Ben derim ki: Musannıf ayakların üstünden bahsetmemiştir. Kuhistânî´de «Hulâsa»dan naklen, «Ayağın altı hakkında rivayetler muhteliftir.» denilmiştir. Bundan anlaşılan üstünde ihtilâf olmamasıdır. Sonra ehl-i tahkîk ulemadan Kemal b. Hümâm´ın «Zâde´l-Fakîr» adlı mukaddimesinde gördüm ki, ayağın dörtte birinin açılmasının namaza mâm olduğunu sahih kabul ettikten sonra, «Ayağın üstü açılsa namazı bozulmaz.» demiş, bu kavli Musannıf Timurtâşî «iânetü´l-Fakîr» adlı şerhinde «Hulâsa»ya nisbet etmiş; sonra «Hulâsa»dan o da «Muhid»den naklen ayağın altı hakkında iki rivayet olduğunu, bunların esah olanına göre avret sayıldığını söylemiş ve şunları ilâve etmiştir:

Ben derim ki: «Hulâsânın sözünden anlaşılıyor ki, hilâf, sâdece ayağın altı hakkındadır. Üstü hilâfsız avrettir. Onun için Musannıf, açılmakla namaz bozulmayacağına katiyetle hüküm vermiştir. Lâkin allâme Kâsım´ın sözünde hilâfın bunda da mevcud olduğuna işâret vardır. Çünkü bunu naklettikten sonra şöyle demiştir: «Sahih olan şudur ki, ayağın dörtte birinin açılması namaza mânidir. Zira ayağın üstü gösterilmesi yasak olan zînet yeridir. Taâlâ Hazretleri, «Kadınlar gizledikleri zînetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar!» buyurmuştur». Musannıf´ın sözü burada sona erer.

Tercih edilen kavle göre kadının sesi avret değildir. H. «Bahır»da «Hılye»den naklen, «En münâsibi budur.» denilmiş; «Nehir»de ise, «İtimada şayan budur.» ifâdesi kullanılmıştır. Bu kavlin mukabili kadın sesinin avret olmasıdır. «Nevâzil» adlı kitapta, «Kadının sesi avrettir. Onun Kur´anı kadından öğrenmesi daha makbuldür. Bundan dolayıdır ki Peygamber (s.a.v.). «Tesbih erkeklere, el çarpmak ise kadınlara mahsustur»; buyurmuştur. Erkeğin onun sesini işitmesi doğru değildir.» deniliyor.

«Kâfi» nâm kitapta ise, «Kadın aşikâre telbiye yapamaz. Çünkü sesi avrettir.» denilmiştir.

«Bahır»da bildirildiğine göre «Muhit»in Ezan Bâbında bu kavil tercih edilmiştir. «Fetih» sahibi diyor ki: «Bu kavle göre kadın namazda Kur´anı aşikâr okusa namazı bozulur, denilirse yerinde olur. Onun için Peygamber (s.a.v.), İmamın yanıldığını bildirmek için kadının sesle tesbih getirmesini men etmiş; ona el çarpmayı tavsiye buyurmuştur.» Burhan Halebî «Münyetü´l-Kebîr» şerhinde onu tasdik ettiği gibi İmdâd» sahibi dahi bu sözü kabul etmiştir. İmam Ebu´l-Abbâs Kurtubî, şarkı dinlemek hakkındaki kitabında şunları söylemiştir:

«Zekâsı kıt olanlar zannetmesinler ki biz kadının sesi avrettir, demekle konuşmasını kastediyoruz! Bu anlayış doğru değildir. Biz ecnebi erkeklerin hâcet mes ederse kadınlarla konuşmasına cevaz veriyoruz. Yalnız kadınların yüksek sesle konuşmalarını, seslerini uzatmalarını, yumuşatmalarını ve aruza göre okumalarını câiz görmüyoruz. Çünkü bunlarda erkekleri kendilerine meylettirmek ve şehvetlerini harekete getirmek vardır. Kadının ezan okuması bundan dolayı câiz olmamıştır».

Kadının kollarının avret yeri olmaktan istisna edilmesi tercih edilmeyen bir kavildir. «Mi´rac» nam kitapta «Mebsûttan» naklen şöyle denilmiştir: «Kadının kolları hakkında iki rivayet vardır. Bunların esah olanına göre kollar avrettir».

«Bahır» sahibi diyor ki: Bazıları kollarının namazda avret olduğunu. namaz dışında avret sayılmadığını sahih bulmuşlardır. Ama mezhep, metinlerde bildirilendir. Çünkü zâhir rivayedir».

neslinur
Thu 25 March 2010, 01:24 pm GMT +0200
METİN

Genç kadının erkeklerin arasında yüzünü açması men edilir; fakat bu avret olduğu için değil, fitneden korkulduğu içindir. Nitekim erkeğin de kadının yüzüne dokunması men edilir. Velev ki şehvetten emin olsun. Çünkü bu, bakmaktan daha ağırdır. Onun içindir ki, dokunmakla hürmet-i musâhere sabit olur. Nitekim Memnu Olan şeyler Bahsinde gelecektir. Kadının yüzüne şehvetle bakmak câiz değildir. Nasıl ki emredin yüzüde öyledir. Zira şehvetten şüphelendiği vakit kadının ve emredin yüzüne bakmak haram olur. Ama şehvetsiz ise güzel bile olsa bakması mubahtır. Nitekim Kemâl de buna itimad etmiş, «Bakmanın helâl olması hem şehvet korkusu bulunmamasına hem de bakılan yerin avret olmamasına bağlıdır.» demiştir. «Sirâc» nam eserde, «Pek küçük çocuğun avreti yoktur. Sonra şehvet derecesine gelmedikçe avreti önü ile ardından ibârettir, sonra on yaşına kadar avreti galîza daha sonra bâli´lerin avreti gibi olur.» denilmektedir. Eşbah´da. «Oğlan, kadınların yanına yalnız onbeş yaşına kadar girebilir.» deniliyor.

İZAH

Kadının yüzü avret olmamakla beraber genç kadının erkekler arasında yüzünü açması men edilir. Bunun sebebi fitne fucûr korkusu yahut şehvet endişesidir. Mana şudur: Erkekler yüzünü görürde fitne çıkar korkusuyla genç kadına yüzünü açması men edilir. Çünkü yüzünü açarsa bazen ona şehvetle bakanlar bulunabilir. Nitekim erkeğin de kadının yüzüne dokunması men edilir... Şârih Haram-Mubah Bahsinde şöyle diyecektir: «Bu hüküm genç kadın hakkındadır. Şehvetlenilmeyen ihtiyar kadına gelince: Onunla musafaha yapmakta ve emin olmak şartiyle eline dokunmakta bir beis yoktur». Sonra burada münasip olan şey, dokunmak meselesini bakmak meselesinden sonra zikrederek: «Yüze bakmak da dokunmak gibi câiz değildir. Velev ki şehvetten emin olsun...» demekti. Çünkü bakmakla dokunmak erkeğe men edilen şeylerdir. Bizim sözümüz ise kadına men edilen şeyler hakkındadır. Şehvetle bir kadına dokunmakla hürmet-i musâhere sabit olur (Yerinde görüleceği vecihle, hürmet-i musahere damat olmak sebebiyle meydana gelen akrabalıktır. Kayınvalidenin anneliği bu kabildendir). Ama fercin iç kısmı müstesnâ olmak üzere bakmakla mutlak surette hürmet-i musâhere sabit olmaz. T.

Kadının yüzüne şehvetle bakmak câiz değildir. Bundan yalnız hâkim şâhid ve evlenmek isteyen kimse gibi hâcet sahipleri müstesnadır. Hâkim, hüküm vermek için, şâhid de aleyhine veya lehinde şâhidlik yapmamak için yüzünü görmek mecburiyetindedirler. Binaenaleyh böyleleri şehvetle bile olsa, kadının yüzüne bakabildikleri gibi, evlenecek kimse dahi şehvetle de olsa o niyetle değil de, sünnet niyetiyle bakabilir. Kezâ cariyeyi satın almak isteyenle tedavî etmek isteyen kimse zaruret miktarınca hastalığın yerine bakabilir. Nitekim Haram ve Mubah Bahsinde gelecektir. Şehvetle diye kayıtlanması, şehvetsiz câiz olacağını ifâde ederse de, Horam ve Mubah Bahsinde görüleceği vecihle bu mesele zaruretle kayıtlıdır. Bundan anlaşılıyor ki, hacet yokken bakmak mekruhtur. «Tatarhâniyye»de de «Kerhî» şerhinde şöyle deniliyor:

«Hür olan ecnebî bir kadının yüzüne bakmak haram değildir. Lâkin hâcet yokken bakmak mekruhtur».

Ben buradaki şehvetin açıklamasını görmedim. Musaheret Bahsinde şehvet şöyle izah edilmiştir: Tenasül âleti kalkan kimsenin şehveti âletinin kalkmasiyle; zaten kalkmış ise daha ziyadeleşmesiyle, kadının ve geciken ihtiyarın şehveti kalbinin meyli ile bilinir. Mollâ Miskîn´ Haram Bahsindeki ifadesinden anlaşılan mutlak surette kalbinin meyletmesidir. Burada bu daha münasip olsa gerektir. T.

Ben derim ki: Seyyidî Abdülganî´nin «el-Kavlü´l-Muteber fi beyanı´-beyan Nazar» adlı eserindeki şu sözleri de bunu te´yid eder: «Haram hükmüne illet olan şehvetin izahı şudur: Şehvet insanın lezzet duyduğu şeye kalbinin hareket ve tabiatının meyletmesidir. Bu meyil artarsa çok defa tenâsül âleti de kalkar. Şehvetsizlik ise bundan hiçbir şeye kalbi hareket etmemesi ve tıpkı kendi güzel yüzlü oğluna, güzel yüzlü kızına bakmış gibi olmasıdır». Bu baptaki sözün tamamı Haram ve Mubah Bahsinde gelecektir. Emred, bıyıkları terlemiş. sakalı bitmemiş oğlandır. «el-Mültekat» nam kitapta şöyle demliyor: «Oğlan erkeklik çağına varır da yüzü güzel olmazsa erkek hükmünde, yüzü güzel olursa kadın hükmündedir. Ve başından ayağına kadar avrettir. İmam ebu´l-Kâsım, «Yani ona şehvetle bakmak helâl olmaz. Ama şehvetsiz olmak şartiyle onunla bir arada kalmak ve yüzüne bakmakta beis yoktur. Onun için de peçe takınması emir olunmamıştır, diyor».

Ben derim ki: Bu, iki yandan zülüfleri biten erkeğe de şâmildir. Hatta bazı sapıklar böylesini zülüfsüz emrede tercih ederler. Anlaşılıyor ki bıyığın terlemesi ve erkekler çağına ulaşması kayd değil emredliğin son hududunu beyândır. Emredlik yaşça bülûğa erip kadınlar kendisinden şehvetlenmekle başlar. Yahud emred küçük bir kız farzedilse erkeklerin kendisinden şehvetlenmesiyle başlar.

Güzel yüzlü olmaktan murad, yüzüne bakan kimsenin tabiatına göre güzel olmaktır. Velev ki rengi siyah olsun. Çünkü güzellik tabiatlara göre değişir. Kadının yüzünü emredin yüzüne benzetmesinden anlaşılıyor ki, emredin yüzüne şehvetle bakmak daha büyük günahtır. Zira bundan gelecek fitne korkusu kadından gelecek korkudan daha büyüktür. Bir de emredden faydalanmak hiçbir halde helâl değildir. Kadın böyle değildir. Nitekim ulema bunu zina ve livâta da beyan etmişlerdir. Onun içindir ki, selef ulema, emredlerden nefret ettirmek hususunda büyük çaba göstermiş; emredlere «kokuşmuşlar» adını vermişlerdir. Çünkü insanlar şer´an bunlardan tiksinirler. İbni Kattan şöyle demiştir:

«Sakalsız bir kimseye lezzet duymak ve güzelliklerinden gözünü faydalandırmak maksadiyle bakmanın haram olduğuna ulema ittifak etmişlerdir. Bakan kimse fitneden emin olmak şartıyle lezzet duymak kasdı bulunmaksızın bakmanın da câiz olduğuna ittifak etmişlerdir».

Pek küçük oğlanın ve kezâ kız çocuğunun avreti yoktur. Nitekim «Sirac»da da böyle denilmiştir. Binaenaleyh bunlara bakmak ve dokunmak mubahtır. Bunu «Mi´rac» sahibi de kaydetmiştir. Halebî diyor ki: «Bunu üstadımız dört yaşla ve daha azla tefsir etmişlerdir. Ama kime nisbet ettiğini bilmiyorum.»

Ben derim ki: Bu hüküm «şurunbulâliyye»nin Cenaze Bahsinden alınabilir. Orada şöyle denilmiştir: «Küçük oğlan ve kız şehvet çağına varmadıkça onları erkek ve kadınlar yıkayabilirler. «Asıl»da (İmam Muhammed) bunu konuşmaya başlamazdan önce diye takdir etmiştir». «On yaşına kadar avret galiza» olur, cümlesinden murad, bazılarına göre dübürle etrafındaki kotanaklar - budlar - ve ön tarafla onun etrafı itibara alınır, demektir. Yani büyük insanın avret galizasında ne itibara alınırsa onda da aynı şey itibara alınır. İhtimal ön ve ard bundan önce avret-i hafifedirler. Şu halde onlara şehvet yaşına varmadan bakmak o yaşa vardıktan sonra bakmaktan daha hafif olur. Bu kaydedilmelidir. T.

Çocuğun on yaşından sonra avreti baliğ kimselerin avreti gibi olur. «Nehir»de, «Yedi yaşını itibara almak lâzım gelirdi. Çünkü çocuklara bu yaşta namaz emir olunur.» denilmiştir.

Ben derim ki: Haram Bahsinde geleceği vecihle cariye şehvet cağına erişince göbeğiyle dizlerinin arasını örten bir peştamal içinde satışa arzedilemez. Çünkü sırtı karnı avrettir. Şehvet haddine vardıktan sonra ulema ona bâliğ hükmünü vermişlerdir. Yalnız şehvetin sınırını takdir hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bunun yedi, bazıları da dokuz yaş olduğunu söylemişlerdir. İmamlık Babında görüleceği vecihle yaşı itibara almak yoktur. Sahih kabul edilen kavil budur. Muteber olan cinsî münâsebete yarayışlı iri yarı ve gelişmiş olmasıdır. Burada nazarı itibara alınması münasip olan da budur. Tedebbür eyle!

On beş yaş meselesinde gaye hesapta dahil değildir. Aksi takdirde (yani gaye hesapta dahil sayılırsa) çocuk yaşla bülûğa ermiş olur. Ve kadınlara bakması, yanlarına girmesi helâl olmaz. Çünkü mükellef olmuştur ve ihtilâm olmakla bülûğa ermiş gibidir.

T E T İ M M E:
Haram Bahsinde görülecektir ki zimmî kadın esah kavle göre ecnebi erkek gibidir; Müslüman kadının bedenine bakamaz. Bedenden ayrılmazdan önce bakılması câiz olmayan uzva bedenden ayrıldıktan sonra bakmak dahi câiz değildir. Koltuk kılları, başının sacı ölü hür kadının kol ve bacak kemikleri ile ayak tırnakları bakılması câiz olmayan şeylerdendir. El tırnaklarına bakmak caizdir. Ecnebi bir kadının çarşafına şehvetle bakmak da haramdır. Bu bahse taallûk eden faydaların tamamı orada gelecektir.

METİN

Avret-i galizadan yahud mu´temed kavle göre avret-i hafifeden bir uzvun dörtte birinin kendi fiili ile olmamak şartiyle bir rükün eda edecek kadar açılması namaza. hatta namazın mün´akit olmasına mânidir. Avret-i galiza ön ve ard ile etraflarıdır. Avret-i hafife erkeğin olsun kadının olsun geri kalan yerleridir. Açılma bir uzuvda olursa cüzü hesabiyle. bir uzuvda değilse mesaha itibariyle toplanır. Kulak gibi en küçük bir cüzün dörtte birini bulursa namaza mâni olur.

İZAH

Avret yerlerinden bir uzvun dörtte birinin bir rükün edâ edecek kadar açılması namaza başlamaya da devamına da mânidir. H.

Bir rükünden maksat, sünnetiyle bir rükün demektir. Bunu «Münye» sahibi söylemiştir. «Münye şârihi bir rüknün üç tesbih miktarı olduğunu bildirmiştir ki, herhalde bununla kayıtlaması rüknü ihtiyaten en kısa olanına hamletmek içindir. Yoksa son oturuş ve sünnet vecihle Kur´an okumaya şâmil olan kıyam bu miktardan fazladır. Sonra Şârih´in söylediği Ebu Yûsuf´un kavlidir. İmam Muhammed hakikaten bir rüknün edasını nazarı itibara almıştır. Birinci kavil ihtiyat için tercih edilmiştir. Nitekim «Münye» şerhinde de böyle denilmiştir. Şârih, bir uzvun dörtte birinin bir rükün, eda edilecek miktardan daha az açılmasından ihtiraz etmiştir. Bu kadarcık açılma bilittifak namazı bozmaz. Çünkü az zamanda çok açılmak ve çok zamanda az açılmak affedilmiştir. Şârih, bir uzuv açık olduğu halde bir rükün edâ etmekten de ihtiraz eylemiştir. Çünkü bununla bilittifak namaz bozulur.

Halebî şöyle diyor: «Bilmiş ol ki, bu tafsilât namaz esnasında meydana gelen açılma hakkındadır. Ama namaza başlarken açılırsa mutlak surette namazın mün´akit olmasına bilittifak mânidir. Elverir ki açılan yer bir uzvun dörtte biri olsun».

«Mu´temed kavle göre» ifâdesiyle Şârih, Kerhîye red cevabı vermiştir. Kerhî, «Avret-i galizada namaza mâni olan miktar, necâset-i galizaya kıyâsen bir dirhemden fazlasıdır.» demiştir.

Uzvun dörtte birinin açılması kendi fiili ile olursa ulemaya göre namaz derhal bozulur. «Kınye».

Halebî diyor.ki: Yani bir rüknü edâdan az bile olsa demek istemişlerdir». «Hâniye»de şöyle denilmiştir: «İmama uyan bir kimse kalabalık içinde imamın önüne yahud kadınlar safının içine veya pis bir yere atılırsa yahud kendisini kıbleden çevirirler veya gömleğini çıkarırlar yahud elbisesi kendiliğinden düşerse yahud avret yeri açılırsa, bunlardan herhangi birisini kasden yaptığı takdirde namazı bozulur. Velev kî az olsun. Aksi halde bir rükün eda ederse yine namazı bozulur. Bir rükün eda etmezse bir özürden dolayı durduğu takdirde bütün imamlarımızın kavillerine göre namazı bozulmaz. Özürsüz durursa İmam Muhammed´den nakledilen zâhir rivayete göre bozulur». Lâkin yine «Hâniye»de kendi filli olmamasının şart koşulmadığına delâlet eden sözler vardır. Çünkü şöyle denilmiştir: «Pis bir yere çekilirse necasetin üzerinde namazı câiz olacak en az rükün miktarı durmadığı takdirde namazı câizdir. Durursa câiz değildir». Minyetü´l-Müsallî»de de şöyle denilmiştir: «Kezâ üzerlerinde namaza mâni pislik bulunan ayakkabılarını kaldırır da onlarla bir rükün edâ ederse namazı bozulur». «Zahire» ile «Bedâyi» ve diğer kitaplardan naklen «Hılye»de dahi bunun gibi sözler vardır. Orada, «En muvafık olanı kast varsa namazın bozulmasıdır. Bundan ancak kayıp olur korkusuyla ayakkabılarını bir rükün eda etmemek şartiyle kaldırmak gibi bir hacet müstesnadır. Meselenin tamamı «Bahır» üzerine yazdığımız derkenardadır.» denilmektedir

Avret-i galiza ile avret-i hafife arasında fark yalnız avret-i galizaya bakmanın daha şiddetle haram olmasında görülür. «Zahîriye»de şöyle deniliyor: «Avretin dizdeki hükmü uyluktaki hükmünden daha hafiftir. Bir kimse birinin dizi açık olduğunu görürse ona hafifçe ihtarda bulunur. İnad ederse münâkaşaya girişmez. Uylukta azarlar; fakat inad ederse dövmez. Necaset yolunda inad ettiğini görürse döver».

«Bahır» sahibi diyor ki: «Bu söz her Müslümanın dövmek suretiyle tâzire hakkı olduğunu gösterir. Çünkü «Zahîriye» sahibi bu işi hâkim yapar diye kayıtlamamıştır.

TETİMME: Erkeğin avret uzuvları sekizdir. Birincisi tenâsül uzvu ve etrafı; ikincisi hayalariyle etrafları; üçüncüsü, dübür ve etrafı; dördüncüsü; budlar; beşincisi ve altıncısı uyluklarla dizler; yedincisi, göbekle kasık arası ve iki taraftan bunun hizası sekizincisi sırt ve karındır.

Cariyenin avret uzuvları da sekizdir. Bunlar uyluklarla dizler, budlar, ön ve etrafı, ard ve etrafı, karın ve her iki taraftan karınla sırta bitişen yerlerdir.

Hür kadında bu sekiz uzuvdan maada on altı avret uzvu daha vardır. Bunlar topuklarla birlikte baldırlar; memeler, kulaklar, dirseklerle birlikte bazular, bileklerle birlikte kollar, göğüs, baş, boğaz ve avuçların sırtıdır. Bunlara omuzları da ilâve etmek ve omuzları sırtla birlikte bir uzuv saymak lâzım gelir. Şu delil ile ki, ulema cariyenin sırtını avret saymış; omuzlarını saymamışlardır. Kezâ bir rivayette ayakların altı da avrettir ve esah rivayet de budur. Böylece avret uzuvları yirmi sekiz olur. Halebî bunu böyle tesbit etmiştir.

Ben derim ki: «Tatarhâniyye»den naklen evvelce arzettiğimize göre câriyenin göğsü ve memeleri avrettir. «Kınye»den dahi naklettiğimize göre bu husustaki iki kavilden biri mucibince câriyenin yanları müstakil avrettir.

Şu halde cariyenin uzuvlarına mezkûr sekizin üzerine beş daha ilâve edilir. Ve avret uzuvları onüç olur. ALLAHu a´lem.

Açılma bir uzuvda olursa cüzü hesabiyle toplanır. Cüzden murad hesabta ıstılah edinilen kesirlerdir ki yarım, çeyrek, üçte bir vesâireden ibârettir. Misali şudur: Namaz kılan kimsenin bir uyluğunun sekizde biri diğer uyluğunun da sekizde biri açılsa hesap edilerek iki sekizde bir toplanır ve dörtte bir hâsıl olur. Bu namaza mânidir. Fakat bir uyluğunun sekizde biri diğer uyluğunun sekizde birinin yarısı açılırsa namaza mâni olmaz. H.

Açılma bir uzuvda değilse mesaha itibariyle toplanır. Toplanan miktar açılan uzuvların en küçüğünün dörtte birini bulursa namaza manı olur. Meselâ, kadının uyluğundan sekizde birinin yarısı, kulağından da sekizde birinin yarısı açılsa mesaha itibariyle ikisinin toplamı - açılan iki uzvun küçüğü olan - kulağın dörtte birinden fazla olur. Bu tafsilatı İbni Melek «Mecma» şerhinde «Ziyâdât»ın ifâdesine uygun olarak zikretmiştir.

«Bahır» sahibinin «Bu, delili olmayan bir tafsildir.» sözü makbul değildir. Nitekim «Nehir» sahibi bunu tahkik etmiştir. H.

Ben derim ki: «Kınye», «Hılye», «Vehbâniyye» şerhi, «İmdâd» ve Musannıf´ın «Zâdü´l-Fakîr» şerhinde bu tafsilâta - yeni açılan uzuvlardan en küçüğünün dörtte biri hesâbına - göre hareket edilmiştir. Zeyleî. buna muhaliftir. «Fetih» ve «Bahır» sahipleri dahi ona uymuşlarsa da Tedebbür eyle! Biz bunu «Bahır» üzerine yazdığımız derkenarda izah ettik.

METİN

Şart, avret yerim kendisinden değil, başkasından örtmektir. Velev ki karanlık yerde olduğu gibi hükmen görünsün. Bununla fetva yerilir. Bir kimse avret yerini yaka kenarından görse mekruh olmakla beraber namaz bozulmaz. Altındakini göstermeyen bir örtü bulamayan kimse oturarak namaz kılar ve namazda oturduğu gibi oturur. Örtünün vücuda yapışması ve vücudun şeklini alması zarar etmez. Velev ki ipek yahud namazın sonuna kadar kalacak çamur veya bulanık su olsun. Başkasını bulduğu takdirde temiz sudan örtü olmaz. Acaba (örtü nâmına) karanlık kâfi midir? «Mecmeu´l-Enhur» sahibi bunu inceleyerek, «Evet, mecbur kalınca kâfidir. İhtiyarî hallerde câiz değildir.» demiştir.

İZAH

Şart, avret yerini başkasından örtmektir. Yani başkası etraftan bakınca görememelidir. Altdan bakmaması şart değildir. Karanlık ve tenha yerde avret mahalli hükmen görünür. Binaenaleyh o gibi yerlerde de örtülmesi şarttır. Şârih´in «Bununla fetva verilir.» diye açıklaması Ebu Hanîfe ile Ebu Yûsuf´dan namazın bozulmadığı nassan rivayet olunduğu içindir. Nitekim «Münye» ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Avret yerini gömleğinin yakasından görse mekruh olmakla beraber namazı bozulmaz. Bumdaki görmek, hükmen görmeye de şâmildir. Bakmış olsa, görebilecekse hükmen görmüş sayılır.

«Sirâc» sahibi diyor ki: «Gömleğini iliklemesi lâzımdır. Çünkü Seleme bin Ekve´den rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir: Yâ Rasûlallah! Ben bir gömlek içinde namaz kılıyorum, dedim. «Onu bir dikenle de olsa ilikle», buyurdular. Bahır. Bu emrin ifâde ettiği mânâ vücûbtur. Terki kerâheti gerektirir. İmam A´zam´la Ebu Yûsuf´un namazı bozulmaz, demeleri buna aykırı değildir. Binaenaleyh tercih edilen kavil bu olmuştur. Nitekim «Münye» şerhinde bildirilmiştir. Tamamı «Bahır» üzerine yazdığımız derkenardadır.

Altını göstermeyen örtüden murad, cildinin rengi görülmemektir. Bununla ince ve cam gibi şeffaf örtüden ihtiraz olunmuştur. Böyle bir elbise bulamayan kimse oturarak namaz kılar ve namazda oturduğu gibi oturur. Münyetü´l-Musallî´de de böyle denilmiştir. «Bahır» sahibi diyor ki: «Şu halde erkekle kadının oturuşları farklı olacaktır. Erkek sol ayağını yere döşeyerek üzerine oturur. Kadın ise sol çantısı üzerine oturarak ayaklarını sağ taraftan çıkarır».

Örtü (veya elbise)nin vücuda meselâ budlara yapışması vücudun şeklini alması zarar etmez. Bu hususta «Münye» şerhinin ibâresi şöyledir: «Ama örtü kalın olur da ondan cildin rengi görülmez, ancak uzva yapışır da onun şeklini alırsa, uzvun bu şekilde görülmesi namazın cevâzına mâni olmamak gerekir. Çünkü örtünme mevcuttur. Tahtavî, «Uzvun şeklini alan bu kısma bakmak mutlak surette haramdır; yoksa şehvet bulunursa mı haram olur Bir düşün!», diyor».

Ben derim ki: Bunun üzerinde Haram Bahsinde söz edeceğiz. Orada ulemanın sözlerinden anlaşılan birincisidir (Yani mutlak surette haram olmasıdır).

Örtünün her şeyden olacağını göstermek için Şârih, Velev ki ipek olsun» demiştir. «İmdâd» sahibi, «Çünkü bu halde örtünmenin farz oluşu ipek giymenin haram olmasından daha kuvvetlidir.» diyor. Örtü bulamayan kimsenin temiz su içine girerek onunla örtünmesi icap eder. Bu, herhalde açılmayı azalttığı için olacaktır. H.

Ben derim ki: Bundan şu da anlaşılır: Örtünecek bir şey bulursa bulanık suda dahi namaz câiz değildir. Halbuki «Sirac» ve «Bahır» sahiplerinin sözlerinden mutlak surette câiz olacağı anlaşılıyor. Sonra «Nehir» sahibinin bunu açıkladığını gördüm. Şöyle diyor:

«Temiz su ile bulanık su arasında fark yapılması o kimsenin elbisesi olduğunu gösteriyor. Çünkü elbisesi olmayan hakkında berrak su ile bulanık su musavidir». Lâkîn berrak su ile bulanık su müsavidir demesi söz götürür. Çünkü başka örtü bulmak imkânı varken bulanık su ile örtünmek câiz olunca bu su hakikî örtü olmuş olur. Binaenaleyh başkası bulunmadığı zaman onunla örtünmek alettâyin lâzım gelir. Zira berrak su örtücü değildir. örtücü olsa câiz zamanından başka yerlerde de câiz olması icap ederdi.

Şu da var ki, «Bahır»da bildirildiğine göre suda cenaze namazından başka namaz tasviri doğru değildir. Bunun illetini «Nehir» sahibi şöyle anlatmıştır: «O kimsenin elbisesi bulunur do bulanık suda namaz kılarsa farz için îmâ yapması câiz değildir». Yani suyun dışında elbisesini giyerek rükû ve sücûdiyle namaz kılmaya kudreti olduğu için câiz değildir, demek istemiştir. Lâkin Şeyh İsmail Nablusî, «Benim her iki kavil hakkında âyrı görüşüm var. Çünkü bulanık suda bedenin menfezleri tıkandığı zaman bir şey çıkmayacak surette rükûu ve sücûdu ile namazın tasviri mümkündür. Hatta boğulan bir kimseyi çıkarmak için dalgıç yaptığı bundan da fazladır.» diyor.

Ben derim ki: Bunu mümkün farz edersek şöyle itiraz edilebilir: Bu, örtü sayılmaz. Zira bu adam secde edip su bedeninin üzerine çıkınca örtülmüş olmaz; her tarafı kapalı bir çadırın içinde çıplak namaz kılmış gibi olur. Yahud karanlık bir yerde veya çuval gibi bir şeyin içine girerek namaz kılmış gibi olur ki, Zâhire göre namazı sahih değildir. Başını çuvaldan çıkararak kılarsa hüküm değişir. Çünkü bu surette örtünmüş olur. Nitekim bulanık suyun içinde durarak başını dışarıda bıraksa ve cenaze namazı kılsa câizdir. Sonra «Hâvî»nin Kerahiyet ve İstihsan Bahsinde şöyle denildiğim gördüm: «Hasta bir kimse başını yorganın altından çıkarmazsa namazı câiz değildir. Çünkü çıplak hükmündedir». Yani yorgan altında avret yeri acık olarak imâ ile namaz kılarsa sahih olmaz. Zira avret yeri açıktır, demek istiyor. Bu da çuval meselesinde söylediklerimizi te´yid eder. Hamd Allah´a mahsustur.

Hâsılı şart, namaz kılanı değil, namaz kılanın avret yerini örtmektir. Tenhada, karanlıkta veya çadırda çıplak olarak gizlenen kimsenin kendisi örtülmüş, fakat avret yeri açıktır. Buna örtünmüş denilmez. Bulanık suya dalan da bunun gibidir. Teemmül et!

«Acaba örtü nâmına karanlık kâfi midir?». Bu sözün bir semeresi görülmemektedir. Çünkü örtü bulunmayınca karanlıkta da aydınlıkta da namaz kılabilir. İhtimal Şârih´in bundan maksadı «Bahır»ın şu ibâresidir: «Efdal olan, evde veya ovada, gece veya gündüz çıplak namaz kılan kimsenin oturarak kılmasıdır. Ulemadan bazıları bunu gündüze tahsis etmişlerdir. Geceleyin ise ayakta kılar: çünkü gecenin karanlığı onun avret yerini örter, demişlerse de bu söz reddedilerek, ona itibar yoktur. denilmiş. Birtakımları da ihtiyarî hal ile ızdırârî (mecburî) hal arasında fark olduğunu söyleyerek reddetmişlerdir». T.

METİN

Bazıları (oturarak kılarken) ayaklarını uzatacağını da söylemişlerdir. Bu şahıs rükû ve sücûdu imâ ile yapar. İmâ ile kılması oturarak rükû ve sücudla kılmasından kezâ ayakta imâ ile yahud rükû ve sücûdla kılmasından efdaldir. Çünkü örtünmek rükunleri edâ etmekten daha mühimdir. O kimseye velev emaneten bir elbise verilirse örtünmeye kudreti sâbit olur. Esah olan kavil budur. Biri elbise vermeyi vaad ederse vaktin çıkacağından korkmadığı müddetçe onu bekler. En açık kavil budur. Nasıl ki, su, elbise ve temiz yer bulacağını ümid eden kimse de böyle yapar. Acaba elbiseyi geçer fiyatla satın alması lazım mıdır? Evet, alması gerekir. Bir kimse her tarafı pis bir örtü bulur fakat pisliği tabaklanmamış ölü hayvan derisi gibi kendinden değilse namazda bilittifak onunla örtünemez; namaz dışında örtünür. Bunu Vânî söylemiştir.

İZAH


Oturarak kılarken ayaklarını uzatırsa ellerini de avret galîzanın üzerine koyar. Ama birinci kavil daha evlâdır. Çünkü örtünmeyi daha çok sağlar. Hem ikinci kavilde ayaklan kıbleye karşı uzatmak vardır. Bahır ve Hılye.

Lâkin «el-Münyetü´l-Kebîr» şerhinde ikinci kavlin evlâ olduğu bildirilmektedir. Çünkü. onda örtmek daha çoktur. «Hidâye» şerhleriyle diğer kitaplarda zikredilen de odur.

Ben derim ki: Doğrusu da odur. Zira namazın teşehhüdünde olduğu gibi mak´adını ayaklarının üstüne koyan kimsenin avreti galîzası rükû ile sücûd için imâ yaparken yere oturandan daha çok meydana çıkar. Nitekim bu görülen bir şeydir. Bağdaş kurarak otursa ön tarafı meydana çıkar. Onun için ulema ayaklarını kıbleye karşı uzatmasını zararsız saymışlardır. Binaenaleyh «Hidâye» şârihleri ile «Zahîre», «Sirâc». «Dürer», «Tebyîn» ve «Nuru´l-İzâh» gibi diğer kitapların sahiplerinin bu kavli tercih etmeleri çok görülmemelidir. Şüphesiz ki buradaki hilâf evleviyet hak.kındadır. Buna «Nehir» sahibi tenbihte bulunmuştur.

Ayakta imâ meselesini Kuhistânî ve «Bahır» sahibi de nakletmişlerdir. «Bahır» sahibi, «Hidâye´den anlaşılan, câiz olmamasıdır.» demiş. Sonra bu bahsi inceleyerek «Hidâye»nin sözünü tercih etmiştir. Yine «Bahır» da. «Bunun faziletçe rükûlu ve sücûdlu kıyâmdan aşağı olması gerektir. Çünkü sahih olup olmadığında ihtilâf edilmiştir. Velev ki rükûlu sücûdlu kıyâmda avret yeri daha çok örtülsün.» denilmektedir.

Örtünmek rükünleri edâ etmekten daha mühimdir. Çünkü örtünmek namazın hem içinde hem dışında farzdır. Rükünler ise yalnız namazda farzdırlar. Onların da bedelini ifâ etmiştir. Ayakta kılmak câizdir. Zira burada örtünme farzını terk etse de üç rüknü tam edâ vardır. Bedâyî.

Üç rükünden murad, kıyâm, rükû ve sücûddur. Zâhire göre ayakta imâ câiz değildir. Çünkü bunda üç rüknü tamamlamaksızın örtünme farzını terk etmek vardır. «Bahır» ve «Hılye» sahiplerinin yukarıda geçen «Hidâye» kavlini tercih etmeleri bundan ileri gelmiştir. Elbise meselesinde «Tatarhâniyye´de şöyle denilmektedir: «Yanında elbiseli biri bulunursa ondan elbise ister, Vermezse çıplak kılar. Namaz esnasında elbise bulursa namazı yeniden kılar». Bundan anlaşılıyor ki, istemek lâzımdır. Lâkin bunu teyemmümde olduğu gibi zann-ı galibine göre vereceğine kalbi yatarsa diye kayıtlamak gerekir. Elbise vaad edeni bekleme meselesi, «el-Münyetü´s-Sağîr» adlı kitabın şerhinde de böyledir. Teyemmüm Bahsinde «Fetih»ten ve diğer kitaplardan naklen demiştik ki: Birisi kova yahud elbise getirmeyi vaad ederse vaktin çıkacağından korkmadıkça namazı geciktirmek İmam A´zam´a göre müstehap, İmameyn´e göre vaktin çıkacağından korksa bile vacibtir. Nitekim su getirmeyi vaad etse bilittifak bekler. Ulemanın sözlerinden İmam A´zam´ın kavlini tercih ettikleri anlaşıldığını da arzetmiştik. «Münye» sâhibi buna kat´i olarak hüküm vermiştir. Yine orada suyu bulmayı ümid eden kimsenin namazını müstehap vaktin sonuna geciktirmesinin mendup olduğunu da söylemiştik. Bu kıyas. değil, bir benzerlik örneğidir. Onun için elbise meselesini vaad edilen su meselesine benzetmeli ve vakit geçse bile beklemek vacip olmalı idi, şeklinde bir itiraz varid olamaz. Anla!

Elbise ve temiz yer bulacağını ümid eden kimse meselesinde «Kınye»de şöyle denilmiştir: «Elbise bulacağını ümid ederse vaktin çıkacağından korkmadıkça namazı geciktirir. Nitekim yerin temizliğini ümid etmesi de böyledir». Yani nasıl ki, bir kimse meselâ pis bir yerde kapalı olur da oradan çıkacağını kuvvetle ümid ederse, vaktin çıkacağından korkmadıkça namazını geciktirir. Anlaşılan bu geciktirme dahi geçen benzerleri gibi müstehaptır.

Buradaki «Evet alması gerekir» ifâdesi suya kıyasen söylenmiştir. İncelemeyi yapan «Bahır» sahibidir. «Nehir» sahibi de ona tâbi olmuştur. O, bu meseleyi ulemanın bahis mevzuu etmediklerini söylemiştir.

Ben derim ki: Biz bu meseleyi «Sirac»dan nakledilmiş olarak arzetmiş ve burada iki kavil olduğunu bildirmiştik. «Mevâhibü´r-Rahman´ın» Teyemmüm Bahsinde şöyle denilmiştir: «Nafakasından fazla parası varsa suyu ve elbiseyi emsâlinin fiyatiyle satın alması vacibtir. Gabin-i fâhişe (fazla aldanmakla) satın olması icap etmez. Hamd Allah´a mahsustur.

Pisliği kendinden olmayan örtüden murad, sidik ve kan gibi ârızî şeylerle pislenendir. Nitekim «Nehir»de de böyle denilmiştir. Ancak ölü hayvan derisinin kendinden pis olması söz götürür. Çünkü onun pisliği ölüm sebebiyle ârızî pisliktir. Teemmül et!

Böyle bir örtü ile namazda örtünemez. Zira pisliği su ile giderilmediği için daha galizdir. Bahır.

Namaz dışında örtünür. Zâhirine bakılırsa başkasını bulamamak şartiyle onunla örtünmek vaciptir. Babın evvelinde görmüştük ki, namazdan başka yerlerde pis elbise giymek câizdir.

METİN

Dörtte birinden daha azı temiz bir örtü bulursa onun içinde kıyam. rükû ve sücûdu ile namaz kılması mendup olur. Yukarıda geçtiği vecihle çıplak olarak imâ etmesi de câizdir. İmam Muhammed o örtüyü kullanmayı vacip saymıştır. «Esrar» sahibi bu kavli beğenmiştir. Eimme-i Selâse´nin kavilleri de budur. Örtünün dörtte biri temiz ise onunla namaz kılması vâcip olur. Çünkü dörtte bir, bütün gibidir. Bu hüküm pisliği giderecek veya azaltacak bir şey bulamadığına göredir. Binaenaleyh iki elbisesinden hangisinin pisliği daha azsa onu giymek icap eder. Kâide şudur:

Bir kimse iki beliyyeye mâruz kalırsa her ikisi müsavî oldukları takdirde muhayyer bırakılır. Birbirinden farklı iseler hafif olanını tercih eder.

Bâliğ, hür kadın bedenim ve başının dörtte birini örtecek bir şey bulursa onunla bedenini ve başını örtmesi icap eder. Başını örtmezse namazı tekrar kılar.

Mürahika (bülûğa yaklaşan kız) böyle değildir. Çünkü örtünmek cariyelik özrü ile sâkıt olunca çocukluk özrü ile evleviyetle sâkıt olur. Başının dörtte birinden azını örterse onu örtünmesi vacip değil mendup olur. Lâkin «Mükellef, avret yerinin bir kısmını örtecek bir şey bulursa onu kullanması vacip olur.» cümlesini Kemâl söylemiş; Halebî de «Velev ki az olsun.» ifâdesini ziyade etmiştir ki bu, onun mutlak surette vacip olmasını îktiza eder. Teemmül et!

İZAH

«Esrar» sahibi İmam Muhammed´in kavlini beğenmiştir. Fakat «Fetih» sahibi bu hususta kendisine karşı çıkmıştır. Dörtte bir bazı yerlerde bütününün yerini tutar. Meselâ, İhramlının başını tıraş ederken dörtte bin ile yetinmesi ve avret yerinin açılması meselelerinde böyledir. Pisliği giderecek veya azaltacak bir şey bulamazsa hüküm budur. Bulursa her iki surette o şeyi kullanması icap eder. Nitekim «Bahır»da da böyle denilmiştir.

«İki elbisesinden hangisinin pisliği daha azsa onu giymek icap eder». Bu cümleyi Şârih. «Nehir» sahibine uyarak zikretmiştir. Ama mesele böyle mutlak değildir. Çünkü «Hılye»de şöyle denilmiştir:

«Her iki elbisedeki pislik, galîz necaset olursa her birinde dörtte bir miktarını bulmadıkça ulema o kimsenin muhayyer olacağını söylemişlerdir. Namazı daha az pis olanın içinde kılmak müstehabtır. Pislik, elbiselerin yalnız birinde dörtte bir miktarını bulursa öteki elbise içinde namaz kılmak taayyün eder. Her iki elbisede pislik dörtte bir miktarından fazla olur, fakat dörtte üç miktarını bulmazsa muhayyer kalır. Birinde bu miktarları bulur; ötekini ise tamamen kaplarsa dörtte biri pis olanla namaz kılmak taayyün eder. Bulaşan pislik hafif necâset olursa ne hüküm verildiğini görmedim. Evvelce gecen beyanatın müktezası, birinin dörtte üç miktarından fazlası veya tamamen pis olmadıkça muhayyer bırakılmasıdır. Aksi takdirde dörtte biri veya fazlası temiz olan elbise ile kılması teayyün eder». Halebî de «Hindiye», «Zeyleî» ve «Hulâsa»dan naklen buna benzer şeyler söylemiştir.

Beliyye: Belâ, musîbet ve imtihan mânâlarına gelir. Bir kimse iki şeyden birini yapmak zorunda kalsa bakılır: O iki şey pisliğin miktarında denk olmasalar bile namaza mâni olmaları hususunda mûsavi iseler o kimse muhayyerdir. Birbirinden farklı iseler, meselâ yerindeki pislik namaza mâni olacak kadar, diğerindeki daha az ise yahud her ikisinde namaza mâni olacak kadar pislik mevcud fakat birinde bir tercih sebebi bulunarak onu bütün mânâsına koyarsa - ki dörtte birin temizliği veya pisliği böyledir -, hafif olanını tercih eder. Bu izahatla kâide söylediğimiz fer´î meselelere tatbik edilmiş olur. İki şeyin her birinde pislik dirhem miktarından fazla olur da dörtte bire varmazsa o kimse muhayyer olur. Velev ki birinde daha fazla olsun. Çünkü namaza mâni olmakta müsavidirler. Tercih edecek bir şey de yoktur. Birinin dörtte birini bulursa iş değişir. Çünkü o tercih edilir; ulema dörtte biri bütün yerine saymışlardır. Diğerlerinin izâhı anlattıklarımızdan bellidir. Anla!

Hafif olanı tercihin benzeri yaralı meselesidir. Yaralı kimse secde ettiği takdirde yarası akar, aksi halde akmazsa oturarak namazını imâ ile kılar, çünkü secdeyi terk etmek hadesle namaz kılmaktan ehvendir. Hayvan üzerinde nâfile namaz kılarken secdeyi isteyerek terk etmek câizdir. Zeyleî.

Şârih bülûğa yaklaşan kızdan başını örtmesinin sâkıt olduğunu ta´lil için, «Çünkü örtünmek cariyelik özrü ile sâkıt olunca çocukluk özrü ile evleviyetle sâkıt olur.» diyorsa da bunu Rasûlüllah (s.a.v.)´in, «Hâiz çağına varan kız baş örtüsüz namaz kılamaz.» hadis-i şerifiyle ta´lil etmek daha yerinde olur. Çünkü Şârih´in ta´lilinden anlaşıldığına göre omuzlarla baldırlar gibi cariyelik özrü ile hükümden sâkıt olan şeyler, çocukluk özrü ile de sâkıt olur. Halbuki öyle değildir. Bunu Halebî söylemiştir. Teemmül et!

Usturuşnî´nin «Ahkamü´s-Sıgâr» adlı eserinde şöyle denilmektedir: «Küçük kızın baş örtüsüz namaz kılmasının câiz olması istihsandır. Çünkü çocukla beraber hitap yoktur (Yani mükellef değildir). Ama en iyisi baş örtüsü ile kılmaktır. Zira bu çocuğa namaz kılması ancak alıştırmak için emir olunur. Binaenaleyh bülûğa erdikten sonra câiz olacak şekilde emir olunur». Usturuşnî bundan sonra şöyle demiştir: «Mürâhika bir kız baş örtüsüz namaz kılarsa istihsanen tekrarlaması emir edilmez. Ama abdestsiz kılarsa tekrarlaması emir edilir. Namazı çıplak kılarsa tekrarlar. Bâliğ kadının namazını tekrarladığı her yerde mürahika da alışmak için tekrarlar».

Örtü, başının dörtte birinden azını örterse onu örtünmesi vâcip değildir. Çünkü dörtte birinden azına bütün hükmü verilemez. Ama örtünün açıklığı azaltmak için efdaldir. Zeyleî.

«Bu onun mutlak surette vâcip olmasını iktiza eder.» cümlesinden murad ister dörtte birini örtsün, ister daha azını, demektir. T. Halebî´nin, «Velev ki az olsun» sözü nakle muhtaçtır. Aksı halde mezhep imamlarının sözlerine muâraza edemez. Meğer ki bununla dübür gibi tam bir uzvun örtülmesi kasdedilsin.

METİN

Evvelâ ön ve ard avret yerlerini örter. Yalnız birini örtecek örtü bulursa bazıları dübürü örter demişlerdir. Çünkü rükû ve secde halinde o daha çok açılır. Birtakımları ön tarafın örtüleceğini söylemişlerdir. Bu iki kavli «Bahır» sahibi tercih yapmaksızın nakletmiştir. «Nehir»de beyan edildiğine göre anlaşılan hilâf evleviyettedir. Ta´lil gösteriyor ki. imâ ile kılarsa ön tarafı örtmek taayyün eder. Sonra erkeğin uyluğunu, sonra kadının karnını ve sırtını, sonra dizleri, daha sonra her ikisinde müsavi olmak üzere diğer uzuvları örtmek icap eder.

Mükellef yolcu sudan bir mil uzak, yahud susuz olduğu için pisliği giderecek veya azaltacak bir şey bulamazsa pislik üzerinde olduğu halde yahud çıplak olarak namazı kılar. Sonra tekrar kılması icap etmez. Ama bu meselede pisliği giderecek şeyle yukarıdaki meselede örtünün bulunmaması Teyemmüm Bahsinde geçtiği gibi kulların fiili ile olmuşsa namazı tekrar kılması lâzım gelecektir. Sonra bu izahat yolcu hakkındadır. Çünkü evinde plan için örtünün temiz olması şarttır. Velev ki temiz örtüye malik olmasın. Kuhistâni.

İZAH

«Bir takımları ön tarafın örtüleceğini söylemişlerdir». Çünkü onunla kıbleye karşı durur. Bir de onu örten başka bir şey yoktur. Dübürü ise butlar örter. Bunu «Sirâc»dan naklen «Bahır» sahibi söylemiştir. «Ta´lil gösteriyor ki...» cümlesinden murad, birinci kavildir. Bu kavli ta´lil ederken «Çünkü rükû ve secde halinde o daha çok açılır.» demiştik «İmâ ile kılarsa» cümlesinde «Nehir» sahibi «Oturarak imâ ile kılarsa» ifâdesini kullanmıştır. Hâsılı oturarak imâ ile kılarsa ön taraftaki avret yerini örtmek aynen lâzım gelir. Çünkü illet - yani rükû ve secde halinde fazla açılmak - mevcûd değildir.

Ben derim ki: Bu, ancak bağdaş kurarak oturursa doğrudur. Fakat bacaklarını kıbleye doğru uzatarak yahud teşehhüdde oturduğu gibi oturarak kılarsa dübürü örtmek taayyün eder. Çünkü hayalarla tenasül âletini uyluklarının altına gizlemek mümkündür. Dübür ise imâ hâlinde açılır. Binaenaleyh onu örtmek taayyün eder. Teemmül et!

«Sonra erkeğin uyluğunu ilh...» ibâresinin yerine «Münye» şerhinde şöyle denilmiştir: «Örtmek hususunda evvelâ ön ve ard gibi en koyusundan işe başlanır. Sonra uyluk, sonra diz örtülür. Kadında uyluktan sonra karın ve sırt, daha sonra diz, sonra sair uzuvlar müsâvat üzere örtülürler.»

«Münye» şârihi, «Ön ve ard gibi» demekle budları ve benzerlerini kasdetmiştir. Kasıklar da budlar gibidir. Ve uyluktan önce gelir. Anla!

«Münye» şerhinde de burada olduğu gibi «Pisliği giderecek veya azaltacak bir şey bulamazsa...» denilmiştir. Fakat anlaşıldığına göre bunu «Dirhem miktarından yahud elbisenin dörtte birinden azaltacak» diye kayıtlamak lâzımdır. Aksi takdirde pislik bir dirhemden fazla ve dörtte birinden az olursa ve azalttığı takdirde dirhem miktarından fazla kalacaksa azaltmak vâcip olmaz. Çünkü yukarıda «Hılye» ve diğer kitaplardan naklettiğimiz vecihle bir kimsenin iki elbisesi bulunur da her birinin pisliği dörtte bir miktarına varmazsa o kimse muhayyerdir. Tedebbür eyle!

«Bir mil uzak» tabiri «Sirâc»da da kullanılmıştır. Şârih bununla bir şeyin bulunmaması hakikaten olduğu gibi hükmende olacağına işâret etmiştir. Susuzluk korkusu o anda olduğu gibi ilerisi için de muteberdir.

Kezâ kendi susuzluğu gibi beslemeğe mecbur olduğu kimsenin susuzluğuda itibara alınır. Ve o pisliği gidermek lazım gelmez.

«Münye» şerhi, düşman korkusu. suyun parasını bulamamak gibi şeyler de bunun gibidir. Nitekim Bercendîden naklen «Ahkâm»da da böyle denilmiştir. Bu halde pislik üzerinde iken yahud çıplak olarak namaz kılması temiz kısım elbisenin dörtte birinden az olduğuna göredir. Aksi takdirde evvelce geçtiği vecihle o elbise ile namaz kılması teayyün eder (Pis elbise ile namazı kıldıktan sonra). Pisliği giderecek bir şey bulursa vakit çıkmamış bile olsa namazı tekrarlamak lâzım gelmez. Kuhistânî.

Şârih «Sonra bu İzâhat yolcu hakkındadır.» diyeceğine «Yolcu diye kayıtlamamız» tâbirini Kullansa daha iyi olurdu. Galiba bu sözü ile o «Münye» şerhine red cevabı vermek istemiştir. Çünkü orada, «Yolcu diye kayıtlanması ekseriyetle vâki olduğuna bakarak yapılmıştır. Hakikatta aralarında bir fark yoktur.» denilmiştir (Yani Şârih fark vardır, demek istemiştir). Kuhistânî´nin ibâresi şöyledir: «Yolcu ile kayıtlanması evinde olan kimse için avret yerini örtecek şeyin temizliği şart olduğundandır. Velev ki mâlik olmasın. Nitekim «Nâzım» ve diğer kitaplarda da böyle denilmektedir». Hâsılı, evinde olan kimsenin pis örtü ile namaz kılması sahih değildir. Velev ki temiz örtüye mâlik olmasın. Çünkü onun su bulmaktan veya diğer necâset gideren mayilerden aczi tahakkuk etmemiştir. Şehir ve şehir hükmündeki yerlerde suyu bulmak ümidi vardır. Onun için şehirde teyemmüm câiz olmaz. Ancak bu kavil İmameyn´indir. Fetvâ İmam A´zam´ın kavline göredir. Ve aczin tahakkuk ettiği yerde teyemmüm câiz olur. Nitekim evvelce geçmişti. Bunun muktezâsı burada da öyle olmaktadır.

METİN

Beşincisi: İcma´la niyetin şart olmasıdır. Niyet: İki müsavîden birini tercih ettiren irâdedir. Yani sırf Allah Taâlâ için namaz kılmayı irâde etmektir. Esah kavle göre mutlak olarak ilim değildir. Görmüyor musun ki küfrü bilen kimse kâfir sayılmıyor. Ama küfre niyet eden kâfir oluyor. Niyetle muteber olan şey kalbin irâdeye bitişik amelidir. Kalbe muhalif ise dil ile söylemenin itibarı yoktur. Çünkü o, niyet değil, sözdür. Ancak başına gelen gam ve gussalardan dolayı hatırlamaktan âciz kalırsa o zaman dil ile söylemek kâfidir. Müctebâ.

İZAH

Niyet, icmâ´la şarttır. Taâla Hazretleri´nin, «Onlar ancak Allah´a dinde ihlâs sahibi olarak ibâdet etmeye memur oldular» âyet-i kerimesiyle şart kılınmamıştır. Çünkü buradaki ibadetten murad tevhiddir (Allah´ın birliğini ikrardır). Peygamber (s.a.v.)´in, «Ameller ancak niyetlere göredir.» hadis-i şerifiyle de şart kılınmamıştır. Çünkü hadîsteki amellerden murad, onların savabıdır. Sahih olup olmadığına temas edilmemiştir. Meselenin tamamı «Halebî»dedir. Niyet lügatta, azim demektir. Azim de kat´î olan irâdedir. İrâde, bir sıfattır ki işlenen işin bir vakit ve hale tahsisini gerektirir. Yani iki müsâviden birini tercih ile bir vakit ve hâle tahsis ettirir. Başka bir tabirle onu hususî bir hal ve keyfiyete ayırır. Bundan anlaşılır ki niyet mutlak olarak irâde değil, kat´î olan iradedir.

Musannıf niyeti mutlak surette tarif edince Şârih de, «Yani hulûsla sırf Allah Taâlâ için namaz kılmayı irâde etmektir.» diyerek burada niyetten neyi kasdettiğini açıklamıştır. Yoksa niyet yalnız namaza mahsus değildir. Tahtavî diyor ki: «Buradaki hulûsla tâbirinden murad, ihlâsla sırf Allah için demek olup ibâdette Allah´a başkasını ortak koşmamak şartiyle mânâsına gelir».

Ben derim ki: Bu söz niyetin riya ile sahih olmayacağı vehmini doğurur. Halbuki ihlâs ibâdet sahih olmak için değil, savap için şarttır. Nitekim fer´î meselelerde gelecektir ki, bir kimseye biri, «öğleyi kıl, sana bir altın veriyorum!» dese de o kimse riya niyetiyle kılsa mükâfatını vermeyi icap eder. Vâcibin zimmetten sâkıt olması hakkında farzlarda riya yoktur. Bu ise ihlâs bulunmasa dahi ibâdete başlamanın sahih olmasını iktiza eder. Teemmül buyurulsun!

Sonra gördüm ki Hamevî «Eşbah» şerhinde Tahtâvî´ye itiraz etmiş, «Bu söz ancak üzerine savab terettüp eden ibadetlerde doğrudur. Üzerlerine azab terettüp eden yasaklarda doğru değildir.» demiştir. Niyet, mutlak surette bilmekten ibaret değildir. Yani kast ve kati irade bulunsun bulunmasın niyet edilen şeyi bilmek, niyet değildir. Bu söz Muhammed bin Seleme´den nakledilen rivayete reddiyedir. O, «Bir kimse namaza dururken hangi namaza olduğunu bilirse bu kadarcığı niyettir. Oruçda da böyledir.» demiştir. Nitekim «Dürer» de açıklanmıştır. «Ahkâm»da şöyle deniliyor:

«Lâkin «Miftah» ile «İbni Melek» şerhinde beyan edildiğine göre bu zatın maksadı şudur: Bir kimse bir namaz kılmak istersede o namazın öyle veya ikindi, kaza veya nâfile olduğunu bilirse bu, niyet olur. Tâyin için başka niyete hâcet yoktur. Elverir ki bunu tahrimiye eklesin! Onun söylediklerinde küfür kasdı yoktur. Bu zat bir şeyi mutlak olarak bilmek niyettir diye bir iddiada bulunmamıştır ki, kendisine itiraz olunsun!».

Ben derim ki: Hâsılı, kat´î irâdeden ibaret olan niyet ancak maksadı tasavvur ve bilmekle tahakkuk ettiği ve niyetin sahih olması için şer´an bu şart, lügaten de lâzım olduğu için o bu kadarla yetinmiştir.

Niyette muteber olan, kalbin amelidir. Yani niyeti tahakkuk ettiren ve şer´an niyette muteber olan şart, bir şeyi baştan bilmektir. Bu bilgi kat´î iradeden meydana gelmiş olacaktır. Bir şeyi mutlak surette bilmek niyet olmadığı gibi, mücerred dil ile söylemek de niyet değildir. Hâsılı, şeriatta muteber olan niyetin mânâsı bu şekilde bilmektir. İbni Seleme´den nakledilen sözün mânâsı da budur. Ulemanın «Niyeti bilgi ile tefsir etmek doğru değildir.» sözüne gelince: Bundan murad, kasddan hâli olan mutlak bilgidir. Buna karine yukarı da geçen itirazdır. Anla!

Lâkin ilmi kalb amellerinden saymak müsamahalı bir söz olur. Çünkü ilim yerinde tahkik edildiği vecihle nefsanî bir keyfiyettir. Kalbdekine muhalif olan söze itibar yoktur. Bir kimse öğle namazı diyeceği yerde yanlışlıkla ağzından ikindi namazı çıkıverirse niyet kâfidir. Nitekim «Zâhidî»de de böyle denilmiştir. Kuhistânî.

Ancak gam gussa ve düşünce sebebiyle niyeti hatırlamaktan âciz kalırsa dil ile söylemesi kâfi gelir. Yani dil ile söylemek niyetin yerini tutar. Bu söze «Hılye» sahibi itiraz etmiş ve, «Buna göre rey ile bedel tâyin etmek lâzım gelir. Çünkü şart âcizden dolayı sâkıt olunca kimi teyemmümde olduğu gibi yerine bedel bırakarak, kimi avret yerini örtmekte olduğu gibi bedelsiz olarak sâkıt olur. Bazen meşrutda sâkıt olur. Nitekim her iki nevi temizleyiciyi (su ile toprağı) bulamayan kimse hakkında hüküm budur. Bu ihtimallerden birini isbat için mutlaka delil lâzımdır. Burada delil nerededir? Binaenaleyh câiz değildir.» demiştir. «Bahır» sahibi de onu tasdik etmiştir. Kezâ bundan sonraki babta görüleceği vecihle konuşmaktan âciz olan bir kimseye tekbir veya kıraat için sahih kavle 9öre dilini kıpırdatmak lâzım gelmez. Çünkü aslını ifâya imkânı yoktur. Aslından başkası ise ancak delil ile lâzım gelir ki bu da «Hılye» sahibinin sözünü te´yid eder. Hamevî buna itirazla, «Bu bedel değil, asıl olmuştur.» demiştir.

Ben derim ki: Asıl tâyin etmek bedel tâyininden daha fazlasını yapmaktır. Binaenaleyh rey ile bil evlâ câiz olmaz. Bu hale gelen kimseden edâ sâkıt olur denilse hakikattan uzaklaşmış olmaz. Çünkü hangi namazı kıldığını bilemeyen kimse deli mesabesindedir. Musannıf Hastanın Namazı Babında diyecektir ki: «Hasta rekât veya secdelerin sayısını uyuklayarak şaşırırsa kendisine edâ lazım gelmez».

METİN

Bu, yani kalbin ameli, irade ettiği anda düşünmeden hemen hangi namazı kılacağını bilmekten ibarettir. Düşünmeden bilemezse câiz değildir. Namazı irâde ettiğinde dil ile söylemek müstehabtır. Muhtar olan budur. Niyet mâzi lâfziyle olur. Velev ki Farsça söylesin. Çünkü inşâlarda ekseriyetle kullanılan odur. Ama hâl sigasıyle de olur. Kuhistânî.

Bazıları dil ile söylemenin sünnet olduğunu bildirmişlerdir. Yani selef bunu iyi görmüştür. Yahud onu ulemamız yol edinmiştir. Zira ne Peygamberimiz (s.a.v.)´den ne sahabe ve tâbiînden nakledilmiş değildir. Hatta bid´at olduğu söylenmiştir. «Muhit»te bildirildiğine göre niyetlenecek kimse, «Ya Rabbî ben filan namazı kılmak istiyorum. Onu bana müyesser kıl ve onu benden kabul eyle!» der. Hac Bahsinde bu gelecektir.

Aralarında namaza yakışmayan bir fâsıla bulunmamak şartiyle niyeti tekbirden önce yapmak câizdir. Velev ki vakitten önce olsun. Bedâyî´de şöyle deniliyor: «Bir kimse cemaatı kastederek evinden çıkar da mescide vardığında imamı tekbir almış bulur ve niyet de hatırına gelmezse câizdir». Bundan anlaşılan, imama uymanın da önceden câiz olmasıdır. Bu bellenmelidir.

Namaza yakışmayan fasıladan murad, Namazı eklemeye mâni olan her şeydir. İmam Şâfiî niyetin tekbirle beraber yapılmasını şart koşmuştur. Bize göre bu menduptur.

İZAH

Kalbin ameli hususunda «Zeyleî» şöyle diyor: «Bunun en aşağı derecesi hangi namazı kılacağı sorulmuş olsa düşünmeden cevap vermek imkânı bulmasıdır». «Bahır» sahibi, «Bu İbni Seleme´nin kavlidir.» diyerek «Zeyleî»ye itiraz etmiştir. Onun sözü namaz esnasında ve namaza başlarken hatırlamanın lâzım olmasını iktiza eder. Halbuki mezhebe göre yukarıda geçen şartla önceden niyetlenilen namazın câiz olmasıdır. Velev ki düşünmeden cevap veremesin.

Ben derim ki: Sen evvelce arzettiklerimizden İbni Seleme´nin kavline göre namaza başlarken hatırlamanın lâzım geldiğini biliyorsun. «Zeyleî» nin sözünde böyle bir şart yoktur. O niyette muteber ve lâzım olan en az bilgiyi beyan etmiştir. Niyetin önceden veya başlarken yapılması müsavidir. Bu tevehhümü defi için Şârih «İrâde ettiği anda» diyerek niyeti kasdetmiştir. Sonra «Tahtavî»nin buna tenbih ettiğini gördüm.

Mazı sigası ile niyet. «Niyet ettim felan namaza» gibi sözlerle olur. İnşâlardan maksad, akidler ve fesihlerdir. T.

Hâl sigası, kendisiyle hâl niyet edilmiş muzâridir (Fakat bu Arabçaya mahsustur. Türkçemizde hal ve muzâri sigaları ayrı ayrıdır. Niyet. hal sigasiyle câiz olduğuna göre Türkçe niyetlenen kimse). Meselâ, «Filan namazı kılmaya niyet ediyorum» der. Niyeti dil ile söylemenin sünnet olduğunu «Tuhfe» ve «İhtiyar» sahipleri İmam Muhammed´e nisbet etmişlerdir.

«Bedâyi» sahibi ise İmam Muhammed´in bunu namazda değil, hacda söylediğini açıklamıştır. Ulema namazı da hacca kıyas etmişlerdir. «Hılye» sahibi bunlara itiraz ederek şunları söylemiştir:

«Ulemamızdan bir cemâatın söylediklerine göre hac uzun zaman alan ve içerisinde ârızalar, mânialar vukubulan bir ibâdet olup meşakkatli fiillerle meydana geldiği için ona niyet ederken kolaylık ve âsanlık dilemek müstehap görülmüştür. Namazda böyle bir şey meşru olmamıştır. Çünkü namazın vakti azdır».

Bu izahat namazın hacca kıyas edilemeyeceği hususunda açıktır. «Bahır» sahibi ile başkaları bunu tasdik etmişlerdir.

«Yani selef bunu iyi görmüştür.» sözüyle Şârih, Musannıf´a yapılan itiraza işaret etmiştir. İtiraz şudur: Müstehap ile sünnet kelimelerinin manası birdir. Ulemamızın beğenmelerine bakarak Ulemanın niyetle tekbir arasını ayıran bir fâsıla olmamasını şart koşmalarına gelince: Bundan murad dünya işlerinden birinin araya girmemesidir. Nitekim «Tatarhâniyye»de de böyle denilmiştir. «Bahır»da ise. «Bundan murad, ecnebî bir fâsıladır ki yiyip içmek ve konuşmak gibi namaza lâyık olmayan şeydir. Zira bu gibi fiiller namazı bozarlar. Binaenaleyh niyet de bozulur. Yürümek ve abdest almak ecnebî fiil değildir. Görmüyor musun namazda abdesti bozulan bunları yaparsa namazı eklemesine mâni olmazlar.» denilmektedir. «Bedâyî»nin ifâdesinden anlaşılıyor ki, vakitten önce namaza niyet câiz olduğu gibi imama uymaya niyet de câizdir. Yahud maksad, imam başlamadan niyet etmektir. Bu hususta sözün tamamı ileride gelecektir. Sonra anlaşılan bu mânâyı «Nehir» sahibi inceleyerek bahis mevzuu etmiş ve, «Bu hususta bildiğinden başkasını göremedim.» demiştir. Yani «Bedâyî»nin ifâdesinden başka açık bir nakil görememiştir. İmam Şâfiî niyetin tekbirle beraber yapılmasını şart koşmuştur. Tahavî ile Muhammed bin Seleme dahi buna kâil olmuşlardır. Kuhistânî´nin «Mukaddimetü´l-Keydûniyye» şerhinde şöyle denilmektedir: «Tahrime yaparken huzur-u kalp «kendini toparlamak» icap eder. Kalbi, namaz erkânı içinde bir mesele ile meşgul olsa iadesi müstehap değildir». «Bakâlî»de, Sevabı ancak kusur ederse az olur.» demiştir. Bazıları her rükünda huzur-u kalb lâzım geldiğini söylemişlerdir. Yanıldığı için müvaheze yoktur. Çünkü bu afv edilmiştir. Ancak sevâba müstehak olmaz. Nitekim «Münye»de de böyle denilmiştir. Bazıları, «Bir kimsenin kalbi de namazda olmazsa o namazın hiç bir kıymeti yoktur.» demişlerse de bu söze itibar yoktur. Nitekim «Mültekad», «Hızâne», «Sirâciye» ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir.

Bilmiş ol ki huzur-u kalp, kalbin meşgûl olduğu şeyden ayrılması demektir. Burada ondan murad, namaz kılandan sâdır olan fiil ve kaville ameli bilmektir. Bu anlamak demek değildir. Çünkü lâfzın kendisini bilmek başka mânâsını bilmek başkadır.

METİN

Mezhebe göre namaza başlandıktan sonra yapılan niyete itibar yoktur. «Kerhî» rükûa kadar yapılan niyeti câiz görmüştür. Nâfile ile beş vaktin sünneti ve mûtemed kavle göre teravih için mutlak olarak namaza niyet etmek kâfidir. Velev ki Allah için demesin. Zira bunların tâyini başladığı vakitte vâki olması iledir. Ama niyeti tâyin daha ihtiyatlıdır. Farza niyet ederken tâyin mutlaka lâzımdır. Kıldığı namazın farz olduğunu bilmezse câiz değildir. Bilirde farzı başkasından ayıramazsa her birinde farza niyet etmek şartiyle câizdir. Kezâ başında sünnet kılınmayan bir namazda başkasına imam olursa hüküm gene böyledir. Farza niyet ederken öğlenin mi ikindinin mi farzı olduğunu tâyin şart ise de bugünün yahud bu vaktin farzı diye tayin şart değildir. Esah olan kavil budur.

İZAH

Namaza boşlandıktan sonra yapılan niyete itibar yoktur. Çünkü niyetsiz edâ edilen cüzü ibâdet olmaz. Sair cüzleri onun üzerine bina etmek de câiz olmaz. Orucda zaruretten dolayı bu câiz görülmüştür. Hacta bir kimse Allah dedikten sonra ekber demeden niyet etse câiz olmaz. Çünkü namaza Allah diyerek başlamak sahihdir. Bu adam tekbirden sonra niyetlenmiş gibî olur. Bunu «Bedâyî»den naklen «Hılye» sahibi söylemiştir.

«Kerhî rükûa kadar yapılan niyeti câiz görmüştür.» ifâdesine şöyle itiraz olunur: Kerhî rükû veya başka bir şey söylememiştir. Yalnız ulema onun şu sözünü tahriç ederken ihtilâfa düşmüşlerdir. «Niyet, Sübhânekede yahud rükûda veya rükudan kalkarken yahud otururken nihayet bulur». Bunu «Halebî» söylemiştir.

Mutlak namaza niyet kâfidir, sözünden murad. «Nâfile, sünnet ve rek´at adedi söylemeksizin namaza niyet etmektir. Velev ki sabah namazının sünneti olsun. Hatta bir kimse iki rekât teheccüd namazı kılar da sonra bunu fecirden sonra kıldığı anlaşılırsa sabah namazının sünneti yerine geçer. Kezâ dört rekât kılar da ikisi fecirden sonra kılındığı anlaşılırsa gene böyledir. Bununla fetvâ verilir. Hulâsa.

Kezâ cuma günü kılınan âhır zuhur da böyledir. Cumanın sahih olduğu anlaşılır da o kimsenin kazaya kalmış öğle namazı da bulunmazsa kıldığı âhır zuhur Cumhur´a göre cumanın sünneti yerine geçer. Çünkü vasıf lağv olur, asıl kalır. Bununla da sünnet eda edilmiş olur. Nitekim bunu «Fetih» sahibi böyle izah etmiş, «Bahır» ve «Nehir» sahipleri de ikrarda bulunmuşlardır. Ama öğle namazında beşinci rekâta kalkar da sonra bir rekât daha katarak altıyı tamamlarsa bu iki rekat öğlenin sünneti yerine geçmez. Çünkü burada kasden namaza başlama yoktur.

Terâvih namazı hakkında iki sahih kavil vardır. Şârih´in buradaki kavle itimad etmesi «Bahır»da bunu Zâhir rivayet denildiği içindir. Bu kavli «Muhit» sahibi ulemanın umumuna nisbet etmiş, «Fetih» sahibi dahi bunu tercih ederek onu muhakkık ulemaya nisbet etmiştir. Bu namazların tâyini, başladığı vakitte kılınmalarıyla olur. Çünkü sünnet Peygamber (s.a.v.)´in hususî bir yerde devam ettiği şeydir. Namaz kılan da onu aynı yerde kılınca sünnet denilen fiili ifa etmiş olur. Peygamber (s.a.v.) sünnet diye değil. Allah için namaza diye niyetlenirdi. Meselenin tam tahkiki «Fetih»tedir.

Farza niyet ederken tâyin mutlaka lâzımdır. Bir kimsenin ikindi namazı kazaya kalsa ,da kalmış öğle namazı olduğunu da bilerek üzerinde borç kalan dört rekât namaza, diye niyetlense, câiz olmaz. Kezâ kazaya kaç namazı kaldığını bilmeyerek bu namazı kazaya diye niyetlense gene câiz olmaz. Onun için Ebu Hanîfe bir namazı kazaya kalıp da hangisi olduğunu şaşıran kimse hakkında beş vakit namaz kılar demiştir. Yüzde yüz kılmış olmak için çare budur. Çünkü kazaya kalan bu namazı başka türlü tâyine imkân yoktur. «Eşbah»da bildirildiğine göre vaktin daralması sebebiyle tâyin sâkıt olmaz. Çünkü o anda nâfileye başlasa sahih olur. Velev ki haram olsun. Farza niyet ederken ister niyet başlamazdan önce, ister başlarken yapılsın, tâyin şarttır. Muayyen bir farza niyet ederek başlar da sonra unutarak onu nâfile zanneder ve öylece namazını bitirirse, niyet ettiği farzı kılmış olur. Nitekim «Bahır»da da böyle denilmiştir.

«Kıldığı namazın farz olduğunu bilmezse» cümlesinden murad, beş vakit namazın farz olduğunu bilmemesidir. Bunu bilmediği halde namazları vakitlerinde kılsa bile câiz değildir. Onları kaza etmesi lâzım gelir. Çünkü farz diye niyet etmemiştir. Ancak imamla kılar da imamın kıldırdığı namaza diye niyetlenirse câiz olur. Bunu «Bahır» sahibi Zahiriye»den nakletmiştir. Beş vaktin farz olduğunu bilirde farzla vacibin ve sünnetin arasını ayıramazsa her namaza farz diye niyet etmek şartiyle câizdir. Böyle bir adam başkasına imam olursa ona uymak da câizdir. Ancak o namazdan önce rekât sayısı onun kadar olan sünnet bir namaz kılmamış bulunması şarttır. Çünkü böyle bir. namaz kılarsa o kimseden farz sâkıt olur. Sonra kılacağı nâfiledir. Binaenaleyh farz kılanın ona uyması doğru olmaz. Farza niyet ederken tayin şarttır.

«Eşbah» sahibi diyor ki: «Farz-ı ayn olan namazı farz-ı ayn tabiriyle farz-ı kifâye olan namaza da farz-ı kifâye tabiriyle mi niyetlenecektir? Bunu bir yerde görmedim. Ama bir vacibi terk ettiği için tekrarlanan namaz şüphesiz ki farz değil. tamamlayıcıdır. Şu halde ona tamamlayıcı diye niyetlenmelidir. Fakat farz ancak farz diye niyetlenmekle sâkıt olur, diyenlerin kavline göre farz diye niyet etmenin şart olduğunda şüphe yoktur».

Biri´nin İmam Serahsi´den nakline göre esah olan kavil ikincisidir. Farza niyet ederken hangi farz olduğunu tâyin etmek şart isede bugünün yahud bu vaktin farzı diye tâyin şart değildir.

Şârih´in bu üç şeyi (yani günle ve vakitle birlikte ve bunlarsız) mutlak zikretmesi vakit içinde veya dışında kılmaya, vaktin çıktığını bilip bilmemeye şâmildir. Ve her mesele (üç) şekilde tasavvur olunacağına göre mecmuu dokuz olur. O kimse niyet ederken günü de söyler ve bugünün öğle namazına niyet ederse üç surette de sahih olur. Nitekim bunu Şârih söyleyecektir. Niyete vaktide katar ve şu vaktin öğlenine diye niyetlenirse. vakti içinde veya dışında kılmaya. vaktin çıktığını bilip bilmemeye şâmildir. Ve her mesele (üç) şekilde tasavvur olunacağına göre mecmuu dokuz olur. O kimse niyet ederken günü de söyler ve bugünün öğle namazına niyet ederse üç surette de sahih olur. Nitekim bunu Şârih söyleyecektir. Niyete vaktide katar ve şu vaktin öğlenine diye niyetlenirse, vakit içinde olmak şartiyle bir kelime ile bütün ulemaya göre sahihtir. Vakit dışında ise vaktin çıktığını da bilirse Şurunbulâlî´nin «Dürer»den anladığına göre gene sahihtir. Çünkü ikindi vaktinin öğleni yoktur. Binaenaleyh bu sözle bu vakitte kaza ettiği öğle namazını murad etmiş demektir. Vaktin dışında olup vaktin çıktığını da bilmezse sahih değildir. Nitekim «Fetih», «Hâniye», «Hulâsa» ve başka kitaplarda da böyle denilmiştir.

Musannıf katiyetle buna kail olmuş, Şârih dahi az ileride geleceği vecihle buna cezm etmiştir. «Nehir» sahibinin de Zeyleî´nin ibâresinden anladığı budur. Ama «Bahır» sahibinin anladığı başkadır. Bu da Şârih´in buradaki mutlak sözünün iktiza ettiği gibi sahih olmasıdır. «Münye»de «Muhit»ten naklen «Muhtar olan kavil budur.» denilmiş ise de «Münye» şârihi bunu reddetmiş «Bilakis «Hılye»de bunun yanlış olduğu söylememiştir. Doğrusu meşhur eserlerde belirtildiği vecihle sahih olmamasıdır.» demiştir. Ama niyeti tâyin ederken başka hiçbir şey söylemeyip mutlak surette öğlene niyet ederse, vakit içinde olduğu takdirde bu hususta iki sahih kavil vardır. Birinci kavle göre sahih değildir. Çünkü vakit başka bir günün öğlenini kabul eder. İkinci kavle göre sahihtir. Çünkü vakit o namaz için muayyen olmuştur. «Fetih»de «Mi´rac» ve «Eşbah» sahibi de bu kavli tercih etmiş, «İnâye» sahibi bunu daha açık görmüş. sonra şunu söylemiştir:

«Ben derim ki: Önceki şart yani kalbiyle hangi namazı kıldığını bilmesi bu sözleri ve başkalarını kökünden kazır. Zira itimad onadır. Ayırmak onunla hâsıl olur maksat da budur».

Vakit dışında ise vaktin çıktığını bilmediği takdirde «Nehir» sahibi şöyle diyor: «Zahîriye»den anlaşıldığına göre tercih edilen kavil câiz olmasıdır. Vaktin çıktığını bilirse Halebî onu incelemiş ve sahih olmadığını söylemiştir. Tahtavî ise ona muhalefet etmiştir.

Ben derim ki: En uygun olanı budur. Sebebi yukarıda naklettiğimiz «İnaye»nin sözüdür. Ama bugünün farzına yahud bu vaktin farzına diye niyet ederse hükmü dokuz kısmı ile birlikte ilerde gelecektir. Anla!

«Esah olan kavil budur.» cümlesinden murad, öğlene niyet eder de niyetle beraber gün veya vakti söylemezse, vakit içinde niyet ettiği takdirde esah kavle göre niyet sahihdir. Nitekim Zahîriye´de «Fetih» ve başkalarında da böyle denildiğini arzetmiştik. Bu söz «Hulâsa» sahibinin (sahih değildir), iddiasına red cevabıdır. Nitekim «Bahır» ve «Nehir» sahipleri de nakletmişlerdir. Zahîriye´nin sözüne reddiye değildir. Anla!

neslinur
Thu 25 March 2010, 03:05 pm GMT +0200
METİN

Velev ki kılınan kazâ olsun lâkin mutemed olan kavle göre filan günün öğlesini diye tâyin eder. En kolayı en evvel kazaya kalan öğleye yahud en sonra kazaya kalan öğleye diye niyet etmektir. Kuhistânî´de «Münye»den naklen esah kavle göre bunun şart olmadığı bildirilmiştir. Kitabın sonunda gelecektir.

Vacip namaza dahi niyet ederken onun vitir mi, nezir mı yoksa tilâvet secdesi mi olduğunu tâyin şarttır. Şükür secdesi de böyledir. Fakat sehiv secdesi bunun hilâfınadır. Rekât sayısını tayın şart değildir. Çünkü rekât sayısı zımmen hâsıl olur. Binaenaleyh bunda hata zarar etmez.

İZAH

Filan günün öğleni diye tâyin kılınacak namazlar çok olduğuna göredir. Namaz bir tane ise buna hâcet yoktur. Meselâ zimmetinde kazaya kalmış bir öğle namazı varsa kazaya kalan öğle namazına diye niyet etmesi kâfi gelir. Velev ki hangi günün öğleni olduğunu bilmesin. Bunu «Hılye» sahibi söylemiştir. Anla!

Mutemed kavlin mukabili «Muhit»te nakledilen şu sözdür: «Kaza namazlarının çokluğu sebebiyle bir kimseden tertip sâkıt olursa sadece öğleye diye niyet etmesi kâfi gelir». Yani oruca kıyasen gün tâyini lâzım gelmez. Kaza namazları çok olur da hangi güne ait olduklarını bilemediği iki öğle namazını kılmak isterse kolaylık olmak üzere ya en evvel yahud en sonra kalan öğleye diye niyet eder. Kuhistânî´nin esah dediği kavil kitabımızın sonunda dağınık meseleler arasında gelecektir. Musannıf onu «Kenz»in metnine uyarak zikretmiş, Şârih orada «Eşbah»dan naklen bunun müşkül olduğunu, Kâdıhan ve diğer ulemamızın söylediklerine uymadığını bildirmiş, «Esah olan en evvel veya en sonra demenin şart kılınmasıdır.» demiştir.

Ben derim ki: Kezâ aynı bahiste «Mültekâ» metninde de bu kavlin sahih olduğu bildirilmiştir.

Demek oluyor ki, bu babtaki sahih kaviller muhteliftir. İhtiyat olan şarttır demektir. Burada «Fetih» sahibi dahi cezmen buna kâil olmuştur.

«Bahır» sâhibi bozulan nâfilelerle bayram namazlarını ve iki rekât tavaf namazının kazasını vaciplerden saymıştır. «Dürer»de bunlara cenaze namazı da ilâve edilmiştir.

Lâkin «Eşbah»da şöyle deniliyor: «Hutbede farz niyeti şart değildir. Velev ki niyeti şart koşmuş olalım. Çünkü hutbenin nâfilesi yoktur. Cenaze namazının da böyle olması gerekir. Zira cenaze namazı yalnız farz olur. Nitekim ulema bunu söylemişlerdir. Onun için nâfile olarak kaza edilmez». Ulemanın cenaze namazında Allah için namaza, meyyit için duaya niyet edileceğini bildirmeleri de bunu te´yid eder. Farz olduğunun tâyinini zikretmemişlerdir.

Şârih, vitir gibi vacip bir namaza niyet ederken vacip olduğunu söylemeye hacet bulunmadığına işâret etmiştir. Çünkü bunda ihtilâf vardır. Yani o kimseye vücûbu tâyin lâzım değildir. Maksat. vacip olduğuna niyetlenmeyi yasak etmek de değildir. Zira vitir namazını kılan Hanefî ise itikadına uymak için onun vacip olduğuna niyet etmesi gerekir. Hanefî değilse ona da bu niyet zarar vermez. Bunu «Bahır» sahibi vitir babında söylemiştir. Sonra bilmiş ol ki «Aynî» şerhinde, «Vitire gelince esah kavle göre ona mutlak niyet kâfidir.» denilmişse de bu söz müşküldür. Çünkü bundan anlaşıldığına göre nâfilede olduğu gibi vitirde de mutlak olarak namaza niyet kâfidir. Ancak bu söz «Zeyleî»den naklettiğimiz vitire niyet mutlaktır, ibaresine hamledilirse doğrudur. Onun içindir ki vitire mutlak niyet kâfidir demiş mutlak, namaz niyeti kâfi demiştir. Halbuki bu iki tâbir arasında ince bir fark vardır. Ve bunda bizim söylediklerimize gizli işâret mevcuddur. Tedebbür eyle!

Nezir bazen geçerli bazen mutlak olur. Meselâ, hastam düzelirse yahud filan gelirse gibi sözlerle ta´lik yapılır. Şu halde anlaşılıyor ki, bunun tâyini de mutlaka lâzımdır. Zira nezirin sebepleri çeşidli olduğu gibi tâ´lik nevileri de muhteliftir. Burada tayinin lüzumuna delil farzda meselâ öğle namazı gibi bir sözle tahsis etmeksizin sırf farz sözüyle yetinmenin kâfi gelmemesidir. Bunu Halebî söylemiştir.

Ben derim ki: Bu, ancak başka namazlar bulunduğu vakit meydana çıkar. Nitekim üzerinde hem geçerli nezir, hem de mutlak nezir yahud ayrı ayrı iki şeye ta´lik edilmiş iki nezir bulunursa tâyin lâzımdır. Aksi halde tâyinin lüzumu aşikâr değildir. Nitekim az yukarı da «Hılye»den naklen geçmiş namazın kazası hakkında arzetmiştik. Anla!

Vacibin tilâvet secdesi olduğunu tâyin de şarttır. Meğer ki namazda okuyup da derhal secde etmiş olsun. Secde âyeti tekrar tekrar okunursa yapılacak tilâvet secdelerinin tâyini icap etmez. Nitekim inşallah bâbında gelecektir.

Şârih burada «Şükür secdesi de böyledir. Fakat sehiv secdesi bunun hilâfınadır.» diyorsa da benim «Nehir»de gördüğüm onun söylediğinin aksinedir. Galiba en münasibi buradakinin yalnız şükür secdesine nisbetle olmasıdır. Çünkü secde bazen âyetini okumak ve şükür gibi bir sebeple bazen de hiç sebepsiz olur. Bunu avam takımı namazdan sonra yaparlar ki mekruhtur. Nitekim Zâhidî nassan söylemiştir. Muhtelif secdeler bulununca sebebi göstermek için tâyin şarttır. Böyle olmazsa tâyin bilittifak mekruhtur. Yine bu esasa ibtinâ eden bir meseledir ki, bir kimse bu secdede uyur veya bunun için teyemmüm ederse yaptığı secde meşru olduğu takdirde abdesti bozulur. Aldığı teyemmümle namazı câiz olur. Aksi takdirde abdesti bozulmaz ve o teyemmümle namazı sahih olmaz. Nitekim ulema bunu şükür secdesinin meşru olup olmadığı hususunda İmam A´zam´la İmameyn arasındaki ihtilâfın semeresini anlatırken söylemişlerdir. Bundan anlaşılıyor ki, meşru olanla olmayan birbirinden ayrılsın diye secdenin tâyini şarttır. «Nâfilede yukarı da geçtiği vecihle tayin şart değildir. Secde-i şükür ise meşru olduğunu bildiren kavle göre nâfiledir. Binaenaleyh onun tâyini de şart değildir.» denilirse şöyle cevap veririz:

Bu söylenen, bu hükümden hariçtir. Şu delil ile ki namaz haddi zatında ibadettir; meşruiyet ondan ancak ârızî bir sebeple nefi edilebilir. Namaz dışında yapılan secde bunun hilâfınadır. Çünkü o haddi zatında ibâdet değil, şükür veya tilâvet gibi ârızî bir sebeple ibâdet olur. Şu halde mutlak olan namaz tâbiri meşru olan nâfileye hamledilir. Onun için de tâyin şart kılınmamıştır. Mutlak secde böyle değildir. Ondan meşru olmayan secde anlaşılır. Çünkü secde ancak bir sebeple meşru olmuştur. Binaenaleyh secdenin meşru olması için bu sebebin tâyini mutlaka lâzımdır. Kezâ meşru olmak hususunda tilâvet ve sehiv gibi secdeye rakîp olan diğer şeylerden ayrılsın diye tâyin lâzımdır. Anla! Âcizâne burada benim anladığım budur.

Sehiv secdesine gelince: Halebî´nin ifâdesine göre bu secde namazdaki bir vâcibi tamamladığı için o vacibin bedeli olur. Namazın cüzlerine niyet şart olmadığı gibi bedeline niyet de şart değildir. Sonra «Eşbah»da şöyle denildiğini gördüm: «Mutlak namaz ancak niyetle sahih olur. Tilâvet secdesi ile şükür secdesi ve sehiv secdesi de namaz gibidir». En doğrusu bu olsa gerektir.

TETİMME:
Şârih, namaz secdesini zikretmemiştir. Bu secde yerinden bir rekât fâsıla ile ayrılırsa hükmü secde için niyet etmenin vâcip olmasıdır. Bir rekattan az fâsıla ile ayrılmışsa niyet vacip değildir. «Fetevây-ı Hindiye»de de böyle denilmiştir. Teemmül eyle!

Rekât sayısında hata zarar etmez. «Eşbah»da şöyle denilmiştir: «Tâyın şart olmayan şeyde hata zarar etmez. Namazın yerini.zamanını ve rekâtlarını tâyin ederken hataya düşmek bu kabildendir. Edâ diye tâyin edip de sonradan vaktin çıktığı anlaşılmak ve kaza diye tayin edip de vaktin çıkmadığı anlaşılmak dahi bu kabildendir. «Camiu´l-Feteva»da «Hâniye»den naklen bildirildiğine göre efdal olan rekât sayısına niyet etmektir. «Câmî» sahibi sonra şöyle demiştir: «Bazıları rekât sayısını söylemenin mekruh olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü fâidesizdir, ona hacet yoktun». İkinci kavil teemmülden hâlî değildir.

METİN

İmama uyan kimse uymaya niyet eder. Musannıf uymaya dahi dememiştir. Çünkü imama uymayı veya imamın namazına başlamayı niyet eder de namazı tayin etmezse esah kavle göre câiz olur. Velev ki imamın namazını bilmesin. Çünkü kendini imamın namazına tâbi yapmıştır. İmamın namazına niyet ederse böyle değildir. Esah kavle göre velev ki imamın tekbirini beklemiş olsun. Zira burada imama uymaya niyet yoktur. Muhtar kavle göre bu ancak cuma, cenaze ve bayram namazlarında câiz olur. Çünkü bunlar .hassaten cemaatle kılınırlar. Ama vakit varken vaktin farzına diye niyet etse câiz olur. Bundan ancak cuma namazı müstesnadır. Çünkü cuma namazı bedeldir.

İZAH

İmamın imam olmaya niyet etmesine hacet yoktur. Nitekim gelecektir. Musannıf uymaya dahi tâbirini kullanmamış, fakat aynı tabiri «Kenz» ve «Mültekâ» sahipleriyle diğer ulema kullanmışlardır. «Esah kavle göre câiz olur.» ifâdesini «Zeyleî» ve başkaları da bu şekilde nakletmişlerdir.

«Bahır» sahibi diyor ki: «Lâkin «Hâniye»de birinci meseleyi anlattıktan sonra şöyle denilmiştir: Câiz değildir. Çünkü imama uymak farzda olduğu gibi nâfilede de olur. Bazıları câiz olur demişlerdir». «Münye» şerhinde şöyle deniliyor: «Böylece anlaşılıyor ki câizdir diyenler ulemadan bazılarıdır. Câiz olmaması ise tercih edilen kavildir».

Ben derim ki: Metin sahiplerinin, «İmama uymaya da» niyet eder. sözleri bunu te´yid ettiği gibi «Hidâye» sahibinin, «Namaza ve imama uymaya niyet eder» sözü dahi bunu te´yid eder. Bu sözün bir misli «Mecma»da ve birçok kitaplarda mevcuttur. Hatta «Menba» nam eserde «İma.ma uymayı bil´icmâ niyet eder.» denilmiştir.

İkinci mesele metinlerde bildirilene muhalif değildir. Çünkü bunda imama uymakla beraber tâyin vardır. Onun için «Hâniye» sahibi, «Çünkü bu adam imamın namazına başlamayı niyet edince imamın kıldığı farza ona uyarak niyet etmiş gibidir.» demiştir. Tedebbür eyle !

Bu sözün müktezâsı bu adam açık açık imama uymaya niyet etmese de namaza girmesi sahihdir. Ve imama uymuş sayılır demektir. Lâkin «Fetih»te şöyle denilmiştir: «Bir kimse imamın namazına başlamayı niyet ederse «Zahîru´d-Dînsin bildirdiğine göre bu niyete «Uydum şu imama» ifâdesini ziyade etmesi gerekir». «Zira burada imama uymaya niyet yoktur.» cümlesi yukarıdaki «İmamın namazına niyet böyle değildir ilh...» sözünün illetidir. Çünkü birincide yalnız namazı tâyin etmiştir. Bundan imama uymaya niyet lâzım gelmez. İkincide ise beklemek bazen imama uymak için, bazen duada olduğu için yapılır. Binaenaleyh şek ile imama uymuş sayılmaz. «Bedâyî»de de böyle denilmiştir. Bazıları imamı bekler de sonra tekbir alırsa sahih olur demişlerdir. Bu kavli Münye» şarihi beğenmiştir. Çünkü beklemesi niyet yerine geçer.

Ben derim ki: Şüphesiz sözümüz, imama uymak kalbinden geçmediği ve uymayı kasdetmediği hale mahsustur. Aksi takdirde niyet hakikaten mevcud olur.

Cenaze ile bayramlar meselesini ahkâm sahibi «Ömdetü´l-Müftî»den nakletmiştir. Cuma, cenaze ve bayram namazları cemaate mahsus namazlar olduğu için bu namazlara niyet zımmen imama uymaya niyet olur.

Ahkâm sahibi diyor ki: «Lâkin cenaze namazı söz götürür. Ancak cenaze namazı tekerrür etmediğine ve namazı kıldırma hakkı velîye aid olduğuna göre sadece imamla câiz olmuştur. denilebilir». Bu ifâdeye göre mesele velî olmayan imamla kayıtlanır. Cenaze namazını velî olmayan biri kıldırır, sonra velî gelirse o imama uyduğunu niyet ederek tâyin etmesi mutlaka lâzımdır. Aksi takdirde kendi namazına başlamış olur. Zira velînin yalnız başına bile olsa namazı tekrarlamaya hakkı vardır. Binaenaleyh onun hakkında bu namazın cemaate mahsus olması yoktur. «Ama vakit varken vaktin farzına diye niyet etse câiz olur». Malûmun olsun ki az yukarıda beyan ettiğimiz (dokuz) mesele burada da vardır. Çünkü bu adam farza ya vakitle ya günle birlikte niyet edecek, yahud farzı mutlak söyleyecektir. Bunların her birinde kendisi ya vaktin içinde ya vaktin dışındadır. Vaktin çıktığını ya bilir ya bilmez. Eğer farzla birlikte günüde zikrederek günün farzına niyetlenirse üç kısmı ile birlikte sahih olmaz. Çünkü farz muhteliftir. Mutlak söylerse hüküm yine böyledir. Vaktin farzına derse vakit içinde kıldığı takdirde câizdir. Musannıfın söylediği de budur. Vaktin çıktığını bildiği halde vakit dışında olursa Halebî câiz değildir, demiştir.

Ben derim ki: «Eşbah» sahibinin «Binâye»den , naklen söylediği şu sözden hatıra gelen de odur.

Şeyhülislam Aynî´nin «Hıdaye Şerhi»dir.

«Vakit çıktıktan sonra vaktin farzına diye niyet ederse câiz olmaz. Vaktin çıkıp çıkmadığında şüphe ederse câizdir». Lâkin bu söz «Zeyleî» nin aşağıda gelecek «bilmediği halde» demesinden anlaşılana aykırıdır. Teemmül buyurulsun.

Vaktin çıktığını bilmediği halde olursa câiz değildir. Çünkü Zeyleî şöyle diyor: «Vakit çıkmamışsa meselâ vaktin öğleni yahud vaktin farzı diye niyetlenmesi kâfidir. Zira tâyın mevcuttur. Bilmediği halde vakit çıkmışsa câiz değildir. Çünkü bu halde vaktin farzı öğle değildir». Tatarhâniyye»de bildirildiğine göre vakit çıktıktan sonra çıktığını bilmeyerek namaz kılar da vaktin farzı diye niyet ederse câiz olmaz. Sahih olan da budur. Lâkin «Eşbah»ın yukarda naklettiğimiz sözü buna muhaliftir. Orada vaktin çıktığında şüphe ederse câizdir denilmişti. Buna şöyle cevap verilebilir:

Mesele sahih olan hilâfa göredir. Şüphe ile bilmemek arasında fark yaparak verilen cevap söz götürür. Öğle vaktinin çıktığını bilmeyen ve vaktin farzına niyet eden kimsenin muradı öğle vaktidir. Çünkü vaktin çıkmadığını zanneder. Böyle olduğu halde biz sahih kavle göre câiz değildir, dedik. Vaktin çıkıp çıkmadığında şüphe edenin namazının câiz olmaması evleviyette kalır. Anla!

Bize göre cuma günü vaktin farzı öğle namazıdır. Lâkin öğleni zimmetten iskat için cuma namazı emir olunmuştur. Onun için bir kimse cuma namazı kılınmadan öğleyi kılsa bize göre câizdir. İmam Züfer´le Eimme-i selâse buna muhâliftir. Velev ki sadece öğle ile yetinmek haram olsun. «Münye» şerhinde böyle denilmiştir. Lâkin Cuma Bahsinde geleceği vecihle mutemed kavle göre cuma namazı bedel değil, asıldır. O kavlin zaif olduğunu inşallah orada izah edeceğiz.

METİN

Meğer ki o şahsın itikadına göre kıldığı namaz vaktin farzı olsun. Bu takdirde sahihtir. Nitekim bazı ulemanın reyi budur. Vaktin öğleni diye niyet ederse vakit çıkmamış olmak şartiyle câizdir. Velev ki cuma namazında olsun. Vakit çıkmış fakat o şahıs çıktığını bilmiyorsa esah kavle göre sahih değildir. Vaktin farzına diye niyet de böyledir. En iyisi bugünün öğlenine diye niyetlenmelidir. Çünkü bu mutlak surette câizdir. Edâ niyetiyle kaza ve onun aksi (yani kaza niyetiyle eda) câizdir. Muhtar olan kavil budur.

İZAH

«Velev ki cuma namazında olsun» cümlesi «Şurunbulâliyye»de de mevcuttur. Halebî, «Ben bunun vechini anlayamadım.» diyor.

Ben derim ki: İhtimal ki murad şudur: Özgür sahibi bir kimse cuma günü vaktin öğlenini niyet ederse câizdir. Yani onun itikadına göre bu namaz vaktin farzı mıdır değil midir fark etmez. Bu meseleyi burada zikretmenin fâidesi de böylece anlaşılmış olur. Cuma namazında öğleye niyet etmek ise sahih değildir. Nitekim «Ahkâm» nam eserde Nafî´den rivayet edilmiştir. Aynı eserde «Muhtar» şerhi «Feyzü´l-Gaffar´dan naklen şöyle deniliyor: «Bir kimse cumadan başka bir günde vaktin öğlenine niyet ederse vakit çıkmamış olmak şartiyle sahih kavle göre câizdir». Cumadan başka sözü cumadan ihtiraz içindir. «O şahıs çıktığını bilmiyorsa» ifâdesinin mefhum-u muhalifi çıktığını bilirse sahihdir. Demek olur ki bunun doğru olduğunu evvelce «Şurunbulâliyeye»den nakletmiştik. Şârih, «Esah kavle göre sahih değildir.» diyor. Hatta yukarıda «Hılye»den naklettik ki sahih olan kavil budur.

«Bahır» sahibinin anladığı mânâ buna muhaliftir. Velev ki hâşiye sahibi onu tercih etmiş olsun. «Vaktin farzına diye niyet de böyledir». Yani vaktin öğlenine niyet etmek gibidir. Vakit çıkmış olur da o kimse çıktığını bilmezse esah kavle göre câiz değildir. Nitekim bunu az yukarı da «Tatarhâniye» ile «Zeyleî»den naklen arzetmiştik. «Eşbah»taki bunun hilâfınadır. Bildiğin gibi oradaki kavil esahın da hilâfınadır. Anla!

«Çünkü bu mutlak surette câizdir.» cümlesinden murad, vakit çıksa da câizdir demektir. Zira o şahıs üzerindeki borcu ödemeye niyet etmiştir. Bu şekil niyet vaktin çıkıp çıkmadığında şüphe eden kimseyi de kurtarır. Bunu Zeyleî söylemiştir. Yani vaktin öğlenine diye niyet etmek bunun hilâfınadır. Çünkü öğle, vaktin çıkmasıyla o günün öğleni olmaktan çıkmaz. Ama vaktin çıkmasıyla o vaktin öğleni olmaktan çıkar. Zira günün öğleni denilir ve vaktin öğleni denilmez. Çünkü «Edâ niyetiyle kaza câizdir». Bu ta´lil ancak eda niyet ettiğine göre açıktır. Eda demeden niyet ederse açık değildir. T.

Burada münâsip olan Eşbah» sahibinin «Fetih»ten naklettiği şu ibâredir: Bir kimse vakit çıkmadı zannederek edaya diye niyet eder de sonra vaktin çıktığı anlaşılırsa kıldığı namaz kâfidir. Aksı de böyledir». Bundan sonra «Eşbah» sahibi «Keşfü´l-Esrar»dan naklederek buna şu misali vermiştir: «Nitekim vakit çıktıktan sonra çıkmadı zanniyle bugünün öğlenini edaya niyetlenen kimsenin niyeti bu kabilden olduğu gibi ramazan hakkında şüphe edip bir ay araştırdıktan sonra eda niyetiyle oruç tutan, fakat orucu ramazandan sonraya tesadüf eden esirin niyeti de böyledir. Bunun aksi de böyledir. Yani vakit çıktı zanniyle orucunu kaza niyetiyle tutan esirin niyetleri sahihtir. İbâdetin sahih olması, niyetin aslını yaptığı içindir. Yalnız zanda hata etmiştir. Böyle yerlerde hata afv olunmuştur».

Ben derim ki: Niyetin aslını yapmaktan maksad, kılmak istediği o günün öğle namazını kalbinde tâyin etmiştir, demektir. Bunu eda veya kaza diye vasıflandırması zarar etmez. Ama öğlenin vaktinde öğle namazına kaza diye niyet etmek, bunun hilâfınadır. Bu namaza bu günün öğleni diye niyet etmezse vaktin öğleni namına kâfi değildir. Zira kaza niyetiyle onun bugünün olmaktan çıkarmıştır. Vaktin öğleni olduğuna niyet etmemiştir ki kaza vasfı lağv olsun. Binaenaleyh tâyin bulunmamıştır. Keza bu namaza eda diye niyetlenirse de üzerinde kazaya kalmış bir öğle namazı bulunsa kaza yerine geçmez. Velev ki vakit namazını kılmış olsun. Bu suretle Şâfiî´lerden birinin ortaya attığı meselenin cevabı verilmiş olur.

Mesele şudur: Bir kimse senelerce öğle namazını vaktinden evvel kılmış olsa, tek bir öğlen namazını mı yoksa hepsini mi kaza edecektir?

Bu suale bazıları tek bir öğle namazı kaza edecektir diye cevap vermişlerdir. Şuna binaen ki kazaya diye niyet şart değildir. Binaenaleyh her günün öğle namazı önceki günün kazası olur. Diğerleri bunlara muhâlefet etmişlerdir. Şâfiî´lerin muhakkiklerinden bazıları iki kavlin arasını bulmuş ve şöyle demişlerdir:

«Her gün üzerine farz olan öğle namazına diye niyet eder de şimdi vaktinin girdiğini zannettiği namazla kayıtlanmazsa birincilerin dediği teayyün eder. O namaza şimdi vaktinin girdiğini zannettiği namaz diye niyetlenerek eda eder ise ikincilerin kavli teayyün eder. Çünkü o namazı vakit namazı olmasını kastederek kaza olmaktan çıkarmıştır». Şüphesiz bu tafsilât bizim mezhebimizin kaidelerine de uygundur. Birincilerin sözü mezhebimize uyar. Çünkü «Zeyleî»den naklen yukarıda arzettik ki bir kimse vakit çıktıktan sonra bugünün öğleni diye niyet ederse sahih olur. Çünkü üzerindeki borcu edaya niyet etmiştir. Burada aynı cinsten başka namazlar da yoktur ki kaza olanın gününü tâyin lâzım gelsin. Binaenaleyh boynuna borç olan namaza niyet etmesi kâfidir.

Nitekim «Hılye»den naklen yukarıda geçti. İkincilerin sözü de mezhebimize uyar. Niçin uyduğunu az yukarıda anlattık. Sonra bunun bizim mezhepde oruç hakkında açıkça beyan edildiğini gördüm. Şöyle ki:

Esir bir kimse ayı araştırmak suretiyle senelerce oruç tutsa da sonra her sene ramazandan önce oruç tuttuğu anlaşılsa bazı ulemaya göre her senenin orucu önceki senenin orucu yerine geçer. Bazılarına göre geçmez. «Bahır» sahibi diyor ki: «Muhit»te sahih kabul edildiğine göre bir kimse ramazan orucuna mübhem (belirsiz) olarak niyet etse kaza yerine geçer. İkinci sene nâmına izahlı olarak niyet ederse kaza yerine geçmez. «Bahır» sahibi diyor ki: «Muhit»te sahih kabul edildiğine göre vermiştir: Bir kimse Zeyd zannı ile imama uyar da Amır çıkarsa sahihtir. Fakat Zeyd´e uyar da Amır çıkarsa sahih değildir. Çünkü birincide imama uymuştur. Yalnız zannında hata etmiştir. İkincide Zeyd´e uymuştur. Zeyd olmadığı anlaşılınca kimseye uymamış demektir.

Burada da öyledir. Her senenin orucuna üzerindeki borcu ödemek için niyet ederse o niyet birinci veya ikinci senelere değil, boynuna borç olan oruca taallûk eder. Yalnız zannında hata etmiştir. Çünkü orucun ikinci seneye aid olduğunu sanmışlardır. Binaenaleyh tuttuğu oruç zannettiğine değil, boynuna borç olan oruç yerine geçer».

«Hâsılı boynuna borç olan oruç için hususi sene kaydı koymaksızın niyet ederse geçen senenin orucu yerine sahih olur. Velev ki sonra ki senenin orucu yerine geçecek zannetsin. Bu izahatı ganimet bil!

METİN

Cenaze namazı kılan kimse ALLAH Taâlâ için namaza niyet eder. Meyyit için duaya dahi niyetlenir. Çünkü ona vâcip olan budur. Ve, «ALLAH için namaza meyyit için duaya niyet ettim» der. Ölenin erkek mi kadın mı olduğunda şübhe ederse, «Niyet ettim imamın namazını kıldırdığı kimsenin cenâze namazına uydum imama» der. «Eşbah» sahibi inceleme yaparak ölenin erkek olduğuna niyet eder de kadın çıkarsa yahud bunun aksi olursa câiz olmadığını, fakat ölenlerin sayısını tâyin zarar etmediğini söylemiştir. Ancak ölenlerin çok olduğu anlaşılırsa tâyin zararlıdır. Çünkü fazlası için niyet etmemiştir.

İZAH

Cenâze namazı hakkında «Münye»de de buradaki gibi denilmiştir. «Hılye» sahibi diyor ki: «Muhit-ı Radavî», «Tuhfe» ve «Bedâyî»de beyan edildiğine göre cuma namazına, bayram namazına, cenaze namazına ve vitir namazına diye niyetlenmek lâzımdır. Çünkü tâyin bununla olur. Musannıf´ın söylediği ise sabit bir söz değildir. Ama bununla sadece meyyit için duaya niyet kâfi gelmediğine işaret etmiş de olabilir. Zira cenaze namazında rükû, sücûd, kıraat ve teşehhüd yoktur. Buna bakarak sadece duaya niyet kâfı gelmez, demek istemiş olabilir.

Ben derim ki: Bu söz, «Câmiu´l-Fetevâ»nın ifadesinden daha açıktır. Onun ifadesine göre Musannıf´ın söylediğini yapmak mutlaka lâzım olduğu gibi ölen erkek ise namazına erkek diye niyetlenmek, kadın ise kadın diye, oğlan ise oğlan, kız ise kız diye ayırarak niyet etmek mutlaka lâzımdır. Cenazenin erkek mı, kadın mı olduğunu bilmeyen kimse. «Niyet ettim şu imamın, cenazesini kıldırdığı kimsenin cenaze namazına» diyecektir. Düşünülmelidir!.

Az aşağıda birinci kavili te´yid eden sözler gelecektir. Şu da var ki Halebî´nin inceleyerek beyan ettiğine göre sebebi tâyin etmekte mutlaka lâzımdır. Sebep bir veya fazla olan cenazedir. İki cenazenin birden namazını kılmak isterse ikisine birden niyet eder. Yalnız birinin namazını kılmak isterse onu mutlaka tayin etmesi gerekir.

Şârih´in «Eşbah»dan naklen söyledikleri de bunu te´yid eder. «Çünkü ona vâcip olan budur.» cümlesini Zeyleî böyle söylemiş «Bahır» ve «Nehir» sahipleri de ona uymuşlardır. Bunun vechi İbni Hümâm´ın söylediği gibidir. O şöyle demiştir: «Ulemanın sözlerinden anlaşılıyor ki cenaze namazının rükünleri dua, kıyâm ve tekbirdir. Çünkü ulema cenaze namazının hakikati duadan ibarettir. Bu namazdan maksad duadır demişlerdir».

«Netıf» nam eserde bildirildiğine göre cenâze namazı Ebu Hanîfe ile eshabının kavillerine göre hakikatte duadır. Namaz değildir. Çünkü onda kıraat, rükû ve sücûd yoktur. Hakikatı dua olduğuna göre farz olması da içinde dua edildiğindendir. «Bahır» sahibinin ve diğerlerinin tercih ettiği gibi biz de bu namazda dua rükûn değildir dersek, «Çünkü ona vacip olan budur» cümlesindeki zamir duaya râcidir. Dua rükündür dersek mesele meydandadır. Sair rükünler arasından bunu hassaten zikretmesi bütün rükünlerden maksad dua olduğu içindir. Dua sünnettir dersek duadan murad namazda okunan duanın kendisi değil, namazın mahiyyetidir. Çünkü cenaze namazının hakikatinin dua olduğunu biliyorsun. Namaz kılan meyyit için şefaatcıdır. O, bizzat bu namazla meyyite dua etmektedir. Velev ki duayı dili ile söylemesin. Şu halde «Çünkü ona vacip olan budur.» cümlesi ile «Çünkü ona vacip olan namazdır». denilmiş gibi olur. Burasını böyle halletmek icap eder. Anla!

Halebî´nin beyânına göre Şârih, «Allah için namaza, meyyit için duaya niyet ettim» der, sözü ile kâmil niyeti beyan etmiştir.

Ben derim ki: «Fetevây-ı Hindiye»nin Cenaze Bahsinde muzmerattan naklen şöyle denilmektedir: «İmam ve cemaat niyet ederken, ALLAH´a ibadet için Kâbe´ye dönerek ve imama uyarak şu farîzayı edaya niyet ettim derler. İmam kalbi ile cenaze namazını eda ettiğini düşünse namaz sahih olur. Cemaat de uydum imama dese câizdir». Bu izahtan anlaşılır ki cenaze namazına niyet için Musannıf´ın söylediği siga şart değildir. Sadece kalbi ile cenaze namazını edaya niyet kâfidir. Nitekim «Hılye»den naklen yukarıda arzettik. Cenazenin erkek mi, kadın mı olduğunu tayine lüzum olmadığını da bildirdik. «Câmiu´l-Fetevâ»dan naklen yukarıda geçen sözler buna muhaliftir.

Cenazeye erkek diye niyet eder de kadın olduğu anlaşılırsa namaz câiz değildir. Çünkü cenaze imam gibidir. Onu tâyinde yapılan hata imamın tâyininde yapılan hatâ gibidir. H.

Yani kimin namazını kılacağını tayin edince onun namazı boynuna borç olur. Velev ki tâyinin aslı lâzım olmasın. Nitekim az yukarıda gördük.

«Tahtavî»den «Bahır»dan naklen şöyle denilmiştir: «Cenazeyi filanca zannederek namaza niyetlenir de başkası çıkarsa namaz sahihdir. Fakat filanın namazına diye niyetlenir de başkası çıkarsa sahih değildir. Namaza adı filan olan şu cenazeye diye niyetlenir de başkası çıkarsa câizdir. Çünkü şu diyerek işaretle cenazeyi tarif etmiştir, İsmin yanlışlığına itibar yoktur». Bu izahata göre meselemizdeki câiz olmama suretini işaret etmediği zaman diye kayıtlamak gerekir. Teemmül et!.

Cenâze namazı kılacak olan kimse cenazelerin sayısını tâyin ederse tâyin doğru olsun, yanlış olsun hiçbir surette zarar etmez. Yalnız cenazelerin sayısı onun tâyin ettiğinden daha fazla olursa zarar eder. Çünkü fazlası için niyet etmemiştir. Buradaki «tayin zarar etmez» terkibinin sahih mânâsı budur. Anla!

«Ancak ölenlerin çok olduğu anlaşılırsa tâyin zarar eder. Çünkü fazlası için niyet etmemiştir». Bu söz tâyinde hata eden imam olduğuna göre açıktır. Fakat imama uyan kimse tâyin yapar da yanılırsa, meselâ «İmamın namazlarını kıldığı şu on kişinin namazlarına niyet ettim» der de ondan fazla oldukları meydana çıkarsa zarar etmez. Hem câiz olmamak meselesi imamın meselâ «On kişinin cenâze namazlarına niyet ettim» dediği surete mahsustur. İmam, «Şu on kişinin namazlarına niyet ettim» der de sonra fazla oldukları anlaşılırsa câiz olacağında söz yoktur. Çünkü işaret etmiştir. Bîrî, «Çünkü fazlası için niyet etmemiştir.» ifâdesi üzerine, «O halde kaç sayı tâyin etti ise o kadarının namazı sahih olmak iktiza eder» denilemez. Zira her sayı muayyenin üzerine ziyâde diye tavsif edilebileceğine göre bütün sayılar bâtıldır demiştir». T.

METİN

İmam yalnız kendi namazına niyet eder. Erkeklere imam olursa imama uymanın sahih olması için uyanlara imam olmaya niyet etmek şart değildir. Yalnız birisi kendisine uyarken sevaba nâil olmak için ona imam olmaya niyet etmesi şarttır. Daha önce şart değildir. Nitekim bunu «Eşbah» sahibi incelemiştir. Binaenaleyh imam kimseye imam olmayacağına yemin etse, imam olmaya niyet etmedikçe yemini bozulmaz. Kadınlara imam olursa kadın bir erkeğe muvazi olarak cenazeden başka bir namazda kendisine uyduğu takdirde imama uyması sahih olmak için ona imam olmaya niyet etmesi lâzım gelir. Tâ ki iltizam etmeksizin mühâzat suretiyle fesad lâzım gelmesin.

Kadın, erkeğin hizâsında imama uymazsa meselesinde ihtilâf edilmiştir. Bazıları şart olduğunu söylemiş birtakımları cenazede bil´icmâ cuma ve bayramda ise esah kavle göre şart olmadığı gibi burada da şart değildir. demişlerdir. Bunu «Hulâsa» ve «Eşbah» sahipleri söylemiştir. Bu kavle göre kadın hiçbir erkeğin hizâsında durmazsa namazı tamamdır. Aksi takdirde namaz tamam değildir.

İZAH

İmam yalnız, kendi namazına niyet eder. Çünkü kendi hakkında yalnız kılan gibidir. Bahır.

Yani yalnız kılan hakkında yukarda geçtiği vecihle nasıl bir şey ziyade etmeden namaza niyet şart ise bunda da öyledir. İmama uyan hakkında böyle değildir. Şu halde bu ifâdeden maksat imamın cemaat gibi olduğunu vehmedip cemaat olana imama uymaya niyet etmek nasıl şart ise, imamın da imam olmaya niyet etmesi şarttır. Çünkü her ikisi bir namazda müşterektir, denilmemesidir. Fark şudur: İmama uyan kimseye namazın bozulması imam tarafından lâzım gelir. Binaenaleyh ona imam olmayı iltizam etmesi mutlaka lâzımdır. Nitekim kadınlara imam olmayı niyet etmesi de bunun için şarttır. Nasıl ki az sonra gelecektir.

«İmam olmaya niyet etmedikçe yemin bozulmaz ilh...» cümlesi hakkında «Bahır» sahibi şöyle diyor: «Çünkü yeminin bozulmasının şartı imam olmayı kasdetmektir. Niyet etmedikçe bu şart mevcut değildir». Lâkin «Eşbah» sahibi şunu söylemiştir: «İmam kimseye imam olmayacağına yemin eder de biri kendisine uyarsa uyması sahih olur. Acaba yemini bozulmuş olur mu? «Hâniye»de bildirildiğine göre kazaen yemin bozulur; diyâneten bozulmaz (yani mahkemece yemin bozulur, ALLAH ile kul arasında bozulmaz). Meğer ki namaza başlamazdan önce yeminine şâhid getirmiş olsun! O zaman kazaen dahi yemini bozulmaz.

Keza bu adam cuma namazında cemaate imam olursa namaz sahihdir. Kazaen yemim bozulur. Cenaze namazında ve tilâvet secdesinde cemâate imam olursa yemini asla bozulmaz. Filan kimseye imam olmayacağına yemin eder de bu adam müstesnâ olmak üzere cemaate imam olursa o kimse cemaatle beraber kendisine uyduğu takdirde bilmese bile yemini bozulur. Çünkü başkasına imam olunca istisna ettiği o şahsa da imam olmuş demektir. Ancak yalnız erkeklere imam olmayı niyet eder de kadınlara imamlığı niyet etmezse kadınların uyması câiz değildir. Nitekim «Netıf»de böyle denilmiştir. şimdi birinci surette kazaen yemini nasıl bozulduğu kalır.

İmamlık yukarda arzettiğimiz gibi niyetsiz de sahih olur! Onun için o kimsenin cuması da sahihtir. Halbuki cumanın şartı cemaat bulunmaktır. Lâkin o kimseye iltizam etmeden yemininin bozulması lâzım gelmediği için diyâneten ancak imamlığa niyet ederse yemini bozulur. Ben böyle anladım. Sen Teemmül et!

Kadınlara imam olurken cenaze namazından başka bir namaz diye kayıtlanması cenaze namazında imam olursa kadınlara imam olmaya niyet etmesi bilittifak şart olmadığı içindir. Bunu ileride anlatacaktır. Kadına imam olmaya niyet. namaza başlarken yapılır. Namaza başladıktan sonra câiz değildir. Nitekim Musannıf bunu İmamlık Babında söyleyecektir. Niyet ederken kadının orada bulunması bir rivayette şart. bir rivayette şart değildir. «Bahır» sahibi bu ikinci kavli daha makul görmüştür. «Ta ki iltizam etmeksizin muhazât suretiyle fesad lâzım gelmesin» cümlesinin hâsılı şudur:

«İmam, kadına imam olmayı niyet etmeden kadının ona uyması sahih olsaydı muhazât halinde erkeğin namazının iltizam etmeksizin bozulması lâzım gelirdi. Bu ise câiz değildir. İltizam etmesi ona imam olmayı niyet etmektir. Cenaze namazında kadına imam olmak için niyet etmek bilittifak şart değildir. Çünkü bu namazda erkekle kadının yan yana durması namazı bozmaz».

«Bu kavle göre» yani kadının imama uyabilmesi için imamın ona imam olmaya niyet etmesi şart değildir, diyen kavle göre kadının imama uyması sahihtir. Lâkin henüz ilerlememiş ve gerek imam, gerekse cemaatten hiçbir erkeğin hizasında durmamış olması şarttır. Bu takdirde imama uyarak namazı tamam olur. Aksi takdirde yani ilerler ve bir erkeğin hizasında durursa imama uyması bozulur, namazı da tamam olmaz. Nitekim «Hılye»de de böyle denilmiştir. Bu yalnız cuma ile bayram da şart değildir. Anla!

METİN

Tercih edilen kavle göre kıbleye karşı dönmeyi niyet etmek mutlak surette şart değildir. Bazıları «Kâbe´nin binasını veya Makam-ı İbrahimi yahud mescidin mihrabını niyet etse câiz olmaz.» demişlerse de bu söz mercûh (yani terk edilen) kavle göredir. Nitekim imama uymanın sahih olması için imam tâyini de şart değildir. İmam Zeyd´dir zannederek uyar da sonra Bekir olduğu meydana çıkarsa namaz sahihdir. Ancak imamı ismen tayin eder de sonra başkasının imam olduğu anlaşılırsa namaz sahih olmaz. Ama mihrap gibi bir yerde duran imamı Zeyd bilir de sonra başkası çıkarsa yahud işaret eder, meselâ şu gence uymaya niyet ettim der de o şahıs ihtiyar çıkarsa namaz sahih değildir. Aksini söylerse sahihtir. Çünkü ilminden dolayı genç erkeğe de şeyh denir. (Şeyh kelimesi Arapçada hem ihtiyar, hem hoca efendi mânâsında kullanılır. ilminden dolayı genç erkeğe de şeyh denir. Sözünün mânâsı budur). «Müçtebâ»da şöyle deniliyor: «Bir kimse kendi mezhebinden olmayan imamın arkasında namaz kılmaya niyet eder de sonra imamın kendi mezhebinden olmadığı anlaşılırsa namazı câiz değildir».

FAİDE: Bize göre itibar, verilen isme olduğu için Peygamber (s.a.v.)´in mescidinde kılınan namazın sevabı onun zamanındaki namaza mahsus değildir. Bu bellenmelidir!

ÎZAH

Kıbleye karşı dönmeyi niyet etmek mutlak surette şart değildir. Yani, yakında bulunup Kâbe´yi görene de uzaklardakine de şart değildir. Çünkü Kâbe´nin bulunduğu tarafa dönmek Kâbe´nin âynını niyet etmeden de mümkündür. Şart olan Kabe´nin bulunduğu tarafa dönmektir. Sair şartlarda olduğu gibi bunda da niyet lâzım değildir. Mercûh kavil şudur: «Kâbe´ye uzak veya yakın bulunan herkesin bizzat Kâbe´ye isabet etmek şartiyle ona dönmeleri farzdır. Ama uzak olanlara bu imkân yalnız niyette kaldığı için hüküm niyete intikal etmiştir».

Kabe´nin binâsına dönmeyi niyet etmek câiz değildir. Çünkü Kabe´ den murad binası değil, arsasıdır. Mihrab da Kübe´nin alâmetidir. Makam-ı İbrâhim, Hazret-i İbrahim aleyhisselamın Kâbe´yi bîna ederken üzerine bindiği taştır. Bu söz metinde de beyan edildiği vecihle mercûh kavle göre söylenmiştir. Nitekim böyle olduğu «Hılye»den naklen «Bahır»da da beyan edilmiştir. Ve açıktır. Çünkü Kabe´yi niyet etmek şarttır, diyene göre bu niyet olmaksızın namaz câiz değildir. Kabe´den başkasını niyet ederse namazın câiz olmayacağı evleviyette kalır.

Biliyorsun ki Kâbe arsanın ismidir. Binâyı veya mihrabı veya Makam-ı İbrahim´i niyet eden Kâbe´yi niyet etmemiş demektir. İşte mercûh yani, terk edilen kavil budur. Tercih edilen makbul kavle göre ise Kâbe´yi niyet şart olmadığı için kıbleye karşı dönmek tahakkuk ettikten sonra başkasına niyet etmek zarar etmez. Şart olan kıblenin bulunduğu tarafa dönmektir. Lâkin bu söze İsmail Nablûsî itiraz etmiş, bunun kabul edilmeyeceğini söylemiştir. Çünkü «Bedâyî»de, «Efdal olan Kâbe´yi niyet etmemektir. Zira döndüğü cihetin Kâbe hizasına gelmemesi ihtimali vardır. Böyle olursa namazı câiz değildir.» denilmiştir. «Bedâyî»nin bu sözünden anlaşılan şudur:

Bir kimse niyet ettiği tarafın aksine dönerse namazı câiz değildir. Lâkin Kâbe´nin binasını ve emsalini niyet eden kimsenin namazı câiz olmayacağına bu sözde delâlet olmadığı meydandadır. O, sadece böyle yapılmaması efdal olduğuna delâlet ediyor. Binaenaleyh Şârih´in «Bahır» ve «Hılye»ye uyarak burada söyledikleri doğrudur. Anla!..

Evet, «Münye» şerhinde bildirildiğine göre kıbleye niyet şart değil ise de kıbleden dönmemeye niyet şarttır. Bu izaha göre mesele mercûh kavle göre değil, tercih edilen makbul kavle göre getirilmiştir. Bir kimse imam Zeyd´dir zannederek ona uyar da sonra başkası olduğu anlaşılırsa namaz sahihdir. Çünkü o kimse mevcud imama uymayı niyet etmiştir. İsmini başka zannetmesi zarar etmez. «Hılye»de, «İtibar gördüğüne değil, niyet ettiğinedir.» denilmiştir.

Bu izahtan anlaşıldığına göre imamın Zeyd olduğunu itikad etse de başkası çıksa hüküm yine birdir. Çünkü gerek zan, gerek itikad suretiyle olsun o şahıs bu imama uymaya niyet etmiştir. Anla!

Ancak imamı ismen tayin eder yani, mevcud imama uymayı niyet etmez de ismini söylesin söylemesin Zeyd´e uymayı niyet ederse, başkası çıktığı takdirde namaz sahih olmaz. Çünkü «Münye»de şöyle denilmiştir: «Ancak Zeyd´e uymaya niyet ettim der yahud ona uymaya niyet ederse o başka». Burada imamın Amır olduğu anlaşılınca imama uyması sahih değildir. Çünkü itibar niyet ettiğinedir. O şahsın niyeti bu imamdan başkasına uymaktı.

«Ancak hususî bir sıfatla işaret eden meselâ şu gence uymaya niyet ettim der de o şahıs ihtiyar çıkarsa namaz sahih değildir». Bu söze şöyle itiraz edilmiştir:

«Bu surette işaretle isim bir araya gelmiştir. Binaenaleyh ismin lağv olması (hükümsüz kalması) icap ederdi. Nasıl ki Zeyd olan şu imama uydum dese isim lağv olurdu». Cevap şudur:

İsmi hükümsüz bırakmak mutlak değildir. «Hidâye»nin Mehir Bâbında şöyle denilmiştir: «Kaide şudur ki mehr-i müsemma (adı konmuş mehir) işaret edilenin cinsinden ise akd işaret edilen üzerine olur. Çünkü adı konulan mehir zat itibariyle işaret edilenin içindedir. Vasıf ona tâbidir. Ama işaret edilenin cinsinden değil ise akd adı konulan mehre teallûk eder. Çünkü adı konulan mehir o işaret edilenin mislidir. Ona tabi değildir. Tarifte isim söylemek daha yerindedir. Çünkü tarif hakikatı bildirir. İşaret ise zatı bildirir. Görmez misin ki, bir kimse yakuttur diye bir yüzük taşı satın alır da cam çıkarsa, akd olmuş sayılmaz. Çünkü yakutla camın cinsleri muhteliftir. Ama kırmızı yakuttur diye satın alır da yeşil yakut çıkarsa akd olmuş sayılır. Çünkü cinsi birdir».

«Hidâye» şârihleri bu kaidenin nikâh, alışveriş, icâre ve diğer akidlerde müttefekun aleyh olduğunu söylemişlerdir. Bundan sonra şunu da bil ki Zeyd ile Amır vasıf ve müşehhasatta ayrı olsalar da zat itibariyle ikisi de birdir. Zira âlemde nazar-ı itibara alınan zattır. Binaenaleyh imama uymak isteyen kimsenin, «Adı Zeyd olan şu imama» diyerek niyetlendikten sonra işaret ettiği şahıs Amır çıkarsa. ismini verdiği kimse ile işaret ettiği kimse başka başka kimseler olur ve isim hükümsüz bırakılarak işaret muteber kalır. Çünkü her iki şahıs bir cinsdendir. Ve o imama uymak sahihtir. Ama şeyh ve genç tâbirleri birtakım vasıflardır ki onlarda zat değil. sıfatlar nazar-ı itibara alınır. Malumdur ki ihtiyarlık sıfatı gençlik sıfatına aykırıdır. Böylece onlar iki cins olurlar. Şu gence uymaya niyet ediyorum der de o şahıs ihtiyar çıkarsa uyması sahih değildir. Çünkü onu hususî bir sıfatla vasıflandırmıştır.

İhtiyarlık çağına varan kimse bu sıfatla vasıflanmaz. Burada işaret isme uymamıştır. Cinsi de başka başkadır. Binaenaleyh işaret hükümsüz bırakılır. Genç ismi muteber olur ve o kimse orada mevcud olmayan birine uymuş olur. Meselâ Zeyd´e uymuş da başkası çıkmış gibi olur. Ama şu şeyhe der de sonra onun genç olduğu anlaşılırsa namaz sahihdir. Çünkü şeyh kelimesi kullanılan dilde yaşça büyük olanla kıymetçe büyük olan arasında ortaktır. Meselâ alim kıymetçe büyük insandır. Bu ikinci mânâya bakarak gence şeyh demek doğru olur. Demek ki işaret edilen şahısta birbirine muhalif olmayan iki sıfat bir araya gelmiştir. Bunların birisi hükümsüz bırakılmaz ve o kimseye uymak sahih olur. Bunun benzeri şudur:

Bir kimse «Şu dişi köpek boştur; yahud şu eşek hürdür.» dese kadın boş düşer, köle de azâd olur. Ulema bunu açıkça beyan etmişlerdir. Halbuki işaret edilen kadın ile köle verilen isimlerin cinsinden değildir. Yani, ne kadın dişi köpektir, ne de köle eşektir. Lâkin sövme makamında insana mecazen köpek ve eşek denilebildiği için cinsde değişiklik olmamış, işaret de hükümsüz sayılmamıştır. Benim âcizâne anladığım budur.

«Müctebâ»daki meselenin izahı şudur: O kimse kendi mezhebinin imamına uymayı niyet etmiştir. İmamın başka mezhebden olduğu anlaşılınca evvelce «Münye»den naklen arzettiğimiz vecihle mevcud olmayan imama uymuş olur. Namazın câiz olmaması bundandır. Buradaki fâideyi imama uyma meselesinden çıkaran Şeyhülislâm Aynî´dir. Bunu Buharî şerhinde beyan etmiştir. Nitekim «Eşbah»da da mevcuttur. Bu meselenin´ aslı Peygamber (s.a.v.)´in sahih bir hadiste, «Benim şu mescîdimde kılınan bir namaz başka mescidlerde kılınan bin namazdan daha hayırlıdır. Yalnız Kâbe müstesnâ.» buyurmuş olmasıdır.

Malumdur ki, Peygamberimizin mescidine ilâveler yapılmıştır. Ona evvelâ Hazret-i Ömer, sonra Hazret-i Osman, sonra Velîd daha sonra da Mehdî ilâveler yapmışlardır. Bu işaretle Peygamber (s.a.v.)´e izâfe edilen mescid kastedilmiştir. Şüphesiz ki bugün mevcud olan mescidin bütününe Peygamber (s.a.v.)´in mescidi denir. Şu halde bir şeye işaretle isim bir araya gelmiş ve isim hükümsüz bırakılmamıştır. Binaenaleyh hadîsde zikredilen kat kat sevap mescide yapılan ilavelerde de mevcuttur.

Îmam Nevevî işâretle amel ederek bu sevabı peygamber (s.a.v.) zamanına tahsis etmiştir. Gerçi, «Benim şu mescidim San´aya kadar uzatılsa yine benim mescidimdir.» meâlinde bir hadîs var ise de mezkûr hadîsin torikleri pek zaif olduğundan amellerin. fazileti bâbında onunla amel edilemez. Nitekim bunu Sehavî «el-Makâsıdü´l-Hasene» adlı eserinde zikretmiştir. Bu hadîsin izahı şudur: Rasulullah (s.a.v.) işaretini o gün mevcud olan arsaya mahsus olmak üzere yapmıştır. Yapılan ilâveler onda dahil değildir. Dahil olmak için mutlaka bir delil lâzımdır.

Ben derim ki: Bunu şu da te´yid eder: Yeminler Bahsinde eve girmemeye Yemin Bâbında «Bedâyî»den naklen geleceği vecihle bir kimse ben bu mescide girmem, diye yemin eder de mescide bir hisse ziyade edildikten sonra girerse yemininden dönmüş olmaz. Meğer ki filan oğullarının mescidi demiş ola. Mescid yerine hâne dese hüküm yine böyledir. Çünkü yeminini izafet üzerine yapmıştır. İzafet yapılan ilavelerde de mevcuddur. Buna şöyle cevap verilebilir:

Bahsettiğimiz mesele ikincisi (yani izafet) kabilindendir. Hâdisin tariklerinden bazısında ismi işaretin zikredilmemesi de bunu te´yid eder. İsmi işaretin zikredildiği tariklerde ise işaret arsayı tahsisi için değil, Medine mescidinden başka Rasûlüllah (s.a.v.)´e nisbet edilen sair mescidlerin de bu hadîsde dahil olduğu tevehhüm edilmesin diyedir. Bu mescidlerin neler olduğunu Siyer sahibleri beyan etmişlerdir. Allahu a´lem.

METİN

A L T I N C I S I:
Kıbleye karşı dönmektir. Bu yâ hakikaten ya hükmen olur. Dönmekten âciz olan kimse hükmen kıbleye dönmüş gibidir. Kıbleye dönmenin şartı dönmek istemekten ibâret değil, fiilen dönmektir. Bu imtihan için ziyâde edilmiş bir şarttır. Âcizden sâkıt olur hatta Kâbe´nin kendisi için secde eden kâfirdir.

Mekke´de yaşayan için Kâbe´nin aynına isabet şarttır. Medine´de yaşayan için de böyledir. Zira Medine´nin kıblesi vahiy ile sabittir Kâbe´nin aynına isabet onu görene de görmeyene de şâmildir. Lâkin «Bahır» nam eserde bu kavlin zaif olduğu bildirilmiştir. Esah kavle göre bir kimse ile Kâbe arasında görülmeye mâni bir şey bulunursa o kimse uzaktaki gibidir. Musannıf «Mineh»de bunu kabul etmiş, «Mekke»de yaşayan için sözümden murad Kâbe´yi gören Mekkelidir.» demiştir. Mekkelilerden başkası yani Kâbe´yi görmeyen için kıblenin bulunduğu tarafa isabet gerekir. Öyle ki kıbleye dönen kimsenin yüzünün bir kısmı Kâbe´ye, yahud Kâbe´nin üstündeki havaya doğru bakacaktır. Meselâ memleketlerden birinde hakikaten kıbleye dönen bir kimsenin yüzünden başlayarak dik açı üzerinden ufuğa doğru Kâbe´den ve Kâbe üzerinden gecen bir hat farz edilir. Başka bir hatta sağından solundan onu iki dik acıya ayıracak şekilde kesecektir. Mineh.

İZAH

«Bu, imtihan için ziyâde edilmiş bir şarttır». Yani maksad olan o değildir. Kendisine secde edilen ALLAH Taâlâ´dır. T.

Yahud bu sözden murad, bazan zaruret olmadan da bu şartın sâkıt olmasıdır. Nitekim şehir dışında hayvan üzerinde namaz kılan kimseden sâkıttır. Bunun benzeri, zâid rükünü izah ederken yukarda söylediğimiz kıraat meselesidir. Burada münâsip olan Şârih´in «âcizden dûla» sâkıt olur.» diyeceğine «Bazen âcizsiz de sâkıt olur.» demesi idi. Yoksa bütün şartlar böyledir (Yani acizden dolayı sâkıt olurlar).

Kıbleye dönmeyi ALLAH Taâlâ mükellef kulları imtihan için şart kılmıştır. Çünkü ALLAH Teâlâyı cihetten münezzeh itikad eden bir mükellefin tabiatı namazda hususî bir tarafa dönmemeyi iktiza eder:

İşte AIIah Taâlâ itaat edecekler mi, etmeyecekler mi? diye denemek için kullarına tabiatları iktizasının zıddını emir etmiştir. Nitekim «Bahır» da da böyle denilmiştir. H.

Ben derim ki: Bu, ALLAH Teâlâ´nın melekleri Hazret-i Âdem´e secde etmekle denemesi gibidir. Hazret-i Adem´i meleklerin secdesine kıble yapmıştır. Kıbleye dönmek ziyade bir şart olduğu içindir ki, bizzat Kâbe için secde eden kâfir olur. Zira secde ALLAH Taâlâ için yapılır. Kâbe´nin aynine isabet «Onu görene de görmeyene de şâmildir». Yani Mekke´de olup da Kâbe´yi görenle arada duvar gibi bir mâniden dolayı Kâbe´yi göremeyen kimseler için Kâbe´nin aynına isabet şarttır. O suretle ki aradan mâni kaldırılmış olsa yüzü Kâbe´nin kendisine isâbet etmelidir.

Musannıf «Mineh»de Kâbe ile aralarında mâni bulunduğu için onu göremeyen Mekkeliyi uzaktakiler gibi saymış ise de «Zadü´l-Fakîr» şerhinde, «Metinlerle şerhlerin ve fetvâ kitaplarının mutlak ibâreleri gösteriyor ki tercih edilen kavle göre arada mâni bulunup bulunmamasının farkı yoktur» demiştir.

«Öyle ki kıbleye dönen bir kimsenin yüzünün bir kısmı Kâbe´ye yahud Kâbe´nin üstündeki havaya doğru bakacaktır ilh...» şârihin buradaki izahatı maksadı anlaşılmayacak kadar kısadır. Evvela bilmiş ol ki, hendese ulemasının ıstılâhına göre satıh uzunluğu ve genişliği olup derinliği olmayan şeydir. Dik açı doğru bir çizginin iki tarafında meydana gelen birbirine müsavî iki açının biridir. Açılar birbirine müsavî değillerse küçük olana dar açı, büyüğüne geniş açı derler. Sonra malûmun olsun ki, «Mi´rac» sahibi şeyhinden naklen şöyle demiştir:

«Kâbe tarafı insan Yüzünü döndüğü vakit Kâbe´nin yahud havasının yüzüne geldiği taraftır. Bu yâ tahkikî ya takribî olur. Tahkikînin mânâsı insanın yüzünden ufka doğru dik açı üzerinde gittiği farzedilen ve Kâbe´nin yahud havasının üzerinden geçen hattır.

Takribînin mânâsı yüz tamamiyle dönmeyip bir kısmı Kâbe´ye veya Kâbe´nin üstündeki havaya dönük kalmak şartiyle biraz Kâbe´den ayrılıp yana dönmektir. Bu, şöyle izah olunur: Yakın bir Ben derim ki: Dürer´in ibaresindeki sağına ve soluna almanın mânâsı budur. Gözünü aç! Kâbe´nin ciheti delille de bilinebilir. Köy ve kasabalarda bu delil, sahabe ve tabiînin yaptıkları mihraplardır. Çöl ve denizlerde ise kutup gibi yıldızlardır. Aksi halde bilene sorulur. Böyle bir kimse seslendiği vakit işittirecek kadar uzakta olacaktır.

İZAH

Sağına soluna almaktan murad Kâbe´nin aynından sağ ve sol taraflara intikal etmektir. Yoksa Kâbe´den ayrılmak değildir. Lâkin ulemanın sözleri arasında Kâbe´den ayrılmanın zarar vermeyeceğine delâlet eden cümleler vardır.

Kuhistanî´de, «Tamamen karşısına dönmek ortadan kalkmayacak şekilde bir parça yanlamakta beis yoktur. Yüzün bir kısmı Kâbe tarafına doğru kalırsa kâfidir.» denilmiştir. Zadü´l-Fakîr şerhinde de şu ibare vardır: «Bazı mutemed kitaplarda Kâbe´nin bulunduğu tarafa doğru dönmek hususunda birçok kaviller vardır. Bunların doğruya en yakın olanı iki kavildir:

Birincisi yazın en uzun günlerinde, kışın da en kısa günlerinde güneş batarken battığı yeri tesbit ederek ikisinin arasını üçe ayırmaktır. Bu mesafenin üçte ikisini sağ omuzu hizasına alınca kıble bulunmuş olur. Böyle yapmaz da, yaz ve kış için güneşin battığı tesbit edilen iki yerin arasında durarak kılarsa câizdir. Bundan dışarıya durursa bilittifak câiz değildir.» Bu izahat kısaltılarak alınmıştır. Münyetü´l-Musallî´de Emâli´l-Fetâvâ´dan naklen şöyle deniliyor: «Bizim memleketlerde yani Semerkand taraflarında kıblenin haddi güneşin yaz ve kış battığı iki yerin ortasıdır (Yani kıbleyi bulmak isteyen sağ omuzunu o tarafa vererek durunca Kâbe onun karşısına gelir.) Güneşin yaz ve kış battığı noktalardan dışarda kalan bir tarafa doğru kılarsa namazı bozulur».

Metinde Namazın Müfsidleri Bahsinde geleceği vecihle özürsüz olarak göğsünü kıbleden çevirmekle namaz bozulur. Bundan anlaşılır ki, azıcık inhiraf etmek zarar vermez. Yüzün bir kısmını Kâbe´ye yahud Kâbenin üzerindeki havaya karşı kaldığı hal bu haldir. Yüzden, yahud yüzün bir tarafından çıktığı farzedilen hat, Kâbe´nin veya havasının üzerinden doğru olarak geçmelidir. Bu hattın namaz kılanın alnından çıkması şart değildir. Oradan da yüzün kenarlarından da çıksa câizdir. Nitekim «Dürer» sahibinin sözü de buna delâlet eder! O bu makamda namaz kılanın cebini tâbirini kullanmıştır. Cebin alnın iki tarafıdır. Fetih ve Bahırın, «Namazı bozacak kadar kıbleden ayrılmak maşrıklardan mağriblere geçmekle olur.» sözleri bizim izah ettiğimiz mânâya hamlolunur. Burada benim anladığım bundan ibarettir. Allahu a´lem.

«Gözünü aç» tâbiri anlattığımızın inceliğine ve itiraz için acele etmemek gerektiğine işarettir. Bununla beraber şârih anlamamakla itham etmişlerdir. Anla!

Köy ve kasabalarda Kâbe´nin delili sahabe ve tâbiînin yaptıkları mihrablardır. Binaenaleyh o mihrablar dururken Kâbe´nin ne tarafta olduğunu araştırmak câiz değildir. Zeyleî.

Bilakis bize düşen onlara tâbi olmaktır. Hâniye.

Mutemed ve zekî astronomi âliminin: Bu mihrablarda inhiraf vardır. sözüne itimad edilemez. Şâfi´ler bütün bunlarda bize muhalîftir. Nitekim «Fetevâyı Hayriyye» sahibi bunu izah etmiştir. Binaenaleyh «Dımaşk´taki Emevî camiînin kıblesi ile onun kıblesine göre yapılan ekseri mescidlerinin kıblelerinde biraz yamukluk vardır. Dımaşk´ta kıblesi en doğru olan mescid Hanbelîlerin dağ eteğindeki camiîdir gibi sözlere sakın kulak asma! Zira şübhe yoktur ki Dımaşk´taki Emevî camiînin kıblesini eshab-ı kiram orasını feth edelidenberi gerek sahabeden gerekse onlardan sonra gelenlerden içinde namaz kılanlar, hata edip etmediğini bilmediğimiz bir astronomi âliminden daha iyi bilirler ve onlar daha mutemeddirler. Hatta onların bu hâli astronomi bilgininin hataya düştüğünü tercih ettirir. Bütün hayır, selefe tâbi olmaktadır.

Kutup yıldızı ile kıbleyi tâyin etmek en kuvvetli bir delildir. Kutupyıldızı, küçükayı denilen takım yıldızların en ucunda bulunan tek yıldızdır. Daima kuzeyde gözükür sabit bir yıldızdır. Kûfe´de, Bağdad´ta ve Hemedan´da bulunan bir kimse ayakta durur ve bu yıldızı sağ kulağının arkasına alırsa tam kıbleye karşı durmuş olur. Mısır´da olan bir kimse onu sol omuzu ile boynu arasına, Irak´daki sağ omuzuna, Yemen´ deki sol tarafına gelmek şartiyle önüne, Şam´daki arkasına alır. Bahır.

İbni Hacer´in beyanına göre bazıları, «Dımaşk´ta ve ona yakın yerlerde bulunan kimse biraz doğuya döner» demişlerdir. Şârihler kıble için başka alâmetler de söylemişlerdir. Ki ekserisi kendi memleketlerinin semtine göredir. Bunlardan biri «Zadü´l-Fakîr» şerhi ile «Münye»den naklettiğimizdir. Bu alâmet Semerkantlılarla o semtte yaşayanların kıblesidir.

«Fettal» hâşiyesinde beyan edildiğine göre Bercendî şöyle demiştir: «Şübhesiz ki kıble beldelere göre değişir. Ulemanın söyledikleri muayyen bir beldeye göre doğrudur. Kıble işi ancak hesap ve hendese kaidelerine göre tahakkuk eder. Meselâ Mekke´nin ekvatordan ve batı taraftan ne kadar uzakta olduğu bilinecek, farzedilen yerin uzaklığı aynı şekilde bilindikten sonra bu kaidelerle ölçülerek kıble semti tahakkuk edecektir».

Lâkin Kuhistânî şöyle demiştir: «Bazıları kıble tâyinini birtakım fizik bilgilerine istinâd ettirmişlerdir. Ancak allâme Buhârî «Keşif» nâmındaki eserinde bizim ulemamız buna itibar etmemişlerdir demektedir.

«Nehir» adlı kitapta bildirildiğine göre yıldızların delâleti bazı ulemaya göre muteber, bazılarına göre muteber değildir. «Nehir» sahibi «Metinlerin mutlak ifadesi buna hamledilir.» demiştir.

Ben derim ki: Metinlerde yıldızların itibar edilmediğini gösteren bir şey görmedim. Bize kıbleyi tâyine vasıta olan yıldızları öğrenmek düşer.

Taâlâ Hazretleri, «Yıldızlan da onlarla yol bulasınız diye halk ettik.» buyurmuştur. Şu da var ki bütün dünya camilerinin hatta Minâ´nın mihrapları araştırma ile kurulmuştur. Nitekim «Bahır»da nakledilmiştir. Şüphesiz ki en kuvvetli delil yıldızlardır. Anlaşıldığına göre yıldızların itibara alınmaması hususundaki hilâf ancak eski mihraplar bulunan yerlerdedir. Zira yukarda arzettiğimiz gibi onlar varken araştırma yapmak câiz değildir. Tâ ki selef-i salihini ve Müslümanların cumhurunu hataya nisbet lâzım gelmesin. Kırda, çölde olursa iş değişir. Oralarda yıldızlarla emsalini nazarı itibara almak vacip olsa gerektir. Çünkü gerek ulemamız, gerekse başkaları yıldızların muteber alâmet olduklarını açıklamışlardır. Binaenaleyh namaz vakitleri ile kıble hususunda mutemed ulemanın söylediklerine ve bu hususta icad ettikleri irtifa tahtası, usturlap gibi âletlere itimad gerekir. Zira bu âletler her ne kadar yüzde yüz ilim ifâde etmeseler de onlardan anlayanlara galebe-i zan ifâde ederler. Bu hususta galebe-i zan da kâfidir. Buna, «Ulemamız ramazan ayının girmesi hakkında astronomi âlimlerinin sözlerine itimad edilmeyeceğini açıkça söylemişlerdir.» diye itiraz edilemez. Çünkü bu sözün esası orucun farzıyeti, «Hilâli görürseniz oruç tutun!» hadîs-i şerifi ile hilâlin görülmesine bağlanmıştır. Hilâlın doğması görülmesine bağlı değil, astronomi kaidelerine göredir. Bu kaideler haddi zatında doğru da olsalar ay filan gece doğar da bazen görülür, bazen görülmeyebilir. Şârih Taâlâ Hazretleri orucun farz olmasını, ayın doğmasına değil. görülmesine bağlamıştır. Benim anladığım budur. Allahu a´lem.

«Aksi halde bilene sorulur». Yani o yerde eski mihraplar yoksa oralılardan şâhidliği kabul edilecek kıbleyi bilen birine sorar. Soracağı kimse seslendiği vakit işitecek kadar yakında olacaktır. Kıbleyi bilmeyen kimseye sormakta bir faide yoktur. Şahidliği kabul edilmeyen kâfir ve fâsık ve çocuk gibi kimselere sorulmaması diyanete aid hususatta doğru söylediğine kalbi kanaat etmedikçe haberine itimad olunmadığı içindir. Kıble hususunda âdil bir kimsenin sözü kabul edilir. Nitekim «Nihâye»de de böyle denilmiştir. Ama sorulan şahıs oralı değilse kendi reyine göre haber verir. Binaenaleyh ona da itimad edilmez. O yer ahalisinden kimse bulunmazsa namaz kılacak kimse kıbleyi araştırır. Aşağıda görüleceği vecihle kapı kapı gezerek soruşturması vacip değildir. Oralı diye kayıtlanmasına bakılırsa soruşturmanın vacip olması şehre mahsustur. Kırda, çölde vacip değildir. «Bedayî»nin ifâdesi buna muhaliftir. Orada şöyle deniliyor:

«Şüphe etmek suretiyle kıbleyi tâyinden âciz kalır. Yani karanlık bir gecede çölde bulunur da kıbleyi gösteren alâmetleri de bilemezse yanında soracak bir kimse bulunduğu takdirde araştırması câiz değildir. Bilakis sorması icap eder. Zira söylediğimiz vecihle sormak. araştırmaktan daha kuvvetlidir.»

«Zahîre»de çölde kıbleyi haber veren kimsenin bilir bir kimse olması şart koşulmuştur.

Fakîh Ebu Bekir´den de şunu nakletmiştir: Ebu Bekir´e kırda çölde olan kimse kıbleyi sorar da iki adam kıblenin şu tarafta olduğunu haber verir. Kendi araştırması neticesi kalbi başka tarafa yatarsa ne bu? yürürsün? diye sorulmuş da, «O iki kişinin kıbleyi bildiklerine kanaat getirirse mutlaka onların kavli ile amel eder. Kanaat getirmezse amel etmez.» demiştir.

«Hâniye» ve «Tecnis» sahipleri o iki kişinin o yer halkından olmalarını şart koşmuşlardır. «Tecnis»de şöyle denilmiştir: « O yer halkından olmazlar da soran gibi onlar da yolcu bulunurlarsa sözlerine kulak asmaz. Çünkü kendi reylerini söylerler. Kişi başkasının reyi ile kendi reyini bırakamaz». Anlaşılıyor ki, iki kişinin o yer halkından olmalarının şart koşulmasından murad, kıbleyi bilir olmalarıdır. Çünkü sözümüz kır ve çöl hakkındadır. Bu yerlerin ahalisi yoktur. Meğer ki çadırda yaşayanlar kastedilmiş ola. Bu takdirde o iki kişi çadır halkından olabilir. Bir yerin halkından olan kimse oraya aid hususatı başkasından daha çok bilir. Binaenaleyh bu söz yukarıda «Zahîre»den naklettiğimiz bilir olmak şartına aykırı değildir. Hatta o iki kişi o yer halkından olurlar da kıble hakkında bilgileri bulunmazsa, sözlerine kulak verilmez. Hükme sebep, ancak bilgidir. Bazen o iki kişi soran gibi yolcu olurlar. Ama çok başlarına geldiği için o yerde kıbleyi tayin hususunda bilgileri, yahud araştırmadan daha üstün bir tayin usulleri vardır.

Sonra şunu da bil ki, yukarıda «Bedâyi»den naklettiğimiz «karanlık gecede ilh...» meselesi kırda yıldızlarla istidlâl etmenin soruşturmadan üstün olmasını iktiza eder. Soruşturma da araştırmadan üstündür. Binaenaleyh hulâsa şöyle olur: Şehirde kıbleye istidlâl, ancak eski mihraplarla olur. Mihraplar yoksa o yer halkına sorulur. Kırda ise yıldızlarla istidlâl edilir. Havanın bulutlu olması yahud yıldızları bilmemek sebebiyle bu mümkün olmazsa bilene sorulur. Bileni de bulunmazsa araştırılır. Kezâ birine sorar da söylemezse araştırır, hatta kıbleyi araştırarak namazı kıldıktan sonra haber verirse, namazını tekrarlamaz. «Münye»de de böyle denilmiştir. Aynı eserde bildirildiğine göre sormaz da araştırarak kılarsa isabet ettiği takdirde câiz, isabet etmezse câiz değildir. Âmâ´ nın hükmü de böyledir. Araştırma meseleleri ileride gelecektir. «Bahır» sâhibi «Zahîriye»nin sözünü tercih etmiştir. «Zahîriye»de şöyle denilmektedir:

«Bir kimse hava açık olduğu halde çölde kıbleyi araştırarak namaz kılar; ancak yıldızları bilmezse, hata ettiği anlaşıldığı takdirde namazı câiz değildir. Çünkü güneş, ay ve emsali açık delilleri bilmemek hususunda kimse mazur sayılamaz. Ama astronomi ilminin inceliklerini. sabit yıldızların şekillerini bilmezse mazur olur».

METİN

Kıble´de muteber olan bina değil arsadır. Arsa yedi kat yerden Arş-ı âlâya kadardır. Hastalık, malın zâyi olacağından korku gibi bir sebepten dolayı dönmekten âciz olan kimsenin kıblesi muktedir olduğu cihettir. İmam A´zam´a göre hastayı kıbleye döndürecek kimse bulunsa bile yine âciz sayılır. Namazın rükünleri kendisinden sâkıt olan kimse de böyledir. Âciz kimse düşman görecek korkusu ile namazı yatarak imâ ile kılsa bile o namazı tekrarlamaz. Çünkü taat takata göredir.

İZAH

«Kıble´de muteber olan binâ değil arsadır». Yani Kâbe´nin arsasına yahud arsanın bulunduğu cihete dönmek icap eder.

Lügatta arsa: Binaların arasında bulunan binasız geniş yerdir. Burada ondan maksad Kâbe-i şerifin bulunduğu sahadır. Kâbe´nin binası muteber değildir. Onun için bina başka yerde nakledilse ona dönerek namaz kılmak câiz değildir. Namaz, Kâbe´nin yerine dönerek kılınır. Farz olan budur. Nitekim Camiu´s-Sağîr´den naklen «Fetevâyı Sofîye»de de böyle denilmiştir.

«Bahır» nam eserde «Iddetü´l-Fetevâ»dan naklen şu izahat verilmiştir:

«Kâbe keramet sahiplerinin ziyareti için yerinden kaldırılırsa o halde yerine doğru namaz kılmak câizdir».

«Müctebâ»da beyan edildiğine göre Kâbe´nin binası Abdullah İbni Zübeyr zamanında Hazret-i İbrahim´in temelleri üzerine yenilenmiştir. Haccac zamanında ise ilk şekli üzere bina edilmek için halk namaz kılarken yıktırılmıştır.

Fettal, «Bahır»ın naklettiği ibâre «Fetevây-ı Attabiye»den naklen «Tatarhâniyye»de de mevcuttur.

Hayreddin-i Remlî diyor ki: «Bu hikâye evliyanın kerameti hakkında açıktır. Bununla imamımıza kerâmet yoktur sözünü nisbet eden kimseye red cevabı verilir. Bu hususta sözün tamamı nesebin sübûtu babında gelecektir.

Kıblenin yedi kat yerden Arş-ı âlâya kadar olduğunu «Fetevây-ı Sofiye» sahibi Hucendi´ye nisbet ederek açıklamış, sonra şunları söylemiştir: «Bir kimse yüksek dağların tepesinde ve derin kuyuların dibinde namaz kılsa caiz olur. Fettal.

Arsa değil de bina muteber bu caiz olamazdı. Binaenaleyh tefrih sahihtir.

İmam A´zam´a göre «Hastayı kıbleye döndürecek kimse bulunsa bile yine âciz sayılır». Ona göre başkasının kudretiyle muktedir olan kimse âcizdir. Zira kul, başkasının kudretiyle değil, kendi kudretiyle mükellef olur. İmameyn buna muhaliftir. Onlara göre hastayı kıbleye çevirecek kimse bulunursa dönmesi lâzım gelir. «Münye», «Mineh», «Dürer» ve «Fetih» sahipleri hilâf zikretmeksizin İmameyn kavline cezm etmişlerdir. Bu mesele abdest almaktan âciz olup da aldıracak kimse bulan meselesine muhaliftir. Zira o kimsenin abdest alması lâzımdır. Zâhir mezhebe göre teyemmüm etmesi bilittifak câiz değildir. Bazıları bunda da hilâf olduğunu söylemişlerdir. Farkı Teyemmüm Bâbında görmüştük. Oraya müracaat et. Âcizin malı var da geçer ücretle hizmet edecek bir çırak bulursa tutması İmameyn´e göre lâzım mıdır değil midir? İmameyn teyemmümde lâzım olduğunu söylemişlerdir. Bundan bahseden kimse görmedim. Ama lâzım olması gerekir. Sonra bu meseleyi İsmail Nablusî´nin şerhinde Ravza´dan nakledildiğini gördüm. Ama ücreti yarım dirhemden az diye kayıtlamış. Yarım dirhem veya daha fazla isterse vermesi lâzım gelmez diyor. Anlâşılıyor ki, bundan murad geçer yevmiyedir. Nitekim Teyemmüm Bahsînde ulemanın bunu böyle izah ettiklerini görmüştük.

Namaz kılan kimse kıbleye dönerse malının çalınmakla veya başka bir sebeple zayi olacağından korkarsa âciz sayılır. Malın kendisinin veya başkasının olmasıyle az veya çok olması hükmen müsavidir. T.

Şârih bunu kimseye nisbet etmemiştir. Araştırılmalıdır. Evet Namazı Bozan Şeyler Babında geleceği vecihle kendinin olsun başkasının olsun bir dirhem kıymetinde bir malın elden gitmesi korkusu ile namazı yarıda bırakmak câizdir. «Namazın rükünleri kendisinden sakıt olan kimse de böyledir». Yani onun kıblesi de muktedir olduğu taraftır.

«Bahır» sahibi diyor ki: «Özür gemide bir tahta üzerinde olup yanıldığı zaman boğulacağından korkan kimse ile çamurda olup kuru yer bulamayan kimseye, huysuz hayvan üzerinde olup inmiş olsa yardımcısız binemeyecek kimseye ve keza fazla ihtiyar olup yardımcısız hayvana binemeyen ve yardımcı da bulamayan kimselere şâmildir. Böyle bir kimseye nasıl farz namaz bile hayvan üzerinde câiz ve rükünler kendisinden sakıt olursa imkân bulamadığı vakit kıbleye dönmek de öylece sâkıttır. Kudret bulduğu zaman namazı iadesi lâzım gelmez». Bunların hepsinde kıbleye dönme imkânı bulunmamak şarttır. Hayvan üzerinde namaz kılarken imkânı varsa hayvanı durdurmak şarttır. İmkanı yoksa meselâ kafilenin gitmesi ve kendinin onlardan geri kalması gibi bir zarardan korkarsa durdurması lâzım gelmediği gibi kıbleye dönmesi de icap etmez. Nitekim «Hulâsa»da da böyle denilmiştir. Bu meseleyi «el-Münyetü´l-Kâbîr» şerhi ile «Hılye» izah etmişlerdir. «Hılye»de çamurdan dolayı hayvan üzerinde namaz meselesi «inmekten âciz ise» diye kayıtlanmıştır. İnmeye muktedir ise inerek namazı imâ ile ayakta kılacaktır. Oturmaya imkân bulur da secdeye imkân bulamazsa oturarak imâ eder. Yer ıslak olur fakat yüzü çamura batmazsa yerde namaz kılar ve secde yapar. Hayvan üzerinde namaz hususunda sözün tamamı inşallah Vitir ve Nafileler Babında gelecektir.

Âciz kimse hangi tarafa imkân bulursa o tarafa dönerek kılar. Velev ki yanarak imkan bulsun.

Zeyleî diyor ki: «Âciz hususunda düşman, yırtıcı hayvan ve hırsız korkusu müsavidir. Hatta kıbleye döndüğü takdirde görüleceğinden korkarsa muktedir olduğu herhangi bir tarafa dönmesi câizdir. Oturarak kıldığı takdirde düşmanın görmesinden korkarsa yatarak ima ile kılar. Hayvan üzerinde düşmandan kaçan kimse dahi namazını hayvan üzerinde kılar». Bir daha o namazı kaza da etmez. Çünkü bu özürler Allah´ dandır. Hatta düşman korkusu da öyledir. Zira korku bir kimsenin fiili ile olmamıştır. Ama bağlı bir kimse oturarak namaz kılarsa iş değişir. Tarafeyne göre o namazını kaza edecektir. İmam Ebu Yûsuf´a göre kaza etmez. Nitekim «Münye» şerhinde izah edilmiştir. Bu meselenin tahkiki Teyemmüm Bahsinde geçmişti. Burada da tekrarlanması gerekir. Çünkü oturarak namaz kılması ile kıbleden başka tarafa dönerek kılması arasında fark yoktur. Bağlamak kul tarafından gelme bir özürdür. Zira kulun teşebbüsüyle olmuştur. Teemmül et!

neslinur
Thu 25 March 2010, 03:23 pm GMT +0200
METÎN

Kıbleyi bilmekten âciz kalan kimse yukarıda geçen vasıtalarla onu araştırır. Araştırmak, maksada nâil olmak için güç sarf etmektir. Hata ettiği anlaşılırsa namazı tekrarlamaz. Sebebi yukarıda geçti. Hatasını namaz.da anlar yahud reyi değişirse velev ki secde-i sehiv halinde değişsin dönerek namazına devam eder. Hatta namazın her rekâtını bu suretle bir taraf doğru kılsa câizdir. Velev ki Mekke´de veya karanlık bir mescidde bulunsun. Kapı kapı dolaşmak ve duvarları yoklamak lâzım gelmez. Kıble´de yanılan kimse âmâ olur da bir adam onu düzeltir ve ona uymazsa âmâ namazına devam eder.

İZAH

Yukarıda gecen vasıtalardan murad eski mihraplar ve yıldızlarla istidlâl etmek ve kıbleyi bilen bir kimseye sormaktır. Bundan anlaşılır ki bu üç şeyden biri mümkünse kıblede araştırma yapmaz. Hatta yanında bir soracak bulunur da ona sormadan araştırma yaparsa kıbleye isabet etmezse namaz câiz değildir. Çünkü araştırma suretiyle bulunan kıble, hiçbir delil olmaksızın sırf kalbin şahidliğine istinad eder. Belde ahalisi ise işaretlere istinâd eden kıble cihetini yıldızlarla ve diğer alâmetlerle bilirler. Binaenaleyh onların haber vermesi araştırmadan üstündür. Kezâ bir beldede eskiden yapılmış mihraplar varsa yahud kıbleyi araştıran çölde bulunurda gökyüzü bulutsuz olursa, yıldızlarla istidlâli bildiği takdirde araştırma yapması câiz değildir. Çünkü bunlar araştırmadan daha kuvvetlidir. Meselenin tamamı «Hılye» ve diğer kitaplardadır. Bu izahattan anlaşıldığına göre yukarıda zikredilen delilleri bulamayan kimseye kıbleyi araştırmak düşer. Kendisi gibi seni taklid etmez. Zira müctehidin müctehidi taklid etmesi câiz değildir. Araba araştırma ile bir neticeye varamazsa başkasını taklid edebilir mi? Bunu bir yerde göremedim. «Sebebi yukarıda geçti.» Yani tâat, tâkata göredir. Reyin değişmesi, kıblenin başka tarafta olduğuna kalbinin kanaat getirmesidir. Bu ikinci içtihadın daha ziyade tercihe şayan olması gerektir. Zira zarf içtihad yok hükmündedir. Müsavi içtihadda öyledir. Teemmül et!

Hatasını namazda anlayan bir kimse kıble tarafına dönerek namazına devam eder. Çünkü rivayete göre Kubalılar sabah namazında Beyt-i Makdis´e doğru dönmüşlerdir. Kıblenin değiştiğini haber alınca Kâbe tarafına döndüler. Peygamber (s.a.v.) de bu yaptıklarını kabul buyurdu.

Namazda reyi değişen bir kimse aklının kestiği tarafa doğru namaza devam edecektir. Çünkü yeni ictihad evvelkinin hükmünü nesh edemez. Bunu «Münye» şârihi beyan etmiştir. Reyi değişince derhal dönmesi icap eder. Hatta bir rükün edâ edecek kadar durursa namazı bozulur. «Mekke»de bile olsa» ifâdesinden murad Mekke´de kapalı olsa da yanında soracak bir kimse bulunmadığı için kıbleyi araştırmak suretiyle namaz kılsa sonra hatâ ettiği anlaşıldığı takdirde namazı câizdir demektir. Bahır.

En güzel ifâde budur. «Hâniye» sahibi bu kadarcığı ile yetinmiştir. «Kapı kapı dolaşmak ve duvarları yoklamak lâzım gelmez».

«Hulâsa» nâm eserde şöyle deniliyor: «Mescid şehirde olduğu halde içinde cemaat yoksa gece de karanlık ise İmam Nesefî «Fetevasında namaz câizdir demiştir». «Kâfi»de de şu satırlar vardır: «Cemâatı evlerinden çıkarmaz. Kemâl İbni Hümâm, «En güzeli mescidin muhîm kimselerden müteşekkil cemâatı olduğunu bilir, ancak kendisi mescide girerken orada değiller de yanındaki köyde iseler, kıbleyi araştırmazdan önce onları arayıp sorması icap eder. Çünkü araştırmak, başka suretle kıbleyi bilmeye imkân bulamamaya bağlanmıştır, demiştir». Bu sözle az yukarıda «Kâfi» ve «Hulâsa»dan nakledilen arasında aykırılık yoktur. Çünkü maksad hânelerin içinde bulunmadıkları zaman aramaktır.

Karanlık, yağmur ve benzeri güçlüklere katlanarak aramaları lâzım değildir. «Münye» şerhi, duvarları yoklamak da lâzım değildir. Çünkü duvar nakışlı ise mihrabı başkasından ayıramaz. Çok defa duvarda zehirli haşarat bulunabilir. Buna binaen araştırmak câiz olmuştur. Bunu «Hâniye»den naklen «Bahır» sahibi söylemiştir. Ama bu ancak bazı mescidlere mahsustur. Ekseri mescidlerde ise karanlıkta hiç bir eziyet görmeksizin mihrabı başkalarından ayırmak mümkündür. Binaenaleyh araştırma câiz değildir. Bunu «Miftah»tan naklen İsmail Nablusî söylemiştir.

Âmâ meselesinde «Münye» şârihi şöyle demiştir: «Âmâ bir kimse namazın bir rekâtını kıbleden başka tarafa doğru kıldıktan sonra bin gelerek onu kıbleye doğrultsa ve kendisine uysa bakılır. Âmâ namaza başlarken soracak bir kimse bulmuş da sormadan niyetlenmişse ikisinin namazı da câiz değildir. Sormuşsa âmânın namazı câiz, cemaat olan kimsenin ise câiz değildir. Çünkü ona göre imam namazını fâsid üzerine bina etmiştir. Bu fâsid birinci rekâttır». «Feyz» ile «Sirac»da da buna benzer izahat vardır ki, şunu ifâde eder: Âmâ soracak kimse bulamazsa mihrâbı yoklaması lâzım gelmez. Sormak imkânı varken kimseye sormadan namaza durur da kıbleye isabet ederse namazı câizdir. İsabet etmezse câiz değildir. Nitekim bunu «Münye»den naklen arzetmiştik.

METİN

Kıbleyi araştırarak namaza duran ve namaz içinde kıbleye dönen kimseye başkası uymamışsa o kimse namazına devam eder. Kıbleyi araştırmayan bir kimseye araştırana uyarsa imam kıblede hata ettiği takdirde uyması câiz değildir. İmam selâm verir de mesbûk ve lahik kimselerin kıble hakkındaki yeri değişirse mesbûk olan kıble tarafına döner, lâhik ise namazını yeniden kılar. Kıbleyi araştıran kimsenin hiç bir tarafa gönlü yatmazsa ihtiyaten her tarafa doğru birer defa namazını kılar.

Bir kimsenin reyi kıblenin ilk tahmin ettiği tarafta olduğuna değişirse o tarafa döner. İlk kıldığı tarafta bir secde unuttuğunu hatırlarsa namazını yeniden kılar.

İZAH

Bir kimse kıbleyi araştırarak namaza durur da sonra hatasını anlayarak namaz içinde kıbleye dönerse onun bu halini bilen bir kimse kendisine uyamaz. İbâre «Hazâin»de şöyledir: «Meselâ bir kimse kıbleyi araştırarak namaza durur da sonra hata ettiğini anlayarak kıbleye dönerse onun halini bilen başkası kendisine uyamaz». Yani imamın namazın başında hata ettiğini bildiği için ona uyamaz. Bahır.

Bundan şu anlaşılır ki, bu adam kıble zannettiği tarafa da araştırarak dönse diğeri de araştırmış olmak şartiyle ona uyabilir. Ve illa mesele bundan sonra gelen meselenin aynı olur. Teemmül et!

Kıbleyi araştırmadan araştırana uymak imamın hata ettiği anlaşılırsa câiz değildir. Çünkü kıble araştırılmadan kılınan namazda şüphe edildiği vakit ancak kıbleye isabet şartiyle namaz câiz olur. Nitekim yukarı da geçtiği gibi aşağıda da gelecektir. Ama imamın namazı sahihdir. Çünkü o kıbleyi araştırarak namaza durmuştur. İmam kıbleye isabet ederse her ikisinin namazı câizdir. Nitekim «Münye» şerhinde de böyle denilmiştir.

İmam selâm verdikten sonra mesbûkun reyi değişirse kalbinin yattığı tarafa dönerek namazını tamamlar. Çünkü o kaza ettiği rekatlar hakkında yalnız kılan hükmündedir. Fakat lâhık böyle değildir. O kaza ettiği cüzler hakkında da imama uymuş sayılır. İmama uyan bir kimse imamın kıbleden başka tarafa doğru yöneldiğim anlasa imamın namazını düzeltemez. Çünkü olduğu yerde dönse kasden Kâbe ciheti hususunda imamına muhâlefet etmiş olur. Bu ise namazı bozar. Dönmese kendi reyine göre namazını kıbleden başka tarafa doğru tamamlamış olur. Bu da namazı bozar. Lâhık da böyledir. «Onun için lâhık namazını yeniden kılacaktır». Burasını «Münye» şerhi kaydetmiştir.

Şimdi hem lâhik hem mesbûk olan kimsenin hükmü kalır. «Lâhik, imama uyduktan sonra bir özürden dolayı namazının bir kısmını kılamayıp imam selâmını verdikten sonra tamamlayan kimsedir. Mesbûk ise namazın bir kısmında imama erişemeyendir». Hem lâhik, hem mesbûk olan kimse evvelâ imama yetişdiğini sonra yetişemediğini kaza ederse yetiştiğini kaza ederken kıble hakkındaki, reyi değiştiği takdirde namazını yeniden kılar. İmama yetişemediğini kaza ederken reyi değişirse olduğu yerde dönerek namazını tamamlar. Ama evvela imama yetişemediğini sonra imama yetiştiğini kaza ederse, imama yetiştiğini kaza ederken reyi değiştiği takdirde namazını yeniden kılar. İmama yetişmediğini kaza ederken reyi değişirse bu hal imama yetiştiklerini kazaya varıncaya kadar devam ettiği takdirde namazını yeniden kılar. Bu cihetler aşikârdır. Fakat bu hal imama yetişdiklerini kazaya başlayıncaya kadar devam etmez de reyi değişerek Kâbe´nin imamının kıldığı tarafa doğru olduğuna gönlü yatarsa bu hususta tereddüt edilmiştir. Zâhire göre olduğu yerde döner. Teemmül eyle!. Bunu Halebî söylemiş Tahtavî ile Rahmetî´de kabul etmişlerdir. Kıbleyi araştıran bir kimsenin hiç bir tarafa gönlü yatmazsa bu hususta «Bahır», «Hılye» ve diğer kitaplarda «Fetevây-ı Attabî»den naklen şöyle denilmiştir:

«Bir kimse kıbleyi araştırır da hiçbir tarafa gönlü yatmazsa bazılarına göre namazı te´hir eder. Birtakımları o namazı (4) dört tarafa doğru birer defa kılacağını, daha başkaları muhayyer kalacağını söylemişlerdir». «Zadü´l-Fakîr» sahibi birinci kavli tercih etmiştir. Bu tercihi birinci kavli kat´i lisanla ikinci ve üçüncüyü zayıflık bildirir «denilmiştir» kelimesi ile ifâde etmesinden anlaşılır. «Münye» şerhinde ortadaki «yani ikinci» kavil tercih edilmiş en ihtiyatlısı budur, denilmiştir. Halebî, «Hindiye»den o da «Muzmerat»tan naklen bu kavlin en doğru olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh Şârih de onu tercih etmiştir. Kuhistânî´nin sözünden son kavli tercih ettiği anlaşılıyor. Bence de tercihe şâyân odur. Zira Attabî şöyle demiştir:

«Araştırma neticesi hiç bir tarafa yüzde yüz kanaat hâsıl olmaz da herhangi bir tarafa doğru kılarsa câiz olur. Velev ki onda da hata etmiş olsun. Bazıları araştırma neticesi kalbi bir tarafa yatmazsa namazı te´hir eder, demiş; bir takımlarıda namazı (4) dört tarafa doğru kılacağını söylemişlerdir. Nitekim «Zahireye»dede beyan edilmiştir». Bu sözden anlaşılıyor ki, muhayyerliğin mânâsı, dört taraftan hangisini muhayyerlikten muradın bu olduğunu söylemişlerdir.

«Münyetü´l-Kebîr» şerhinde burasını izah ederken, «Bazıları muhayyer bırakılacağını söylemişlerdir. İsterse namazı te´hir eder, isterse onu dört tarafa dört defa kılar.» denilmişse de bu sözü «Münye» şârihinin kendinden söylediği anlaşılıyor. Çünkü yukarıda zikrettiğimiz «Fetâvây-ı Attabî»de bu ilâve yoktur. Hem buna şöyle itiraz edilebilir:

Bu adam namazı dört tarafa doğru kılarsa namazını üç defa yakînen kıble olmayan cihete doğru kılması lazım gelir. Bu ise yasak edilmiştir. Yasak edilen şeyi terk etmek emir edileni yapmaktan önce gelir. Bundan dolayıdır ki, elbisedeki pisliği yıkamak başkaları yanında avret yerini açmayı gerektirirse pis elbise ile namaz kılar. Halbuki burada emir edilen de sâkıt olmuştur. Çünkü kıbleye dönmek ancak kudreti olana emir edilmiştir. Araştıran kimsenin kıblesi araştırmakla bulduğu taraftır. Bu kimsenin araştırma neticesi gönlü hiçbir tarafa yatmayınca onun hakkında dört taraf da müsavi olmuştur.

Binaenaleyh bu taraflardan birini seçerek ona doğru namazını kılar. Namazı da sahih olur. Velev ki hata ettiği anlaşılsın. Çünkü bu adam ancak elinde olanı yapmıştır. Bu izahat son kavli, yani muhayyerliği bizim «Kuhistâni»den naklettiğimiz mânâda te´yid eder. Şârih´in tercih ve ihtiyat olduğunu iddia etliği kavli ise zayıflatır. Bunu insafla tedebbür eyle!

Kemal İbni Hümam´ın «Zadü´l-Fakîr» adlı eserinde tercih ettiği birinci kavlin dahi anlaşılan bir tarafı vardır. Ve şudur:

Kıbleye delil bulmadığı vakit kıble araştırma neticesi ortaya çıkan taraf olduğuna ve araştırmadan da bir şey çıkmadığına göre o kimse namazın sahih olmasının şartını kaybetmiş demektir. Binaenaleyh su ile toprağı bulamayan gibi o da namazı te´hir eder. Lâkin son kavil yani vaktin içinde namazı herhangi tarafa kılmakta muhayyer olması daha ihtiyatlıdır. Nitekim çıplak bir kimse dörtte birinden daha azı temiz olan bir elbise bulsa ihtiyaten onu giymesi gerekir. Taâlâ Hazretleri´nin. «Nereye dönseniz Allah´ın vechi oradadır.» âyet-i kerimesinin umumu da muhayyerliğe delildir. Çünkü bu âyetin kıbleyi şaşıranlar meselesi hakkında indiği söylenir. «Kuhistânî»den naklettiğimiz sözden onun da bunu ihtiyar ettiği anlaşılıyor. «Bahır» sahibinin sözleri dahi bunu göstermektedir. Evvelce görüldüğü vecihle Şâfiilerle Hanbelîlerin mezhebi de budur. Kitabımızın başında «Müstesfâ»dan naklen arzetmiştik ki, bir mesele hakkında üç kavil bulunursa bunların tercih edilecek olanı, birincisi veya üçüncüsüdür. ortadaki değildir. AIlahu a´lem.

«İlk kıldığı tarafta bir secde unuttuğunu hatırlarsa namazını yeniden kılar.»

«Münye» şerhinde deniliyor ki: «Namazın üçüncü veya dördüncü rekâtında reyi ilk rekâttaki reyine dönerse hükmün ne olacağı hususunda müteehhirin ulema (yani sonradan gelenler) ihtilâf etmişlerdir. Bazıları namazı tamamlar demiş; birtakımları yeniden kılması lâzım geldiğini söylemişlerdir. «Hulasa»´da da böyle denilmiştir. Birinci kavil daha güzeldir». Onun içinde «Hâniye» sahibi onu evvel zikretmiştir. Çünkü âdeti en meşru olan kavli öne almaktır. «Kuhistanî» buna cezm etmiş. Şârih de ona tabi olmuştur. Namazı yeniden kılmasının sebebi şudur:

O secdeyi ikinci tarafa doğru yapsa kıbleden başka tarafa doğru dönmüş olur. Çünkü mezkûr secde ilk rekâtın cüzüdür. Döndüğü ikinci taraf bütün cüzleri ile birinci rekâtın kıblesi değildir. Bu secdeyi birinci tarafa doğru yapsa bu sefer de şimdiki kıblesinden ayrılmış olur. H.

METİN

Kıbleyi araştırmadan namaza başlarsa isabet etse bile câiz olmaz. Çünkü farz olan araştırmayı terk etmiştir. Ancak kıbleye isabet ettiğini namazdan sonra anlarsa bilittifak o namazı tekrarlamaz. Araştırma neticesi bulduğu tarafın aksine doğru kılan böyle değildir. O mutlak surette namazını yeniden kılar. Nasıl ki bir kimse abdestsiz veya elbisesi pis olduğunu yahud vakit girmediğini zannederek namaz kılar da sonra aksi meydana çıkarsa câiz olmaz.

Kıbleyi şaşıran kimseler araştırmak suretiyle namazı cemaatle kılarlar da sonra edâ halinde iken muhtelif cihetlere doğru kıldıkları anlaşılır ve hangisi imamın döndüğü tarafa muhalif durduğunu veya imamın önüne geçtiğini bilirse namazı câiz değildir. Çünkü imamın hata ettiğine inanmıştır. Bir de o makamın farzını terk etmiştir. Ama edâdan sonra öğrenirse zarar etmez. Bunu bilmeyenin namazı sahihdir. Nitekim imam belli olmasa mesela namaz kılan iki adam görse de lâlettâyin birine uysa câiz olmaz. Kıbleyi şaşırmazlarsa ona isâbet şartıyle namaz câizdir.

İZAH

Kıbleyi delilleri ile bilmekten âciz olan kimse araştırmadan namaza başlasa, namazdan sonra kıbleye isabet ettiğini öğrenmedikçe namazı câiz değildir. Çünkü halin istishabî kaidesiyle esas olan isabet etmemesidir. İsabet ettiği yüzde yüz anlaşılınca cevaz evvelinden sabit olur; ve istishap bozulur. Hatta isâbet ettiğini kuvvetle zannetse bile sahih kavle göre yine câiz olmaz. Nitekim «Hılye»de «Hâniye»den naklen bildirilmiştir. Namaz esnasında yüzde yüz bilse câiz olmaz. İmam Ebu Yûsuf buna muhaliftir. Çünkü öğrendikten sonra o kimsenin hali daha kuvvetlidir. Kuvvetliyi zaif üzerine bina caiz değildir.

«Araştırma neticesi bulunduğu tarafın aksine doğru kılan böyle değildir». O isabet ettiğini bilsin bilmesin yahud namazda veya namazdan sonra hata etsin yahud o hususlara dair hiçbir şey anlaşılmasın mutlak surette namazını yeniden kılacaktır.

İmam A´zam´dan bir rivâyete göre böylesinin küfründen korkulur. İmam Ebu Yûsuf´tan bir rivâyete göre ise isabet ettiği takdirde câizdir. Fetva imam A´zam´ın kavline göredir. Feyz.

Fark şudur: İmameyn´e göre başka bir sebeple farz olan şeyin tahsili değil husûlü şarttır. Lâkin fesâdı itikad edilmeyecek ve fesâdına delil bulunmayacaktır. O kimsenin araştırdığı cihetin aksini tercih etmesi namazının bozulduğunu itikad etmesini gerektirir. Ve tıpkı kendinin abdestsiz olduğunu veya elbisesinin pisliğini, yahud vakit girmediğini bildiği halde namaz kılıp sonra aksi anlaşılmasına benzer. Bu hallerin hiç birinde namazı câiz değildir. Çünkü kendi itikadınca yaptığı iş câiz değildir. Araştırmadan kılması böyle değildir. Zira fesadını itikad etmemiştir. Yalnız olup olmadığı hususunda şüpheli kalmıştır. Namaz tamam olduktan sonra kıbleye isabeti anlaşılınca iki ihtimalden biri ortadan kalkmış, diğeri kalmıştır. Kaviyi zaif üzerine binâ etmek de lazım gelmemiştir. Kıbleye isabet ettiği namaz bitmeden öğrenmesi bunun hilâfınadır. Nitekim «Münye» şerhinde izâh edilmiştir.

Kıbleyi şaşıran kimseler namazlarını yalnız başlarına kılarlarsa her birinin namazı sahihdir. Fakat imamla kılarlar da muhtelif semtlere doğru dururlarsa, haklarında şöyle tafsilata gidilir ki, bunu «Feyz» sahibi söylemiştir: Cemâatle kılarken hangisi imamın önüne geçer yahud edâ hâlinde imamın döndüğü taraftan başka tarafa doğru dönerse onun namazı câiz değil, diğerlerinin namazları câizdir. Zira imamın önüne geçerse bunu edâ halinde anlasın anlamasın namaz câiz değildir. Fakat semt hususunda imama muhalefet ederse bunu ancak edâ halinde anladığı takdirde zarar eder. Namazdan sonra anlarsa zarar etmez. Nitekim yukarda «Feyz» den naklettirdiğimiz ibâre de buna delâlet etmektedir. Bu hususta «Mülteka»da da şöyle denilmektedir:

«İmamın önüne geçmeyenin namazı câizdir. Geçenin yahud imamın hâlini bilip de ona muhalefet edenin hükmü böyle değildir».

«Gurer» metninde dahi şöyle denilmiştir: «İmama muhâlefet ettiğini bilmez ve onun önüne geçmezse câizdir. Aksi halde câiz değildir. Nitekim imam belli olmasa... ilh». şârih burada «Nehir» sahibine tâbi olmuştur. O da bu meseleyi «Mi´rac»dan nakletmiştir. «Mi´rac»ın ibaresi şudur: «Şafiî´nin bazı arkadaşları, bu kimselere iâde lazımdır. Çünkü imamın yaptığı onların itikadlarına göre yanlışla doğru arasında mütereddittir. İmam belli olmasa mesela namaz kılan iki kişi görse de lâlettayin birine uymaya niyet etse câiz olmaz. İmamın fiili belli olmadığı zaman da böyledir. demişlerdir».

Bundan anlaşılır ki, işin münâsibi bu meseleyi tamamen buradan atmak idi. Çünkü onun burada hiç bir te´siri yoktur. Yalnız Şâfii´lerden bazılarının, «İmamının hâlini bilmeyen kimsenin namazı imamının kendini bilmeyene kıyasen sahih olmaz.» sözlerine göre bir münasebeti olabilir. Anla.

«Kıbleyi şaşırmazlarsa ona isâbet şartiyle namaz câizdir» Şârih bu cümleyi burada bilmünasebe zikretmiştir.

En münasibi Tahtavî ile Rahmetî´nin söyledikleridir ki şudur: Bu mesele cemaate mahsus değildir. Yalnız kılanda öyledir. Rahmetî, «Araştırmak namazın sahih olması için ancak kıblede şüphe edildiği zaman şarttır. Bir kimse kıbledir diye kesîn surette inanarak bir tarafa doğru namaz kılarsa namazı câizdir. Meğer ki kıblede hata ettiğini namaz içinde veya namazdan sonra anlasın. Ama bu mutlak namaz hakkındadır. Cemaate mahsus değildir» demiştir. Bu izaha göre Şârih onu yerinde söylemiştir. Çünkü daha önce söylemiş olsa, hükmün yalnız kılana mahsus olduğu tevehhüm edilebilirdi. Rafiî.

Onu, Musannıf´ın, «Kıbleyi araştırmadan namaza başlarsa ilh.» sözünün yanında zikretmesi gerekirdi. Çünkü Musannıf´ın o sözü kıbleyi şaşıranlar hakkındadır. Buradaki «şaşırmazlarsa» sözü onun mefhumunu izâh olur. Sonra kıbleyi araştırma meseleleri aklen taksime göre yirmi kısma ayrılır. Çünkü bir kimse ya kıblede hiç şüphe etmez ve araştırmaz. Yahud şüphe eder ve araştırır. Yahud şüphe etmeden araştırmaz. Veya şüphe etmeden araştırır. Bu dört kısımdan her birinin beş vechi vardır. Çünkü o kimsenin ya isabet veya hata ettiği namazda meydana çıkacaktır. Yahud namaz hâricinde anlaşılacaktır. Yahud hiç anlaşılmayacaktır.

Birinci kısmı ele alırsak o kimsenin hata ettiği anlaşılırsa mutlak surette namazı bozulur. Namaz bitmeden isabet ettiği anlaşılırsa yine böyledir, diyenler vardır. Çünkü hali kuvvet bulmuştur. Esah kavle göre namazı bozulmaz. Namazdan sonra hatâsı anlaşılır veya hiçbir şey anlaşılmazsa kendi reyince büyük bir ihtimale göre kıbleye isabet ettiği takdirde namaz yine bozulmaz.

İkinci kısım bütün vecihlere göre sahihtir

Üçüncü kısım bütün vecihlerinde sahih değildir. Velev ki zann-ı galibine göre isabet etmiş olsun. Esah kavil budur. Ancak kıbleye isabet ettiğini namazdan sonra öğrenirse o zaman câizdir.

Dördüncünün hariçte vücudu yoktur. «Nehir» nam eserde de böyle denilmiştir. Musannıf bunlardan ikinci kısmı, «Kıbleyi bilmekten âciz olan araştırır... ilh.» diyerek anlattığı gibi üçüncüden de, «araştırmadan namaza başlarsa, ilh.» sözü bahsetmiştir. şârih de «kıbleyi şaşırmazlarsa ilh.» sözü ile birinci kısmı anlatmıştır. Ancak, «Hataları anlaşılırsa namaz bozulur. Aksi takdirde bozulmaz.» demesi lâzım gelirdi. Dördüncü kısmın haricinde vücudu olmadığı için onu hazf etmiştir. Bu makamı izah hususunda sözün doğrusu budur. Anla!

METİN

FER´İ MESELELER :
Bize göre niyet mutlak olarak şarttır. Velev ki akabinde inşaallah desin. Eğer boşama ve köle âzâdı gibi söze taallûk eden şeylerdense bâtıl olur, değilse bâtıl olmaz. Bize göre niyet ettiğinin aksini yapmak câiz değildir. Yalnız cuma namazında İmam Muhammed´in kavlince câiz ise de bu kavil zaiftir.

Mutemed kavle göre birçok fiillerden mürekkep olan ibâdete niyet o fiillerin hepsine şâmildir. Bir kimse hâlis niyetle namaza başlar da sonra içine riya karışırsa sâbık olana itibar edilir.

İZAH

Şârih bu fer´î meseleleri Kıbleye dönme Babından önce niyetten bahsederken sıralasa daha münâsip olurdu. Nitekim «Hazâin» sahibi öyle yapmıştır. Bize göre bütün ibadetlerde niyet ashab-ı kiramın ittifakiyle şarttır. Rükün değildir. İhtilâf ancak ihram tekbiri hakkındadır. Mutemed kavle göre o da niyet gibi şarttır. Bazıları rükün olduğunu söylemişlerdir. Eşbah.

Şârih´in bundan mutlak diye söz etmesi cenâze namazına da şâmil olsun diyedir. Ama ondaki iftitah tekbiri bilittifak rükündür. Nitekim bâbında gelecektir. H.

«Eşbâh» sahibi ibâdetlerden iman, tilâvet, zikir ve ezanı istisna etmiştir. Çünkü bunlar niyete muhtaç değildirler. Nitekim Buharî şerhinde Aynî de aynı şeyi söylemiştir. İbâdetten başka bir şey sayılmayan her şey niyete muhtaç değildir. Bu, «İbni Vehban» şerhinde de böyledir. İbni Vehban, «Kezâ niyete muhtaç değildir.» demiştir.

İbâdetin şartı olan şeyler de ibâdetten müstesnadır. Yalnız teyemmümle «Kerhî»nin kavline göre kıbleye karsı dönmek niyete muhtaçtırlar. Fakat itimad edilen kavil bunun hilâfıdır. Kezâ başa ve mest üzerine mesh ve diğer ibâdet cüzleri dahi niyete muhtaç değildir. Niyet edilen şey «Sen boşsun inşaallah, sen hürsün inşaallah» gibi söze teallûk eden hususattansa meşietle «yani inşaallah demekle» bâtıl olur. Çünkü boşamak ve köle âzâd etmek niyete değil söze bağlıdır. Hatta bir kimse karısını boşamaya veya kölesini âzad etmeye niyet etse söylemedikçe sahih olmaz.

Halebî diyor ki: «Eğer talâkın vukuu, «sen boşsun» sözüne bağlıdır». Niyete itibar yoktur. Çünkü bu söz acıktır, dersen ben de şöyle derim: «Bu kazaen müsellemdir (Mahkeme hükmüne göre teslim edilir). Diyaneten ise niyet muteberdir. Hatta bu sözle ipten boşanmayı niyet ederse diyaneten kadın boş düşmez».

Ben derim ki: «Bahır» ve «Eşbah»da dahi böylece açıklanmıştır. Bu izaha göre Şârih sözle kinaye arasında fark, birincinin sadece kazaen niyete muhtaç olmaması, fakat diyaneten niyete muhtaç olması, ikincinin ise hem kazaen hem diyaneten niyete muhtaç olmasıdır. Lâkin diyaneten Şârih´in niyete muhtaç olmasının mânâsı sözün örfî mânâsından başkasını niyet etmemesidir.

İpten boşanmayı niyet ederse kadın boş düşmez. Çünkü bu adam sözü delâlet ettiği mânâdan değiştirmiştir. Ama sen boşsun sözünü karısına söylemek ister de ondan boşamayı ve başka bir yerine geçer.

Cevap şudur: Tavaf haddizatında müstakil bir ibadettir. Nitekim haccın bir rüknüdür. Rukün olması itibariyle hac niyetinde dahildir. Tâyin edilmesi şart değildir. Müstakil olması itibariyle onda asıl tavaf niyeti şarttır. Hatta bir şeyden kaçarak yahud borçluyu takip ederek tavaf etse sahih değildir. Arafat´ta vakfe böyle değildir. Çünkü o ancak haccın zımnında ibadettir. Ve hac niyetinde dahildir. Şeytan taşlamak, tıraş olmak, saî yapmak dahi böyledir. Bir de tavaf ifâsına tıraş olarak ihramdan çıktıktan sonra yapılır. Hatta o kimseye kadınlardan başka her şey helâl olur. Bununla bir vecihle hacdan çıkmış, bir vecihle çıkmamış olur. Binaenaleyh her iki vecih nazar-ı itibara alınmıştır.

«Bir kimse hâlis niyetle namaza başlar da sonra içine riyâ karışırsa sâbık olana itibar edilir». İhtimal ki bunun vechi şudur:

Namaz, parçalanmayı kabul etmeyen bir ibâdettir. Binaenaleyh onun ibtidasına bakılır. Namaza hâlis niyetle başlar da sonra riya ârız olursa namaz o hulûsu üzere ALLAH için devam eder. Yani hâlis niyetle başlamazsa bir kısmı ALLAH için, bir kısmı başkası için olması lazım gelir. Halbuki namaz bir ibadettir; Evet, namazın bir kısmı riyâ suretiyle güzel olursa güzel yapmak ziyade bir vasıftır. Ondan dolayı sevap verilmez. Bu anlattıklarımızdan şu çıkar: Bir kimse namaza riya ile başlarda sonra ihlâsa çevirirse evvelkisi itibar olunur. Bu, kıraat ve itikâf gibi parçalanması mümkün olan ibadetlerin hilâfınadır. Çünkü böyle ibadetlerde riyâ karışan cüzün hükmü başka, ihlâsla yapılan cüzün hükmü başkadır.

neslinur
Thu 25 March 2010, 04:10 pm GMT +0200
METÎN

Kıbleyi bilmekten âciz kalan kimse yukarıda geçen vasıtalarla onu araştırır. Araştırmak, maksada nâil olmak için güç sarf etmektir. Hata ettiği anlaşılırsa namazı tekrarlamaz. Sebebi yukarıda geçti. Hatasını namaz.da anlar yahud reyi değişirse velev ki secde-i sehiv halinde değişsin dönerek namazına devam eder. Hatta namazın her rekâtını bu suretle bir taraf doğru kılsa câizdir. Velev ki Mekke´de veya karanlık bir mescidde bulunsun. Kapı kapı dolaşmak ve duvarları yoklamak lâzım gelmez. Kıble´de yanılan kimse âmâ olur da bir adam onu düzeltir ve ona uymazsa âmâ namazına devam eder.

İZAH

Yukarıda gecen vasıtalardan murad eski mihraplar ve yıldızlarla istidlâl etmek ve kıbleyi bilen bir kimseye sormaktır. Bundan anlaşılır ki bu üç şeyden biri mümkünse kıblede araştırma yapmaz. Hatta yanında bir soracak bulunur da ona sormadan araştırma yaparsa kıbleye isabet etmezse namaz câiz değildir. Çünkü araştırma suretiyle bulunan kıble, hiçbir delil olmaksızın sırf kalbin şahidliğine istinad eder. Belde ahalisi ise işaretlere istinâd eden kıble cihetini yıldızlarla ve diğer alâmetlerle bilirler. Binaenaleyh onların haber vermesi araştırmadan üstündür. Kezâ bir beldede eskiden yapılmış mihraplar varsa yahud kıbleyi araştıran çölde bulunurda gökyüzü bulutsuz olursa, yıldızlarla istidlâli bildiği takdirde araştırma yapması câiz değildir. Çünkü bunlar araştırmadan daha kuvvetlidir. Meselenin tamamı «Hılye» ve diğer kitaplardadır. Bu izahattan anlaşıldığına göre yukarıda zikredilen delilleri bulamayan kimseye kıbleyi araştırmak düşer. Kendisi gibi seni taklid etmez. Zira müctehidin müctehidi taklid etmesi câiz değildir. Araba araştırma ile bir neticeye varamazsa başkasını taklid edebilir mi? Bunu bir yerde göremedim. «Sebebi yukarıda geçti.» Yani tâat, tâkata göredir. Reyin değişmesi, kıblenin başka tarafta olduğuna kalbinin kanaat getirmesidir. Bu ikinci içtihadın daha ziyade tercihe şayan olması gerektir. Zira zarf içtihad yok hükmündedir. Müsavi içtihadda öyledir. Teemmül et!

Hatasını namazda anlayan bir kimse kıble tarafına dönerek namazına devam eder. Çünkü rivayete göre Kubalılar sabah namazında Beyt-i Makdis´e doğru dönmüşlerdir. Kıblenin değiştiğini haber alınca Kâbe tarafına döndüler. Peygamber (s.a.v.) de bu yaptıklarını kabul buyurdu.

Namazda reyi değişen bir kimse aklının kestiği tarafa doğru namaza devam edecektir. Çünkü yeni ictihad evvelkinin hükmünü nesh edemez. Bunu «Münye» şârihi beyan etmiştir. Reyi değişince derhal dönmesi icap eder. Hatta bir rükün edâ edecek kadar durursa namazı bozulur. «Mekke»de bile olsa» ifâdesinden murad Mekke´de kapalı olsa da yanında soracak bir kimse bulunmadığı için kıbleyi araştırmak suretiyle namaz kılsa sonra hatâ ettiği anlaşıldığı takdirde namazı câizdir demektir. Bahır.

En güzel ifâde budur. «Hâniye» sahibi bu kadarcığı ile yetinmiştir. «Kapı kapı dolaşmak ve duvarları yoklamak lâzım gelmez».

«Hulâsa» nâm eserde şöyle deniliyor: «Mescid şehirde olduğu halde içinde cemaat yoksa gece de karanlık ise İmam Nesefî «Fetevasında namaz câizdir demiştir». «Kâfi»de de şu satırlar vardır: «Cemâatı evlerinden çıkarmaz. Kemâl İbni Hümâm, «En güzeli mescidin muhîm kimselerden müteşekkil cemâatı olduğunu bilir, ancak kendisi mescide girerken orada değiller de yanındaki köyde iseler, kıbleyi araştırmazdan önce onları arayıp sorması icap eder. Çünkü araştırmak, başka suretle kıbleyi bilmeye imkân bulamamaya bağlanmıştır, demiştir». Bu sözle az yukarıda «Kâfi» ve «Hulâsa»dan nakledilen arasında aykırılık yoktur. Çünkü maksad hânelerin içinde bulunmadıkları zaman aramaktır.

Karanlık, yağmur ve benzeri güçlüklere katlanarak aramaları lâzım değildir. «Münye» şerhi, duvarları yoklamak da lâzım değildir. Çünkü duvar nakışlı ise mihrabı başkasından ayıramaz. Çok defa duvarda zehirli haşarat bulunabilir. Buna binaen araştırmak câiz olmuştur. Bunu «Hâniye»den naklen «Bahır» sahibi söylemiştir. Ama bu ancak bazı mescidlere mahsustur. Ekseri mescidlerde ise karanlıkta hiç bir eziyet görmeksizin mihrabı başkalarından ayırmak mümkündür. Binaenaleyh araştırma câiz değildir. Bunu «Miftah»tan naklen İsmail Nablusî söylemiştir.

Âmâ meselesinde «Münye» şârihi şöyle demiştir: «Âmâ bir kimse namazın bir rekâtını kıbleden başka tarafa doğru kıldıktan sonra bin gelerek onu kıbleye doğrultsa ve kendisine uysa bakılır. Âmâ namaza başlarken soracak bir kimse bulmuş da sormadan niyetlenmişse ikisinin namazı da câiz değildir. Sormuşsa âmânın namazı câiz, cemaat olan kimsenin ise câiz değildir. Çünkü ona göre imam namazını fâsid üzerine bina etmiştir. Bu fâsid birinci rekâttır». «Feyz» ile «Sirac»da da buna benzer izahat vardır ki, şunu ifâde eder: Âmâ soracak kimse bulamazsa mihrâbı yoklaması lâzım gelmez. Sormak imkânı varken kimseye sormadan namaza durur da kıbleye isabet ederse namazı câizdir. İsabet etmezse câiz değildir. Nitekim bunu «Münye»den naklen arzetmiştik.

METİN

Kıbleyi araştırarak namaza duran ve namaz içinde kıbleye dönen kimseye başkası uymamışsa o kimse namazına devam eder. Kıbleyi araştırmayan bir kimseye araştırana uyarsa imam kıblede hata ettiği takdirde uyması câiz değildir. İmam selâm verir de mesbûk ve lahik kimselerin kıble hakkındaki yeri değişirse mesbûk olan kıble tarafına döner, lâhik ise namazını yeniden kılar. Kıbleyi araştıran kimsenin hiç bir tarafa gönlü yatmazsa ihtiyaten her tarafa doğru birer defa namazını kılar.

Bir kimsenin reyi kıblenin ilk tahmin ettiği tarafta olduğuna değişirse o tarafa döner. İlk kıldığı tarafta bir secde unuttuğunu hatırlarsa namazını yeniden kılar.

İZAH

Bir kimse kıbleyi araştırarak namaza durur da sonra hatasını anlayarak namaz içinde kıbleye dönerse onun bu halini bilen bir kimse kendisine uyamaz. İbâre «Hazâin»de şöyledir: «Meselâ bir kimse kıbleyi araştırarak namaza durur da sonra hata ettiğini anlayarak kıbleye dönerse onun halini bilen başkası kendisine uyamaz». Yani imamın namazın başında hata ettiğini bildiği için ona uyamaz. Bahır.

Bundan şu anlaşılır ki, bu adam kıble zannettiği tarafa da araştırarak dönse diğeri de araştırmış olmak şartiyle ona uyabilir. Ve illa mesele bundan sonra gelen meselenin aynı olur. Teemmül et!

Kıbleyi araştırmadan araştırana uymak imamın hata ettiği anlaşılırsa câiz değildir. Çünkü kıble araştırılmadan kılınan namazda şüphe edildiği vakit ancak kıbleye isabet şartiyle namaz câiz olur. Nitekim yukarı da geçtiği gibi aşağıda da gelecektir. Ama imamın namazı sahihdir. Çünkü o kıbleyi araştırarak namaza durmuştur. İmam kıbleye isabet ederse her ikisinin namazı câizdir. Nitekim «Münye» şerhinde de böyle denilmiştir.

İmam selâm verdikten sonra mesbûkun reyi değişirse kalbinin yattığı tarafa dönerek namazını tamamlar. Çünkü o kaza ettiği rekatlar hakkında yalnız kılan hükmündedir. Fakat lâhık böyle değildir. O kaza ettiği cüzler hakkında da imama uymuş sayılır. İmama uyan bir kimse imamın kıbleden başka tarafa doğru yöneldiğim anlasa imamın namazını düzeltemez. Çünkü olduğu yerde dönse kasden Kâbe ciheti hususunda imamına muhâlefet etmiş olur. Bu ise namazı bozar. Dönmese kendi reyine göre namazını kıbleden başka tarafa doğru tamamlamış olur. Bu da namazı bozar. Lâhık da böyledir. «Onun için lâhık namazını yeniden kılacaktır». Burasını «Münye» şerhi kaydetmiştir.

Şimdi hem lâhik hem mesbûk olan kimsenin hükmü kalır. «Lâhik, imama uyduktan sonra bir özürden dolayı namazının bir kısmını kılamayıp imam selâmını verdikten sonra tamamlayan kimsedir. Mesbûk ise namazın bir kısmında imama erişemeyendir». Hem lâhik, hem mesbûk olan kimse evvelâ imama yetişdiğini sonra yetişemediğini kaza ederse yetiştiğini kaza ederken kıble hakkındaki, reyi değiştiği takdirde namazını yeniden kılar. İmama yetişemediğini kaza ederken reyi değişirse olduğu yerde dönerek namazını tamamlar. Ama evvela imama yetişemediğini sonra imama yetiştiğini kaza ederse, imama yetiştiğini kaza ederken reyi değiştiği takdirde namazını yeniden kılar. İmama yetişmediğini kaza ederken reyi değişirse bu hal imama yetiştiklerini kazaya varıncaya kadar devam ettiği takdirde namazını yeniden kılar. Bu cihetler aşikârdır. Fakat bu hal imama yetişdiklerini kazaya başlayıncaya kadar devam etmez de reyi değişerek Kâbe´nin imamının kıldığı tarafa doğru olduğuna gönlü yatarsa bu hususta tereddüt edilmiştir. Zâhire göre olduğu yerde döner. Teemmül eyle!. Bunu Halebî söylemiş Tahtavî ile Rahmetî´de kabul etmişlerdir. Kıbleyi araştıran bir kimsenin hiç bir tarafa gönlü yatmazsa bu hususta «Bahır», «Hılye» ve diğer kitaplarda «Fetevây-ı Attabî»den naklen şöyle denilmiştir:

«Bir kimse kıbleyi araştırır da hiçbir tarafa gönlü yatmazsa bazılarına göre namazı te´hir eder. Birtakımları o namazı (4) dört tarafa doğru birer defa kılacağını, daha başkaları muhayyer kalacağını söylemişlerdir». «Zadü´l-Fakîr» sahibi birinci kavli tercih etmiştir. Bu tercihi birinci kavli kat´i lisanla ikinci ve üçüncüyü zayıflık bildirir «denilmiştir» kelimesi ile ifâde etmesinden anlaşılır. «Münye» şerhinde ortadaki «yani ikinci» kavil tercih edilmiş en ihtiyatlısı budur, denilmiştir. Halebî, «Hindiye»den o da «Muzmerat»tan naklen bu kavlin en doğru olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh Şârih de onu tercih etmiştir. Kuhistânî´nin sözünden son kavli tercih ettiği anlaşılıyor. Bence de tercihe şâyân odur. Zira Attabî şöyle demiştir:

«Araştırma neticesi hiç bir tarafa yüzde yüz kanaat hâsıl olmaz da herhangi bir tarafa doğru kılarsa câiz olur. Velev ki onda da hata etmiş olsun. Bazıları araştırma neticesi kalbi bir tarafa yatmazsa namazı te´hir eder, demiş; bir takımlarıda namazı (4) dört tarafa doğru kılacağını söylemişlerdir. Nitekim «Zahireye»dede beyan edilmiştir». Bu sözden anlaşılıyor ki, muhayyerliğin mânâsı, dört taraftan hangisini muhayyerlikten muradın bu olduğunu söylemişlerdir.

«Münyetü´l-Kebîr» şerhinde burasını izah ederken, «Bazıları muhayyer bırakılacağını söylemişlerdir. İsterse namazı te´hir eder, isterse onu dört tarafa dört defa kılar.» denilmişse de bu sözü «Münye» şârihinin kendinden söylediği anlaşılıyor. Çünkü yukarıda zikrettiğimiz «Fetâvây-ı Attabî»de bu ilâve yoktur. Hem buna şöyle itiraz edilebilir:

Bu adam namazı dört tarafa doğru kılarsa namazını üç defa yakînen kıble olmayan cihete doğru kılması lazım gelir. Bu ise yasak edilmiştir. Yasak edilen şeyi terk etmek emir edileni yapmaktan önce gelir. Bundan dolayıdır ki, elbisedeki pisliği yıkamak başkaları yanında avret yerini açmayı gerektirirse pis elbise ile namaz kılar. Halbuki burada emir edilen de sâkıt olmuştur. Çünkü kıbleye dönmek ancak kudreti olana emir edilmiştir. Araştıran kimsenin kıblesi araştırmakla bulduğu taraftır. Bu kimsenin araştırma neticesi gönlü hiçbir tarafa yatmayınca onun hakkında dört taraf da müsavi olmuştur.

Binaenaleyh bu taraflardan birini seçerek ona doğru namazını kılar. Namazı da sahih olur. Velev ki hata ettiği anlaşılsın. Çünkü bu adam ancak elinde olanı yapmıştır. Bu izahat son kavli, yani muhayyerliği bizim «Kuhistâni»den naklettiğimiz mânâda te´yid eder. Şârih´in tercih ve ihtiyat olduğunu iddia etliği kavli ise zayıflatır. Bunu insafla tedebbür eyle!

Kemal İbni Hümam´ın «Zadü´l-Fakîr» adlı eserinde tercih ettiği birinci kavlin dahi anlaşılan bir tarafı vardır. Ve şudur:

Kıbleye delil bulmadığı vakit kıble araştırma neticesi ortaya çıkan taraf olduğuna ve araştırmadan da bir şey çıkmadığına göre o kimse namazın sahih olmasının şartını kaybetmiş demektir. Binaenaleyh su ile toprağı bulamayan gibi o da namazı te´hir eder. Lâkin son kavil yani vaktin içinde namazı herhangi tarafa kılmakta muhayyer olması daha ihtiyatlıdır. Nitekim çıplak bir kimse dörtte birinden daha azı temiz olan bir elbise bulsa ihtiyaten onu giymesi gerekir. Taâlâ Hazretleri´nin. «Nereye dönseniz Allah´ın vechi oradadır.» âyet-i kerimesinin umumu da muhayyerliğe delildir. Çünkü bu âyetin kıbleyi şaşıranlar meselesi hakkında indiği söylenir. «Kuhistânî»den naklettiğimiz sözden onun da bunu ihtiyar ettiği anlaşılıyor. «Bahır» sahibinin sözleri dahi bunu göstermektedir. Evvelce görüldüğü vecihle Şâfiilerle Hanbelîlerin mezhebi de budur. Kitabımızın başında «Müstesfâ»dan naklen arzetmiştik ki, bir mesele hakkında üç kavil bulunursa bunların tercih edilecek olanı, birincisi veya üçüncüsüdür. ortadaki değildir. AIlahu a´lem.

«İlk kıldığı tarafta bir secde unuttuğunu hatırlarsa namazını yeniden kılar.»

«Münye» şerhinde deniliyor ki: «Namazın üçüncü veya dördüncü rekâtında reyi ilk rekâttaki reyine dönerse hükmün ne olacağı hususunda müteehhirin ulema (yani sonradan gelenler) ihtilâf etmişlerdir. Bazıları namazı tamamlar demiş; birtakımları yeniden kılması lâzım geldiğini söylemişlerdir. «Hulasa»´da da böyle denilmiştir. Birinci kavil daha güzeldir». Onun içinde «Hâniye» sahibi onu evvel zikretmiştir. Çünkü âdeti en meşru olan kavli öne almaktır. «Kuhistanî» buna cezm etmiş. Şârih de ona tabi olmuştur. Namazı yeniden kılmasının sebebi şudur:

O secdeyi ikinci tarafa doğru yapsa kıbleden başka tarafa doğru dönmüş olur. Çünkü mezkûr secde ilk rekâtın cüzüdür. Döndüğü ikinci taraf bütün cüzleri ile birinci rekâtın kıblesi değildir. Bu secdeyi birinci tarafa doğru yapsa bu sefer de şimdiki kıblesinden ayrılmış olur. H.

METİN

Kıbleyi araştırmadan namaza başlarsa isabet etse bile câiz olmaz. Çünkü farz olan araştırmayı terk etmiştir. Ancak kıbleye isabet ettiğini namazdan sonra anlarsa bilittifak o namazı tekrarlamaz. Araştırma neticesi bulduğu tarafın aksine doğru kılan böyle değildir. O mutlak surette namazını yeniden kılar. Nasıl ki bir kimse abdestsiz veya elbisesi pis olduğunu yahud vakit girmediğini zannederek namaz kılar da sonra aksi meydana çıkarsa câiz olmaz.

Kıbleyi şaşıran kimseler araştırmak suretiyle namazı cemaatle kılarlar da sonra edâ halinde iken muhtelif cihetlere doğru kıldıkları anlaşılır ve hangisi imamın döndüğü tarafa muhalif durduğunu veya imamın önüne geçtiğini bilirse namazı câiz değildir. Çünkü imamın hata ettiğine inanmıştır. Bir de o makamın farzını terk etmiştir. Ama edâdan sonra öğrenirse zarar etmez. Bunu bilmeyenin namazı sahihdir. Nitekim imam belli olmasa mesela namaz kılan iki adam görse de lâlettâyin birine uysa câiz olmaz. Kıbleyi şaşırmazlarsa ona isâbet şartıyle namaz câizdir.

İZAH

Kıbleyi delilleri ile bilmekten âciz olan kimse araştırmadan namaza başlasa, namazdan sonra kıbleye isabet ettiğini öğrenmedikçe namazı câiz değildir. Çünkü halin istishabî kaidesiyle esas olan isabet etmemesidir. İsabet ettiği yüzde yüz anlaşılınca cevaz evvelinden sabit olur; ve istishap bozulur. Hatta isâbet ettiğini kuvvetle zannetse bile sahih kavle göre yine câiz olmaz. Nitekim «Hılye»de «Hâniye»den naklen bildirilmiştir. Namaz esnasında yüzde yüz bilse câiz olmaz. İmam Ebu Yûsuf buna muhaliftir. Çünkü öğrendikten sonra o kimsenin hali daha kuvvetlidir. Kuvvetliyi zaif üzerine bina caiz değildir.

«Araştırma neticesi bulunduğu tarafın aksine doğru kılan böyle değildir». O isabet ettiğini bilsin bilmesin yahud namazda veya namazdan sonra hata etsin yahud o hususlara dair hiçbir şey anlaşılmasın mutlak surette namazını yeniden kılacaktır.

İmam A´zam´dan bir rivâyete göre böylesinin küfründen korkulur. İmam Ebu Yûsuf´tan bir rivâyete göre ise isabet ettiği takdirde câizdir. Fetva imam A´zam´ın kavline göredir. Feyz.

Fark şudur: İmameyn´e göre başka bir sebeple farz olan şeyin tahsili değil husûlü şarttır. Lâkin fesâdı itikad edilmeyecek ve fesâdına delil bulunmayacaktır. O kimsenin araştırdığı cihetin aksini tercih etmesi namazının bozulduğunu itikad etmesini gerektirir. Ve tıpkı kendinin abdestsiz olduğunu veya elbisesinin pisliğini, yahud vakit girmediğini bildiği halde namaz kılıp sonra aksi anlaşılmasına benzer. Bu hallerin hiç birinde namazı câiz değildir. Çünkü kendi itikadınca yaptığı iş câiz değildir. Araştırmadan kılması böyle değildir. Zira fesadını itikad etmemiştir. Yalnız olup olmadığı hususunda şüpheli kalmıştır. Namaz tamam olduktan sonra kıbleye isabeti anlaşılınca iki ihtimalden biri ortadan kalkmış, diğeri kalmıştır. Kaviyi zaif üzerine binâ etmek de lazım gelmemiştir. Kıbleye isabet ettiği namaz bitmeden öğrenmesi bunun hilâfınadır. Nitekim «Münye» şerhinde izâh edilmiştir.

Kıbleyi şaşıran kimseler namazlarını yalnız başlarına kılarlarsa her birinin namazı sahihdir. Fakat imamla kılarlar da muhtelif semtlere doğru dururlarsa, haklarında şöyle tafsilata gidilir ki, bunu «Feyz» sahibi söylemiştir: Cemâatle kılarken hangisi imamın önüne geçer yahud edâ hâlinde imamın döndüğü taraftan başka tarafa doğru dönerse onun namazı câiz değil, diğerlerinin namazları câizdir. Zira imamın önüne geçerse bunu edâ halinde anlasın anlamasın namaz câiz değildir. Fakat semt hususunda imama muhalefet ederse bunu ancak edâ halinde anladığı takdirde zarar eder. Namazdan sonra anlarsa zarar etmez. Nitekim yukarda «Feyz» den naklettirdiğimiz ibâre de buna delâlet etmektedir. Bu hususta «Mülteka»da da şöyle denilmektedir:

«İmamın önüne geçmeyenin namazı câizdir. Geçenin yahud imamın hâlini bilip de ona muhalefet edenin hükmü böyle değildir».

«Gurer» metninde dahi şöyle denilmiştir: «İmama muhâlefet ettiğini bilmez ve onun önüne geçmezse câizdir. Aksi halde câiz değildir. Nitekim imam belli olmasa... ilh». şârih burada «Nehir» sahibine tâbi olmuştur. O da bu meseleyi «Mi´rac»dan nakletmiştir. «Mi´rac»ın ibaresi şudur: «Şafiî´nin bazı arkadaşları, bu kimselere iâde lazımdır. Çünkü imamın yaptığı onların itikadlarına göre yanlışla doğru arasında mütereddittir. İmam belli olmasa mesela namaz kılan iki kişi görse de lâlettayin birine uymaya niyet etse câiz olmaz. İmamın fiili belli olmadığı zaman da böyledir. demişlerdir».

Bundan anlaşılır ki, işin münâsibi bu meseleyi tamamen buradan atmak idi. Çünkü onun burada hiç bir te´siri yoktur. Yalnız Şâfii´lerden bazılarının, «İmamının hâlini bilmeyen kimsenin namazı imamının kendini bilmeyene kıyasen sahih olmaz.» sözlerine göre bir münasebeti olabilir. Anla.

«Kıbleyi şaşırmazlarsa ona isâbet şartiyle namaz câizdir» Şârih bu cümleyi burada bilmünasebe zikretmiştir.

En münasibi Tahtavî ile Rahmetî´nin söyledikleridir ki şudur: Bu mesele cemaate mahsus değildir. Yalnız kılanda öyledir. Rahmetî, «Araştırmak namazın sahih olması için ancak kıblede şüphe edildiği zaman şarttır. Bir kimse kıbledir diye kesîn surette inanarak bir tarafa doğru namaz kılarsa namazı câizdir. Meğer ki kıblede hata ettiğini namaz içinde veya namazdan sonra anlasın. Ama bu mutlak namaz hakkındadır. Cemaate mahsus değildir» demiştir. Bu izaha göre Şârih onu yerinde söylemiştir. Çünkü daha önce söylemiş olsa, hükmün yalnız kılana mahsus olduğu tevehhüm edilebilirdi. Rafiî.

Onu, Musannıf´ın, «Kıbleyi araştırmadan namaza başlarsa ilh.» sözünün yanında zikretmesi gerekirdi. Çünkü Musannıf´ın o sözü kıbleyi şaşıranlar hakkındadır. Buradaki «şaşırmazlarsa» sözü onun mefhumunu izâh olur. Sonra kıbleyi araştırma meseleleri aklen taksime göre yirmi kısma ayrılır. Çünkü bir kimse ya kıblede hiç şüphe etmez ve araştırmaz. Yahud şüphe eder ve araştırır. Yahud şüphe etmeden araştırmaz. Veya şüphe etmeden araştırır. Bu dört kısımdan her birinin beş vechi vardır. Çünkü o kimsenin ya isabet veya hata ettiği namazda meydana çıkacaktır. Yahud namaz hâricinde anlaşılacaktır. Yahud hiç anlaşılmayacaktır.

Birinci kısmı ele alırsak o kimsenin hata ettiği anlaşılırsa mutlak surette namazı bozulur. Namaz bitmeden isabet ettiği anlaşılırsa yine böyledir, diyenler vardır. Çünkü hali kuvvet bulmuştur. Esah kavle göre namazı bozulmaz. Namazdan sonra hatâsı anlaşılır veya hiçbir şey anlaşılmazsa kendi reyince büyük bir ihtimale göre kıbleye isabet ettiği takdirde namaz yine bozulmaz.

İkinci kısım bütün vecihlere göre sahihtir

Üçüncü kısım bütün vecihlerinde sahih değildir. Velev ki zann-ı galibine göre isabet etmiş olsun. Esah kavil budur. Ancak kıbleye isabet ettiğini namazdan sonra öğrenirse o zaman câizdir.

Dördüncünün hariçte vücudu yoktur. «Nehir» nam eserde de böyle denilmiştir. Musannıf bunlardan ikinci kısmı, «Kıbleyi bilmekten âciz olan araştırır... ilh.» diyerek anlattığı gibi üçüncüden de, «araştırmadan namaza başlarsa, ilh.» sözü bahsetmiştir. şârih de «kıbleyi şaşırmazlarsa ilh.» sözü ile birinci kısmı anlatmıştır. Ancak, «Hataları anlaşılırsa namaz bozulur. Aksi takdirde bozulmaz.» demesi lâzım gelirdi. Dördüncü kısmın haricinde vücudu olmadığı için onu hazf etmiştir. Bu makamı izah hususunda sözün doğrusu budur. Anla!

METİN

FER´İ MESELELER :
Bize göre niyet mutlak olarak şarttır. Velev ki akabinde inşaallah desin. Eğer boşama ve köle âzâdı gibi söze taallûk eden şeylerdense bâtıl olur, değilse bâtıl olmaz. Bize göre niyet ettiğinin aksini yapmak câiz değildir. Yalnız cuma namazında İmam Muhammed´in kavlince câiz ise de bu kavil zaiftir.

Mutemed kavle göre birçok fiillerden mürekkep olan ibâdete niyet o fiillerin hepsine şâmildir. Bir kimse hâlis niyetle namaza başlar da sonra içine riya karışırsa sâbık olana itibar edilir.

İZAH

Şârih bu fer´î meseleleri Kıbleye dönme Babından önce niyetten bahsederken sıralasa daha münâsip olurdu. Nitekim «Hazâin» sahibi öyle yapmıştır. Bize göre bütün ibadetlerde niyet ashab-ı kiramın ittifakiyle şarttır. Rükün değildir. İhtilâf ancak ihram tekbiri hakkındadır. Mutemed kavle göre o da niyet gibi şarttır. Bazıları rükün olduğunu söylemişlerdir. Eşbah.

Şârih´in bundan mutlak diye söz etmesi cenâze namazına da şâmil olsun diyedir. Ama ondaki iftitah tekbiri bilittifak rükündür. Nitekim bâbında gelecektir. H.

«Eşbâh» sahibi ibâdetlerden iman, tilâvet, zikir ve ezanı istisna etmiştir. Çünkü bunlar niyete muhtaç değildirler. Nitekim Buharî şerhinde Aynî de aynı şeyi söylemiştir. İbâdetten başka bir şey sayılmayan her şey niyete muhtaç değildir. Bu, «İbni Vehban» şerhinde de böyledir. İbni Vehban, «Kezâ niyete muhtaç değildir.» demiştir.

İbâdetin şartı olan şeyler de ibâdetten müstesnadır. Yalnız teyemmümle «Kerhî»nin kavline göre kıbleye karsı dönmek niyete muhtaçtırlar. Fakat itimad edilen kavil bunun hilâfıdır. Kezâ başa ve mest üzerine mesh ve diğer ibâdet cüzleri dahi niyete muhtaç değildir. Niyet edilen şey «Sen boşsun inşaallah, sen hürsün inşaallah» gibi söze teallûk eden hususattansa meşietle «yani inşaallah demekle» bâtıl olur. Çünkü boşamak ve köle âzâd etmek niyete değil söze bağlıdır. Hatta bir kimse karısını boşamaya veya kölesini âzad etmeye niyet etse söylemedikçe sahih olmaz.

Halebî diyor ki: «Eğer talâkın vukuu, «sen boşsun» sözüne bağlıdır». Niyete itibar yoktur. Çünkü bu söz acıktır, dersen ben de şöyle derim: «Bu kazaen müsellemdir (Mahkeme hükmüne göre teslim edilir). Diyaneten ise niyet muteberdir. Hatta bu sözle ipten boşanmayı niyet ederse diyaneten kadın boş düşmez».

Ben derim ki: «Bahır» ve «Eşbah»da dahi böylece açıklanmıştır. Bu izaha göre Şârih sözle kinaye arasında fark, birincinin sadece kazaen niyete muhtaç olmaması, fakat diyaneten niyete muhtaç olması, ikincinin ise hem kazaen hem diyaneten niyete muhtaç olmasıdır. Lâkin diyaneten Şârih´in niyete muhtaç olmasının mânâsı sözün örfî mânâsından başkasını niyet etmemesidir.

İpten boşanmayı niyet ederse kadın boş düşmez. Çünkü bu adam sözü delâlet ettiği mânâdan değiştirmiştir. Ama sen boşsun sözünü karısına söylemek ister de ondan boşamayı ve başka bir yerine geçer.

Cevap şudur: Tavaf haddizatında müstakil bir ibadettir. Nitekim haccın bir rüknüdür. Rukün olması itibariyle hac niyetinde dahildir. Tâyin edilmesi şart değildir. Müstakil olması itibariyle onda asıl tavaf niyeti şarttır. Hatta bir şeyden kaçarak yahud borçluyu takip ederek tavaf etse sahih değildir. Arafat´ta vakfe böyle değildir. Çünkü o ancak haccın zımnında ibadettir. Ve hac niyetinde dahildir. Şeytan taşlamak, tıraş olmak, saî yapmak dahi böyledir. Bir de tavaf ifâsına tıraş olarak ihramdan çıktıktan sonra yapılır. Hatta o kimseye kadınlardan başka her şey helâl olur. Bununla bir vecihle hacdan çıkmış, bir vecihle çıkmamış olur. Binaenaleyh her iki vecih nazar-ı itibara alınmıştır.

«Bir kimse hâlis niyetle namaza başlar da sonra içine riyâ karışırsa sâbık olana itibar edilir». İhtimal ki bunun vechi şudur:

Namaz, parçalanmayı kabul etmeyen bir ibâdettir. Binaenaleyh onun ibtidasına bakılır. Namaza hâlis niyetle başlar da sonra riya ârız olursa namaz o hulûsu üzere ALLAH için devam eder. Yani hâlis niyetle başlamazsa bir kısmı ALLAH için, bir kısmı başkası için olması lazım gelir. Halbuki namaz bir ibadettir; Evet, namazın bir kısmı riyâ suretiyle güzel olursa güzel yapmak ziyade bir vasıftır. Ondan dolayı sevap verilmez. Bu anlattıklarımızdan şu çıkar: Bir kimse namaza riya ile başlarda sonra ihlâsa çevirirse evvelkisi itibar olunur. Bu, kıraat ve itikâf gibi parçalanması mümkün olan ibadetlerin hilâfınadır. Çünkü böyle ibadetlerde riyâ karışan cüzün hükmü başka, ihlâsla yapılan cüzün hükmü başkadır.

neslinur
Thu 25 March 2010, 04:14 pm GMT +0200
METİN

Riya, «gösteriş demek olup» yalnız başına kalsa namazı kılmamak, bir de başkalarının yanında olunca güzel kılmak, yalnız kalınca güzel kılmamaktır. Riya için namazın aslına verilen sevap vardır. Riyâ karışır korkusu ile namaz terk edilemez. Çünkü bu mevhum (yani hayalden ibâret) bir şeydir.

Farzlarda vacibin sukûtu hakkında riya yoktur. Bir adama, «Öğleyi kıl, sana bir altın veriyorum» denilse de bu niyetle kılsa câiz olması gerekir. Fakat altını hak etmez. Hasımları razı etmek için namaz kılmak fâide vermez. ALLAH için namaz kılar. Şâyet hasmı afv etmezse onun sevablarından alır.

Haberde vârid olduğuna göre bir danık için cemâatle kılınan yedi yüz namaz savabı alınacaktır. Bir kimse cemaate namazda iken yetişip farz mı teravih mi kıldıklarını bilemese farza diye niyet eder, cemaat farz namazda iseler niyeti sahihtir, değilseler kıldığı nâfile olur.

İZAH

Riyadan maksad, ibadetin aslından savabı yok eden kâmil riya yahud sevabın katlanmasına mâni olan riyâdır. Yoksa gösteriş için güzel yapmak da riyâdır. Buna delil sevap verilmemesidir. Sevap ancak ibadetin aslı için verilir. Namaza Girmek İsteyen Ne Yapmalıdır? faslında geleceği vecihle imam, gelen yetişsin diye rükûu uzatırsa İmam A´zam´ın «Ben bu adam hakkında pek büyük bir şeyden yani gizli şirkten korkarım» demiştir. Bu da riyâdır. Nitekim tahkiki aşağıda gelecektir. O kimse namaz kılmak, yahud Kur´an okumak ister de riyâ karışacağından korkarsa bırakmaması icap eder. Çünkü korku hayalden ibarettir. Bunu «Eşbah» sahibi «Valvalciye»den nakletmiştir. Âriflerden ve ehl-i tahkikten Şihabüddîn Sühreverdî´ye sormuşlar: «Efendim, ameli terk etsem ebedî tenbelliğe maruz kalacağım. Amel etsem ucûp karışacak, bunların hangisi daha iyidir? O da, «Amel et, ucûbdan dolayı da ALLAH´dan mağfiret dile!» diye cevap yazmış.

Fettal, «farzlarda vâcibin sükûtu hakkında riya yoktur.» demiştir. Yani riyâ farzı ibtal etmez. Velev ki ihlâs ve samimiyet farzlardan sayılsın. «Muhtaratü´n-Nevâzil» sahibi diyor ki: «Bir kimse riya ve şöhret için namaz kılarsa hüküm itibariyle namazı câizdir. Çünkü şartları ve rükünleri mevcuttur. Lâkin sevabı hak edemez».

«Zahire»de bunun aksi beyan edilmiştir. Fakîh Ebu´l-Leys´in «Nevâzil»de bildirdiğine göre ulemamızdan bazıları riyâ, forzlardan hiç bir şeye karışmaz, demişlerdir. Doğru yol budur. Riyâ, sevabın aslını yok etmez, ancak katlanmasına mânidir». Bunu Bîrî kaydetmiştir.

Bu mesele üzerinde sözün tamamı Haram - Mubah Bahsinde gelecektir. Para ile bir kimseye namaz kıldırma hususunda «Eşbah» sahibi şöyle demiştir: «Bu mesele bizim mezhebimizde yazılmış değildir. Onu (Şâfiî´lerden) Nevevî söylemiştir. Ama bizim kaidelerimiz de buna aykırı değildir. Riyâ ile kılınan namazın câiz olması hususunda aykırı değildir. Çünkü vâcibin sükûtu hakkında farzlarda riyâ yoktur. Altına hak kazanmamasına da aykırı değildir. Çünkü bu, farz için ücret vermektir. Farz için kimse ücrete müstahak olamaz. Nasıl ki baba hizmet için oğlunu çırak tutsa ücrete hak kazanamaz. Çünkü babasına hizmet oğluna farzdır. H.

Hasımları razı etmek için namaz kılmak fâide vermez. Ama Şârih bunun câiz olup olmadığına temas etmemiştir: «Muhtaratün - Nevâzil»den anlaşıldığına göre câiz değildir. Çünkü orada, «Bunun yapılmaması icap eder. İhtimal bu bozguncuların telkinlerindendir.» denilmiştir. «Valvalciye»de dahi şu ibare vardır: «Bir kimse ALLAH rızası için namaz kılar da hasmı da varsa aralarında afv muamelesi geçmediğine göre ahirette borçlunun hasenatından alınıp ötekine verilecektir. Bu hususta niyetin bulunup bulunmaması müsavidir. Hasmı yoksa yahud var da aralarında afv muamelesi geçti ise borçlunun hasenâtından ötekine hiçbir şey verilmez. Niyetin bulunup bulunmaması müsâvidir».

Bunu Bîri nakletmiştir. Bu izaha göre mezkûr namazdan murad namaza hasımlarını razı etmek için değil ALLAH Taâla için niyet etmektir. Hasımları razı etmek için yapılan niyet bid´at olduğu için câiz değildir. Tehıyye-i Mescid gibi mendup namazlar böyle değildir. Ama namaz kılar da savabını hasımlarına hediye ederse sahihtir. Çünkü bir şeyi yapan bize göre onun savabını başkasına hediye edebilir. Nitekim inşaallah başkası nâmına hac yapanın hükmü gelecektir. «Haberde varid olduğuna ilh...» sözünden murad, bazı kitaplardır. Bunu «Eşbah» sahibi «Bezzaziye»den nakletmiştir. İhtimal ki bu kitaplardan maksad da semavî kitaplar yahud ulemanın kendi kitaplarında naklettikleri hadîslerdir.

Dânık yahud Dânek, dirhemin altıda biridir ki iki kırattır. Kırat da boş arpadır. Cemâatla kılınan (700) namazdan murad farzlardır. Çünkü cemaat farzlarda olur. «Mevâhib»de «Kuşeyrî»den naklen, «Yediyüz makbul namaz sevabı» denilmiş, cemaatle kaydı konmamıştır. «Mevâhip» Şârihi hulâsaten şöyle demiştir: «Bu, Allah Taâla´nın zalimi afv etmesine ve onu rahmeti ile cennetine koymasına aykırı değildir». T. Kısaltılarak alınmıştır. Cemaatın teravih kıldıkları anlaşılırsa farza diye niyetlenen kimsenin namazı nâfile olur. Fakat teravih yerine geçmez. Çünkü yatsıdan önce kılındığı farzedilmiştir. Teravihin vakti ise mutemed kavle göre yatsıdan sonradır. T.

METİN

Bir kimse, biri farz-ı ayın, biri cenâze gibi farz-ı kifaye olan iki namaza niyet ederse kıldığı farz-ı ayın yerine geçer. İki farz namazına niyet ederse vaktin farzı yerine; iki kaza namazına niyet ederse tertip sahibi olduğuna göre ilk kazaya kalan yerine geçer. Aksi takdirde lağv olur. Bu bellenmelidir!

Biri kaza, biri edâ olan iki namaza niyet ederse vakit geniş olmak şartiyle kaza yerine geçer. Biri farz, biri nâfile olan iki namaza niyet ederse farz yerine; sabah namazının sünneti ile tahiyye-i mescidi gibi iki nâfileye niyet ederse her iki nâfile yerine; biri nâfile biri cenâze namazı olursa nâfile yerine geçer. Başladığı namaza aykırı düşen bir niyetle tekbir almadıkça bozmak niyetiyle başlanan namaz bâtıl olmaz. Bir kimse namazda oruca niyet ederse sahih olur.

İZAH

Bir kimse biri farz-ı ayın, diğeri farz-ı kifâye olan iki namaza niyet ederse kıldığı farz-ı ayın yerine geçer. Çünkü farz-ı ayın daha kuvvetlidir. Hakikî namaz da odur. Cenaze namazı mutlak surette namaz değildir. Biri vaktin farzı, diğeri vakti girmeyen bir farz olur. Meselâ, günün öğle vaktinde hem öğlenin hem ikindinin farzlarına niyet ederse kıldığı namaz, vaktin farzı yerine geçer.

«Münye» şerhi ile «Bîrî´nin «Eşbah» şerhinde böyle denilmiştir. Aşağıda gelen «Biri kaza, diğeri vakit namazı» ifâdesi de, buna delâlet etmektedir. «Muhit» sahibi bunun illetini göstermiş, «Çünkü vakit namazı o anda farz, diğeri o anda farz değildir.» demiştir. Bu söz o kimsenin sahibi tertip olmadığını ifâde ediyor. Yoksa kaza namazı yerine geçmesinin evlâ olacağı aşikârdır. Bahır.

Ben derim ki: Bu ifâde iki farz namazdan vakit namazı ile kaza namazı kastedildiğine göre tamamdır. Halbuki öğle değildir. Bu iki namazdan murad, vakit namazı ile vakti girmeyen namazdır. İki kaza namazına keza Arafat´ta öğle ile ikindiyi cemi gibi iki vakit namazına niyet ederse tertip sahibi olduğuna göre ilk kaza namazı ve Arafat´ta öğlen yerine geçer. Nitekim bunu Bîrî incelemiştir.

Halebî diyor ki: «Çünkü o gün ikindiyi öğle vaktinde kılmak sahih ise de tertip dolayısiyle öğleyi ondan önce kılmak vâcibtir. Bu suretle öğle ile ikindi aralarında tertip sâkıt olmayan iki kaza namazı gibi olurlar. Nitekim bu açıktır». «Tertip sahibi olduğuna göre... ilh.» ifâdesi hususunda Şârih, «Bahır» sahibine uymuştur. «Bahır» sahibi, «Bu ancak aralarında tertip vacip olduğuna göre tamamdır.» demiştir.

Ben derim ki: «Bahır»ın ibaresi «Hılye»den alınmıştır. Lâkın «Hılye» sahibi bundan sonra şöyle demiştir: «Şimdi aralarında tertip vacip olmayan iki namaz kalır. Ama yine de kılınan namaz birincinin yerine geçer. Çünkü onu öne almak evlâdır denilebilir». Halebî-i Sağîr şerhinde bunu kati söylemiş, «Birinci namazın yerine geçer. Çünkü o namaz öncelikle tercih hakkı kazanmıştır. Velevki sahibi tertip olmasın.» demiştir. Anla!

Biri kaza, biri edâ olan iki namaza niyet ederse vakit geniş olmak şartiyle kaza yerine geçer. Ama edâ namazının vakti çıkacağından korkarsa kıldığı namaz onun yerine geçer. Üzerinde borç olarak kaza namazı kalır. Nitekim «Ecnâs» kitabında da böyledir. Şu da var ki Halebî «Vakit geniş olmak şartiyle» ibâresinden sonra «Yani aralarında tertip mevcutsa demektir. Çünkü vakit geniş olup da aralarında tertip bulunmazsa niyeti hükümsüz kalır. Nitekim bunu «Bahır» sahibi açıklamıştır.» demiştir.

Ben derim ki: «Bahır sahibi bu meselede bunu açıklamamıştır. Evet «Münye» şârihi onu inceleyerek açıklamıştır. Hılye sahibi ise aksini incelemiştir. Anla! Ve sonra şunu da bil ki: Şârih´in «Vakit namazı yerine geçer... ilh.» sözünü «Fetih» sahibi «Münteka»ya nisbet etmiştir. Onun bir misli «Sirâc»da da mevcuttur. Aynı sözü «Bahır» sâhibi «Münye»ye nisbet etmiş ve ondan önce, «Bu iki namazdan hiç birine başlamış olmaz.» demiş. Sonra «Zahîriye» sahibinin bu hususta iki rivâyet olduğunu söylediğini bildirmiştir.

Ben derim ki: Kezâ «Hulâsa»da «Camî-i Kebîr»den naklen evvela bu iki namazdan hiçbirine başlamış sayılmaz, denilmiş, sonra «Müntekâ»da bildirildiğine göre birincisinde namaza başlamış sayılır.» denilmiştir. Böylece o da bir rivayet olur. İmam Fârisî´nin beyanına göre iki farza niyet meselesi bir namazda olursa İmameyn´e göre hükümsüzdür. İmam Hasan´ın Ebu Hanîfe´den rivayeti de budur. Bu şöyle olur: Bir adam bir günün yahud iki günün öğle ile ikindisine hangisinin evvel kaldığını bilmeksizin niyet ederek tekbir alırsa hiç birine başlamış olmaz. Çünkü bunlar birbirine zıddır. Şu delil ile ki: Biri diğeri üzerine ârız olursa onu giderir ve aslından ibtal eder. Hatta üzerinde kalan ikindiye niyet ederek öğleye başlasa öğle namazı bâtıl olur. İkindiye başlaması sahihtir. Sabit olduktan sonra bunlar birbirini ortadan kaldıracak kuvvette olunca sabit olmadan birbirlerini defetmeye evleviyetle güçleri yetecektir. Çünkü defi refi´den evlâdır. (Yani bir şeyi olmadan karşılamak olduktan sonra kaldırıp atmaktan daha kolaydır). Bu söz İmam Muhammed´in kaidesine göredir. İmam Ebu Yûsuf´un kavline göre de öyledir. Çünkü ona göre tercih ya tâyin ihtiyacından dolayı yahud kuvvetle yapılır. İki şeyde bunların ikisi de müsâvidir. Sonra iki farz mutlak olarak söylenince hem ALLAH´ın vacip kıldığı hem de nezirde olduğu gibi kulun vâcip kılmasıyle farz olan namazların edâ ve kazasına ve bozulan nâfile gibi kazaya mülhak namazlara şâmildir. Bu iki namazın iki öğlen, iki cenaze ve iki nezir gibi bir cinsden olmaları ile ayrı cinsden olmaları arasında fark yoktur. Meselâ öğle ile ikindi, öğle ile nezir ve öğle ile cenaze ayrı cinslerdir. Bazıları, «Bir namazda iki farza niyet eden kimse Şeyhayn´a göre «nâfile kılmış olur.» demişlerdir. İmam Muhammed buna muhaliftir. Zekat, oruç, hac ve kefaret gibi namazdan başka iki farza niyet ederse niyeti muteberdir. Ve nâfile ibâdet yapmış olur. Bundan yalnız bir cinsden iki kefâret müstesnadır. Bunlara niyet eden kimse farza niyet etmiş sayılır». Bu izahat kısaltılarak nakledilmiştir. Tamamı «Bahır» üzerine yazdığımız derkenardadır.

Anlaşılıyor ki «Cami-i Kebîr»in rivayeti «Müntekâ»nın rivayetine aykırıdır. Binaenaleyh bir kimse bir niyetle her biri kaza iki farza yahud biri edâ biri kaza yahud biri edâ birinin vakti girmemiş, biri edâ biri cenaze namazı, biri edâ biri nezir namazı veya diğer vaciplerden biri olmak üzere iki farzı bir araya getirse asla namaza girmiş sayılmaz. Bazıları nâfile kılmış sayılacağını söylemişlerdir. «Cami-i Kebîr» rivayetine göre kuvvet yalnız farzla nâfileyi bir yere getirdiği zaman nazarı itibara alınmıştır. Çünkü Şeyhayn´a göre kılınan namaz kuvvetine bakarak farz sayılır.

İmam Muhammed ise, «İki şeyi bir araya getirmek namazda olursa hükümsüzdür. Ve iki namazdan hiç birine başlamış sayılmaz. Oruç, zekât ve nezir hacla nafile de olursa yaptığı nafile yerine geçer» demiştir. Farz olan hacla nafile hacca birlikte niyet etmek, bunun hilâfınadır. Çünkü o kimse bilittifak farza niyet etmiş sayılır. Nitekim bunu Farsî kendi şerhinde izah etmiştir. ALLAH-u â´lem.

Bazen nâfile sözü sünnete de şâmil olur. Burada murad odur. İki nâfileye niyet ederse kıldığı namaz ikisi yerine de geçer. Bunu «Eşbah» sahibi söylemiş, sonra, «iki sünnete diye niyet ederse meselâ Pazartesi günü hem o günün sünneti olmak hem de arefeye tesadüf ettiği için arefenin sünneti olmak üzere oruca niyet etse ne hüküm verildiğini bir yerde görmedim. Zira tahiyye-i mescid meselesi ancak sünnetin zımnında mevcuttur. Onunla maksad hâsıl olmuştur». demiştir. Yani her iki gün için oruca niyet de böyledir, demek istemiştir.

Allâme Bîrî, «Çünkü bu adama farz namına iki günün orucu câiz olunca farz olmayan iki günün orucu nâmına caiz olması evleviyette kalır.» diyerek «Eşbah» sahibini te´yid etmiştir. Zira «Hızânetü´l-Ekmel»de şöyle denilmiştir.

«Bir kimse Recep ayında ALLAH için oruç tutmak boynuma borç olsun dedikten sonra zıhâr kefâreti olmak üzere iki ay arka arkaya oruç tutar ve bunların biri Recep ayı olursa câizdir. Ama ayların biri ramazan olursa câiz değildir. Bütün ömrünü oruçla geçireceğini nezir eder de sonra zıhardan dolayı kendisine iki ay oruç farz olur. Yahud muayyen bir ay oruç tutmayı nezir eder de sonra o ayda ramazan orucunu kaza ederse ona hiçbir şey katılmaksızın câiz olur. Lâkin burada iki niyeti bir araya toplamak yoktur. Bilakis ortada bir niyet vardır. Ama iki günün orucuna kafi gelmiştir. Şârih bu meseleyi bahis mevzuu etmemiştir Çünkü onun sözü namaz hakkındadır. Bu, namaza uymaz. Yalnız bir kimse yatsı namazının sünneti ile teheccüd namazına birden niyet ederse İbnil Hümâm´ın tercih ettiği «Teheccüd namazı bizim hakkımızda müstehap değil sünnettir», kavli mucibince tasviri mümkün olur.

Biri nafile biri cenâze diye niyet ederse kıldığı namaz nâfile olur Çünkü o mutlak olarak namazdır. Cenaze namazı ise duadır. Başladığı namaza aykırı düşen bir niyetle meselâ farza başladıktan sonra nâfileye tekbir almak veya bunun aksini yapmak vakit namazına başladıktan sonra kaza namazına tekbir almak veya aksini yapmak, namaza yalnız başladıktan sonra imama uymak için tekbir almak ve aksini yapmak gibi bir fiilde bulunmadıkça bozmak niyetiyle başlanan namaz bâtıl olmaz Ama başladığına uygun şekilde niyet ederek tekbir getirirse. meselâ niyeti söylemeden bir rekât öğle namazı kıldıktan sonra öğleye niyet ederse birinci niyet bâtıl olmaz, ve o rekat üzerine devam eder. Ama ikinci rekat üzerine namaz tamamlamaya kalkarsa namazı bozulur. T. Bir kimse namaz kılarken oruca niyet ederse sahih olur. İtikâfa niyette böyledir. Lâkin içinde bulunduğu ibâdetten başka bir şeyle meşgul olmamak evlâdır. T. ALLAH´u âlem.

neslinur
Thu 25 March 2010, 04:20 pm GMT +0200
NAMAZIN SIFATI

METİN


Namazın şartını beyândan sonra musannıf meşrutun beyânına başlıyor. SIFAT lügatta masdardır. Örfde ise farz, vacip, sünnet ve mendûba şâmil olan bir keyfiyettir. Namazın farzlarından birincisi ayakta tahrimedir. Bu farzlarsız namaz sahih olmaz. Tahrime cenazeden başka namazlarda kudreti olana şarttır. Bununla fetvâ verilir.

İZAH

Sıfattan murad: Namazın zatî vasıflarıdır. Bunlar ayni zamanda hakiki cüzler olan Kıyam, rükû ve sücûddan müteşekkil olan aklî cüzlerdir. Çünkü meşrut olan bunlardır. İleride evlânın bunun hilâfı olduğu gelecektir. T. Sıfat ve vasıf kelimeleri ayni kökten türeme iki masdardırlar. Kelâm ulemâsı bunların arasında fark görmüş: «Vâsıf tavsîfi yapan şahısla, sıfat ise tavsif edilen şeyle bulunur.» demişlerdir. Lâkin kâmusun sözü sıfatında lügat itibariyle mevsûfta bulunacağına delâlet eder. Şu halde sıfat bazan masdar bazan isim olur vasıf ise yalnız masdardır.

Fetih ve Bahır´da şöyle denilmiştir: «Bazan vasıf kelimesinden sıfat murad edildiği inkâr olunamaz. Ama bununla lügaten birleşmek lazım gelmez. Çünkü vasfın da masdar olduğunda şübhe yoktur.» Bu sözden anlaşıldığına göre vasıf kelimesi bazen isim olarak mecazen sıfat manâsında kullanılır. Lügaten sıfat mânâsında kullanıldığı yoktur. Binaenaleyh bundan ikisinin birleşmesi lâzım gelmez. Bazılarının lügatta sıfatla vasıf bir mânâya gelirler. diye iddia etmeleri bunun hilâfınadır. şârihin «örfte ise bir keyfiyettir ilh...» sözü kelâm ulemasının örfüne göredir. Aksi takdirde gördük ki sıfat, lügatta bazen masdar, bazen isim olmaktadır. Bu söz mutlak olarak sıfatın değil, hâssaten namaz cüzlerinin sıfatını tariftir.

Halebî diyor ki: «Bu söz muzafı hazf edilmiş izâfet terkibidir ve namaz cüzlerinin sıfatı takdirindedir. Bazı cüzlerin sıfatı kıyamda olduğu gibi farziyet, bazılarında teşehhüd gibi. vücûp, senâ gibi sünnet, bazılarının sıfatı da kıyamda iken secde yerine bakmak gibi mendûp olmaktır. Terkibe muzaf takdir etmemizin sebebi «Makam, namazın kendinin değil. cüzlerinin sıfatını beyan makamı olmasıdır». Bu söz «Fetih»deki izahtan daha evlâdır. Orada şöyle denilmiştir:

«Burada sıfattan murad, namazın şahsî ve vasıflarıdır ki, bunlar. aynı zamanda haricî hakikatın cüzleri olan kıyâm, rükû ve sücûd gibi aklî cüzlerdir. «Nehir»de de böyle denilmiştir. Tahtavî´nin beyânına göre evleviyetin vechi «Fetih»teki ibarenin vâcip, sünnet ve menduplara şâmil olmamasıdır. Ama Tahtavî´nin sözü söz götürür. Çünkü vâcipler ve namaz kılandan beklenen diğer fiiller namazın cüzleridir. Zira cüzlerden murad, namazın sahih olması kendine bağlı olan şey demek değildir. İhtimal ki evleviyet şuradan ileri gelir: Sıfat mevsufla bulunan şeydir. Cüzler ise farziyet, vücûp ve benzeri sıfatlarının kendileriyle kâim olduğu şeylerdir. Şu halde cüzler sıfat değil, mevsuftur. Şöyle de cevap verilebilir: Murad bu cüzlerin namaz kılanın vasıfları olmasıdır. Namaza nisbet edilmeleri hâricde namazı yapan hakikî cüzleri olduğundandır.

Namazın farzları tâbiri hakikatta dahil olan rükünle dahil olmayan şarta şâmildir. Binaenaleyh tahrime, son oturuş ve kendi fiiliyle namazdan çıkmak gibi şeylere de farz denilebilir. Nitekim ileride görülecektir. UIema çok defa farz kelimesini tahrime ve oturuş gibi rükünün mukabili olan şeyler mânâsında kullanılır. Tahâret Bahsinin başlarında «Münye» şerhinden naklen arz etmiştik ki, bazen rükün ve şart olmayan şeye de farz denilir. Kıyâm, rükû. sücûd, ve oturuşun tertip üzere yapılmaları bu kabildendir.

Musannıf «farzlarından biri» demekle namazın daha başka farzları olduğuna işâret etmiştir. Nitekim Şârih´in, «farzlardan şu kalmıştır ilh...» sözünde de buna işâret gelecektir. Tahrimeden murad AIIah´u ekber gibi hâlis zikir cümlesidir. Nitekim namazın yirmi şartını manzum olarak beyân ederken gelecektir. Tahrim, bir şeyi haram kılmaktır. Kendisi ile namaza girilen cümleye tahrime denilmesi namaza boşlamazdan önce mubah olan şeyleri haram kıldığı içindir. Sâir tekbirler böyle değildir. Tahrimeyi, ayakta yapmak namazın ileride gelecek yirmi şarttan biridir. Musannıf onları bu fasıldan sonra beyân edecektir. Tahrime cenazeden başka namazlarda şart cenaze namazında ise sair tekbirleri gibi o da rükündür. Nitekim bâbında gelecektir. H.

Tahrime kâdir olana şarttır. Okumak bilmeyen kimse ile dilsiz niyetle iftitah yapsalar câizdir. Çünkü ellerinde olan son imkânı kullanmışlardır. Bunu «Bahır» sahibi «Muhit»ten nakletmiştir. Gelecek fasılda bu hususa dâir sözün tamamı görülecektir.

METİN

Binaenaleyh nafileyi nafile üzerine bina etmek câiz olduğu gibi, nâfileyi farz üzerine bina etmek de câizdir. Velev ki mekruh olsun. Fakat zâhire göre farz, farz üzerine veya farz nafile üzerine bina etmek câiz değildir.

Tahrime şartlara bitiştiği için onun hakkında şartlara riâyet edilmiştir. Ama bu sözü Zeyleî kabul etmemiş, sonra yine bu söze dönerek «teslim edilse bile» demiştir. Evet «Telvih»de evvelâ kabul edilmenin sonra teslim etmekten daha iyi olduğu kaydedilmiştir. Lâkin biz ihtiyaten bunun hilâfına olduğunu söylüyoruz. «Burhan»ın ibâresi şöyledir: «Namaz için şart olan şeyin tahrime için de şart koşulması tahrime rükün olduğu için değil, namazın rüknü olan kıyâma bitiştiği içindir».

İZAH

Nafilenin nafile üzerine binâ edilmesi meselesi tahrimenin şart olmasına dayanır. Lâkin onun şart olması herhangi bir namazın herhangi bir tahrime üzerine binâ edilmesinin sahih ve câiz olmasını gerektirir. Nasıl ki, herhangi bir namazı herhangi bir namaz için alınan abdest üzerine binâ etmek câizdir; geriye kalan şartlar da öyledir. Lakin bir farzın başka namaz üzerine bina edilmesini câiz görmüyoruz. Ama tahrime rükün olduğu için değil, farzda aranan şey tâyın ve onu en belirli vasıflariyle, bütün fiilleriyle başkasından ayırmak olduğu içindir. Farz, yalnız başına bir ibâdet olmalıdır. Başka namazın üzerine bina edilmiş olsa onunla birlikte bir ibâdet olurdu. Nasıl ki, nâfileyi nâfile üzerine bina etmek böyledir.

«Bahır» sahibi diyor ki: «Nâfileyi nâfile üzerine bina etmek bir namaz olur. Bunun delili, oturuşun sahih kavle göre ancak sonunda farz olmasıdır. Ulemanın «nafilenin her iki rekâtı bir namazdır», sözleri buna aykırı değildir. Çünkü bu söz başka başka hükümler hakkında söylenmiştir. H.

Nafile namaz farz üzerine de bina edilebilir. Çünkü farz daha kuvvetlidir. Zaif olan nâfileyi kaldırır. T.

Yalnız bunu yapmak mekruhtur. Çünkü bunda selâm vermeyi geciktirmek ve nâfilenin ayrı bir tahrime ile kılınmaması gibi az çok mahzurlar vardır. H.

Bu izahat kasden yapıldığına göredir. Farz miktarı oturduktan sonra yanılarak beşinci rekâta kalkarsa kerahetsiz olarak ona altıncı rekâtı da katmak suretiyle bina eder. Farzı farz üzerine veya farzı nafile üzerine bina etmek câiz değildir. Zâhir mezhep budur. Sadru´l-İslâm buna muhaliftir. O, her ikisinin de câiz olduğunu söylemiştir. Nitekim «Bahır»da da beyan edilmiştir. Lâkin «Nihâye» sahibi farzın farz üzerine bina edilebileceğini Sadru´l-İslâm´a nisbet ettikten sonra farzın nâfile üzerine bina edilmesi hususunda bir rivayet bulamadık. Ama Sadru´l-İslâm´ın kavline göre bile câiz olmaması icap eder. Çünkü o, misli üzerine bina edilmesini câiz görmüştür. Kuvvetlinin kuvvetsiz üzerine bina edilmesini tecviz etmemiştir. «Çünkü bir şey kendi mislini veya daha aşağı olanı taşır, kendinden daha kuvvetli olanı taşımaz. ilh...» diyerek hayli uzun söz etmiştir. «Mirac» ve «İnâye» sahipleri de ona tâbi olmuşlardır. Bundan anlaşılır ki «Nehir» sahibinin, «Nafilenin nafile üzerine ve farzın nafile üzerine bina edilmesinin câiz olacağında hilâf yoktur.» sözü doğru değildir. Dikkatli ol!

«Tahrime şartlara bitiştiği için onun hakkında şartlara riâyet edilmiştir» sözü mukadder bir suale cevaptır. Sual şudur:

Tahrime şart olduğuna göre onun hakkında niçin şortlara riâyet edilmiştir. Şartlara rükünler hakkında riayet edilir?

Cevap: Tahrime için abdest ve kıble gibi şartlara riayet edilmesi tahrime rükün olduğu için değil, namazın rüknü olan kıyâma bitiştiği içindir. Ama bu sözü Zeyleî kabul etmemiş; tahrimenin rükün olduğunu söyleyen İmam Şafiî´ye red cevabı`verirken şöyle demiştir: «İmam Şafii´nin namaz için şart olan şeyler tahrime için de şarttır, sözünü kabul edemeyiz. Çünkü bir kimse sırtında necaset taşıdığı halde namaza başlasa da tahrimeyi bitirirken necaseti atsa yahud avret yeri açık olarak başlasa da iftitah tekbirini bitirirken az bir amelle avret yerini örtse; veyahud zeval görünmezden önce tekbire başlasa da onu bitirirken zeval zuhur etse, keza kıbleye yan durarak namaza başlayıp tahrimeyi bitirirken kıbleye dönse câiz olur. Şâfiî´nin sözü teslim edilse bile tahrime namazdan olduğu için değil edâya bitiştiği içindir.»

Zeyleî sonra «teslim edilse bile» diyerek kabul etmediği söze dönmüştür. Yani şartlara tahrime için riâyet edildiğini kabul etmiştir. Çünkü Zeyleî´nin «teslim edilse bile» sözü hasmına karşı tenezzül yolu ile söylenmiş de olsa. «Şart koşulması edâya bitiştiği içindir. ilh...» demesi, tahrime vaktinde şartlara riâyet edilmesinin tahrime için değil, bilittifak rukün olan kıyâme bitiştiği için lâzım geldiği hususunda acıktır. Bunun örneği senin şu sözündedir «Hareketle sükûnun bir arada bulunmasını teslim etmeyiz. Teslim etsek bile iki zıddın bir arada bulunması lâzım gelir», Buradaki «teslim etsek bile» sözü (tut ki) mânâsında kullanılmış; onunla sonraki söz kastedilmiştir. Anlaşılıyor ki Zeyleî bu sözle tahrime zamanında şartlara riâyet lazım geldiğini kasdetmiştir. Çünkü tahrime namazın rüknü olan kıyâme bitişiktir. Bu izaha göre bir kimse necâset taşıyarak namazaniyetlenir de tahrimeyi bitirirken onu üzerinden atarsa namazı sahih değildir. Çünkü necaset kıyamın bir cüzüne bitişmiştir. Zeyleî´nin yukarıda gecen ibâresindeki diğer meselelerde böyledir. Zeyleî´nin muradı bu olmasa idi bu meseleyi mezkûr «teslim edilse bile» sözü üzerine kurmazdı. Bu suretle evvela kabul etmediğine sonradan dönmüştür Anla!

Şârih «evet telvihde ilh...» sözü ile Zeylei´nin evvelâ kabul etmeyip sonra teslim etmesini tasdik etmiştir. Çünkü münazara ulemasının kaidesi: budur. Telvih´in sözü de bunu te´yid için getirilmiştir. Şârih bununla evvelâ teslim, sonra men edenlerin sözünü reddetmek istemiştir. «Lâkin biz ihtiyatın bunun hilâfına olduğunu söylüyoruz» cümlesi Zeyleî´nin döndüğü doğruluğunu ve ihtiyat olduğunu te´yid içindir. «Burhan»ın ibâresi de aynı mânâyı takviye içindir. Şârih, «Hazainü´l-Esrar» adlı eserinde şöyle demektedir: «Hidâye», «Kâfi», «Mecmâ» şerhleri ve diğer kitapların sözleri tahrime anında namaz şartlarının mevcud olması lâzım geldiği hususunda açıktır. Ama bu şartların bulunması tahrime rükün olduğu için değil. rükünlere bitişdiği içindir. Zeyleî evvelâ bu şartı kabul etmemiştir ilh...».

Şarih´in söylediğinin hulâsası şudur: O tahrime vaktinde şartlara riayet edilmesini tercih etmektedir. Velev ki tahrime rükün olmasın. Çünkü ulema Şafii´nin «tahrime rükündür.» sözüne cevap verirken, «Bu şartlara tahrime rükün olduğu için değil, kıyâme bitişdiği için riâyet olunur» demişlerdir. Anlaşılıyor ki tahrime vaktinde şartlara riâyetin lüzumunu ulema teslim etmişlerdir. Lâkin rükün olduğundan dolayı riâyet edildiğini kabul etmemişlerdir. Bu izâha göre bir kimse pislik taşıyarak tahrimeye başlasa da tahrimeyi bitirmeden pisliğini atsa namaza başlamış sayılmaz. Yukarda geçen fer´î meseleler de böyledir.

Ben derim ki: Bu söz şârihlerin sözüne aykırıdır. Onlar bu fer´i meselelerde namaza başlamanın sahih olduğunu açıklamışlardır. Hatta allâme Sekkâkî «Mi´racü´d-Diraye»de şöyle demiştir:

«Tahrime hakkında Şafii ile aramızdaki hilâfın semeresi nâfile namazı farz üzerine bina etmenin câiz olmasında ve kezâ elinde pislik bulunurda tahrimeyi bitirirken atarsa meselesi ile diğer fer´î meselelerde meydana çıkar. Bize göre o kimsenin namazı bozulmaz». «Sirâc»da da buna benzer izahat vardır. Yalnız o hilâfın Şeyhayn ile İmam Muhammed arasında olduğunu bildirmiştir. İhtimal bu, İmam Muhammed´den bir rivayettir. Çünkü meşhur olan kavle göre tahrimenin rükün olduğunu söyleyenler İmam Şâfiî ile bizim ulemamızdan bazılarıdır. «Fethu´l-Kadir»in ibâresi şöyledir: «Şartlara riâyet ilh...» sözü şartlar tahrime için lazımdır. İddiasını kabul etmemeyi tazammun eder. Bu takdirde şöyle denir: Biz şartların tahrime için lâzım geldiğini teslim etmiyoruz. Bilakis tahrime rükûnlere bitiştiği için lazımdır. Tahrime için şarta riayet lazım değildir. Onun için diyoruz ki:

Necaset taşıyan. avret mahalli açık olan. zevalden önce namaza duran ve kıbleden başka tarafa dönen kimse tahrime yapsa da tahrimenin son cüzünde necaseti taşıyan onu atsa, çıplak olan az bir amelle örtünse, zeval görünse, yan duran Kâbe´ye doğrulsa câizdir.

«Kâfi»de beyan edildiğine göre ulemamızdan bazıları tahrime rükündür demişlerdir. Tahavî´nin sözünden anlaşılan da budur. Binaenaleyh bu ulemanın kavline göre mezkûr ferîler sahih değildir».«Fethu´l-Kadîr» .sahibinin sözü burada biter.

«Hidâye» sahibinin bu ferilerin sahih olduğunu kabul etmek istediğini, tahrime zamanında namaz şartlarının bulunması lazım gelmediğine meylettiğini ve bu ferîlerin sahih kabul edilmemesi, ancak tahrimeyi rukün sayan kavle göre olduğunu, halbuki bizim bu kavli kabul etmediğimizi bok nasıl anlamıştır!

Şârih´in «Hidâye», «Kâfi» ve diğer kitaplardan anladığı bunun hilâfınadır. Nitekim bunu «Hazâin»den naklen yukarıda arz etmiştik. «Bahır» ile «Nehir»in sözleri de bu fer´î meselelerin sahih olduğunda açıktır. Bize nakledilen bu olduğuna göre, ondan dönemeyiz. O zaman ulemanın cevap verirken. «Şartlara riayet tahrime için değil, tahrimenin bitiştiği kıyâm içindir.» sözlerinin mânâsı şu olur:

Namazın taharet ve diğer şortları asıl itibariyle tahrime için vacip değildir. Bunlar ancak tahrimenin sonuna bitişen kıyâm için vacip olur. Tahrime başından sonuna kadar bitişen kıyam için şart değildir ki, Şârih´in «Burhan»dan anladığı gibi mezkûr kıyâmın zımnında şartlara riâyet lâzım gelsin. Hâsılı namaz kılan kimse ekseriyetle tahrime anında namaz şartlarına riâyet ettiği için bu hal, o şartlara tahrime için riâyet edildiğini tevehhüme sebep olmuştur. Binaenaleyh ulema evvelâ şartlara riayetin tahrimiye bitişen kıyam için olduğunu beyan etmiş, sonra birtakım suretler zikrederek o suretlerde tahrimenin şartlardan ayrılması mümkün olduğunu göstermek suretiyle meseleyi tahkik etmişlerdir. «Hidâye»nin ibâresi şöyledir:

«Şartlara riâyet, tahrimiye bitişen kıyamdan dolayı lâzımdır. «Kifâye»de deniliyor ki: «Buna delil şudur: Bir kimse denize düşer de abdest uzuvları ıslanmadan tekbir alır ve onları suya daldırarak çıkardıktan sonra imâ ile namaz kılarsa namaz câizdir. Velev ki tekbir halinde abdestsiz olsun». Bu sözler açık açık gösteriyor ki, şartlara ancak tahrime biterken ona bitişen kıyamın ilk cüzünde riâyet vâcip olur.

Demek ki şartlara kıyam için riayet olunur. Kıyame tabean tahrime için riayet olunmaz. Zeyleî´nin yukarda geçen sözünü de bu mânâya hamletmek mümkündür. O zaman hepsinin sözleri birleşir ve maksadları anlaşılır. Bu makamın tahkiki hususunda benim anladığım budur. Vesselâm.

METİN

İkincisi kıyâmdır. Kıyamın haddi ellerini saldığı vakit dizlerine ermemesidir. Kıyamın farz, vacip, mesnun ve mendup olan miktarı, içinde okunacak âyete göredir. Bir kimse ayakta tekbir alırda rukûa giderse ayakta durmadığı halde namazı sahihdir. Çünkü rükûa varıncaya kadar ayakta durması kâfidir.

Kıyam, ayakta durmaya ve secde etmeye kudreti olanlara farz namazlarla nezir gibi farza mülhak namazlarda ve esah kavle göre sabah namazının sünnetinde farzdır. Ayakta durmaya kudreti olur da secdeye kudreti olmazsa, oturarak imâ ile kılması menduptur. Secde ettiği takdirde yarası akan özürlü de böyledir. Bazen oturarak kılmak (mendup değil) lazım olur. Nitekim ayağa kalktığı zaman yarası akan yahud sidiğini tutamayan veya avret yerinin dörtte biri görünen yahud aslından veya ramazan orucunu tutmaktan halsiz kalan kimselerin hükmü budur. Cemaate gitmek namazdaayakta durmaktan halsiz bırakırsa evinde namazını ayakta kılar bununla fetva verilir. «Eşbah»ın ibâresi buna muhaliftir.

İZAH

Kıyâm yani ayakta durmak tam ve nâkıs kıyama şâmildir. Tam kıyam mutedil bir şekilde dikilmektedir. Nâkıs kıyam elleri dizlerine varmayacak şekilde biraz eğri durmaktır. Namazda özrü yokken bir ayağının üzerine durmak mekruhtur. İki ayağının arası el parmaklarıyla dört parmak miktarı olmalıdır. Çünkü huşûa en yakın olanı budur. Ebu Nasır Debbûsî´nin böyle yaptığı rivayet olunmuştur. Gerçi, «Topuklarını birbirlerine yapıştırırlardı» diye bir rivayet varsa da bundan murad cemaattır. Yani her biri yan yana dururdu demektir.

«Fetevây-ı Semerkandî»de de böyle denilmiştir. Bir kimse özürsüz ayak parmaklarının veya ökçelerinin üzerinde durursa câizdir. Ama câiz olmadığını söyleyenler de vardır. «Kınye»de her iki kavil rivayet edilmiştir. Tamamı şeyh İsmail´in şerhindedir.

Kıyamın miktarı. okunacak ayete göredir. Bunu «Şurunbulâliyye» sahibi inceleyerek beyan etmiştir. Lâkin «Hazâin» sahibi «Haviye» nisbet etmiştir. O halde bir âyet okuyacak kadar ayakta durmak farz, Fatiha ile bir sure okuyacak kadarı vacip, uzun, orta ve kısa sureleri yerlerinde okumak sünnet, teheccüd gibi namazlarda daha fazlasını okumak menduptur. Lâkin «Eşbah»ın üçüncü fenninin sonlarında şöyle denilmiştir:

«Ulemamızın beyânına göre bir kimse namazda Kur´an´ı hatmetse farz yerine geçer. Rükûu, sücûdu uzatsa farz yerine geçer demişlerdir». Bu sözün muktezası şudur: Namazda kıyâmı da uzatırsa farz yerine geçer. Ve buradaki takdire aykırı düşer. Ama buna şöyle cevap verilebilir: Bu onu yapmazdan öncedir. Yaptıktan sonra hepsi farz olur. Nasıl ki kıraat yapılmadan önce farz vacip ve sünnet diye nevilere ayrılır. Yapıldıktan sonra ise bunların hepsi farz olur. Semeresi sevap ve ikâbta belli olur. Bir âyetten fazla okursa kendisine farz sevabı verilir. Kıraatı terk ederse bir âyetten fazlasını terk ettiği için cezalandırılmaz. Benim anladığım budur. Sen bunu teemmül eyle!

«Bir kimse ayakta tekbir alır da rükûa giderse» yani rükûa giderken farz miktarı âyet okursa yahud dilsiz veya imama cemâat yahud kıraatın sonunda olursa ayakta durmadığı halde namazı sahihdir. Rükûa varmaktan murad rükûun en az miktarı, yani elleri dizlerine varacak kadar eğilmektir. Şârih burada nezirden mutlak olarak bahsetmiştir. Binaenaleyh mutlak nezire de şâmildir.

Mutlak nezir ayakta duracağını ve oturacağını tayin etmediği namazdır. Bu babtaki iki kavilden biri budur. İkinci kavil muhayyer olmasıdır. T.

«Hazâin»de nezîr yerine vacip denilmiştir. Bozduğu nâfile namazın kazası da bunda dahildir. Kaza vacip olduğu için bu namazda ayakta durmak da farz mıdır değil midir? Tahtavî ile Rahmetî bu hususta tevekkuf edip bir şey diyememişlerdir.

Esah kavle göre sabah namazının sünnetinde ayakta durmak şarttır. Sabah namazının sünneti vaciptir. diyenlere göre mesele açıktır. Sünnettir diyenlere göre ise vaciptir kavline riayet içindir. «Meraku´l-Felah»da nakledildiğine göre esah olan oturarak kılmanın câiz olmasıdır. T.

Ben derim ki: Lâkin «Hılye»de terâvih namazından söz edilirken. «Bir kimse teravih namazını özürsüz oturarak kılarsa bazıları sabah namazının sünnetine kıyasen câiz olmayacağını söylemişlerdir. Çünkü bunların her ikisi sünneti müekkededir.

Sabah namazının sünnetini özürsüz oturarak kılmak bilittifak caiz değildir. Nitekim bunu İmam Hasan, Ebu Hanîfe´den rivayet etmiştir. Bu kavil «Hulâsa»da açıklanmıştır. Teravih de öyledir. Birtakımları câizdir, demişlerdir. Onlara göre sabah namazının sünnetine kıyas etmek doğru değildir. Çünkü teravih te´kid yönünden sabah namazı derecesinde değildir. Binaenaleyh bu hususta ikisini bir tutmak câiz olamaz. Kadıhân, «Sahih olanda budur» demiştir.

Ayakta durmaktan hakikaten âciz kalan kimseden kıyâm sâkıt olur. Bu meydandadır. Hükmen âciz kalırsa meselâ şiddetli ağrılara mübtelâ olur yahud hastalığının ziyadeleşeceğinden korkarsa, kıyam yine sâkıt olur. Şârih´in söylediği yarası akan vesaire özürlüler de hükmen kıyamdan âcizdirler Bazen ayakta durmak imkânı varken kıyam hükmen sâkıt olur. Secdeden âciz kalanın hükmü budur.

Şârih, «Bahır» sahibine uyarak yalnız bunu söylemiştir. Buna bir mesele daha ilâve edilir ki, o da hareket halindeki gemide namaz kılmaktır. Böyle bir gemide ayakta durmak imkânı varken oturarak kılmak İmam A´zam´a göre câizdir. Bir kimse yalnız ayakta durmaya yahud onunla birlikte rükûa imkân bulur da secde edemezse oturarak imâ ile kılması mendup olur. Çünkü oturmak secdeye yakındır. Mamafih ayakta imâ ile kılması da câizdir. Nitekim «Bahır»da da böyle denilmiştir. İmam Züfer ile Eimme-i Selâse ayakta imâ ile kılmayı vacip görmüşlerdir. Çünkü kıyam rükündür. İmkân bulunduğu takdirde terk edilemez. Bizim delilimiz şudur:

Kıyâm secdeye inmek için bir vesiledir. Secde asıldır. Zira secde kıyamsız da meşru bir ibadettir. Secde-i tilâvet böyledir. Kıyam ise yalnız başına meşru bir ibadet değildir. Hatta bir kimse ALLAH´dan başkasına secde etse kâfir olur. Kıyam böyle değildir. Aslı yapmaktan âciz kalınca vesile de sâkıt olur. Nasıl ki namazla beraber abdest, cuma ile birlikte saî de böyledir.

Secde ettiği takdirde yarası akan özürlünün de oturarak imâ ile kılması menduptur. Mamafih ayakta imâ ile kılması da câizdir. Çünkü secde etmekten hükmen âcizdir.

Secde etmiş olsa abdesti kaçar ve halefi de yoktur. Ama imâ ederse imâ secdenin halefi olur. Bazen oturarak imâ ile kılmak lâzım olur. Çünkü oturarak imâ ile kılmak hükmen âciz kaldığı kıyamın halefidir. Bu adam ayağa kalksa abdestinin kaçması lâzım gelir. Şârih´in diğer saydıklarında da zıdları lâzım gelir. Hatta oturarak imâya imkân bulamazsa meselâ, oturarak kıldığı takdirde sidiği veya yarası akar; arka üzeri yattığı takdirde akmazsa ayakta rükûa ve sücudla namazını kılar. Nitekim «Münye»de beyan edilmiştir.

«Münye» şârihi diyor ki: «Çünkü özürsüz sırt üzeri yatarak namaz kılmak câiz değildir. Nasıl ki hadesle namaz kılmak da câiz değildir. Binaenaleyh bazı rükünlerin edâ edilebildiği şekli tercih edilir. İmam Muhammed´den bir rivayete göre yan üstü yatarak kılar. Bu bahsettiklerimizin hiç birinde namazı yeniden kılmak lâzım gelmez. Bu hususta ulemanın ittifakı vardır. Kıraatın aslındanyani tamamından dolayı halsiz düşen kimse namazını oturarak kılarsa da ayakta az miktar kıraata imkân bulan kimsenin o miktarı ayakta okuması. geri kalanına oturarak devam etmesi lâzım gelir. Bu «Münye» şerhinde beyân edilmiştir. «Bununla fetva verilir.» sözünün vechi şudur:

Kıyâm farzdır. Cemâat ise farz değildir. İmam Malik´le Şâfiî´nin kavilleri de budur. İmam Ahmed buna muhaliftir. Çünkü ona göre cemaat farzdır. Bazıları bize göre o kimsenin oturarak imamla birlikte kılması lâzım geldiğini söylemişlerdir. Çünkü bu takdirde o kimse âcizdir. Bunu «Muhit» sahibi söylemiş, Zâhidî de sahih bulmuştur. Ortada üçüncü bir kavil daha vardır ki «Münye» sahibi onu kabul etmiştir. Mezkûr kavle göre o kimse ayakta imama uyarak namaza başlar, sonra oturur. Rükû vakti geldi mi, imkân bulursa kalkarak rükû eder.

Şârih´in «Nehir» sahibine uyarak kabul ettiği kavli «Hulâsa» sâhibi esah saymıştır. Onunla fetvâ verilir. «Hılye»de şöyle denilmiştir: «Herhalde bu kavil en münâsip olandır. Çünkü kıyam farzdır. Sünnet olan cemaat için onu terketmek için kıyam özür sayılır». «Bahır» sahibi de ona tâbi olmuştur.

METİN


Üçüncüsü: Okumaya kudreti olan için kıraattır. Nitekim gelecektir. Kıraat ekser ulemaya göre zâid rükündür. Çünkü imama uymakla halefsiz olarak sukût eder.

Dördüncüsü: Ellerini salmış olsa dizlerine varacak derecede rükûdur. Beşincisi: Ayakları ve alnı ile secde etmektir. İki ayağından bir parmağını yere koymak şarttır. Secdenin tekrarı taabbüdîdir. Rekâtların sayısı gibi o da sünnetle sâbittir.

İZAH

Kıraattan murad. Kur´an-ı Kerim´den bir âyet okumaktır. Kıraat nâfilelerle vitirin her rekâtında farzların ise iki rekâtında amelen farzdır. Nitekim Vitir ve Nâfileler Babında kitabımızın metninde de gelecektir. Kıraatı farzın ilk iki rekâtına tâyin ise vaciptir. Bazıları sünnet olduğunu söylemişlerdir. Vacipler Babında tahkik edeceğimiz vecihle bu tâyin farz değildir. Fatiha ile bir sure veya üç âyet okumak da vaciptir. Bu da gelecektir.

FER´i BİR MESELE: Bazen dört rekâtlı bir farzın bütün rekâtlarında kıraat farz olur. Nitekim imama namazın iki rekâtına yetişemeyen birini kendi yerine mihraba geçirir de ilk iki rekâtında okumadığını ona işaret ederse hüküm budur. Bu mesele İstihlâf Babında gelecektir. Okumaya kudreti olan meselesi bundan sonraki fasılda gelecek, aynı zamanda namazda Arabçadan başka bir dille yahud şâz kıraatlarla Kur´an okumanın yahud Tevrat veya İncil okumanın hükümleri de beyan edilecektir. «Çünkü imama uymakla halefsiz olarak sukût eder». Bu ta´lilde «Bahır» sahibinin söylediklerine işaret vardır. O şöyle demiştir: «Zâid rükün bazı suretlerde zaruret tahakkuk etmeksizin sukût eden rükündür. Aslî rükün ise zaruretsiz etmeyendir». Rüküne zâid denilmesine itiraz edilmiş ve «Rükün bir şeyin hakikatında dahil olan kısımdır. O halde ziyadelikle nasıl vasıflanabilir?» denilmiştir. Buna şöyle cevap verilmiştir:

«O şeyin bir halde bununla var olmasına, bu yok olunca yok olmasına bakarak bu bir rükündür. Başka bir halde o şeyin bunsuz da var olmasına bakarak zâiddir. Meselâ namaz itibarî bir hakikattır. Onu Şârih Hazretleri´nin bazen birtakım rükünlerle bazende onlardan daha azı ile mevcud sayması câizdir. Zâid rükünün yukarıdaki tarifine şöyle itiraz olunmuştur: Bu tarife göre abdestte ayağı yıkamaya zâid rükün demek tâzım gelir.» Buna da şöyle cevap verilmiştir: «Zâid denilen şey sukut ettiği vakit yerine bedel gelmeyendir. Guslün ise bedeli vardır. Bu da meshdir. Namaz rükünlerinin geri kalanları da böyledir. Çünkü hangisi sukût ederse yerine halefi gelir. Binaenaleyh bunlar zâid değillerdir. Kıraat bunun hilâfınadır.» Buna da şöyle itiraz olunmuştur: «İmamın kırâatı cemâatın kıraatının halefidir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), «Her kim imamla namaz kılarsa imamın kıraatı onun içinde kıraattır», buyurmuştur». Buna da Halebî şöyle cevap vermiştir: «Halefden murad, aslın yapamadığını yapan haleftir. Burada ise öyle değildir». Bu cevap Tahtavî´nin cevâbından daha güzeldir. O şöyle demiştir: «Hadîsde halef olmak kastedilmemiştir. Murad şârihin o kimseyi kıraatından menetmesi onun kıraatı nâmına imamın kıraeti ile yetinmesidir». «Nehir» sahibi diyor ki: Biri şöyle itiraz edebilir: Kıraetin zaid rükün sayılması için zaruret olmaksızın onun sâkıt olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü kıraetin sukûtu imama uyma zaruretinden ileri gelir. Bundan dolayıdır ki İbni Melek bunun aslî rükün olduğunu iddia etmiştir».

Ben derim ki: Yine biri şöyle itiraz edebilir: «İmama uymanın zaruret olduğunu biz kabul etmiyoruz. Çünkü zaruret bir rüknü terk etmeyi mubah kılan âcizdir. İmama uyan kimse okumaya kadirdir. Yalnız şer´an okumak ona men edilmiştir. Men etmeye ancak te´vil yolu ile acz denilebilir. Gerçekten İbni Melek. «Bahır» sahibinin dediği gibi bu hususta pek çok ulemaya muhalefet etmiştir. Ama onun muhalefeti nazarı itibara alınmaz. Allahu a´lem.

Rükû: Ellerini salmış olsa dizlerine varacak derecede eğilmektir. «Sirac»da da böyle denilmiştir. «Münye» şerhinde şöyle deniliyor: «Rükû başı eğmektir; lâkin bel ile beraber eğiltmektir. Çünkü lügatın vaz´ından anlaşılan budur.

Taâlâ Hazretleri´nin, «Rükû edin» emri de buna uygun gelir. Ama rükûun kemâli başla kıç dümdüz bir hizâya gelinceye kadar belin eğilmesi ile olur. Bu husustaki itidâlin haddi budur. Fakat «Muhtar» şerhinde bu kavil zaif bulunmuş ve şöyle denilmiştir: «Rukû, rükû denilebilecek kadarcık eğilmekle tahakkuk eder. Çünkü o eğilmekten ibârettir. Bazıları, rükû kıyam haline daha yakınsa caiz değildir. Rükû haline daha yakınsa câizdir demişlerdir». Meselenin tamamı «İmdâd» nam eserdedir. Muvâfık olan kavil, «Muhtar» şerhinde tercih edilendir. Sebebini ulemamız usul-i fıkıh kitaplarında izah etmişlerdir. Şeyh İsmail Nablusî´nin şerhinde «Muhit» nam eserden naklen şöyle denilmektedir:

«Bir kimse rükûda başını biraz eğilterek itidal yapmasa Ebu Hanîfe tarafından verilen cevaba göre câiz olur. İmam Hasan eğilen şahıs rükûa daha yakınsa câizdir. Kıyama daha yakınsa câiz değildir, diye rivayet etmiştir».

«Fettal» hâşiyesinde Bercendî´den naklen şöyle deniliyor: «Oturarak kılarsa alnının dizleri hizâsına gelmesi icap eder ki. rükû hâsıl olabilir».

Ben derim ki: İhtimal bu söz rükûun tamamına hamledilmiştir. Yoksa gördün ki rükû sırtla beraber başı eğiltmekten ibarettir. Teemmül eyle!

«Lügatta secde tevazu mânâsına gelir. Kamûs, Muğrip sahibi onu «alnı yere koymaktır». diye tefsir etmiştir. «Bahır»da şöyle deniliyor: «Secdenin hakikatı maskaralık olmayacak şekilde yüzün bir kısmını yere koymaktır. Burun bu tarifte dahil, çene ve yanak hariçtir. Ama secde halinde ayaklarını kaldırırsa tazim ve tebcil olmaktan ziyade oynamaya daha çok benzer.» Meselenin tamamı «Bahır» üzerine yazdığımız derkenardadır.

Özrü olmayan kimse alnı ve ayakları ile secde etmelidir. Sadece burun üzerine secde ile yetinmek için tercih edilen kavle göre özür şarttır. Nitekim gelecektir.

Halebî diyor ki: «Sonra yalnız alnı üzerine secde etmekle yetinecekse az bile olsa alnının bir cüzünü yere koymak farz, ekserisini koymak ise vaciptir». Secde hâlinde ayaklardan bir parmağın yere değmesi kâfidir. Binaenaleyh Şârih´in «ayakları ile» ifâdesini ibâreden atmak icap eder. Secdenin tekrarı taabbüdî bir iştir. Yani ekseri ulemanın kavillerine göre mânâsına akıl ermeyen bir iş olup ibtilâ ve imtihan için emir olunmuştur. Bazıları şeytanı çatlatmak için emir edildiğini söylerler ve «Şeytan bir defa bile secde etmedi. işte biz iki defa secde ediyoruz.» derler. Tamamı «Bahır»dadır.

F A İ D E: Musannıf´a «Fetevâyı Timurtaşî»ye adlı eserinin sonunda «Teabbüdî emirler mı daha efdal, yoksa mânâsı anlaşılanlar mı?» diye sorulmuş; o da şöyle cevap vermiştir «Ben ulemamızdan buna dâir bir şey bulamadım, yalnız usul-i fıkıhda naslar da asıl olan ta´lildir, (illetini göstermektir), demişlerdir».

Musannıf bununla mânâsı anlaşılanların efdal olduğuna işâret etmiştir. Ben bu meseleye İbni Hacer´in fetevâsında vakıf oldum. Şöyle demiş: «İbni Abdisselâm´ın iddiası teabbüdî emrin efdal olmasıdır. Çünkü sırf boyun eğerek, yani emir olunduğu için yapılır. İlleti anlaşılan için yapar. Bulkınî ona itiraz ederek şunları söylemiştir: Şübhesiz umumiyet itibârıyla mânâsı anlaşılan emirler daha fazîletlidir. Çünkü şeriatın ekserisi bu kabildendir. Cüz´iyâta bakılırsa bazen teabbudî emirlerin daha faziletli olduğu anlaşılır. Meselâ abdest almak, cünüblükten yıkanmak göz önüne alınırsa abdest daha faziletlidir. Bazen de mânâsı anlaşılan efdal olur. Tavafla şeytan taşlamayı ele alırsak tavaf daha fazîletlidir». «Hılye»de Abdestin Farzları Bahsinde şöyle denilmiştir:

«Ulema teabbüdî emirler hakkında İhtilâf etmişlerdir. Bunlar ALLAH indinde bir hikmetinden dolayı meşru olup bu hikmet bize gizli mi kalmıştır yoksa böyle değil midir? Ekser ulema birinciyi tercih etmişlerdir. Akla yatan da odur. Çünkü istikrâ (sayım) göstermiştir ki ALLAH Taâlâ´nın âdeti hikmetinden hâli değildir. Yararlı şeyler emir, zararları yasak eder. Binaenaleyh bize meşru kıldığı bir şeyin hikmeti anlaşılırsa ona makul deriz. Hikmeti anlaşılmazsa ona da teabbudî ismi veririz. ilim ve hikmet ALLAH Taâlâ´ya mahsustur». Secdenin tekrarı sünnet ve icmâ ile sabittir. Çünkü âyetteki secde emri tekrar delâlet etmez.

METİN

Altıncısı: Son oturuştur. Anlaşıldığına göre bu şarttır. Çünkü tahrime nasıl giriş için meşrû olmuşsabu da çıkış için meşrû olmuştur. «Bedâyi» sahibi onun zâid rükün olduğunu sahih kabul etmiştir. Zira namaz kılmayacağına yemin eden bir kimse secdeden doğrulunca yemini bozulur. «Sırâciyye»de, «Bunu inkâr eden kâfir olmaz.» denilmiştir. Son oturuş en azından tahiyyatı sonundaki abdühü verasûlüh ile beraber okuyacak kadar devam eder. Peş peşine okumak ve fâsıla vermemek şart değildir. Çünkü «Valvalciyye»de şöyle denilmektedir: «Bir kimse dört rekât kılar da bir lâhza, oturduktan sonra üç kıldığını zannederek kalkar, sonra hatırlayarak tekrar oturur, sonra konuşursa iki oturuş arasında teşehhüd miktarı bulunduğu takdirde namaz sahihdir. Aksi takdirde namaz sahih değildir.

İZAH

Musannıf´ın burada ikinci oturuş demeyip son oturuş tâbirini kullanması sabah namazı ile yolcu namazının oturuşlarına da şâmil olsun diyedir. Çünkü bu namazların oturuşları son oturuştur. Fakat kinci oturuş değildir. «Dirâye»de de böyle denilmiştir. Maksat bu oturuşun namaz sonunda olduğunu anlatmaktır. Yoksa son tâbiri ondan önce başkasının bulunmasını iktiza eder. Bu izaha göre bir adam «Malik olduğum son köle hürdür», dese de bir köleye malik olsa, köle âzad olmaz.

Son oturuş hakkında ulema ihtilâf etmişlerdir. Bazıları onun aslî rükün olduğunu söylemiş. Pezdevî´nin «Keşf»inde farz değil, vacip olduğu bildirilmiştir. Lâkin burada vacip, vitir gibi amelde farz kuvvetinde olandır. «Hizâne»de son oturuşun farz olduğu, fakat aslî rükün değil de namazdan çıkmak için şart kılındığı bildirilmiştir. «Fetih» ve «Tebyîn» sahipleri farz olduğuna cezm etmişlerdir. «Yenâbî»de, «Sahih olan budur.» deniliyor. İmam Mahbubî dahi «Câmi-i Sağîr»in menâsikinde onun farz olduğuna işaret etmiştir. Bundan dolayıdır ki namaz kılmayacağına yemin eden bir kimse başını secdeden kaldırmakla yemininden dönmüş olur. Yemininden dönmesi son oturuşa bağlı değildir. Şu halde son oturuş rükün değil, farzdır. Çünkü rükün bir şeyin hakikatında dahil olan cüzüdür. Namazın hakikatı ise oturuş bulunmaksızın dahi tamam olur. Mahbûbî bundan sonra şunları söylemiştir:

«Anlaşılıyor ki bu oturuş ancak istirahat için meşru olmuştur. Farzın hali rükünden aşağıdır. Çünkü rükün tekerrür eder. Binaenaleyh tekerrür etmemek rükün olmadığına delildir. Burada fıkıh şudur: «Namaz ta´zime tahsis edilmiş birtakım fiillerdir. Ta´zimin aslı ayakta durma ile olur. Rükû ile artar secde ile sona erer. Oturuşda namazdan çıkmak için murad edilmiştir. Binaenaleyh aynı için değil, gayrı için farzdır (Yani zatı için değil, başkası için farz olmuştur. Rükün değildir). Meselenin tamamı Şeyh İsmail´in «Dürer» şerhindedir. «Bahır» sahibi, «Hilâfın semeresinden bahseden görmedim.» demiştir. Yani rükün olup olmaması hususundaki hilâfı söylemek istemiştir. «İmdâd» sahibi bu hilâfın semeresini anlatmış ve şöyle demiştir: «Bir kimse son oturuşta uyusa şarttır, diyenlere göre yaptığı oturuş muteberdir. Rükün olduğunu söyleyenlere göre muteber değildir». O bu sözü «Tahkik» adlı esere nisbet etmiştir. Esah olan bu oturuşun itibar edilmemesidir. Nitekim «Münye» şerhinde de öyle denilmiştir.

Ben derim ki: Bu da son oturuş.zaid rükündür. Şart değildir, diyenlerin kavlini te´yid eder. Şârih´in «Nehir» sahibine uyarak tuttuğu yol buna muhaliftir.

Şârih´in «Bu da çıkış için meşru olmuştur.» sözüne şöyle itiraz edilebilir: «Başkası meşru olan bir şey bazen rükün olabilir. Nitekim kıyam böyledir. Çünkü kıyam, rükû ve sücûda vasıta olmak için meşru kılınmıştır. Hatta rükû ve secdeden âciz olan kimse kıyama kudreti olsa bile namazını oturarak ima ile kılar. Namaz kılmayacağına yemin eden kimse meselesine de şöyle itiraz olunur:

«Kıraet, zaid rükündür. Bir adam namaz kılmayacağına yemin etse de kıraetsiz olarak bir rekât namaz kılsa, yemini bozulmaz. Binaenaleyh Şârih´in gösterdiği bu misalde son oturuşun zaid rükün olduğuna delâlet yoktur. Bilakis şart olduğuna delâlet vardır. Şârih´e münâsib olan aksine çevirerek bunu şarta değil, bundan öncekini de burada rükün olduğuna delil göstermekti Teemmül eyle!

«Bunu inkâr eden kâfir olmaz» sözünden anlaşıldığına göre murad, farz olduğunu inkâr edendir. Çünkü Kuhistanî´nin beyan ettiği vecihle bazıları son oturuşun vacip olduğunu söylemişlerdir. Ama asıl itibariyle meşru olduğunu inkâr edenin küfre nisbet edilmesi gerekir. Çünkü son oturuş icmâ ile sabittir. Hatta dinden olduğu bizzarure malûmdur. Bunu Halebî söylemiştir.

Ulemanın beş vaktin sünnetleri hususunda, «Bunların hak olduğuna inanmayan kâfirdir.» demeleri de bunu te´yid eder. «Sonundaki Abdühü verasülühü ile beraber» sözü ile Şârih muradın vacip olan teşehhüdü tamamiyle okumak olduğuna işaret etmiştir. «Münye» şârihi şöyle demiştir: «Teşehhüdden murad tehiyyâtı Abdühü verasülühü´ye kadar okumaktır. Sahih olan budur. Bazıların dediği gibi teşehhüd sadece iki şehadetten ibâret değildir».

METİN

Yedincisi: Kendi fiiliyle namazdan çıkmaktır. Namaz tamam olduktan sonra namaza zıd bir iş yapmak bu kabildendir. Velev ki kerahet-i tahrimiye ile mekruh olsun. Sahih kavle göre kendi filiyle namazdan çıkmak bilittifak farz değildir. Bunu Zeyleî ve başkaları söylemiş Musannıf da ikrar ve kabul eylemiştir. «el-Müçtebâ»da «Muhakkık ulema bunu tercih etmişlerdir.» deniliyor.

İZAH

Kendi fiili ile namazdan çıkmaktan murad namaz tamam olduktan sonra söz olsun iş olsun namaza zıd bir şeyi isteyerek yapmaktır. «Bahır» da da böyle denilmiştir. Meselâ, kıldığı namazın üzerine farz veya nâfile başka bir namazı bina etmek, kahkaha ile gülmek, kasden abdest bozmak. konuşmak, yürümek ve selâm vermek bu kabildendir. Tatarhaniye: Bir kadının gelip o kimsenin hizasına durması da böyledir. Çünkü mühâzat ortaklaşa birbirinin hizasına durmaktır. Binaenaleyh kadından olduğu gibi erkekten de mühâzat fiili mevcuttur. Velev ki erkeğin kasdı olmasın. Meselenin tamamı «Nihaye»dedir.

Musannıf «kendi fiiliyle» diyerek abdest kaçırmak gibi hak tarafından gelen fiilden ihtiraz etmiştir.

Mutlak kemâline haml edilir kaidesince kendi fiiliyle namazdan çıkmanın kemâli selâm vermekle olur. Fakat burada maksad selâmdan başka fiillerdir. «Velev ki kerahet-i tahrimiyye ile mekruh olsun» sözü de buna delâlet eder.

«Namaza zıd» sözü ile Şârih kıraet ve tesbih gibi namaza zıd olmayan şeylerden ihtiraz etmiştir. «Namaz tamam olduktan sonra» yani teşehhüd miktarı oturduktan sonra diye kayıtlanması daha önce namaza münâfi bir fiil bilittifak namazı bozduğu içindir. H. «Sahih kavle göre kendi filiyle namazdan çıkmak bilittifak farz değildir». Malûmun olsun ki, İmam A´zam´dan böyle bir rivayet yoktur. Bunu Berdeî ileride gelecek (12) on iki meseleden çıkarmıştır. İmam A´zam bu meselelerde namazın rükünleri tamam olduğu halde henüz namazdan çıkılmadığı için namazın bâtıl olduğunu söylemiştir. Bu gösterir ki namazdan çıkmak farzdır. İmameyn aynı meselelerde namazın sahih olduğunu söylemişlerdir. Şu halde onlara göre kendi fiiliyle namazdan çıkmak farz değildir. Ama Kerhî bunu kabul etmemiş, «Kendi fiiliyle namazdan çıkmanın farz olmadığı hususunda imamlarımız arasında hilâf yoktur. Bu Berdeî´nin yanlış bir hüküm çıkarmasıdır. Çünkü onun zannettiği gibi kendi fiiliyle namazdan çıkmak farz olsa idi ibâdet olan selam lafzına mahsus kalırdı. İmam A´zam on iki (12) meselede namazın bâtıl olduğuna başka bir mânâdan dolayı hükmetmiştir. Bu mânâ o namazlara ârız olan ve farzı değiştiren şeylerdir. Namazın başında veya sonunda ârız olmaları hükmen müsâvidir. Zira namazda oturduktan sonra teyemmümle kılanın suyu görmesi Tarzı değiştirir. O kimseye farz olan teyemmüm idi. bu sefer farzı abdeste değişti. Geri kalan meseleler dahi böyledir. Konuşmak bunun hilâfınadır. Çünkü konuşmak değiştirici değil namazı kesicidir. Kasden abdest bozmak. kahkaha ile gülmek ve bunlara benzer şeyler namazı değiştirici değil. bozuculardır». Meselenin tamamı «Hılye»dedir. Şu da var ki allâme Şurun-bulâli «el-Mesâilü´l-Behiyye» adlı risâlesinde Berdeî´ye yardımcı olmuştur. Şurunbulâli «Hidâye» sahibinin namazdan kendi fiiliyle çıkmanın farz olduğunu tercih ettiğini şârihlerin bilumum ulemanın ve ekseri muhakkıkların İmam Nesefî´nin ve Ehl-i sünnet imamı Ebu Mansur Matürîdî´ninde ona tâbi olduklarını söylemiştir.

Muhakkık ulemanın tercih ettikleri kavil sahih olan Kerhî kavlidir, ki Berdeî´nin kavline mukabildir. Aralarındaki hilâfın faidesi teşehhüd miktarı oturduktan sonra abdesti koçan kimse hakkında meydana çıkar. O kimse abdest almaz da namazının üzerine binâ eder, sonunda kendi fiiliyle namazdan çıkarsa Berdeî´nin tahricine göre namazı batıl, Kerhî´nin tahricine göre sahih olur. T.


neslinur
Thu 25 March 2010, 04:24 pm GMT +0200
METİN

Namazın farzlarından geriye kalanlar farz olanı ayırmak. kıyâmı rüku üzerine, rükûu secde üzerine tertip son oturuşu bütün rükünlerden sonra yapmak, namazı tamamlamak, bir rükünden başka rüküne intikal, farzlarda imamını takip, imama uyanın reyince imamın namazının sahih olması, imamın önüne geçmemek, namazda ona muhalif tarafa dönmemek. üzerinde kaza namazı olduğunu hatırlamamak, kadınla bir hizâya durmamak, bu son iki şeyin şartlarına riâyet etmek ve İmam Ebu Yûsuf ile Eimme-i Selâse´ye göre ta´dili erkândır. Aynî «muhtar olan budur.» demiş, Musannıf da onu ikrâr ve tasdik eylemiştir. Biz bunu «Hazâin» adlı eserimizde beyan etmişizdir.

İZAH

«Farz olanı ayırmak» ifâdesini Tahtavî, «İkinci secdeyi birinciden ayırmasıdır.» diye tefsir etmiştir. Bu azıcık olsun başını birinci secdeden kaldırmakla, yahud oturmaya daha yakın olacak şekildedoğrulmakla olur.Bunların ikisi de sahih birer kavildir. Şurunbulâli ikinci kavlın daha sahih olduğunu nakletmiştir. Halebî bu ifadeyi, «Ayırmaktan murad üzerine farz olan namazları farz olmayanlardan ayırmaktır.» diye tefsir etmiştir. Hatta beş namazın farz olduğunu bilmese yalnız bunları vakitlerinde kılsa kâfi değildir. Bazısının farz. bazısının da sünnet olduğunu bilse ve hepsine farz diye niyet etse yahud bilmese de imam farzda uyarken imamın namazına niyet etse câiz olur. Farzı bilip içindeki farz ve sünnetleri bilmese yine namazı câizdir. «Bahır»da da böyle denilmiştir. Şu halde «farz olanı» tâbirinden murad, her namazın cüzlerini bilmek değildir. Mesel namazda kıraatin farz olduğunu, tesbihin sünnet olduğunu vesaireyi bilmesi şart değildir. «Nuru´l-İzah» sünneti bunun hilâfını îham etmektir. Velev ki şerhinde ihamı giderecek şekilde izahat yapılmış olsun.

Ben derim ki: Şârih´in bunu söylemesi gerekirdi. Nitekim «Hazâin»de öyle yapmıştır. Çünkü birinci tefsire göre ikinci secdenin farz olması mânâsına gelir. Zirâ secde baş kaldırmadan tahakkuk etmez. Secde zikri geçmiştir. İkinci tefsire göre niyeti tâyinde müşterek olmaya varır. Bunu da Niyet Bahsinde söylemiştir. Kıyamın rükû üzerine tertibi ondan önce yapılmasıdır. Hatta evvelâ rükû edip sonra doğrulsa bu rükû nazar-ı itibara alınmaz. İkinci defa rükû ederse namazı sahih olur. Çünkü farz olan tertip yerini bulmuştur. O kimseye secde-i sehiv lâzım gelir. Çünkü o rükûu farz olan rükûdan önce olmuştur. Rükûu secdeden evvel yapmak dahi böyledir. Hatta evvela secde edip sonra rükûa varsa ikinci defo secde ettiği takdirde namazı sahih olur. Son oturuşu bütün rükünlerden sonra yapmak farzdır. Hatta son oturuştan sonra bir namaz secdesini bıraktığını hatırlarsa o secdeyi yapar tekrar oturur. Yanıldığı için de secde-i sehiv yapar.

Unuttuğu rükû ise onu ondan sonraki secde ile birlikte kaza eder. Kıyam veya kıraat ise bütün bir rekât kılar. Bunu «Bahır» sahibi kayıt etmiştir. Bundan başka bir farz olduğu anlaşılması için «Hazâin»de yaptığı gibi «oturuşun tertibi ilh.» demesi daha iyi olurdu. Bir de bundaki tertip öncekilerden aksine olarak tehir mânâsınadır. Şârih, kıraeti rükûdan önce yapmanın hükmünü söylememiştir. Çünkü onu namazın vaciplerinde anlatacaktır. Bütün bunlar hakkında sözün tamamı orada gelecektir.

Namazı tamamlamak ve bir rükünden başka rüküne intikal hakkında «Fetih» de şöyle denilmiştir: «Namazın tamamlanması ve bir rükünden başka rüküne intikal dahi namazın farzlarından sayılmış ve çünkü namazı farz kılan nass bunu da Tarz kılmıştır. Zira tamamlanmadan namaz mevcud olmaz. Bu da bu iki şeyi gerektirir, denilmiştir. Anlaşılıyor ki tamamlamaktan murad namazı kesmemektir. Mezkûr intikalden maksad da sonraki rüknü ifâ için birinciden ikinciye geçmektir. Çünkü, sonraki ancak böylelikle tahakkuk eder. Aralarında fâsıla vermemek şartiyle bir rükünden başkasına geçmek ise vaciptir. Hatta rükû edip sonra tekrar rükûa gitse secde-i sehiv yapması vacip olur. Çünkü farz olan rükûdan secdeye intikal etmemiş, aralarına ecnebi bir fiil sokmuştur ki o da ikinci rükûdur. Nitekim «Münye» şerhinde de böyle denilmiştir. «Münye» sahibinin yaptığı gibi rükün kelimesini farzla değiştirmek gerekir. Tâ ki secdeden oturuşa intikale şâmil olsun. Bu, Şârih´in ka´deyi zaid rükûn değil, şart kabul etmeyi daha münasip gördüğüne göredir. Lâkin yukardaarzettik ki bunun hilâfı tercih edilmiştir.

Sonra farzlar meyanında zikredilen namazı tamamlamamak ve bir rükünden başkasına intikal meselelerine Musannıf´ın saydığı farzlar hacet bırakmamıştır. «Farzlarda imamını takip» farzları imamla beraber yahud ondan sonra yapmakla olur. Hatta bir kimse imamı rükû edip doğrulduktan sonra rükûa gitse sahih olur. Ama imamından önce rükû edip doğrulur da sonra imamı rükû eder ve ikinci defa imamı ile birlikte yahud ondan sonra o da rükû etmezse namazı bâtıl olur. Şu halde imamı takipten murad ondan önce bir fiil yapmamaktır. Evet imamına farzlarda ortak olarak öne geçmemek sona kalmamak şartiyle onunla beraber bulunmak mânâsına imamını takip vaciptir. Nitekim Şârih bunu bundan sonraki fasılda anlatacaktır. Şârih «farzlarda» tâbiri ile vacip ve sünnetlerden ihtiraz etmiştir. Çünkü onlarda imamı takip farz değildir. Onları terk etmekle namaz bozulmaz.

İmama uyanın re´yince imamın namazının sahih olması şarttır. Çünkü mutemed kavle göre namazın sahih olup olmaması hususunda imama uyanın re´yine itibar olunur. Binaenaleyh Hanefî bir kimse tenâsül âletine veya kadına dokunan Şâfiî imama uysa namazı sahih olur. Ama vücûdundan kan çıkan Şâfiî´ye uyarsa namazı sahih değildir. T. Bunun izahı Vitir Babında gelecektir.

İmamın önüne geçmemekten murad, ökçelerinin onun ökçelerini geçmemesidir. Bu söz, hizasında bulunmasına yahud geride durmasına müsaiddir. Aksi takdirde ise namaz bozulur. «Namazda ona muhalif tarafa dönmemek» ifâdesinden muzaaf hazf edilmiştir.

İbâre «kıble araştırıldığı zaman cihet tâyini hususunda imamına muhalefette bulunduğunu bilmemesi» takdirindedir. Burada şart imama uyduğu anda bilmemektir. Hatta namaz tamam oluncaya kadar imamın döndüğü cihetin aksine durduğunu bilmezse namazı sahihtir. Nitekim geride geçti. (Kıble araştırıldığı zaman) diye kayıt etmesi Kâbe´nin içinde veya dışında kasten imamına cihet hususunda muhalefet câiz olduğu içindir.

Meselâ, Kâbe´nin etrafında halka olarak namaz kılarlarsa orada imama muhâlefet tahakkuk eder.

Rahmetî diyor ki: «Şârih´in bunu mutlak bırakması geçen ve gelecek izahata itimad ettiği içindir. Nitekim ulemanın yerindeki takyide itimad ederek sözü mutlak bırakmak hususundaki âdetleri budur». «Bu son iki şeyin şartlarına riayet etmek» sözünden murad üzerinde kaza namazı olduğunu hatırlamamak ve kadınla bir hizaya durmamaktır. Birincinin şartı tertip sahibi olmak ve namaz için müsâid vakit bulunmaktır. İkincinin şartı kadınla tahrime ve eda cihetlerinden müşterek ve mutlak bir namazda yan yana durmak ve imamın kadına da imam olmaya niyet etmesidir. Nitekim gelecektir. H.

Şârih´in ibaresinde şart kelimesi müfret olarak kullanılmışsa da muzaaf olduğu için umum ifâde eder. Ve şartlar mânâsına gelir. Ebu´s-Suûd. Tâdil-i erkânın tefsiri, Namazın Vacîbleri Babında gelecektir. şârih, bunu «Hazâin» adlı eserinde izah ederek şöyle demiştir:

Ben derim ki: Lâkin muhtar olan budur, sözü gariptir. Ben ona itimad eden kimse görmedim. Ekseriyetin tercih ettiği kavil tâdili erkânın vacip olmasıdır. «Fetih» sahibi ve ona uyarak «Bahır»sahibi Ebu Yûsuf´un kavlini amelî farz mânâsına hamletmişlerdir. Bu suretle hilâf ortadan kalkar.

Ben şöyle diyorum:

Nereden nereye hilâf ortadan kalkacakmış! «Bahır» sahibi Sehiv Babında İmam Ebu Yûsuf´a göre tâdil-i erkânı bırakanın namazı bozulduğunu, tarafeyne göre bozulmadığını açıklamıştır. Dikkatli ol! Bu ibâre «Nehir»den alınmıştır.

Ben derim ki: «Bahır» sahibini bu te´vile sevk eden âmil kuvvetli bir işkâlden kurtulmak istemesidir. İşkâl şudur: İmam Ebu Yûsuf ta´dil erkânın farz olduğunu namazını beceremeyen hadisiyle isbat etmiştir. Bu hadis haber-i vahiddir. Kat´î delil «olan âyet» ise mutlak olarak rükû ve sücûdu emir etmiştir. Binaenaleyh has olan nass üzerine haberi vahidle ziyade etmek lâzım gelir ki Ebu Yûsuf buna kâil değildir. Onun ta´ dili erkân farzdır, sözü amelî farza hamledilirse - ki amelî farz, iki kısım olan vacibin yüksek mertebesidir - işkâl def edilmiş ve hilâf ortadan kaldırılmış olur.

Farz-ı amelî kendisi ortadan kalkınca cevaz da kalmayan şeydir. Başa meshi dörtte birine takdir etmek bu kabildendir. Binaenaleyh Ebu Yûsuf´a göre bu ta´dili terk etmekle namazın bozulması icap eder. Tarafeyn buna kâil değildirler. Şu halde hilâf. bakidir. Nass üzerine ziyâde yine de lâzım gelmektedir. Zira nassın muktezâsı, rükû ve sücûd denilen şeylerle yetinmektir. İşkâl de bâkidir. Lâkin ehl-i tahkik ulemadan bir zat, bu işkâle güzel bir cevap vermiştir. Ben onu «Bahır» üzerine yazdığım derkenarda beyân ettim.

Cevap şudur: Tarafeyne göre âyetteki rükû ile sücûddan murad. lügat mânâlarıdır. Bu da malûmdur. Beyâna ihtiyacı yoktur. Ta´dil-i erkân farzdır dersek, nassın üzerine haber vahidle ziyade etmek lâzım gelecektir. Ebu Yusuf´a göre ise âyetteki rükû ile sücûddan murad şer´î manâlarıdır. Bu. malûm değildir. Beyana muhtaçtır. «İnâye»de açıklandığına göre kitabın mücmeline zannî delil ile beyan lâhık olursa ondan sonra hüküm beyâna değil, kitaba izâfe olunur. Sahih kavil budur. Onun içindir ki, biz haber-i vahidle sabit olan son oturuşun farz olduğuna kâiliz. Ama gene haber-i vahidle sabit olan Fatiha´nın farz olduğuna kâil değiliz. Çünkü Taâla Hazretleri´nin, «Kolayınıza geleni okuyun» emri mücmel değil, hâsdır». Kısaltarak alınmıştır.

Hâsılı rükû ve sücûd kelimeleri İmam A´zam´la İmam Muhammed´e göre hâs İmam Ebu Yusuf´a göre mücmeldirler. Bu suretle işkâl aslından defedilmiş olur. Lâkin hilâf hâli üzere bâkidir. Allahu a´lem.

METİN

Bu farzları edâ ederken ihtiyar, yani uyanık bulunmak şarttır.

Ben derim ki: Bununla farzlar yirmi küsûra ulaşır. Şurunbulâli «Vehbâni»ye üzerine yazdığı şerhde tahrime için yirmi, tahrimeden başkası için on üç şart olduğunu manzum şekilde bildirmiş ve şöyle demiştir: «Tahrimenin birtakım şartları vardır ki. ben onları güzelce yoluna koyarak ilelebed parlayacak bir şekilde toplamak bahtiyarlığına erdim. Bunlar: Vaktin girmesi. girdiğin itiKad. avret yerini örtmek. temizlik. serbestçe ayakta durmak. imama uymaya niyet, uyduğunu söylemek, farz mı vacib mi kıldığını tayin. kudreti varsa muradını belirtmekten ve besmeleden hâli Arabça bir zikircümlesi ile başlamak. Bu cümle ism-i Celâl´in hâvinden yahud hasinden, hemzeleri ve ekberin bâsını uzatmaktan hâli olmak. niyetle tahrime arasına namaz aykırı bir fiil ve söz girmemek ve tekbirin niyetten önce yapılmamasıdır.

İZAH

Yirmi küsûrdan murad yirmibirdir. Bu yirmibir farzdan sekizi metinde geçmiştir.

Dokuzuncusu: İhtiyardır. On ikisi de şerhde geçmiştir. On iki adedi oturuş tertibini müstakil farz saymakla dolar. Nitekim arz etmiştik. Anla!

Şurunbulâlî´nin manzum olarak yazdığı yirmi şart tahrimeye aiddir. Bunların bazıları tahrimenin lâfzı hakkında olup geri kalanları namazın şartlarıdır. Şârih´in tercih ettiğine göre bunlar namazın rükünlerine bitişikleri için şart koşulmuşlardır. Bu hususta da yukarıda söz etmiştik. Şurunbulâli tahrimeden ayrı olarak namaz için (13) on üç şart sıralamıştır. Hakikatte bütün bu şartlar namazın sahih olmasının şartlarıdır. Ancak bu onüç şartta tahrimenin dahli olmadığı için onları öncekilerden ayırmıştır.

Vaktin girdiğini itikaldan murad, galebe-i zan yani kalbin yatması da olabilir. Maksad şübheden kurtulmaktır. Vaktin girip girmediğinde şüphe ederek namaza başlarsa sonradan girdiği anlaşılsa bile namazı câiz olmaz. Temizlikten murad, hadesten ve necasetten temizlenmektir. Namaz kılan kimsenin bedeninde, elbisesinde ve namaz kılacağı yerde namaza mâni pislik bulunmayacaktır. Mâni bulunmadığını itikad dahi şarttır. Bir kimse abdestsiz, yahud elbisesinin pis olduğunu zannederek namaz kılar da aksi zuhur ederse câiz değildir. Halebî, «Avret yerini örtmek de böyle olsa gerektir.» demiştir.

Serbestçe ayakta durmadan maksad elleri dizlerine ermeyecek şekilde durmaktır. İmama rükû halinde yetişir de eğilerek tekbir alırsa tahrimesi sahih olmaz. İmama uymaya niyet etmenin tahrime için değil, imama uymak sahih olsun diye şart koşulduğunu biliyorsun. Çünkü imama uymaya niyet etmezse yalnız kılmak için namaza başlamış olur. Lâkin kıraatı terk ettiği için namazı bâtıldır.

Evet, tahrime sahih olmak için mutlak olarak namaza niyet şarttır. Şurunbulâlî bunu söylememiştir. «Namazın aslına niyet etmesi, demeli idi. Şurunbulâlî imama uyduğunu dille söylemeyi şart saymışsa da kendisine itiraz edilmiş, «Dille söylemek tahrimenin rüknüdür. Nasıl oluyor da şart sayılıyor?» denilmiştir. Kendisine. «Maksad hususî bir şekilde söylemesi yani söylediğini kendi işitmesidir. Bir kimse tahrimeyi işitilmeyecek şekilde fısıldasa veya sadece gönülden geçirse namazı câiz değildir.» diye cevap vermiştir. Keza eûzû besmele, kırâat. Tesbih, salâvat gibi namaza aid bütün sözler böyle olduğu gibi köle âzadı. kadın boşamak ve yemin dahi bu kabildendir.

Arabça zikir cümlesinden murad Allah´u Ekber ve emsâlidir. Zâhir rivâyeye göre bu iki kelimeden yalnız biriyle namaza başlamış olmaz. Nitekim bundan sonraki faslın başında gelecektir. «Muradını belirtmekten ve besmeleden hâli» ifâdesinden maksad, namaza niyet ederken söyleyeceği cümlenin içinde hacetini belirten kelime ve besmele bulunmayacak demektir. Şu haldeAllahümmağfirli (yarab beni afv et) gibi istiğfar cümlesi ile namaza başlamak sahih değildir. Ama esah kavle göre sâdece Allahümme diyerek başlamak sahihdir. Nitekim ileride görüleceği vecihle ya Allah diye başlamak da sahihdir. Sırf besmele ile ve kezâ eûzû çekmekle Havkale ile namaza başlamak sahih kavle göre câiz değildir. Nitekim gelecektir.

«Arabça söylemeye kudreti olan için başka dille namaza başlamak doğru değildir. Arabçaya kudreti yoksa Farsça ile başlayabilir. Nitekim kıraat da böyledir. Lâkin ileride görüleceği vecihle başka dille namaza başlamak Arabçaya kudreti olanlar için dahi bilittifak câizdir. Ama kıraat meselesi öyle değildir. Bu meselede birçok ulema, hatta bütün kitaplarında Şurunbulâlî şaşırmışlardır.

Niyet cümlesi ism-i celâlin hâvinden yahud hâsından hâli olacaktır. Şurunbulâlî diyor ki: «Benim hâvdan maksadım ALLAH lafzını ikinci lâmından meydana gelen elifdir. Yemin eden, yahud hayvan kesen veya namaz için tekbir alan bir kimse bu elifi söylemese yahud lafza-i celâlin sonundaki hâyı atarak sâdece (Allâ) dese ulema bu yeminin mun´akit, kesilen hayvanın helâl, tahrimenin sahip olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Binaenaleyh ihtiyaten terk edilmelidir.

«Hemzeleri ve ekberin bâsını uzatmaktan hâli olmak» şarttır. Hemzelerden murad ALLAH ve ekber kelimelerinin başlarındaki hemzelerdir. Çünkü bu hemzeler uzatılarak okunursa istifham (yani Allah mı daha büyük) mânâsı çıkar ki bunu kasden söylemek küfür olur. Binaenaleyh zikir olamaz; onunla namaza başlamak câiz değildir. Hatta namazda intikal tekbirlerinde hemzeler uzatılarak söylenirse namaz bozulur. Ekberin bâsı uzatılarak okunursa (keber) kelimesinin cem´i olur. Keber davul demektir ve kelime tekbir mânâsı olmaktan çıkar. Yahud hayz ve şeytan mânâlarına gelir. Bu takdirde ortak bir isim olur ki tahrime mânâsı kalmaz. Bunu «Nazmi» yazan Şurunbulâli söylemiştir. Niyetle tahrime arasına namaza aykırı bir fiil ve söz girmemek şarttır. Bir kimse namaza niyetlendikten sonra elbisesi veya bedeni ile çok oynar yahud dişlerinin orasında kalan nohut kadar yemek kırıntısı yer, dışarıdan bundan az bile olsa bir şey olup yer veya içerse yahud anlaşılmayacak derecede bile olsa konuşursa veya özürsüz öksürür de kalbinden niyet silindiği halde sonradan tekbir olursa namaza başlaması sahih olmaz. «namaza aykırı» kaydıyla niyetten sonra abdest alıp camie gitmek gibi namaza aykırı olmayan şeylerden ihtiraz edilmiştir. Nitekim yerinde görülmüştü.

Tekbirin niyetten önce olmaması meselesinde Kerhî muhaliftir. Nitekim yukarıda geçmişti. Yahud bundan imama uyan kimsenin imamdan önce tekbir alması kastedilmiştir. Şâyed imamdan önce tekbir alır do tekbirini imamdan önce bitirirse namaza başlamış olmaz. Birinci mânâ daha yerindedir. Sebebi İmamı Takip Meselesinde geçmişti.

METİN

Senin gibi bir zat mazurdur. İmdi bu söylenenleri kıbleye dönmüş olarak yap! Umulur ki kabule mazhar ve teşekküre şâyan olursun. Bu şartların mecmuu yirmidir. Hatta daha başka şortlarda ziyade edilmiştir. Bunları namaza «ben fakir» kerim olan Allah´dan niyaz ederim. O da afv eyler. Hem Mustafa´ya en halisâne salât ve selâmımı arz eylerim. O Allah´ın mahlûkatına bir zuhru âhirettir, yardım eder, Mezkûr beyândan sonra ona tahrimen gayri namaz kılanların moruz kaldıkları (13) on üç şart daha ilâve ettim. Göreceksin. Şöyle ki:

Farz namazda bir âyet okuyacak kadar ayakta durmak, farz namazın iki rekâtına kıraat hususunda muhayyersin. Nâfile ile vitirin her rekâtında kıraat farzdır. imama uyan bu kıraattan men edilir. Secde ve alnının karar kılması şarttır, iki secde arasını ayıran fasılanın oturuş haline daha yakın olması muharrerdir ayağa kalktıktan sonra rükû ve secdede tertip farzdır.

İkinci secde sahih kavle göre sonraya bırakılabilir. elinin üzerine yahud yer temiz olmak şartiyle elbisesinin kenarına secde etmek câizdir. Yüksek yere ve seninle ortak secde eden bir kimsenin sırtına sıkışıklık ânında secde etmen bağışlanır, namaz fiillerini uyanıklıkla edâ etmen ve sana farz olan namazları ayırman mukarrerdir. Namaz fiillerini son oturuş tamamlar. Bunlardan kendi sun´ı ile çıkmak muharrerdir.

İZAH

«Senin gibi bir zat mazur olur.» cümlesinden murad, yerinde kullanılmamış bir söz görürsen mâzûrsun. demektir. Yani Şurunbulalî bu sözü ile manzumesinde hata görenlerden özür dilemektedir. T.

«Hatta daha başka şartlar da ziyâde edilmiştir.» Mutlak olarak namaza niyet, farz namazları başkalarından ayırmak. hadesten veya necasetten temiz bulunduğuna inanmak bunlardandır. Farz namazın iki rekâtında kıraat hususunda muhayyersin, ister ilk iki rekâtda ister son iki rekâtta okuyabilirsin. Bu makamda farzlar anlatıldığı için «kıraeti ilk iki rekate tâyin ederek okumak vacibtir.» şeklinde bir itiraz vârid olamaz. Malûmun olsun ki, nezir edilen namazın hükmü nâfile namaz gibidir Hatta bir selâmla dört rekat namaz kılmayı nezir etse dört rekâtın her birinde kırâat lâzım gelir. Çünkü bu namaz haddizatında nâfiledir. Vacip olması ârızî bir sebepledir. H.

İmama uyan kimseye kıraat men edilir. Yani Kur´an okuması kerahet-i tahrimiyye ile mekruhtur. Çünkü imamın okuması onun için de kıraat yerine geçer. şu halde kıraat imama farzdır.

«Secde ve alnının karar kılması şarttır». Yani hacmini duyacak kadar. Sert bir şeyin üzerine secde etmek farzdır. öyle ki secde eden şahıs alnını bastırsa yere koyduğu andan daha fazla batmamalıdır. Binaenaleyh pirinç ve darı yığını gibi şeylerin üzerine secde etmek sahih değildir. Meğer ki çuval gibi bir şey içinde bulunsun, pamuk. kar döşek gibi şeylerin bastırıldığı vakit altındaki yerin sertliği hissedilirse üzerinde secde câizdir.

«İkinci secdenin birinciden ayrılarak namazın sonuna bırakılması câizdir». Çünkü iki secde arasında tertibe riâyet vâcibtir. Nitekim gelecektir. Şurunbulâlî hulâsatan şöyle demek istiyor: Kıyâm, rükû. secde gibi her namazda tekrar eden rükünler arasında tertibe riâyet farzdır. Fakat iki secde arasında olduğu gibi her rekâtta tekrar edenler arasında böyle değildir. «Yer temiz olmak şartiyle elbisesinin kenarına secde etmek câizdir». Fakat özürsüz mekruhtur. Nitekim gelecektir. Hâsılı secde yerinin temiz olması farzdır. Velev ki namaz kılanın eli ve elbisesi gibi ona bitişik olsun. Çünkü ona bitişik olunca pisliği men eden mâni sayılmaz.

Zarurette yüksek yere ve ön saftakinin sırtına secde etmek câizdir.

Yalnız buradaki zaruret ölçüsü yarım arşın olduğu için zaruret yokken ondan daha yükseğine secde etmek bağışlanmaz. «Namaz fiillerini uyanıklıkla edâ etmek» sözü Musannıf´ın «ihtiyar şarttır.» ifâdesini lâzım mânâsı ile tefsirdir. Çünkü uyanık bulunmak, bu hâli istilzâm eder. Bu tefsir gafletle ve yanılarak yapılan bir şeyin ihtiyari fi´le aykırı olmadığına işâret içindir.

METİN

Ama (ihtiyarî değil de) tamamiyle gaflele dalarak rükû veya secde yaparsa câizdir. Bunlardan birini yani kıyâm, kıraat, rükû, sücûd veya son oturuşu uyuyarak yaparsa yapmış sayılmaz onu tekrarlaması icap eder, Esah kavle göre velev ki kıraat veya son oturuş olsun. Tekrarlamazsa namazı bozulur. Çünkü yaptığı iş gayri ihtiyarî olmuştur. Varlığı yokluğu müsavidir. Ama insanlar bundan gâfildirler. Uyuyan kimse tam bir rekât kılsa namazı bozulur. Çünkü bir rekât ziyade etmiştir. Bir rekât terki kabul etmez. Rükû veya secde eder de o halde iken uyursa yaptığı kâfi gelir. Çünkü başını kaldırması ve yere koyması kendi ihtiyariyle olmuştur.

İZAH

Tamamiyle gaflete dalmaktan murad, kalbin bir şeyle meşgul olmasıdır. Bu haliyle namaz kılan bir kimse rükû ve sücûdu kendi ihtiyariyle yapar, fakat ya bu fiilin farkında olmaz. Bunun benzeri yolda yürüyen kimsedir. Yürüyenin ayakları ve birçok uzuvları onun ihtiyarî yürüyüşü ile hareket eder. Fakat kendisinin bundan haberi yoktur. Halebî diyor ki: «Anlaşılan uyuklayan da dalgın gibidir. Araştırılmalıdır». Rükünlerden birini uyuyarak yapan onu tekrarlar. Acaba geciktirdiği için secde-i sehiv lâzım mıdır? Zâhire göre lâzımdır. Bunu araştır. Rahmetî.

«Esah kavle göre velev ki kıraat veya son oturuşta olsun» tekrarlaması gerekir. Kıraatı tekrarlamasını «Fahru´l-İsIâm», «Hidâye» sahibi ve başkaları tercih etmişlerdir. «Muhit» ile «Mübtegâ» sahipleri esah kavlin bu olduğunu söylemişlerdir. Çünkü ibadetin edâ edilmesi için ihtiyarî fiil şarttır. Uyku halinde ise bu mevcud değildir. Fakîh Ebu´l-Leys diyor ki:

«Bu yaptığı ibâdetten sayılır. Çünkü şeriat namaz hakkında uyuyanı uyanık gibi kabul etmiştir, Kıraat zâid bir rükündür. Bazı hallerde sâkıt olur. Binaenaleyh uyku halinde makbul sayılması câizdir». «Fetih» sahibi bu sözü beğenmiştir. Birinci kavle ise şöyle cevap vermiştir:

«Şart olan ihtiyar namazın başında mevcuttur. Bu da kâfidir. Görülmüyor mu ki yaptığından tamamiyle gâfil olarak rüku ve sücûd yapsa câiz olmaktadır».

«Münye» şârihi şunları söylemiştir: «Cevap şudur ki, biz, namaza başlarken ihtiyar bulunmasının kâfi olduğunu kabul etmiyoruz. Dalgın kimsenin de ihtiyari elinde olmadığını teslim etmiyoruz». Şu da var ki namaz başındaki ihtiyarla yetinilirse uyku halindeki rükû ve secdenin de kâfi sayılması lâzım gelir. Halbuki «Mübtegâ» sâhibi. «Uyurken rükû ederse. Bilittifak câiz olmaz.» demiştir.

İbn Emir Hâcc´ın «Hılye»deki açık sözü fakîh Ebu´l-Leys´in kavlini tercih ettiğini gösterir. Çünkü Şeyhinin verdiği cevapta şöyle denilmektedir: Bundan da anlaşılmaktadır ki uyku halinde dahi kıyâm câizdir. Velev ki bazıları câiz olmadığını söylemiş olsunlar. «Bahır» sahibi de ona uymuştur. Lâkin «Feth»in söylediklerinin itirazından hâli olmadığını münye şerhinden naklettiğimiz ibâreden gördün. Binâenaleyh evlâ olan menkul rivayete tâbi olmaktır. Allahu a´lem.

Son oturuş meselesine gelince «Hılye» sahibinin «Tahkîk» nâm eserde naklettiğine göre bu hususta İmam Muhammed´den nakledilmiş bir söz yoktur. Ulemadan bazıları bu oturuşun sayılacağını bazıları da sayılmayacağını söylemişlerdir. Hılye sahibi sayılacağını tercih etmiş; Cami-ul-Fetevâ da yalnız bu kavlin zikir edildiğini zikir etmiştir. Münye´de yalnız sayılmayacağı bildirilmiştir. Münye şârihi esah kavil bu olduğunu söylemiştir. Mineh´de meşhur kavlin bu olduğu bildirilmiştir. Şurunbulâlî dahi yukarıdaki manzumesinde ve Nur-ul-izah´da bunu kat´î bir lisanla ifâde etmiştir.

neslinur
Thu 25 March 2010, 04:28 pm GMT +0200
NAMAZIN VACİPLERİ



METİN


Namazın bir takım vacipleri vardır ki onları terk etmekle namaz bozulmaz. Fakat kasten bırakırsa namazı tekrar kılması ve şâyed secde etmedi ise secde-i sehiv yapması vacip olur. Namazı tekrar kılmazsa fâsık ve günahkâr olur. Kerâhati tahrimiye ile kılınan her namaz böyledir; Tekrar kılınması vâcip olur.

İZAH

Temizlik bahsinin başlarında farzla vacip arasında ki farkı beyan etmiş vacibin iki kısım olduğunu, bunlardan üst derecedekine farz-ı amelî denildiğini bildirmiştik.

FARZI AMELİ: Kendisi bulunmayınca cevaz da bulunmayan şeydir. Misâli vitir namazıdır. Vacibin diğer nevi bulunmayınca cevaz ortadan kalkmaz. Burada vacibten murad bu nevidir. Hükmü terkinden dolayı azâba fiilinden dolayı sevaba müstehak olmak ve inkâr edeni kâfir sayılmamaktır. Namazdaki hükmü Şârih´in söylediğidir. Bazen vacip farzlar hakkında da kullanılır. Meselâ ramazan orucu vacibtir denilir. «Onları terk etmekle namaz bozulmaz.» sözü ile Şârih Kuhıstânî´ye red cevabı vermeye işaret etmiştir. Çünkü Kuhistanî, «Namaz fâsid olur ama bâtıl olmaz.» demiştir. Hamevî «Kenz şerhinde bu sözü izah ederek şöyle diyor: «Fasidle bâtıl arasındaki fark şudur: Fasidde matlup bir vasıf ortadan kalkmıştır. Bâtılda ise şart veya rükün yok olmuştur. Bazen fâsid kelimesi mecazen bâtıl mânâsında kullanılır». Bu sözün reddedîlmesinin vechi imamlarımızın ibadetlerde fâsidle bâtıl arasında fark görmemeleridir». Onlar bu iki kelime arasında yalnız muamelelerde fark görmüşlerdir. H.

Namazın vaciplerini veya onlardan bir tanesini terk etmekle o namazı tekrar kılmak vacip olur. Gerçi Zeyleî «Dürer» ve «Müctebâ»da, «Bir kimse Fâtiha´yı terk eder de sûreyi terk etmezse o namazı tekrarlaması emir olunur.» denilmişse de «Bahır» sahib bunu reddederek, «Fatiha rü´kün müdür, değil midir? ihtilaf edildiği için sûreden daha kuvvetli vaciptir. Sûrede böyle bir ihtilâf yoktur. Lâkin namazın tekrar edilmesinin vacip olması, mutlak surette vacibi terk etmenin hükmüdür. Yoksa kuvvetli olan vacibin hükmü değildir. Kuvvetlilik ancak günah meselesinde ortaya çıkar. Çünkü şek ile söylenmiştir.» demiştir.

Ben derim ki: Namazın tekrarı vaciptir, sözünü bir özürden dolayı terk etmemişse diye kayıtlamalıdır. Meselâ okumak bilmeyen ve namaz vaktinin sonunda müslüman olup da Fatiha´yı öğrenmeden namaz kılan kimseler, mâzurdurlar. Böylelerine o namazın tekrarı vacip değildir. Teemmül et!

Şâyet secde etmedi ise, sözü secde-i sehivin bir kaydıdır. Çünkü kasden bırakılan vacip secde-i sehivle tamamlanmaz. Bunun yalnız dört (4) yerde müstesnası olduğu söylenir ki onlar da şunlardır:

«Bir kimse kasden ilk oturuşu terk eder. Yahud bazı namaz fiillerinde şübheye düşerek düşünür ve bir rükün edâ edecek kadar meşgûl olursa, yahud birinci rekâtın iki secdesinden birini kasden namazın sonuna bırakır veya ilk oturuşta kasden salâvatı okursa secde ile namazı tamam olur. Bazıları beşinci olarak kasden Fatiha´yı terk ederse secde ile tamam olacağını ilâve etmişlerdir. Bu beş surette yapılan secdeye özür secdesi nâmı verilmiştir. Şârih bunları istisnâ etmiştir. Çünkü Secde-i Sehiv Babında bu kavlin zaif olduğu görülecektir. Allâme Kâsım dahi onu reddetmiş, «Biz ne rivayette bu sözün aslı olduğunu ne de dirâyette bir vechi olduğunu bilmiyoruz.» demiştir. Acaba bir özürden dolayı secde-i sehvi unutmakla namazı tekrar kılmak vacip olur mu? Meselâ unutsa yahud sabah namazında güneş doğduğu için secde-i sehvi yetiştiremese namazı tekrar kılacak mıdır? Bunu bir yerde görmedim. Araştırılmalıdır. Anlaşılan tarafı vacip olmasıdır. Nitekim şârihin mutlak olan sözünün muktezâsı da budur. Zirâ noksanlık, herhangi bir fille tamamlanmamıştır. Velev ki terkinden dolayı günahkâr olmasın. Teemmül buyurula! «Namazı tekrar kılmazsa fâsık ve günahkâr olur».

Ben derim ki: Allâme İbn-i Nüceym günahları beyan hususunda yazdığı risalesinde kerahet-i tahrimiyye ile mekruh olan her fiilin küçük günahlardan sayıldığını açıklamış. adaletin küçük günah sebebiyle sakıt olması için o günaha devam şart koşulduğunu fakat mubah da olsa mürüvveti ihlâl eden fiil hakkında bu devamın şart koşulmadığını bildirmiş şunu da sözlerine eklemiştir: «Ulema doyduktan sonra yemek yemekle dahi adaleti ıskat etmişlerdir. Halbuki bu küçük bir günahtır. Şu halde ona ısrarın şart koşulması gerekir. Bunun cevabı şudur:

Adaletin küçük günaha devamla sâkıt olması şuna binaendir: Bazıları, adâleti her günah ıskat «der. Velev ki devam üzere yapılmayan küçük günah olsun, demişlerdir. Nitekim «Muhit Burhani»de de böyle denilmiştir. Fakat bu söz mutemed değildir».

Bundan anlaşılır ki Şârih´in buradaki sözü mutemed kavlin hilâfınadır. Kerahet-i tahrimiyye ile eda edilen her namaz böyledir.» cümlesi zâhire göre asla secde icap etmeyen büyük ve küçük abdest sıkıştırması gibi şeylere de şâmil olduğu gibi imamın namazı noksan kalır da secde ile tamamlanmazsa o namazın imama olduğu gibi cemaate de tekrarı vacip olduğundan bundan yalnız kerahet-i tahrimiyye ile eda edilen cuma ve bayram namazlarının müstesna olduğuna dahi şâmildir. Bu cihet araştırılmalıdır. H.

Ben derim ki: «İmdâd» nam eserde incelenerek beyan edildiğine göre vacibi terk etmekle namazı yeniden kılmanın vacip olması sünneti terk etmekle yeniden kılmanın mendup olmasına mâni değildir. Bu izahatın benzeri «Kuhistânî»de de mevcuttur. Hatta «Fethu´l-Kadîrde«de şöyle denilmiştir:

«Hak şudur ki: Kerahet-i tahrimiyye ile kerahet-i tenzihiyyeyi birbirinden ayırmalıdır. Kerahet-i tahrimiyyede namazın tekrar kılınması vacip, kerahet-i tenzihiyyede ise müstehaptır».

Şimdi bir şey kalır ki, o da, cemaatle kılınan namazdır. Cemaat mezhebin tercih edilen kavline göre ya vacip yahud vacip hükmünde sünnet-i müekkededir. Nitekim «Bahır»da da böyledir. Ulema cemaatı terk edenin fâsık olduğunu, ta´ziri gerektiğini ve günaha girdiğini açıklamışlardır. Bunun muktezası yalnız kılan kimsenin o namazı cemaatle tekrarlaması emir olunmuştur. Halbuki bu sözfarza yetişme bâbında ulemanın söylediklerine muhâliftir. Çünkü orada bildirdiklerine göre bir kimse öğlenin üç rekâtını yalnız kıldıktan sonra cemaat teşekkül etse. kıldığı namazı tamamlayarak imama nâfile olmak üzere uyar.

Bu söz o namazı cemaatle tekrarlamak lâzım gelmediği hususunda acık gibidir. Halbuki onun yalnız başına kıldığı namazı kerahet-i tahrimiyye ile mekruh yahud ona yakındı. Binaenaleyh bu, kaideye muhaliftir. Meğer ki ulemanın vacipten ve terki namazın kazasını gerektiren sünnetten muradları, namazın mahiyetine dahil olan ve onun cüzlerini teşkil eden vacip ve sünnetlere mahsustur, diye iddia eder! Bu takdirde cemaate şâmil değildir. Çünkü cemaat namazın hakikatından hâriç vasfıdır. Yahud ulemanın, «namazı tamamlar ve imama nâfile olarak uyar.» sözlerini bir özürden dolayı namazını yalnız kılarsa diye kayıtlamak lâzım geldiğini iddia ederse o başka. Nitekim namaza başlarken cemaat bulunmaması özrü böyledir. O kimsenin yalnız kıldığı namazı mekruh değildir. Birinci istisna kabule daha yakındır. Onun içindir ki ulema, cemaati namazın vaciplerinden saymamışlardır. Çünkü o kendi kendine müstakil bir vacip olup namazın mâhiyetinden hariçtir. Bunu şu da te´yid eder ki, ulema, Kur´an sûrelerinin arasında tertibin vacip olduğunu söylemişlerdir. Bir kimse tersine okusa günahkâr olur. Lâkin secde-i sehiv yapması lâzım gelmez. Çünkü bu. namazın vaciplerinden değil, kıraatın vaciplerindendir. Nitekim «Bahır» sahibi Sehiv Babında beyan etmiştir. Lâkin ulemanın «kerahet-i tahrimiyye ile edâ edilen her namaz.» sözü vacibin ve diğer namazların terk edilmesine şâmildir. Bunu şu da te´yid eder ki. ulemanın açıkladıklarına göre üzerinde suret bulunan elbise içinde kılınan namazı tekrarlamak vaciptir. Çünkü o kimse üzerinde put taşıyarak namaz kılmış gibi o!ur

T E N B İ H: «Bahır» nam kitabın Geçmiş Namazları Kaza Babında kaydedildiğine göre kerahet-i tahrimiyye ile edâ edilen namazın tekrar kılınması vakit çıkmamışsa vaciptir. Vakit çıktıktan sonra müstehap olur. Bu hususta inşâallah o bapta söz edilecek. namazın tekrarlanması vacip olup olmaması hakkındaki ihtilaf gösterilecek, gerek vakit içinde gerekse çıktıktan sonra o namazı tekrar kılmanın vacip olduğunu bildiren kavil tercih edilecektir.

METİN

Muhtar olan kavle göre ikinci fiil birinciyi tamir ve ikmal içindir. Çünkü farz tekerrür etmez. Musannıfın beyânına göre namazın vacipleri (14) ondörttür.

Birincisi: Fatiha´yı okumaktır. Fatiha´nın ekserisini terk eden secde-i sehiv yapar. Birazını terk eden yapmaz. Lâkin Müçtebâ´da: «Fatiha´dan bir ayet terk eden secde eder» denilmiştir ki evlâ olan da odur. Ben de:

«O halde her âyet vaciptir. Nasıl ki her bayram tekbir, her tâdıl-i erkân, her farz ve vacibi ifâ ve bunlardan her birinin tekrarından kaçınmak da böyledir.» derim. Nitekim gelecektir. Bu bellenmelidir.

İkincisi: En kısa bir sureyi fatihaya zam etmektir. Kevser veya onun yerini tutacak bir sure gibi ki maksat üç kısa âyettir.

Sümme nazar «sonra baktı». Sümme abese ve yeser «sonra surat asdı

ve yüzünü ekşitti» Sümme edbera vestekber «sonra geri döndü ve büyüklendi.» Âyetleri bu kabildendir. Üç kısa âyet denk olan bir veya iki âyet te öyledir. Bunu Halebî söylemiştir.

Üçüncüsü: Fatiha ve zammı sureyi farz namazın ilk iki rekatına tahsis etmektir. Acaba son iki rekatta sure zammı mekruh olur mu? Muhtar kavle göre olmaz.

Dördüncüsü: Nâfile namazın her rekâtında Fâtiha ve zammı sûre vaciptir. Çünkü nafile namazın her çift rekâtı bir namaz sayılır.

Beşincisi: Vitirin her rekâtında ihtiyaten Fâtiha ve zammı sûre vaciptir.

İZAH

Tercih edilen kavle göre tekrarlanan namaz, birinci namazı tamamlamak için secde-i sehiv mesabesindedir. Mekruh olmakla beraber birinci namazla da borçtan kurtulur. Esah kavil budur. «Ekmel» şerhinde´ de böyle denilmiştir. Bu kavlin mukabili Ebu´l-Yusr´dan nakil edilmiştir. Ona göre farz olan ikinci namazdır.

Kemal İbni Hümâm birinci kavli tercih etmiş, «Çünkü farz tekerrür etmez. Ebu´l-Yusr´ün ikinci namazı farz kabul etmesi, birinci namazla borcun sükut etmemesini gerektirir. Çünkü farzdır demek, vacibin değil. rekâtın terkinden dolayı lâzım gelir. Meğer ki şöyle denilmiş olsun: Maksat bunun ALLAH tarafından bir lütûf ve ihsan olmasıdır. Onun için farzdan sonra da kılınsa kâmil hesap olunur. Zira ALLAH Taâlâ kılacağını bildirmiştir.» demiştir.

Yani farz olan ikinci namazdır, denilirse farzın tekrarı lâzım gelir. Çünkü farz ikinci namazdır. Sözünden birinci namazla borcun sükût etmemiş olması lâzım gelir. Halbuki öyle değildir. Çünkü birinci namazla borcun sükût etmemesi, ancak farzı bırakmakla lâzım gelir. Vacibi terk etmekle lâzım gelmez. O kimse birinci namazı farzları ile tamamladığına göre hükmen kâfi gelmesi ve farz borcunun onunla sâkıt olması şübhesizdir. Velev ki vacibi terk ettiği için nâkıs olsun. İkinciye farz denilirse bundan farzın tekerrür etmesi lazım gelir. Ancak şöyle denilirse ne âlâ: Maksat bunun ALLAH tarafından ilh... Anla! Musannıfın beyânına göre namazın vacipleri (14) ondörttür. Yoksa hakikatte ondan çok daha fazladır. Nitekim beyan edilecektir. Fatiha´yı okumak vakit çıkacağından korkmadığına göredir. Vaktin çıkacağından korkarsa bütün namazlarda bir âyetle yetinir. Bezdevî bunu sabah namazına tahsis etmiştir. Nitekim Kınye´de de böyledir. «Fatiha´nın ekserisini terk eden secde-i sehiv yapar.» sözü vacip olan miktarın bu olduğunu ifâde ederse de teemmülden hâlî değildir. Bahır. Kuhıstâni´de beyan edildiğine göre imam A´zam Fatiha´nın bütünü vacip olduğuna kaildir. İmameyne göre bütünü değil ekserisini okumak vaciptir. Onun için kalanını unutmakla secde-i sehiv lazım gelmez. Nitekim zâhidîde böyle denilmiştir. Şârih´in sözü imameynin kavline göredir. T. Müçtebâ´nın kavline göre her âyet vaciptir. Fakat bu söz götürür. Çünkü Müctebâ´nın sözü İmam-ı A´zam´ın kavline göre olduğu anlaşılıyor. Ona göre Fatiha´nın tamamı vaciptir. Âyetin zikir edilmesi kayd değil temsildir. Çünkü Fatiha´dan bir âyet yahud daha az hatta bir harf terk etmekle vâcip olan Fatiha´nın bütününü okumuş olmaz. Nitekim Fatiha´ya üç âyet zam etmektevaciptir. Bundan daha az okursa vacibi terk etmiş olur. Bunu Rahmetî söylemiştir. «Üç kısa âyete denk olan bir veya iki ayette de böyledir.»

Yani (Sümme nazar) ilh âyetleri gibidir ki bunların mecmuu otuz harfdir. Otuz harflik uzun bir âyet okusa üç âyet miktarı okumuş sayılır. Lâkin imamın âşikara okuması faslında geleceği vecihle kıraatın farz olan miktarı bir ayettir. Örfen bir âyet Kur´an´ı Kerim´den belirli bir kısım olup en azı altı harftir. Velev ki (lem yelid) «doğurmadı» âyeti kerimesinde ki gibi takdiren altı harf olsun. Ancak bir tek kelime olursa esah kavle göre sahih değildir. Bu sözün muktezâsı şudur ki: (18) on sekiz harf miktarı uzun bir âyet okusa üç âyet miktarı okumuş sayılır. Burada şöyle de denilebilir: Meşru olan miktar (Sümme nazar ilh.) âyetlerinde olduğu gibi bir birini takip eden üç Kur´an âyetidir. Bunlardan daha kısa birbirini tefsir eden üç âyet yoktur. Şu halde vacip olan ya bu üç âyettir yahud başka yerden bunlara denk olan miktardır. Yoksa Kur´an´ı Kerim´de bulunan en kısa âyetin üç misline denk olan değildir. Onun içindir ki şârih üç kısa âyete denk demiş «en kısa âyetin üç misline denk» dememiştir. Şu da var ki bazı ibâreler de «en kısa sureye denk» ifâdesi vardır. Teemmül buyurulsun! Kırâatı âşikar okuma babında bu hususta daha fazla söz edeceğiz. Halebî´nin bu husustaki sözleri Münye şerhindedir. İbâresi şudur: «Üç kısa âyet okursa yahud bir veya iki ayet okurda üç kısa âyete denk olursa keraheti tahrimiye haddinden çıkmış olur.» Halebî şârihi Mültekâ şerhinde: «Başkasının böyle bir şey söylediğini görmedim. Bu mühimdir. Kerâheti tahrimiye yi def etmek için büyük bir kolaylıktır.» demiştir.

Ben derim ki: Bunu Dürer sâhibi dahi söylemiş: «Bir sure yerini tutacak üç kısa âyet okur. Uzun bir âyetde öyledir.» demiştir. Feyz ve diğer kitablarda dahi böyledir. Tatarhaniye´de şöyle deniliyor: «Ayetel-Kursî yahud müdâhene âyeti gibi uzun bir âyetin bir kısmını bir rekatta bir kısmını ikinci rekatta okusa ulema ebû Hanife´nin kavline göre bunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları: «Câiz değildir. Çünkü o kimse her rekatta tam bir âyet okumamıştır.» demiş ekseriyet ise câiz olacağını söylemişlerdir. Çünkü bu âyetlerin bir kısmı üç kısa âyetten fazla yahud üç kısa âyete denktir. Binaenaleyh o kimsenin okuduğu miktar üç âyetten az değildir. Bu gösterir ki bir âyetin bir kısmı üç kısa âyet miktarını bulursa bir âyet gibidir ve kâfidir. Acaba son iki rekâtta sûre zammı mekruh olur mu?» Kerahet-i tahrimiyye ile mekruh olmaz. Fakat kerâhet-i tenzihiyye ile mekruhtur. Çünkü sünnetin hilâfınadır. «Münye» ile şerhinde şöyle denilmiştir:

«Bir kimse yanılarak Fatiha´ya sûreyi zam etse, Ebu Yûsuf´un kavline göre secde-i sehiv yapması vacip olur. Çünkü rukû yerinden geciktirmiştir. En zâhir rivayete göre vacip değildir. Zira o iki rekâtta kıraat miktar bildirilmeksizin meşru olmuştur. Onlarda sadece Fatiha´yı okumak vâcip değil, sünnettir». «Bahır» nam eserde Fahru´l-İslam´dan naklen bildirildiğine göre son iki rekâtta sûre okumak nâfile olarak meşrudur. «Zahîre»de «muhtar olan kâvil budur.» denilmiş, «Muhit»te esah kavlin bu olduğu bildirilmiştir. Anlaşılıyor ki nâfile olarak meşru sözünden murad, haram değildir, mânâsınadır. Binaenaleyh evlânın hilâfına olmasına aykırı değildir. Nitekim «Hılye»de de böyle denilmiştir. Nâfilenin her iki rekâtı bir namazdır. ALLAH bilir ya galiba bu, iki rekâtta selam veripnamazdan çıkabildiği için olacaktır. İkinci çift rekâta kalktığı vakit bir namazın tâhrimesi üzerine başka bir namaz binâ etmiş olur. Bundan dolayıdır ki, ulema «Bir kimse dört rekâta niyet ederse o namazın tahrimesi ile kendisine iki rekâttan başka bir şey lâzım gelmez.», demişlerdir. Ulemamızdan meşhur olan kavil budur. Üçüncü rekâta kalkmak yeni bir tahrime mesabesindedir. Hatta ilk iki rekât bozulsa bundan son iki rekâtın bozulması icap etmez. Onlar üçüncü rekâta kalktığı zaman Subhâneke ve eûzu Besmele ile başlamasının müstehap olduğunu söylemişlerdir. Meselenin tamamı «Hılye»dedir. Vitir ve Nâfileler Babında dahi gelecektir. Halebî diyor ki: «Nâfilede ilk oturuşun farz olmaması buna aykırı değildir. Sahih kavle göre ilk oturuş farz değildir. Çünkü oturuşa nisbetle bütün rekâtlar bir namazdır. Nitekim «Bahır»da da böyle denilmiştir».

Vitirin her rekâtında ihtiyaten zammı sûre vaciptir. Çünkü onda sünnet namazının eserleri vardır. Ezan ve ikamet yoktur. Bu sebeple kıraat hakkında ihtiyaten ona sünnet namaz hükmü verilmiştir.

METİN

Dördüncüsü: Mezhebe göre kıraatı farz namazın ilk iki rekâtına tayin etmek.

Beşincisi: Fatiha´yı sûrenin bütününden önce okumaktır. İlk iki rekâtın sûresinden önce Fatiha´yı tekrarlamamak dahi vaciptir.

İZAH

Farz namazda kıraatın «Kur´an okumanın» nerede farz olduğu hususunda üç kavil vardır:

1 - Kıraatın yeri muayyen olarak ilk iki rekâttır. «Bedayî» sahibi bu kavli sahih bulmuştur.

2 - Kıraatın yeri muayyen olmayarak namazın iki rekâtıdır. ilk iki rekâtına tayin etmek vaciptir. Mezhepte meşhur olan kavil budur.

3 - Kıraatı ilk iki rekâta tayin etmek efdaldır. «Nihayetü´l-Beyân» sahibi bu kavli tercih etmişse de mezkûr kavil zaiftir. Diğer iki kavle göre yalnız son iki rekâtta okumuş olsa namaz sahihtir. Bunu yanılarak yaparsa secde-i sehiv lâzım gelir. Yalnız birinci kavle göre sebeb-i farzı yerinden değiştirmek olur. Ve kıraatı ilk rekâtlardaki kıraatın kazası sayılır. İkinci kavle göre secde-i sehvin sebebi vacibi terk etmesidir.

Son iki rekâtta okuması edâ olur. «Bahır» nam kitabın Nâfileler Bahsinde de böyle denilmiştir. Aynı eserin Secde-i Sehiv Bahsinde şöyle denilmektedir:

«Kıraatı son iki rekâta bırakmanın kazâmı, edâ mı, sayılacağında ulema ihtilâf etmişlerdir. Kudûrî edâ sayılacağını söylemiştir. Çünkü kıraat muayyen olmamak şartiyle iki rekâtta farz kılınmıştır. Diğer ulema son iki rekâtta kıraatın kazâ olacağını bildirmişlerdir. Bunlar vakit çıktıktan sonra müsafirin mukime uyamaması ile istidlâl etmişleridir. İmam ilk iki rekâtta bir şey okumamış bile olsa vakit çıktıktan sonra müsâfir ona uyamaz. Son iki rekâtta kıraat edâ sayılsa müsâfirin bu imama uyması câiz olurdu. Çünkü kıraat hakkında farz kılanın farz kılana uyması demekti. Câiz olmayınca anlaşıldı ki bu kıraat kazadır. Ve sön iki rekât kıraattan hâlidir. Bir de imama son iki rekâtta yetişen mesbûka kıraatın vâcip olması ile istidlâl etmişlerdir. İmam ilk iki rekâtta bir şey okumamışsa bu mesbûka kıraat farzdır. «Bedâyî»de de böyle denilmiştir».

Ben derim ki: Burada benim için işkâl vardır. işkâl şudur:

Bize göre namazda kıraatın farz olduğunda hilâf yoktur. Söz ancak kıraatın yerini tayin hususundadır. Bu babtaki üç kavlin hulâsası şudur: Kıraatı ilk iki rekâta tayin etmek ya farzdır ya vaciptir yahud sünnettir. Birinci kavlin sahih kabul edildiğini gördük. O zaman mesele iki şıktan hâli değildir. Bundan ya kat´î farz yahud amelî farz murad edilmiştir. Amelî farz ibadetin kendisi bulunmayınca cevazda ortadan kalkan kısımdır. Her iki takdire göre ilk iki rekâtta kıraatı terk etmek namazın bozulmasını icap eder, Ve rükûu secdeden sonraya bırakmak gibi olur. Bizim mezhebimizde bunun câiz olduğunu söyleyen yoktur. Binaenaleyh metinlerin beyan ettiği vücûba kâil olmak alettayin icap eder. Bana öyle geliyor ki bu meselede yalnız iki kavil vardır ve birinci ve ikinci kaviller birdir. Bu zevatın, «Kıraatın yeri muayyen olarak ilk iki rekâttır.» demelerinin mânâsı bunlar hakkında tayin vaciptir. Demektir ki ikinci kavilden murad da budur. Şu halde kıraati son iki rekâta bırakmak ilk rekâtın bir secdesini namazın sonuna bırakmak gibi kaza olur. Bu kavlin mukabili de «ilk iki rekâtı kıraat için tayin etmek efdaldir.» kavlidir. Buna göre son iki rekâtta kıraat kaza değil, edâdır. İşte «Bahır» sahibinin Secde-i Sehiv Bahsinde «Bedâyi»den naklen söylediği iki kavil bunlardır. Buna şu da delâlet eder ki, «Münye» sahibi namazın vacipleri arasında kıraatı ilk iki rekâta tayin etmeyi de bildirmiş «Hılye»de şöyle denilmiştir: «Bu kıraatın yeri aynen ilk iki rekâttır, diyenlere göredir. Biliyorsun ki sahih olan da budur. «Hulâsa» ve «Kâfi» sahipleri dahi bunu tercih etmişlerdir. Ama kıraatın yeri muayyen olmayarak namazın iki rekâtıdır, diyenlere göre ilk iki rekâtta efdaldir, sözünün mânâsı vacip değildir. Hatta sünnettir demektir. Âşikardır ki bu hilâfın semeresi secde-i sehvin vacip olup olmamasında ortaya çıkar. Kıraatı ilk iki rekâtta yahud bunların birinde yanılarak terk eden kimseye kıraat vaciptir kavline göre secde-i sehiv yapmak vaciptir. Çünkü vacibi yerinden te´hir etmiştir. Sünnettir kavline göre vacip değildir

Bundan açık olarak anlaşılır ki bu bapta ki kaviller üç değil ikidir. Ve, «kıraatın yeri aynen ilk iki rekâttır.» sözünden murad farz değil, vacip olmasıdır. Bu suretle «Bahır» sahibinin kavilleri beyan hususunda ve bu kaviller üzerine nakil ettiği fer´î meselelerde isabetli hareket etmediği gibi, ibâreyi olduğu gibi nakil hususunda da (isabet) edemediği anlaşılır.

Bizim şu izahatımızla işkâl ortadan kalkmış ve hâl açıklanmıştır. Hâsılı bazıları, «Kıraatın yeri farz namazda muayyen değildir. İlk iki rekâtta okunması efdaldır.» demiş, birtakımları aynen ilk iki rekât olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre kıraatın ilk iki rekâtta olması vaciptir. Mezhepte meşhur olan ve metinlerde tercih edilen kavil budur. Sahih kabul edilen dahi budur. Yukarda «Bahır» sahibinin «Bedâyi»den naklettiği müsâfir ve mesbûk meselesi dahi bunu te´yid eder. Kuhistânî, «Ulemamızın mezhebinden sahih kavil budur.» demiştir. Binaenaleyh Şârih´in «mezhebe göre» demesi çok görülmemelidir. Anla! Tevfik ve en doğru yola hidayetinden dolayı ALLAH´a hamd olsun!

Fâtiha´yı sûrenin bütününden önce okumak vaciptir. Hatta ulemanın beyânına göre evvelâ yanılarak sûreden bir harf okur da sonra hatırlayarak Fatiha´yı ve sûreyi okursa secde-i sehiv yapması lâzım gelir. «Bahır». Acaba buradaki harfden murad hakikî harf mi, yoksa kelime midir? Araştırmak gerekir. Bilâhare «Bahır» nam kitabın Sehiv Bahsinde gördüm ki yukardaki ibaresinden sonra şöyledemiş: «Bunu Fethu´l-Kadîr sahibi bir rükün edâ edilecek kadar diye kayıtlamıştır».

«İlk iki rekâtın sûresinden önce Fatiha´yı tekrarlamak dahi vaciptir.» İlk rekâtların birinde Fatiha´yı iki defa okursa secde-i sehiv vacip olur. Çünkü vacibi te´hir etmiştir. Te´hir edilen vacip sûredir. Nitekim «Zahîre» ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Kezâ Fatiha´nın ekserisini okur da sonra tekrarlarsa hüküm yine budur. Ama Fatiha´yı bir defa sûreden önce, bir defa da sûreden sonra okursa secde icap etmez. «Hâniye»de de böyle denilmiş; «Muhît», «Zahîreye» ve «Hulâsa» sahipleri de bu kavli tercih etmişlerdir. Zahidî bu kavlin sahih olduğunu söylemiştir.

Zira rükû hemen sûrenin arkasından vacip olmadığı için burada vacibin te´hiri lazım gelmez. Çünkü Fatiha´dan sonra birkaç sûreyi birden okusa bir şey lâzım gelmez «Bahır»do dahi böyle denilmiştir. «Münye» şerhinde deniliyor ki: «İlk iki rekâtla kayıtlanması son iki rekâtta bir defa Fatiha okumakla yetinmek vacip olmadığı içindir. Hatta son iki rekâtta yanılarak Fatiha´yı tekrarlasa secde;i sehiv lâzım gelmez. Kasden tekrarlasa cemaata uzun gelmemek yahud o rekâtı önceki rekâttan uzun tutması lazım gelmemek şartiyle mekruh değildir».

METİN

Altıncısı: Kıraatle rükû arasında ve secde gibi her rekâtta tekerrür eden yahud rekâtlarının sayısı gibi her namazda tekerrür eden şeyler arasında tertibe riayettir. Tekrar etmeyen şeylerde ise yukarda geçtiği vecihle tertibe riayet farzdır.

İZAH

İki rekâtlı olmayan farzlarda kıraatiyle rükû arasında tertibe riayet Vacip olmanın mânâsı kıraatından önce rükû yapsa o rekâtın rükûu sahihtir. Çünkü rükûun her rekâtda kıraat üzerine tertip edilmesi şart değildir. Rükû ile secde arasındaki tertip böyle değildir. O, farzdır. Hatta rükûdan evvel secde etse o rekâtın secdesi sahih olmaz. Çünkü secdenin aslında her rekâtta rükû üzerine tertip şarttır. Nasıl ki rükûun kıyam üzerine tertibi de böyledir. Zira kıraat farz namazın bütün rekâtlarında değil, muayyen olmamak şartiyle iki rekâtında farz kılınmıştır. Kıyam, rükû, sücûd ise her rekâtta muayyendir. Evet kıraat farzdır. Onun yeri hakikat itibariyle kıyâmdır. Ama ilk iki rekâtta okumamak suretiyle vakti daralırsa kıraatla rükû arasında tertip farz olur.

Çünkü tedariki imkânsızdır. Lâkin bir tertibin farz oluşu gecikme sebebiyle ârız olur. Onun için ulema buna bakmayıp sadece kıraatle rükû arasında tertip vaciptir, demişlerdir. Zira ilk iki rekâtta kıraat vaciptir. «Dürer» sahibinin yaptığı tahkikin izahı budur.

Hâsılı mezkûr tertip ilk iki rekâtta vaciptir. Bunun semeresi, bir kimse kıraatı son iki rekâta bırakır da ilk iki rekâtta hiç okumadan rükû ederse, o zaman zahir olur. Ama ilk iki rekâtta okursa tertip farz olur. Hatta rükûda iken sûreyi okumadığını hatırlar da dönerek okursa tekrar rükû etmesi lâzım gelir. Çünkü sûre evvelki okunana iltihak etmiş ve bütün okudukları farz olmuştur. Rükûun kıraattan sonra yapılması farzdır. Bundan anlaşılır ki kıraat mevcut olmazdan önce bu tertip vacip. kıraat mevcut olduktan sonra farzdır. Benzeri, sûrenin okunmasıdır. Zira okunmazdan önce ona davacip, okunduktan sonra farz denilir. Şu halde burada asıl itibariyle tertip vaciptir. Tertibin farz olması ârızîdir. Ve kıraatı son iki rekâta bıraktığı zaman farziyetin ârizî olmasına benzer. Lâkin burada şöyle denilebilir:

Kıraatın muayyen olarak ilk iki rekâtta vacip olması bu tertibe hacet bırakmaz. Meğer ki, bu tayin ancak bütünüyle meydana geldiği için onu ayrı bir vacip saymışlardır, denilir. Tedebbür eyle.

Her namazda veya her rekâtta tekrar eden kıyam, rükû, sücûd ve son oturuş gibi şeylerle tertip farzdır. Nitekim yukarıda gördük. Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir: Nesefî´nin «Kafi» adlı eserinin Secde-i Sehiv Babından anlaşıldığına göre secde-i sehiv birçok şeylerden dolayı vacip olur. Onlardan bir de bir rekatı öne almak. Meselâ kıraatından önce rükû yapmak yahud rükûdan önce secdeye gitmektir. Çünkü bize göre tertibe riayet vaciptir. Buna yalnız İmam Züfer muhaliftir.

İşte burada tertibi terk eden vacibi terk etmiş demektir. Bunun benzeri «Zahîre»dedir. Halbuki «Kâfi» nam eserde bunun hakkında, «Kıyamın rukûdan. rükûun da secdeden önce tertip üzere yapılması farzdır. Çünkü bunsuz namaz olmaz.» denilmektedir.

Ben derim ki: Bu suale «Bahır» sahibi şöyle cevap vermiştir: «Ulemanın burada tertibi şarttır, gözlerinin mânâsı, önce yaptığı rükun hükümsüz kalmıştır. Onu tertip üzere tekrarlaması lâzım gelir, demektir. Hatta rükû yapmadan secdeye gitse bu secdeye bilittifak itimad edilmez. Nitekim bunu «Nihâye» sahibi açıklamıştır. Yine ulemanın secde-i sehiv hakkında, tertip vacibtir, demelerinin muktezası önce yaptığını tekrarlamakla namaz bozulmaz, demektir.

Hâsılı tertibin farz oluşu önce yaptığını tekrarlamak farz mânâsınadır. Vacip oluşu ziyade etmemek gerekir mânâsınadır. Çünkü bir rekâttan az olan ziyade namazı bozmaz. Binaenaleyh tertip farz değil, vacip olur. Birinci mesele bunun hilâfınadır. Sadru´ş-Şeria bu inceliği kavrayamamış iftitah tekbiriyle son oturuştan maade her yerde tertibin mutlak surette vacip olduğunu zannetmiştir. «Nihâye»nin sözünden anladığı mânâdan dolayı Sadru´ş-Şeria´nın hareketine şaşılır.

Burada secdeden murad, her rekâtın ikinci secdesidir. O secde ile ondan sonraki fiil arasında tertip vaciptir. «Münye» şerhinde şöyle deniliyor: «Hatta bir rekâtın bir secdesini bırakır da ondan sonra gelen kıyam. rükû veya secdeden sonra hatırlarsa o secdeyi kaza eder ama secdeden önce yaptığı kıyâm, rükû ve sücûdu koza etmez. Yalnız secde-i sehiv lâzım gelir. Lâkin secdeyi bıraktığını hatırlar ve hatırladığı rekâtın içinde kaza ederse mesele ihtilâflıdır. Meselâ rükû veya secde halinde iken evvelki rekâtın secdesini yapmadığını hatırlarsa onun secdesini yapar. Acaba içinde secdeyi hatırladığı rükû veya sücûdu da kaza edecek midir? Bu hususta «Hidâye»de kaza vacip değil, müstehap olduğu bildirilmiş, «Tekerrür eden fiiller arasında tertip farz değildir.» denilerek sebep ve illeti gösterilmiştir.

«Hâniye»de ise içensinde hatırladığı rekâtın kaza edileceği, edilmezse namaz bozulacağı beyan edilmiş, sebep olarak da şöyle denilmiştir: «Çünkü o kimse önceki fiillere dönünce içinde bulunduğu rüknün hükmü kalkmıştır. Zira başını kaldırmadan rükün hükümsüz kalmayı kabul eder. Ama rükûdan doğrulduktan sonra secde etmediğini hatırlarsa iş değişir. Çünkü başını kaldırmakla rükû tamam olduğundan hükümsüz kalmayı kabul etmez». «Fetih»te de bunun gibibeyanat vardır.

«Bahır» sahibi şöyle diyor: «Anlaşılıyor ki kaza hususundaki ihtilâf, tertibin şart olup olmamasına göre değil, içerisinde hatırlanan rükün önceki rükünlere dönmekle hükümsüz kalır mı kalmaz mı? meselesine göredir. Teemmül et!

Mutemed olan kavil «Hidaye»nin naklettiğidir. «Kenz» ve diğer kitaplarda buna katiyetle hüküm olunmuş, «Bahır»da «Hâniye»nin naklettiği sözün zaif olduğu açıklanmıştır. Şu da var ki, o secde ile sonraki filler arasında tertip kaydı o rekâttan önceki fillerden ihtiraz içindir. Zira bir rekâtta rükû ile secde arasında tertip şarttır. Nitekim yukarıda geçti. Buna «Fetih» sahibi de tenbih etmiştir. Namazın rekâtları arasında tertib vacibtir.

«Zeyleî», «İmam selâm verdikten sonra kaza ettiği cüz´ü bize göre namazın başıdır. Tertib farz olsa sonu olmak lâzım gelir.» demiştir. «Bahır» sahibi bunu reddederek, «Bu, vacip olan tertibe giremez. Çünkü mesbûka terettüp eden bir vazife yoktur. Namazında da asla noksanlık bulunmamaktadır. Onun içindir ki «Kâfî»e «Her rekâtta tekerrür eden şeylerde» sözü ile yetinilmiştir. Galiba «Bahır» sahibi «Zeyleî»nin maksadının mezkûr tertibin mesbûkada vacip olduğunu anlamıştır. Halbuki öyle değildir. Zeyleî´nin muradı tertibin başkasına vacip olduğunu anlatmaktır. Buna delil mesbûk meseledir. Şöyle ki: Mesbûk dört rekatlı bir namazımı meselâ üçüncü rekâtında imama uysa, imama yetişemediği ilk rekâtı kılması câiz olamaz, kılarsa namazı fâsid olur. Çünkü imama uyduğu yerde yalnız kalmıştır. Ona vacip olan, yetiştiği yerde imama tâbi olmaktır. Selâm verdikten sonra yetişemediği rekâtları kaza eder. Ve bu kıldığı namazının başıdır. Yalnız oturuşlar yönünden ayrılır. Şu halde mesbûka tertibin aksi vacip olmuştur. Tertip farz olsa idi kaza ettiği cüzler her yönden hakikat olarak namazının sonu olurdu. Sûreyi okumaz, aşikâre de yapmazdı. Söylediğimiz vecihle Zeyleî´nin muradı mesbûktan başkasına tertibin vacip olmasıdır. Buna delil Fetih´teki şu ibâredir: «Yahud namazın her birinde meselâ rekâtlarda tertip vaciptir. Ancak imama uymak zarureti için olursa müstesnâ, çünkü bununla tertip sâkıt olur. Mesbûk bir kimse namazın evvelinden önce son rekatlarını kılar». Binaenaleyh kim «Fetih»in sözü Zeyleî´ninkine muhaliftir zannederse vehim etmiştir. Evet «Fetih»in söyledikleri maksadı açıklamak hususunda daha açıktır. Anla!

«Bir şeyin vacip olması, ancak zıddı mümkün ise sahih olur. Rekâtlar arasında tertipsizlik ise mümkün değildir. Çünkü namaz kılan kimsenin her ilk rekâtı birinci rekât ikinci rekâtı ikinci ilah olur.

Ben derim ki: Bu mümkündür. Çünkü itibarî şeylerdendir. İtibarî şeylerin üzerine şer´î ahkâmın kurulmasını gerektiren âmiller mevcûd olunca onların üzerine şer´î hükümler kurulabilir. Bir kimse dört rekâtlı farzın ikisini kılar da o iki rekâtı namazın sonu yapmak isterse bu hükümsüz kalır. Meğer ki o iki rekâtta Kur´an okumak daha sonrakiler de okumak suretiyle maksadını tahakkuk ettirmiş olsun. Bu takdirde onun üzerine şer´î hükümler ibtina eder. Bu hükümler namazın vacip olması ve günaha girmektir. Zira bu hükümleri iktiza eden âmiller vardır. Bundan dolayıdır ki Şârih mesbûkun namazını kullar cihetinden tertipli bulmamıştır. Ona tertibin aksini vacip görmüştür, Halbuki eda ettiği her rekâtı suret itibariyle ilk rekâttır. Lâkin hükmen böyle değildir. Şârih ona tertibin aksini emir ettiği gibi başkasına da tertibi emir etmiştir. Onun için musannıf «Kenz» ve diğer kitaplarda olduğu gibi tertibe riâyet tabirini kullanmıştır.

Hâsılı namaz kılan kimse ya münferid ya imam yahud cemaatladır. İlk ikisinde tertibin semeresi anlattığımız şekilde meydana çıkar. Çıkmadığını teslim etsek cemaatte meydana çıkar. Çünkü cemaat olan kimse ya müdrik, yahud sadece mesbûk veya sadece lahik yahud izahı yerinde görüleceği vecihle mürekkebtir. Müdrik, «imama yetişen» kimse imama bağlıdır. İmamın hükmü ne ise onun hükmüde odur.

Mesbûka gelince gördün ki, ona lâzım gelen iş bu tertibin aksidir. Lâhika da mesbûkun aksi tertip vacip olur. İmam Züfer´e göre buna tertip farzdır. Cemaatle namazın bir kısmına yetiştiği zaman namazda uyursa evvelâ uyuduğu cüz´ü kıraatsız olarak kaza etmesi, sonra imama tâbi olması icap eder. Evvelâ imama tâbi olur do selâm verdikten sonra uyuduğu cüz´ü kaza ederse bize göre câizdir. Fakat vacibi terk ettiği için günahkâr olur. İmam Züfer´e göre ise namazı sahih değildir.

«Sirâc» sahibi «Fetevâ»dan naklen şöyle diyor: «Mesbûk evvela yetişemediğini kazadan başlarsa namazı bozulur. Sahih olan kavil budur. Lâhik ise yetişemediğini kaza etmeden imama uyarsa namazı bozulmaz. Züfer buna muhaliftir». Mürekkebe misal, sabah namazının ikinci rekâtında imama uyup da imam selâm verinceye kadar uyuyan kimsedir. Bu adam hem lâhik hem mesbûktur. Hiç namaz kılmamıştır. Binaenaleyh evvelâ içinde uyuduğu rekâtı. kıraatsız olarak kılar, sonra yetişemediği rekâtı kıraatle kaza eder. Bunun aksini yapsa da sahih olur. Yalnız vacip olan tertibi terk ettiği için günahkârdır. Bu sebeple namazı tekrar etmesi vacip olur. İster kerahet-i tahrimiyye ile edasını kasdetsin ister yanılarak secde vacip olsun. Çünkü secde-i sehivle tamamlamanın imkânı yoktur. Namazının bitmesi o namaza lâhik olanla birliktedir. Lâhik kimseye secde-i sehiv memnûdur. Çünkü o hükmen imamın halefidir. Böylece sübût bulur ki, ulema her iki nevi lâhika tertip lâzım geldiğini bildirmişlerdir. Nitekim mesbûka da bunun aksı lâzım geldiğini söylemişlerdir. Bu ancak itibar ve hükümden neşet etmiştir. Suret cihetinden neşet etmiş değildir. Anla!

METİN

Hatta birinci rekâttan bir secde unutursa onu kaza eder. Velev ki selâm verdikten sonra konuşmadan olsun. Lâkin evvelâ teşehhüdü okur, sonra secde-i sehiv yapar. sonra yine teşehhüd okur. Çünkü namaz ve tilâvet secdelerine dönmekle teşehhüd bâtıl olur. Secde-i sehiv ise teşehhüdü ibtal eder. Kâ´deyi etmez. Hatta secde-i sehivden başını kaldırır kaldırmaz selâm verirse namazı bozulmaz. Öteki iki secde böyle değildir.

İZAH

«Lâkin evvela teşehhüdü okur.» ifâdesinden murad teşehhüdü yalnız «Abdühü verasûlühü»ye kadar okumaktır. Yanıldığı için secde ederse esah kavle göre teşehhüdü salâvat ve dualarla tamamlar. T.

«Sonra yine teşehhüd okur». Yani bu vaciptir. Şârih burada oturuştan bahsetmemiştir. Çünkü teşehhüd oturmayı gerektirir. Onun için oturmayı söylemeye hacet yoktur. «Çünkü, namaz ve tilâvet secdelerine dönmekle teşehhüd bâtıl olur». Maksat oturarak teşehhüd yapmaktır. Namaz secdesine dönmekle oturuşun bâtıl olmasına gelince ka´de ile ondan önceki fiiller arasında tertib şart olduğu içindir. Çünkü bu oturuş ancak sair rükünler tamamlanmakla son oturuş olur. Oturuşun tilavet secdesine dönmekle bâtıl olması hususunda ise Tahtavi şunları söylemiştir: «Çünkü tilâvet secdesi namazda olunca ona namaz secdesi hükmü verilmiştir. Onu aslından terk ederse iş değişir».

Rahmetî´de, «Çünkü tilâvet secdesi rükün olan kıraate tâbidir. Bu sebeple kıraat hükmünü almıştır. Binaenaleyh oturuşu ondan sonraya bırakmak lâzım gelir.» demiştir.

Secde-i sehiv, teşehhüdü ibtal eder. Çünkü o da onun gibi vaciptir. Binaenaleyh tekrarlaması icap eder. Son oturuşu ibtal edememesine gelince: Son oturuş rükündür. Rükün bu secdeden daha kuvvetlidir. «Öteki iki secde böyle değildir». Yani namaz secdesi ile tilâvet secdesi sehiv secdesi gibi değildir. Onun için bu iki secdeden alnını kaldırır kaldırmaz selâm verirse namazı bozulur. Çünkü bu secdeler ka´deyi ibtal ederler.

METİN

Yedincisi: Tadil-i erkân yani a´zâyı rükû ve secdede iken ve kezâ Kemâl´in tercihine göre rükû ve secdeden doğrulurken bir tesbih miktarı sâkinleştirmektir. Lâkin meşhur olan kavle göre farzı ikmal eden şey vacip. vacibi ikmal eden de sünnettir. İmam Ebû Yusuf´a göre Musannıf´ın beyan ettiği dört şey amelî farzdır.

Sekizincisi: İlk oturuştur. Velev ki nâfile namazda olsun. Esah olan kavil budur. İlk oturuşta teşehhüdden fazla bir şey okumamak da aynı hükümdedir. Musannıf ilk tabiriyle son olmayanı kasdetmiştir. Lâkin kendisine şöyle itiraz olunur: «Abdesti bozulan müsâfir imam mükîm olan birini kendi yerine imamlığa geçirse ilk oturuş ona farz olur». Buna da o, ârızî bir sebepledir, diye cevap verilir.

İZAH

Ta´dil-i erkân Cürcâni´nin zabt ve tahricine İmam A´zam´la İmam Muhammed´e göre sünnettir. Kerhî´nin tahricine vacibtir. Hatta terkinden dolayı secde-i sehiv vacip olur. «Hidâye»de de böyle denilmiştir. «Kenz», «Vikâye» ve Mültekâ» sahipleri vacip olduğuna cezm etmişlerdir. Aşağıda görüleceği vecihle delillerin muktezâsı da budur. «Bahır» sahibi, «Bu suretle Cürcâni´nin sözü zaif kahr.» demiştir. Rükûdan doğrulurken ve iki secde arasında tadil-i erkân dahi vaciptir. Musannıf´ın sözü bizzat kavme ile celsenin de vacip olduğunu tazammun etmektedir. Çünkü bunlarda tadil erkânın vacip olmasından kendilerinin de vacip olması lâzım gelir (Kavme rükûdan doğrulma, celse iki secde arasında oturma halidir).

«Bahır» sahibi diyor ki: «Delil bu dört şeyde yani rükû, sücûd, kavme ve celse de a´zânın sükûnetbulmasının vacip olmasını iktiza ediyor. Rükûdan doğrulmak ve iki secde arasında oturmak ise Rasûlüllah (s. a.v.) bunlara devam buyurduğu için, bir de namazını beceremeyen zatın hadisinde emir ettiği için vaciptir.

Kâdıhan yanılarak rükûdan doğrulmayı terk eden kimseye secde-i sehiv lâzım geldiğini kaydetmiştir. «Muhit»te de öyle denilmiştir. Binaenaleyh iki secde arasındaki celsenin hükmü de böyledir. Çünkü celse ile kavme hakkında söz birdir. Her birinde secde-i sehiv vaciptir, diyenlerin kavlini ehl-i tahkik ulemadan Kemâl İbni Hümâm ile tirmizi İbni Emîr Hâcc tercih etmişlerdir. Hatta İbni Emîr Hâcc, «Doğrusu budur. Doğruya tevfik kılan Allah´dır.» demiştir. «Münye» şârihi de şunları söylemiştir: «Dirayete yani delile, rivayet de uygun düşerse dirayetten ayrılmamak gerekir. Nitekim Kâdıhan´ın «Fetevâ»sından naklen yukarıda geçmişti. Kınye´nin şu sözleri de onun gibidir. Kâdı «Sadır» şerhinde bütün tâdil-i erkân hakkında pek şiddet göstermiş ve şöyle demiştir: «Her rükünü ikmâl etmek Ebu Hanife ile Muhammed´e göre vacip, Ebu Yûsuf´la Şâfiî´ye göre farzdır. Binaenaleyh rükûda, sücûdda ve aralarındaki doğrulmalarda her uzvu sükûnet bulacak kadar durmak gerekir,

Ebu Hanîfe ile Muhammed´e göre vacip olan budur. Hatta yanılarak bunları veya bunlardan bazılarını bırakırsa secde-i sehiv lâzım gelir. Kasden terk ederse son derece mekruh olur. Ve namazı kaza etmesi lâzım gelir. Tertibin sâkıt olması hakkında ve benzeri yerlerde mûteber o!ur. Muteber olan birincisidir. «Bu da öyledir».

Hâsılı rivayet ve dirayet yönünden esah olan kavil tâdil-i erkânın vacip olmasıdır. Kavme ile celsenin ve bunlardaki tadilin hükmüne gelince mezhepte meşhur olan kavle göre sünnettir. Vacip olduğuda rivayet edilmiştir ki delillere uygun olan da budur. Kemâl ile ondan sonra gelen müteehhirin ulema bunu tercih etmişlerdir. Kemâl´in Tirmizi İbni Emîr Hâcc´ın doğrusu budur dediğini de gördük Ebu Yûsuf bütün tâdil-i erkânların farz olduğunu söylemiştir. «Mecma» sahibi ile Aynî bu kavli tercih etmiş. Tahtavî de aynı kavli üç imamımızdan rivayette bulunmuştur. «Feyz» sahibi, «En ihtiyat budur.» demiştir. İmam Malik, Şâfiî ve Ahmed´in mezhepleri de budur.

Allâme Birgivî´nin bu babta bir risalesi vardır. Orada bu meseleyi son derece açıklamış, vacip olduğunu gösteren delilleri ihtar etmiş. tâdil-i erkân terk edilirse terettüp edecek âfet ve belâları sıralayarak otuza çıkarmıştır. Günle gecede kılınan namazlardan hâsıl olan mekruhları da sıralayarak üçyüz elliden fazlaya çıkarmıştır. Araştırıp mütalâaya değer. «Lâkin meşhur olan kavle göre farzı ikmal eden şey vacip, vacibi ikmal eden de sünnettir». Bu cümle «rükû ve secdeden doğrulurken» ifâdesi üzerine yapılmış bir istidrak (düzeltme)dir. Hulâsası şudur: Rükû ve sücûdda tadil vaciptir. Bu acık olup kaideye uygundur. Çünkü tadil rükû ile sücûdu mükemmelleştirir. Ama kavme ile celsedeki tadilin vacip olması açık değildir. Zira kavme ile celse Kemal´in tercihine göre vacip olunca onlardaki tadilin sünnet olması gerekir. Çünkü vacibi mükemmelleştiren şey sünnet olur. Ve bu kaide Kemal´in tercih ettiğine uymaz. Zira onun tercihi, hepsinde vacip olmaktır. Tahavî´nin ulemadan rivayet ettiğine de uymaz. Çünkü hepsine farzdır. Ebu Hanîfe ile İmam Muhammed´den rivayet edilen meşhur kavle de uymaz. Çünkü Cürcânî´nin rivayetine görehepsinde sünnet, Kerhî´nin rivayetine göre tadil-i erkânda vacip, geri kalanlarında sünnettir. Çünkü o rükû ve secdedeki sükûnet ile kavme ve.celsedeki sükûnet arasında fark bulmuş, birincinin bizzat maksud olan rükün yani rükû ve secdeyi tamamladığını, ikincilerin bizzat maksût olmayan rüknü yani bir rükünden diğer rüküne intikali tamamladıklarını, bu suretle iki tamamlayıcı arasındaki farkı göstermek için sünnet sayıldıklarını söylemiştir. Anla!

İlk oturuş esah kavle göre nâfile namazda bile olsa vaciptir. Zira nâfile namazın her iki rekâtı başlı başına bir namaz sayılsa da oturmak ancak namazdan çıkmak için farz kılınmıştır. Üçüncü rekâta kalkınca önceki rekâtların namazdan çıkma zamanı olmadığı anlaşılır. Ve o oturuş farz olmaz. Meselenin tamamı «Halebî»dedir. İmam Muhammed nâfile namazın her çift rekâtında oturmayı farz sayarak diğerlerine muhalefet etmiştir. Onun kavli Tahavî ile Kerhî´nin kavillerine de uymaz. Çünkü onlar nâfileden başka namazlarda ilk oturuşun sünnet olduğunu söylemişlerdir. Lâkin «Nehir»de şöyle deniliyor:

«Bedâyi´de bildirildiğine göre ekser ulemamız bu oturuşa sünnet demişlerdir. Bu ya onun vücûbu sünnetle bilindiği yahud sünnet-i müekkede vacip mânâsında olduğu içindir. Bu söz hilâfın kalkmasını iktizâ eder». «Musannıf ilk tabiriyle son olmayanı kasdetmiştir». Tâ ki bir selâmla kıldığı bin rekâtlık nâfileye şâmil olsun. Çünkü son oturuştan maada bütün oturuşları vaciptir. Bundan anlaşılır ki. her namazın son oturuşu farzdır. Bundan yalnız sehiv secdesi yaptıktan sonraki oturuş müstesnâdır. Çünkü o farz değil, vaciptir. Aşağıda görüleceği vecihle o teşehhüdü kaldırır. oturuşu kaldırmaz. Malûmdur ki teşehhüd oturmayı gerektirir. Binaenaleyh bu oturuş vaciptir. H. «Buna da o ârızî bir sebepledir», diye cevap verilir. Yanı istihlâf (imamın yerine cemaattan birini geçirmesi) sebebiyledir denilir. Çünkü müsafirin iki rekâtta oturması farzdır. Bu onun namazının sonudur. İstihlâf sebebiyle mukîm de müsafir yerine geçmiştir. Binaenaleyh ikinci oturuş gibi bu oturuş da ona farz olur. Söylenildiğine göre mesbûk hakkında da bu cevap verilir. Meselâ. imama akşam namazının ikinci rekâtında uysa hüküm budur. Zira son oturuştan başka olan ikinci oturuş o kimseye imama uyduğu için farz olmuştur. Hâsılı imamın son oturuşu ona tâbi olduğu için mesbûka da farzdır. Ama imama uyması sebebiyle bu farz ârızîdir.

Ben derim ki: Bu söz «Bahır» ve «Nehir»in ibârelerine muhâliftir. Onlar, «Birinci sözü ile son olmayan» mânâsını kasdetmiştir. Çünkü dört rekâtlı bir farzın üç rekatına yetişemeyen kimse üç defa oturur. Bunlardan vacip olanlar son oturuştan geri kalanlardır. İmamlık Babında görülecek olan mesbûk meselesi de buna delâlet eder.

Mesbûk meselesi şudur: Bir kimse imam teşehhüd miktarı oturmadan s.elâm vermeksizin kalkarsa ayakta durduğu müddette imam teşehhüdü bitirdikten sonra namaz câiz olacak miktarı okuduğu takdirde namazı câizdir. Aksi takdirde câiz değildir. Bu meselenin tam izahı ileride gelecektir. O kimsenin oturuşu farz olsaydı bu tafsilat sahih olmaz namazı mutlak surette bozulurdu. Anla!

METİN


Dokuzuncusu: Teşehhüdlerdir. Bunların bütününü olduğu gibi bir kısmını bırakmakla secde-i sehiv yapar. Esah kavle göre her oturuş hakkında hüküm budur. Çünkü bazen oturuş on defa tekrar edilir. Meselâ, bir kimse imama akşam namazının teşehhüdlerinde yetişir de imama secde-ı sehiv lâzım gelirse, onunla beraber secde eder. Teşehhüdü okur, sonra imam üzerinde secde-i tilâvet borcu olduğunu hatırlayarak secde ederse onunla birlikte bu da secde eder, teşehhüdü okur, sonra iki rekâtı teşehhüdleri ile kaza eder. Ve aynı hâl onun da başına gelirse yine böyle yapar.

Ben derim ki: Namaz secdesini hatırlamak dahi tilâvet secdesini hatırlamak gibidir. İmamla cemaatın bu secdeyi hatırladıklarını farzedersek dört oturuş daha fazlalaşır. Sebebi yukarıda geçti. Yine imamla cemâatın üzerinde müteaddit tilâvet ve namaz secdeleri bulunduğunu farzedersek altı oturuş daha fazlalaşır. O kimsenin imama secde halinde yetiştiğini, fakat imamla birlikte secdelerini yapmadığını farzedersek kaidelerin iktizasınca bu iki secdeyi kaza eder. Bu suretle dört oturuş daha artar. Tedebbür eyle! Ben buna tenbihte bulunan kimse görmedim. Allahu a´lem.

İZAH

Teşehhüdlerden murad ilk oturuş ile son oturuşun teşehhüdleridir. İbni Mes´ud (r.a.)´dan rivayet edilen teşehhüdü okumak vacip değil yalnız İbni Abbas ve diğerlerinden rivayet edilenden efdaldir. Bundan sonraki fasılda görüleceği vecihle «Bahır» sahibinin yaptığı inceleme buna muhaliftir. «Esah kavle göre her oturuş hakkında hüküm budur». Bu cümle ite Şârih, Musannıf´ın metinde kullandığı tesniye sigasına çatmak istemiştir. Çünkü Musannıf teşehüdler kelimesini müfred olarak kullansa cins ismi olur ve her teşehhüde şumûlu bulunurdu. Nitekim «Bahır» buna işaret etmiştir. H.

Esah kavlin mukabili bazılarının. «Son oturuştan maada bütün oturuşlar sünnettir.» sözleridir.

«Meselâ, bir kimse imama akşam namazının teşehüdlerinde yetişirse» ifâdesinden murad, akşam namazının ilk teşehhüdüdür. Ona yetişen her iki teşehhüdüne yetişmiş olur. İmamın secde-i sehiv borcu varsa onunla birlikte cemaat olan kimsenin de secde etmesi gerekir. Çünkü imama tabi olması vâciptir. İmamla birlikte teşehhüdü okur. Çünkü secde-i sehiv teşehhüdün hükmünü kaldırmıştır. İmam tilâvet secdesini hatırlayarak secde ederse ona uyan kimse dahi secde eder. Çünkü secde-i tilâvet oturuşu hükümsüz bırakır. Sonra cemâat olan kimse imamla birlikte secde-i sehiv yapar. Çünkü secde-i sehiv ancak namaz fiillerinin sonu olduğu zaman muteberdir. Ve imama uyan kimse imamla birlikte teşehhüdü okur. Çünkü secde-i sehiv teşehhüdün hükmünü kaldırmıştır. Bundan sonra imama uyan kimse ikî teşehhüdle iki rekât kaza eder. Çünkü evvelce arz ettiğimiz vecihle mesbûk fiil cihetinden namazının sonunu kaza eder. Bu cihetten imamla birlikte kıldığı namazının sonu olur. Borcu olan namazın bir rekâtını kılınca namazının ikinci rekatı olur ve oturur. Sonra bir rekât daha kılarak oturur. H.

«Aynı hal onun da başına gelirse» cümlesinden murad, imama uyarı kimsenin de bu hal başına gelir ve kaza ettiği namazda yanılarak secde-i sehiv yapar, teşehhüd okursa sonra tilâvet secdesi borcu olduğunu hatırlayarak secde eder ve teşehhüdü okursa sonra secde-i sehiv yapar ve teşehhüd okursa demektir. Önceki oturuşu ibtal ve secde-i sehvin tekrarı hususunda namazsecdesini hatırlamakta tilâvet secdesini hatırlamak gibidir. T.

«İmamla cemaatın bu secdeyi de hatırladıklarını farzedersek dört oturuş daha fazlalaşır». Bu şöyle olur: İmam beşinci defa oturduktan sonra üzerinde namaz secdesi olduğunu hatırlarsa bu secdeyi onunla birlikte cemaat olan kimse de yapar. Ve teşehhüdü okur. Çünkü oturuşun hükmü kalkmıştır. Sonra imamla birlikte secde-i sehiv yapar ve teşehhüdü okur. Sebebini yukarda arzettik. Bunun misli imama uyan kimsenin de başına gelebilir. Bu suretle oturuş sayısı ondörde yükselir. Lâkin bu ancak namaz secdesini hatırlaması tilâvet secdesini hatırlamaktan geciktiği vakit olur. Nitekim mesele böyle farzedilmiştir. Yahud bunun aksi tasavvur olunur da tilâvet secdesi namaz secdesinden sonra hatırlanırsa denilir. Her iki secdeyi birden hatırlarsa bunları ya son oturuştan önce yahud sonra ya secde-i sehiv teşehhüdünden önce yahud sonra hatırlar. Son oturuştan önce hatırlarsa ortada üç oturuştan başka bir şey yoktur. Son oturuştan sonra hatırlarsa secde-i sehiv teşehhüdünden önce hatırladığı takdirde dört oturuş ondan sonra hatırladığı takdirde beş oturuş lâzım gelir. Bunun bir misli imama uyana da lâzım geldiğinden mecmuu on oturuş olur. Sonra bilmelisin ki, her iki secdeyi beraberce hatırladığı vakit aralarında tertip vacip olur. Tilâvet secdesi bir rekâttan, namaz secdesi yo o rekâttan, yahud sonrakinden olursa tilâvet secdesini önce yapmak vacip olur. Tilâvet secdesi bir önceki rekâttan olursa, namaz secdesini önce yapar. Nitekim «Bahır» nam kitabın Secde-i Sehîv Babında da böyle denilmiştir. H.

«Sebebi yukarda geçti» yani tilâvet secdesinden sonra secde-i sehiv yapar. H.

Yine imamla cemaatın üzerinde müteaddit tilâvet ve namaz secdeleri ilh... ibaresindeki müteaddid secdelerden murad, yalnız iki defadır. Biri geçmişe biri de şimdiye aittir. Meselenin sureti şöyledir:

Yedinci defa oturduktan sonra bir namaz secdesi daha unuttuğunu hatırlarsa o secdeyi yapar ve teşehhüdüne oturur. Sonra secde-i sehiv yapmadan bir tilâvet secdesi daha hatırlar. O secdeyi de yaparak teşehhüdünü okur sonra secde-i sehiv yapar ve teşehhüdünü okur. Bu üç suret eder. İmama uyan da onun gibi olduğu için altı suret meydana gelir. Ama tilâvet secdesini ancak sehiv secdenin teşehhüdünden sonra hatırlarsa sekiz suret meydana gelir. H.

Ben derim ki: Ekseri nüshalarda «altı oturuş daha fazlalaşır.» yerine altmış oturuş daha fazlalaşır denilmiştir. Bunun sureti şudur:

Yedinci defa oturduktan sonra arka arkaya iki namaz secdesi daha hatırlar. Ve her birinden sonra secde eder. Bunlar dört secde olur. Sonra geri kalan secde âyetlerini birer birer hatırlar -ki bunlar on üçtür- Bunların her birinden sonra secde eder ve secdeler yirmi altı olur. Mecmuu ise otuzdur. İmama uyanın başına da aynı hâl gelirse mecmuu altmış olur. Sonra bunların Şârih´in evvelce beyan ettiği ondört suret ile aşağıdaki dört suret katılınca yetmiş sekize baliğ olur. Şârih´in ileride gelecek «yetmiş sekiz eder» sözü ile buna işaret olunmuştur. Doğrusu ekseri nüshaların kayıt ettikleridir. «O kimsenin imama secde halinde yetiştiğini farz ederse ilh...» cümlesi ile beyan edilen faraziyenin şekli imama ikinci rekâtın ilk secdesinde yetişip de imamla birlikte secde etmeden oturmaktır. H.

Buradaki kaidelerden murad. yalnız bir tanesi olup o da şudur:

«Bir kimse imama uyduktan sonra namazın bir kısmını edâ edemezse lâhik gibi o da namazı yeniden kılar. O da lâhik hükmündedir. H.

Ben derim ki: Bu kaidenin bu şekilde umumî olduğunu söyleyen görmedim. Evet bu iki secdeyi imamla birlikte yapmanın vacip olduğunu kabul ederiz. Çünkü imama tâbi olmak vaciptir. Velev ki bu secdeler. kaza ettiği rekâttan hesap edilmesinler. Bu iki secdenin kazası icap ettiğine gelince: Şârih, bununla o kimsenin bu secdeleri kaza ettiği rekâtta yapacağını kasdetti ise yine teslim ederiz. Ama bunları mezkûr rekâttan ziyade olarak yapacağını kasdetti ise -ki sözünden anlaşılan budur- mesele nakle muhtaçtır. Nakledilen rivâyet ise imama tâbi olmanın vücubunu ve yalnız tam bir rekât kaza edeceğini bildirmektedir. «Bahır» sahibinin Kaza Namazları Babından az önce bildirdiğine göre «Zahîre»de bu iki secde de imama tâbi olmanın vacip olduğu kayıt edilmiştir. Bunun muktezası şudur:

O adam bu iki secdeyi terk ederse namazı bozulmaz. Biz bu hususta bir müddet tevekkuf edip sustuk. Sonra bu meseleyi «Tecnis»de gördüm şöyle diyor: «Bir kimse imamın yanına vardığında onu bir secde yapmış bulur da tekbir alarak ona uymayı niyet eder ve imam ayağa kalkıncaya kadar ayakta durursa; secdede imama tâbi olmayıp sonra geri kalan namaz fiillerinde ona uyar ve imam selâm verdikten sonra kalkarak yetişemediği rekâtları kaza ederse, namazı câiz olur. Şu kadar var ki kazaya kalan o rekâtı imam namazı bitirdikten sonra iki secdesi ile birlikte kılar. Velev ki namaza başlarken o secdede imama tabi olmak vacip olsun». «Bahır» sahibinin sözü burada sona erer.

UIema imama tâbi olmanın vacip sayıldığını açıklamış, fakat onun tam bir rekât kılarak o rekâtta üç veya dört secde kaza ettiğini söylememişlerdir. Şu da var ki, imama uyan kimsenin vazifesi, ona tâbi olmaktır. Onun ise elden gittikten sonra kazası mümkün değildir. Çünkü secde ona zatı için vacip olmamıştır. Secde onun namazından sayılmaz. O kimseye vacip olması ancak imamına muhâlefet etmemesi içindir. Evet, ulema şurada secde-i sehivin vacip olduğunu açıklamışlardır: Bir kimse sehiv secde lâzım gelen bir imama o secdeyi yapmayan uyar do o secdede imamına tâbi olmazsa, istihsanen imam namazdan çıktıktan sonra iki secdeyi yapar. Çünkü tahrimesinde ancak iki secde ile tamamlanacak noksanlık vardır. Bu noksanlık bakîdir. Zira tamamlayıcı yoktur. Ulema böyle söylemişlerdir. Mezkûr illet burada yoktur. Çünkü burada o kimsenin tahrimesinde noksanlık yoktur. Noksanlık ötekinde imamı tarafından gelmişti. Benim anladığım budur. Anla! «Bu suretle dört oturuş daha artar.» Bu da secdelerin birini sehiv secde teşehhüdünden sonra hatırladığına göre farz edilmiştir. O secdeyi yapmış sonra teşehhüde oturmuş sonra sehiv secdeyi yapmış ve teşehhüde oturmuştur. Sonra diğer secdeyi hatırlamış ve onu da yaparak teşehhüde oturmuş sonra secde-i sehiv yaparak, teşehhüde oturmuştu. Ama iki secdeyi birden hatırlarsa yukarda tilâvet secdesi ile namaz secdesi hakkında gecen tafsilata göre hareket eder. Böylelikle Şârih´in beyan ettiği oturuşların mecmuu yirmidört olur. Bizim söylediğimize göre ise yirmialtıdır. H.

Ben derim ki: Bu izahât altı ziyade edilmiştir. Nüshasına göredir. Altmış ziyade edilmiştir. Nüshasına göre ise mecmuu yetmişsekizdir. Lâkin biliyorsun ki son dört oturuşun ziyade edilmesi kabul olunamaz. Çünkü açık bir nakil bulunmadıkça iki secdenin kazası vacip olamaz, geri kalanlar yetmişdörttür. Evet Halebî´nin anlattığı tilavet ve namaz secdelerindeki sekiz surete göre şârihin anlattıklarına iki secde daha ilâve edilir ve mecmuu yetmişaltı olur.

METİN

Onuncusu: İki defa selâm lafzını söyleyerek namazdan çıkmaktır. Esah kavle göre ikinci selâm vaciptir. Burhan. «Aleyküm» demek vacip değildir. Bize göre meşhur olan kavil Aleyküm demeden ilk selâmla imama uymanın bitmesidir. Şafii´ler de buna kaildirler. Tekmile şarihi buna muhaliftir.

Onbirincisi: Vitirin kunutunu okumaktır. Kunut «mutlak dua mânâsınadır. Kunutunun tekbiri ile üçüncü rekatın tekbiri de böyledir. Zeyleî.

Onikincisi: Bayram tekbirleridir. Bu tekbirlerin biri ve ikinci rekatın rükû tekbiri de öyledir. Nitekim bayram namazına başlarken tekbir lafzı dahi böyledir. Lâkin en münâsibi her namazda iftitah tekbirinin vacip olmasıdır «Bahır». Bu bellenmelidir.

Onüçüncüsü ve Ondördüncüsü: Cehrî namazda imamın âşikâr okuması. gizli okunan namazlarda herkesin gizli okumasıdır. Şimdi vaciplerden her vacibin veya farzın yerinde yapılması kalır. Kıraatı tamamlar da yanılarak biraz düşünür, sonra rükû ederse yahud sûreyi rükûda hatırlayarak doğrulduğu zaman okursa rükûu tekrarlar ve secde-i sehiv yapar.

İZAH

Musannıf «selâm lafzı» tâbirini kullanarak başka bir lâfzın selâm yerini tutmayacağını işaret etmiştir. Bu lâfzı söyleyebilen bir kimse aynı mânâda bile olsa başka kelime kullanamaz. Namazdaki teşehhüd böyle değildir. O hangi lisanla olsa câizdir. Velev ki Arabça söylemeye kudreti olsun. Onun içindir ki Musannıf teşehhüd lafzı dememiş, fakat selâm lafzı demiştir. Lâkin bu işâret açıkça nakledilen rivayete aykırıdır. Zira ileride geleceği vecihle selâmın Arabçaya mahsus olmadığı hususunda Zeyleî icmâ nakletmiştir. «Bahır»ın bazı nüshalarında da böyle denilmiştir».

«Esah kavle göre ikinci selâm vaciptir». Bazıları sünnet olduğunu söylemişlerdir. İlk selâmla imama uymak sona erer.

«Tecnis» sahibi diyor ki: «İmam namazını bitirir de es-Selâm dedikten sonra bir odam gelerek aleyküm demeden ona uyarsa imamın namazına girmiş sayılmaz. Çünkü bu selâm vermektir. Görmüyor musun imam yanılarak namaz kılarken birine selâm vermek isterde es-selam dedikten sonra kendini toparlayarak susarsa namazı bozulur». «Tekmile» Şârihi buna muhaliftir. Ona göre sahih olan kavil imama uymanın ikinci selâmla sona ermesidir.

Kunuttan murad bazılarının dediği gibi kıyâmı uzatmak değil, duadır. Buna işaret için şârih okumak kelimesini ilâve etmiştir. Sonra kunutun vacip olması İmam A´zam´ın kavline göredir. İmameyne göre sünnettir. Babında görüleceği vecihle kunut hakkındaki hilâf vitir hakkındaki hilâf gibidir.

Kunut mutlak surette duadır. Hangi dua ile olursa olsun vacîp yerini bulur.

«Nehir» sahibi şöyle demişti: «Hassaten Allahümme innâ nesteînüke´yi okumak ise sâdece sünnettir. Başka bir dua okumuş olsa bilittifak câizdir». Kunutun tekbiri de vâciptir. «Bahır»ın Secde-i Sehiv Bahsinde şöyle denilmiştir:

«Kunuta ilhak edilenlerden biri de kunut tekbiridir. Zeyleî bu tekbir terk edilince secde-i sehiv vâcip olacağına cezm etmiştir. «Zahireye»de de bu tekbir terk edilirse ne hüküm verileceği hususunda bir rivayet yoktur. Bazıları Bayram tekbirlerine kıyasla secde-i sehiv lâzım geleceğini bazıları lâzım gelmeyeceğini söylemişlerdir. denilmiştir».

Vacip olmadığını tercih etmek gerekir; çünkü asıl olan odur. Vücuba delil yoktur. Bayram tekbirleri böyle değildir. «Üçüncü rekâtın tekbiri de böyledir». Bu sözü «Nehir» sahibi Zeyleî´ye nisbet etmiş, Şârih de ona uymuştur. Ebu´s-Suûd Miskîn hâşiyelerinde Secde-i Sehiv Bahsinde şöyle demiştir: «Üstadımız bunun hata olduğunu söyledi. Çünkü bu kayıt Zeyleî´nin ne namaz bahsinde ne de secde-i sehiv bahsinde mevcuttur. İhtimal ki gözü Zeyleî´nin şu sözüne ilişmiştir: «Kırâattan sonra kunuttan evvel yapılan tekbiri terk ederse secde-i sehiv yapar». Bundan o tekbirin vitir namazının üçüncü tekbiri olduğunu vehim etmiştir. Halbuki öyle değildir. Bu tekbir sâdece kunut tekbiridir.» Rahmetî dahi bu sözü Zeyleî´ de bulamadığına tenbih etmiştir. Bayram tekbirleri her rekatta üçer olmak şartiyle altıdır. Şârih bu tekbirin yeri de öyledir. Demekle her tekbirin ayrı ayrı vacip olduğunu anlatmak istemiştir. T. «Nitekim bayram namazına başlarken tekbir lafzı da böyledir.» yani başka namazlarda bu tekbir vacip değildir. Nitekim Müstesfâ ile NuruI-İzah´da da böyle denilmiştir. Lâkin eh münasibi iftitah tekbirinin her namazda vacip olmasıdır. Hatta namaza (ALLAH´u Ekber)´den başka bir sözle başlamak keraheti tahrimiye ile mekruhtur. Mülteka şerhinde de böyledir.

İmamın âşikâra okuması vacip olan namazlar: Sabah namazı, Akşam namazı ile yatsının ilk iki rekatı. Bayram namazları. Cuma, teravih ve ramazanda vitir namazıdır. İmam ve yalnız kılanın gizli okuması vacip olan namazlar: Öğle, ikindi namazları ile akşam namazının üçüncü. yatsı namazının son iki rekatları, bir de kusûf ve istiskâ namazlarıdır. Nitekim Bahır´da da böyle denilmiştir. Lâkin gizli okunacak yerde imamın gizli okuması bilittifak vacip ise de yalnız kılanın gizli okuması ittifakî değildir. Bahır´da: «Esah olan gizli okumasının vacip olmasıdır, denilmiş gelecek fasılda bunun zahir mezhep olduğu bildirilmiştir. Ama bu söz götürür. Orada anlayacaksın. «Kırâatı tamamlar da ilh...» cümlesi yerine bazı nüshalar da «Fâtiha´yı tamamlar da ilh...» denilmiştir. Bu farz olan rükûu yerinden geciktirdiğine misaldir. «Yahud sureyi rüku´da hatırlayarak ilh...» cümlesi de vâcip olan sureyi yerinde geciktirmeye misâldir. Çünkü Fatiha ile sûrenin arasını ecnebi bir fiil olan rüku´la ayırmıştır. Zira sûreyi okuyunca onu farza ilhak etmiştir. Ve kıraat mevcut olunca onunla rükû arasında tertip farz olur. Kıraat mevcut olmazdan önce hal böyle değildir. O zaman tertip vaciptir. Nitekim bunun tahkikini Kıyâm Bahsinde yapmıştık. Kıraat Faslının sonunda daha ziyade tahkiki gelecektir. Şârih sûreyi hatırlarsa diye kayıtlamıştır. Çünkü sureyi okur da sonra dönerek başka bir sûre okursa yaptığı rükû bozulmaz. «Rükûu tekrarlar ve secde-i sehiv yapar.» ifâdesinde bozuklukvardır. Çünkü rükûu tekrarlamak ikinci meseleye mahsustur. Secde-i sehiv ise her iki meseleye râcidir. Şârih böyle diyeceğine. «Ayakta zammı sure okur ve rüku tekrarlarsa sehiv secde yapar.» dese bundan kurtulurdu. H.

METİN

Rükûu tekrarlamamak, secdeyi üçlememek, ikinci veya dördüncü rekâttan önce oturmamak, iki farz arasına giren her ziyâdeyi terk etmek, imama uyan kimsenin susması ve imamı takip etmesi yani içtihad götüren yerde imamı takip etmesidir. Yoksa nesh edildiği yahud sabah namazının kunutu gibi sünnet olmadığı kat´î surette bilinen yerlerde imamı takip vacip değildir.

İZAH

Rukûu tekrarlamamak vâciptir. Çünkü rükû veya sücûdu ziyade etmek meşrûu değiştirmek olur. Her rekatta vâcip olan bir rükû ile iki secdedir. Bundan fazla yaptığı vacibi terk etmiş olur. Bundan da diğer bir vacibi terk etmek lâzım gelir ki o da farzı yerinde yapmaktır. Çünkü rükûu tekrarlamak secdeyi yerinden geciktirir. Secdeyi üçlemek, kıyâmı veya oturuşu geciktirir. Birinci veya üçüncü rekâtın sonunda oturmak da öyledir.

Binaenaleyh terki vaciptir. Oturmakta ikinci veya dördüncü rekâtta kalkmayı yerinden geciktirmek de vardır. Bu söylediğimiz oturmak uzun sürdüğüne göredir. Şâfiî´nin müstehap gördüğü hafif oturuşun ise bize göre terki vacip değil, efdâldir. Nitekim gelecektir. İki farz arasına girip bir vacibin terkine sebep olan ondan da başka bir vacibin terki lâzım gelen bir ziyadenin hükmü böyledir. -Başka vacibten murad ikinci farzın yerinden gecikmesidir-

Hâsılı Şârih´in söylediği bu şeyler vacip ligayrihi her Vacip ligayrihi her vacip veya farzı ilk beyan ettiği yerinde yapmaktır. Zira bu vacip burada söylediklerini terk etmedikçe tahakkuk edemez. Şu halde burada söylediği rükûun tekrarı vesaireyi terk etmek vacip ligayrihi olur. Çünkü bu, vacibi bozmaktır. Öteki vacibi bozmak lâzım gelir. Bu mesele ulemanın bir rükünden başka rüküne geçmeyi farz saymaları kabilindendir. Zira evvelce beyan ettiğimiz vecihle bu geçiş farz ligayrihidir (yani başkası için farzdır). Binaenaleyh Şârih´in sözünde tekrar yoktur. Anla!

İki farz arasına giren her ziyadeyi terk etmek de vacibtir. Bu ziyadede susmak dahi dahildir. Hatta şüphe ederek biraz düşünürse secde-i sehiv yapar. (iki farz arası) tâbiri ihtirazî kayt değildir. Binaenaleyh farzla vacip arasına gîren ziyade dahi hükümde dahildir. Meselâ, ilk teşehhüd ile üçüncü rekâta kalkış arasına giren ziyâde bu kabildendir. Nitekim yukarda geçti. Anlaşılan ikinci secdeden sonra gecikmeden teşehhüd okumak da bu kabildendir. Hatta başını secdeden kaldırır da susarak oturursa secde-i sehiv lâzım gelir. Bundan anlaşılır ki müezzin oturuş tekbirini uzatırken birçok kimselerin susarak müezzin tekbiri bitirmeden teşehhüde başlamamaları doğru değildir. Buna dikkat etmelidir.

Tahtavî diyor ki: «Bundan anlaşılır: Bir kimse yanılarak rükûdan doğrulmayı yahud iki secde arasında başını kaldırmayı bir tesbih miktarından bir o kadar fazla uzatırsa secde-i sehiv yapmasılâzım gelir. Buna dikkat etmelidir». Tahtavî bu sözü kimseye nisbet etmemiştir. Evet buna benzer bir sözü İbni Abdurrezzâk bu şerhin üzerine yazdığı şerhde söylemiş ve, «Başını rükûdan kaldırdıktan sonra durmayı uzatmak gibi» demiştir. Ama o da bu sözü kimseye nisbet etmemiştir. Ben bunların ikisinden başka bunu söyleyen görmedim. Bu söz açık nakle muhtaçtır. Evet «Hılye»nin Secde-i Sehiv Babında Zahîre ile tetimmeden naklen onlar da «Garibi´r-Rivâye»den nakletmiş olmak üzere şöyle denildiğini gördüm: «Belhî «Nevâdir» nâm eserinde Ebu Hanîfe´den naklen beyân etmiştir ki, bir kimse namazında şübhe eder de kıyâm, rükû, kavme, secde veya oturuşu anında uzun düşünürse sehiv secde etmesi lâzım gelmez. Ama iki secde orasındaki oturuşu esnasında uzun düşünürse secde-i sehiv yapması lâzım gelir. Çünkü bu söylediklerimizin hepsinde uzatmaya hakkı vardır. Yalnız iki secde arasında ve namaz esnâsında otururken uzatmaya hakkı yoktur». Belhî´nin «Sehiv secde etmesi lâzım gelmez.» sözü mezhebimizin kitaplarında meşhur olan kavle muhaliftir. Lâkin bu garip ve nâdir bir rivayettir. Teemmül edilmelidir.

«Bahır»ın Vitir Babında gördüm ki, rükûdan doğrulurken kalkışı uzun tutmak meşru değildir.

İmama uyan kimsenin susması vâciptir. İmamın arkasında okumak kerahet-i tehrimiyye ile mekruhtur

neslinur
Thu 25 March 2010, 04:37 pm GMT +0200
METİN

Namaz ancak farzlarda imama muhalefetle bozulur. Nitekim biz bunu Hazâin adlı eserimizde beyân ettik.

Ben derim ki: Bu suretle vaciblerin asılları kırk küsûra ulaşır. Tamamen sayıp dökmekle yüz bini aşar. Zira bir tanesi üçyüz doksan eder. Bu akşam namazının ilk oturuşunun beş vacibini yetmişsekize çarpmakla ve eksik veya içten dıştan ziyade yapmakla elde edilir. Nitekim yukarıda geçmişti. Araştırılırsa bu iş bir sayıya münhasır kalmaz. İyi düşün! Binaenaleyh burada hangi vacip üçyüz doksan vacibi icap eder şeklinde lügaz yapılır

İZAH

Buradaki muhalefetten murad, imama aslâ tabi olmamaktır. Hakikatta fesâd imama tabi olmayı değil, farzı terk etmekle olur. Lâkin muhalefetten terk lazım geldiği için ona isnâd edilmiştir. Farzlarda diye tahsis edilmesi vacip veya sünnetin terk edilmesi fesad icap etmediği içindir. Hazâin´deki izâhın ibâresi şöyledir: «İmama tabi olmanın vücûbu mutlak değildir. Bazan farz, bazan vacip olur, bazan da vacip olmaz.» Feth´in vitir bâbında şöyle denilmiştir: «İmama tabi olmak ancak içtihad götüren yerde vaciptir. Nesih edildiği yahud sabah namazının kunutu gibi asıldan sünnet olmadığı katiyetle bilinen yerlerde vacip değildir.»

İnâyede de: «İmama ancak meşru olan şeylerde tâbi olur, meşru olmayanlarda tabi olmaz.» denilmekte Bahırda dahi rükün ve şartlarda imama muhalefet etmenin namazı bozduğu bunlardan maada yerlerde bozmadığı bildirilmektedir. «Bu suretle vaciblerin asılları kırk kusûra ulaşır.» Sözü metinde sayılan vacibler üzerine ziyade edilen teferruattandır. Şöyle ki: Fatihada altı âyet vardır. Bunlar metinde bir vacip olarak gösterilmiştir. Bayram tekbirleride altıdır. Bunlar da bir vacip olarak gösterilmiştir. Şu halde musannıfın iki gösterdiği vacibe on daha katmak icap eder ki on iki otsun. Musannıf tâdili erkânı da bir saymıştır. Halbuki tâdili erkan rükûda sücudda ve bunlardan doğrulurken vaciptir. (yani, musannıf dört vacibi bir saymıştır.) Binaenaleyh onun bir saydığı tâdil? erkâna üç daha ilâve edilir. Böylelikle musannıfın saymadığı vacibler onüç olur.

Ondördüncüsü: İlk iki rekatın süresinden önce fatihanın tekrarını terk etmesidir.

Onbeşinci ve onaltıncısı: kıraatla rükû arasında tertibe riayet ve her namazda tekerrür eden fiiller arasında tertibe riayettir.

Onyedincisi: Teşehhüdün üzerine ziyadeyi terk etmektir.

Onsekizincisi ve ondokuzuncusu: Kunut tekbiri ile onun rükûunun tekbiridir.

Yirmi ve yirmibirincisi: Bayram namazının ikinci rekatının rükû tekbiri ile namaza başlarken tekbir lafzını kullanmaktır. Sonra musannıf: «Vaciblerden şunlar kalmıştır.» diyerek yedi vacip daha zikir etmiştir. Bunların mecmuu yirmisekiz olur. Ve metindeki ondört vacibten ayrı olarak şârih tarafından açıklanmıştır. Bu suretle vacibler çarpma ve bast yapmaksızın kırkikiye baliğ olur. Onun için bunlara asıl adı vermiştir. «Tamamen sayıp dökmekle yüz bini aşar.»

Ben derim ki: Bunların ekserisi aklî suretlerdir. Hâriçde vücudları yoktur. Nitekim ileride göreceksin! «Zira bir tanesi üçyüz doksan eder.» Bu birtaneden murad: Teşehhüddür. Teşehhüd nevi itibariyle birdir. Yani kırk kusûr vacip nevilerinden biridir. Yoksa hakikatta onun adedi çoktur. Çünkü bir dediğimiz bu nevi 78´e çarpma yapılarak üçyüzdoksan olmuş tur.

Akşam namazının ilk oturuşunda beş Vacip vardır. Bunların birincisi oturuş, ikincisi teşehhüd okumak. üçüncüsü teşehhüdün kelimelerini noksan bırakmamak, dördüncüsü o kelimeler arasına ziyâde katmamak, beşincisi teşehhüdü tamam olduktan sonra üzerine birşey ziyade etmemektir. Çünkü teşehhüd manzum bir zikirdir. Ona ecnebî bir kelime ziyade etmek caiz olmadığı gibi tamam olduktan sonra üzerine başka bir şey katmak da caiz değildir.

Bu nâfilelerden ayrı olarak ancak namazın ilk oturuşunda vacibtir. «Nitekim yukarıda geçmişti.» Sözünden maksat teşehhüdün bazan on defa tekerrür etmesidir. Sonra dört, daha sonra altmış, daha sonra dört ilâve etmiş bu suretle yetmişsekiz teşehhüd olmuştu. Nitekim yukarıda izah etmiştik. Bu yetmişsekizi şimdi söylediği beş vacible çarparak üçyüz doksan eder. İzahı şudur: Teşehhüd haddi zatında vacibtir. Teşehhüd için oturmak, ziyâde ve noksan yapmamak, teşehhüd bittikten sonra üzerine ilavede bulunmamak vaciptir, Bu beş vacip yukarıda geçen yetmişsekiz suretin her birinde vacibtir. Böylelikle üçyüzdoksanı bulur

Vacip kelimesi ile şârih farzı da kast etmiştir. Çünkü bu suretlerin hepsinde oturuşlar vacip değildir. Bunlardan vacip olan ilk oturuş yahud secde-i sehivden sonra ki oturuştur. Son oturuş yahud namaz secdesinden veya tilâvet secdesinden sonra ki oturuş ise farzdır.

Farza bazan vacip denilir. İşte bu vacibin yukarıda geçen kırk küsûr nevinden biridir. Yani, teşehhüddür ki üçyüzdoksan vacip istilzam eder. Ve lügaz yapmağa da değer. Sonra bu vacipler kimi secde-i sehiv, kimi namaz ve tilâvet secdesi olmak üzere yüzden fazla secdeye şâmildir. Bu secdelerin her birinde üç vacip vardır ki şunlardır: Sükûnet, elleri dizlere koymak ve kemâlin tercihine göre dizleri yere koymaktır.

Bahır sahibi ile başkaları da bunu tercih etmişlerdir. Üçü yüzle çarpınca üçyüz olur. Kezâ iki secde-i sehiv arasında başını yerden kaldırmak ve sükûnet vacibtir. Bununla üçyüzden fazla olur. Bu aded yukardakine ilâve edilince yediyüzü geçer. Mezkûr adedi yukarıda geçen kırk küsûrun gerikalanları ile çarparsan yirmisekiz bin yediyüzden fazla olur. Bunların her birisi terk edilince secde-i sehiv teşehhüd veya oturuş lazım gelir. Her secdede sükûnet ve başını kaldırmak. başını kaldırırken sükûnet vaciptir.

Secde-i sehiv teşehhüdünde noksan ve ziyâde yapmamak vâciptir. Ama teşehhüdden sonra üzerine ilâve caizdir. Bunlar da on vacip eder. Bu sayıyı yirmisekiz bin yediyüzle çarparsan ikiyüz seksen yedi bine ulaşır.

İmama uyan kişinin yirmi küsûr farzda ve kırk küsûr vacipte imamını takip etmesi vacip olduğunu düşünürsen bunların mecmuu altmış küsûr eder. Bu rakamı yukarıdaki ile çarparsan ikiyüz onyedi milyon iki yüz yirmi bine bâliğ olur.

Diğer bir takım vacipler de vardır ki şarih onları söylememiştir. Burunun üzerine secde etmek, rükûda kuran okumamak, teşehhüdden veya selâmdan önce ayağa kalkmamak vesaire. Bunlardandır ki çarpmak suretiyle mecmuu pek büyük sayılara varır. Fakat bunların çoğu aklî suretlerdir. Nitekim vaktini zayi etmek isteyenlerce malum olur. Şârihin sözünü açıklama zarureti olmasaydı bu izahattan vazgeçmek daha iyi olurdu.

neslinur
Thu 25 March 2010, 04:52 pm GMT +0200
NAMAZIN SÜNNETLERİ



METİN


Sünnetin terki namazın bozulmasını yahud yanılmayı icap etmez. Fakat alay etmemek şartiyle kasten bırakırsa isâet (nankörlük) olur. Ulema isâetin kerahetten daha aşağı olduğunu söylemişlerdir. Sonra musannıfın beyânına göre:

Namazın sünnetleri yirmi üçtür.

Birincisi: Tahrime için ellerini kaldırmaktır. «Hulâsa» nâm eserde: «el kaldırmamağı âdet edinen kimse günahkar olur.» denilmiştir.

İkincisi: Parmakları yaymak, yani hali üzerine bırakmak, Üçüncüsü: Tekbir ânında başını eğmemektir. Çünkü bidattır.

Dördüncüsü: İmamın tekbiri hacet âşikara almasıdır. Çünkü tekbir namaza girdiğini ve bir rükünden başkasına intikal ettiğini bildirmek içindir. Tesmi ve selâm dahi böyledir. Fakat imama uyan veya yalnız kılan kimse sâdece kendi işitecek kadar seslenir.

Beşincisi: Sübhâneke ve eûzü besmeledir.

İZAH

Abdest bahsinde sünnetin tarifi ve taksimi hakkında söz geçmişti. Orada sünnetin biri Hüdâ diğeri zevaid olmak üzere iki nevi olduğunu. zevaidle müstehabın ve mendubun farklarını ve bu husustaki sual ve cevapları bahis mevzuu etmiş idik. Oraya müracaat edebilirsin.

Sünnetin terki namazın bozulmasını icap etmez. Fakat farzın terki bozulmasını, vacibin terki ise sehiv secdesini icap eder. Sünneti alay etmemek şartiyle bırakan kimse nankörlük etmiş sayılır. Kasten bırakmamış ise nankörlük sayılmaz. Evvelce beyan ettiğimiz vecihle o namazı yeniden kılması mendup olur. Sünneti alay için terk eden kimse kâfir olur. Çünkü Nehir´de Bezzâziye´den naklen: «Sünneti hak itikad etmeyen kâfir olur. Çünkü bu onunla alaydır.» denilmiştir. Onun vechi şudur: Sünnet din ulemasının meşru olduğuna ittifak ettikleri şer´î ahkamdan biridir. Bunu inkâr edip dinde sâbit ve muteber görmeyen kimse onu küçük görmüş onunla alay etmiş olur. Bu ise küfürdür. Teemmül eyle!

Usul kitablarından Tahkik ile Takrir-i Ekmelî´de isâetin kerahattan aşağı olduğu bildirilmiş isede İbn-i Nüceym Menâr şerhinde isaetin kerahetten daha kötü olduğunu söylemiştir. Burada münâsip olan da odur.

Zira Tahrir sâhibi: «Sünneti terk eden isaeti yani, delâlete nisbet edilmeyi ve zemmî hak eder.» demiştir.

Telviç´de de: «Sünnet-i müekkedeyi terk etmek harama yakındır.» denilmiştir. Bu kavillerin arası şöyle bulunabilir:

Ulemanın kerahetten maksatları keraheti tahrimiyedir. Menâr şerhinde ise keraheti tenzihiye mânâsına alınmıştır. Bu kerahet tahrimen mekruh olandan aşağı tenzihen mekruh olandan yukarıdır.

Nehir sahibinin Keşf-i Kebîr´den naklettiği onunda Ebu-l-Yüsr´un usûlüne nisbet eylediği şu sözde buna delâlet eder: «Sünnetin hükmü tahsîli mendûp terkinden dolayı biraz günahkâr olmakla beraber zem olunmaktır.» Bundan dolayıdır ki Bahır sâhibi şöyle demiştir: «Ulemanın sözlerinden anlaşılıyor ki günah vacibin veya sünneti müekkedenin terkine bağlıdır. Çünkü beş vaktin sünnetlerini terk eden kimsenin sahih kavle göre günahkâr olduğunu söylemişlerdir. Kezâ cemaatı terk edenin günahkâr olduğunu açıklamışlardır. Halbuki sahih kavle göre cemaat sünnettir. Şübhesiz günahların bazısı bazısından şiddetlidir. Binaenaleyh sünneti müekkedeyi terk edenin günâhı vacibi terk edenin günahından daha hafiftir.» Bu izahat kısaltılarak alınmıştır. Zahirine bakılırsa sünneti bir defa terk eden günahkar olur. Ama Tahrir şerhinde buna uymayan sözler vardır. Orada maksat özürsüz terk etmeğe isrârın günah olduğu bildirilmektedir.

Hulâsa´dan naklen az ileride beyân edeceğimiz ve kezâ abdestin sünnetleri bahsinde geçen: Her uzvu bir defa yıkamayı âdet edinen günahkâr olur. Âdet edinmemişse günahkâr değildir.» sözü kezâ Keydâniye şerhinde Keşif´ten naklen: «Sünneti ısrar ve devâ üzere terk edenler hakkında İmam Muhammed harp edilir, İmam Ebû Yusuf ise te´dip olunur. demiştir. İfâdesi dahi böyledir. Şu halde yukarıda Bahır´dan nakledilen terk meselesi ulemanın bu husustaki sözlerini birleştirmek için (ısrar suretiyle terk ederse) mânâsına alınır.

Musannıfın beyânına göre namazın sünnetleri yirmi üçtür. Hakikatta ise bundan fazladır. Nitekim gelecektir.

Şurunbulâlî Nurul-İzah mukaddimesinde namazın sünnetlerini ellibire çıkarmıştır. Hulâsa´da şârihin naklettiği sözden önce bu meselede hilaf bulunduğu bir takımlarının günahkâr olur; diğerlerinin günahkâr olmaz. Dedikleri bildirilmiş sonra: «Muhtar olan kavle göre bırakmayı âdet edinmiş ise günahkâr olur. Bazan terk eden günahkâr olmaz.» denilmiştir. Feyz ve Münye sâhipleri bunu kat´î lisanla söylemişlerdir.

Münye şârihi: «Sırf terk ettiği için değil alay olduğu için Peygamber (s.a.v.)´in ömrü boyunca devam ettiği bir sünnete kulak asmadığı için günahkâr olur. Bütün sünneti müekkedelerde muttaret olan kaide budur.» demektir. Bu ta´lil fetih´ten alınmıştır. Bahır sahibi bunu red ederek: «hâsılı Sünen-i Hüdâ´dan olduğuna binaen el kaldırmamanın günah olduğunu söyleyenlere göre el kaldırmak sünnet-i müekkede; Sünen-i zevaidden olduğuna binaen günah değildir diyenlere göre müstehap mesâbesindedir.» demiştir.

Ben derim ki: Sünnet-i müekkede olması özürsüz bir defa terk etmekle günaha girmeyi istilzam etmez. Binaenaleyh bu zevatın sözlerini birleştirmek için sünneti terk etmeyi âdet edinmek ısrara yapmak diye kayıtlamak gerekir. Zira anlaşılıyor ki ısrarla terk etmeğe sebep onu ehven görüp aldırış etmemek mânâsına istihfaftır. Yoksa alay ve tahkir mânâsına istihfaf değildir. Zira böyle olursa küfürdür. Nitekim yukarıda geçmişti. Bazıları Nehir´den bunun aksini anlamışlardır. Tedebbür eyle!

Parmakları yaymaktan maksat hâli üzere bırakmaktır. Hılye sahibi diyor ki: Bazıları yaymak tabirinden parmakların açılacağını kastettiğini sanmışlardır. Bu hatadır. Bilakis bundan yummamayıkastetmiştir. Yani. parmaklarını yumarak değil dikerek kaldırır. Tâki avuçla birlikte parmaklar kıbleye dönmüş olsun. Sonra âşikardır ki sünnet evvela parmakların yumulmasına bağlı değildir. Parmaklar tamamiyle aralanmış ve tamamiyle yumulmuş olmamak şartiyle yaygın bulunurda o şekli ile kaldırarak kıbleye karşı çevirirse sünneti ifâ etmiş olur.»

İmam tekbiri ihtiyacından fazla âşikar alırsa mekruh olur. T.

Ben derim ki: Bu pek fazla bağırmadığına göredir. Nitekim izâhı inşallah imamlık babının sonunda gelecektir.

Şârih intikal kelimesi ile buradaki tekbirin ihram tekbiri ile diğer tekbirlere şâmil olduğuna işâret etmiştir. Ziya nâm eserde bu açıklanmıştır.

Sonra bilmelisin ki imam iftitah tekbirini aldığı vakit namazının sahih olması için bu tekbirle mutlaka ihramı (niyetlenmeyi) kastetmesi lâzımdır. Yoksa sâdece bildirmek için seslenirse namazı sahih olmaz. Hem ihramı hem i´lanı kastederse şer´an kendisinden bekleneni yapmış olur.

Mübelleğ (yani imamın sesini cemaata eriştiren kimse) dahi böyledir. İhramı kast etmeksizin sâdece imamın sesini duyurmayı niyet ederse namazsız kalır. Onun duyurması ile, niyetlenenlerin de namazı namaz değildir. Çünkü namaza girmemiş birine uymuşlardır. Ama o da aldığı tekbirle hem ihramı hemde cemaata duyurmayı kast ederse şer´an kendisinden bekleneni yapmış olur. Bunun vechi şudur: İftitah tekbiri ya şart yahud rükündür. Binaenaleyh tahakkuk etmesi için mutlaka ihram Vani. namaza girme kasdı bulunmalıdır.

İmamın tesmi´ Mübelliğin tahmîd yapmâsı (yani, imamın «semi allahûlimen hamide» müezzinin de «Rabbenâ lekel hamd» demesi) ve intikal tekbirlerini her ikisinin alması ile bunlarla sâdece cemaata duyurmak bile kast edilse namaz bozulmaz. Fark şudur: Bildirmek istemek namazı bozmaz. Nitekim namazda olduğunu başkasına bildirmek için Subhanellah dese namazı bozulmaz. Maksat zikir ve ilâm kasdiyle tekbir almak olunca yalnız ilânı kast ederse zikir etmemiş gibi olur.

Tahrimen başka yerde zikir etmemek namazı bozmaz. Biz bu hususta tenbih-u zev-il-efham adlı risâlemizde yeteri derecede söz ettik. Bundan sonra ki faslın başında da görüleceği vecihle imam ihram tekbiri ile rükûu niyet etse niyeti hükümsüz kalır. Ama namaza girişi sahihtir. Çünkü bu tekbirin yeri odur. Bunun müktezası ayni tekbirle namaza girdiğini bildirmeyi de niyet etse sahih olmalıdır. Şu da var ki sahih kavle göre bu tekbir şart değil, rükündür. Şartın tahsili değil husuli lâzımdır. Lâkin bunun cevabı gelecektir, sonra bütün bunlar bizzat tekbirle ilâmı (bildirmeyi) kast ettiğine göredir. Tekbirle tahrimeyi âşikâra okumaklada bildirmeyi kast ederse bekleneni yapmış olur. Nitekim yukarıda geçti. Hâcetten fazla bağırmak imama olduğu gibi mübelliga da mekruhtur. Ebu-Suûd hâşiyesinde şöyle denilmektedir: «Bilmiş ol ki hacet yok iken tebliğ yani, imamın sesini cemaata ulaştırmak mekruhtur.

Es-Siret-ül-Halebiyye´de beyân edildiğine göre bu halde tebliğ dört mezhebin imamlarına göre kötü bir bid´attır. Fakat ihtiyaç varsa müstehap olur. Gerçi Tahavî´nin: «İmamın sesi cemaata ulaşırda yine müezzin tebliğde bulunursa namazı fâsid olur. Çünkü buna ihtiyaç yoktur.» Dediğinakledilmişse de bu söz yersizdir. Çünkü müezzin olsa olsa zikir sigasiyle sesini yükseltmiştir. Hamavî diyor ki: Zannederim bu nakil Tahavî´nin üzerinden uydurulmuş bir yalan olacaktır. Çünkü kaidelere uymamaktadır.»

METİN

Altıncısı : Gizlice Besmele çekmek, Yedincisi : Gizlice âmin demektir,

Sekizincisi: Sağ elini sol elinin üzerine bağlayıp erkeklerin göbekleri altına koymalarıdır. Çünkü hazreti Ali (r.a.): «elleri göbeğin altına koymak sünnettendir.» demiştir. Bu bir de kan, parmaklarının uçlarına toplanır korkusu ile yapılır.

Dokuzuncusu: Rükû tekbiridir,

Onuncusu: Keza rükûdan doğrularak dimdik durmaktır.

Onbirinci: Rükûda üç defa tesbih getirmek ve topuklarını birbirine yapıştırmaktır.

Onikincisi: Rükûda elleri ile dizlerini tutmaktır.

Onüçüncüsü: Erkeğin parmaklarını açmasıdır. Parmak açmak ancak rükûda, kapamak da ancak sücûtta menduptur.

Ondördüncüsü: Secde tekbiri,

Onbeşincisi: Keza secdeden dümdüz oturmak suretiyle doğrulmaktır. Onatıncısı: Secdeden doğrulurken tekbir almaktır.

Onyedincisi: Secdede üç defa tesbih getirmektir.

İZAH

Bazıları besmele çekmenin vacip olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta ve diğer sünnetler hakkında sözün tamamı bundan sonraki fâsılda gelecektir.

Âminin yeri fatihadan sonradır. Münye sâhibinin beyânına göre: «İmam veladdâllîn deyince cemaat ta âmin der.» Şübhesiz ki herkesin anladığı da budur. Binaenaleyh bazıları: «fatihayı bırakır da Rabbenâ lâ tüêhıznâ gibi bir âyet okursa eûzü besmele sünnet midir, değil midir?» demişlerse de âminde durulduğuna göre bunların sözü söz götürür. Çünkü âmînin kıraattan sonra denilmesi fâtihaya mahsustur. Eûzü besmele ise fatihaya mahsus değildir. Anlaşılıyor ki onları çekmek gerekir. Teemmül et!

Erkekler tâbiri ile şârih kadınlardan ihtiraz etmiştir. Kadınların beyânı bundan sonraki fasılda gelecektir.

Evvelce görüldüğü vecihle Kemal İbni Hümâm ve başkaları rükû olduğuna kaildirler. Delillere uyanda budur. Velev ki mezhepte meşhur olan kavle göre sünnet sayılsın. Rükû ve secdelerde tesbihi terk etmek yahut noksan bırakmak tenzihten mekruhtur. Nitekim gelecektir.

Rükûda parmaklarını açmak ve dizlerini tutmak yalnız erkeklere sünnettir. Çünkü kadın ellerini dizlerinin üzerine koyar, parmaklarını da açmaz. Nitekim Mi´rac´da da böyle denilmiştir. Anla!

Bundan sonraki fasılda görüleceği vecihle kadın yirmibeş yerde erkeğe muhaliftir. Şârih buradaZeyleî´de olduğu gibi asıl secdeden doğrulmanın sünnet olduğuna işâret etmiştir. Hatta bir şeyin üzerine secde ederde sonra alnının altından o şeyi alınarak tekrar yere secde ederse başını kaldırmasa bile caiz olur. Lâkin bu kavil Hidâye´de sahih kabul edilen kavlin hilâfınadır. Orada: «Esah kavle göre o kimse secdeye daha yakın ise caiz değildir. Çünkü secde halinde sayılır. Oturmağa daha yakın ise caizdir. Çünkü oturmuş sayılır.» denilmiştir. Secdeden başını kaldırmak farz olunca onun sünnet vecihle ifâsı dosdoğru oturmak suretiyle olur. Onun için şârih bununla kayıtlamıştır. Lâkin bu söz aşağıda gelen «İki celse arasında oturmak» sözü ile birlikte tekrar sayılır. En doğrusu «dosdoğru oturmak» ibâresini atmaktır.

METİN

Onsekizincisi: Secdede ellerini ve dizlerini yere koymaktır. Bunların yerinin temiz olması bize göre lâzım gelir. Mecma´ Meğerki elinin üzerine secde etmiş ola. Nitekim yukarıda geçmişti.

Ondokuzuncusu: Teşehhüdde erkeğin sol ayağını yere döşemesi,

Yirmincisi: İki secde arasında oturmak,

Yirmibirincisi: Bu oturuşta teşehhüdde olduğu gibi ellerini uyluklarının üzerine koymaktır. Çünkü böyle yapıla gelmiştir. Bu mesele metin ve şerh yazanların ihmal gösterdikleri meselelerden biridir. Nitekim Şurunbulâlî´nin imdâd-ül-Fetâh adlı eserinde de böyle denilmiştir.

Ben derim ki: Aşağıda Münyeye nisbet edilerek izâhı gelecektir. anla!

Yirmiikincisi: Son oturuşta peygamber (s.a.v.)´e salavât getirmektir. İmam şâfiî: Allahümme salli ala Muhammed (Yârab Muhammed´e salât eyle) demenin farz olduğunu söylemiştir. Ulema bunun şâzz ve icmaa muhâlif olduğunu söylemişlerdir.

Yirmiüçüncüsü: Kullardan istenilmesi mümkün olmayan şeyle dua etmektir. Bundan sonra intikal tekbirleri hatta bir kavle göre kunut tekbiri ve imamın tesmiî, imam olmayanın tahmidi, selam için yüzü sağa sola çevirmek kalır.

İZAH

Secdede ellerle dizleri yere koymanın sünnet olduğunu bir çok ulema söylemişlerdir. Fakîh EbuI-Leys ise bunun farz olduğunu tercih etmiştir. Şurunbulâli de buna göre hareket etmiş ise de fetvâ farz olmadığına göre verilmiştir. Nitekim Tecnis ve Hulâsa´da da böyle denilmiştir. Fetih sâhibi vâcip olduğunu tercih etmiştir. Çünkü Rasûlüllah (s.a.v.)´in devam buyurması ve hadisin müktezâsı budur.

Bahır sahibi «İnşaâllah en âdil kavil budur. Çünkü usule muvafıktır» demiştir. Hılye sahibi dahi: «Bu kavil güzeldir mezhebin kaidelerine uygundur.» demiş sonra onu te´yid eder sözler söylemiştir. Ellerle dizleri yere koymak farz olmadığı için onların temas ettiği yerin de temiz olması lazım değildir. Ellerim ve dizlerini pis yer üzerine koysa hiç koymamış gibi olur ve zarar etmez. Meşhur olan kavil budur. Lâkin namazın şartları babında Münye´den arz etmiştik ki ellerle dizlerin temas ettiği yerin temiz olması şart değildir, diyen kavil şâzz bir rivâyettir. Sahih kavle göre namaz bozulur.

Nitekim Mevâhip, Nurul-İzah ve Münye metinlerinde de böyle denilmiştir. Nehir sahibi: «münâsipolan budur. Çünkü umumiyetle metinler mutlaktır.» demiş bunu Hâniye´nin sözü ile te´yid etmiştir. Münye şerhinde dahi: «Sahih olan budur. Çünkü uzvun pisliğe temas etmesi onu taşımak mesâbesindedir. Velev ki o uzvu yere koymak farz olmasın» denilmiştir.

«Meğer ki elinin üzerine secde etmiş ola.» Cümlesinden murad bedenine bitişik olan eli ve elbisesinin kenarı gibi şeyler üzerine secde etmesidir. Bu istisnâ elin veya elbisenin altındaki yerin temizliği şart koşulduğu için değil. Secde yerinin temizliği şart koşulduğu içindir. O şahsa bitişik olan el ve elbise gibi şeyler fâsıla olamaz ve sanki necâset üzerine secde etmiş gibi olur.

Otururken sol ayağını yere döşeyerek sağ ayağını dikmek gerek ilk oturuşta gerekse son oturuşta sünnettir. Çünkü peygamber (s.a.v.) böyle yapmıştır. Gerçi her iki ayağını sağ taraftan çıkararak çantısı üzerine oturduğu dahi rivayet edilmişse de bu onun ihtiyarlık ve zaiflik haline hamledilmiştir. İki secde arasında dahi söylediğimiz şekilde oturur. Nitekim şeyh Kâsım´ın fetevâsında ve diğer kitablarda da böyledir. Kadın hakkında sünnet vecih ayaklarını sağ taraftan çıkararak çantısı üzerine oturmaktır. Nitekim gelecektir.

«İmam Şâfiî´nin kavlı şâzz ve icmaa muhâliftir.» Diyenler Tahavî, Ebû Bekir Razî, İbn-i Münzîr, Hattabî, Begavî ve ibn-i Cerîr-i Taberî gibi seçkin ulemadır. Lâkin bazı sahâbe ve tabiinden Şâfiî´nin kavline muvafık rivayetler nakledilmiştir. Bahır. Duadan murad: Selâmdan önceki duadır ki bundan sonraki faslın sonunda beyân edilecek. selâm verdikten sonra okunacak tesbih vesairede bildirilecektir.

İmam olmayandan murad: Cemaat ve yalnız kılanlardır. Lâkin aşağıda görüleceği vecihle yalnız kılan tesmî´ ve tahmidin ikisini birden (yani hem semiallâhuyu hem rabbenâ lekelhamd-ı) söyleyecektir. İmameyne göre bunları imamda söyler. Bu kavil İmam A´zam´dan bir rivayettir. Şurunbulâli mukaddimesinde bunu kat´i lisanla söylemiştir.

Selam verirken sağdan başlayarak yüzü sağa sola çevirmek verdiği selâmla imamı, cemaâtı hafaza meleklerini ve cinlerin sulehâsını niyet etmek sünnettir. Nitekim bundan sonraki fasılda gelecektir.

İkinci selamın birinciden daha alçak sesle verilmesi, cemaatın selamının imamın selamı ile birlikte olması. mesbûkun imam selâm verinceye kadar beklemesi dahi sünnettir. Nurul-İzah´da da böyle denilmiştir. Orada sünnetlerin ellibire çıkarıldığını söylemiştik. Lâkin nâm eserde bunların bazıları müstehaplardan sayılmıştır.

neslinur
Thu 25 March 2010, 04:55 pm GMT +0200
NAMAZIN MEKRUHLARI



Mûtad şekilde giymeksizin elbisesini sarkıtmak yasak edildiği için tahrimen mekruhtur. Burada bahis edilen kerahet kerahet-i tenzihiyeye de şâmildir. Keraheti tenzihiyenin merciî evlânın hilâfıdır. İki Keraheti birbirinden te´yiden delildir. Delilin sübûtu zanni olurda bu manadan değiştiren bir şeyde bulunmazsa keraheti tahrimiye, aksi halde keraheti tenzihiyedir. Kezâ yenli kafdan giyip yenlerini arkaya sarkıtmak mekruhtur. Bunu Halebî söylemiştir. Omuzlarından sarktığı şal ve mendil de böyledir. Yalnız bir omuzundan sarkıtırsa mekruh olmaz. Nitekim esah kavle göre özür halinde ve namaz dışında da mekruh değildir. Hulasa´da beyan edildiğine göre bir kimse namazda elini cübbesinin yenine sokmazsa muhtar kavle göre mekruh olmaz. Yeni salar mı yoksa tutar mı meselesi ihtilâflıdır. Tutması daha ihtiyattır. Kuhistânî.

İZAH

Mekruh meselesinde Bahır sahibi şunları söylemiştir: «Bu babta mekruh iki nevidir. Biri kerâheti tahrimiye ile mekruh olandır. Bu kelime mutlak zikir edilince keraheti tahrimiyeye hamledilir. Nitekim Feth´in zekât bahsinde beyan edilmiştir. Keraheti tahrimiye vacip derecesinde olup vacip ne ile sâbit olursa o da onunla sabit olur. Yani subûtu veya delâleti zannî olan delille sübût bulur. Çünkü vacip de sûbutu veya delâleti zannî olan emirle sâbit olur. İkincisi keraheti tenzihiyedir. Bunun merciî terki evlâ olmaktır. Hılye´de zikir edildiği vecihle fukaha çok defalar mekruh kelimesini mutlak söylerler. Bu hal karşısında onların mekruh dedikleri şeyin mutlaka deliline bakmak icap eder. şayet zannî bir yasak ise keraheti tahrimiye ile mekruh olduğuna hüküm edilir. Ancak yasağı tahrimeden mendup manasına değiştiren bir şey bulunursa ona göre hüküm verilir. Delil yasak manasını ifade etmezde yalnız katî olmamak şartiyle terkini bildirirse bu da keraheti tenzihiye ile mekruh olur.»

Ben derim ki: Şöyle de tarif olunur: Mekruh, hususi yasak delîli olmayan şeydir. Meselâ: Bir vacibin veya sünnetin terkini içine alan fiil böyledir. Vacibin terki keraheti tahrîmiye sünnetin terki ise keraheti tenzihiye ile mekruhtur. Lâkin sünnetin kuvvetine göre keraheti tahrimiye ye yoklaşmak ve şiddet hususunda keraheti tenzihiyenin dereceleri değişir. Zira sünnet, vacip ve farzın ve bunların zıdları olan yasakların muhtelif dereceleri olduğu gibi müstehâbın da muhtelif dereceleri vardır. Bunu Münye şârihi bildirmiştir. Mekruhların sonunda kitabımızda tamamı gelecektir.

Sarkıtmayı münye şârihi şöyle tarif etmiştir: «Sarkıtmak giymeksizin aşağa salmaktır. Şu zaruretten dolayıdır ki, gömlek ve benzeri şeylerin eteklerini salmaya sarkıtmak denilemez.» Benzeri sözünde sarığın ucu da dahildir. Bahır sahibi diyor ki: «Kerhî bunu şöyle tefsir etmiştir: Elbisesini başının veya omuzlarının üzerine koyar ve şâyet don giymemişse kenarlarını etraftan sarkıtır. İmdi sarkıtmanın keraheti avret yerinin açılması ihtimalindendir. Don giydiği halde sarkıtırsa keraheti ehli kitaba benzediği içindir. Yani sarkıtmak mutlak surette mekruhtur. Bunu büyüklenmek için veya başka bir sebeple yapmak hükmen müsâvidir.» Bahır sahibi bundan sonra şöyle diyor: «Fukahanın sözlerinden anlaşılan, elbisenin düşmekten korumak için konulmasiyle bu maksatla konulmaması arasında fark olmasını gerektirmektedir. Buna göre başa konulan taylasan mekruhtur. Vikâye şârihi açıklamıştır.» Yani boynuna dolamadığı zaman demek istemiştir. Dolarsa sarkıtmak yoktur.

Yenli kaftanın misâli Rum ili kaftanlarıdır. Bunların yenlerine omuz başlarından çelik acarlar. Namaz kılan kimse bu delikten kolunu çıkarırda yeni arkaya sarkıtırsa bu da mekruhtur. Çünkü bu da giymeden sarkıtma sayılır. Yeni giymek kolu onun içine sokmakla olur. Meselenin tamamı MünyeİZAH

Elbiseyi önünden olsun, secdeye giderken arkasından olsun kaldırmak mekruhtur. Bahır.

Hayreddin Remlî burada ki kerahetin keraheti tahrimiye olduğunu bildirmiştir. Elbiseyi topraktan korunmak için kaldırmak da mekruhtur. Bahır sâhibinin Müctebâ´dan nakline göre bazıları: «Topraktan korumak için olursa beis yoktur.» demişlerdir.

Şârih: «yen ve paçasını sıvayanın yaptığı gibi» sözü ile kerahetin yalnız namazda elbiseyi toplamcığa mahsus olmadığına işâret etmiştir. Nitekim Münye şârihi de bunu anlatmıştır. Lâkin kınye´de: «Namazdan önce bir iş için yenlerini sıvayan yahud o kılıkta gezen bir kimsenin o hâli ile namaz kılması ihtilaflıdır.» denilmiştir. Bunun bir benzeri de abdest almak için sıvanan, sonra ilk rekatta imama yetişmek için acele eden kimsedir. O haliyle namaza girer ve bizde bunun mekruh olduğunu söylersek acaba efdal olan, namaz içinde az bir amel (hareket) ile yenlerini salmakmıdır; yoksa hâlı üzere bırakmak mıdır? bunu bir yerde görmedim.

Birincisi (yani salmak) daha zâhir görünmektedir. Buna delil: Şârihin aşağıda gelen: «Serpuş düşerse efdal olan onu alıp geymektir.» Sözüdür.

Şunu da söyleyelim ki: Hulâsa ve Münye´de kerâhet, yenlerini dirseklerine kadar kaldırırsa diye kayıtlanmıştır. Bundan anlaşılan, daha aşağıya kaldırmanın mekruh olmamasıdır.

Bahır sahibi diyor ki: «Zâhir olan mutlak mânâdır. Çünkü elbiseyi toplamak sözü hepsine sâdık ve şâmildir.» Hılye´de dahi böyle denilmiştir. Kezâ el´münyet-ül kebîr şerhinde: «Dirsekler kaydı tesâdüfen konmuştur. Hem bu izâhat kollarını namaz dışında sıvayıp sonra namaza başladığına göredir. Namaz içinde kollarını sıvarsa namaz bozulur. Çünkü amel-î kesîrdir.» denilmiştir.

Namazda elbise ve bedeni ile oynamaktan murad: Faydasız bir amel de bulunmaktır. Nihâye´de şöyle denilmektedir: «Hâsılı: Namaz kılana fâydalı olan her amel zararsızdır. Bunun aslı şu hadistir: «Peygamber (s.a.v.) namazında terledi ve alnından teri sildi.» Çünkü ter kendisini rahatsız ediyordu. Ve silmek faydalı oldu. Yaz zamanı secdeden kalkınca elbisesinin sağını solunu silkiyordu. Çünkü şekil kalmasın diye bu faydalı idi. Faydalı olmayan amel ise abestir. (oyundur). «Şekil kalmasın» sözünden murad: Bud ve kalçalarının şeklidir. Nitekim Sa´diye hâşiyesinde beyân olunmuştur. Yoksa silkmesi toz toprak kalmasın diye değildir. Binaenaleyh Bahır´da Hılye´den nakl edilen itiraz vârid değildir. Orada: «Topraklanmasın diye elbiseyi kaldırmak mekruh olunca. elbiseyi topraktan silkmek faydalı bir amel olamaz.» denilmiştir.

Namazda elbise ve bedeni ile oynamayı yasak eden delil Kudâî´nin tahric ettiği şu hadistir: «Şüphesiz Allah sizin için üç şeyi yani namazda elbise ve bedenle oynamayı, oruçda ayıp açık şeyler konuşmayı ve kabristanda gülmeyi kerih görmüştür.» Bahır´da bildirildiğine göre burada ki kerahet keraheti tahrimiyedir. «Ancak hâcet varsa câiz olur.» Yani yediği zararlı bir şeyden vücûdu kaşınmak. rahatsız eden teri silmek gibi bir hâcetten dolayı abes sayılan bir şeyle meşgul olmak câizdir. Ama bu amel-i kesîr olmamak şartiyledir.

Feyz´de şöyle deniliyor: «Bir rükünde bir el ile üç defa kaşımak her defasında elini kaldırırsa namazı bozar.» Cevhere´de ise fetevâ´dan naklen: «Ulema kaşımak meselesinde ihtilâf etmişlerdir. Bazıları bir defa gidip gelmek bir sayıldığını, bir takımları değinmenin bir. gelmenin ayrı bir kaşıma sayıldığını söylemişlerdir.» denilmektedir. «Namaz dışında elbise ve bedenle oynamakta beis yoktur.» Gerçi Hidâye´de bunun haram olduğu bildirilmişse de Surucî buna itirazla: «Bu söz götürür. Çünkü namaz dışında elbise ve bedenle oynamak evlânın hilâfıdır. (yapılmaması daha eyidir.) Ama haram değildir. Hadis bunu namazda olmakla kayıtlamıştır.» demiştir. Bahır.

Vikâye şerhinde her günlük elbise: «Evinde geydiği ve büyüklerin huzuruna çıkarken geymediği elbisedir.» diye tarif edilmiştir. Anlaşılıyor ki, bunda ki kerahet keraheti tenzihiyedir.

Tenbellikten dolayı baş açık kılmaktan murad: Başını örtmeyi sıkıntı verici saymak, bunu namazda mühimsememek ve onun için terk etmektir. Ulemanın namaza aldırış etmeyerek baş açık kılarsa» demelerinin mânası budur. Namazı tahkir değildir. Çünkü namazla alay ve onu tahkir küfürdür. Münye şerhi, Hılye´de: «Tenbelliğin aslı istemediği için ameli terk etmektir. Kudreti olmadığı için terk ederse aciz olur.» deniliyor.

«Tevâzu için baş açık namaz kılmakta beis yoktur.» Münye şerhinde bildirildiğine göre bu sözde bunu yapmamanın evlâ olduğuna, kalbiyle huşû ve tevâzu gösterilmesine zira bunların kalb işi olduklarına işâret vardır. Münye şerhinden sonra İmdâd sâhibi dahi Tecnis´den naklen: «Huşû ve tevâzu müstehabtır. Çünkü namazın esası huşû üzerine kurulmuştur.» demiştir.

Ben derim ki: Huşûun korku gibi kalb fiillerinden mi yoksa hareket sükûn gibi âzânın fiillerinden veya ikisinden mi olduğu ihtilâflıdır. Hilye´de şöyle denilmiştir: «Huşûun kalb fiillerinden olması daha uygundur. Âriflerin buna ittifak ettikleri rivâyet olunur. Tevâzu göstermek, bakınmamak. sesi kesmek, âzayı sâkin tutmak huşûun lazımlarıdır. Başını açmak kalbdeki huşûu gerçekleştirmekten ileri geliyorsa o zaman açılmasında beis olmadığı söylenebilir.

Fetevâyı Ahâbiye´de nassan bildirilmiştir ki, bir kimse bunu bir özürden dolayı yaparsa mekruh olmaz. Özür yoksa metinde bildirilen tafsilâta gidilir. Bu söz güzeldir. Bazı Ulemanın: Başı açmak sıcaktan dolayı veya hafiflemek için olursa mekruhtur. dedikleri rivâyet edilmiştir. Bunlar sıcağı özür saymamışlardır ki, ihtimalden uzak değildir.» Kısaltılarak alınmıştır.

METİN

Büyük ve küçük abdest yahud bunlardan biri veya yellenme sıkıştırdığı halde namaza durmak mekruhtur. Çünkü yasak edilmiştir. Saçını hotuz yapmak da mekruhtur. Çünkü toplanması yasak edilmiştir. Velev ki bir araya getirmek veya uçlarını namazdan önce köklerine sokmak suretiyle olsun. Bunu namazda yaparsa namazı bozar. Zira bilittifak ameli kesîrdir. Yine yasak edildiği için secde yerinden ufak taşları atmak mekruhtur. Ancak tam secde etmek için olursa bir defaya ruhsat verilmiştir. Ama terki evlâdır. Kezâ nehi vârid olduğu için parmaklarını çatlatmak ve birbirine örmek namazı beklerken veya mescide giderken bile olsa mekruhtur. Namaz dışında bir hâcetten dolayı olursa mekruh değildir.

İZAH

Hazâin´de deniliyor ki: «Büyük ve küçük abdest namaza başladıktan sonra sıkıştırsın öncesıkıştırsın müsâvidir. Eğer o kimseyi meşgul ediyorsa vaktin çıkacağından korkmadığı takdirde namazı bozmalıdır. Tamamlarsa günahkâr olur. Çünkü ebû Davud´un rivayet ettiği bir hadiste: «Allah´a ve âhiret gününe iman eden bir kimseye abdesti sıkıştırdığı halde namaz kılması helâl olmaz. Hafifleyinceye kadar bu böyledir.» buyurulmuştur. Hazâin sahibinin zikir ettiği günahı Münye şârihi de açıklamış ve bunun keraheti tahrimiye ile kılmaktan ileri geldiğini söylemiştir. Şimdi şu kalır: Bir kimse cemâatı kaçıracağından ve o cemâattan başkasını bulamayacağından korkarsa, elbisesinde dirhem miktarı pislik gördüğünde onu yıkamak için namazı bozduğu gibi burada da bozar mı bozmaz mı? doğru cevap birincisi yani bozmasıdır. Çünkü sünnet olan cemâatı terk etmek namazı kerahetle kılmaktan evlâdır. Nitekim dirhem miktarı pisliği yıkamak için namazı bozmak böyledir. Zira pisliği yıkamak vacibtir. Onu yapmak sünneti yapmaktan evlâdır. Dirhem miktarından az olan pislik böyle değildir. Onun yıkanması müstehabtır. Binaenaleyh onun için sünnet-i müekkede olan cemaat terk edilemez. Münye şârihi bunu böyle incelemiştir.

T E N B İ H : Hılye sahibi inceleyerek beyân etmiştir ki, cenâze namazını kaçıracağından korkmak vakit namazını kaçıracağından korkmak gibidir. Kerahet bütün namazlarda hatta nâfilelerde câridir. Sacı hotuz yapmaktan murad: Belik örerek tepesine toplamak ve zamkla tutturmak yahud beliklerini bazan kadınların yaptığı gibi başının etrafına dolamak veya bütün saçlarını arkaya toplayarak secde hâlinde yere düşmesin diye iplik ve bezle bağlamaktır. Bunların hepsi mekruhtur. Çünkü Taberânî´nin beyânına göre Peygamber (s.a.v.) erkeği başı hotuzlu namaz kılmaktan men etmiştir. Altı hadis imamının rivâyet ettikleri bir hadiste Resûlûllah (s.a.v.): Ben yedi uzuv üzerine secde etmeğe: Saçımı ve elbisemi toplamamağa me´mur oldum.» buyurmuştur. şerhi Münye. Hilye´de Nevevî´den nakl edildiğine göre burada ki kerahet-i tenzihî´dir. Hılye sahibi bundan sonra: «Hadislerin ibârelerine en uygun olan bu kerahet-i tahrimiye olmasıdır. Meğer ki tenzihiye olduğuna icmâ sâbit ola. Bu takdirde onunla amel taayyün eder.» demişlerdir.

Secde yerinden taş atmayı yasaklayan delil Abdürrezzâk´in hazreti ebu Zer (r.a.) dan tahriç ettiği şu hadistir. «Peygamber (s.a.v.) e her şeyi hatta secde yerinden taş atmayı bile sordum. Yâ bir defoda at yahud bırak! buyurdu.» Altı hadis imamının hazreti Muaykıb´den rivâyet ettikleri bir hadiste Rasûlüllah (s.a.v.): «Namaz kılarken secde yerinden taş atma! Mutlakâ atmadan olmayacaksa bir defa at!» buyurmuşlardır. Münye şerhi. Şârihin ruhsatı «tam secde etmek için olursa...» diye kayıtlaması taşları atmadan alnını hiç bir yere koyamazsa bir defadan fazla bile olsa taşları atmak alettâyin lazım geldiği içindir. Secde yerinden taş atmayı terk etmek evlâdır. Çünkü bir hüküm sünnetle bid´at arasında kalınca bid´atı işlemektense sünneti terk etmek tercih olunur. Halbuki namaza başlamadan secde yerini düzeltmek mümkündür. Bahır.

Namaz içinde parmak çıtlatmak ve parmaklarını bir birine geçirmek şu delillerle yasak edilmiştir: İbn Mâce´nin merf´u olarak rivâyet ettiği bir hadiste: «Namazda iken parmaklarını çıtlatma!» buyurulmuştur. Müçtebâ´da rivâyet olunduğuna göre mescidde oturup namaz beklerken parmak çıtlatmak yasak edilmiştir. Bir rivâyette «namaza giderken parmak çıtlatmak yasak edildi.» denilmiştir. İmam Ahmed´le ebû Davud´un ve başkalarının merfû olarak rivâyet ettikleri bir hadisde: «Biriniz güzelce abdest alıp namaz maksadiyle evinden çıktığı vakit ellerini birbirine geçirmesin. Çünkü o kimse namazdadır.» buyurulmuştur. Mi´rac´da nakl edildiğine göre namazda el çatmak ve parmak çıtlatmak icmâan mekruhtur. Hılye ve Bahır´da «bu kerahetin kerahet-i tahrimiye olması gerekir.» denilmektedir. Bir hâcetten dolayı olursa Namaz dışında bunlar mekruh değildir. Bu sözden murad: Namaza tâbı olmayan fiillerde demektir. Çünkü yukarıda geçtiği vecihle namaza gitmek ve namaz için mescidde oturmak namaz hükmündedir. Sahihaynda rivâyet edilen bir hadisde: «Sizden birinizi namaz habs ettiği müddetçe o kimse namazdadır.» buyurulmuştur. Burada ki hâcetten murad:

Parmakları rahatlatmaktır. Hâcet yokken boş yere çatmak ve çıtlatmak kerahet-i tenzihiye ile mekruhtur. Namaz dışında parmak çıtlatmanın mekruh olduğuna nassan tenbih edilmiştir.

Parmakları çatmaya (birbirine geçirmeğe) gelince: Hılye sahibi: «Ulemamızdan bu hususta hiç bir şeye rastlamadım. demiştir. Öyle anlaşılıyor ki, boş yere değil de sahih bir maksatla velev ki parmakları rahatlatmak için olursa mekruh değildir. Peygamber (s.a.v.) den sahih olarak rivâyet edilmiştir ki: «Mü´min mü´min için bir birini perçinleyen binâ gibidir.» buyurmuş ve parmaklarını birbirine geçirmiştir. Çünkü bu, mânâyı temsil içindir ki o da hissi şekilde yardımlaşma ve birbirleriyle dayanışmadır.

METİN

Tehassur yani ellerini böğrüne koymak yasak edildiği için mekruhtur. Namaz dışında ise tenzihen mekruh olur. Bütün yüzü ile veya yüzünün bir kısmını çevirerek bakmak da yasak edildiği için mekruhtur. Göz ucu ile bakmak tenzihen mekruhtur. Göğsünü döndürerek bakmak iç.e evvelce geçtiği vecihle özürsüz olursa namazı bozar. Yüzü kıbleden çevirmek namazı bozar diyen de olmuştur. Bunu diyen Kâdıhan´dır. Fakat mutemed kavle göre bozmaz. Köpek gibi ayaklarını dikerek oturmak, erkeğin secde halinde kollarını yere döşemesi de yasak edildiği için mekruhtur.

İZAH

Sahihaynda ve diğer hadis kitablarında rivâyet olunduğuna göre Peygamber (s.a.v.) namazda elleri böğürlere koymaktan men etmiştir. Tahassur hakkında başka te´villerde varsa da en güzeli şârihin dediği gibi böğrüne koymaktır. Meselenin tamamı Münye şerhi ile Bahır´dadır.

Bahır sahibi: «Öyle anlaşılıyor ki mezkûr nehiden dolayı namazda bu kerahet tahrimîdir.» demiştir, birde bunda sünnet vecihle el bağlamayı terk vardır. Nitekim Hidâye´de bildirilmiştir. Yalnız bu ikinci illet kerahet tahrimiye iktiza etmez. Evet elleri böğründen başka bir uzvun üzerinede koymanın mekruh olduğunu iktiza eder.

Namazda bakınmayı yasak eder. delil. Tirmizi´nin hazreti Enes´den rivâyet ederek sahihlediği şu hadistir: «Sakın namazda bakınma! çünkü namazda bakınmak helâk olmaktır. Mutlaka bakınmak lazımsa farzda değil de hiç olmazsa nâfilede olsun!» Buharî´nin rivayetine göre Peygamber (s.a.v.): «Namazda bakınmak bir hırsızlamadır. Şeytan onu kulun namazından çalar.» buyurmuştur. Gâyedebakınma özürsüz olursa diye kayıtlanmıştır. Burada ki kerahetin keraheti tahrimiye olması gerekir. Nitekim hadislerin zahiri de bunu göstermektedir. Bahır.

Zeyleî ile Bâkanî´nin Mültekâ şerhinde bildirildiğine göre göz ucuyla bakmak yüzü hiç yerinden çevirmemek suretiyle olursa mubahtır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) namazında gözünün ucuyla eshâbına bakardı. Bu söz buradakine aykırı düşmemek için keraheti tenzihiye ihtiyaç olmadığı zamana hamledilir. Yahud mubahtan şer´an memnu olmayan mânâsı kast edilir. Evlânın hilâfı memnu değildir.

«Yüzü kıbleden çevirmek namazı bozar.» Diyenlerden biride Hulâsa sâhibidir. En münâsibi bilumum kitablarda denildiği gibi mekruhtur. demektir. Namazı bozmaz. Bunun namazı bozmaması Münye ve Zahîre´de derhal kıbleye dönmekle kayıtlanmıştır.

Bahır sahibi diyor ki: «Galiba münye sahibi feteva kitabları ile umum fıkıh kitablarında bildirilenleri toplamış; bozar diyenlerin sözünü derhal kıbleye dönmediği, bozmaz diyenlerin sözünü de derhal döndüğü surete haml etmiştir ki her halde birincinin amel-i kesîr, ikincinin amel-i kalil (az meşguliyet) olduğuna bakmış olacaktır. Ama ihtimalden uzaktır. Zira bu az amele devam onu çok amel yapmaz. Çok amel ancak göğsünü kıbleden çevirmektir.»

Ben derim ki: Bütün yüzü ile sağa ve sola uzun zaman bakarsa uzaktan onu gören namazda olmadığına şübhe etmez. Bana öyle geliyor.

Köpek gibi oturmak meselesine gelince: Bu bapta Nehir´de şöyle denilmiştir: Çünkü Peygamber (s.a.v.) köpek gibi oturmaktan nehi buyurmuştur».

Tahavi bu oturuşu: Çantılarının üzerine oturup uyluklarını dikmek dizlerini göğsüne toplayarak ellerini yere koymaktır. diye tarif etmiştir.

Kerhî ise: Ayaklarını dikip ökçeleri üzerine oturmak ve ellerini yere koymaktır. demiştir. Ekser ulemanın kabul ettikleri esah kavil birincisidir. Yani hadisden murad odur. Yoksa Kerhî´nin söylediği mekruh değildir mânâsı kasd edilmemiştir. Fetih´dede böyle denilmiştir. Bahır sahibi: «Birinci kavle göre kerahetin tahrime. ikinci kavle göre tenzihiye olması icap eder.» diyor.

Ben derim ki: İkinci kavle göre kerahetin tenzihî olması bu fiil köpek oturuşu olmadığına binâendir. Kerahet ancak sünnet vecihle oturuşu terk ettiğindendir. Nitekim Bedâyi´de bununla ta´lil edilmiştir. Köpek oturuşu Kerhî´nin kavli ile tefsir edilirse ahkâm tersine döner.» Nehir´in sözü burada sona erer.

Bahır sahibi diyor ki: «Söylendiğine göre bundan nehiy edilmesi tenbellerin sıfatı olduğu ve hali tahkir edildiği içindir. Hem bunda yırtıcılara ve köpeklere benzemek vardır. Anlaşılıyor ki, burada ki kerahet kerahet-i tahrimiyedir. Çünkü nehiy mevcuttur. Bu mânâdan değiştirecek bir şeyde yoktur

METİN

Namaz kılan kimsenin insan yüzüne karşı durması mekruhtur. Nitekim insanın bütününe karşı durması da böyledir. İnsana karşı namaza durmak namaz kılandan gelmişse kerahet onadır. Aksi halde duran kimseye aittir. Velev ki uzak olsun. Yeter ki arada mani bulunmasın. Evvelce görüldüğüvecihle eli veya başı ile selâm almak ta mekruhtur.

FERİ BİR MESELE: Namaz kılan kimseye söz söylemekte, onunda başiyle cevap vermesinde beis yoktur. Mesela: Ondan bir şey istenir yahud bir dirhem gösterilerek bu geçer mi denildiğinde başiyle evet veya hâyır diye işâret eder. Yahud kaç rekat kıldınız diye sorulurda e!i ile iki rekat kıldığına işâret eder. Ama ileri denilirde ilerlerse yahud safa biri girerde hemen ona yer açarsa namazı bozulur. Bunu Halebî ve başkaları söylemişlerdir. Evvelce Bahır´dan nakl ettiğimiz bunun hilafınadır özürsüz bağdaş kurarak oturmak tenzihen mekruhtur. Çünkü bunda sünnet vecihle oturuşu terk etmek vardır. Namaz dışında ise mekruh değildir. Zira Peygamber (s.a.v.) eshabının yanında ekseriyetle bağdaş kurarak otururdu. Ömer (r.a.) da öyle yapardı. Esnemekte mekruhtur. Velev ki namaz haricinde olsun. Bunu molla Miskîn söylemiştir. Çünkü esnemek şeytandandır. Peygamberler ondan mahfuzdurlar.

Hâsılı: Köpek oturuşu iki şeyden dolayı mekruhtur. Biri neniy edildiğinden, biride sünnet vecihle oturuşu terk ettiğinden dolayıdır. Köpek oturuşu Tahavî´nin dediği gibi tefsir edilirse - ki esah olan odur - kerahatı tahrimiye ile mekruh olur. Çünkü bu hususta nehiy vardır. Kerhî´nin sözüne göre kerahet tenzihiye ile mekruh olur. Zira sünnet vecihle oturuşu terk etmiştir. Hâssatan o şekil için nehiy bulunmadığı için kerahet tahrimiye ile mekruh olmaz. Köpek oturuşu Kerhî´nin sözüne göre tefsir edilirse mezkûr hüküm aksine döner.

Ben derim ki: El Muğrip nâm eserde bu oturuş Tahavî´nin sözüne göre tefsir edildikten sonra şöyle denilmiştir: «Fukahanın tefsiri iki secde cantılarını ökçeleri üzerine koymaktır. şeytan ökçeside budur.» Bedâyi´de bu söz Kerhî´ye nisbet edilmiş ve: «Hadisde yasak edilen şeytan ökçesi budur,» denilmiştir.

Hadisden murad: Müslim´in Âişe (r.a.) dan rivâyet ettiği şu hadistir: «Rasûlüllah (s.a.v.) şeytan ökçesini ve erkeğin kollarını yırtıcı hayvan gibi yere döşemesini yasak ederdi.» Bir rivayette «şeytan nöbeti» denilmiştir ki, bu da mekruhtur. Nitekim Hılye ve diğer kitablarda beyân edilmiştir. Allâme Kâsım fetevâsında şunları söylemiştir: «Ayakları dikip ökçeleri üzerine oturmaya gelince: bildiğimize göre bütün oturuşlarda hilâfsız mekruhtur. Yalnız Nevevî´nin bildirdiği vecihle İmam Şâfiî´nin bir kavlinde iki secde arasında müstehap imiş.»

Erkeğin secde halinde kollarını yere döşemesi mekruhtur. Yukarıda geçen hadise teb´an «erkeğin» kaydı bumda da zikir edilmiştir Birde kadın yere döşenir.

İZAH

Buharî´nin sahihinde bildirildiğine göre hazreti Osman (r.a.) namaz kılan kimsenin karşısına durmayı kerih görmüştür. Kâdı lyâz bu kavli ekser ulemadan nakl etmiştir. Tamamı hılye´dedir.

Münye şârihi diyor ki: «Bezzâr´in hazreti Ali´den rivayet ettiği şu hadisde buna haml edilmiştir: Peygamber (s.a.v.) bir odama karşı namaz kılan birini gördü de ona namazı tekrar kılmasını emir buyurdu. Tekrarlama emri keraheti gidermek içindir. Çünkü kerahetle eda edilen her namazın hükmü budur. Yoksa namaz bozuldu diye değildir.» Anlaşılan burada ki kerahet kerahet-itahrimiyedir. Sebebi yukarıda beyân ettiğimizdir. Birde Hılye´de imam ebû Yusuf´tan nakl edilen kavildir. Ebu Yusuf: «İnsana karşı namaz kılan kimse câhil ise öğretirim. Hükmünü bilirse kendisini te´dip ederim.» demiştir. Bu hal surete tapanların ibâdetine de benzer.

Arada mâni bulunmazsa uzaktan bile olsa namaz kılanın karşısına durmak mekruhtur. Münye şârihi: «Eğer aralarında üçüncü bir şahıs bulunurda arkası namaz kılana dönük olursa mekruh değildir. Zira kerahat sebebi yoktur. Kerahetin sebebi surete tapmaya benzemektir.» diyor. Bu sözden anlaşıldığına göre ayağa kalktığında yüz yüze gelse bile kerahet yoktur. Nitekim Nehir ve Hilye´de böyle denilmiştir. Hilye sahibi bu sözü daha uygun görmüş ve: «Oturan kimse namaz kılana sütre olur ve arkasından geçmek mekruh değildir. Burada da öyledir. Arada perde sayılır.» demiştir.

Ben derim ki: Lâkin Zahîre´de İmam Muhammed´in asılda ki kavli nakl edilmiş: «imam, hizasında namaz kılan kimse bulunmamak şartiyle dilerse yüzünü cemâata dönebilir.» denilmiştir. Zahîre sahibi bundan sonra şunları söylemiştir: «(İmam Muhammed namaz kılanın ilk safda mı yoksa son safda mı olduğunu ayırmamıştır. Zâhir mezhep budur. Çünkü namaz kılanın yüzü ayakta iken imamın yüzüne karşı geliyorsa aralarında saflar bile olsa mekruhtur.» Sonra gördüm ki Hayreddin Remlî itirazı def edemeyen bir cevap vermiştir. En doğrusu yukarıda Münye şerhinden naklen bildirdiğimizin zâhir rivâyenin hilâfına bina edilmiş olmasıdır.

Namazda eli ve başı ile selâm almak mekruhtur. Bunu namazı bozan şeyler bahsinde görmüştük. Orada bu kerahatin tenzihi olduğunu da kayıt etmiştik. Başı ile selâm almak hususunda imdâd sahibi şunları söylemiştir: «Bu babta Âişe (r.a.) eser vârid olmuştur. Namaz kılana söz söylemek hakkında da öyledir. Teâlâ hazretleri: «O mihrabta namaz kılarken melekler kendisine seslendiler!» buyurmuştur. Acaba namazdan sonra o selâmı cevaplandırır mı Hattabî ile Tahavî´nin beyânlarına göre Peygamber (s.a.v.), ibn Mes´ud´un namazdan çıktıktan sonra kabul etmiştir. Mecma-ar-Rivâyat´ta böyle denilmiştir. «Ama ilerle denilirde ilerlerse ilh.» sözü şârihin evvelce ileride geleceğini vâad ettiği sözdür. Bu vâadi imamlık bahsinde «imamına âyeti hatırlatması» cümlesinden az önce söylemiştir. Bizde orada Şurunbulâliye´den naklen bu sözün zaif olduğunu bildirmiştik. H.

Özürsüz namazda bağdaş kurmak mekruhtur. Özürden dolayı olursa mekruh değildir, çünkü özürden dolayı vacip bile terk edilir. Sünnetin terk edilmesi evleviyette kalır. İbn Hıbbâ´nın sahihinde Peygamber (s.a.v) in bağdaş kurarak namaz kıldığını bildiren rivâyet bu mânâya haml edilir. Yahud câiz olduğunu bildirmek için öyle oturmuştur. Bahır. Rasulullah (s.a.v.) in eshabı arasında ekseriyetle bağdaş kurarak oturduğunu Münye şârihi Kemâl bin Hümâm´dan nakl etmiştir. Bahır´da kenz sahibi ile diğer fukahadan naklen bildirildiğine göre bununla: «Bağdaş kurarak oturmanın keraheti büyüklenenlerin fiili olduğu içindir.» diyenlerin sözü red edilmiştir. Evet, Münye şerhinde: «Diz çökerek oturmak evlâdır. Çünkü tevâzua daha yakındır.» deniliyor.

Esnemek, Hılye ve Bahır´da beyan edildiğine göre çene adalelerine tıkanan buharları def etmek içinağzı şişirerek solumaktır. Esnemek midenin dolu olmasından ve bedenin ağırlaşmasından meydana gelir. Ben derim ki: Bu sebebten de şeytandan sayılmıştır. Nitekim sahihaynda rivâyet edilen bir hadiste Peygamber (s.a.v.): Esnemek şeytandandır. Biriniz esnerse mümkün olduğu kadar kendini tutsun!» buyurmuştur. Müslim´in rivâyetinde: «Eli ile ağzını tutsun; çünkü oraya şeytan girer.» denilmiştir. Elbisenin yeni de el hükmündedir. Ama bu hüküm esnemeyi def edemediğine göredir. Hulasa´da açıklandığına göre esnerken dudağını dişi ile zabtetmek mümkün iken bunu yapmayıp ağzını eli veya elbisesi ile kaparsa mekruh olur. Ebû Hanîfe´den böyle rivâyet olunmuştur.

Bahır sahibi diyor ki: «Bunun vechi şudur: Ağzı kapamak yasak edilmiştir. Nitekim bunu ebû Dâvud ve başkaları rivâyet etmişlerdir. Ağzı kapamak ancak zaruretten dolayı mubah kılınmıştır. Esnemeyi def etmek mümkün olursa zaruret yoktur. Sonra Müçtebâ´da ağzın sağ el ile kapana cağı bildirilmiştir. Bazıları ayakta sağ el ile, ´sair yerlerde sol el ile kapanacağını söylemişlerdir.»

Ben derim ki: Bazılarının kavli daha muvâfıktır. Çünkü yukarıda geçtiği vecihle ağzı kapamak şeytanı def etmek içindir. Ve pisliği gidermeğe benzer. Bu ise sol el ile daha uygundur. Lâkin ayakta iken sol el ile kapamak iki eli harekete getirmek suretiyle çok meşgul olmayı gerektirdiği içîn sağ el ile kapamak evlâdır. Namazın âdâbı bahsinde Zıyâ´dan naklen ağzın sol elin arkası ile kapanacağını bildirmiştik. Hılye´de bazı fukahadan naklen namaz kılanın muhayyer bırakıldığı bildirilmiştir. Sağ eli ile kaparsa içi veya dışı ile kapamakta muhayyerdir. Sol eli ile olursa arkası île kopar. Buradaki kerahetin tahrimiye mi tenzihiye mi olduğundan bahis eden görmedim. Ancak namazın adâbı bahsinde gördük ki, esnerken ağzını kapamak mendubtur.

Esnemenin kendisine gelince: Tabiatı iktizâsı kendiliğinden ileri gelirse beis yoktur. Kasten yaparsa tahrimen mekruh olması gerekir. Çünkü abestir. Evvelce geçtiği vecihle abes namazda tahrimen, namaz dışında tenzihen mekruhtur.

Peygamberler esnemekten mahfuzdurlar. Namazın âdâbı bahsinde görmüştük ki, bunu hatırlamak suretiyle esnemeyi gidermek tecrübe ile sâbit bir çâredir.

METİN


Namazda gözlerini yummak da mekruhtur. Çünkü yasak edilmiştir. Meğer ki huşûu tam yapmak için yummuş ola, İmamın mihrabta durması mutlak surette mekruhtur. Ayakları dışarıda olmak şartiyle mihraba secde etmesi mekruh değildir. Zira itibar ayaklaradır.

Mutlaktan murad: Kerâhetin sebebi imamın hâli ehli kitaba benzemeğe ta´lil edildiğine göre onlara benzemesi de mihrabta durması mekruhtur. Cemâatın şaşırmasiyle ta´Iil edildiğine göre şaşırma yoksa kerahet bulunmadığında şübhe yoktur. demektir. İmamın yalnız başına yüksek yerde durması mekruhtur. Çünkü yasak edilmiştir. Yüksekliğin miktarı bir arşındır. Daha az olursa zarar etmez. Bazıları imam ayırd edilecek kadar olmalıdır demişlerdir. Bu kavil daha güzeldir. Onu Kemâl ve diğer fukaha zikir etmişlerdir. Bunun aksi esah kavle göre mekruhtur.

İZAH

Namazda gözlerini yummak: «Biriniz namaza durdu mu gözlerini yummasın!» Hadisiyle yasak edilmiştir. Bu hadisi ibn Abdîy rivâyet etmiştir. Ancak senedinde zaiflik vardır. Bedâyi´de bunun sebebi şöyle gösterilmiştir: Sünnet olan vecih secde yerine bakmaktır Gözlerini yummakta bu sünneti terk etmek vardır. Sonra burada ki kerahet tenzihiyedir, Hılye ile Bahır´da böyle denilmiştir. Gâliba bu söz, yasağın sebebi Bedayi´in söylediği olduğu içindir Nehyi haram mânâsına almaktan değiştiren de odur.

Huşûu tam yummak için göz yummak. zihni dağıtacak bir şey görmekten endişe etmekle olur. Bu takdirde gözlerini yummak mekruh değildir. Hatta bazı ulema bunun evlâ olduğunu söylemişlerdir. Hılye ile bahır´da bunun uzak bir ihtimal olmadığı bildirilmiştir.

«Zira itibar ayaklaradır!» Onun için ayakların yerinin temiz olması bir rivâyetle şart kılınmıştır. Secde yeri öyle değildir. Zira bu hususta iki rivâyet vardır. Keza bir kimse filânın hanesine girmem diye yemin etse ayaklarını o şahsın hânesine koymakla yemini bozulur. Velev ki bedenin geri kalan yeri hânenin dışında bulunsun. Avın ön ayakları harem içinde, başı dışında olsa haremin avı sayılır ve ceza gerekir. Bahır.

«Kerahetin sebebi ilh...» cümlesi şöyle izâh edilir. İmam Muhammed «el-Cami-is-Sağîr» adlı eserinde imamın mihrabta durmasının mekruh olduğunu söylemiş; fakat tafsilat vermemiştir. Onun için fukaha kerahetin sebebinde ihtilaf etmişlerdir. Bazıları: «kerahetin sebebi. imamın cemâattan ayrı bir yerde bulunmasıdır. Çünkü mihrap başka bir ev mânâsındadır. Bu ise ehli kitabın işidir.» demişlerdir. Hidâye sahibi bu kadar söylemekle yetinmiş: İmam Serahsî dahi bunu tercih ederek daha güzel olduğunu bildirmiştir. Bir takımları kerahetin sebebi, imamın hâlinin sağında ve solunda bulunanlara şüpheli kalması olduğunu söylemişlerdir.

Birinci kavle göre imamın mihrabta durması mutlak surette mekruhtur. İkinci kavle göre şüpheli kalmadığı zaman mekruh değildir.

Fetih sahibi: «İmamın ayrı bir yerde bulunması matlubtur. Öne geçmesi ise vacibtir. Nihayet burada iki din sâlikleri birleşmiş oluyor.» diyerek ikinci kavli te´yid etmiştir. Hılye sahibi de bunu kabul etmiştir. Lâkin Bahır sahibi kendisine itiraz ile şunları söylemiştir: «Zâhir rivâyenin gerektirdiği hüküm mutlak surette kerahettir. Birde imamın matlup olan ayrı bulunuşu, başka bir yerde durmaksızın ilerlemekle hâsıl olur. Onun içindir ki Valvalciye ve diğer kitablarda: Mescid imamın arkasındakilere dar gelmezse imam bunu yapmamalı; Çünkü iki yerin birbirine zıd olmasına benzer. denilmiştir. Yani yerin hakikaten değişik olması cevâza mânidir. denilmek istenmiştir. Şu halde değişme şübhesi keraheti icap eder. Mihrap mescidden de olsa onun suret ve şekli değişiklik şübhesi gerektirmektedir.» Bahır´ın sözü kısaltılarak alınmıştır.

Ben derim ki: Bahır sahibi şunu demek istiyor: Mihrap ancak imamın duracağı yere alâmet olmak üzere yapılmıştır. Ta´ki sünnet vecihle safın ortasına dursun. İmam içine girerek namaza dursun diye yapılmıştır. Mihrap mescidin kısımlarından olsa da başka bir vermiş gibi durur. Ve kerahete sebep olur.

Bu sözün güzelliği meydandadır. Anla! Lâkin yukarıda geçti ki, benzemek ancak çirkin şeyde ve benzemek kast edilen yerde mekruhtur. Mutlak olarak mekruh değildir. İhtimal bu çirkinden maduddur bunu teemmül et! Remlî´nin Bahır hâşiyesinde: «Fukahanın sözlerinden anlaşılan bu kerahetin tenzihi olmasıdır.» deniliyor.

T E N B İ H : Mi´rac-üd-Dirâye´nin imamlık bâbında bildirildiğine göre: Ebu Hanîfe´den rivâyet edilen en sahih kavil «ben imamın iki direk arasında veya bir köşesinde, bir tarafında yahud bir direğe karşı namaza durmasını kerih görürüm. Çünkü bu iş ümmetin ameline muhaliftir.» sözüdür. Ayni eserde şu da vardır: «Sünnet vecih, imamın safın ortası hizâsına durmasıdır. Görmüyor musun mihrablar ancak mescidlerin ortalarına dikilmiştir. Bunlar imamın duracağı yeri tâyin etmişlerdir.»

Tatarhâniye´de: «İmamın mihrabtan başka bir yere durması mekruhtur. Meğer ki zaruret ola!» denilmiştir. Bu sözün muktezâsı, imam mihrabı terk ederek başka bir yere durursa mekruh olur demektir. Velev ki durduğu yer safın ortası olsun. Çünkü ümmetin ameline muhaliftir. Ama bu söz tayinli imam hakkında zâhirdir. Tayinli olmayan imama yalnız başına namaz kılan hakkında zâhir değildir. Bu faydayı ganimet bil! Çünkü sorulmuş fakat bu babta bir nas bulunamamıştır.

İmamın yalnız başına yüksek yerde durması mekruhtur. Bu hususta ki nehiy: «Peygamber (s.a.v.) imamın yüksekte durmasını, cemâatın geride kalmasını yasak etti.» hadisidir Bunu Hâkim rivâyet etmiştir, Fukaha bu hadisi ehli kitaba benzemekle ta´Iil etmişlerdir. Çünkü ehli kitap imamlarına yüksek bir yer yaparlar. Bahır. Bu ta´lil nehyin tenzihi olmasını iktiza eder. Hadis ise kerahet tahrimiye olmasını gerektirir. Meğer ki bu mânâdan değiştirecek bir şey buluna. Remlî.

Ben derim ki: İhtimal değiştirici şey nehiyin bu şekilde ta´lil edilmiş olmasıdır.

«Bazıları imam ayırt edilecek kadar olmalıdır. demişlerdir.» Zâhir rivâye budur. Nitekim Bedâyi´de bildirilmiştir. Bahır sahibi şöyle diyor: «Hasılı sahih kabul edilen kaviller muhteliftir. Evlâ olan zâhir rivâye ve hadisin ıtlâkı ile amel etmektir.» Hılye´de dahi bu kavil tercih edilmiştir. «Bunun aksi esah kavle göre mekruhtur» (yani cemâatın yüksekte, imamın onlardan aşağıda kılmaları mekruhtur) Zâhir rivâye budur. Zira burada ehli kitaba benzemek bulunmasa bile bütün cemâat imamdan yukarıya çıkmakla imamı tahkir vardır. Bunu Münye şârihi ifâde etmiştir. Gâliba kitabımızın şârihi burada ki sahihlemeyi Dürer sâhibine tâbi olarak Bedayi´in şu sözünden almıştır: «Zâhir rivâyenin cevabı doğruya daha yakındır.» Bunun mukabili Tahâvînin: «Kerâhet yoktur. Çünkü ehli kitaba benzeme yoktur.» Sözüdür. Hâniye sahibi: «Umumiyetle fukaha bu kavli tercih etmişlerdir.» Diyerek bunu benimsemiştir. Tahtavî: «İhtimal kerahet tenzihîdir. Çünkü nehi yalnız birincisi hakkında vârid olmuştur.» diyor.

neslinur
Thu 25 March 2010, 06:49 pm GMT +0200
METİN

Bütün bunlar özür bulunmadığına göredir. Cuma ve bayram gibi bir özür bulunurda yer darlığından cemâat rafların üzerinde, imam yerde yahud mihrabta kılarsa mekruh olmaz. Nasıl ki esah kavle göre cemâattan bazıları imamın yanında olurlarsa mekruh sayılmaz. Müslümanların mescidlerinde âdet böyle cereyan etmiştir. Bir özür de öğretmek veya tebliğ için yüksek yere çıkmaktır. NitekimBahır´da izah olunmuştur. Evvelce bildirmiştik ki, boş yeri bulunan safın arkasındakine durmak mekruhtur. Zira yasak edilmiştir. Boş yer bulamasa bile yalnız başına durmak da mekruhtur. Belki saftan birini yanına çeker. Bunu ibn Kemâl söylemiştir. Lakin fukaha: «Bizim zamanımızda bunun terki evlâdır demişlerdir. Onun için Bahır´da: «Yalnız başına durmak mekruhtur. Meğer ki softa yer bulamamış ola!» denilmiştir. Üzerinde canlı resimleri bulunan elbise giymek de mekruhtur.

İZAH

«Bütün bunlar» yani yukarı ki üç meselede ki kerâhet özür bulunmadığına göredir. Özür bulunursa kerahet yoktur. Meselâ: Cuma ve bayram günlerinde ki kalabalık birer özürdür. «Nasıl ki esah kavle göre cemaattan bazıları imamın yanında olurlarsa mekruh sayılmaz.» Bu cümle musannıfın: «İmamın yalnız başına yüksek yerde durması mekruhtur.» Sözünün muhterezidir. Yani musannıf o cümle ile bundan itiraz etmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Yalnız başına diye kayıtlaması yanında cemâattan bazıları bulunursa iş değiştiği içindir. Bu takdirde bazıları yine mekruh olur demişse de esah kavle göre mekruh değildir, Ekseriyetle şehirlerde ki müslüman camilerinde âdet böyle devam edegelmiştir. Muhit´te böyle denilmiştir. Bundan anlaşıldığına göre özürsüz bile olsa mekruh değildir, aksi takdirde üst tarafındakine dahil olur.

«Bir özür de öğretmek veya tebliğ için yüksek yere çıkmaktır.» Bu sözü Bahır sâhibi Hılye´ye tâbi olarak imam Şâfiî´nin mezhebi diye rivayet etmiş; ve imam- A´zam´dan da bir rivâyet olduğunu söyleyenler vardır.» demiştir.

Ben derim ki: Lakin Mi´racta şu ibâre vardır: «Şâfiî rahimellah da bizim kavlimizle amel etmiştir. Ancak imam cemâata namazı öğretmek ister yahud cemaattan biri imamın sesini cemâata tebliğ etmeyi dilerse o zaman bize göre mekruh olmaz.» Bundan anlaşılır ki, imamın yüksek bir yerde özürsüz durması nasıl mekruh ise cemâattan birinin de yalnız durması mekruhtur. Velev ki imamla birlikte bir taife bulunsun.

Fukahadan: «Bizim zamanımızda bunun terki evlâdır.» diyen kınye sahibidir. Ve bu sözü bazı kitablara nisbet ederek şöyle demiştir: «Bir kimse cemâata gelirde safta yer bulamazsa bazıları bunun yalnız başına duracağını ve mazur sayılacağını söylemişlerdir. Bazıları saftan birini yanına çekip onun yanı başına duracağını bildirmişlerdir. Esah olan kavil Hişam´ın imam Muhammed´den rivâyetidir ki, O da rükûa kadar beklemektir. Bu arada yeri gelirse ne alâ! Yoksa yanına saftan birini çeker; yahud safa girer.» Bundan sonra kınye sâhibi şöyle demiştir: «Bizim zamanımızda yalnız durmak evladır. Çünkü avam tabakası ekseriyetle câhildir. Çekerse namazı bozulur.» Hazâin sahibi de şöyle demiştir: «Ben derim ki: Bu iş başına gelene bırakılmalıdır. Eğer dininden veya sadakatinden dolayı rahatsız olmayan birini görürse onu sıkıştırır. Yahud bilen birini görürse yanına çeker. Aksi takdirde yalnız durur.» Bu güzel bir yatıştırmadır. İbn Vehbân manzumesinin şerhinde bunu tercih etmiştir.

«Onun içinde bahır´da: Yalnız başına durmak mekruhtur. Meğer ki safta yer bulamamış ola!, denilmiş; softan birini çekmekten bahis edilmemiştir.

Üzerinde canlı resimleri bulunan elbise giymek de mekruhtur. İleride cansız resimlerinin mekruh olmadığı gelecektir. Kuhıstâni diyor ki: «Bu söz baş resminin mekruh olmadığını gösterir. Ama bu ihtilaflıdır. Nitekim böyle bir elbiseyi edinmenin câiz olup olmadığı da ihtilaflıdır. Muhit´te böyle denilmiştir. Bahır sahibi, «Hulâsa´da bildirildiğine göre elbisede resim bulundurmak mekruhtur; içinde namaz kılsın kılmasın fark etmez.» diyor. Bu kerahet kerahet tahrimiyedir. Nevevî´nin Müslim şerhindeki sözünden anlaşılan, hayvan suretinin haram olduğuna icma bulunmasıdır. Nevevî şöyle demiştir: «Hayvan suretini ister sanatı olduğu için yapsın: ister başka bir sebeble yapsın müsavidir. Resim yapmak her halde haramdır. Çünkü bunda A L L A H talânın yaratmasına benzemek vardır. Resmin elbisede. yaygıda, parada. kapta, divarda ve başka yerde olması fark etmez.» Bahır´da kısaca şöyle denilmektedir: «İcmâ ile yahud mütevatir kati delil ile sâbit olmuşsa o halde mekruh değil haram olması gerekir.» Bahır sahibinin «gerekir.» demesi Hulâsa sahibinin mekruh adını vermesine itirazdır.

Ben derim ki: Lâkin Hulâsa sahibinin murâdı metinlerde açıklanan giymektir. Buna delil: Yine Hulâsa sâhibinin bundan sonra: «Ama namaz kılarken elinde bulunursa mekruh olmaz.» sözüdür. Nevevi´nin sözü resim yapmak hususundadır. Resim yapmanın haram olmasından o resimle namaz kılmanın da haram olması lazım gelmez. şu delil ileki: Resim yapmak haramdır. Velev ki para üzerindeki gibi külcük olsun. Yahud elinde veya gizli bir yerde veya tahkir edilir şekilde olsun. Halbuki bununla namaz kılmak haram değildir. Hatta mekruh bile sayılmaz. Çünkü resim yapmanın haram olmasına sebep AIIah´ın yaratmasına benzemektir. Bu illet söylediklerimizin her birinde mevcuttur. Resimle namaz kılmanın mekruh olmasının illeti ise hırıstiyanlara benzemektir. Bu söylediklerimizin hiç birinde yoktur. Nitekim gelecektir. Bu izahı ganimet bil!

METİN

Namaz kılanın başı üzerinde veya önünde yahud hizasında sağında solunda veya secde yerinde canlı resim bulunmak mekruhtur. Velev ki dayalı yastıkta olsun. Dayalı olmayan döşeli yastıktaki resim mekruh değildir. Canlı resmi arkasında bulunursa mekruh olup olmayacağında ihtilaf edilmiştir. En uygunu mekruh olmasıdır. Canlı resmi ayaklarının altında veya oturduğu yerde bulunursa mekruh değildir. Çünkü tahkir edilmiştir. Elinde veya yüzüğünün üzerine belli olmayacak şekilde nakş edilmiş bulunursa yine mekruh değildir.

Bahır´da: «Bunun ifâde ettiği mânâ, belli olacak şekilde ise mekruh olmasıdır. Kese, para çantası, perde ve başka bir elbise ile örtülen resim mekruh değildir.» denilmiş. Musannıf ta bunu kabul etmiştir.

Şumunni´nin ibâresi şöyledir: «Canlı resmi bedeninde bulunursa mekruh değildir. Çünkü elbisesiyle örtülmüştür.» Yahud resim küçük olup yere konulduğunda ayakta ona bakan bir kimse uzuvlarının ayrıntılarını seçemezse bunu Halebi söylemiştir- veya başı yahud yüzü kesik olursa yahud kesildiği takdirde hayvanın yaşayamayacağı bir uzvu imha edilmiş olursa kerahet yoktur.

İZAH

Namaz kılanın başı üzerindeki resimden murad tavana asılandır. Mi´rac. Resim divarda çizilmiş olsun, bir yere dayalı veya asılı olsun fark etmez. Nitekim Münye ve şerhinde beyan edilmiştir.

Ben derim ki: Anlaşılan Haç da canlı resmine mülhaktır. Velev ki canlı resmi olmasın. Çünkü bunda hırıstiyanlara benzemek vardır. Kötü şeylerde onlara benzemek kasten yapılmasa bile mekruhtur. Nitekim evvelce geçti.

Yere döşenmiş olan yastıktaki resim mekruh değildir. Hidâye´de şöyle deniliyor: «Suret yere konmuş yastıkta veya döşenmiş yaygıda olursa mekruh değildir. Çünkü üzerine basılıp çiğnenir. Ama dayanmış olursa böyle değildir. Çünkü bu ona ta´zim sayılır.»

Canlı resmi namaz kılanın arkasında bulunursa en uygun kavil mekruh olmasıdır. Ama keraheti en hafif olanı da budur. Çünkü bunda tazim ve benzeme yoktur. Miraç. Bahır´da bildirildiğine göre en şiddetli kerahet resmin namaz kılanın kıblesinde bulunmasıdır. Ondan sonra başının üzerinde, daha sonra sağında, sonra solunda divara asılı bulunan, en sonra arkasın da divarda veya perdede olan gelir.

Ben derim ki: Her halde arkasında bulunan resme, divar veya perdede bile olsa ta´zim edilmemesi onu arkasına almakla tahkir ettiği içindir. Bu asıldığı zaman ifâde ettiği ta´zime aykırı düşer. Döşenmiş yaygıda resim bulunur da üzerine secde edilmezse bunun hilafınadır. Çünkü bu her vecihle tahkir edilmiş sayılır. Bundan anlaşılır ki bütün bu meselelerde kerahetin illeti ya tazim yahud benzeyişidir. Aşağıda gelenler bunun hilâfınadır

Resim ayaklarının altında veya üzerine basılan yaygı ve yastıkta olursa mekruh değildir. Musannıf «resim elinde olursa» demiş; Şumunnî ise bunun yerine: «Resim bedeninde olursa» ifadesini kullanmıştır. Şarih bunu zikir etmekle musannıfın ibâresindeki eşkâle işâret etmiştir. Eşkal şudur: Resim elinde olursa ellerini yere koymaya mani olur. Ellerini yere koymak sünnettir. Elinde resim olmasa bile bu sünneti terk etmek mekruhtur. Resim olunca nasıl mekruh olmaz! Ancak resmi elinde tutmayıp eline asılı bulunduğu ve benzeri kast edilirse eşkâl ortadan kalkar. Münye şerhinde böyle denilmiştir. «Benzeri» kelimesiyle resmin eline çizilmiş olmasını anlatmak istemiştir. Mi´rac´da beyân olunduğuna göre elinde resimler bulunan kimsenin imamlığı mekruh değildir. Çünkü bunlar elbise ile örtülüdür. Belli olmazlar; ve yüzük taşındaki resim mesabesindedirler. Bu ibârenin bir misli de Bahır´da Muhit´ten nakl edilmiştir.

Öyle anlaşılıyor ki. resim döğme ile deriye zerk edilmiş olsa bile mekruh değildir. Bu onun pis olmadığını da ifâde eder. Nitekim necasetler bahsinin sonunda izah etmiştik. Oraya müracaat et;

Namaz kılan kimsenin kesesinde veya para çantasında üzerlerinde ufak resimler bulunan paralar olursa mekruh sayılmaz. Zira örtülmüşlerdir. Bahır. Bu sözün muktezâsı açıkta olurlarsa namazın mekruh olmasıdır. Halbuki ufak resimle namaz kılmak mekruh değildir. Nitekim gelecektir. Lâkin evde resim bulundurmak kerahet-i tenzihiye ile mekruhtur. Nehir. Resimli elbisenin üzerinde onu örten başka bir elbise bulunursa resim örtüldüğü için o elbise ile namaz kılmak mekruh değildir. Bahır.

Hizâne´de mekruh olan resmin tahdidi hususunda: «Suret kuş kadar olursa mekruhtur. Daha küçük olursa mekruh değildir.» denilmiştir. Başı kesilmiş resimle namaz kılmak mekruh değildir. Yani ister resim başsız çizilmiş olsun; ister sonradan koparılmış ve keza ister başın üzeri eser kalmamak şartıyle. ipliğe dikilmek ister boyanmak, kazınmak ve yıkanmak suretiyle yok edilsin hüküm budur. Çünkü başsız resme âdeten tapan yoktur. Ama baş hali üzere kalmak şartıyle bedenden bir ipliğe kesilirse kerahete aykırı değildir. Çünkü bazı kuşların boyunları doğuştan halkalı olur. Binaenaleyh iplikle resmi kesmek tahakkuk etmez. Resmin başla kayıtlanması kaş ve gözlerin giderilmesine itibar olmadığı içindir. Zira resme bunlarsız da tapılır. El ve ayakların kesilmesine de itibar yoktur. Bahır. Hâsılı canlının aslî rükünlerinden sayılan ve kesildiği zaman o canlı yaşamayan bir uzvu resimden silinirse onunla namaz kılmak mekruh değildir. Resimden canlının mesela: karnı oyulursa hüküm yine böyle midir? öyle anlaşılıyor ki açılan delik büyük olur da resme noksanlık verirse ayni hükümdedir. Noksanlık vermezse tam resim hükmündedir. Nitekim resme tutulup kapılmak için bir sopa yeri oyulur ve oyuncak suretlerde olduğu gibi bu sopa resimden ayrılmazsa tam resim hükmünde kalır.

METİN

Cansız eşya resimleri mekruh değildir. Çünkü bunlara tapılmaz. Cibril hadisi tahkir edilmeyen resimlere mahsustur. Nitekim bunu İbn Kemâl izah etmiştir. Paralar üzerindeki resimler sebebiyle rahmet meleklerinin girmemesi hususunda hadis uleması ihtilâf etmişlerdir, Kâdı İyâz bunların meleklerin girmesine mâni olmadığını. Nevevî ise mâni olduğunu söylemişlerdir. Namazda âyet ve sureleri. tesbîhleri el ile saymak mutlak surette tenzihen mekruhtur. Velev ki nâfile namazda olsun.

İZAH

Cansız eşya resimleri mekruh değildir. Çünkü biri İbn Abbas (r.a.)´a resim yapmanın hükmünü sormuş da İbn Abbas şu cevabı vermiştir: «Eğer mutlaka yapmak lazım geliyorsa hiç olmazsa ağaç ve cansız eşya resmi yap!» Bunu Buhari ile Müslim rivâyet etmişlerdir. Ağacın meyvelisi ile meyvasızı arasında fark yoktur. Mücâhid buna muhalefet etmiştir. Bahır. «Çünkü bunlara tapılmaz.» yani mezkür cansızlara tapılmaz. tapılmayınca benzeme de meydana gelmez. şâyed: «güneşe aya, yıldızlara ve yeşil ağaca tapanlar vardır.» denilirse şu cevabı veririz: Bunların suretlerine değil, aynilerine taparlar. Bu izaha göre bu eşyanın aynilerine karşı namaza durmak mekruh olur. Mirac. Yani bunlara ayniyle tapıldığı için mekruhtur. Suretleri yapılır da onlara karşı durulursa mekruh olmaz.

Cibril hadisinden murad: Hazreti Cibril´in Peygamber (s.a.v.)´e: «Biz içinde köpek ve suret bulunan eve girmeyiz.» Sözüdür. Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Bu bir itirazın cevabına işarettir. İtiraz şudur: «Yukarıda zikir edilenlerin mekruh olmasında kerahetin illeti namaz kılınan yere meleklerin girmemesi ise En kötü yer meleklerin girmediği yer olacağı vecihle suret hakir bile olsa mekruh olması icap eder. Çünkü Cibril aleyhisselâmın zikir ettiği suret kelimesi siyak-ı nefide vâki birnekredir. (olumsuzluk bildiren bir belirsiz isimdir.) binaenaleyh umumi mâna ifâde eder. Yok illet ibâdete benzeyiş ise o zaman mekruh olmamak gerekir. Meğer ki önünde veya başının üstünde ola!»

Cevap şudur: İllet birinci söylenendir. İkincisi kerahetin şiddetini bildirir. Şu kadar varki. mezkûr nassın umumi hakir olmayan resimlere mahsustur. Çünkü İbn Hibbân ile Nesâî´nin rivâyet ettikleri bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: «Cibril aleyhisselâm Peygamber (s.a.v.)´ın yanına girmek için izin istedi. O da gir! emrini verdi. Cibril: Nasıl gireyim, senin evinde resimli perde var. Şâyed bunu kullanmadan olmayacaksa bari başını kes; yahud o perdeyi parçalayarak yasdık veya yaygı yap!» dedi. Evet, buna şöyle itiraz olunabilir: Yaygının secde yerinde resim bulunursa yukarıda izah edildiğine göre mekruhtur. Halbuki, meleklerin girmesine mâni değildir. Bunda benzeme de yoktur. Çünkü putperestler bunun üzerine secde etmezler. Onu diker ve karşısına dürerler. Ancak şöyle denilirse iş değişir: «Bunda kıyâm ve rükû halinde o resimlere tapmak benzerliği ve üzerine secde ederse tazim vardır.» Bu izahat Hılye ve Bahır´dan kısaltılarak alınmıştır.

Ben derim ki: Ulemânın sözlerinden benim anladığıma göre illet Yâ ta´zim yahud benzemektir. Nitekim evvelce arz etmiştik. Resimler sağında, solunda veya secde yerinde ise tazim mânâsı daha umumidir. Zira hu halde benzemek değil. ta´zim vardır. Kendisinde hem ta´zim hem benzeme bulunan şey daha şiddetle mekruh olur. Bundan dolayıdır ki, yukarıda geçtiği vecihle mertebeleri birbirinden farklıdır. Cibril hadisi tazim ile ma´luldür. Bunun delili öteki hadis ve başkalarıdır. Binaenaleyh meleklerin girmemesi ancak resim tazım edildiği içindir. Namazın mekruh oluşunu tazimle illetlendirmek, meleklerin girmemesiyle ta´Iilden evlâdır. Çünkü ta´zim bazan ârizi olur. Meselâ: Resim yere döşenmiş bir yaygı üzerinde olursa hakirdir. Meleklerin girmesine mani değildir. Bununla beraber o yaygının üzerinde namaz kılar da resmin üzerine secde ederse mekruh olur. Çünkü böyle yapması resme ta´zimdir. Zâhire göre melekler bu ârızi fiilden dolayı girmekten çekinmezler.

Feth-ul-Kadir´de Attâp şerhinden naklen: «Resim arkasında veya ayaklarının altında olursa namaz mekruh değildir. Lâkin varid olan hadisten dolayı evde suret bulundurmak mekruh olduğu için mekruhtur.» denilmiştir. Bundan anlaşılan resim hakir bile olsa meleklerin girmemesi ve böyle resmi yere yayılan seccadelerde bulundurmanın mekruh olmasıdır ki, yukarıda geçtiği vecihle bu söz tahsis eden hadise aykırıdır. Şârihin içeriye girmeyen melekleri «rahmet melîkesi» diye kayıtlaması, hafaza melekleri insandan ancak cima halinde ve helâda iken ayrıldıkları içindir. Buhari şerhinde böyle denilmiştir. Hafaza meleklerinden kiramen kâtibin ile insani cinlerden koruyan meleklere şâmil bir mânâ kast edilmek lazımdır. Nehir. Namazda kıraat babından önce beyan ettiklerimize bak!

Kadı İyâz paraların üzerindeki resimler sebebiyle rahmet meleklerinin evlere girmekten çekinmediğini söylemiş: «hadisler tahsis edilmişlerdir.» demiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Bizim ulemamızın sözlerinden anlaşılan da budur. Zira bu sözün zâhirine göre namazda mekruh olmakyönünden bir tesiri olmayan şeyin yerinde bırakılması da mekruh değildir. Feth-ul-Kadir ve diğer kitablarda açıklanmıştır ki. evde küçük suret bulundurmak mekruh değildir.» Kadı İyâz: «rivâyete göre Ebu Hüreyre (r.a.)´ın yüzüğünde iki sinek resmi varmış.» demiştir. Küçük resim meleklerin girmesine mani olsa onu evde bulundurmak mekruh olurdu. Zira böyle bir ev yerlerin en kötüsü olurdu. Hakir resim de böyledir. Nitekim yukarıda geçti.Yukarı ki hadiste açıkca geçen: «yahud onu parçalayarak yasdık ve yaygı yap.» ifâdesinin mânâsı budur. Yukarıda Attâp şerhinden naklen söylenen sözün ise ne kıymette olduğunu gördün.

T E N B İ H : Bütün bu söylenenler sûreti edinmek hususundadır. yapmaya gelince: Mutlak surette câiz değildir; çünkü bu evvelce geçtiği vecihle Allah´ın yaratmasına benzemektir.

H A T İ M E : Nehir sahibi şunları söylemiştir: «Hulâsa´da bir kimsenin evinde sûret görenin onu yok etmesi caiz görülmüştür. Bunun vacip olması gerekir. Ressam kiralasa ona ücret yoktur, Zira yaptığı iş masiyettir. İmam Muhammed´den böyle rivayet olunmuştur. Bir kimse içinde resimler bulunan bir evi yıksa evin kıymetini resimler hâric olmak üzere öder.» Alış veriş bahsinin muhtelif meselelerinde metin ve şerh olarak şu ibâre gelecektir: «Çocuğu avutmak için bir kimse topraktan yapma elbise veya at alsa sahih olmaz. Onun kıymeti yoktur. Binaenaleyh itlâf eden ödemez.» Bazıları bunun hilâfını söylemişlerdir "Yani sahih olur; ve öder» demişlerdir. Kınye. El Müctebâ´nın haram bahsinin sonunda imam ebu Yusuf´tan naklen: «Oyuncak satmak ve çocukların onlarla oynaması câizdir.» denilmiştir.

«Namazda âyet ve sureleri. tesbihleri el ile saymak tenzihen mekruhtur.» keza bu sözü Bahır sahibi İbn Emîr Hacc´ın Hılye adlı eserine nisbet etmiş; sonra şunları söylemiştir: «Lâkin Nihâye´nin sözünden anlaşıldığına göre mubah değildir; bu keraheti tahrîmidir. Nehir sâhibi buna: «Kerahet tenzihiye mubah değildir.» Yani iki tarafı müsâvi değildir. Diye cevap vermiştir. Remlî buna itiraz ederek: «Ulema mubah değildir sözünü ekseriyetle haram veya kerahet tahrimiye ile mekruh mânâsında kullanırlar. Velev ki adı geçen de ıtlak edilsin.» demiştir.

Ben derim ki: Dürer sahibinin: «Ondan nehi olunduğu için» demesi bunu te´yid eder. Lâkin Dürer´in hâşiyesinde Nuh efendi: «Elimdeki kitaplarda ben bundan açıkça nehi eden bir delil bulamadım.» demektedir. Onun için başkaları ta´lil yaparken sâdece: «Çünkü bu namaz fiillerinden değildir.» demekle yetinmişlerdir. Bu babta hususi bir nehi bulunsa söylerlerdi. Evet, Hılye´de bildirildiğine göre isbehânî´nin rivâyet ettiği bir hadiste: «Rasûlüllah (s.a.v) farz namazda âyetleri saymayı yasak etti. Şübhada yani nâfilede buna ruhsat verdi.» denilmiştir. Lâkin Hılye sâhibi: «Bu hadis sabit ise nâfilede mekruh değildir. Sözü tercih edilir. Sâbit değilse, mutlak surette mekruh değildir sözü tercih edilir ve bunda kerahet tenzihiye murad olunur.» diyor. Sabit bir nehi olmadığına göre Nihâye´nin sözünü Nehir´deki beyanat ile te´vil lazım gelir. Onun için şarih onu tercih etmiştir. Tedebbür eyle!

Tesbihleri el ile saymak parmakla veya elindeki tesbih boncuklarını çekmekle olur. NitekimBahır´da böyle denilmiştir. «Velev ki nafile namazda olsun.» sözü ıtlakı beyândır. Zahir rivâyeye göre bu ulemamızın ittifakı iledir. Gayri zâhir rivâyede imameynden nakl edildiğine göre ise bunda bir beis yoktur. Bazıları buradaki hilâfın farzlarda olduğunu. nâfilelerde bilittifak kerahet olmadığını söylemişlerdir. «hilaf nâfilelerdedir, farzlarda mekruh olduğunda hilaf yoktur.» diyenler de vardır.

METİN

Namaz dışında ise mekruh değildir. Nasıl ki kalbi ile yahud parmak uçlarını yummakla saymak namazda da mekruh değildir. Tesbih namazı bâbında varid olan buna haml olunur.

Fer´i MESELELER: Riyâ için olmamak şartiyle tesbih edinmekte bir beis yoktur. Nitekim Bahır´da izâh olunmuştur. Eziyet vereceğinden korkarsa yılan ve akrep öldürmek mutlak surette mekruh değildir. Çünkü buradaki emir ibâha içindir. Öldürmek bizim menfaatimizedir. O halde ak yılanı öldürmemek evlâdır. Zira eziyet vereceğinden korkulur.

«Mutlak surette» ifâdesinden murad: En açık mânâsına göre velev ki amel-i kesir ile olsun mekruh değildir demektir. Lâkin Halebî bununla namazın bozulacağını sahih bulmuştur.

İZAH

Namaz dışında âyet ve sureleri ve tesbihleri el ile saymak mekruh değildir. Zahir rivâye budur. Esah olan kavil budur. Bazıları bunu mekruh saymışlardır. Nehir. Birinci kavlin (yanı mekruh olmadığının) delili Tirmizî´nin Yüseyre´den rivâyet ettiği şu hadistir.

Yüseyre : Bize Rasûlüllah (s.a.v.): Tesbih ve takdise dikkat edin! Onları parmak uçlarınızı yumarak sayın! çünkü bunlar sorguya çekilecek ve konuşturulacaklardır. Gâfil olmayın ki rahmeti unutmayasınız! buyurdu.» demiştir. Tamamı Hılye´dedir.

Nevevî «bu hadisin isnâdı güzeldir.» demiştir. Parmak uçlarını yummak hususunda Bahır´da şöyle denilmiştir: «Parmak uçlarını yummaya veya kalbden tesbih saymaya gelince: Bu bilittifak mekruh değildir. Dil ile saymak ise bılittifak namazı bozar.» Bazıları huşûu bozar diyerek kalbden tesbih saymanın mekruh olduğunu söylemişlerse de bunun söz götürdüğü açıktır. Nitekim Hılye´de beyân olunmuştur.

Riyâ olmamak şartiyle tesbih edinmekte bais yoktur. Tesbihin Arabçası misbaha yahud sübhadır. Sübhanın şeriatta meşhur olan mânâsı nâfile namazdır.

El Müğrip nâm eserde: «Çünkü nâfile namazda tesbih edilir.» denilmiştir. Tesbih edinmenin câiz olduğuna delil Ebû Davud, Tirmizî, Nesâî, İbn Hıbbân ve Hakim´in Said bin Ebi Vakkas´tan rivâyet ettikleri ve Hakim´in: «isnâdı sahihtir.» dediği şu hadistir: «Said bin Ebi Vakkas´ı Rasûlüllah (s.a.v.) ile birlikte bir kadının yanına girmiş. Kadının önünde çekirdekler veya çakıl taşları varmış. Bunlarla tesbih çekiyormuş. Rasûlüllah (s.â.v.): Sana bundan daha kolayını yahud daha faziletlisini söyleyeyim, buyurmuş ve: Subhanellah: adede ma haleka fis-semâi. Ve subhanellahi adede mahaleka fil´erdi. Ve Subhanellahi adeda ma beyne zâlik. Ve Subhanellahi adede mâ hüve hâlik. Vel hamdülillahi misle zâlik. Vellâhu ekber misle zolik. Velâ ilâhe illellah misle zâlikvelâ hâvle velâ kuvvete İllâ billâh misle zâlik demiştir.» .

Gökte yaratılanların sayısınca Allah´ı tenzih ederim. Yerde yaratılanların sayısınca Allah´ı tenzihederim. Yerle göklerin arasındakilerin sayısınca Allah´ı tenzih ederim. Allah´ı yarattıklarının sayısınca tenzih ederim. Bir bu kadarda Allah´a hamd eder; bir bu kadar da Allah´a ekber derim. Bir misli de Allah´dan başka ilah yoktur. Bir misli de kuvvet ve kudret ancak Allah ile olur, derim.

Yani kadını tesbih çekmekten nehiy etmemiş: sâdece ona daha kolayını veya dâha efdalini göstermiştir. Mekruh olsa elbet de nehiy buyururdu. Tesbih çekmek de bu hadisin ifâde ettiğinden fazla bir şey ifade etmez. Yalnız çekirdeklerin ipliğe dizilmesi kalır. Böyle bir şeyin ise men etmek için bir tesiri yoktur. Gerçekten tesbih yapmak ve tesbih çekmek sofiyeden ve başkalarından nakl edilmiştir. Ancak buna bir riyâ ve gösteriş terettüp ederse o zaman bir diyeceğimiz yoktur. Bu hadisî şerif dahi bu hususi zikrin mücerret zikirden efdal olduğuna delalet etmektedir. Velev ki birazcık tekrar etmiş olsun. Hılye ve Bahır´da böyle denilmiştir.

Yılan ve Akrep öldürmenin mekruh olmadığına delil Buhari vs Müslim´in rivâyet ettikleri: «Namazda iki siyahi yani yılanla akrebi öldürün!» hadisidir. Nehir. bit ve pire öldürme meselesi ise, aşağıda gelecektir. Yılan ve akrebin eziyet vermesinden korkulmazsa öldürülmeleri mekruh olur. Nihaye.

Bahır´da Hılye´den naklen: «Akrebi sol ayakkabı ile öldürmek mümkün ise onunla öldürmek müstehabtır. Zira ebu Davud hadisi bu şekilde rivayet edilmiştir. Yılanda ona kıyas olunur» denilmiştir.

«Çünkü buradaki emir ibaha içindir» ifadesi «Öldürülmeleri emir edilmişken neden onları öldürmek müstehap olmasın?» sualine cevaptır. T. O halde ak yılanı öldürmemek evlâdır. Eziyet vereceğinden korkulan yılan dümdüz giden ak yılandır. Çünkü cinnidir. Rasûlüllah (s.a.v.) «Kar açizgili yılanla engerek yılanını öldürün! Ama sakın ak yılanı öldürmeyin! Çünkü o cinlerdendir» buyurmuştur. Nitekim Muhit´ta da böyle denilmiştir.

Tahavi diyor ki «Bunların hepsini öldürmekte beis yoktur. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ümmetinin evlerine girmemek için cinlerden söz almıştır. Girerlerse sözlerini bozmuş olurlar. Binaenaleyh zimmetleri kalmaz. Evla olan özür dileyip uyarmak ve «Allah´ın izniyle geri dön!» demektir söz dinlenmezse öldürülür»

Bahır´da bildirildiğine göre bu sözden murad: Namaz dışında uyarmaktır. Hılye sâhibi şunları söylemiştir. «Tahtavî´ye bir çok ulema muvafakat etmiştir. Bunların sonuncusu üstadımız (yani ibn Hümâm) dır. O şöyle demiştir: «Doğrusu öldürmenin helâl olduğu sübût bulmuştur. Ancak evlâ olan, üzerinde cin alâmeti olan yılanı öldürmemektir. Bu haram olduğu için değil, cinlerden gelecek bir zararı def etmek içindir.» «En açık mânâsına göre» tabirini imam Serahsi´de kullanmış: «çünkü bu namaz kılana veril bir ruhsattır. Binaenaleyh abdesti bozulduktan sonra yürümek gibidir.» demiştir. Bahır. Halebî ise namazın bozulacağını sahih bulmuş ve kemâl bin Hümâm´a tabi olarak şunları söylemiştir: «Anlaşıldığına göre hak olan bozulmasıdır. Öldürme emri namazın sahih olmasını, icap etmez. Nitekim korku namazında da öyledir. Belki böyle yerlerdeki emir yapılmasının mubah olduğunu bildirmek içindir. Velev ki namazı bozar olsun.» Hılye, Bahır ve nehir sâhipleriKemâl b. Humâm´ın sözünü nakil ile kabul etmişlerdir ve «Serahsî´nin sözünü Nihaye sahibi red etmiştir. Çünkü umumiyetle camii sağir şerhlerini ve Şeyh-ul-İslâm´ın Mebsut´unu rivâyet edenlerin kabul ettikleri amel-i kesir mubah değildir. Sözüne muhaliftir.» demişlerdir.

METİN

Oturan veya ayakta duran bir kimsenin sırtına karşı namaz kılmak mekruh değildir. Velev ki konuşur olsun. Ancak konuşması sebebiyle yanılmaktan korkulursa mekruh olur. Mushafa veya kılıca karşı namaz kılmak mutlak surette, mum ve kandile karşı yanar vaziyette ve keza yanan ateşe karşı kılmak mekruh değildir. Zira mecûsiler ancak kor halindeki ateşe taparlar. Yanan ateşe tapmazlar. Künye Üzerinde resimler bulunan yaygının resimlerine secde etmemek şartiyle üstünde namaz kılmak mekruh değildir. Sebebi evvelce geçti.

İZAH

Musannıfın «oturan kimsenin sırtına karşı» diye kayıtlaması yüzünden ihtiraz içindir. Çünkü evvelce geçtiği vecihle yüzüne karşı namaz kılmak mekruhtur. «Velev ki konuşur olsun.» İfadesi konuşmazsa evleviyetle mekruh olmadığına işarettir. Münye şerhinde beyân olunduğuna göre bu ifade ile «konuşanların ve keza uyuyanların huzurunda namaz kılmak mekruhtur.» diyenlerin sözü red edilmiştir. Rasûlüllah (s.a.v.)´den rivâyet olunan: «Uyuyan ve konuşan kimsenin arkasında namaz kılmayın!» hadisi zaiftir. Sahih rivâyetle nakl edilen bir hadiste hazreti Âişe (r.a.) şöyle demiştir:

«Rasûlüllah (s.a.v.) bütün gece namazlarını kılarken ben onunla kıble arasında bulunurdum. Vitir namazını kılacağı vakit beni uyandırır; Ben de vitiri kılardım.» Bu hadisi Buhari ile Müslim rivâyet etmişlerdir. Hadisi şerif Hazreti Âişe´nin Uykuda olmasını iktiza etmektedir. Gerçi Bezzar´ın Müsnedinde: «Rasûlüllah (s.a.v.): «Ben uyuyanlarla konuşanlara karşı namaz kılmaktan nehiy olundum» buyurmuştur. Deniliyorsa da o hadis sesle konuştukları ve bundan yanılır veya meşgul olur diye korkulduğu zamana haml edildiği gibi uyuyanlar hakkında da güldürecek bir hal zuhur edeceğinden korkulduğu zamana haml edilmiştir.

Mushafa veya kılıca karşı namaz kılmak mutlak surette mekruh değildir. Yani divarda asılı olsun olmasın câizdir. Musannıf bu sözü ile Kenz sâhibinin ve başkalarının «asılı mushaf veya kılıca karşı» demelerinin ihtirazı bir kayıt olmadığına işaret etmiştir.

Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Kerahet bulunmamasının vechi şudur: Bazı şeylere karşı namaz kılmanın mekruh olması onlara tapanlara benzemek olduğu içindir. Mushaf ile kılıca ise tapan kimse yoktur. Kitap ehlinin mushafa karşı dönmesi ona tapmak için değil, ondan okumak içindir. Ebû Hanife´ye göre okumak için dahi mushafa karşı durmak mekruhtur. Onun için asılı diye kayıtlanmıştır. Kılıcın harp âleti olması Allah Teâlâya niyaz haline münâsibtir. Çünkü niyaz ve dua hâli nefis ve şeytanla muharebe halidir. Bundan dolayı ona mihrab denilmiştir.»

Yanan mum ve kandile karşı namaz kılmak mekruh değildir. Gayet-ül-Beyan´da da bildirildiğine göre tercih edilen kavl mekruh olmamasıdır.

Mum ve kandiller iki tarafta olursa bilittifak mekruh olmaması icap eder. Nitekim ramazan gecelerinde âdet budur. Bahır. Yani bu imam hakkında böyledir. Ama cemâattan bunlara karşı duranlara kerahet vardır. Remli.

Şarihin: «Zira mecusiler ancak kor halinde ki ateşe taparlar.» sözü mum, kandil ve ateşin illetidir. T. Bu mesele Kınye´nin kerâhet bahsinde şu sözlerle beyan edilmiştir: «Sahih kavle göre önünde mum veya kandil varken onlara karşı namaz kılmak mekruh değildir. Çünkü bunlara kimse tapmaz. Mecûsiler kora taparlar; yanan ateşe tapmazlar. Hatta yanan ateşe karşı namaz kılmanın mekruh olmadığını söyleyenler bile vardır.» Bu ibâreden anlaşıldığına göre yanan ateşten murad: Alevi olandır. Lâkin İnâye´de: «Bazıları mum veya kandile karşı namaz kılmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Nitekim önünde ocak bulunur da içinde kor veya yanan ateş olursa hüküm budur. zâhirine bakılırsa yanan ateşte kerâhet bilittifaktır. Nitekim korda da öyledir.» Teemmül et! «Sebebi evvelce geçti;» yani bunlar hakir şeylerdir. H.

METİN

FER´İ MESELELER:
Elbisesine sımsıkı sarınmak. başını sarıp tepesini açık bırakmak, ağzını burnunu örtmek. şiddetle öksürmek ve özürsüz her amel kalil mekruhtur. Meselâ: Eziyet vermeden bit öldürmek her sünnet ve müstehabı terk etmek, kucağında çocuk taşımak böyledir. Bu babta varid olan hadis «şüphesiz namazda meşguliyet vardır.» Hadisiyle nesh edilmiştir.

İZAH

Elbisesine sımsıkı sarınmak elini çıkaracak yer bırakmamak şartiyle tepeden tırnağa ona bürünmekle olur. Bazıları gömleksiz olarak bir elbiseye sarınmaktır. demişlerdir. Zeyleî´nin beyanına göre bu Yahudîlerin piştemal sarınmasıdır. Ta´lilin zâhirinden buradaki nehyin kerahet-i tahrimiye ifâde ettiği anlaşılıyor. Nitekim benzerlerinde de öyle olduğu evvelce geçmişti.

Başını sarıp tepesini açmaya Arabça´da İ´ticar denir. Peygamber (s.av.) bunu yasak etmiştir. Bazılarına göre i´ticar sıcaktan veya soğuktan korunmak yahud büyüklenmek için sarığını boş örtüsü gibi sararak burnunu örtmektir. İmdâd.

Yukarıda geçen sebepten dolayı bunun keraheti dahi tahrimidir. Namazda ağzını burnunu örtmeye de Arabça´da telessüm denir. Zeyleî´nin beyânına göre bunu ateşe taparken mecûsiler yaparlarmış. Tahtavî Ebu-s´ Suud´dan bunun kerahet-ı tahrimiye ile mekruh olduğunu nakl etmiştir.

Özürsüz şiddetle öksürmenin hükmü bütün tafsilatında âdi öksürük gibidir. Nitekim Münye şerhinde beyân edilmiştir. Yani özürsüz olur da bundan iki veya daha fazla harf meydana gelirse namazı bozar. Bazı nushalarda bunun yerinde yüzük takınmaktan bahis edilmiştir. Bundan maksat namazda az bir fiil ile parmağına yüzük takmaktır. Namazda az fiil ile çok fiil arasındaki fark evvelce geçmişti.

Namazda bit öldürmek hususunda nehir sahibi şunları söylemiştir: «İmam A´zam´a göre bit öldürmek mekruhtur. imam Muhammed: Bence öldürmek daha eyidir. demiştir. Namaz kılan bunların hangisini yapsa beis yoktur. İhtimal imam A´zam´a kehlenin kanı eline veya elbisesine sıçramasın diye onu gömmeyi tercih etmiştir. Velev ki öldürmekte beis olmasın. Bu izahat bit veemsali fiilen eziyet verdiğine göredir. Eziyet vermezse fazlası şöyle dursun bili almak bile mekruhtur. Bütün bunlar mescid dışında olduğuna göredir. Mescid içinde ise eziyet vermek şartiyle öldürmekte beis yoktur. Mescid içinde biti yere gömmek veya başka bir suretle üzerinden atmak doğru değildir. Meğer ki namazdan çıktıktan sonra onu bulacağını aklı kesmiş olsun. Böylece imam A´zam´dan yukarıda nakl ettiğimiz: Mescidden başka bir yerde namaz kılarken biti yere gömer. Sözü ile yine ondan nakl edilen: Biti mescidde gömerse isâet etmiş olur. Sözünün arası bulunmuş olur.»

İmdâd nâm eserde Suyutî´nin Yenbûundan naklen şöyle denilmiştir: «İbn İmad´dan rivâyet edildiğine göre mescide ölü bit atmak haramdır, çünkü pistir. Diri atılırsa Malikilerin kitablarında hüküm yine böyledir. Zira hayvanı açlıkla azap etmektir. Pire böyle değildir. Çünkü o toprak yer. Bu izaha göre diri kehleyi mescidden başka bir yere atmak dahi haram olur. Bizim kitablarımızda açıklandığına göre Kehlenin derisini mescide atmak câiz değildir.»

Ben derim ki: Anlaşılan burada illet mescide saygı göstermektir. Yoksa mezhebimizde açıklandığına göre akar kanı olmayan bir hayvan suda ölürse onu pislemez.

Sünnet biri sünneti hüdâ diğeri sünneti zevâid olmak üzere iki kısımdır. Sünnet-i Hüdâdan murad: Sünnet-i müekkededir. Sünneti zevâid dahi müstehabtan başkadır. Müstehap mendûp olan şeydir. yahud müstehapla (mendûp da iki ayrı kısımdırlar. Bunlara do sünnet denildiği olmuştur. Biz bütün bunların tahkikini abdestin sünnetleri bahsinde yapmıştık. Bahır sahibi resimli yaygıdan bahis ederken şunları söylemiştir: «Hâsılı sünnet kuvvetli olan müekkede ise terkinin kerahet tahrimiye ile mekruh olması uzak görülmez. Sünnet-i gayri müekkede olursa onun terki keraheti tenzihiye ile mekruhtur. Müstehap veya menduba gelince: Onun terki hiç mekruh olmamak gerekir. Çünkü ulema: Kurban bayramı günü evvela kurbanından yemek müstehaptır. Ama başkasından yemekte mekruh değildir. demişlerdir. Şu halde müstehabı terk etmekten kerahetin sabit olması lazım gelmez Şu kadar var ki ulemanın: «Keraheti tenzihiye ile mekruhun yeri evlânın hilafıdır.» Sözleri müşkil kalır. Şübhesiz kı müstehabı terk etmek evlanın hilâfıdır.»

Ben derim ki: Lâkin bahır sahibi bayram namazı bahsinin kurban etinden yemek meselesinde müstehabı terk etmekten kerahetin sabit olması lazım gelmeyeceğini, zira bunun için mutlaka hususi delil gerektiğini açıklamıştır. Usul fıkıh kitaplarından tahrirde buna işaretle: «Evlânın hilâfı demek hakkında nehiy sigası bulunmayan demektir. Meselâ: Kuşluk namazını terk etmek böyledir. Kerahet tenzihiye ile mekruh bunun hilâfınadır» denilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki evlânın hilâfı umumi bir mana ifâde etmektedir. Her kerahati tenzihiye evlâdının hilâfıdır. Fakat aksi yoktur. Çünkü evlânın hilâfı bozan mekruh olmayabilir. Meselâ: Kuşluk namazını terk etmekte olduğu gibi hususi delil bulunmadığı zaman böyledir. Bu suretle anlaşılır ki, müstehabın terki evlânın hilâfına raci olmasından mekruh olması lazım gelmez. Mekruh ancak hususi bir nehiy ile sabit olur. Zira kerahet şer´î bir hükümdür. Onun mutlaka bir delili olması lazımdır. A L L A H U âlem.

Hacet yokken namazda çocuğu kucağa almak mekruhtur. Bu babta varid olan hadis nesh edilmiştir. Bu ifâde bir suale cevaptır. Suâl şudur:

Sahihaynda ve diğer hadis kitablarında hazreti ebû Katâde´den rivâyet olunduğuna göre Peygamber (s.a.v.) kızının kızı ümâme binti Zeyneb´i namazda kucağına alır; secde ettiği zaman bırakırmış, ayağa kalktığında tekrar kucağına alırmış. Şu halde namazda çocuğu kucağına almak nasıl mekruh olabilir?

Bu suale bir kaç vecihle cevap verilmiştir. Bunlardan biri şârihin verdiği cevaptır ki, o da nesh edilmiş olmasıdır. Fakat bu cevap red edilmiştir. Çünkü «şübhesiz namazda meşguliyet vardır.» Hadisi hicretten evvel vârid olmuştur. Ümame kıssası ise hicretten sonradır. (yani nesh iddiası doğru değildir.)

İkinci bir cevap Bedâyi´de zikir edilendir. Buna göre Peygamber (s.a.v.) çocuğu kucağına alması ihtiyaçtan dolayı idi. O anda çocuğa bakacak kimse yoktu. Mekruh sayılmaması bundan idi. Yahud bunun namazı bozmadığını fiilen göstermek için çocuğu kucağına almıştı hâcetten dolayı böyle bir şeyi zamanımızda bizden birinin yapması da mekruh olmaz. Ama hâcet yokken yaparsa mekruh olur.

Muhakkık ulemadan İbn Emîr Hâcc hılye nâm eserinde bu mesele üzerinde uzun uzadıya beyanatta bulunmuş; sonra şunları söylemiştir: «Rasûlüllah (s.a.v.)´in bunu yapması meşru olduğunu fiilen göstermek içindir. Doğrusu budur ki, Nevevî´nin de dediği gibi bundan dönülmez. Zira bazılarının bildirdiğine göre fiilen beyan kavlen beyandan daha kuvvetlidir. Rasûlüllah (s.a.v.) bunun câiz olduğunu fiilen beyân etmiştir. Bu beyânın zımnında şunlar da vardır.

İnsan temizdir. İçindeki pislik afv edilmiştir. Çünkü maderindedir. Çocukların elbise ve bedenleri pislikleri tahakkuk etmedikçe temizdirler. Namazda işlenen fiiller peşi peşine olmazsa namazı bozmazlar. «Az fiil hiç de bozmaz. ilh...» Tamamı Hılye´dedir.

T E T İ M M E : Bunlardan maada bazı mekruhlar daha vardır ki onları Münye ve Nur-ul-İzah sâhipleri ile başkaları zikir etmişlerdir. Bazıları şunlardır:

Kalbi meşgul edip huşuu bozacak ziynet, oyun, eğlence gibi şeylerin yanında namaz kılmak mekruhtur. Onun için canının çektiği bir yiyecek geldiğinde namaza durmak mekruh sayılmıştır. Hac bahsinde Kıran babından az önce gelecektir ki, namaz kılan kimsenin ayakkabı gibi eşyasını arkasına koymak mekruhtur. Çünkü kalbini meşgul eder. Mekruhlardan bazılarını da Hazâin sâhibi şöyle beyan etmiştir. «Namazda ağzını burnunu örtmek. namaza koşarak gitmek farz namazda özrü yokken duvara veya sopaya dayanmak mekruhtur. Esah kavle göre nâfile namazda mekruh değildir.

Rükua giderken ve rükudan doğrulurken ellerini kaldırmakda mekruhtur. Bunun namazı bozduğunu söyleyen olmuşsada bu kavil şâzdır. Kırâatı rukûda tamamlamak, kıyâm halinden başka yerlerde kur´an okumak, başını imamdan evvel secdeye koyup ondan önce kaldırmak, kabristan ve hamam gibi pis bilinen yerlerde namaz kılmak da mekruhtur. Ancak bir tarafını yıkayıp da orada kılarsa, kıldığı yerde sûret bulunmazsa yahud elbise çıkarılan yerde kılarsa veya kabristandanamaz kılmak için hazırlanmış bir yer bulunup içinde kabir ve pislik bulunmazsa namaz kılmakta bir beis yoktur. Nitekim Hâniye´de de böyle denilmiştir.» Bu bahsin tamamı namazın mekruh vakitleri bahsinde geçmişti. Kuhistâni´de bildirildiğine göre kabre doğru namaz kılmak mekruh değildir. Ancak tamâmen önünde bulunur da huşu ile kıldığı takdirde kabir gözüne ilişirse o zaman mekruh olur. Nitekim muzmeratın cenazeler bahsinde de böyle denilmiştir.

neslinur
Thu 25 March 2010, 06:50 pm GMT +0200
METİN

Yılan öldürmek, hayvanı kaçırmak, tencere taşmak, kendinin veya başkasının bir dirhem kıymetinde ki malı zayi olmak gibi sebeplerle namazı bozmak mubahtır. Büyük veya küçük abdest sıkıştırdığı için vaktin çıkacağından yahud cemâatı kaçıracağından korkmazsa ulemanın hilâfından çıkmak için namazı bozmak müstehabtır. Başı darda olan, boğulan ve yanan bir kimseyi kurtarmak için namazı bozmak vaciptir. Anne ve babasından birinin yardım dilemeksizin seslenmesi için ancak nâfile namaz bozulabilir. Anne ve babadan biri o kimsenin namazda olduğunu bilirse ona icabet etmemekte bir beis yoktur. Bilmezse icabet eder.

İZAH

Namazı bozmayı mubah kılan sebeplerle farz namaz dahi bozulabilir. Nitekim İmdâd nâm eserde beyan edilmiştir. Yılan öldürmekten murad amel-i kesir ile öldürmektir. Zira evvelce geçtiği vecihle bununla sahih kavle göre namaz bozulur. Hayvanın kaçması namazı bozmayı mubah kıldığı gibi sürüye kurt hücûm edeceğinden korkmak da mubah kılar. Bunu Nur-ul-İzah sahibi söylemiştir. Rahmetî´nin beyânına göre tencerenin taşması ondan sonra zikir edilen dirhem miktarı malın elden gitmesiyle mukayyettir. Bu hususta tenceredeki yemeğin kendine veya başkasına aid olması müsâvidir Dirhem miktarı hakkında mecma-ar-Rivâyet´te: «Çünkü daha azı ehemmiyetsizdir.

«Onun sebebiyle namaz bozulmaz.» denilmiştir. Lâkin Muhit´in kefâlet bahsinde şöyle denilmektedir: «Bir dânak (1/6 dirhem) sebebiyle insan hapis olunur Namazın bozulması ise evleviyette kalır.

Bu hüküm başkasının malı hakkındadır. Kendi malı ise namazı bozamaz. Esah olan her ikisinde bozmanın caiz olmasıdır.» Meselenin tamamı İmdât´tadır. Feth-ul-Kadir sahibi dirhemle takyidi tercih etmiştir.

Şârih büyük ve küçük abdest Sıkıştırdığı zaman namazı bozmanın müstehap olduğunu söylüyor. Mevahıb-ur-Rahman ile Nur-ul-İzah´da da böyle denilmiştir. Lâkin bu hüküm evvelce Hazâin´den ve Münye şerhinden nakl ettiklerimize muhaliftir. O kitablarda: «Eğer böyle ise yani kalbini namazdan meşgul eder ve huşuğuna mânı olursa bu takdirde namazı tamamlarsa günahkar olur. Çünkü keraheti tahrimiye ile edâ etmiş olur.» denilmektedir. Bunun muktezası ise namazı bozmanın müstehâp değil, vâcip olmasıdır. Yukarıda gecen: «Allah´a ve son güne imam eden bir kimseye küçük abdesti sıkıştırırken hafiflemedikçe namaz kılmak helâl olmaz.» Hadisi de buna delalet eder. Meğer ki buradaki meşgul etmeyen hale yorulmuş ola. Fakat zâhire göre bu namazı bozmaya cevaz teşkil edemez Sonra gördüm ki. Şurunbulâli burada olduğu gibi bozmanın mendûp olduğunusöyledikten sonra: «Hadisin hükmü bozmayı icap eder.» demiştir. Vaktin çıkacağından yahud cemâatı kaçıracağından korkmamak şartiyle ulemanın hilâfından çıkmak için namazı bozmak müstehabtır.

Bu hususta Hazâin´in ifâdesi şöyledir: «Namaza mâni olmayan pisliği gidermek için namazı bozmak müstehaptır. Çünkü ulemanın hilâfından çıkmak müstehaptır.» Buradaki, ifade daha umumidir. Zira yabancı bir kadının dokunması gibi şeylere de şâmildir. Vaktin çıkacağından veya cemâatı kaçıracağından korkmamak şartı bu meseleye aiddir. Büyük ve küçük abdest sıkıştırdığı vakit ise Münye şerhinden nakl ettiğimiz vecihle cemâatı kaçırsa bile namazı bozar. Doğrusu budur Nitekim dirhem miktarı pisliği yıkamak için de namazı bozar.

Başı darda olan bir kimse gerek namaz kılandan yardım istesin, gerekse kimseyi tayin etmeden imdat dilesin namaz kılanın kurtarmağa gücü yeterse namazı bozması vacibtir. Tahtavî´nin beyânına göre burada ki vacip tabirinden maksad farzdır. Âmânın kuyuya yuvarlanmasından korkmak da böyledir Kuyuya düşeceğine kanaat getirirse namazı bozması icap eder. İmdâd.

Anne ve babalardan murad ne kadar yukarıya gitseler bile usuldür bunlar yardım istemeksizin seslenirlerse forz namazı bozmak câiz değildir. Tahtavî: «Bu ibârenin zâhirine bakılırsa sâdece icâbet vacip olmadığı anlaşılır. Binâenaleyh mendûp ve câiz kalmasına mâni değildir.» diyor.

Ben derim ki: Lâkin Feth-ul-Kadir´den anlaşılan câiz olmamaktır. Nitekim İmdâd sahibide: «Yardım istemeksizin anne ve babasından birinin seslenmesi sebebiyle namazı bozmak câiz değildir. Çünkü namazı bozmak ancak bir zaruret dolayısıyle câiz olur.» diyerek bunu açıklamıştır. Tahtavî´de şunu söylemiştir: «Bu hüküm farz namaz hakkındadır. Nafile namazda bulunur da anne ve babası namazda olduğunu bildiği halde seslenirse icâbet etmemesinde bir beis yoktur. Namazda olduğunu bilmezse icâbet eder.»

Nâfile namazda ise ana baba yardım istemese bile seslenince namazı bozup icâbet etmek vacip olur. Çünkü Beni İsrâil´in âbidi, icâbeti terk ettiği için zem olunmuştur.

Peygamber (s.a.v.): «Fakih olsa annesine icâbet ederdi.» Mânâsında bir hadis söylemiştir. Bu hüküm namazda olduğunu bilmediğine göredir. Bilirse icabet vacip değildir; Lâkin evlâdır. Nitekim «Beis Yoktur.» ifâdesinden de bu anlaşılır ama şöyle denilebilir:

«Burada beis yoktur sözü, icabet etmezse beis vardır; ve âsillik olur. Mânâsı tevehhüm edilirse onu def etmek içindir: Binaenaleyh icabet evlâdır manasını ifâde etmez.;) Bu meselenin tamamı farza yetişmek bâbında gelecektir.

METİN

Helâda bile olsa avret yerini kıbleye çevirmek tahrimen mekruhtur. Esah kavle göre kıbleye arkasını dönmekde öyledir. Nitekim bâliğ bir kimsenin bir çocuğu kıbleye karşı çişine tutması ve kezâ uyurken veya başka bir halde ayaklarını kıbleye doğru kasden uzatmak da mekruhtur. Çünkü terbiyesizliktir. Bunu Molla Bâkir söylemiştir ayaklarını mushafa veya şer´i kitaplardan birine karşıuzatmak da mekruhtur. Meğer ki hizâsına gelen yerden yumsekte ola. Bu tâkdirde kerahet olmadığını Kemâl söylemiştir. Nitekim mescidin kapusunu kapamakta mekruhtur. Ancak eşyasının çalınacağından korkarsa mekruh değildir. Bununla fetva verilir. Mescidin üzerinde cinsi münasebette bulunmak, büyük ve küçük abdestini bozmak keraheti tahrimiye ile mekruhtur. Çünkü gök yüzüne kadar mesciddir. Özürsüz mescidi yol edinmek de mekruhtur Kınye sâhibi bunu âdet haline getirenin fâsik sayılacağını açıklamıştır

İZAH

Musannıf namazın içindeki mekruhları bitirince namaz dışında onun tabilerinden olan yerlerdeki mekruhların beyânına başlamıştır. Bahır.

Helâda bile olsa avret yerini kıbleye karşı çevirmek tahrimen mekruhtur. Delili, altı hadis kitabında tahric edilen şu hadistir:

«Helâya gittiğiniz vakit kıbleye önünüzü ve arkanızı dönmeyin! Lâkin doğuya veya batıya dönün!» bundan dolayıdır ki, iki rivâyetin esah olanına göre kıbleye arka dönmenin keraheti önünü dönmek gibidir. Bahır.

«Avret yerini kıbleye çevirmek» tabiri erkek ve kadına şâmildir. Anlaşılıyor ki kıbleden murad namazda olduğu gibi kıblenin bulunduğu taraftır. Yukarıda gecen hadisten anlaşılan da budur. «Avret yeri» diye kayıtlamak Şâfiilerin açıkladıklarını ifâde eder. Onlara göre bir kimse göğsü ile kıbleye dönerde avret yerini kıbleden çevirirse mekruh olmaz. Aksi bunun hilâfındadır. Nitekim istinca bahsinde arz etmiştik. Yine orada görmüştük ki mekruh olan büyük ve küçük abdest bozmak için kıbleye dönmektir. İstinca için dönmek tahrimen mekruh değildir. Nihâye´de bildirildiğine göre bir kimse kıbleye döndükten gafil olarak kazayı hâcete otururda sonra aklı başına gelirse beis yoktur. Lâkin kıbleden dönmeye imkan bulursa döner. Çünkü bu rahmetin muciblerindendir. Ama yapamazsa beis yoktur.

İstinca bahsinde ay ve güneşe karşı abdest bozmanında mekruh.olduğu geçmişti. Çünkü bunlar Allah´ın zâhir âyetlerindendir. Birde bunlarla birlikte melekler vardır. Nitekim Sirâc´da do böyle denilmiştir. Orada görmüştük ki, zâhire göre hususi nâs vârid olmadıkça bu babtaki kerâhet keraheti tenzihiyedir. Ve ayla güneşe karşı durmaktan maksat. bulundukları cihet veya ziyaları değil, kendileridir. Bütün bunlar orada geçmişti. Müracâat edebilirsin.

Bâliğ bir kimsenin çocuğu kıbleye karşı çişine tutmanın keraheti hakkında Tahtavî: «Zâhir olan kerahet tahrimiyedir.» demiştir. Çünkü çocuk bülûğa erdikten sonra fiili kendisine haram olacak bir şeyi ona yaptırmak bâliğ olan büyüklere haramdır. Onun içindir ki erkek çocuğa ipek elbise ve ziynet giydirmek. ona içki içirmek gibi şeyler babasına haramdır. Kıbleye ayak uzatmak meselesinde bir ayağın hükmüde iki ayak gibidir. Bu hususta çocuk da bâliğ hükmündedir. T.

«Kasten» tabirinden murad: Özür bulunmamaktır. Bir özürden dolayı veya unutarak uzatırsa kerahet yoktur. T. «Çünkü terbiyesizliktir.» ifâdesinden burada ki kerahetin tenzihi olduğu anlaşılıyor. Lâkin istinca bâbında Rahmetî´den naklen arz etmiştik ki, ileride görüleceği vecihle kıbleye karşı ayaklarını uzatan kimsenin şâhidliği kabul edilmez. Bu ise keraheti tahrimiye olmasınıiktiza eder. Kayıt edilmelidir.

«Meğer ki hizâsına gelen yerden yüksekte ola» ifâdesi mushafla şer´î kitablara mahsustur. Kıble ise yerden yedi kat göklere kadardır. Zâhirine bakılırsa buradaki yükseklik azda olsa kâfidir. T.

Ben derim ki: Yani örfen bir hizâda sayılmayacak kadardır. Bu uzaklık veya yakınlıkta birbirinden farklıdır. Zira uzakta az yüksek olmakla bir hizâda bulunmak ortadan kalkmaz. Zâhire bakılırsa çok uzakta mutlak surette kerahet yoktur.

Mescidin kapısını kapamak mekruhtur. Bu hususta Bahır´da şöyle denilmiştir: «Mekruh olması namaza mâni olmaya benzediğe içindir. Tealâ hazretleri: Allah´ın mescidlerinde isminin anılmasını men eden kimseden daha zâlim kim olabilir! buyurmuştur. Zamanımız müderrislerinden bazılarının mescidde ders okutmaya mâni olmasından cahilliği bununla anlaşılmıştır.» Meselenin tamamı Bahır´dadır. «Ancak eşyasının çalınacağından korkarsa mekruh değildir.» Bu ibâre «bizim zamanımızda» diye kayıtlamaktan daha güzeldir. (bazıları kayıtlamışlardır.) Çünkü meselenin esası zarar korkusudur. Zarar korkusu bizim zamanımızın bütün vakitlerinde sabit olursa namaz vakitlerinden maada her zaman mescidi kapamak mekruh olmaz. Hiç bir zaman için korku yoksa kapamakta mubah olmaz. Fetih ve İnâye´de de böyle denilmiştir. Mescidi kapamak hususunda tedbir mahalle halkına düşer. Çünkü mahalle halkı toplanarak birini mütevelli tayin ederlerse hâkım emir etmediği halde o kimse mütevelli olur. Bahır ve Nehir.

Mescidin üzerinde cinsi münasebette bulunmak keraheti tahrimiye ile mekruhtur. Fakat özürsüz mescid üzerinde yürümek Kâbe´den maada mescidlerde mekruh değildir. Çünkü ulema Kâbe´nin üzerinde namaz kılmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Sonra gördüm ki Kuhistânî mescidin üzerine çıkmanın mekruh olduğunu Müfid´den nakl etmiş! bundan mescidin üzerinde namaz kılmanın da mekruh olması lazım gelir.

«Çünkü gök yüzüne kadar mesciddir.» sözü ondan önce beyân olunan cinsi münâsebet ve abdest bozmanın mekruh olmasına illettir. Zeyleî diyor ki: «Onun içindir ki, mescidin üzerinde bulunan bir kimsenin mescid içindeki imama uyması câizdir. Elverir ki imâmdan ileriye geçmesin. Mescidin üzerine çıkmakla itikaf bozulmaz. Cünüb, hayz ve nifaslının mescidin üzerinde durmaları helâl değildir. Bir kimse şu hâneye girmeyeceğim diye yemin ederde o hanenin terasında durursa yemini bozulur.»

Mescidin üstü gök yüzüne kadar mescid olduğu gibi altıda yerin altına kadar mesciddir. Nitekim Birî´de beyan edilmiştir. Şimdi şu kalır: Vakıf mescidin altına helâ yaptırırsa caiz olur mu olmaz mı? Nitekim Dımeşk´de ki mahalletü´şşahın mescidinde vardır. Bunu açık olarak bir yerde görmedim. Evet kitabımızın vakıf bahsinde metin olarak gelecektir ki. Vâkıf mescidin altına mescidin yararları için mahzen yaptırsa câiz olur.

Mescidi yol edinmek» ifâdesinde bir veya iki defa geçmekle fâsik olmayacağına işâret vardır. Onun için kınye´de «geçmeyi âdet edinirse» denilmiştir. Nehir. Kınye´de şöyle deniliyor: «Bir kimse mescide girerde ortasına vardığında pişman olursa bazılarına göre girdiği kapıdan çıkmaz; başkakapıdan çıkar. Bazıları: namazını kılar; sonra çıkmakta muhayyer dır. demişlerdir. Abdesti yoksa işlediği sucu yok etmek için girdiği kapıdan çıkar. Diyenlerde olmuştur.» Bir özürden dolayı olursa mescidden geçmek caizdir. Ve her gün bir defo tahiyye mescid namazı kılar. Bunu Bahır sâhibi Hulâsa´dan nakl etmiştir. Yani mescide girmesi tekrar ederse bir defa tahiyye namazı kâfidir

METİN

Mescide pislik sokmak mekruhtur. Bu izaha göre mescidde pis yağ don kandil yakmak, pis çamurla sıvamak, küçük abdest bozmak. velev ki kop içine olsun kan aldırmak câiz değildir. Çocuklarla deliler çok pislik yaparlarsa kendilerini mescide sokmak haramdır. Aksi takdirde mekruh olmakla kalır.

Mescide giren kimsenin ayakkabılarına ve mestlerine dikkat etmesi gerekir. Bunlar ayağında iken namaz kılmak efdaldir. Bu söylenenler, içinde mescid bulunan bir evin üzerinde hatta içinde mekruh değildirler. Çünkü orası şer´an mescid değildir. Cenâze ve bayram namazı kılmak için yapılan namazgah imama uymanın caiz olması. hakkında mesciddir. Velev ki saflar birbirinden ayrılsın. Bu cemaata kolaylık olmak içindir. Başka bir şey hakkında mescid değildir. Nihâye´de bildirildiğine göre fetva bununla verilir. Binaenaleyh böyle bir namazgâha cünüb ve hayızlı kimselerin gir meleri helâldir. Orası mescid avlusu. tekke, medrese havz ve pazar mescidi gibidir. Yol ağzında ki mescid böyle değildir.

İZAH

Mescide pislik sokmak mekruhtur. Bu hususta Eşbah´da: «Pisleyeceğinden korkulan necaseti mescide sokmak mekruhtur.» denilmiştir. Bunun ifâde ettiği mânâ, pislik kuru olursa kerahet bulunmamaktır. Lâkin Fetevay-ı Hindiye´de bildirildiğine göre bedeninde pislik bulunan kimse mescide giremez.

Şârih´in «bu izâha göre» ifâdesini ziyade etmesi «pis yağdan kandil i!h...» sözleri eski ulemanın kitablarında açıklanmadığına işaret içindir. Bu hükmü ulemanın «mescide pislik sokmak câiz değildir.» Sözüne bina ederek allâme Kâsım vermiştir. Bununla allâme Kâsım ulemanın «pis yağdan kandil olur.» Sözlerini kayıtlamıştır, Nitekim Bahır´da beyân olunmuştur.

Pis çamurla mescidi sıvamak câiz değildir. Bu hususta Fetevâyı Hindiye´de şöyle denilmektedir: «Pis su ile karılan çamurla mescidi sıvamak mekruhtur. Fışkı ile karıştırmak bunun hilâfınadır. Çünkü bunda zaruret vardır. O da maksadın ancak bununla hâsıl olmasıdır. Sirâciye´de böyle denilmiştir.

Kan aldırmak meselesini Eşbah sahibi inceleyerek şöyle demiştir: «Kop içinde kan aldırmaya gelince: bunu bir yerde görmedim. Ama fark olmaması gerekir. Yani kan aldırmakla sidik orasında fark yoktur. Mescidde yellenmekde câiz değildir. Nitekim Eşbah´da beyan edilmiştir. Selef ulema bunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları beis olmadığını söylemiş: bir takımları: «Yellenmeğe ihtiyaç duyduğu vakit mescidden çıkar.» demişlerdir. Hamavî´nin Camii Sağir şerhinden nakline göre esaholanda budur.

Çocuklarla delileri mescide sokmamanın haram olması. Münzirî´nin rivâyet ettiği şu merfû hadisle sabittir: «Mescidlerinizi çocuklarınızdan, delilerinizden, alış verişinizden, gürültünüzden, kılıç kuşanmanızdan ve şer´i cezalarınızı tatbikten uzak tutun! Cuma günlerinde onları buhurlayın! kapılarına (matara)lar koyun!» Burada ki haramdan murad: Keraheti tahrimiyedir. Zira delili zannidir. Teâlâ hazretlerinin: «Evimi tavaf edenler için temizleyin diye emir ettik» âyeti kerimesine gelince: Burada temizlikten murad şirk amelleri olması muhtemeldir. Bu izâha göre «mekruhtur» Sözünden maksad keraheti tenzihiye olur.

Temiz ayakkabı ve mestle namaz kılmak yalın ayak kılmaktan efdaldir. bunun sebebi Yahudilere muhalefette bulunmaktır. Tatarhaniye. Bir hadisi şerifte: «Ayakkabılarınızla namaz kılın; Yahudilere benzemeyin!» buyurulmuştur. Bu hadisi Taberâni rivâyet etmiştir. Nitekim Cami-i sağir´de dahi sahih olduğuna işâret edilerek rivâyet olunmuştur. Bir çok Hanbelî imamları bu hadisten alarak ayakkabı ile namaz kılmanın sünnet olduğunu söylemişlerdir. Velev ki ayakkabılarla sokaklarda yürümüş olsun. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ve eshâbı kiramı Medine sokaklarında ayakkabı ile dolaşır; sonra onlarla namaz kılarlardı.

Ben derim ki: Lâkin ayakkabılarıyla mescidin halılarını kirletmekten korkarsa temiz bile olsalar onları çıkarmak gerekir. Peygamberimizin mescidi onun zamanında çakıl ile döşeli idi. Şimdi öyle değildir. İhtimal Umdet-ül-Müftîde «ayakkabıyla mescide girmek edebsizliktir.» denilmesi buna haml edilir.

«Bu söylenenler yani cinsi münasebet, büyük ve küçük abdest bozmak» içinde mescid bulunan bir evin üzerinde hatta içinde mekruh değildirler. Evin mescidi, mihrab yapılarak sünnet ve nâfile namazlar için tahsis edilen temizlenip kokulanan yerdir. Bu her müslümana menduptur. Nitekim Kirmâni ve başka kitablarda beyân edilmiştir. Böyle bir yerde abdest bozmak, içinde mushaf bulunan bir evin üzerinde bevl etmek gibidir. Ve mekruh değildir. Nitekim Cami Burhanı ve Mi´rac´da da böyle denilmiştir.

«Nihâye´de bildirildiğine göre fetva bununla verilir.» Nihaye´nin ibâresi şudur: «Fetva için tercih edilen kavil, bunun imama uymanın câiz olması hakkında mescid olmasıdır. ilh...» Lâkın Bahır´da şöyle denilmiştir. «Bunun zâhirine göre burada burada cinsi münasebet, küçük ve büyük abdest bozmak câizdir. Fakat bu sözün sakatlığı meydandadır. Çünkü evi yapan onu bunun için yapmamıştır. Binaenaleyh câiz olmamak icap eder. Velev ki biz mescid olmadığına hüküm edelim. Bunun fâidesi ancak kalan hükümlerde belli olur. Ve cünüp, hayızlı kimselerin girmesi helâl olur.»

Bu muhtar kavlin mukâbili Muhit sahibinin cenaze namazgâhında sahih kabul ettiği şu sözdür: «Namazgaha asla mescid hükmü verilemez.» Birde Tâc-ış-Şeria´nın sahih kabul ettiği «bayram namazgâhı sâir mescidler hükmündedir.» Sözüdür. Meselenin tamamı Şurunbilâliye´dedir. «Mescid avlusu» Mescide bitişik olup mescidle aralarında yol olmayan yerdir.

Zikir edilen hususatta yanı imama uymanın, cünüp ve emsalinin girmeleri câiz olmasında bu yer cenaze ve bayram namazgahı gibidir. Nitekim münye şerhinin sonunda beyân edilmiştir.

T E K K E : Sofiyenin fakirleri için yapılan meskendir. Buna ribata ve hankah da derler.

M E D R E S E : Talebenin yaşaması için yapılan yerdir. Medresenin müderrisi ve dershanesi vardır. Lâkin içinde mescidi bulunursa o mescidin hükmü sair mescidler gibidir. Kınye nâm kitabın vakıf bahsinde: «Medreselerde ki mescidler hakiki mescidlerdir. Zira onlarda namaz kılmaktan insanlar men olunmazlar. Medrese kapansa bile orada yaşayanlar mescidde cemâat olurlar.» denilmektedir.

Hâniye´de de şu ibâre vardır: «Bir hânenin içinde mescid bulunurda orada oturanlar, cemâatı mescidde namaz kılmaktan men etmezler ve hâne kapandığı takdirde kendileri mescidde cemâat olurlarsa o mescid cemâat mescididir. Alış verişin ve girmenin haram olması gibi sâir mescidlere verilen hükümler buna da verilir. Aksi takdirde cemâat mescidi olamaz. Velev ki içinde namaz kılmaktan kimseyi men etmesinler.»

Havz mescidinden murad: Havzın yanına yapılan sedirdir. O havzdan abdest alan kimse orada namaz kılar. H.

Pazar mescidi de çıkmaz sokaklara namaz kılmak için yapılan sedirlerdir. H. Tâcirlerin hanlarında yapılan sedirler bu kabildendir. Fakat yol ağızlarında ki mescidler bu hükûmde değildir.

Münye şerhinin sonlarında şöyle denilmektedir: «Yol ağızlarında ki sıradan cemâatı olmayan mescidler hakiki mescidler hükmündedirler. Yalnız içlerinde itikâfa girilmez.»

METİN

Mescidin mihrabından başka yerlerini kireç ve altun suyu ile kendi helâl malından nakışlamakta beis yoktur. Mihrabını nakışlamak mekruhtur. Çünkü namaz kılanı meşgul eder. İnce nakışlara ve benzerlerine özenmek bilhassa kıble divarında mekruhtur. Bunu Halebî söylemiştir. Müstebâ´nın haram bahsinde: «Bazıları mihrabta mekruhtur; tavanda ve arka taraflarda mekruh değildir. demişlerdir.» İbâresi vardır. Bu ta´lilin zâhirine bakılırsa mihrabtan murad kıble divarıdır. Bellenmelidir. Vakıf malı ile nakış câiz değildir; çünkü haramdır. Mütevelli nakış veya kireçle badana yaparsa öder. Ancak zâlimlerin tamaından korkulursa nakışlamakta beis yoktur. Kâfi. Ve ancak binâyı sağlamlaştırmak veya vâkif da öyle yaptığı için yapmış olursa câizdir. Çünkü halk: «Bu adam vakfı eski şekli ile tamir ediyor.» derler. Tamamı Bahırdadır.

İZAH

«Beis yoktur» tâbirinde Şems-ül-eimme´nin dediği gibi sevap olmadığına işâret vardır. O işi yapana başa baş kurtulmak yeter.

Nihâye´de dahi: «Çünkü beis yoktur sözü, müstehap (olan bu değil) başkası olduğuna delildir. Zira beis şiddet mânâsınadır.» denilmiştir. Onun için Hindiye´nin haram bahsinde muzmerattan naklen: «Fukaraya sarf etmek efdaldir. Fetvâ buna göredir.» denilmektedir.

Bazıları nakışın mekruh olduğunu söylemişlerdir. Çünkü (s.a.v.): «şübhesiz kıyâmet alametlerinden biride mescidlerin ziynetlenmesidir. ilh...» buyurmuştur. Bir takımları da müstehap olduğunu söylemişlerdir. Zira bunda mescide ta´zim vardır. Nakışın namaz kılanı meşgul etmesihuşûunu bozmakla olur. Secde yerine bakması gerekirken nakşa bakar. Halbuki Bedâyi´de namazın müstehapları bâbında açıklandığına göre namazda huşûu ve tevâzuu gerekir. namaz kılan nihâyet secde edeceği yere bakmalıdır. Kezâ Eşbah´da beyân edildiğine göre namazda huşuu müstehabtır. Bundan anlaşılıyor ki burada ki kerahet. kerahet tenzihiyedir. Anla!

Şârihin «özenmek mekruhtur.» Sözü metinde ki «nakışlamakta beis yoktur.» ifadesini tahsis etmektedir. Onun için Feth ul-kadir´de: «Bize göre bunda beis yoktur. Kerahetin haml edildiği yer ince nakışlara ve benzerlerine bilhassa mihrabta özenmektir.» denilmiştir. İnce nakışın benzerleri kıymetli ağaçlar kullanmak ve üstübeçle beyazlatmak gibi şeylerdir. T.

«Bu ta´lilin» yani çünkü namaz kılanı meşgul eder. Demesinin zâhirine bakılırsa mihrabtan murad kıble divarıdır. Çünkü meşgul etme yalnız imama mahsus değildir. O safta bulunanların hepsini meşgul eder. Bundan dolayı fetevâi Hindiye´de:. «Bazı ulemamız mihrabı ve kıble divarını nakışlamayı mekruh görmüşlerdir. Çünkü namaz kılanın kalbini meşgul eder.» denilmiştir. Bu söz sağ ve sol divar hakkında da söylenebilir. Zira onlar da yakında olanları meşgul ederler.

Mescidi helâl olmayan mal ile nakışlamak mekruhtur. Tac-iş-şeria bu babta şöyle demektedir: «Ama bir kimse nakış için haram mal yahud sebebi haramla helâl karışık mal harcarsa mekruh olur. Çünkü A L L A H Teâlâ helâlden başkasını kabul etmez. Binaenaleyh onun evini kabul etmeyeceği bir şeyle kirletmek mekruh olur.» Şurunbulâli´ye. «Ancak zâlimlerin tamaından korkulursa nakışlamakta beis yoktur» Zâlimlerin tamaından korkmak elinde mescide ait malların toplanması ve mescidin tâmire ihtiyacı olmamasiyledir. (Zalimler bu mala göz dikebilirler) böyle olmasa öder. Nitekim Kuhistânî´de Nihâye´den naklen beyân edilmiştir. «Tamamı Bahır´dadır.» Bahır´da şöyle denilmiştir: «Ulemanın mescidle kayıtlamaları. mescidden başkası ödeme icap ettiği içindir. Meğer ki gelir için hazırlamış olup ücret onunla artmış ola. Bu takdirde beis yoktur. Ulema mescid den içini kast etmişlerdir. Bu dışını ziynetlemenin mekruh olduğunu ifâde eder. Vakfın malından bunun mütevelliye mutlak surette caiz olmadığında şübhe yoktur. Çünkü bunda bir fayda yoktur. Bâhusus zamanımızda gördüğümüz gibi bununla hisse sahipleri mahrum edilmek istenirse aslâ fayda yoktur

neslinur
Fri 26 March 2010, 04:02 pm GMT +0200
METİN

FER´İ MESELELER:
Dünyada en fazîletli mescid Mekke´nin sonra Medîne´nin, sonra Kudüs´ün sonra Kubâ´nın mescididir. Bundan sonra sıra ile en önce yapılan ondan sonra en büyük olan, daha sonra en yakın olan gelir. Bir kimsenin hocasının ders okuttuğu mescide ders veya hadis dinlemek için gitmesi bilittifak efdaldir. Mahallesinin mescidi de büyük camiden efdaldir. Sahih kavle göre Medine´nin mescidine katılan kısım ona fazîlet hususununda katılır. Evet, ilk yapılan kısmı aramak evlâdır. Molla AIînin Lübab-ül-Menâsik adlı eserinde beyân ettiğine göre ilk yapılan kısmı yüze yüz arşındır.

İZAH

Allâme Ahmed bin Ammad´ın teshil-ül-makâsıd adlı eserinde bildirildiğine göre yeryüzünde enfazîletli mescid Kâbe´dir. Çünkü Kâbe insanların ibadeti için binâ edilen ilk evdir. Sonra onu ihâta eden mescid gelir. Zira Mekke´nin en eski mescidi budur. Ondan sonra Medine´nin mescidi gelir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Benim şu mescidimde kılınan bir namaz başka mescidlerde kılınan bin namaza bedeldir. Bundan yalnız mescid-i Horam (Kâbe) müstesnâdır.» buyurmuştur. Burası kısaltılarak Hamavi´den alınmıştır. Bîrî´de beyân olunduğuna göre mezkûr katlamanın sahibi olan mescid-i haramdan murad ne olduğu hususunda ihtilâf edilmiştir. Bazıları haremin topraklarıdır. demiş; bir takımları Kâbe ve Hicir´dir; bazıları da Kâbe ve etrafı mesciddir demişlerdir. Nevevî kesin olarak bunu kabul etmiş ve: «Zahir olan budur.» demiştir. Şeyh Veliy yiddinin Irâkî: «Bu katlama Rasûlüllah (s.a.v.) zamanındaki mescide mahsus değildir. Belki mescid-i Haram´a yapılan bütün ilâvelere şâmildir. Hatta ulemamızca meşhur olduğuna göre bütün Mekke´ye ve hatta avı haram olan bütün haremine şâmildir. Nitekim Nevevî bunu sahihlemiştir.» diyor. Bu ifâde kısaltılarak alınmıştır.

T E N B İ H : Bu sevap katlaması farz namazlara mahsustur. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Birinizin evinde kıldığı namaz benim şu mescidimde ki namazından efdaldir. Ancak farz namaz müstesnâ!» buyurmuştur. Böyle olmasa bu hadisle birinci hadis arasında çelişme olurdu. Mâlikilerden ibn-i-Rüşd el-kavâid nâmındaki eserinde bunu ebû Hanife´den böyle rivâyet etmiştir. Nitekim Gayet-üs-surûcî´den naklen Hılye´de de böyle denilmiştir. Tamamı oradadır.

Medîne´nin mescidinden sonra sıra Kudüs´teki mescidi Aksâya gelir. Çünkü insanların uzak yerlerden ziyaretine geldikleri üç mescidin biri odur. Onun sevâbının katlandığı da nassan bildirilmiştir. Daha sonra Kubâ mescidi gelir. Zira ilk gününden itibaren takva üzerine binâ edilen mescid odur. Bundan sonra sıra ile en önce yapılan daha sonra en büyük ûlan gelir. Ecnas´tan naklen Hılye´de böyle denilmiştir. Bahır´da ise Kudüs´teki mescidi Aksâdan sonra mahalle camileri, sonra mahalle mescidleri. daha sonra cadde mescidleri zikir edilmiş ve: «Çünkü bunlar rutbe itibariyle daha hafiftir. Zira cadde mescidlerinin mâlum imam ve müezzinleri bulunmazsa onlarda kimse itikâfa girmez. Daha sonra evlerin mescidleri gelir. Çünkü bunlarda kadınlardan başkasının itikâfı câiz değildir.» denilmiştir. Kuhistani´de beyân edildiğine göre cadde mescidlerinden murad: Kırlarda ovalarda yapılan ve tayinli imamı müezzini olmayan mescidlerdir.

Hâsılı Kudüs´ten sonra büyük cemâatları olan büyük camiler gelir. Bunlarında Kubâ mescidi gibi önce yapılanları efdaldir. Sonra daha büyük yani cemâatı daha çok olanlar gelir. Daha sonrada sıra ile daha yakınlar gelir. Münye şerhinin sonunda Ecnâs´ın ibâresi nakl edildikten sonra şöyle denilmiştir: «Sonra evvel yapılan efdaldir. Çünkü hükmen öne geçmiştir. Meğer ki yeni yapılan evine daha yakın ola. Bu daha fazîletlidir. Zira hem hakikaten hem hükmen öne geçmiştir. Vâkıat´ta´da böyle denilmiştir, Hâniye, Münyet-ül-müftü ve diğer kitablarda bildirildiğine göre önce yapılan mescid efdaldir. Öncelikte müsâvi olurlarsa yakın olan efdaldir. Bu iki hususta müsâvi olurlarda birinin cemâatı fazla ise namaza gidecek kimse kendisine uyulan bir fakih olduğutakdirde cemâatı az olan mescide gider. Tâki onun sebebiyle cemâatı çoğalsın. Böyle değilse muhayyerdir. Efdal olan, imamı daha fakih ve daha ehli takva olan mescidi tercih etmektir. Mahallesinin mescidi cemâatı azda olsa büyük cami´den efdaldir.

Velev ki büyüğünün cemâatı çok olsun.» İbâre kısaltılarak alınmıştır. Hasılı şudur: Önce yapılan mescidi yakın mescide tercih hususunda ihtilaf edilmiştir. Lâkin Hâniye´nin ibâresi: «Hânesinde mescid varsa daha evvel yapılan mescide gitmesi ilh...» şeklindedir. Bundan anlaşılıyor ki, bu tafsilât mahalle mescidi hakkındadır.

Hocasının ders okuttuğu mescide gitmek bilittifak efdaldir. Çünkü bunda hem namaz hem de ders dinleme fazileti vardır. T.

Mahalle mescidi büyük câmiden efdaldir. Bu hususta ki iki kavilden biri budur. Bu kavilleri kınye sahibi nakl etmiştir. İkinci kavil aksinedir. (yani cemâatı daha çok olan büyük cemi daha fazîletlidir.) Yukarıda görüldüğü vecihle kitabımızın burada tercih ettiği kavlı Münye şârihi kesinlikle kabul etmiştir. Musaffâ ve Hâniye sahipleri de ayni yolu takip etmişlerdir.

Hatta Hâniye´de: «Mahallesinin mescidinde müezzin yoksa oraya giderek ezan okur ve namaz kılar. Velev ki yalnız başına olsun, Çünkü mescidin o kimse üzerinde hakkı vardır. Onu öder.» denilmiştir.

Şârihin «sahih kavle göre ilh...» diyerek anlattığı meseleyi biz namazın şartları bâbında kıble bahsinden az evvel yeterince izah etmiştik. Oraya müracâat edebilirsin!

METİN


Mescidde dilenmek haram dilenciye para vermek ise mutlak surette mekruhtur. Bazıları cemâatın üzerinden adımlayarak geçerse mekruh olduğunu söylemişlerdir. Cami içinde kayıp arayıp sormak ve şiir okumak da mekruhtur. Yalnız içinde zikir bulunan şiir müstesnâdır. Yüksek sesle zikir yapmak da mekruhtur. Bu ancak fıkıh okuyanlara câizdir. Cami içinde abdest almak da mekruhtur. Meğer ki abdest almak için hazırlanmış bir yer olsun. Cami içersine ağaç dikmek de mekruhtur. Ancak su sızıntis.ını azaltmak gibi bir faydadan dolayı dikilebilir ve dikilen ağaç mescidin olur.

İZAH

Cami içersinde dilenciye para vermek mutlak surette mekruhtur. Bazıları cemâatın üzerinden adımlarsa mekruhtur. demişlerdir. Şârih haram helâl bahsinde yalnız bunu söylemekle yetinmiş ve: «Mescidde dilenen kimseye para vermek mekruhtur. Ancak cemâatın üzerinden adımlamazsa muhtar kavle göre mekruh olmaz. Çünkü hazreti Ali namazda iken yüzüğünü tasadduk etmiş; bunun üzerine ALLAH Teâlâ: Kendileri namazda iken zekâtı verirler. buyurarak onu medh ve senâda bulunmuştur.» demiştir. T. .

Hazreti Ali hâdisesi namazda dünya işi henüz câiz olduğu devirdedir. Sonra bu hüküm nesh edilmiştir.

Cami içinde kayıp mal arayıp sormak mekruhtur. Bir hadisi şerifte: «Mescidde birinin kayıp mal aradığını görürseniz, AIIah Teâlâ onu sona iade etmesin deyin!» buyurulmuştur.

Şiir okumakta mekruhtur. Bu hususta «ez-Zıyâ-ül-Mânevî» adlı kîtabta şöyle deniliyor: «Dilinâfetlerinden yirmincisi şiirdir. Peygamber (s.a.v)´e bu mesele sorulmuş da: Güzeli güzel, çirkîni çirkin olan bu sözdür. Cevabını vermiştir. Bunun mânâsı şudur: Şiir de nesir gibidir. Eyi olursa öğülür; kötü olursa zem edilir. Bedevilerin şiirini dinlemekte beis yoktur. Bundan murad:

Hata ve değişiklik yapmadan okunan şiirdir. Müslümanı hiciv etmek haramdır. Velev ki «onun hakkında Rasûlüllah (s.a.v.): Birinizin içi şiirle dolacağına irinle dolsun daha eyidir.» buyurmuştur. diyerek yapılsın!

Şiirin, vaaz, hikmet, Allah´ın nimetlerini hatırlatma ve takva sahiplerinin vasıflarından bahis edeni güzeldir. Binâ kalıntılarından, zamanlardan ve milletlerden bahs edeni mubah; hiciv ve rezaletten bahis edeni haram; Güzel yüzden, servi boydan ve saçdan bahs edeni mekruhtur. Eb-ul-Leys Semerkandî bunu böyle anlatmıştır. Başına çeşitli haller geldikçe çok şiir söyleyip yazan ve bunu kendisine kazanç yolu yapan kimsenin insanlığı azalır ve şâhidliği kabul edilmez.»

Biz bu hususta söylenecek sözlerin kalanını kitabımızın başında «Resm-il-Müftü» bâbından önce arz etmiştik. Şu da var ki, İmam-ı Tahavî´nin Mecme-ül-âsâr şerhinde rivâyet ettiği bir hadiste: «Peygamber (s.a.v.) mescidde şiir okunmasını, eşya satılmasını ve namazdan önce halka kurulmasını yasak etti.» denilmektedir. Buna mukabil Rasûlüllah (s.a.v.)´in Hassân (r.a.), üzerinde şiir okusun diye minber koydurduğu rivâyet olunmuştur. Tahavî bu iki rivâyetin arasını bulmak için birinci hadisi Kureyşin yaptıkları hicivler gibi zararlı şiirleri yahud mescidde şiir söylemek alıp yürüdüğü ve herkesin şiirle meşgul olduğu zamana haml etmiştir. Mescidde eşya satmanın yasak edilmesi de öyledir. Yani Rasûlüllah (s.a.v.)´in mescidde satışı yasak etmesi bu iş orada çok yapılıp mescidler pazar yerlerine çevrilmesin diyedir. Zira Peygamber (s.a.v.) hazreti Ali´yi mescidde ayakkabı dikmekten men etmemiştir. Halbuki herkesin toplanıp mescidde ayakkabı dikmesi mekruhtur. Satış, şiir okumak ve namazdan önce halkaya oturmakta öyledir. Fazla olan mekruh, fazla olmayan mekruh değildir.

Yüksek sesle zikir etmek meselesinde Bezzâziye sahibinin sözleri birbirini tutmamaktadır. Bir defa haramdır demiş; başka bir defa câiz olduğunu söylemiştir. Fetevâ-i hayriye´nin kerahiyet ve istihsan bahsinde şöyle denilmektedir. «Hadisde sesli zikirin matlûp olduğunu iktiza eden ifâdeler vardır. Meselâ: «Kulum beni bir cemâat içinde anarsa ben kendisini o cemaattan daha hayırlı bir cemâat içinde anarım.» buyurulmuştur. Bu hadisi Buharî ile Müslim rivâyet etmişlerdir. Bununla beraber gizli zikrin matlûp olduğunu iktiza eden hadisler de vardır. Bu iki nevi hadislerin araları şöyle bulunur: Sesli veya sessiz zikirde bulunmak adamına ve haline göre değişir. Nitekim namazda gizli ve aşikâra okumayı iktiza eden hadislerin araları da böyle bulunmuştur. «Zikirin en hayırlısı gizli yapılandır.» Hadisi buna aykırı değildir. Çünkü bu hadis riyâdan korkulduğu veya namaz kılanlar rahatsız olduğu yahud uyuyanlar uyandığı zamana mahsustur. Böyle bir şey yoksa bazı ulema sesli zikirin efdal olduğunu söylemişlerdir. Zira bunda amel daha çoktur. Dinleyenlere de faydası dokunur, zikir eden şahsın kalbini uyandırır. Onu düşünmeye sevk eder. Uykusunu düzenler; neşâtını arttırır.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Meselenin tamamı fetevâ-ihayriye´dedir müracâat edebilirsin.

Hamevî hâşiyesinde imam Şa´ranî´den naklen şöyle denilmektedir: «Gelmiş geçmiş bütün ulema cemâat hâlinde zikirin mescidlerde ve diğer yerlerde müstehap olduğuna ittifak etmişlerdir. Meğer ki onların âşikâr zikri uyuyan veya namaz kılan yahud kur´an okuyan bir kimseyi rahatsız etmiş ola. ilh...»

Mescidde abdest almanın mekruh olması, kullanılan su tabiat icabı iğrenç olduğundandır. Binaenaleyh mescidi sümük ve balgam gibi şeylerden temiz tutmak icap ettiği gibi abdeste kullanılmış sudan da temiz tutmak gerekir. Bedâi.

Ancak mescidde abdest almak için hazırlanmış yer bulunursa orada abdest almak mekruh değildir. Bu yeri hazırlamak vakıf sahibine şartmıdır değilmidir bir düşün! Medenî hâşiyesinde fetevâ-i Afifiye´den naklen şöyle denilmiştir: «Zan edilmesin ki, zemzem kuyusunun etrafında abdest almak veya cünüblükten yıkanmak câizdir. Çünkü zemzemin etrafına mescid hükmü verilir. Ve tükürmenin veya cünüb olarak durmanın haram olması, itikâfın cevazı ve sağ ayağını evvela atmak gibi mescidlere yapılan muameleler onada yapılır. Zira bir mescidden başkasına geçen kimseye sağ ayağını evvel atmak sünnettir.

Mescide ağaç dikme meselesine gelince: Bu hususta Hulâsada şöyle denilmiştir: «Mescide faydası olduğu meselâ: Mescid sızıntı yaptığı ve ağaç dikilmezse direkler yerinde durmadığı vakit mescide ağaç dikmekte beis yoktur. Böyle olmazsa caiz değildir.» Hindiye´de dahi Garaibten naklen: «Eğer ağaç cemâatın gölgesinden faydalanması için dikilirde kimseye zahmet vermez ve safları bir birinden ayırmazsa beis yoktur. Yaprağından veya yemişinden kendisi faydalanmak için diker yahud sofları bir birinden ayırır veya mescidi kiliseye benzetecek yerde olursa mekruhtur.» denilmiştir.

Ben Allâme ibn Emîr Hac´ın kendi yazısıyle mescid-i Aksâ´nın ağaçları hakkında yazdığı bir risâle gördüm ki, orada ağaç dikmek câizdir diye fetvâ verenlerin sözünü red etmiştir. Fetva veren zat ulemanın: «Mescide ağaç dikerse meyvesi mescidin olur.» Sözüne istinat etmiştir.

İbn Emîr Haç: «Bundan ağaç dikmenin helâl olması lâzım gelmez. Meğer ki mezkûr özür mevcud ola. Çünkü bunda namaz ve benzeri için hazırlanan şeyi meşgul etmek vardır. Velev ki mescid geniş yahud ağaç dikmekte yemişinden faydalanma olsun. Yoksa mescidin bir kısmını kiraya vermek lazım gelir. Ağacı yerinde bırakmakta câiz değildir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Zâlimin emeğine hak yoktur.» buyurmuştur. Zira zülüm, bir şeyi yerli yerine koymamaktır. buda öyledir. ilh...» demiştir. Mezkûr risâlenin sonunda ulemadan birinin el yazısiyle: «Buna muhakkıklardan ibn Ebî Şerif Şâfii muvâfakat etmiştir.» Diye yazıldığını gördüm.

METİN

Mescidde yemek yemek ve uyumak mekruhtur. Ancak itikâfa giren ile yabancıya mekruh değildir. Sarımsak gibi şeyler yemek de mekruhtur. Bundan men edilir. Kezâ dili ile bile olsa her eziyetveren şey ve her akd mekruhtur. Bundan yalnız şartına riâyetle, itikafa girenin akdi müstesnâdır. Mubah söz dahi mekruhtur. Zahiriye´de bu: «Mubah söz için oturmuş olmakla» diye kayıtlanmıştır. Lâkin Nehir´de mutlak bırakılmanın daha münasip olduğu bildirilmiştir. Mescidde kendine bir yer tahsis etmek mekruhtur. Müderris bile olsa başkasını yerinden kaldırmaya hakkı yoktur. Yer dar gelirse namaz kılan kimse oturanı velev kur´an veya ders okusun yerinden kaldırabilir. Hatta mahalle halkı kendilerinden olmayan kimseyi mescidlerinde namaz kılmaktan men edebilirler.

Mahalle halkının mütevelli tayinine ve iki mescidi bir etmeğe ve aksini yapmağa namaz için hakları vardır. Ders veya zikir için yapmağa hakları yoktur. Bir mescidde hem vaaz ediliyor hem kur´an okunuyorsa vaaz dinlemek evlâdır. Mescidin divarlarına yazı yazmak doğru değildir. Temizlik için mescidden yarasa ve güvercin yuvası atmakta beis yoktur.

İZAH

Mescidde yemek veya uyumak isteyen itikâfa niyet ederek girmeli ve niyet ettiği kadar ALLAH´ı zikir etmeli veya namaz kılmalı sonra dilediğini yapmalıdır. Bu feteva-i Hindiye´de zikir edilmiştir.

Sarımsak gibi şeylerden murad: Soğan ve benzeri pis kokusu olan şeylerdir. Sarımsak ve soğan yiyenin mescide yaklaşmaması hususunda sahih hadis vardır. İmam Aynî sahihi Buhâri şerhinde şunları söylemiştir:

«Ben derim ki: Yasak edilmesinin sebebi meleklere ve müslümanlara eziyet vermesidir. Bu Peygamber (s.a.v.)´in mescidine mahsus değildir. Bu, hususta bütün mescidler müsâvidir.» Çünkü hadis şerif «mescidlerimize» şeklinde cemi sigasiyle rivâyet olunmuştur. bazıları şâz olarak buna muhalefet etmişlerdir. Hadisde nassan bildirilenlere yenilsin yenilmesin bütün pis kokulu şeyler ilhak edilmiştir. Burada hassaten sarımsağın başka yerde soğanın ve pırasanın zikir edilmeleri çok yenildikleri içindir. Keza bazı ulema bunlara ağzı kokanları, kokar yarası olanları da ilhak etmişlerdir. Kasap, balıkçı, cüzamlı ve berslı kimseler ise evleviyetle ilhak edilirler. (Şâfiilerden) Şuhnun: «Ben cüzamlı ile berslıya cuma namazı farz olmadığına kaniim.» diyerek bu hadisle istidlal etmiştir.

İnsanlara dili ile eziyet verenlerde bu hadise ilhak edilmiştir. İbn Ömer bununla fetvâ verirmiş, Her eziyet veren şeyin mescidde mekruh olması hususunda bu hadis esastır. Ama özürlülerin fena kokulu şeyler yemekle mazur sayılmaları ihtimalden uzak görülemez. Çünkü ibn Hibban´ın sahibinde Muğire bin Şube´den şu hadis rivâyet olunmuştur: «Rasûlüllah (s.a.v.)´in yanına vardım. Üzerimde sarımsak kokusu duydu. ve: Kim sarımsak yedi? diye sordu. Bunun üzerine elini tutarak göğsüme götürdüm. Sargılı olduğunu görünce: Senin özrün var! buyurdular.»

Taberânî´nin Evsat adlı eserindeki rivâyeti: «Göğsümden rahatsızdım. Ve sarımsak yed;m...» şeklindedir. Ayni hadiste: «Rasûlüllah (s.a.v.) kendisini tektir etmedi.» denilmiştir.

Peygamber (s.a.v.): «Sarımsak yiyen evinde otursun!» buyurması bu gibi fena kokan şeyleri yemenin cemâata gelmemek için özür sayılacağı hususunda açık delildir. Kezâ burada biri müslümanlara, diğeri meleklere eziyet olan iki illet vardır. Müslümanlara eziyet olmasına bakarak cemâatı ve mescidi terk ettiği için mazur olur. Meleklere eziyet olmasına bakarak da mescidegitmediği için mazur olur. Velev ki yalnız olsun.» Bu ifade kısaltılarak alınmıştır.

Ben derim ki: Bununla mazur sayılması «özürden dolayı yemişse» yahud «namaz vaktine yakın unutarak yemişse» diye kayıtlanmalıdır. Tâ ki kendi fiiliyle cemâattan mahrum kalmış sayılmasın.

«Her akidden» murad: Mubâdele (değişme) akdi olduğu anlaşılıyor. Tâki hibe gibi şeyler hâric kalsın.

Eşbah ve diğer kitablarda açıklandığına göre mescidde nikah akdi müstehabtır. Bu nikah bahsinde gelecektir.

«şartına riayetle» ifâdesinden murad: Ticâret için olmayıp kendi veya çoluk çocuğunun ihtiyacı için malı getirmeksizin akd yapmaktır.

Mescidde mubah söz dinlemek maksadiyle oturmak bilittifak mubah değildir. Çünkü mescid dünya işi için yapılmamıştır.

Cellabî´nin namaz bahsinde: «Mubah söz dünya kelamı sayılır; mescidlerde konuşulması câizdir. Velev ki A L L A H Teâlânın zikri ile meşgul olmak evlâ olsun.» denilmiştir.

Birî şöyle demiştir: «Medârik´te beyan olunduğuna göre insanlardan bazıları boş sözü satın alırlar. Sözden murad: kötü sözdür.

Nitekim mescid hakkındaki hadisde : Kötü söz hayvanın kuru otu yediği gibi iyilikleri yer. buyurulmuştur.» Bundan anlaşılıyor ki. yasak edilen söz kötü sözdür. Mubah sözü konuşmak yasak değildir.

Musaffâ´da: «Konuşmak için mescidde oturmağa şer´an izin verilmiştir. Çünkü ehli suffa (Medine mescidinin çıkmasında yaşayanlar) mescide devam ederler; orada uyur konuşurlardı. Onun için bunu kimsenin men etmesi helâl değildir. Cami´ Burhani´de de böyle denilmiştir.» Şeklinde beyânat vardır.

Nehir sahibinin: «Mutlak bırakmak daha münâsibtir.» sözü üzerine Tahtavî: «Bu söz nakli delile muhâlif bir bahistir. Hem bunda şiddetli güçlük vardır.» demişlerdir.

Mescidde kendine yer tahsis etmek mekruhtur. Çünkü huşuu bozar. Kınye´de de böyle denilmiştir. Yani bunu âdet edinen bir kimse başka yerde namaz kılarsa aklı fikri o yerde kalır. Muayyen bir yere alışkanlık olmazsa böyle değildir. Kendine yer tahsis eden kimse başkasını o yerden kaldıramaz. Kınye´de şöyle denilmiştir: «Bir kimsenin mescidde muayyen bir yeri olup oraya oturmağa devam ederse başkası oturduğu zaman Evzâî´ye göre oradan kaldırabilir; bize göre kaldıramaz.» Bahır´da Nihaye´den naklen: «Çünkü mescid kimsenin mülkü değildir.» denilmiştir.

Ben derim ki: Bunu «hemen dönmek niyetiyle kalkmamışsa» diye kayıtlamak gerekir. Meselâ: Abdest almak için kalkmış olabilir. Bâhusus elbisesini de oturduğu yere koyarsa orasını önce benimsediği tahakkuk eder.

Serahsî´nin Siyer-i Kebîr´inde şöyle denilmektedir: «Kezâ kervansaraylara müsafir olmak, namazı beklemek için mescidlerde oturmak, hac için Minâya veya Arafâta inmek gibi müslümanların hak yönünden müsâvi oldukları her şey böyledir. Hatta her sene başkasının iniği yere çadırını korsaötekinin oradan değiştirmeğe hakkı yoktur. İhtiyacından fazla yer işgal ederse fazla yeri başkasının almağa hakkı vardır. Bu yeri ondan iki kişi istese dilediğine vermekte serbesttir. İkiden biri evvela oraya inerde ve ötekini indirmek isterse buna hakkı yoktur. Çünkü onun zilliyedliğine hak sahibi başka bir zilliyed ârız olmuştur; Onunda ihtiyacı vardır. Ancak: «Ben bu fazla yeri kendim için değil, bu adamın emri ile onun nâmına tutmuştum.» Derde buna yemin ederse o yerden çıkarmağa hakkı olur zira o yerdeki tasarrufunun emir eden için olduğu anlaşılır. Emir edenin ihtiyacı başkasının onun üzerinde hak isbatına mânidir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Hayreddin Remli diyor ki: «Pazar yerlerindeki oturma yerleri de mescid gibidir. Esnaf bunları tutarlar kim evvel oturursa hak onundur.

Başkasının onu kaldırmağa hakkı yoktur. Kalkdığı zaman o yer hakkında herkes müsâvi olur. Ama Şâfiilerin mezhebi bunun hilâfınadır. Nitekim kitablarında beyân etmişlerdir.»

Bu yerlerden murad: Ammeye zarar vermeyen yerlerdir. Aksi takdirde oraya oturanlar mutlak surette kaldırılırlar. Yer dar geldiği zaman namaz kılan oturanı kaldırabilir.

Ben derim ki: Keza dar gelmez fakat oturuşu safı bozarsa yine kaldırabilir.

Mahalle halkının mütevelli tâyinine hakları vardır. Velev ki kadı mütevelli tâyin etmesin. Nitekim İnâye´den naklen evvelce arz etmiştik. Fakat mahalle halkı ders veya zikir için iki mescidi birleştiremezler. Çünkü mescid bunun için yapılmamıştır. Velev ki içinde ders ve zikir câiz olsun. Kınye´de de böyle denilmiştir.

«Vaaz dinlemek evladır.» Sözüne gelince: Anlaşılıyor ki, Bu hüküm Kur´an âyetlerini anlayıp şer´î mânâlarım tedebbüre ve hikmetli vaazlarından istifadeye kudreti olmayanlara mahsustur. Çünkü bunlara kudreti olan bir kimsenin kur´an dinlemesinin evlâ hatta vâcip olduğunda şübhe yoktur. Câhil böyle değildir. O kur´an okuyandan anlayamadıkların! muallimden ve vaazından anlar. Binaenaleyh bu onun için daha faydalıdır.

Bahır´da Nihaye´den naklen bildirildiğine göre mescidin duvarlarına yazı yazmanın doğru olmaması düşerde üzerine basılır diyedir.

«Temizlik için mescidden yarasa ve güvercin yuvası atmakta beis yoktur.); Bu söz mukadder bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Peygamber (s.a.v.) «Kuşları yerlerinde bırakın!» buyurduğu halde yuvayı atmak emre muhalefet değil midir? Cevap: Bu temizlik içindir. Temizlik ise matlup bir şeydir. Hadis mescidlerden başka yerlere mahsustur.

neslinur
Fri 26 March 2010, 04:04 pm GMT +0200
NAMAZIN ÂDABI



METİN

Namazın bir takım âdabı vardır. Âdabın terki isâet ve muvâheze icap etmez. Sünen-i zevâidi terk etmek bu kabildendir. Lâkın yapılması efdaldir. Ayakta iken secde yerine, rükû halinde ayaklarının üzerine, secde de burunun yanı başına, otururken kucağına. birinci selâmda sağ omuzuna, ikinci selamda sol omuzuna bakmak âdabtandır. Huşû böyle hâsıl olur.

Esnerken velev dişi ile dudağını ısırmak suretiyle olsun ağzını kapamakta âdabtandır. Bunu yapamazsa ağzını sol elinin arkası ile yahud yeni ile kapar. bazıları: Ayakta ise sağ eliyle. değilse sol eliyle kapayacağını söylemişlerdir. Müçtebâ. Zira zarûret yok iken ağzını kapamak mekruhtur.

Erkeklerin iftitah tekbiri anında ellerini cübbelerinin yeninden çıkarmaları dahi âdabtandır. Meğer ki soğuk gibi bir zaruret buluna.

Âdabtan bazıları da şunlardır:

1 - Mümkün mertebe öksürüğünü tutmak, Çünkü özürsüz öksürmek namazı bozar. Bundan sakınmalıdır.

2 - İmam Mihraba yakınsa müezzin hayyalel felah derken imam ve cemaatın ayağa kalkması.

İmam Züfer buna muhâliftir. Ona göre Hayya ales Salah derken kalkılacaktır. İbn-i Kemâl. İmam mihraba yakın değilse en münasibi her safın imam yanına geldiği zaman kalkmasıdır. İmam ön taraftan girerse cemaat onu gördüğü vakit kalkarlar. Ancak bir mescitte müezzinliği bizzat imam yaparsa o zaman imam ikameti bitirmedikçe cemaat kalkmazlar. Zahîriye. İkameti mescidin dışında yaparsa her saf imam yanına geldiği zaman ayağa kalkar. Nehir.

3 - Kad kamet-is-Salah denildiği vakit imamın namaza başlaması, fakat ikamet tamamlanıncaya kadar geciktirirse bilittifak beis yoktur.

İmam ebu Yusuf ile eimme-i selâsenin kavilleri budur. Mecmâ şerhinde bildirildiğine göre en mütedil mezhebte budur. Kuhistânî de Hulâsaya nisbet edilerek bu kavlin esah olduğu bildirilmiştir. FER´Î bir mesele: «Bir kimse namazın farzlarını. sünnetlerini bilmese kıldığı namaz caizdir. Bunu imam Zâhidî Kınyet-ül-fetevâda söylemiştir.

İZAH

Âdab edebin cem´idir. Namazda edeb Rasulullah (s.a.v.)´in bir veya iki defa yaparak devam buyurmadığı fiildir. Rükû ve sücûd tesbihlerini üçten fazla yapmak bu kabildendir. Gayet-ul-beyan, İnâye ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Hılye´nin başında namazın âdabı muhtelif şekillerde tarif edilmiş: «Anlaşılan edep mendûbe müsavîdir.» denilmiştir.

Süneni Zevâit´ten murad sünneti gayri müekkedelerdir. Rasulullah (s. a.v.)´in giyinişinde, oturup kalkmasında, taranmasında, ayakkabı giymesinde vesâiredeki tavır ve hareketleri bu kabildendir. «Mukabili Süneni Hüdâdır ki bu sünnetler ezan ve cemaat gibi dinin alametlerini teşkil ederler. Her iki sünnetin mukabili nâfiledir. Mendûp, müstehap ve edep nâfilenin nevileridir. Bunun tahkikatını abdestin sünnetleri bahsinde yapmıştık. Abdestin âdâbına huşû için riayet edilir. Zira maksat huşû elde etmek ve, teklif gösterilen yerlere bakar. Birde bunda kendisini meşgul edecek şeye

bakmaktan korunmak vardır.

TENBİH: Zâhir rivâyede nakledilen kavle göre namaz kılanın gözü secde yerine bakacaktır. Kenz ve diğer kitablarda bu kadarcığı söylemekle iktifa edilmiştir. Bu hususta tafsilata gidenler Tahavî ve Kerhî gibi kendilerinden tasarrufta bulunanlardır.

Esnemek namaz dışında da mekruhtur. Çünkü şeytandan gelir. Peygamberler bundan mahfuzdurlar.

Faide: Tühfet-ül-Mülûk şerhinde şunu gördüm: «Zâhidî´nin söylediğine göre esnemeyi def etmenin çaresi peygamberlerin (aleyhim es-Salat-ü ve´s-Selam) hiç esnemediklerini hatırlamaktır. Kudûrî: Biz bunu defalarca tecrübe ettik ve doğruluğunu gördük demiştir.» Ben derim ki: Onu ben de tecrübe ettim ve doğru olduğunu gördüm.

Namazda öksürmek iki şıktan hâli değildir. Bundan murad ya izdırâri öksürüktür yahud değildir. Izdırarî öksürüğü tutmak mümkün değildir. Fakat ızdırarî öksürüğü tutmak farzdır çünkü namazı bozar. Şöylede denilebilir: öksürükten murad tabiatın gerektirdiği ve önüne geçmesi mümkün olan öksürüktür. Böyle öksürüğü mümkün mertebe tutmak müstehabtır. Teemmül buyurula!

Sonra Hılye´de gördüm ki öksürmeğe bir nevi sebep olan özürse bilhassa harf çıkaran özür bulunursa öksürüğü ızdırârî olmayan öksürük mânâsına hamlederek cevap vermiş. Çünkü bunda hilâftan kurtulmak vardır. Özürden murad, yâ sesi düzeltmek yahud namazda olduğunu bildirmektir. Namazı bozan şeyler babında görüleceği vecihle namazda olduğunu bildirmek için boğaz kazımak sahih kavle göre namazı bozmaz. Şu halde öksürükten murad boğazını kazımaktır. Teemmül eyle!

İmam ve cemaat müezzin Hayya alel felah derken ayağa kalkarlar. Kenz. Nurul-İzah, Islah, Zahîriyye, Bedâyî ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Dürer´in metin ve şerhinde ise Hayya-aIes-Salah dediği zaman kalkacakları bildirilmektedir. Bu kavli İsmail Nablûsî kendi şerhinde Uyûn-ul-Mezâhibe, feyz, Vikâye, Nikâye, Hâvî ve Muhtâr nâm eserlere nisbet etmiştir.

Ben derim ki: Mültekâ metninde bu kavle itimad edilmesi birinci kavil zaiflik bildiren (denildi ki) lafzı ile hikâye edildiği içindir. Lâkin ibn-i Kemâl birinci kavlin sahih kabul edildiğini naklediyor! «Zahîre´de bildirildiğine göre imam ve cemaat üç imamımıza göre müezzin Hayya-alel-Felâh dediği vakit ayağa kalkarlar. Hasan ibn-ı Ziyâd ile Züfer´e göre ise müezzin Kad kamet-is-SaIah dediği vakit kalkarlar safa dururlar. Bunu ikinci defa tekrarladığında tekbir alırlar. Sahih olan kavil üç imamımızın kavlidir.» Şârih «İmam Züfer buna muhaliftir ilh...» demişse de bu nakil doğru değildir. İbn-i Kemâl´in beyân ettiğimiz ibâresinede uygun değildir. Ben Zâhîre´ye mürâcâat ettim gördüm ki o da hilâfı İbn Kemâl´in ondan naklettiği gibi rivayet etmiş. Bedâyî ve diğer kitablarda da onun gibi nakil edilmiştir. Kod kâmet-is-SaIah denilince imam namaza başlar. Cemaat ta öyledir. Çünkü ileride görüleceği vecihle İmam-A´zam´a göre cemaatın imamla beraber niyetlenmeleri efdaldir: «Bu kavlin esah olduğu bildirilmiştir.» Çünkü bunda müezzine tabi olmak fazîleti ve onun imamla beraber namaza başlamasına yardım vardır.

METİN

Namaza başlamak isteyen kimse müktedir ise iftitah tekbiri alır. Yani vücûben ALLAH´u EKBER der. Cümlenin yalnız mübtedasiyle meselâ: ALLAH demekle namaz başlamış olmayacağı gibi yalnız Ekber demekle de başlamış olmaz. Muhtar olan kavil budur. İmamla birlikte ALLAH der ekberi daha önce söylerse yahud imama rükûda yetişirde ayakta iken ALLAH der ekberi rükû halinde söylerse esah kavle göre namaz sahih değildir. Nitekim ALLAH´ı imamdan evvel bitirirse yine sahih değildir.

İsmüllâhı sıfatsız olarak söylerse İmam-A´zam´a göre namaz sahihtir. İmam Muhammed buna muhâliftir. Tekbir kelimeleri uzatmadan ayakta yapılır. Çünkü iki hemzeden birini uzatmak namazı bozar kasten uzatılırsa küfür olur. Esah kavle göre ekberin bâsını uzatmak dahi böyledir. İmamı rükû halinde bulursa eğilerek tekbir aldığı takdirde kıyâm haline daha yakınsa namaz sahih olur, rükû tekbirini niyet etmesi hükümsüz kalır.

İZAH

Bu fasılda ekseriyetle namaz fiillerinin vasıflarına yani farz veya vacip olduklarına temas etmeksizin namazın başından sonuna kadar bütün fiilleri öteden beri yapıla geldiği şekilde beyân edilecektir. Çünkü fiillerin sıfatları evvelce görülmüştür. Şârih muktedirse sözü ile âcizden ihtiraz etmiştir. Acizin hükmü ileride gelecektir.

İftitah takbiri ile yalnız namaza başladığını bildirmek isterse namaza başlamış sayılmaz. Bunu yukarıda görmüştük tamamı ileride gelecekti.r. Hılye sahibi Münyenin: «Namaza ancak iftitah tekbiri ile girilir» sözünü izah ederken şunları söylemiştir: «İftitah tekbiri: Allah´u ekber,

Allah´ul ekber, Allah´ul kebîr yahut, Allahu kebîr. gibi cümlelerle olur.»

İmam Malik AIIah´u ekber´i tayin etmiştir. Çünkü tevarüs yolu ile gelen budur. Buna şöyle cevap verilmiştir. Tevarüs bu cümle ile başlamanın sünnet veya vacip olduğunu gösterir. Bizde buna kâiliz. Zira İmam A´zam´dan esah rivayete göre Allah´u ekberden başka cümle ile namaza başlamak mekruhtur. Nitekim Tühfe, Zahîre, Nihâye ve diğer kitablarda beyan edilmiştir. Tamamı Hılye´dedir. Şu halde geri kalan lafızlardan biri ile iftitah yaparsa vacip yerini bulmaz. Anla!

Yalnız mübteda ile namaza başlanmaz. Çünkü cümlenin tam olması şarttır. Nitekim yukarıda geçti. Muhtar olan kavil budur. Mezkûr kavil İmam Muhammed´in olup zâhir rivayede İmam-A´zam´dan nakledilmiştir. Ayni zamanda ebu Yusuf´unda kavlidir. Çünkü ileride geleceği vecihle ebu Yusuf´a göre namazın sahih olması beş lafza mahsustur. H. «Ayakta tabirinden kelimenin hakikatı kast edilmiştir murad dimdik durmaktır. Hükmen dikilmek de kast edilmiş olabilir. O da elleri dizlerine varmamak şartiyle biraz eğilmektir. H.

Buradaki «esah kavle göre» tabirinden murad zâhir rivâyedir. Ve imama uyması sahih olmadığı gibi namazın kendisine başlaması sahih olmadığını ifade eder. Esah olan budur. Nitekim nehirde sirâc´dan naklen beyân edilmiştir. «İsmillâhı sıfatsız olarak söylerse ilh...» cümlesi yukarda söylenenin tekrarıdır. Sıfattan cümlenin haberi kast edildiğini gösterir. Fakat bu kavil zaiftir. Zahir rivaye değildir. Bunu Halebî söylemiştir.

Malumun olsun ki İftitah tekbirinde uzatma ALLAH kelimesinde olursa ya başında ya ortasında yahud sonundadır. Başında uzatırsa namaza başlamış olmaz. Namaz içinde iken uzatırsa namazı bozulur hükmünü bilmezse kâfirde olmaz. Çünkü şübhe etmiş değildir. Küfür cümlenin mânâsında şübhe etmekten ileri gelir. Ortasında uzatırsa lâm ile he arasında ikinci bir elif meydana gelecek kadar fazla uzattığı takdirde mekruh olur. Bazıları muhtar kavle göre namazın bozulmayacağını söylemişlerdir. Bu ihtimalden uzak değildir. Sonunda uzatırsa hatadır. Fakat yine bozulmaz, Bu iki surette namaz bozulmadığına bakılırsa namaza başlamanın sahih olması gerekir.

Uzatma «ekber kelimesinde olursa evvelini uzattığı takdirde hatâdır namazı bozar. Bunu kasten yaparsa kâfir olacağını söyleyen)er vardır. Çünkü şübhe mânâsı vardır. Bazıları kâfir olmaz demişlerdir. Fakat bu şekilde o kelime ile namaza başlamanın caiz olmaması hususunda ihtilaf olmamak lazım gelir. Uzatma kelimenin ortasında ise namazı bozar ve o kelime ile namaza başlamak sahih olmaz. Sadr-ış-Şehîd sahih olduğunu söylemiştir ama «bununla muhâlefet kast etmediği zaman» diye kayıtlanması gerekir. Nitekim Muhammed bin Mukâtil buna tenbih etmiştir. Mübtegâ´da namazın fâsid olmadığı çünkü bunun bir eşbâdan (kalın kalın okumaktan) ibâret olduğu bildirilmiştir ki bir kabilenin lügatıdır. Bazıları namazın bozulacağını söylemişlerdir. Çünkü «Ekbâr iblisin çocuğunun adıdır. Bunun bir lügat olduğu sübût bulursa o zaman namazın sahih olması gerekir. Uzatma kelimenin sonunda ise bazılarına göre namazı bozulur. Bozulmasına bakarak onunla namaza başlamanın sahih olmaması gerekir. Hılye´de de böyle denilmiştir. Bu meselenin tam bahisleri Bahır ile Nehir´dedir.

Ben derim ki: Allâhu´nün hâsını uzatmakla dahi namazın bozulması lazım gelir. Çünkü bu takdirde kelime «lâh»ın cem´i olur. Nitekim Şâfiî´lerden bazıları bunu açıklamışlardır. Allahu´nün veya ekberin hamzesini kasten uzatmak küfürdür, Çünkü sualdir. Bu şahıs indinde Allah teâlâ´nın azamet ve kibriyasının sabit olmadığını iktiza eder. Kifâye´de böyle denilmiştir. Ama en iyisi Mebsût´un kavlidir. Orada: «Kasten uzatırsa küfründen korkulur.» denilmiştir. şu da var ki Ekmel İnâye adlı eserinde bu zevâta itiraz etmiş: «uzatılarak okunan bu kelime takrir ve kabul için söylenmiş olabilir. Binaenaleyh küfrü ile namazın bozulmasını icap etmez.» demiştir. Lâkin ona şöyle cevap verilebilir: Kabul kasdı fesâdı def etmez.Zira Münye şerhinde bildirildiğine göre bir insanın kendini kabul ve tasdik etmesi doğru değildir. Başkasını tasdik ederse fesâd lazım gelir. Çünkü muhatabı olur. Bu izâha göre şöyle demek lazım gelir: «Kasten uzatırsa kâfir olmaz meğer ki bununla şek ve şübheyi kastetmiş ola. Zira bu takdirde tasdik ihtimali kalmaz. Namazın bozulması ve o kelime ile namaz başlamanın sahih olmaması için söz yoktur. Velev ki kasten uzatmasın. Yahud şek şübheyi kast etmesin. Çünkü küfre ihtimali olan bir kelimeyi söylemiştir. Bu şer´an bir hatadır. Onun için Hılye sahibi: «Namazın bozulmasının sebebi kelimeyi sual şeklinde söylemesidir. Mânâsını bilip bilmediği fark etmez. Buna delil uyuyanın konuşmasiyle namazın bozulmasıdır.» demiştir.

Kıyâm hâline daha yakın olmak yukarda da geçtiği vecihle ellerini saldığı vakit dizlerineermemektir. İsmail Nablusî´nin şerhinde Huccet´ten nakledildiğine göre bir kimse nâfile namaz için rükû halinde iftitah tekbiri alırsa câiz değildir. Ama nâfile namazı oturarak kılarsa oturarak iftitah tekbiri caizdir.

Ben derim ki: Bunların arasında fark şudur: Oturarak namaz kılmanın caiz olması her vecihle kıyâmın halefidir. Rükûa gelince ona bir vecihle kıyam hükmü verilir. Bir vecihle verilmez. Onun için rükû hâlinde âyet okusa câiz olmaz. Teemmül eyle!

(Rükû tekbirine niyet etmesi hükümsüz kalır.) yani aldığı tekbir ile iftitahı değil de rükû tekbirine niyet ederse niyeti hükümsüz kalır. Ve aldığı tekbir iftitah tekbiri yerine geçer.

Çünkü bu tekbirle halis zikir kast ettiğine, namaz haricinden bir şey düşünmediğine ve o kimseye farz olan vazife tahrime olduğuna göre getirdiği tekbir farz yerine geçer. Çünkü o bir farz yeridir. Farz nâfileden daha kuvvetlidir. Nasıl ki fâtihayı okumakla zikir ve senâyı kast etse kıraat yerine geçtiği gibi hac da rükün için cünüp olarak sader için temiz olarak tavaf etse temiz olarak yaptığı tavaf rükün yerine geçer Ama tekbirle sâdece namazda olduğunu bildirmek isterse iş değişir. Zira zikri kast etmemiştir. Ağzından çıkan kelime namaza yabancı bir söz olup onunla namaza başlamak câiz olmaz.

METİN

FER´İ MESELELER:

1 -
Bir kimse imamının tekbir aldığını bilmeyerek tekbir alsa kanaatine göre kendisi imamdan önce tekbir almışsa namazı câiz değildir. Aksi halde caiz olur. Muhit.

2 - Tekbir ile bir şey şaştığını yahut müezzine tabi olduğunu kast ederse namaza başlamış sayılmaz.

3 - Tekbirin râsı cezmle okunur.

Çünkü peygamber (s.a.v.): «Ezan cezm, ikamet cezm, tekbir de cezmdir.» buyurmuştur. Mineh. O hadis ezanda geçmişti.

Namaza ancak tekbir getirirken niyet etmekle girer. Yani sâdece tekbirle namaza girmiş olmadığı gibi sâdece niyetlede girmiş olmaz. Her ikisi ile birlikte girer. Dilsiz ve okumak bilmeyen gibi söylemekten âciz olan kimsenin dilini kıpırdatması lazım değildir. Kıraat hakkında da sahih kavle göre hüküm budur. Çünkü vacibi ifâ imkânsızdır. Vacibten başkası ise, ancak delil ile lazım gelir. Binaenaleyh niyet kâfidir. Lâkin burada kıyâmın şart koşulması ve niyetin önce yapılmaması gerekir. Çünkü niyet tahrimenin yerine geçer. Ama ben bunu bir yerde görmedim: «Aksi halde caiz olur.»

İZAH

Yani. kanaatince (namaz kılanın) imamla birlikte yahud ondan sonra tekbir aldı ise yahud bu hususta bir fikri yoksa namazı caizdir. Fikri olmadığı halde namazının caiz olması müslümanın işini doğruya yormak içindir. Lâkin en ihtiyatlı hareket ikinci defa tekbir almak ve şübheyi yüzde yüz ilimle ortadan kaldırmaktır. Bu mesele de Fetih sahibi hata etmiştir. Nehir sahibi buna tenbihtebulunmuştur.

Tekbirle şaşmayı kast meselesini İbn Nüceym Eşbah´ın lügazlar bahsinde, müezzine tabi olma meselesini de musannıf kesilen hayvanlar bahsinde kitabın metninde zikir etmiştir. Bu iki meselede ki tekbirle namaza başlamanın caiz olmaması şaşmakla müezzine icabetin namaza yabancı iki fiil olmasındandır. Bunlar namazı bozarlar.

İsmail Nablusî, şerhinin namazı bozan şeyler bahsinde şunu söylemiştir: «Bir kimse AIIahümme salli alâ Muhammed yahud Allah´u ekber der de bununla cevap vermeyi kast ederse namazı bilittifak bozulur. Müezzine icabet ederse yine bozulur. Namazı esnasında ezan okursa ezanı kast ettiği takdirde namazı bozulur:

Tekbirin râsı cezmle okunur. Hılye sahibi şunları söylemiştir: «Sonra bilmelisin ki tekbirde sünnet, iftitah için olsun namaz için olsun cezmle okumaktır. Ulema buna delil olarak İbrahim Nehaî kendisine mevkuf ve Rasulullah´a merfû olarak rivâyet ettiği şu hadisi göstermişlerdir: Ezan cezmdir; ikamet cezmdir; tekbirde cezmdir. Kâfi sahibi bundan muradın tekbirde harekeyi kalın okumamak; fazla derinleşmemek, ıfrat derecede ki hemzeyi ifrata vardırmamak ve fazla uzatmamak olduğunu söylemiştir. Sonra ALLAH´unun He´ si hilafsız merfu ötre okunur. Ra´sına gelince muzmıratta muhit´ten naklen isterse merfu isterse meczum okuyacağı bildirilmiştir. Mübtegâ´da ise bunda asıl meczum okunmaktır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) tekbir cezmdir, tesmî de cezmdir buyurmuştur deniliyor.»

Tekbirden murad: Mutlak zikirdir. Namaza niyet ve tekbirin mecmuu ile girilir. Yani namaza girmek hususunda niyet müstakil olmayıp tahrimeye bağlı bulunduğundan namaza giriş ikisi ile beraber mûteber olmuştur. Yalnız birisi ile namaza girilmez. Nasıl ki hac için ihrama giren bir kimse telbiye getirmedikçe yalnız hacca niyet etmekle hacca başlamış olmaz. Yalnız niyet eder de telbiye getirmez yahud sâdece telbiye getirirde niyet etmezse ihrama girmiş sayılmaz.

«Vacibi ifâ imkansızdır.» Cümlesinden murad dili ile tekbir ve kıraatı söylemektir. «Lâkin burada kıyâmın şart koşulması ilh.. » cümlesi şöyle izah olunur. Tahrime yerine niyet kâfi gelince bu, niyetin tahrime yerine geçmesini iktiza eder. Niyet tahrime yerine geçince tahrimenin şartlarına niyettede riâyet olunur. Ve niyette ayağa kalkmak, kıyamdan önce yapılmamak şart olur. Çünkü niyet tahrimenin yerini tutar ama zatından dolayı değildir. Çünkü söylemekten âciz olmayan bir kimse otururken namaza niyet etse de sonra kalkarak ihram tekbirini alsa namaz sahihdir. Niyeti önceden yapmasıda böyledir. Nitekim ulema: «Bir kimse evinde abdest alırda cemaatla namazı kast ederek evinden çıkar ve imamla beraber namaza girerken niyet hatırına gelmezse konuşmak vesaire gibi namaza yabancı bir fasıla bulunmadıkça namazı sahihtir.» demişlerdir. Mescide yürümesi afv olunur. Şârih´in sözünün izahı budur.

Bu bahiste o Nehir sâhibine tabi olmuştur. Haşiye yazarları da kendisini tasdik etmişlerdir. Fakat söylediklerinin ihtirazdan hâli kalmadığı meydandadır. Çünkü niyet müstakil bir şarttır.

Tahrime de diğer şartlar gibi ayrı bir şarttır. Bir özürden dolayı bir şart sâkıt olurda başka bir şartlayetinilirse onun yerine başka bir şart konulmuş olması lazım gelmez. Çünkü şartlar rey ile konulamaz. Onun için şârihde başkasına tabi olarak başkası ancak delille lazım gelir demiştir. Bu da kıyamdan yahud suyu kullanmaktan âciz kaldığı vakit oturmanın ve toprağın onların yerine geçmesi gibidir ki bu hususta delil vardır. Avret yerini örtmekten âciz kalırsa iş değişir. Çünkü onun yerini tutacak bir şey için delil yoktur. Binaenaleyh tamamiyle sâkıt olur. Burada dili kıpırdatmak delil bulunmadığı için konuşmak yerini tutamayınca niyet delilsiz olarak nasıl onun yerini tutabilir? Halbuki dilini kıpırdatmak konuşmaya niyetten daha yakındır.

METİN


Sonra Eşbah´da «tabi tabi´dir» kaidesine şöyle denildiğini gördüm:

«Müftâbih kavle göre tekbir ve telbiyede dili kıpırdatmak lazım, kıraatta lazım değildir.»

Ellerini tekbirden önce bazılarına göre tekbirle beraber baş parmaklarını kulaklarının yumuşaklarına değdirecek şekilde kaldırır «kulaklarının hizasına» tabirinden murad budur. Çünkü hizasına gelmek ancak değmekle yüzde yüz bilinir. Avuçlarını kıbleye karşı acar. Yanaklarına karşı açacağını söyleyenlerde vardır.

Kadın cariye bile olsa ellerini parmak uçları omuzları hizasına gelecek şekilde kaldırır. Onun da erkek gibi kaldıracağını söyleyenler dahi vardır. Bahır´da kadın câriye bile olsa denilmişse de Nehir´de Sirâc´tan naklen: «Cariye burada erkek gibidir. Başka yerlerde hür kadın hükmündedir» denilmiştir.

Namaza yine keraheti tahrimiye ile tesbih, tehlil, tahmid ve diğer ALLAH Teâlâya mahsus ta´zim kelimelerini söyleyerek başlamak sahihdir. Esah kavle göre velev ki rahîm, kerîm gibi müşterek kelimelerle olsun.

İmam ebu Yusuf namaza başlamayı ma´rife ve nekre olmak üzere Ekber ve kebir kelimelerine tahsis etmiştir. Hulâsa´da Kübâr ve kübbâr kelimeleri de ziyade edilmiştir.

İZAH

Ben derim ki, bir çok nüshalarında gördüğüme göre; Eşbah´ın ibâresi şöyledir: «Kâide hârici kalanlardan biri de dilsizdir. Dilini kıpırdatmak lazımdır diyenlere göre iftitah tekbiriyle telbiyede dilsizin dilini kıpırdatması lazım değildir.» Bazı nüshalarda (diyenlere göre) tabirinin yerine (müftabih kavle göre) denilmiştir.

Birinci tabir daha güzeldir. Çünkü Eşbâh sahibinin Bahır nâmındaki eserinde namazın farzı tahrimedir diye başladığı sırada tahrimede vacip olmadığının sahih kabul edildiğini söylemesine uyar. Muhit sahibi de buna cezm etmiştir. Lâkin tahrime ile telbiye arasında fark göstermeğe muhtaçtır. Çünkü imam Muhammed Telbiyede dili kıpırdatmanın şart olduğunu söylemiştir. Muhit sahibi: «Namazda olduğu gibi telbiyede de dili kıpırdatmak müstehabtır.» diyor.

Lübâb-ül-Menâsik şerhinde de böyle denilmiştir, dedikten sonra şunları söylüyor: «Ben derim ki şu halde hacda dilini kıpırdatmak evleviyetle lazım gelmez. Zira kıraat kat´î farzdır. Telbiye ise zannî bir iştir.»

Namaza niyetlenirken eller tekbirlerden evvel kaldırılır sözünü mecmâ sahibi İmam-ı A´zam´la İmam Muhammed´e nisbet etmiştir. Hidâye sahibi bunu sahih bulmuştur. Ellerin tekbirle beraber kaldırılacağını Hâniye, Hulâsa, Tühfe, Bedâyî ve Muhît sahipleri tercih etmişlerdir. Eller kaldırılırken tekbire başlanacak. kulaklara vardığında tekbir de bitecektir. Bakâlî bu sözü bütün ulemamıza nisbet etmiştir. Hılye sahibi de onu tercih etmiştir. Burada üçüncü bir kavil daha vardır ki o da ellerin tekbirden sonra kaldırılmasıdır. Bunların hepsi peygamber (s.a.v.)´den rivâyet olunmuştur. Hidâye´deki kavil evlâdır. Nitekim Bahır ve Nehir´de de öyle denilmiştir. Onun için şârih bu kavle itimad etmiştir.

«Kulakların hizasına tabiri zâhir rivâye kitablarında ve hadisin bazı rivayetlerinde mevcuttur. Nitekim Hılye sâhibi bunu bahis mevzuu yapmış ve omuzlara kadar kaldırır rivayetleriyle aralarını bulmuştur. Omuzlara kadar kaldırır rivayetini o «eller soğuktan dolayı yenlerin içinde ise» diye te´vil etmiştir. Nitekim Tahavî´de bazı rivâyetlerden alarak bunu söylemiş, Hidâye sahibi ile başkaları da ona tabi olmuşlardır. Kemal ibn Hümâm iki rivayetin arasını bulmağa itimad etmiş ve: «Eller dirseklerden omuzlar hizasına kaldırılınca başparmaklar kulaklar hizasına varır.» demiştir.

Ebû Davud´un rivayeti de açıkca böyledir. Hılye sahibi (Şafî´nin kavlı de budur.) demiş; Nevevî´de bunu tercih ederek Müslim şerhinde cumhur ulemanın meşhur kavli bu olduğunu söylemiştir.

«Cariye burada yani ellerini kaldırmakta erkek gibidir. Rükû, sücûd ve oturuş gibi yerlerde hür kadın gibidir.» Sözünü Kınye sahibi denildi ki ifâdesiyle zaif bir kavil olmak üzere hikâye etmiştir. Mutemed olan kavil Bahırın söylediğidir. O da bu hususta Hılye´ye tabi olmuştur.

Kadının do ellerini erkek gibi kaldıracağını imam Hasan Ebû Hanîfe´ den rivayet etmiş: «Kadın ellerini erkek gibi kulaklarının hizasına kaldırır. Çünkü onun avuçları avret değildir.» demiştir. Ama metinde bildirildiği vecihle omuzlan hizasına kaldırmasını Hidâye sahih bulmuş Kunut, bayram ve cenaze tekbirlerinde de bu şekilde hareket edeceğini söylemiştir.

«Namaza yine kerahet-i tahrime ile ilah...» cümlesinden murad: yukarda geçen tekbirle başlamak sahih olduğu gibi tesbih ve emsâli ile namaza başlamak da sahihtir. Lâkın keraheti tahrimiye ile mekruhtur demektir. Çünkü tekbirle başlamak vacibtir. Yukarda tekbir lafızlarının içinden ALLAH´u ekberle başlamanın vacip olduğunu söylemiştik. Hazâin nâm eserde burada şöyle denilmiştir: «Acaba ALLAH´u ekberden başka bir cümle ile namaza başlamak mekruh mudur? Burada ki sahih kavil vardır. Tercih edilen kavle göre keraheti tahrimiye ile mekruhtur ve bunun vacip olması yalnız bayrama mahsus değil her namaza âmm ve şâmildir. Çünkü rasûlüllah (s.a.v.) bırakmadan buna devam etmiştir.

Diğer ta´zim kelimeleri: Allah´u ecel - Allah´u e´zam - Errahman´u ekber Lâilâhe illellah - Tebârekellâh gibi cümlelerdir. Zira delillerde varid olan «Verabbeke Fekebbir-lelerin mânası ta´zimdir. Bunların anlaşılmayacak yeri yoktur. Meselenin tamamı Münye şerhindedir.»

Esah kavle göre rahîm ve kerîm gibi Allah ile kul arasında müşterek kullanılan kelimelerle de namaza başlanılabilir. Zahîre ve Hâniye sahipleri buna muhalefet ederek cevazı sırf ALLAH´amahsus olan lafızlara tahsis etmişlerdir. Buradaki hilaf ortaklık mânâsını giderecek bir sözle beraber değilse diye kayıtlanmıştır. Böyle bir sözle ise meselâ er-Rahîm bi ibâdetin Kullarına rahim

olan» denilirse bilittifak müştak olan kelimeleri Allah´u ekber gibi nekre yahut Allah´u el-ekber gibi ma´rife kullanmakla sahih olur. Sahih olan, tarafeynin (İmam-A´zam´la imam Muhammed´in) kavlidir. Nitekim Nehir ve Hılye´de de böyle denilmiştir. Anlaşılıyor ki İmam Ebi Yusuf´a göre el-Ekber, el-Kebir kelimelerinde nekre okumak câiz olduğu gibi Kübâr ve Kübbâr´da da nekre okumak caizdir. Araştırılmalıdır. H.

METİN


Nasıl ki Arabça olmayan kelimelerle başlamak da sahihtir. Hangi dilden olursa olsun! Berdeî, cevazı Farsçaya tahsis etmiştir. Çünkü Farsçanın bir meziyeti vardır. Hadisi şerifte: «Cennetliklerin dili Arabça ve Durrî Farsçadır.» buyurulmuştur. Kuhistânî.

İmameyn âcizliği şart koşmuşlardır. Hutbe ve namazın bütün zikirleri bu hilafa göredir. Ama Musannıf: «Yahud Arabçadan başka bir dille iman eder, telbiye getirir. selâm verir yahud hayvan keserken besmele çekerse veya Arabçadan caiz kalarak o dille kur´an okursa sahihtir.» diyerek anlattıkları bilittifak caizdir. Hâkimin yanında şahidlik yapmak ve selam almak dahi böyledir. Aksırana teşmihin (Yerhamükellah)demenin hükmünü göremedim. Musannıfın kıraatı (namazda kur´an okumayı) âciz kalarak diye kayıtlaması esah rivayete göre ebu Hanife imameynin kavline döndüğü içindir. Fetva da buna göredir.

Ben derim ki: Aynî, namaza başlamayı da kıraat hükmünde tutmuştur. Bu hususta onun selefi olmadığı gibi kendisini takviye edecek mesnedi de yoktur. Bil´akis Tatarhâniye´de namaza başlamak, telbiye gibi kabul edilmiş bilittifak câiz olduğu bildirilmiştir. Bu sözün zâhirine bakılırsa kitabımızın metni gibi imameynin imam-A´zam kavline döndüklerini gösterir. İmam-A´zam´ın imameyn kavline döndüğünü göstermez. Bu meselede bir çok bilgisi kıt kimseler şaşırmışlardır. Hatta Şurunbulâlî bile bütün kitablarında bunu anlayamamıştır.

İZAH

Berdeî´nin rivayeti zaiftir. Farsça İranlıların konuştuğu dil olup Arabça´dan sonra en meşhur ve Arabçaya en yakındır. T. Dürrî Farsçadan murad fasîh İran dilidir. Kuhistânî´nin farsçayı dürrî diye zabtı yersizdir. Halebî´nin ibn Kemâl´den rivayetine göre Farsça beş lehceden müteşekkildir. Bunlar Heleviyye, Dürriye, Farsiye, Hursiye ve Süryaniyedir. Heleviyye lehcesini Kisrâlar kendi meclislerinde konuşurlardı. Dürriye lehcesi ile saray mensupları, fârsiyye lehcesi ile hâkimler ve emsâli Hursiyy lehcesi Huristan bölgesinin dili olup bu lehceyi kırallarla eşraf yalnız kaldıkları ve hamama girecekleri zaman konuşurlardı Suryaniyye suryanın yani Irakın lehcesidir.

İmameyn başka bir dille namaza girmenin sahih olması için Arabça tekbir almaktan âciz kalmayı şart koşmuşlardır. Bu hususta mutemed olan İmam-A´zam´ın kavlidir. Hatta aşağıdaki aczin şart olmadığına ittifak ettiklerini bildiren sözler gelecektir. Namazın zikirleri hakkında Tatarhâniye de muhit´ten naklen şöyle denilmektedir: Namazda farsça tesbih eder. dua okur, Allah´a senâdabulunur, eûzü çeker, tehlil veya teşehhüdde bulunur. Yahud Peygamber (s.a.v.)´e Farsça salavat getirirse mesele bu hilafa göredir. İmam-A´zam´a göre sahih olur. Lâkin Acemce duanın mekruh olduğu ileride gelecektir.

Aynî, Arabçadan âciz kalmanın şart koşulması hususunda ve kezâ ebû Hanife´nin imameyn kavline dönmesi baında namaza başlamayı kıraatla bir tutmuştur. Çünkü imameyne göre aciz namazın bütün zikirlerinde şarttır. Nitekim yukarıda geçti: «Bu hususta onun selefi olmadığı gibi» cümlesinden murad Aynî´den önce bu sözü kimse söylememiş olmasıdır. Nakil edilen rivayet sadece İmam-A´zam´ın Arabça okumayı şart koşmak hususunda imameynin kavline döndüğü bundan yalnız aciz meselesini istisnâ ettiğidir.

Namaza başlamak meselesi ise bil´umum kitabların rivayetine göre döndüğü aslâ zikir edilmeksizin ayni hilaf üzeredir. Kenz ve diğer metinlerin ibâresi bu hususta açık gibidir. Kenz de aciz yalnız kıraatta kayt olarak itibara alınmıştır. Aynî´nin iddiasını takviye edecek bir delili de yoktur. Çünkü İmam-A´zam namazda Arabça okumanın şart olması hususunda imameynin kavline dönmüştür. Zira bize emir edilen namazda Kur´an okumaktır. Kur´an ise Arabça lafızlarla indirilen nazmin ismidir. Bu hususî nazm mushaflara yazılmış bize de tevatür yolu ile nakledilmiştir. Arabça olmayan söze ancak mecaz yolu ile Kur´an denilebilir. Onun için o söze Kur´an değildir demek sahih olur. İmameynin delili kuvvetli olduğu için İmam-ı A´zam ona dönmüştür.

Farsça namaza başlamak meselesine gelince burada İmam A´zam´ın delili daha kuvvetlidir. Bu delil namaza girerken aranan şeyin zikir ve ta´zim olmasıdır. Bu ise her hangi bir lisanla ve her hangi bir lafızla hasıl olur.

Evet ALLAH´u ekber lafziyle başlamak vaciptir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) buna devam etmiştir. Fakat farz değildir. «Tatarhâniye´de şöyle denilmiştir:» Tahavî şerhinde bildirildiğine göre bir kimse Farsça tekbir alır veya hayvan keserken Farsça besmele çeker yahud ihrama girerken Farsça veya her hangi dille telbiye getirirse Arabçasını söyleyebilsin söyleyemesin bil´ittifak câizdir.»

«Kitabımızın metni gibi» ifadesinden murad: Kıraatı acizle kayıt ettiği halde namaza girişini onunla kayıtlamamasıdır. Bundan da imameynin İmam-ı A´zam kavline döndükleri anlaşılır ki o da Arabçadan âciz olmadığı halde Farsça sözle namaza başlamanın sahih olmasıdır. Fakat imameynin onun kavline döndüğünü kimse nakletmemiştir. Bu babta Nakil edilen yukarda arzettiğimiz gibi aralarında hilaf olmasıdır.

Tatarhâniye´nin sözüne gelince: Onun sözü namaza giriş tekbiri hakkında olduğu açık değildir. Teşrik tekbirine ve kurban keserken alınan tekbire de ihtimali vardır. Hatta bu mânâ evladır. Çünkü Tatarhâniye sahibi onu namaz dışındaki zikirlerle beraber söylemiştir. Kitabımızın metni ise İmam-ı A´zam kavline göredir. Hâsılı şarihin imameyn kavline döndü iddiasiyle Aynî´ye yaptığı itiraz, imameynin ebu Hanîfe kavline döndükleri davasında kendi aleyhine variddir. Şârih bu meselede Şurunbulâli´nin bile şaşırdığını söylüyorsa da şaşıranlardan biri de bizzat kendisidir. Mültekâ üzerine yazdığı şerh de ve Hazain´de Aynî´ye tabi olmuştur.

Fettal hâşiyesinde şöyle diyor: «Aynî nüshasının derkenarında şarihin el yazısı ile burada şunu gördüm: Ey bu söze vakıf olan! Bilmiş ol ki İmam-ı A´zam´ın döndüğü yalnız Farsça kıraat meselesinde sabit olmuştur. Îftitah tekbirinde döndüğü sabit olmamıştır. O diğer namaz zikirleri gibi hilaf üzerine bakidir. Nitekim bu ciheti mecma sarihleri ile ıısul fıkıh kitabları ve bil´umum muteber fıkıh kitabları yazmışlardır. Bu metnin yani kenz´in açık ifadesi de bil´umum metinler gibî bunu göstermektedir. Binaenaleyh sen Aynî´ye tabî olma, velev ki Şurunbulâli bütün kitaplarında ona tabi olmuş bulunsun! Alaeddîn.

Bu mesele Burhan Tırablûsî´ye dahi gizli kalmış Mevâhib-ür-Rahman adlı metinde şöyle demiştir: «Esah rivayete göre Arabçadan âciz olmayan kimseye Farsça kıraat ve Farsça namaza başlamanın caiz olmaması hususunda İmam-ı A´zam imameynin kavline dönmüştür.»

neslinur
Fri 26 March 2010, 04:06 pm GMT +0200
METİN

Esah kavle göre Farsça ile ezan okumak ezan olduğunu bilse bile caiz değildir. Bunu Haddâdî söylemiştir. Zeyleî ise örf ve âdete itibar etmiştir.

F E R´ İ M E S E L E L E R:
Bir kimse namazda Farsça okusa yahud Tevrat veya İncilden okusa okuduğu kıssa ise namazı bozulur. Zikir ise bozulmaz. Bahır nâm eserde Şâzz kıraatta buna katılmıştır. Lâkin Nehir´de: «En münâsibi bozulmamaktır. Fakat namaz câiz olmaz. Nitekim hece harflerini söylemek böyledir.» denilmiştir. Farsça bir veya iki âyet yazmak câizdir. Fazlası caiz değildir. Mushafın altına farsça tefsirini yazmak mekruhtur.

İZAH

Zeyleî örf ve âdete itibar etmiştir. Hidâye´de buna cezm edilmiş şârihler de bunu tasdik etmişlerdir. Kifâye´de Mebsut´tan naklen şöyle deniliyor:

«İmam Hasan´ın ebu Hanife´den rivayetine göre bir kimse Farsça ezan okurda halk bunun ezan olduğunu bilirlerse caizdir. Bilmezlerse caiz olmaz, çünkü, maksat namaz vaktini bildirmektir. Bu hâsıl olmamıştır.

«Okuduğu kıssa ise namazı bozulur. Zikir ise bozulmaz.» Fetih sahibi iki kavlin arasını bulmak için bu tafsilatı tercih etmiştir. İki kavilden biri Hidâye´nin: «İncille beraber namaz caiz olacak kadar Arabça okursa namazın bozulmayacağında hilaf yoktur.» sözüdür. Diğeri Nesefî ile Kâdıhan´ın: «İmameyne göre namaz bozulur.» sözleridir. Bunun üzerine fetih sahibi şunları söylemiştir: «O işin olur şekli şudur ki okunan kısım kıssa yerinden emir ve nehiden olursa mücerred okumakla namaz bozulur. Çünkü bu takdirde Kur´an´dan başka bir söz konuşmuş olur. Ama okunan zikir veya tenzih ise yalnız onu okumakla iktifa ettiği takdirde namazı bozulur. Zira namazı kıraattan hâli bırakmıştır.» Bahır sahibi ona tabi olmuş Nehir sahibi de onu takviye etmiştir. Şârihin kat´î lisanla söylemesi bundandır.

Nehir´de şöyle denilmiştir: «Bence aralarında fark vardır. Şöyle ki Farsça aslâ Kur´an değildir. Zira şeriat örfünde Kur´an denilince Arabçası anlaşılır. Farsça bir kıssa okuyan kimse insan sözü konuşmuş olur. Şâzz kıraat böyle değildir. O Kur´an´dır. Yalnız Kur´an olup olmadığında şübhevardır. Binaenaleyh onunla namaz bozulmaz. Velev ki okuduğu kıssa olsun. Ulema bununla namazın bozulmayacağına ittifak olunduğuna rivayet etmişlerdir.

Binaenaleyh en iyisi Muhît´ın te´vilidir. Muhît sâhibi şems-ül eimme´nin sözünü fesad, sâdece onunla yetindiği zaman lâzım gelir diye te´vil etmiştir.» Yani namazın bozulması Şâz kıraatı okuduğu için mütevatın kıraatı terk ettiğindendir demek istemiştir. Lâkin buna şöyle itiraz olunur. Kur´an ALLAH kelamı olduğunda şübhe bulunmayan bir nazım. Namazda kıraattan zikirden başka bir şeyin okunması katiyyen memnu´dur. Kur´an olup olmadığı sübût bulmayan kıssa kıraat ve zikir değildir. Binaenaleyh namaz bozulur. Ama zikir olursa iş değişir. Onun Kur´an olup olmadığı sübût bulmasa bile insan sözü değildir. Çünkü zikirdir. Lâkin sâdece onunla yetinirse namaz bozulur. Onunla birlikte namaz caiz olacak kadar mütevâtir âyet okursa bozulmaz. Bahır sahibinin yaptığı birleştirme budur. Muhit sahibinin sözünü de ona hamletmek icap eder.

T E T İ M M E: Kendisiyle bil´ittifak namaz caiz olan Kur´an: İmamların mushaflarında mazbut olanlardır ki onu Hazreti Osman (r.a.) bütün şehirlere göndermişti. On kıraat imamının ittifak ettikleri de budur. İcmâ ve tafsil itibariyle mütevatir olan Kur´an budur. Yediden ona kadar olan kıraatlar şâz değildir. Şâz olan kıraatlar ondan yukarı olanlardır. Sahih olan budur. Bu hususta ki tahkikin tamamı allâme Kâsım´ın fetevâsındadır.

«Nitekim hece harflerini söylemek böyledir.» Yani namaz bozulmaz ama kâfi de sayılmaz. Şurunbulâlî şerhinde hece harflerini söylemenin şeklini şöyle anlatıyor: «Bir adam namazında, s, b, ha, I, he, n, yahud a, v, z, l, he, m, n, I, ş, i. ta, n, dese namaz bozulmaz, lakin Bezzâziye´de bunun hilafı söylenmiştir. Bezzaziye sahibi: Kıraat miktarı harfleri isimleri ile okumak namazı bozar. Çünkü insan sözüdür. demiştir. Bezzâzî bunu talak bahsinde söylemiştir. İbn-ı Şıhne diyor ki: «Bunun mânâsı açıktır. Lâkin Bezzaziye namaz bahsinde Kınye´deki gibi söylemiştir.»

İmdât sahibi secde-i tilâvet bâbında Tecnîs ve Hâniye´den naklen bununla secde-i sehiv vacip olmayacağını fakat namazda kıraat yerini tutmayacağını söylemiştir. Çünkü o kimse Kur´an okumamıştır. Namaz da bozulmaz. Zira okuduğu harfler Kur´an harfleridir. Harflerin resminden anlaşılıyor ki maksad harflerin isimlerini değil müsemmalarını okumaktır. İsimleri s sin, ba, ha, elif, nun ilh dır. hükümleride böylemidir? Bunu bir yerde görmedim.

«Farsça bir veya iki ayet yazmak caizdir.» Fetih´te kâfiden naklen şöyle deniliyor: «Bir kimse farsça Kur´an okumayı âdet edinir yahud farsça mushaf yazmak isterse men edilir. Bir veya iki âyet yazarsa men edilmez. Kur´an´ı yazar da her kelimenin tefsir ve tercemesini yaparsa câiz olur.»

«Mushafın altına Farsça tefsirini yazmak mekruhtur.» Bu söz yukarıda Fetih´ten naklettiğimize muhaliftir. Lâkin Hazâin´in derkenarında Şarihin el yazısiyle Müçtebâ´nın hazır bahsinden naklen şöyle dediğini gördüm: «Bazılarının âdet edindiği vecihle mushafa farsça tefsir yazmak mekruhtur. Hinduvânî buna ruhsat vermiştir. Anlaşıldığına göre farsça olmayan bir kayıt değildir. (Başka dille yazılması da ayni hükümdedir).

METİN

Namaza eûzü besmele ve havkala gibi kendi haceti ile karışık olan

cümlelerle ve Allahümağfirli «Allahım beni bağışla» diyerek başlar, yahud bu sözü hayvan keserken söylerse caiz olmaz. Yalnız Allahümme derse iş değişir. Zira esah kavle göre bu her ikisinde câizdir. Nitekim ya Allah demek de böyledir. Namazda erkek bileğini baş ve küçük parmaklariyle tutarak sağ elini sol eli üzerine bağlar ve göbeğinin altına koyar. Muhtar olan kavil budur.

Kadın ve hunsâ sağ elini sol elinin üzerinde olarak memesinin altına koyar. Bu hemen tekbir bittiği gibi yapılır. Esah kavle göre eller salınmaz. El bağlamak kıyâmın sünnetidir. Bundan anlaşıldığına göre oturan kimse el bağlamaz. Bunu görmemiştim. Sonra Mecma-ul-en hur´da gördüm ki kıyâmdan murad umumî mânâ imiş, bunu oturanda yapacakmış. Eller devamı olan ve içinde meşru zikir bulunan kıyam halinde bağlanır. Senâ, kunut ve cenaze tekbirlerinde salınır. Rükû ile secde arasında doğrulduğu vakit devamlı kıyam olmadığı için ellerini bağlamak sünnet olmadığı gibi bayram tekbirleri arasında da sünnet değildir. Çünkü kıyamı uzatmadıkça bunlar zikir değildir. Fakat uzatırsa ellerini bağlar. Siraciye.

İZAH

Besmelenin kendi haceti ile karışık olmasını Zahîre sâhibi şöyle ta´lil etmiştir: «Besmele teberrük içindir. Ve o kimse sanki bu işte bana bereket var. demiş gibi olur. Zeyleî´nin sözünden anlaşılan bunu tercih etmiş olmasıdır. Hılye´de: «En muvâfık olanı budur.» denilmiş Nehir sahibi ise bu kavlin sahih kabul edildiğini Sirâc´dan ve fetevâ-i Merginânî´den nakletmiştir. Bahır sâhibi, Müçtebâ ile Mübtega´dan besmele ile başlamanın câiz olduğunu nakletmiş ve hâlis bir zikir olmasına bakarak bunu tercih etmiştir. Delili hâlis zikir şart olan hayvan kesiminde besmelenin câiz olmasıdır.»

Manzume-i Veybâniye´de bu kavil kat´î olarak kabul edilmiş ve İmam-ı A´zam´a nisbet olunmuştur. Vehbaniye şârihi onu, İmam-ı Hulvânî´den Zahiriddîn Merginânî Kâdî Abd´ül Cebbâr ve şihâp İmâmî´den nakletmiş birinci kavlin imameyne ait olduğunu söylemiş; rivayetlerin arasını böyle birleştirmiştir.

Havkale (Lâ havle velâ kuvvete illâ billah) demektir. Havkale ile namaza başlamanın câiz olmaması mânâ itibariyle dua olduğu içindir. O kimse sanki: «Yârab beni sana günah işlemekten çevir! Sana itaat etmek için bana kuvvet ver; çünkü güç, kuvvet ancak seninle mümkün olur. Yâ Allah» demek gibidir.

Namazda erkek sağ elinin baş ve küçük parmaklarını halka yaparak sol bileğini tutar. Diğer üç parmağını yayar. Münye şerhinde böyle denilmiştir. Bahır, Nihâye, Mi´rac, kifâye, fetih, Sirâc ve diğer kitablarda da bunun benzeri söylenmiştir. Bedâyi sahibi ise: «Küçük parmağı ile yanındaki yüzük parmağını baş parmağına halka eder. Orta parmağı ile şehâdet parmağını bileğinin üzerine koyar.» demiş: Hılye sahibi de ona tabi olmuştur. İsmail Nablûsî´nin şerhinde dahi Müçtebâ´dan naklen böyle denilmiştir. Fakat muhtâr olan kavil birincisidir. Fetih ve Tebyinide de böyledenilmiştir. Hadislerde rivayet edilen «tutmak» ve «koymak» kelimelerini birleştirmiş olmak ve ihtiyaten mezheple amel etmek için ulemadan bir çokları bu kavli beğenmişlerdir. Nitekim Müçtebâ ve diğer kitablarda da böyle denilmiştir.

Seyyidi AbdülGanî Hediyyet-İbn-ül-İmâd şerhinde şöyle diyor: «Bu da söz götürür çünkü ellerini koyar diyen bütününü kast ettiği gibi tutar diyen de bütününü kastetmiştir. Binaenaleyh elin bir kısmını tutmak bir kısmını koymak ne tutmak sayılır ne de koymak! Bence muhtar olan sünnete muvafık olmak şartiyle bunlardan biridir.»

Ben derim ki: Bu bahis nakledilmiştir. Mi´racta yukardaki sözler Müçtebâ, Mebsût ve Zahiriye´den nakledildikten sonra şöyle denilmiştir: «Bazıları bunun mezheplerden ve hadislerden hariç olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh onunla amel etmek ihtiyat olamaz.» Sonra gördüm ki Şurunbulâlî bu itirazı zikir ederek şöyle demiş:

Ben derim ki: Şu halde bazen iki hadisten birinin tavsifine göre, bazen da diğerinin tavsifine göre amel etmelidir ki iki rivayetin arası hakikaten birleştirilmiş olsun.»

Ben de derim ki buna şöyle itiraz edilir: Her ne zaman bunların biriyle amel edilirse, öteki ile amel terk edilmiş olur. Halbuki hadislerde vârid olduğuna göre bazılarında ellerin salınacağı bazılarında da tutulacağı bildirilmiş. Bunların nasıl yapılacağı açıklanmamıştır. Ulemânın beğendiklerinde de her ikisi ile amel vardır. Zira şübhesiz ki tutmakta koymak mânâsı olduğu gibi fazlası da vardır. Usul kâidesine göre her ne zaman bir birine zıd görünen iki delilin arasını bulmak mümkün olursa hiç biri terk edilemez.

Kadın ve hunsâ sağ eli, sol elinin üzerinde olarak memesinin altına koyar. Münye´nin bazı nushalarında da böyle denilmiş bazılarında ise memesinin üzerine koyar denilmiştir. Evlâ olan şarihin ellerini göğsüne koyar. demesi idi. Nitekim pek çok ulema ellerini memelerinin üzerine koyar demişlerdir. Velev ki göğse koymak bunu istilzam etmiş olur. Meselâ her elin bir kısmı memenin üzerine tesadüf eder lâkin ifâdeden maksat bu değildir. Esah kavle göre eller yanlara salınmaz. Zâhir rivaye budur.

Nevâdir´de imam Muhammed´den rivayet olunduğuna göre.namaz kılan kimse subhâneke okurken ellerim salar onu bitirince bağlar. Bu söz el bağlamanın zâhir mezhebe göre devamlı kıyâmın sünneti, imam Muhammed´e göre ise kıraatın sünneti olduğuna göredir. Hılye. Umumî manadan murad hakiki ve hükmî kıyâmın ikisine de şâmil olmaktır. Zira nâfile namaza oturarak kılmak bir özürden dolayı, farz ve ona kılmak olan namazı oturarak kılmak ayakta kılmak gibidir. T. Zâhire göre yan üstü yatarak kılmakta öyledir. Çünkü o da ayakta kılmanın halefidir. Rahmetî.

«Eller devamlı olan ve içinde meşru zikir bulunan kıyâm halinde bağlanır.» Malumun olsun ki Bedâyî´de el bağlamak kararı yani devamı olan kıyâmın sünneti kabul edilmiştir. Bu kavil imameynin olup zâhir mezheptir. Bazıları el bağlamanın imameynin kaidesine göre içinde meşru zikir bulunan kıyâmın sünneti olduğunu söylemişlerdir. Hulvanî, Serahsî ve diğer ulema bunu kabul etmişlerdir. Hidaye´de de «sahih olan budur.» denilmiş; Mecmâ ve diğer kitablarda bu kavil tercih olunmuştur. Bahır sahibi iki kaideyi birleştirerek bir kaide yapmış. Tilmizi olan musannıf ta ona tabi olmuştur. Halbuki Hılye sahibinin naklettiğine göre Şeyh-ul-İslâm aynı yerde imameynin kavline göre Şeyh-ul-İslâm´dan rükûdan doğruluşta ellerin salınacağını, başka bir yerde bağlanacağını söylemiş sonra iki kavli birleştirerek: «bu iki kaidenin muhtelif olmasından ileri gelmiştir. Çünkü bu doğruluşta mesnun bir zikir vardır ki o da tesmi´ veya tahmiddir. Nitekim Mültekât sâhibi de ayni yoldan yürümüştür.» demiştir. Bu söz gördüğün gibi iki kaidenin birbirine zıd olmasını iktiza eder.

Sirâc´ın aşağıda beyan edeceğimiz sözü de bunu te´yid eder. Bundan dolayıdır ki Hidâye sahibi: «Rükûdan doğrulunca ellerini salar» deyince sahih sahibi kendisine itiraz etmiş ve: «Bu söz ancak tahmid ile tesmi doğruluşta değil ona intikal ederken sünnettir. Denilirse tamam olur. Lâkin bu nasların zâhirine muhâliftir ilh...» demiştir. Evet Molla Mişkîn zikri uzun olmakla kayıtlamıştır. Böyle olursa Hidâye´ye itiraz ortadan kalkar. Lâkin zikir uzun olunca bundan kıyâmın da devamlı olması lazım gelir. Ve mesele dönüp dolaşarak Bahır sâhibinin dediğine gelir.

Meşru olan zikir farz, vacip veya sünnet olabilir. «Fakat uzatırsa ellerini bağlar.» Yani cemaatın çokluğundan dolayı tekbirlerin arasını uzatırsa ellerini bağlar. Bu söz kaide el bağlamanın devamı olan kıyâmın sünneti olduğuna, içinde meşru zikir bulunan kıyâmın sünneti olmadığına göredir. Bu da gösterir ki bu iki kavil bir değil ayrı ayrı iki kaidedir.

METİN

Tekbir alıp ellerini bağladıktan sonra subhânekeyi okur. Ve celle senaüke cümlesini terk eder. Onu yalnız cenâze namazında okur. Subhâneke ile yetinir ona «Veccehtü vechiye duasını ilâve edemez. Onu yalnız nâfile namazda ilâve eder. Esah kavle göre «Ve ene evvelü-l müslimîne» «Ben müslümanların ilkiyim» cümlesini katmakla namaz bozulmaz. Ancak İmam kıraata başlamışsa cemaat olan kimse mesbûk olsun müdrik olsun ve kezâ imamı âşikâr okusun okumasın subhânekeyi terk eder. Çünkü Nehir´de Suğradan naklen «Bir kimse imama kıyâm halinde yetişirse kıraata başlamadıkça subhânekeyi okur.» denilmiştir. Bazıları: Gizli namazda imama rükû veya secde halinde bile erse, kanaatince imama yetişecekse subhânekeyi okur.» demişlerdir.

İZAH

Bedâyî´nin beyânına göre subhânekeyi vecelle senâüke cümlesini bırakarak okumak zâhir rivayedir. Çünkü meşhur kitablarda nakledilmemiştir. Binaenaleyh evlâ olan rivayete bir şey katmamak şartiyle her namazda subhânekeyi mezkûr cümleyi katmaksızın okumaktır. «Bu sözde Hidâye sahibinin mezkur cümleyi farzlarda okumaz.» ifâdesinin mefhumu olmadığına işaret vardır. Lâkin Hidâye sâhibi Muhtarat-ün-Nevâ)zil adlı kitabında şöyle demiştir: «Vecelle senâüke sözü meşhur kitablarda farzlar hakkında nakledilmemiştir. Nerede rivayet edilmişse ondan maksat teheccüt namazıdır.» Vecelle senâüke cümlesinin yalnız cenâze namazında okunacağını Münyet-üs-Sağîr şârihi söylemiş fakat bu sözü kimseye nisbet etmemiştir. Bunu Hidâye ve Muhtarât-ün-Nevâzil´den maada kimsenin zikir ettiğini görmedim.

«Nâfile namazlarda veccehtü vechiye» cümlesini okumak caizdir. Çünkü hadislerde varid olan haberler buna hamledilmiştir. Binaenaleyh bilittifak câizdir. Müteehhirîn ulema bunun iftitahtekbirinden önce okunacağını tercih etmişlerdir. Münyede imameyne göre «veccehtü» cümlesinin iftitahtan yani niyetten önce okunacağı bildirilmiş «niyetten sonra ittifak okunmaz.» denilmiştir. Lâkin Hılye´de. «Hak olan onun niyetten önce ve sonra tekbirden önce okunmasının Peygamber (s.a.v.) den ve eshabından sübût bulmamış olmasıdır.» deniliyor. Hazâin´de de: «Okunacağına dair varid olan haber esah kavle göre nâfile namazda senâdan sonraya hamledilmiştir.» denilmektedir. Hazâin´in derkenarında «bunu Zâhidi ve başkaları sahih bulmuşlardır.» ibâresi vardır.

«Esah kavle göre «Ve ene evvelül-Müslimîne» cümlesi ile namaz bozulmaz. Bazıları bozulacağını söylemişlerdir. Çünkü yalan söylemiştir. «Zira bu cümleyi okuyan ilk müslüman değildir.» Bahır sahibi Hılye´ye tâbi olarak bu sözü red etmiş ve Müslimin sahihinde sabit olan ve her iki cümleyi ihtiva eden hadisle istidlâlde bulunmuştur. Bir de: «Bu kimsenin söylediği ancak kendini haber verirse yalan olur. İbâreyi okursa yalan olmaz. Kendini haber verdiği takdirde bütün ulemâya göre namaz fâsid olur.» demiştir.

«Ancak imam kıraata başlamışsa ilh» burada şârih musannıfın ibâresini değiştirmiştir. Çünkü onun ibâresinden anlaşıldığına göre gizli okunan namazda imam kıraata başlamış bile olsa ona uyan kimse subhânekeyi okur. Şârih bu kavli zaif görmüştür çünkü suğra nâm eserde zaifliğine işaret edilmiştir. Vechi şudur: O kimse kırâatı terk ettiğine göre subhanekeyi evleviyetle terk edecektir.

Ben derim ki: Musannıfın söylediğini Dürer sâhibi kat´î lisanla ifâde etmiş Mineh nâm eserde: «Bu kavli Zahire ve Müzmırat sâhibleri sahih bulmuşlardır. Fetvada ona göredir.» demiştir. Minyet-ül-Musallî sâhibi ile Hazâin nâm eserinde kitabımızın şârihi ve mültekâ şârihi bunu tercih etmişlerdir. Kâdıhân dahi: «İmam kıraata başladıktan sonra yetişen kimse hakkında ibn-i Fadl subhâneke okumaz demiş başkaları ise okuyacağını söylemişlerdir. Burada tafsilat gerekir. Eğer imam âşikâra okursa subhanekeyi terk eder; gizli okursa subhanekeyi terk etmez.» diyerek bu sözü tercih eylemiştir. Şeyh-ul-İslâm Hâherzâde dahi bunu tercih etmiş.

Zahire´de şöyle ta´lilde bulunmuştur: «Gizli okunan namazda imamı dinlemek farz değil kıraata ta´zim için sünnettir. Binaenaleyh bu sünnet bizzat maksud değildir. Gizli namazda cemaatın okumamasını susmak vacip olduğu için, imamın okuması onun da okuması yerine geçtiği içindir. Subhaneke okumak ise bizzat maksut bir sünnettir. İmamın onu okuması cemaatın okuması yerine geçmez. Subhanekeyi terk ederse bizzat maksut olan bir sünneti terk etmiş olması lazım gelir. Âşikâra okunan namaz hâli bunun hilâfınadır. Binaenaleyh mutemed olan kavil musannıfın tercih ettiği kavildir. Yani gizli okunan namazda ve imam kıraata başlamış bile olsa cemaata yetişen kimse subhanekeyi okur.»

«İmama secde halinde bile erse» cümlesinden murad: Birinci secdedir. Nitekim Münye´de de böyle denilmiştir. Rükû ve secde hali diye kayıtlamakla oturuş halinde yetişmiş olsa subhaneke okumamanın evlâ olduğuna işaret etmiştir. Çünkü oturmakta fazîlete daha ziyade iştirak hâsıl olur. İkinci secde halinde yetişirse yine subhanekeyi terk etmek evlâ olur. Meselenin tamamı Münye şerhindedir.

METİN

Mezhebe göre kıraat için gizlice eûzü lafzıyle iftitah tekbirini aldığı gibi istiaze eder. Gizlice kelimesi iftitafın da kaydıdır. İstiâzeyi fatihadan sonra hatırlarsa terk eder. Fatiha´yı bitirmeden hatırlarsa eûzüyü çeker. Fatiha´yı yeniden başlaması gerekir. Bunu Halebî söylemiştir.

Talebe dersi hocaya okursa eûzü çekmez. Yani çekmesi sünnet değildir, Bunu zâhire sahibi söylemiştir.

Kıraata yetişemeyen mesbûk dahi onu kazaya kalktığı zaman eûzü çeker. Ancak imama vaktinde uyan kimse eûzü çekmez. Çünkü onun için kıraat yoktur. İmam eûzüyü bayram tekbirlerinden sonra çeker. Çünkü kıraatı tekbirlerden sonra okur. Cemaattan başkası eûzü çektiği gibi besmelenin kelimelerini söyleyerek besmele dahi çeker. Hayvan keserken ve abdest alırken olduğu gibi burada mutlak zikir caiz değildir. Aşikâra okunan namaz bile olsa besmeleyi her rekatın başında gizlice çeker. Fatiha ile sure arasında besmele çekmek mutlak surette sünnet değildir. Velev ki gizli okunan namaz olsun. Ama çekilse bil´ittifak mekruh olmaz. Gerçi Zâhidî besmelenin vacip olduğunu sahih kabul etmiş ise de Bahır sahibi bunu zaif bulmuştur.

İZAH

İstiâze eûzü lafziyle başlayarak yapılır. Hidâye´de esteizü lafziyle yapılacağı bildirilmişse de bu söz muteber değildir. Meselenin tamamı Bahır ve Zeyleî´dedir.

«Fatiha´ya yeniden başlaması gerekir.» Sözünü Halebî Münye şerhinde söylemiş ve ezcümle şöyle demiştir: «Eûzü çekmek ancak namaza başlarken meşrûdur. Onu unuturda fatihayı okursa ondan sonra eûzü çekmez. Hulâsa´da da böyle denilmiştir. Bundan anlaşılır ki Fatiha´yı bitirmeden eûzüyü hatırlarsa onu çeker. Bu takdirde Fatiha´yı yeniden okuması gerekir.» Bu anlayış yerinde değildir. Çünkü Hulâsa´nın «Fatiha´yı okur.» sözünün mânâsı okumağa başlarsa demektir. Zira Fatiha´ya başlamakla eûzü çekmenin yeri geçmiştir. Aksi takdirde sünneti ifâ için farzı terk lazım gelir. Vacibi terk dahi lazım gelir. Çünkü Fatiha´yı yahud onun ekserisini ikinci defa okumak secde-i sehiv icap eder. Halbuki Münye şerhinde dahi birbuçuk yaprak kadar sonra şöyle denilmektedir: «Fakih ebu Ca´fer´in Nevâdir´de beyan ettiğine göre bir kimse tekbir alır ve eûzü çekerde subhanekeyi unutursa onu tekrar okumaz. Kezâ tekbir alır ve kıraata başlarda subhaneke ile eûzü besmeleyi unutursa bunları dönüp okumaz çünkü yeri geçmiştir. Secde-i sehiv dahi lazım gelmez. Bunu Zâhidî söylemiştir. Bu ibâredeki «kıraata başlarda ilh» sözü bizim söylediklerimizi te´yid eder.

«Talebe eûzü çekmez.» Sözü eûzünün yalnız kur´an okumak için çekileceğine işârettir. Bunu Zahîre sahibi nakletmiştir. Bundan anlaşıldığına göre istiaze ancak Kur´an okurken ve namazda meşru olmuştur. Fakat bunun söz götürdüğü meydandadır. Nehir sahibi şöyle demektedir:

Ben derim ki Zahire´de nakledilen söz eûzünün meşru olup olmamada değil, sünnet olup olmaması hususundadır. Yani eûzü çekmek yani Kur´an okumak için sünnettir velev ki vesveseden korkulan her yerde çekilmesi meşru olsun. Şârih «sünnet değildir.» Sözü ile buna işaret etmiştir. Lakin bu cevap söz götürür. Çünkü eûzü çekmek helaya girmezden önce dahi sünnettir. Ancak«Eûzü billâhî min el hubsi vel habâis lafzı iledir.

Sonra zâhirenin ibâresi şöyledir: «Bir adam Bismillâhirrahmânirrahim dediği vakit Kur´an okumak isterse daha önce eûzü çeker, çünkü bu hususta âyet vardır. Söze başlamak isterse meselâ talebe hocasına dersini okursa eûzü çekmez. Çünkü bununla Kur´an okumayı arzu etmiş değildir. Görülmüyor mu ki bir adam şükür etmek isteyerek. Elhamdülillah-i Rabbil âlemîn dese bu sözden önce eûzü çekmeğe muhtaç değildir. Bu izaha göre cünüp bir kimse bu sözü söyleyerek Kur´an okumayı kast etse caiz değildir. Fakat söze başlamayı kast ederse caizdir.» Kısaltılarak alınmıştır.

Hâsılı Kur´an´dan besmele ve hamdele gibi bir şey okurda bundan Kur´an okumayı kast ederse besmeleden önce eûzü çeker aksi takdirde çekmez. Nitekim söze başlarken besmele çekmek, talebenin dersini üstazına okurken evvela besmele çekmesi bu kabildendir. Daha önce eûzü çekmeğe hacet yoktur. Hamdeleden şükûr kast edilirse hüküm yine budur. Kezâ Kur´an´da olmayan bir şeyi söylerken eûzü çekmek evleviyetle sünnet değildir. Binaenaleyh Zahîre´nin sözü konuşmağa başlamazdan önceki eûzu hakkındadır. Başka fiillere şumûlü yoktur. Ve Helâya girmezden önce eûzü çekmenin sünnet olmasına aykırı değildir.

Kıraata yetişemeyen mesbûk dahi kıraatı kaza etmek için ayağa kalktığında eûzüyü çeker. Musannıf burada kıraat üzerine üç fer´î mesele zikir etmiştir ki bunlar ebû Hanîfe ile imam Muhammed´in kavline binaendir. Onlara göre eûzü çekmek kıraata tabidir. İmam ebu Yusuf´a göre ise sübhanekeye tabidir. Şu halde ona göre mesbûk bir kimse sübhaneke´den sonra biri imama uyarken diğeri kazaya kalkarken olmak üzere iki defa eûzü çeker. İmama yetişen kimse dahi eûzü çeker. Zira o da subhaneke okur. Nitekim eûzüyü imam olan, yalnız kılan ve bayram namazlarında sübhanekeden sonra tekbirlerden önce hem imam hem cemaat çekerler. Münye´de böyle denilmiş; Hulâsa´da bu kavlin esah olduğu bildirilmiştir. Lâkin kâdıhan, Hidâye sahibi, Hidaye şârihleri. kâfi ve ihtiyar sahipleri ile ekser ulema imam Muhammed´in kavlini tercih etmiş; eûzünun kıraata tâbi olduğunu söylemişlerdir. Münye şerhinde: «Biz de onunla amel ederiz.» deniliyor.

Cemaattan başkasından murad: İmam ve yalnız kılandır. Bunlardan biri euzüden önce besmele çekerse yerinde yapılmadığı için onu tekrarlar Besmeleyi unuturda Fatiha´yı bitirdikten sonra hatırlarsa Fatiha için besmele çekmez. çünkü besmelenin yeri geçmiştir. Yukarda geçtiği vecihle «Fatiha´dan sonra hatırlarsa» sözünün mefhumu muteber değildir.

Hayvan keserken ve abdest alırken besmele çekmekten murad mutlak zikirdir.

Besmeleyi gizli çekmek tabiri bazı nushalarda mevcud değildir. Fakat mutlaka lazımdır. Kifâye´de Müçteba´dan naklen şöyle denilmiştir: Üçüncüsü bize göre namazda besmeleyi âşikâra çekmemektir. Şâfiî buna muhaliftir. Namaz dışında rivayetler muhteliftir. Ulema namaz dışındaki eûzü besmele hakkında dahi ihtilaf etmişlerdir. Bazıları yalnız eûzüyü gizli çeker; besmeleyi gizli çekmez demişlerdir. Sahih kavle göre kişi bu hususta muhayyerdir. Lâkin Kuran´dan olan imamına tâbi olur. Kuran´dan Hamza´dan başkaları besmeleyi âşikâr okurlar Hamza ikisini de Sizli okumuştur.

«Aşikâr okunan namaz bile olsa» ifâdesi Münye sâhibine red cevabıdır. O: «Aşikâra okunan namaz imam besmele çekmez. Yalnız gizli okunan namazda çeker.» demiştir. Fakat büyük bir hatadır. Bunu. Bahır sahibi söylemiş Bahır şârihi ise «Onu âşikâra çekmez» şeklinde te´vil etmiştir.

«Fatiha ile sure arasında besmele çekmek mutlak surette sünnet değildir» Bu kavil imam Azam´la imam ebu Yusuf´a aittir. Bedaî sahibi onu sahih kabul etmiştir. İmam Muhammed: «Gizli okursa sünnet âşikar okursa sünnet değildir.» demiştir. İbni Ziya Gazneviye şerhinde birinci kavil yalnız imam ebu Yusuf´a nisbet etmiş ve şöyle demiştir: «Bu ebu Yusuf´un kavlidir. Musaffa nâm eserin fetvânın imam ebu Yusuf kavline göre yani her rekatın başında gizlice besmele çekeceği bildirilmektedir. Muhitte ise Muhtar olan imam Muhammed´in kavlidir ki o da her rekata Fatiha´dan ve her sureden önce besmelenin çekilmesidir. Hasan İbni Ziyad´ın rivayetine göre yalnız ilk rekatta besmele çeker. Burada ebû Yusuf´un kavli tercih edilmiştir. Çünkü Fetva lafzı muhtar lafzından daha kuvvetli ve daha belî´dir. Bir de ebu Yusuf´un kavli ortadadır. Umurun en hayırlısı ise orta olanıdır. Umdet-ül-musallî şerhin de böyle denilmiştir. Nehir´de burada Gazneviye şerhinde yapılan nakilde dahi hata edilmiştir. Ondan sakınıver.

Fatiha ile sure arasında besmele çekilirse bil´ittifak mekruh olmaz. Onun için Zahire ve Müçtebâ´da bu cihet sarahaten bildirilmiş ve: «Gizli veya âşikâr okunsun Fâtiha ile sûre arasında besmele çekilirse ebu Hanife´ye göre iyi olur.» denilmiştir. Bu kavli muhakkıklardan ibn Hümâm ve tilmizi Halebî tercih etmişlerdir. Çünkü Besmelenin her sureden bir âyet olup olmadığında ihtilaf edildiği için ortada şübhe vardır. Zâhidî Fâtiha´nın başında besmele çekmenin vacip olduğunu sahih bulmuştur. Bu kavli Zeylei´de secde-i sehiv bahsinde sahih kabul etmiş, Münye şârihi dahi bunu kabul ile en ihtiyatlı kavil olduğunu söylemiştir. Çünkü sahih hadisler peygamber (s.a.v.)in besmeleye devam buyurduğunu göstermektedir. Vehbaniye şârihi bu kavli ekseriyete nisbet etmiştir. Çünkü Hulvânî: «Ekser ulemaya göre besmele Fatiha´dandır.» demiştir. Fatihâ´dan olunca onun gibi okunması da vâcip olur. Lâkin bu kavlin ekser ulemaya aid olduğu kabul edilmemiştir. Bahır sahibi Zâhidî´nin sözünü zaif bulmuş ve secde-i sehiv bahsinde şunları söylemiştir: «Bütün bunlar metin ve şerhlerde, fetva kitablarında beyan edilen zahir mezhebe muhaliftir. Zâhir mezhep besmelenin vacip değil sünnet olmasıdır. Binaenaleyh onu terk etmekle bir şey lazım gelmez. Nehir sahibi diyor ki: Hakikatta bunlar tercih edilen iki kavildir. Yalnız metinler birinciyi almışlardır.» Ben derim ki yani birinci kavil rivayet yönünden, ikincisi dirâyet yönünden tercih edilmiştir. Allah´u âlem.

METİN

Besmele bütün Kur´an´dan bir âyettir. Surelerin arasını ayırmak için indirilmiştir. Nemil sûresindeki besmele bil´ittifak bir ayetin cüz´üdür. Esah kavle göre besmele Fatiha´dan ve diğer surelerin hiç birinden değildir. Cünüp kimsenin onu okuması haramdır. İhtiyaten onunla namaz caiz değildir. İmam Malik´in besmeledeki ihtilafı şüphesinden dolayı onu inkâr eden kâfir olmaz.

Namaz kılan kimse imam olsun yalnız olsun besmeleden sonra Fatiha´yı ve ondan sonra vûcûbenbir sure yahud üç âyet okur. Okuduğu bir veya iki âyet olurda üç ayete denk gelirse kerahati tahrimiye ortadan kalkar. Bunu Halebî söylemiştir. Ama keraheti tenzihiye ancak sünnet olan miktarı okumakla ortadan kalkar.

İZAH

Besmele Kur´an´dan bir âyettir. Fakat imam Malik ile bizim ulemamızdan bazıları buna muhaliftir. Onlara göre besmele asla Kur´an´dan değildir. Kuhistanî diyor ki: «Keşşâf hâşiyeleri ile telvihte besmelenin Kur´an´dan olmadığı ebû Hanife´den nakledilen meşhur rivayetlerde bulunmamaktadır. Yani bize göre bu kavil zaiftir. Demek istiyor. Besmele sûre(erin aralarını ayırmak için indirilmiş Fatiha´nın evvelinede teberrük için yazılmıştır. Nemil suresindeki besmele âyetinin başı İnnehü min süleymane sonu ve etuni müslimin dir.

Besmele Fâtiha´dan değildir. Nehir sahibi: «Bu sözde Hulvâni ile ekser ulemanın besmele Fatiha´dandır iddialarını red vardır. Zahîre de bu kavil imam ebu Yusuf´un imam-ı A´zam´dan rivayeti olduğu bildirilmiş ve tercih edilmiştir. En ihtiyat olan da budur.» demiştir. Nehir sahibinin Hulvânî´den naklettiğini Kuhistânî Muhit´ten Zâhîre, Hulâsa ve diğer kitablardan naklen beyan etmiştir.

Besmele hiç bir sureden bir âyet değildir. İmam Şâfiî buna muhaliftir Ona göre Berâe´den maada bütün surelerde besmele sureden bir âyettir. Cünüb ve o mânâdâ olan hayız ve nifaslı kimselerin Kur´an kasdiyle besmeleyi okumaları haramdır.

Şârihin «ihtiyaten» sözü her iki meselenin illetidir şöyle ki: Cumhurun mezhebine göre besmele Kur´andandır. Çünkü mahallinde mütevatirdir. Bu hususta imam Malik muhalefet etmiştir. Binaenaleyh cumhurun mezhebine bakarak okumak cünüp kimseye ihtiyaten haram olmuştur. Hilaf şüphesine bakarak da namazda yalnız besmele ile iktifa etmek caiz görülmemiştir. Çünkü namazda kıraat yüzde yüz farzdır. Şüpheli olan bir şeyle sâkıt olamaz. «Onu inkar eden kâfir olmaz.» Cümlesi besmele hakkındaki işkâle cevaptır. İşkâl şudur:

Besmele mütevâtir ise onu inkâr edenin kâfir sayılması lazım gelir. Mütevatir değilse Kur´an sayılmaması lazım gelir. Cevap tahrirde de beyan edildiği vecihle şöyledir: Kat´î bir şeyi inkar eden kimsenin kâfir sayılması o şey hakkında kuvvetli şübhe sabit olmadığına göredir. Meselâ bir rüknü inkar etmek bu kabildendir. Burada ise kuvvetli şübhe mevcuttur. Çünkü imam Malik gibi onu inkar edenler ilk asırlarda Kur´an olarak mütevâtır olmadığını ve mushafa yazılması şeriatta onunla işe başlamanın sünnet olduğu şöhret bulduğundan ileri geldiğini iddia etmişlerdir. Ayet olduğunu isbat edenler ise: İlk çağlar müslümanları mushafları ALLAH kelâmı olmayan sözlerden korumaya son derece ehemmiyet verdikleri halde besmeleyi ittifakla mushaflara yazmaları Kur´an olmasını icap eder. Sünnet sayılması icmâ teşkil edemez. İstiazede sünnettir. Hak şudur ki besmele Kur´andandır. Çünkü mushafta tevatüren nakledilmiştir. Bu onun Kur´an olduğuna delildir. Biz onun Kur´an olmasının sûbutunu Kur´an´dır diye tevatüren şuyû bulmasına bağlı olduğunu kabul etmiyoruz. Kur´an´da şart olan yalnız yerinde mütevatir olmasıdır. Velev ki bu tevatüren duyulmuşolmasın.» demişlerdir.

Hâsılı besmelenin yerinde mütevatır oluşu aslen Kur´an olduğunu isbat eder. Kur´an olduğunun tevatüren şüyûu ise bu husustaki haberlerin tevatürüne bağlıdır. Onun için besmeleyi inkâr eden tekfir olunmamıştır. Sair âyetler böyle değildir. Onların Kur´an olduğunu bildiren haberler mütevatirdir. Bu söylediklerimizden anlaşılır ki şârihe düşen metni haline bırakmak, İmam Malik´in ihtilafını ibâreye katmamak idi. Böyle yapsa imam Malik´in onun Kur´an olduğunu inkar etmesine de cevap vermiş olurdu. Çünkü şübhe imam Malik´in inkâriyle meydana gelmiş değildir. O daha önce başka cihetten sabit olmuştur.

«Bir sûre yahud âyet okur.» sözünde bir sûre okumanın efdal olduğuna işaret vardır. Cami-ul-Fetevâ´da şöyle denilmiştir: «İmam Hasan´ın rivayetine göre ebu Hanife: Ben farz namazlarda Fatiha´dan sonra iki sûre okunmasını iyi görmem. Ama okumuş olsa mekruh sayılmaz. Nâfilelerde bunda bir beis yoktur, demiştir. Namazda okunması sünnet olan miktar. sabah ile öğle namazlarında uzun sureleri, ikindi ile yatsıda orta, akşam namazında kısa sureleri okumaktır. T.

neslinur
Fri 26 March 2010, 04:11 pm GMT +0200
METİN

«Fatiha bitince» imama gizlice âmin der nitekim cemâat ve yalnız kılanlarda gizlice âmin derler. Velev ki gizli okunan namazda olsun. Cemaat olan kimse imamın Fatiha´yı bitirdiğini işitirse âmin der. Velev ki cuma ve bayram gibi namazlarda kendi gibi bir cemaatın âmin dediğini işitmişte söylemiş olsun.

«İmam âmîn dediği vakit sizde âmin deyin» hadisine gelince bu hadis hükmî vücûdi mâlum olan şeye ta´lik kabilindendir. Binaenaleyh imamdan işitmesine bağlı değildir. Fâtiha tamam olmakla dahi okunur.

Buna delil: «İmam Veleddâllîn deyince sizde âmin deyin!» hadisidir. Bu kelime med ile âmîn kasır ile âmin ve imâle ile eeminü şekillerinde okunabilir. Emmmînü yahud yâ atılarak âminü okumakla namaz bozulmaz. Fakat bunlardan biri ile kasır yapıldığı emmiin yahud ikisi ile birlikte uzatarak emmin okunursa namaz bozulur. Bunu yalnız ben yazmışımdır. Amin bittikten sonra eğilirken rükû için tekbir alır. Kıraatı tekbirine eklemek mekruh değildir. Bir harf veya bir kelime kalırda onu lirken tamamlarsa bazılarına göre bunda bir beis yoktur. Münyet-Musallî.

İZAH

Musannıf «imam gizlice âmin der» sözü ile imam Malik´in muhâlefetine işâret etmiştir. İmam Malik âmin demeyi yalnız cemaat olan tahsis etmiştir. Ona göre imam âmin demez. Bu kavli imam Hasan imam-ı A´zam´dan da rivayet etmiştir. «Gizlice» sözü ile de imam Şâfiî´nin muhalefetine işâret etmiştir. Çünkü ona göre imam ve cemaattan herbiri âmini âşikâra söyler. «Nitekim cemaat ve yalnız kılanda ilh...» meselesinde bütün imamlar müttefiktirler. «Velev ki gizli okunan namazda okusun.» Çünkü aşağıdaki hadisdeki emir mutlaktır. Ve cemaata aittir.

Şârih bu hükmü o hadisten sonra söylese daha iyi ederdi. Bazıları gizli okunan namazlarda imamı işitse bile cemaatın âmin diyeceğini söylemişlerdir. Çünkü bu kadarcık işittirmenin itibarı yoktur. Şârih´in rivayet ettiği hadis Buharî ile Müslim´in sahihlerinde şu lafızladır: «İmam âmin dediği vakit sizde âmin deyin çünkü bir kimsenin âmini meleklerin aminine rastlarsa geçmiş günahları afv olunur.» Hadisi şerif imamla cemaatin âmin demesi gerektiğine delâlet etmektedir. Yalnız, imam hakkında işaretiyle, cemaat hakkında ibâresi ile delâlet eder. Çünkü ibâre cemaat hükmünü beyân için getirilmiştir. Sonra şârihin muradı imam Şâfiî´nin sözüne cevap vermektir. Şâfiî «Bu hadis imamın âşikâre olarak âmin diyeceğine delildir. Çünkü cemâatın âmin demelerini imamın âminine bağlamıştır.» der. Cevap şudur: Âmin yeri bellidir. İmamın veleddallin dediğini işitmek kâfidir. Zira şârih imamdan bu sözden sonra âmin demesini istemiştir. Binaenaleyh hadisi şerif hükmi vücûdu mâlûm bir bağlamak kabilindendir. Her iki tarafın delilleri mufassal kitablardadır. Bundan anlaşılıyor ki bir kimse imamdan uzak olurda onun okuduğunu hiç işitmezse âmin demez. Nitekim Bahır´da da böyle denilmiştir. Yani âmin yerini işitmediği için âmin demesi gerekmez. Meğer ki yukarda arz edildiği vecihle kendi gibi bir cemaatın âmin dediğim işitmiş olsun. O zaman âmin der.

İkinci hadisin tamamı şöyledir: «Zira melekler âmin derler. Bir kimsenin âmini meleklerin âmin demesine rastlarsa geçmiş günahları afv olunur..) Bu hadisi Abdürrezzak, Nesaî ve ibn-i Hıbbân rivayet etmişlerdir. Nevevî´nin Müslim şerhinde şöyle deniliyor: «Sahih ve doğrusu şudur ki murad âmin vaktinde meleklere muvafakat etmektir. Bazıları sıfat, huşû ve ihlâsta muvafakat olduğunu söylemişlerdir. Sonra bu meleklerin hafaza olduğunu söyleyenler ve hafaza olmadığını söyleyenler vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) başka bir hadiste: «Âmîni göktekilerin söylediğine tesadüf ederse ilh...» buyurmuştur.

Âmin demek hadiste emir olunduğu için sünnettir. Bu kelimenin Kur´an´dan olmadığına ulemâ ittifak etmişlerdir. Nitekim Bahır´da da böyle denilmiştir En meşhur ve en kasim okunuşu uzatarak âmîn şeklinde okumaktır. Âmîn diye çekmeden okumakta meşhurdur. Manâsı kabul et demektir. T. imâle uzatarak okunduğu vakit yapılır. Çekilmeyen yerde İmale mümkün değildir. İmâlenin hakikatı fethayı kesreye kaydırarak okumaktır. Eşmûnî´nin târifine göre eliften sonra elif bulunursa yâya kaydırılarak okunur.

Şârih «namaz bozulmaz» ifâdesi ile sözünün sünnet nasıl ifâ edileceğine değil namazın bozulmamasında olduğuna işâret etmiştir. Çünkü sünnet ancak med, kasır ve imâle şekilleri ile hâsıl olur. Nitekim bunu Tahtavî´de rivayet etmiştir. Âmmin demekle mezhebimizin müftabih kavline göre namaz bozulmaz. Çünkü bu şekil kelimenin lügatlarından biridir. Kur´an´ı Kerim´de de mevcuttur. Bunu Vâhidî rivayet etmiştir. Mânâsı Hulvânî´nin dediği gibi «İcâbetini dileyerek sana dua ediyoruz.» demektir, Zirâ âmmîn dileyenler mânâsına gelir. Ulemamızdan bir cemaat âmmîn şeklinin lügat olduğunu kabul etmemiş bununla namazın bozulduğuna hüküm vermişlerdir. Bahır.

Bu şekil Teâlâ Hazretleri kelimenin ikinci sureti âmin

nin «Veyleke âmin Yazık sana iman et» kerimesinde mevcuttur. Nitekim İmdat´ta bildirilmiştir. Kasırla emminü derse namaz bozulur. Çünkü Kur´an´ı Kerim´de böyle bir kelime yoktur. Bazıları Eminü şeklinde okunursa dahi bozulacağını söylemişlerse de bu söz götürür. Çünkü bu şekilKur´an´ı Kerim´de mevcuttur. Teâla Hazretleri fein êminü buyurmuştur.

Hâ Yani bundan dolayıdır ki Bahır ve Nahir sahipleri bu şekilden bahis etmemişlerdir.

Emminü okunduğu takdirde dahi namaz bozulur. Çünkü Kur´an´ı Kerim´de böyle bir kelime yoktur. Şârih´in saydıkları sekiz veche olup bunların beşi sahih üçü namazı bozar (sahih olanlar: âmin - êemin - eemin - âmmin - âmin´dir. Sahih olmayanlar (emmin - emin - emmin kelimeleridir. Dokuzuncu bir şekil daha vardır ki o da emmin´ dir bu da namazı bozar. Çünkü Kur´an´ı Kerimde yoktur. Ben derim ki: Sekizinci ile bu dokuzuncuyu Bahır sahibi zikir etmiş ve: «Bunların ikisinde namazın bozulması ihtimalden uzak görülemez.» demiştir.

«Eğilirken rükû için tekbir alır» sözü tekbirin eğilirken başlayıp sırt dümdüz olduğu zaman biteceğini gösterir. Bazıları ayakta iken tekbir alınacağını söylemişlerdir. Sahih olan birinci kavildir. Nitekim Müzmeratta´da öyle denilmiştir. Tamamı Kuhıstanî´dedir. Kırâatı tekbire eklemenin misâli Allâhu ekber ve emmâ bini´meti rakkike fehaddisillahu ekber´ dir. Fehaddis kelimesinin son harfi et tâi sakinin sebebiyle kesre okunur. H.

Kuhistânî´de beyân edildiğine göre musannıfın «sonra rükû için tekbir alır.» sözü tekbirin kıraatla birleştirilmeyeceğine delâlet eder. Ama bu bir ruhsattır. Efdâl olan birleştirmektir. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Ebu Yusuf´tan rivayet olunduğuna göre, Ben bazan kıraatı tekbire eklerim. Bazan eklemem demiştir.»

Tatarhâniye´de bu hususta güzel bir tafsilat vardır. Şöyle ki: Sûrenin sonu ve kebbirhu tekbirâ gibi sena ile bitirse eklemek evlâdır.

değil de:inne şâni eke hüvel ebter gibi biterse ayırmak evladır.

Durakta durur. Fasılayı yapar sonra rükû için tekbir alır. Şârih «Bazılarına göre bunda beis yoktur.» Sözü ile bu kavlın itimad edilmeyen kavil olduğuna işâret etmiştir. İtimad edilen kavil «sonra eğilirken rükû için tekbir alır.» diyerek işâret ettiğidir. Çünkü bu söz kıraâtın bütününü tamamladıktan sonra tekbir alarak rükûa gidileceği hususunda açıktır, ve esah olan da budur. Binaenaleyh şârih her iki kavle işaret ettiği gibi birincinin mu´temed ikincinin zaif olduğunu en kısa ibâre ve en latif işâret ile göstermiş demektir. Şarih´in kelamında ihmal yoktur. Nitekim Kemâl sahiplerine gizli değildir.

METİN

Ellerini dizleri üzerine koyarak onlara dayanır ve kuvvet bulmak için parmaklarını açar. Topuklarını birbirine yapıştırmak ve baldırlarını dik tutmak sünnettir. Sırtını çantıları ile birlikte düz tutar başını da kaldırmaz ve eğmez. Rükû´da en az üç defa tesbih eder tesbihi hiç yapmaz veya noksan bırakırsa tenzihen mekruh olur.

İZAH

Rükûda, topuklarını birbirine yapıştırmak sünnettir. Ebu´s Suûd: «Secde halinde de böyledir. Bu sünnetler bahsinde de geçmiştir.» diyor. Sünnetler bahsinde geçen: «Secde de topuklarını birbirine yapıştırmak sünnettir.» sözüdür. Şübhesiz ki bu bir göz hatasıdır. Çünkü şârihimiz bunune Dürrü muhtârda ne de Dürr-ü Müntekâ da zikir etmemiştir. Başkasının zikir ettiğini de görmedim. Evet: Olabilir ki bu mânâ rükûdan anlaşılmıştır. Rükûda topukları bir birine yapıştırmak sünnet olunca ondan sonra onları ayırmaktan bahis etmemişlerdir. Esası olan secde halinde de yapışık kalmalarıdır.

Musannıfın «ellerini dizleri üzerine koyar.» derken sünnettir. Sözünü de kullanması gerekirdi. Tâ ki elleri dizlere koymak, üzerlerine dayanmak, parmakları açmak, topukları yapıştırmak, baldırları dik tutmak, sırtı yaymak ve düz tutmanın hepsi sünnet olduğu anlaşılsın. Nitekim Kuhistânî´de böyle denilmiştir. Kuhistânî: «Bazularını açarak, parmaklarını dikerek ibârelerini de ilâve etmek gerekir. Çünkü bunlar da sünnettir.» demiştir. Nitekim Zahîdî´de zikir edilmiştir. Mi´rac sahibi diyor ki: «Müçtebâ´ da beyan edildiğine göre bunların hepsi erkek hakkındadır».

«Kadına gelince: O rükûda hafifçe eğilir, parmaklarını açmaz, bilakis toplar. Ellerini sâdece dizlerinin üzerine koyar. Dizlerini büker, kollarını açmaz. Çünkü bunlar onun örtünmesine daha elverişlidir. Veciz şerhinde hunsânın da kadın hükmünde olduğu bildirilmiştir.» Baldırlarını dik tutmak sünnettir. Avamdan bir çoklarının yaptığı gibi bunları kavisleştirmek mekruhtur. Bahır.

Rukû tesbihlerini tamamen terk etmek veya noksan bırakmak kerahet-i tenzihiye ile mekruhtur. Bu tesbih emrinin müstehap mânâsına alındığına göredir. Bahır. Mi´rac´ta bildirildiğine göre ebu Hanîfe´nin tilmîzi ebu Mutî´ Belhî: «Üç defa tesbih farzdır.» demiştir. İmam Ahmed´e göre bir defa tesbih vacibtir. Nitekim secde de tesbih, tekbirler, tesmî ve iki secde arasında dua da böyledir. Bunu kasten terk ederse namazı bâtıl olur. Yanılarak terk ederse bâtıl olmaz. Kuhistanî´de «vacip olduğunu söyleyenler vardır» denilmiştir. Bu kavil bizim mezhebe göre üçüncü bir kavildir.

Hılye´de beyân edildiğine göre tesbihin emir buyurulması ve devamla yapılması vacip olduğunu takviye etmektedir. Binaenaleyh yanılarak terk edilirse secde-i sehiv, kasten bırakılırsa namazını iâdesi lazım gelir. Bu bahiste allâme İbrahim Halebî dahî Münye şerhinde Hılye sahibine uymuş Bahır sahibi ise bunlara şu cevabı vermiştir: Peygamber (s.a.v.) bedeviye namazı öğretirken tesbihi söylememiştir. Bu da emri vücûp mânâsına hükümden değiştirir. Lâkin Münye şerhinde Halebî böyle bir itiraz yapılacağını hissederek şu cevabı vermiştir: «Biri çıkarda şöyle diyebilir:

Bu ancak namazda Rasulullah (s.a.v.)´ın bedeviye öğrettiğinden başka vacip yoksa doğrudur. Fakat ona öğretmediği başka vacipler vardır. Meselâ: Fatiha´yı tayin etmek zammı sûre yahud üç âyet okumak bedeviye öğretmediği vaciblerdendir. Bunlar başka delille sabittir. Burada da niçin öyle oluvermesin!»

Hâsılı rükû ve secdede üçer tesbih getirmenin lüzumu hakkında mezhebimizde üç kavil vardır. Delil yönünden bunların en tercihe şayan olanı mezhebin kaidelerine göre vacip olmasıdır. Binaenaleyh bu kavle itimad gerekir. Nitekim Kemâl İbn-i Hümâm ile ona tabi olanlara rivayet yönünden rükûdan doğrulmanın, iki secde arasında oturmanın ve bunların her ikisinde âza sükûnet bulacak kadar durmanın vacip olduğuna itimad etmişlerdir. Bu yukarda da geçmişti. Rivayet yönünden ise en şâyanı tercih kavil sünnet olmasıdır. Çünkü meşhur kitablarda söylenenbudur. Ulema tesbihlerin üçten az bırakılması mekruh olduğunu üçden ziyâdenin ise tek sayıda bitirmek şartiyle beş, yedi veya dokuza kadar çıkarılmasının müstehap olduğunu söylemişlerdir. Ama bu imam olmayan hakkındadır. İmam olursa cemaata bıkkınlık vermemek üzere uzatmaz.

Namazın sünnetleri bahsinde ebu-l-Yüsr´un usulünden naklen demiştik ki: Sünnetin hükmü: İfâsına teşvik terkinden dolayı zem olunmak birazda günaha girmektir. Bu söz sünnet bırakılırsa tenzihden yukarı tahrimdende aşağı bir kerahet hâsıl olacağını gösterir. Böylece Bahır sahibinin: «Burada ki kerahet-i tenzihidir. Çünkü fiili müstehabtır.» Sözünün zaif olduğu meydana çıkar. Velev ki şârih ve başkaları ona tâbi olmuş bulunsunlar.

T E N B İ H: Rükû tesbihînde Subhâne rabbiyel azîm demek sünnettir. Ancak (za) harfini söylemezse azîm yerine kerîm der tâ ki dili (azîm) deyivermesin çünkü böyle derse namaz bozulur. Dürerül-Bıhar şerhinde de böyle denilmiştir. Bu bellenmelidir. Çünkü avam bundan gâfildir (za) yerine (ze) yi söylerler.

METİN

Rükûu yahud kırâatı gelen yetişsin diye uzatmak tahrimen mekruhtur. Yani geleni tanır da uzatırsa mekruhtur. Aksi takdirde uzatmakta beis yoktur. Uzatmakla Allah´a yaklaşmayı kast ederse bil´ittifak mekruh olmaz. Lâkin bu nâdirdir. Buna riyâ meselesi derler. Ondan korunmak gerekir.

İZAH

Gelen yetişsin diye kırâatı veya rükûu uzatmak kerâhati tahrimiye ile mekruhtur. Çünkü Bedâyi ve Zahîre´de imam ebu Yusuf´tan şu rivayet vardır: «Bu meseleyi ebu Hanife ile ibn ebî Leylâ´ya sordum ikisi de mekruh gördüler. Ebu Hanîfe o kimseye büyük bir şey lazım geleceğinden - yani şirkten - korkarım dedi.» Hişâm´da İmam Muhammed´den bunu mekruh gördüğünü rivayet etmiştir. Kezâ imam Malik´le yeni mezhebin imamı Şâfiî´den dahi mekruh gördükleri rivayet olunmuştur.

Bazıları İmamı A´zam´ın «müşrik olur.» Sözünden tevehhüme kapılarak o kimsenin kanının da mubah olduğuna fetvâ vermişlerdir. Halbuki hazreti imam sâdece ameldeki şirki kast etmiştir. Çünkü rükûun evveli ALLAH Teâla için idi sonu, gelen kimsenin hatırı için olur. Ama gelen kimse için tezellül ve ibâdeti murad etmedikçe kâfir olmaz. Meselenin tamâmı Hılye ve Bahır´dadır.

Son oturuşu selâm vermeyip uzatmak dahi mekruhtur. Sirâc´ta bu mesele de ihtilâf olduğu bildirilmiş ve bu husustaki sözün namaz kılan hakkında olduğuna işârette bulunmuştur.

Namazdan önce beklerse; Bezzaziye´nin ezan bahsinde şöyle denilmiştir: «Cemâat yetişsin diye ikâmeti beklerse câizdir. Cemâat toplandıktan sonra bir kişiyi dahi beklemek câiz değildir. Meğer ki huysuz ve yaramaz ola. «Yani geleni tanır da uzatırsa» ifâdesi Münye şerhinde ekser ulemaya nisbet edilmiştir. Çünkü o zaman bekleyişi ibâdet ve hayra yardım için değil dostluk için olur. Geleni tanımazsa uzatmasında beis yoktur. Çünkü tâata yardım olur. Lâkin cemâatı sıkmayacak kadar uzatmalı mu´tattan bir veya iki tesbih miktarı fazla durmalıdır.

Beis yoktur sözü ekseriye yapılmasa daha iyi olur mânâsında kullanılır. Burada da öyle olmakgerekir. Zira ALLAH´a ihlas bulunmamak şübhesiyle yapılan bir ibâdetin terki şübhesiz efdaldir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Sona şübhe veren şeyi bırak, şübhe vermeyeni yap» buyurmuştur. Şu da var ki bu rekata yetişmeye yardım için de olsa bunda tembelliğe ve vakti gelmeden namaza hazırlanıp koşmayı terk etmeye yardım eder. Binaenaleyh terki evlâdır. Ama kalbine bir şey gelmeksizin sırf ALLAH´a yaklaşmak için uzatırsa mekruh olmaz. Bilakis efdâl bile olur. Lâkin böylesi pek nâdir bulunur. ALLAH´a yaklaşmaktan murad rekata yetişmeye yardım etmek de olabilir. Çünkü bunda Allah´a ibâdet için kullarına yardım vardır. Onun için yukarda beyân ettiğimiz şübheden dolayı terki efdal olur. Burası Münye şerhinden kısaltılarak alınmıştır.

Ben derim ki: Rekata yetişmek için yardım kasti şer´an matlûp ve makbul bir şeydir. Sabah namazında birinci rekatın uzatılması bil´ittifak meşrudur. Başka namazlarda cemâata yardım için uzatmanın meşru olup olmaması ihtilaflıdır. Çünkü sabah zamanı uyku ve gaflet zamanıdır. Nitekim sahâbe Peygamber (s.a.v.)in fiilinden bunu anlamışlardır. Münye´de «imamın cemâata sünneti tamamlatmayacak kadar işi acele tutması mekruhtur.» denilmiştir. Hılye´de Abdullah bin Mubârek, İshak, İbrahim ve Sevrî´den naklen: «İmamın beş defa tesbih etmesi müstehabtır. Tâ ki gelen üç tesbihe yetişebilsin.» denilmiştir. Bu izaha göre gelen kimseye yardım kasdı ile beklemek, ona iyi görünmek veya utanmak gibi bir şey hatırına gelmemek şartiyle efdaldir. Onun için Mi´rac´da El-Cemi-ul-Esgar´dan naklen o imamın me´cûr olduğu nakledilmiştir. Çünkü Teâlâ hazretleri: «İyilik ve takvâ hususunda birbirinize yardım edin.» buyurmuştur.

Tatarhaniye´nin ezan bahsinde şöyle denilmektedir: «Müntekâ´da bildirildiğine göre. bazı kimseler yetişsinler diye ezanı geciktirmek ve kıraatı uzatmak haramdır. Bu uzatıp geciktirmekte, cemâata usanç verecek derecede, dünya ehli olanlara meyl ettiği vakittir. Hulâsa hayr ehline yardım için azıcık geciktirme mekruh değildir.»

Tahtavî şöyle diyor: «Anlaşılıyor ki imamın rükûu, tekbir alan bir kimse yetişecek kadar uzatması ALLAH´a yaklaşmaktan ma´duttur. Çünkü imam o kimse yetişmeden başın rükû´dan kaldırırsa gelen kimse o rekata yetişdim zanneder. Nitekim avâm takımından bir çokları bunu yapar ve yetişdim zanniyle imamla birlikte selam verir. İmam da namazını yeniden kılmasını veya tamamlamasını kendisine söylemeye imkân bulamaz.»

METİN

Bilmiş ol ki rükünlerde imama tabi olmanın lüzûmuna ibtina eden şeylerden bazıları şunlardır: İmam rükû veya sücûttan başını cemaat üç tesbihi tamamlamadan kaldırırsa cemaatın ona tabi olması vacibtir. Aksi de öyledir. Ve imamdan önce başını kaldıran cemâat tekrar rükûa döner. Bu iki rükû sayılmaz. Ama cemaat teşehhüdü bitirmeden selâm vermesi yahud üçüncü rekata kalkması böyle değildir. Burada cemâat ona tâbi olmaz teşehhüd vacip olduğu için onu tamamlar. Fakat tamamlamasa da câiz olur. Cemaat teşehhüd dualarını okurken imam selâm verirse cemaat ona tabi olur. Çünkü bu dualar sünnettir. İnsanlar bundan gâfildir. Sonra tesmî yaparak rükûdan başınıkaldırır.

Valvalciye´de :«İmam nûnu lama tebdil ederek okursa namaz bozulur.» denilmiştir. Tesmî cümlesinin sonunda cezimle mi yoksa hareke ile mi duracağı hususunda iki kavil vardır.

İZAH

Namazın vâcipleri bahsinde cemaatın imamı tâkibi hususunda yeteri kadar bahsettik. Oradaki tahkikatımız neticesinde farz ve vaciplerde imamdan geri kalmamak manasına takibin vacip, sünnetlerde sünnet olduğu anlaşıldı. Şu halde burada «rükünlerde» diye kayıtlamak söz götürür. Halbuki rükû veya secdeden doğrulmak ya vacip ya sünnettir. Şu da var ki musannıf burada imama tabi olmaktan bahis etmedi ki sözü ona bina edilmiş olsun. Şârih´in buradaki «Cemâatın ona tabi olması vâciptir.» Sözünü evvelce geçen «rukû´da üç defa tesbih eder.» ifâdesine ibtina ettirmesi gerekirdi. Çünkü üç tesbih mezhepte meşhur ve mutemed olan kavle göre farz veya vacip değil sünnettir. Binaenaleyh ondan dolayı vacip olan mütabeat (yani imama tâbi olup onu takip) terk edilemez.

Cemâat üç tesbihi tamamlamadan imam başını rükûdan veya secdeden kaldırırsa cemâatın ona tâbi olması hususunda iki rivayet vardır. Bunların esah olanına göre cemaatın imama tâbi olmaları vaciptir. Bahır´da da böyle denilmiştir. «Aksi de böyledir.» Yani imam tesbihleri tamamlamadan cemâat rükû veya secdeden başını kaldırırsa, imama tâbi olmaları yine vaciptir. Tekrar dönerek imamla birlikte rükûu tamamlar. Dönmezse keraheti tahrimiye irtikâp etmiş olur. Rükûa dönmesi iki rükû sayılmaz. Çünkü bu dönüş müstakil rükû yapmak için değil ilk rukûu tamamlamak içindir. H.

Cemâat teşehhüdü bitirmeden imam selâm verir veya üçüncü rekata kalkarsa o rekatı imamla birlikte yetiştiremeyeceğinden korksa bile imama tâbi olmaz. Bunu Zahîre sahibi açıklamıştır. Mutlak olan bu söz, imama ilk veya son teşehhüd esnasında uyana da şâmildir. O oturduğu vakit imam kalkar veya selâm verirse cemaat olanın teşehhüdü tamamlayıp kalkması iktiza eder. Ama ben bunu açık olarak bir yerde görmedim. Sonra Zahire´de ebu-l-Leys´den naklen şöyle denildiğini gördüm: «Bence muhtar olan teşehhüdü tamamlamasıdır. Ama tamamlamazsa namazı câizdir.» Hamd ALLAH´a mahsustur. «Fakat tamamlamasa da câiz olur.» Yani teşehhüdü tamamlamazsa keraheti tahrimiye ile namazı sahihtir. Nitekim bunu Halebî söylemiştir. Tahtavî ile Rahmetî onunla münâkaşa etmişlerdir. Münye şerhinin şu ifâdesinden anlaşılan budur: «Hâsılı farz ve vaciplerde gecikmeden imamı tâkip etmek vaciptir. Buna başka bir vacip engel olursa bırakması gerekmez. Bilâkis onu yapar. Sonra imamı tâkip eyler. Çünkü o vacibi yapmak tamamiyle imamı takipten alıkoymaz Sâdece geciktirir. Ama vacibi tamamen bırakırsa bu imamı tâkibi tamamen ortadan kaldırır. Binaenaleyh birini biraz geciktirmek suretiyle iki vacibi birden ifâ etmek birini tamamen bırakmaktan evlâdır. Ama sünnetin ârız olması böyle değildir. Çünkü sünnetin terki vâcibi geciktirmekten evlâdır.»

Ben derim ki: Bu ibâreden anlaşıldığına göre teşehhüdü tamamlamak vâcip değil evlâdır. Lâkin burada şöyle bir itiraz vârid olabilir: Burada vacip olan mütâbeatın mânâsı geciktirmemektir. Binaenaleyh teşehhüdü tamamlamaktan mütâbeatın tamamen terk edilmesi lazım gelir. Ve şöyle ta´lil gerekir: Mezkûr mütâbeat ancak ona başka bir vacip ârız olmadığı zaman vacip olur. Nasıl ki selâm almak vacibtir. Ama hutbe dinlemek te vacibtir. Bu vacip ârız olunca selâm almak sâkıt olur. Bunun iktizasıda teşehhüdü tamamlamanın vacip olmasıdır. Lâkin ta´lîlin aksi iddia edilerek şöyle denilebilir: Teşehhüdü tamamlamak ona imama tâbi olmanın vücûbu ârizî olmadığı zaman vacibtir. Evet ulemanın «Ona tabi olmaz.» sözleri teşehhüdü tamamlamanın hâlâ vacip olduğuna, imama tâbi olmanın sukût ettiğine delâlet eder. Çünkü namaz kılanın içinde bulunduğu fiil ondan sonra ârız olacak fiilden daha kuvvetlidir. Zahîreye´den naklettiğimiz de böyledir. Şu halde ulemanın «fakat tamamlamasada câiz olur.» sözlerinin mânâsı kerahet-i tahrimiye ile sahih olur demektir. Teşehhüd vaciptir diye ta´lilleride bunu gösterir. Çünkü imama tâbi olmak ta vâcip olsaydı bu ta´lil sahih olamazdı.

Teşehhüd duaları salavâta şâmildir. Münye şerhinde de böyle açıklanmıştır.

Tesmî yapmaktan murad: Semiallahülimen Hamideh demektir. Bundan anlaşılır ki rükûdan doğrulurken tekbir almaz. Muhit´te buna muhâlif olarak tekbir almanın sünnet olduğu bildirilmiş ve «Tahâvî bununla amel tevatüren sabittir. Çünkü Peygamber (s.a.v., Ebu Bekir, Ömer, Ali ve Ebu Hüreyre (Radıyellâhü anhüm) her eğilip doğruldukça tedbir alırlardı» diye iddia edilmiş olsa da bu sünnettir. Mi´rac sâhibi kendisine cevap vermiş: «Tekbirden murad bütün rivayet, eser, ve haberlerde ALLAH Teâlâyı ta´zîm bildiren zikirdir.» demiştir. Nûnu lâma çevirerek okumak limen hamd yerine limel hamd demekle olur. Bu namazı bozar. Lâkin Münyet-ül-Musallî´nin namazda yanılanlar bahsinde: «Namazın bozulmaması ümid edilir.».. denilmiş ayni eserin şerhinde Halebî «Mahreç yakın olduğu için» diyerek bozulmamanın illetini göstermiştir. Anlaşıldığına göre bunun hükmü pelteğin hükmü gibidir. Kınye sahibi bunu beğenmiş hatta Hılye´de: «Hulvanî´nin beyânına göre sahabeden bazıları bunu Peygamber (s.a.v.)´den rivayet etmişlerdir. Böyle okumak bazı Arab kabilelerinin lehçesidir.» denilmiş sonra En´amte - dinüküm - vemenfûşü kelimelerindeki nun´ların lame tebdili ile namazın bozulması lazım gelip gelmeyeceği hususunda ulemanın ihtilaf ettiklerini Haddâdî´den nakletmiştir.

«Tesmî cümlesinin sonunda cezmle mi yoksa hareka ile mi durulacağı hususunda iki kavil vardır.» Hamidehu kelimesinin sonundaki hê´nin durak için geldiğini söyleyenlere göre hamideh diyerek cezmle durur. Hê zamirdir; diyenlere göre onu hareke ve işbâh ile okur. Fetevâ-i sofiye´de ikinci şeklin müstehap olduğu bildirilmiştir. Şârihin Fetevâ-i Sofiye muhtasarında bildirildiğine göre Muhitin ifâdesinden anlaşılan tehayyür «yani okuyanı muhayyer bırakmak»dır. Sonra şöyle demiştir: «Bu hâ zamir değil isimdir. Binaenaleyh hiç bir suretle sâkin okunamaz. Bu vecih daha beli´ dır. Çünkü ALLAH´ın isimlerinde izhâr ızmardan (yani ismi söylemek zamirle ifâde etmekten» daha ziyâde ta´zim ifâde eder. Bustî´nin tefsirinde böyle denilmiştir.

Muhit´te: «Çünkü Hâ yı harekelemek daha ağır ve meşekkatlidir. İbâdetin efdali ise meşekkatli olanıdır.» cümlesi ziyâde edilmiştir. Hâsılı kavaid iktizâsı Ha durak içinse sâkin okunur. Zamir iseharekelenmez. Yalnız cümle arasında harekelenir. Durulduğu vakit harekeleneceğini söyleyenlerin murâdı: Kırâat imamlarınca meşhur olan revm olmak ihtimâli var. Bu Hâ nın bazı sofiyyenin dedikleri gibi ALLAH teâlânın isimlerinden biri olduğu sübût bulursa hiç bir suretle sâkin okunması doğru olamaz. bilakis zamme ve işba´la okunması gerekir. Tâ ki sâkin vâv meydana çıksın.

Seyyid-i Abdülgânî´nin bir risalesi vardır ki orada Sofiyyenin mezhebini tahkik etmiş hu kelimesinin onların ıstılahında galebe yolu ile ALLAH Teâlâ´ya alem (yani özel isim) olduğunu bunun bir zamir olmayıp zâhir isim sayıldığını bildirmiştir. Seyyid-i Abdülganî bunu bir cemaattan nakletmiştir ki bunlardan bazıları sâm, (Beyzâvî hâşiyesinde) Fâsi, (Delâil şerhinde) İmam Gazâlî, Cîli ve başkalarıdır. Fakat burada maksadın bu olduğu zâhirin hilâfınadır. Onun için Mi´rac sahibi Fevâid-i Hamidiye´den naklen: Hamideh kelimesindeki hâ durak ve istirahat içindir. Zamir hâ sı değildir. Mutemed ulemadan böyle nakledilmiştir. Müstesfâ´da Hâ nın zamir olduğu bildirilmiştir. Tatarhâniye´de ise: «Enfe´da bildirildiğine göre hâ durak ve istirahat içindir.» denilmiş, Hüccet´de bunun cezmle okunacağı hareke gösterilmeyeceği ve hüve şeklinde de telaffuz edilmiyeceği açıklanmıştır.»

METİN

İmam sâdece tesmi ile yetinir. İmameyn «Ona gizlice tahmidi de katar.» demişlerdir. İmama uyan da tahmidle yetinir. Tahmidin en fazîletlisi «Allahümme Rabbenâ velekel hamd» demektir. Sonra vâyı hazf ederek söylemek gerekir. Ondan sonra yalnız Allahümme´yi hazf ederek söylemek gelir. Mûtemed kavle göre yalnız kılan kimse tesmî ve tahmidin ikisini de yapar. Rükûdan doğrulurken tesmîi doğrulduktan sonra da tahmîdi yapar. Ve dümdüz durur. Çünkü evvelce geçtiği vecihle bu ya sünnet ya vacip veya farzdır. Sonra secdeye inerken tekbir alır ve evvela dizlerini yere koyarak secde eder. Çünkü dizleri yere yakındır. Sonra ellerini yere koyar. Ancak bir özür bulunursa koymayabilir. Sonra evvelce görüldüğü vecihle evvelâ burnunu arkasından yüzünü iki elinin arasına koyar. Bunu rekatın sonunu başına kıyas ederek ve kıbleye dönmek için el parmaklarını bir yere toplayarak yapar. Kalkarken aksini yapar.

İZAH

İmameyne göre imam rükû´dan doğrulurken tesmîi âşikar yaptığı gibi gizlice tahmîdi de yapar, bu kavil imam-A´zam´dan da rivayet olunmuştur. Fadlî Tahavî ve müteehhirinden bir cemaat bu kavle meyl etmişlerdir. Hâvil Kudsî sahibi onu tercih etmiş Nur-ul-İzah´da dahi bu kavil üzere yürünmüştür. Lâkin metinler İmam A´zam´ın kavline göre yazılmıştır. Tahmidin en faziletlisi Allahümme rabbenâ velekel hamd ! demektir. Ondan sonra fazîletçe vâvı atarak Allahümme rabbenâ lekel hamd, Ondan sonra yalnız Allahümmeyi atarak Rabbenâ velekel hamd, ondan sonra da Rabbenâ lekel hamd, gelir Mutemed kavle yalnız kılan kimse tesmî ile tahmidin ikisini de yapar. Bu husustaki üç sahih kavlin mutemed olanı budur. Şârih Hazâin´de bu kavlin esah olduğunu söylemiştir. Hidâye, Mecmâ, ve Mültekâ´da dahi böyle denilmiştir.

İkinci kavi imama uyan gibi olmasıdır. Mebsût´da bu kavlin sahih olduğu bildirilmiştir. «Yani yalnıztahmidi yapar.»

Üçüncü kavil imam gibi olmasıdır. (Yani yalnız tesmîi yapar) Sirâc sahibi Şeyh-ul-İslâm´a nisbet ederek bu kavlin sahih olduğunu söylemiştir. Bakânî: «Mutemed olan birinci kavildir.» demiştir.

Rükûdan doğrulduktan sonra dümdüz durmaktan maksad tâdili erkândır. Nitekim İnâye´de bildirilmiştir. Bu ifâde te´kid için getirilmiştir. Çünkü mutlak kıyâm ancak vücudun ait ve üst kısmının doğrulmasiyle olur ekseriyetle halk bundan gâfil olduğu için musannıf bu te´kidi yapmaya mecbur kalmıştır.

Tâdili erkân İmam A´zam´la İmam Muhammed´e göre sünnet, Kemâl ibn-i Hümâm´la tilmizî´nin tercihine göre vacip İmam ebu Yusuf´a göre farzdır. Bu kavlı Tahâvî uç imamdan nakletmiştir.

Secdeye inerken tekbir almaktan murad: İnme hareketinin başında tekbire başlayıp sonunda bitirmektir. Secdeye inmek için dümdüz doğrulmak gerekir. Beli doğrulmadan secdeye inerse namaza bir rükû daha ilave etmiş olur. Tatarhâniye´nin sözü buna delâlet eder. Orada şöyle denilmiştir: «Bir kimse namaz kılarda konuştuktan sonra bir rükû terk ettiğini hatırlarsa bakılır. Ulema ve ehli takvâ namazı kılmışsa o namazı tekrarlar. Avam namazı kılmışsa tekrarlamaz. Çünkü takvâ sahibi âlim iyice doğrularak secdeye gider. Avamdan olan bir kimse ise eğilerek secdeye iner. Bu ise rükû´dur. Çünkü biraz eğilmek rükûdan hesap edilir.»

Secdeye inerken evvelâ dizlerini sonra ellerini sonra yüzünü yere koyar. Buradaki tâdil erkâna da riâyet eder. Yere evvelâ sağ dizini sonra sol dizini koyar. Nasıl ki Kuhistânî´de böyle denilmiştir. Lâkin Hazâin´de böyle denilmeyip: «evvelâ dizlerini sonra ellerini yere koyar, meğer ki mestten veya başka bir şeyden dolayı beraberce yere koymak güç gele! Bu takdirde ellerinden başlar ve önce sağ elini yere koyar.» denilmiştir. Bedâyî, Tatarhâniye, Mirac, Bahır ve diğer kitablarda da böyle denilmiştir. Bu sözün müktezâsı. Evvela sağ eli yere koymak ancak elleri dizlerden önce yere koymaya sebep olan bir özür bulunduğu takdirdedir. Dizleri koyarken sağdan başlamak yoktur. Anlaşılan budur. Çünkü bunda güçlük vardır. «Sonra evvelce görüldüğü vecihle evvelâ burnunu arkasından yüzünü iki elinin arasına koyar.» Evvelce görüldüğü vecihleden murad: Yere yakın olmasıdır. Şârihin ibâresi bahırdan alınmadır. Lâkin Bedâyi´de şöyle denilmiştir: «Sünnetlerden biri de evvelâ alnını sonra burnunu yere koymaktır. Bazıları evvelâ burnunu sonra alnını yere koyacağını söylemişlerdir. Tatarhaniye´de ve Tahavî şerhinden naklen Mi´rac´da dahi böyle denilmiştir. Bu evvelâ alın yere konulur diyenlerin kavline itimad edileceğini, aksini söyleyenler bazı kimselerden ibâret olduğunu gösterir.

Secde ellerin arasına yapılır. Öyle ki başparmakları kulakları hizâsına gelmelidir. Kuhistânî´de de böyle denilmiştir. İmam Şâfii´ye göre ellerini omuzlarının hizasına koyar. Birinci kavil Müslim´in Sahihinde, ikincisi Buharî´nin sahihindedir. Muhakkıklardan Kemâl ibn-i Hümâm bunların ikisininde sünnet olduğunu tercih etmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) zaman zaman her ikisini yapmıştır. İbn-i Hümâm: «Şu kadar vardır ki birinci kavil efdâldir. Çünkü onda sünnet olan kollarını açmak vardır.» demiştir. Münye ve Şurunbulâlîye şârihleri de kendisini tasdik etmişlerdir.

Rekatın sonunu başına kıyâs etmekten murad: Namaza niyetlenirken başını nasıl ellerinin arasına alırsa secde de dahi öyle yapar demektir. Geri kalan rekatlar ilk rekata mülhaktır. Parmaklarını da birbirine yapıştırır. Zeyleî ve diğer kitablarda bildirildiğine göre parmakları birbirine yapıştırmak yalnız burada, birbirinden ayırmak ta yalnız rükûda menduptur. Parmakları kıbleye çevirmenin en iyi yoluda budur. Çünkü onları aralasa baş parmakla küçük parmak kıbleden başka tarafa doğru dönerler. Bu ta´lili Hazâin şârihi Şumunnî ve başkalarına nisbet etmiş ve şunları söylemiştir: «Bahırda bunu ta´lil ederken rahmet secdede iner. Parmaklar bir araya toplanmakla daha çok rahmet elde edilir. denilmiştir.» «Kalkarken aksini yapar.» yani secdeden evvela yüzünü sonra ellerini, sonra dizlerini kaldırır. Acaba evvelâ burun yere konur diyenlere göre secde de evvelâ burun mu kaldırılır? Hılye sahibi: «Bu hususta açık bir kavle rastlamadım.» demiştir.

METİN

Burnuna yani burunun serî yerine ve alnına secde eder. Alnın uzunluğuna hudud şakaktan şakağa. genişliğine hududu kâşların dibinden kafa kemiğine kadardır. AInın ekserisini yere koymak vaciptir. Bazıları az da olsa bir kısmını yere koymak nasıl farz ise ekserisini yere koymak da farzdır demişlerdir. Secde halinde alınla burunun birisini yere koymakla yetinmek mekruhtur. İmameyn özürsüz olarak sadece buruna secde etmenin câiz olmadığını söylemişlerdir. İmam A´zam´ın dahi bu kavle döndüğü sahihtir. Fetvâ buna göredir. Nitekim biz bunu Mültekâ şerhinden yazdık.

İZAH

Burunun yalnız yumuşak yerine secde etmek bil´ittifak câiz değildir. Bahır alnın kitabımızda çizilen hududunu Hazâin şârihi Tecnis´den naklen Münye şerhine nisbet etmiş sonra şunları söylemiştir: «Bazıları alnın hududu başın ön tarafından iki yanının arasıdır, demiş. Bir takımları kaşların üstünden saç biten yere kadar olduğunu söylemişlerdir. Bu daha açıktır. Mânâ birdir.» Alnın ekserisini mi yoksa az da olsa bir kısmını mı yere koymak farz olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir.

Burada iki kavil olup tercih edilenine göre alnın az da olsa bir kısmını yere koymak farzdır. Ekserisini yere koymak vacibtir. Çünkü buna Rasûlullah (s.a.v.) devam buyurmuştur. Mi´rac´da beyân edildiğine göre secde de alnın her tarafını yere koymak bil´ittifak şart değildir. Az da olsa bir kısmına secde etmekle yetinmek caizdir. Şârih Mültekâ şerhinde şöyle demiştir: «İmam A´zam´ın bu kavle döndüğü sahihtir. Nitekim Burhan´ dan naklen Şurunbulâlî´de dahi böyle denilmiştir. Fetvâ buna göredir. Mecme´da, ve şerhlerinde keza Vikâye´de ve şerhlerinde, Cevhere, Sadr-´ş-Şeria. Aynî Bahır, Nehir ve diğer kitablarda dahi böyle denilmektedir.» Allâme Kâsım´ın sahih kavli bildirirken söylediğine göre imameynin kavli İmam A´zam´dan bir rivayettir. Ve fetvâ buna göredir. Ama bu kavli İbn Hümâm Fetih´de müşkil görmüş: «Yalnız burun üzerine secde etmekle yetinmek câiz değildir. Demekten kitap üzerine haber-i vahidle yani: Ben yedi kemik üzerine secde etmekle me´mur oldum. Hadisi ile ziyâde lazım gelir.» demiştir.

Kemâl ibn-i Hümâm sözüne devamla şunları söylemiştir: «Hak şudur ki bu hadisin ve alınla burun üzerine secdeye devam buyurmasının müktezası bunun vacip olmasıdır. İmam A´zam´ın kavlikerahet-i tahrimiyeye imameynin kavlide her ikisinin vücûbuna hamledilirse hilâf ortadan kalkar.» Münye şârihi bunu tasdik etmiştir. Bahır sahibi dahi bunu tasdik etmiş ve ilâveten şöyle demiştir: «Delil burnun üzerine dahi secde etmenin vâcip olmasını iktiza eder. Nitekim Kenz ve musannıfın sözlerinden anlaşılan da budur. Zira kerahet mutlak söylenirse kerahet-i tahrimiye anlaşılır. Müfîd ve Mezid´de bu açıklanmıştır. Bedâyi, Tühfe ve İhtiyar´da «burunun üzerine secdeyi terk etmek mekruh değildir.» denilmişsede bu kavil zaiftir.»

METİN

Ayni eserde: «Ayak parmaklarını velev bir tanesini olsun kıbleye doğru yere koymak farzdır. Aksi takdirde namaz câiz değildir. Halk bundan gafildir.» demiştik. Nitekim sarığının katı üzerine secde etmek de tenzihen mekruhtur. Meğer ki özürden dolayı ola. Velev ki bize göre sağrının katı alnının bütünü veya bir kısmı üzerinde bulunmak şartiyle secde sahih olsun nasıl ki yukarıda geçti.

İZAH

Ayni eserde yani Mültekâ şerhinde kezâ Hidâye´de ayak parmaklarının bir tanesini olsun yere koymanın farz olduğu bildirilmiştir. Her iki ayağın yere konmasını ise Kudûrî secde de farz olduğunu söylemiştir. Secde ederde iki ayağının parmaklarını yerden kaldırırsa namaz câiz değildir. Bunu Kerhî ve Cessâs´da söylemiştir. Bir ayağını yere koyarsa caizdir. Kâdıhân mekruh olduğunu söylemiştir. İmam Timurtaşî´nin bildirdiğine göre farz olmamakta eller ve ayaklar müsâvidir. Şeyh-ul-İslâm´ın Mebsûtun´ da kezâ Nihâye ve İnâye´de söylenenlerde buna delâlet eder. Müçtebâ sâhibi şunları söylemiştir:

«Ben derim ki: Kerhî´nin muhtasarı ile Muhît ve Kudurî´den anlaşıldığına göre ayaklarından birini yerden kaldırırda diğerini kaldırmazsa namaz câiz değildir. Ben bazı nushalarda bu hususta iki rivayet olduğunu gördüm.»

Feyz ve Hulâsa sahipleri bir ayağın kalkmasiyle namaz câiz olur kavlini tercih etmişlerdir. Bu suretle meselede üç rivayet hasıl olmuştur. Birinci rivayete göre; ayakları yere koymak farzdır. İkinci rivayete göre; bir ayağını yere koymak farzdır. Üçüncü rivayete göre; ayakları yere koymak farz değildir. Anlaşıldığına göre sünnettir. Bahır sahibi Şeyh-ul-İslâm´ın ayakları yere koymak sünnettir. Dediğini söylemiştir. Binaenaleyh keraheti tenzihi olur. İnâye sahibi bu üçüncü rivayeti tercih ederek: «Hak budur.» demiş; Dürer sahibi de onu tasdik etmiştir. Bu kavlin izâhı şudur: Secdenin tahakkuku ayakları yere koymağa bağlı değildir. Binaenaleyh ayakları yere koymanın farz olması kitap üzerine haber-i vahidle ziyade demek olur. Lâkin Münye şârihi bunu red etmiş ve: «İnâye sahibinin hak budur demesi haktan uzaktır. Zıddı daha haktır. Çünkü ona yardım edecek bir rivayet olmadığı gibi dirayette de onun sözünü kabul etmez. Zira farza ulaşmak ancak bir şeyin mevcud olmasına bağlı ise o şeyde fazdır. İmamlarımızdan gelen rivayetler elleri ve dizleri secde halinde yere koymanın sünnet olduğunu gösterdiğine, farz olduğuna delâlet eden hiç bir delil bulunmadığına göre ayakları yahud ayaklardan birini yere koymanın farz oluşu alnını yere koymaya imkân bulabilmek zaruretinden dolayı taayyün etmiştir. Bu imamlarımızdan rivayet gelmemişolduğuna göredir. Halbuki bu hususta onlardan rivayet çoktur. Mecmâ şarihinin sözleri de bunu te´yid eder.

Mecmâ şârihi secde de el ve dizlerin yere konmasının sünnet olduğuna şöyle istidtâl etmiştir: Secdenin hakikatı yüz ve ayakları yere koymakla hâsıl olur... ilh. Kezâ kifâye´de Zâhidî´den naklen zahir rivayet Kerhî´nin muhtasarında söyledikleridir. Sirâc sâhibi kat´î olarak bunu kabul etmiş ve secde halinde ayakların kaldırılması câiz olmadığını, birinin kaldırılması caiz olduğunu söylemiştir. Feyz´de «bununla fetvâ verilir.» denilmiştir. Şu da var ki Hılye sâhibi: «Yukarda geçene göre en uygunu vâcip olmasıdır. Bunun delili zikri geçen hadistir.» demiştir. Yani üstadının incelediği şekilde istidlâli kast etmiştir. O secde halinde ellerle dizlerin yere konmasının vâcip olduğuna istidlal etmiştir. Bu kavlin bu husustaki kaviller arasında en âdil olduğunu yukarda görmüştük burada da öyledir. Ve ayakları yere koymak dahi vacip olur. Bahır ve Şurunbulâliye sahibleri bu kavli ihtiyar etmişlerdir.

Ben derim ki: Sâbık iki rivayetin her birini buna hamletmek mümkündür. Kerhi ve diğerlerinin ayakları kaldırmak câiz değildir sözü sahih değildir mânâsına alınmayıp helâl değildir mânâsına alınır. Timurtaşî ile Şeyh-ul-islâm´ın ayakları yere koymak farzdır. Sözleri de vücûbe münâfi değildir. Kudûrî´nin farzdır sözünü te´vil de mümkündür. Çünkü farz kelimesi bazen vacibe de ıtlak olunur.

Yukarda geçen Münye şerhinin söyledikleri incelemeye değer. Çünkü alnını yere koymak ayakları yere koymaya bağlı değildir. AInını yere koymanın dizlerle ellere bağlı olması daha kuvvetlidir. Binaenaleyh başka uzuvların değil de ayakları yere koymanın farz oluşu dâvâsı mürehcihsiz tercihtir. Kuvvetli rivayetler sâdece caiz olmadığı hususundadır. Farz olduğu hususunda değildir. Nitekim ulemanın sözlerinden anlaşılan da budur. Câiz olmamak söylediğimiz gibi vücûbe sâdıktır. Farz tabiri Kudûrî´den başkasından nakledilmemiştir. ALLAH´u âlem Bahır sahibi bundan olayı: «Kudurî ayakları yere koymanın farz olduğunu söylemiştir. Fakat bu kavil zaiftir.» demiştir.

Hâsılı mezhebin kitablarında meşhur olan ayakları yere koymanın farz oluşudur. Delil ve kaideler yönünden tercih edilen ise farz olmadığıdır. Onun içindir ki İnâye ve Dürer´de «hak budur» denilmiştir. Sonra en iyisi farz değildir tâbirini vâcip değildir mânâsına hamletmektir. ALLAH´u âlem.

Bezzâziye sâhibi diyor ki: «Burada ayakları yere koymaktan murad: Parmakları yahud ayağın bir cüzünü koymaktır. Bir parmağını yahud parmaksız olarak ayağının sırtını yere koymuş olsa bunu ayaklarından biriyle koyarsa sahihtir. Aksi takdirde sahih olmaz.» Münye şârihi bunu naklettikten sonra şöyle demiştir: «Bundan anlaşılır ki parmakları yere koymaktan murad onları kıbleye doğru çevirmektir. Tâ ki üzerlerine basabilsin, böyle olmazsa ayağının sırtını yere koymuş olur. Ulema bunu muteber saymamışlardır. Bu dikkat edilmesi gereken şeylerdendir. Çünkü insanların ekserisi bundan gâfildirler.»

Ben derim ki: Bu mesele söz götürür. Feyz sahibi şunu söylemiştir:

«Bir kimse parmaklarını değilde ayağının sırtını yere koyarsa meselâ yer dar olur yahud ayaklarını birbirinin üzerine koyarda yer darlığından dolayı biri yere temas eder öteki temas etmezse câizdir. Nitekim bir ayak üstünde dursa hüküm budur yer dar değilse mekruh olur.» Bu söz ayağın sırtının yere konması itibara alınacağı hususunda açıktır. Bizim sözümüz ise özürsüz kerahet hakkındadır. Parmakları kıbleye çevirmenin şart olduğu hususunda serahat yoktur. Açıklanan husus onları kıbleye çevirmenin sünnet olmasıdır. Bunun terki mekruhtur. Bercendî ile Kuhistânî´de de böyle denilmiştir. Tamamı az ileride musannıf sözünde gelecektir.

«Velev ki bize göre sarığının katı alnının bütünü veya bir kısmı üzerinde bulunmak şartiyle secde sahih olsun.» Şurunbulâliye´nin: «yanı bazı bilgisizlerin yaptığı gibi sarığının katlarından biri´ alnına iner bütünü inmezse ilh...» sözünün mânâsı budur. Bütünü inmezse sözünün mânâsı bizim dediğimiz gibidir. Yoksa alnın üzerinde birden fazla kat varsa üzerine secde câiz olmaz, mânâsına değildir ki itiraz edilerek illet yerin sertliğini bulmaktır. Binaenaleyh bu sarığın bir katı ile kayıtlanamaz denilebilsin zira bu mânâyı kimse hatırına getirmez. Şurunbulâli´nin muradı bizim söylediklerimiz olduğuna ibâresinin sonu delâlet etmektir. Orada şöyle demiştir: «Bu söylediklerimizle güzel bir tenbihde bulunmuş oluyoruz, ki o da şudur: Sarığın katı üzerine secdenin câiz olması kat alnın bütünü veya bir kısmı üzerinde bulunduğuna göredir. Ama sadece başı üzerinde bulunurda onun üzerine secde eder ve alnı yere değmezse alın yere değmek şarttır diyenlere göre sahih olmadığı gibi mukabilini söyleyenlere görede burnu yere değmediği vakit sahih olmaz.

Nitekim yukarda geçti ifâdesinden murad «bazıları az da olsa bir kısmım yere koymak nasıl farz ise ekserisini yere koymakta farzdır. demişlerdir.» Sözüdür.

METİN

Ama sarığın katı başının üzerinde olurda sadece onun üzerinde secde ederse yani alnı yere değmezse veya burnu değmek kâfidir. Diyenlere göre burnu yere değmezse sahih olmaz. Çünkü secde yerine yapılmamıştır. Secdenin sahih olması için yerin temizliği ve sertliğini duymasıda şarttır. İnsanlar bundan gâfildirler. Yeninin veya elbisesinin eteğinin üzerine secde ederse o secde ettiği kısım temiz olmak şartiyle câizdir. Aksi takdirde temiz bir şey üzerine secdeyi tekrarlamadıkça câiz değildir. Secdesini temiz bir şey üzerine tekrarlarsa bil´ittifak sahih olur. Bedenine bitişik olan her şeyin hükmü böyledir. Esah kavle göre velev ki avucu gibi bir cüz´ü olsun. Özürden dolayı ise velev ki uyluğu olsun özürden dolayı yahud özürsüz olarak dizine secde etmesi câiz değildir. Lâkin Halebî dizininde uyluğu gibi olduğunu doğrulamıştır.

İZAH

«Çünkü secde yerine yapılmamıştır.» Secdenin yeri alınla burundur. Yerin sertliğini duymak şöyle izah olunur: «Secde eden kimse ne kadar mübâlega gösterirse alnı bulunduğu halden daha aşağı inmezse o yerin sertliğini bulmuştur. Binaenaleyh kilim, hasır, buğday, arpa, karyola gibi şeyler yer üzerinde olursa üzerlerine secde câizdir. Hayvan üzerinde olursa câiz değildir. Nitekim ağaçlararasına gerilen yaygı üzerine secde câiz olmadığı gibi, çuvallarda olmadıkça darı ve pirinç gibi. hububat üzerine, yumuşak kar ve çimen üzerine secde câiz değildir. Meğer ki sertliğini duymuş ola.

Buradan anlaşılıyor ki pamuk şiltenin üzerine secde câiz olmak için altındaki yerin sertliğini duymak şarttır. Bir çok insanlar sarığın katı ve şilte gibi şeylerin üzerine secde caiz olmak için yerin sertliğini duymanın şort olduğunu bilmezler. Yen veya etek üzerine secdenin sahih olması, o parçanın namaz kılan kimseye tâbi sayılması namaza mâni sayılmamasını gerektirdiği içindir. O kimse sanki arada mâni yokmuş gibi secde etmiş olur. Ve eli ile mushafa dokunması câiz olmadığı gibi yeni ile dokunmakta câiz olmaz. «Secdesini bir tek şey üzerine tekrarlarsa bil´ittifak sahih olur.»

Ama ben bu meselenin hassaten bir yerde nakledildiğini görmedim. Yalnız Sirâc´ta buna delâlet eden sözler gördüm. Orada şöyle denilmiştir: «Pislik secde edeceği yerde olursa İmam A´zam´dan iki rivayet vardır. Birinci rivayete göre namazı câiz değildir. Çünkü secde kıyâm gibi bir rükündür. Ebu Yusuf, Muhammed ve Züfer´de buna kaildirler. Çünkü onlara göre alnını yere koymak farzdır. Alın dirhem miktarından fazladır. Bunu namazda kullanırsa câiz olmaz. O secdeyi temiz bir yere tekrarlarsa üç imamımıza göre câiz olur. İmam Züfer´e göre caiz olmaz namazı yeniden kılması gerekir.

İmam A´zam´dan ikinci rivayete göre o kimsenin namazı caizdir. Çünkü ona göre secdede vacip olan burnun kenarını yere koymaktır. Bu ise dirhem miktarından azdır.» «O secdeyi temiz bir yere tekrarlarsa» cümlesi şârihin söylediklerine evleviyetle delâlet eder. Çünkü burada söz arada mâni bulunmaksızın necaset üzerine yapılan secde hakkındadır. Lâkin Münye ve şerhinde buna muhâlif sözler gördüm. Orada şöyle denilmiş: «Pis bir şey üzerine secde ederse tarafeyne göre sonra o secdeyi temiz bir yer üzerine tekrarlasın tekrarlamasın namazı bozulur. İmam Ebu Yusuf temiz bir şey üzerine tekrarlarsa namazı bozulmayacağını söylemiştir. Bu söz necis üzerine secde etmekle ona göre namaz değil secde bozulduğuna binâendir. Tarafeyne göre namaz bozulur. Çünkü namazın bir cüzü bozulmuştur. Namaz parçalanmayı kabul etmez.

İmdâd-ül-Fettah´ta: «Zâhir rivayeye göre secdeyi temiz bir şey üzerine tekrarlarsa sahih olmaz. İmam ebu Yusuf´tan rivayet olunduğuna göre caizdir.» denilmiştir. Mecmâ, Manzume, kâfi, Dürer, Mevâhip ve diğer kitaplarda ve kezâ Menâr, Tahrir, Usul fahrul-İslâm gibi usul fıkıh kitablarında hilâfın bu şekilde olduğu zikir edilmiştir. Sirac´da zikir edildiği şekildeki hilâfı ise Tahrir şârihi Kerhî´nin muhtasarı üzerine yazılan Kudûrî şerhine nisbet etmiş Hılye sâhibi ise Zâhidî´ye ve Nevâdir´ den naklen muhîte nisbet ederek şöyle ta´lilde bulunmuştur: «Alnını yere koymak hakikaten necaseti kullanmak suretiyle olmamıştır. Bu sebeple necaseti taşımak derecesinden düşmüştür. Namazı bozmaz lâkin itibarı kalmamıştır. Ama bize Sirac´takinin Nevâdirin rivayeti olması kâfidir. Umumiyetle kıtabların naklettikleri zahir rivayedir. Nitekim imdâd´tan naklen yukarda geçti. Hılye ve Bedâî sahipleri de bunu açıklamışlardır. Ulemanın hilâf nakil etmeksizin elbise, beden ve mekânın temiz olmasını şart koşmalarıda bunu teyit eder.

Bir kimse namaza başlarken pis bir yere dursa namazı mün´akit olmaz. Hâniye´de: «Namaz kılan kimse temiz bir yere dururda sonra pis yere intikal eder; sonra yine ilk yerine dönerse pisliğin üzerinde en az bir rükün edâ edecek kadar durmadığı takdirde namazı câiz olur. Aksi takdirde namazı câiz değildir.» denilmiştir. Bütün bu izahat secde ve kıyâmın pislik üzerine ayırıcı bir mâni bulunmaksızın doğrudan doğruya yapıldığına göredir. Fetih´ten naklettiklerimizden biliyorsun ki ulema bitişik olan mânî saymamışlardır. Çünkü o namaz kılan kimseye tâbidir. Onun içindir ki bir kimse ayaklarında mest olduğu halde namaza dursa namazı sahih olmaz. Secdesi de böyledir. Bunlar fâsıla ve mâni sayılsa secdesi tekrarsız sahih olurdu. Anlaşılıyor ki şârihin söyledikleri Sirac´dakine mebnidir. Onun mezhebimizin umumi kitablarındakine ve zahir rivâyeye muhalif olduğunu gördük.

«Bedenine bitişik olan her şeyin hükmü böyledir.» Yâni altındaki yerin temiz olması şartiyle o şeyin üzerine secde câizdir. «Esah kavle göre velev ki avucu gibi bir cüz´î şey olsun.» Birçok kitablarda burada olduğu gibi sahihdir sözü mutlak söylenmiştir. Kınye´de ise «mekruhtur.» İfâdesi ziyâde edilmiştir. Yani bunda öteden beri nakledilegelen şekle muhalif olduğu için mekruhtur. Denilmek istenmiştir. Fetih sahibi: «EI ve uyluk üzerine yapılan secdenin fâsid olması tercih edîlmelidir.» demiş. Münye şârihi ise ortayı kınye´de söylenenler teşkil ettiğini bildirmiştir. Yani umurun en hayırlısı ortasıdır demek istemiştir. Özürden dolayı uyluğu üzerine bile secde câizdir. Buradaki özürden murad: Sıkışıktır. Nitekim Münye´de de böyle denilmiştir. Lâkin Hılye sahibi şöyle diyor: «Uyluk üzerine secdeyi caiz kılacak özrün ancak imâyı câiz kılan şer´î özür olması icap eder. Bu onun zımmında imâ bulunması itibariyle câiz olur. Nitekim bir kimse yüzüne bir şey kaldırırda başını eğilterek onun üzerine secde ederse meselesinde söylemiştik. Malumdur ki sıkışıklık secdeyi imâ ile yapmayı câiz kılacak bir özür değildir.»

Ben derim ki: Onu câiz kılacak bir özür olduğu anlaşılıyor. Çünkü ilerde geleceği vecihle ayni namazı kılan birinin sırtına secde etmek câizdir. Bu secdeyi imâ ile yapmanın caiz olduğunu gösterir.

Anlaşılıyor ki bu mesele mümkün olmuş olsa diye farz edilerek ortaya çıkarılmıştır. Yoksa uyluk üzerine secde âdeten mümkün değildir. Halebî dizinde uyluk gibi olduğunu doğruladığına göre özürden dolayı dizine secde de câiz demektir. Buradaki hilâf secde de alnın ekserisinin yahud az da olsa bir kısmının yere konması şartına mebnidir. Malumdur ki diz alnın ekserisini kaplamaz. Esah olan kavlin ikincisi olduğunu da gördün onun için Halebî câizdir kavlini sahih bulmuştur.

METİN

Yerde toprak, çakıl, sıcak veya soğuk yoksa bunu yapmak mekruhtur. Çünkü büyüklenmek olur. Büyüklenmek yoksa eziyetten de korkmadığı takdirde yapmakta beis yoktur. Ama tenzihen mekruh olur. Eziyetten korkarsa mubah olur. Zeyleî´de: «Eğer yüzünden toprağı def etmek için ise mekruhtur. Sarığından toprağı def etmek içinde mekruh değildir.» denilmiştir. Halebî yere kumaşparçası yaymanın mekruh olmadığını sahih bulmuştur. Palto yayarsa omuz tarafını ayaklarının altına getirerek eteği üzerine secde eder. Çünkü bu tavazuva daha yakındır. Bir kimse sıkışıklıktan dolayı aynı namazı kılan birinin sırtına secde ederse zaruretten dolayı câiz olur. Sırtına sözü ihtirazi bir kayıtmıdır? Bunu bir yerde göremedim. O kimse aynı namazı kılmazda başka bir namaz kılar yahut hiç namaz kılmaz, veya aralarında boşluk bulunursa câiz olmaz.

Kifâye nâm kitabta secde eden kimsenin dizlerinin yerde olması Müçtebâ´da ise üzerine secde edilen şahsın yere secde etmesi şart kılınmıştır. Böylece şartlar beş olur. Lâkin Kuhistâni özürden dolayı ikinci şahsın üçüncünün sırtına hatta namaz kılmayanın sırtına hatta eti yenilen herhangi bir hayvanın sırtına ve hatta uyluklar gibi sırttan başka bir şeyin üzerine bile secde etse câiz olduğunu nakletmiştir. Secde ettiği yer ayaklarının bulunduğu yerden üst üste konmuş iki kerpiç miktarı yüksek olursa secdesi câizdir. Daha fazla olursa câiz değildir. Ancak yukarda geçtiği vecihle sıkışıklık müstesnâdır. Maksat Buhârâ kerpicidir. Bu kerpiç arşının dörtte biri kadar olup genişliğine altı parmak miktarıdır. İki kerpicin yüksekliği yarım arşın oniki parmak eder. Bunu Halebî söylemiştir.

İZAH

Toprak çakıl ve emsâli mâniler yoksa bedene bitişik olan hâili yaymak mekruh olur. Bedenden ayrı olan hâili yaymak ise mekruh değildir. Nitekim gelecektir. Buradaki mekruhtan murad kerahet-i tahrimiyedir. O şahıs bunu yaymakla büyüklenmeyi kast etmezse mekruh olmaz. Şarih bu ve bundan sonraki sözleriyle ulemanın ibârelerini birleştirmek istemiştir. Çünkü bazıları mekruh olur demiş. Bazıları beis yoktur tabirini kullanmış, bir takımlarıda mekruh olmaz demişlerdir. Şârih bunların her birinin bir hâle hamledileceğine işarette bulunmuştur. Nitekim Hılye´ye tâbi olarak Bahırda da böyle birleştirilmiştir.

Yüzünden toprağı defetmek için yere bir şey yaymak mekruhtur. Çünkü bu büyüklenmeye delildir. Sarığına toz toprak bulaşmasın diye bir şey yaymak ise mekruh değildir. Zira malı korumak için yapılmıştır. Halebî yere seccâde gibi bir şey yaymanın mekruh olmadığını doğrulamış ve şunları söylemiştir: «Bez parçası ve emsâline gelince sahih olan bunda kerahet bulunmamaktır. Sahih hadiste varid olduğuna göre: Peygamber (s.a.v.) yanında seccade taşır onun üzerine secde ederdi. Bu seccade Hurma yaprağından yapılmış küçük bir hasır idi.

İmam A´zam´dan rivayet ederler ki Mescid-i Haram´da seccade üzerine secde etmişde bir adam kendisini bundan men etmiş. Hazreti imam ona sen nerelisin diye sormuş. Harzem´liyim diye cevap verince İmam A´zam «Tekbir arkamdan geldi» demiş. Bizden öğrenirsiniz sonra bize öğretirsiniz, demek istemiş. Siz memleketinizde kamıştan yapma hasırlarda namaz kılarmısınız?» diye sormuş. Evet cevabını alınca: «Sen kuru ot üzerinde namaz kılmayı câiz görüyorsun seccade üzerinde câiz görmüyorsun» demiştir. Hasılı yere serilen ve namaz kılanın hareketi ile hareket eden bir şeyin üzerine secde etmek bil´ittifak câizdir. Keraheti yoktur. Lâkin bize göre efdâl olanı çıplak yere yahud yerde biten nebat üzerine secde etmektir. Nitekim Nurul-İzah ileMünyet-ül-musallî´de de böyle denilmiştir. Namaz için yere cübbe veya paltosunu yayan kimse onun kollarını ayaklarının altına getirerek eteklerinin üzerine secde eder. Bu tavazua daha yakındır. Çünkü etekler yere daha yakındır.

Bezzâziye sahibi bunu şöyle ta´lil etmiştir: Çünkü etek pislik düşen yerlerde sürünür. Halbuki namazda kıyâm halinde ayakların yerinin bil´ittifak temiz olması şarttır. Secde yeri ise ihtilâflıdır. Çünkü secde burun üzerinede yapılabilir. Burun bir dirhemden daha azdır. «Sırtına sözü ihtirazî bir kayıtmıdır bunu görmedim.» Burada asıl tevekkufu yapan Şurunbulâlî´dir. Bu da ayni namazı kılan kimsenin sırtına secde etmek şarttır. Sözüne binaendir. Metinde musannıf bu kavil üzerine yürümüştür. Nitekim Vikâye, Mültekâ, Hulâsa Vâkıât, sahipleri ile Kemâl. İbni Kemâl ve başkaları da ayni kavli tercih etmişlerdir. Şübhesiz ki kitabların mefhumları mûteberdir. Gerçi aşağıda Kuhistânî´den naklen sırt üzerine secde etmek ve secde edenle edilenin ayni namazda olması şart değildir. Denilecekse de bu ayrı bir kavil olup bilumum kitablardakine muhaliftir. Halbuki Kuhistânî´de secde sırt şart değildir sözüde yoktur. Anla! «Lâkin Kuhistâni ilh...» sözü Müçtebâ´ya istidrâk «düzeltme»dir. Kuhistânî´den ibâresi şöyledir: Bu dizleri yerde olduğuna göredir. Dizleri yerde değilse câiz olmaz. Bazıları ikinci şahsın secdesi üçüncünün sırtına bile olsa gene câiz olmayacağını söylemişlerdir. Nitekim Kifâye´nin cuma bahsinde beyân edilmiştir.

Bu sözde sıkışıklık ortadan kalkıncaya kadar namazı geciktirmenin müstehap olduğuna işaret vardır. Nitekim sırtından başka bir şey üzerine secde caiz olmadığına da işaret vardır. Lâkin Zâhidî muhtar kavle göre bir özürden dolayı uylukların ve dizlerin üzerine secde câiz olacağını, ellerle yenlerin üzerine ise mutlak surette caiz olduğunu söylemiştir. Mezkûr sözde namaz kılmayan kimsenin sırtına da secde etmenin caiz olmayacağına işaret vardır. Nitekim imam Hasan´ın kavlı budur. Lâkin imam Muhammed Asıl nâm kitabında caiz olduğunu söylemiştir. Bu Muhitte beyân edilmiştir.

Zâhidî´nin teyemmüm bahsinde eti yenilen hayvanın sırtına´ secde etmek caiz olduğu bildirilmiştir.» Namaz kılan kimsenin sırtından başka secde edilecek yeri çantıları veya ayağının ökçesidir. Fakat bu söz gördüğün gibi Kuhistanî´nin ibâresinde yoktur.

Secde yerinin yüksek olması meselesi elde dolaşan bütün kitablarda mevcuttur. Mi´rac sahibi onu Şeyh-ul-İslam´ın Mebsût´una nisbet etmiştir. Musannıfın bu meseleyi bundan öncekinden evvel zikir etmesi gerekirdi. Çünkü şârihinde işaret ettiği gibi önceki mesele bundan istisnâ edilmiştir. Anlaşıldığına göre secde yeri ayakların yerinden iki kerpiç miktarı yüksek olursa namaz kerahetle caizdir. Çünkü o kimse peygamber (s.a.v.) den rivayet edilene muhalefette bulunmuştur. «Genişliğine altı parmak miktarıdır.» ifadesinden murad parmaklar uzunluğuna değil genişliğine ölçülecek ve yumulacaktır. Demektir. Şârihin oniki parmak sözü yarım arşının bedelidir. (yani yarım arşın genişliğine ölçülen oniki parmak kadar) arşından murad kirbas arşınıdır. Bu arşın sular bahsinde de beyân ettiğimiz vecihle aşağı yukarı iki karıştır. Yarım arşını bu miktarla tahdid eden Halebî´dır. Hılye sahibi bunun miktarında ve nasıl tahdid edildiğine bir şey söylemeyip «bunu ALLAHbilir» demiştir.

METİN

Sıkışıklık yoksa kollarını açar. Ve her uzuv bizzat meydana çıksın diye karnını uyluklarından uzaklaştırır. Saflar bunun hilâfınadır. Çünkü onlarda maksat birleşmeleri ve bir vücutmuş gibi olmalarıdır. Ayak parmaklarının uçlarını kıbleye karşı çevirir. Bunu yapmazsa mekruh işlemiş olur. Nitekim özürsüz bir ayağını yere koyup bir ayağını kaldırmakta mekruhtur. Evvelce geçtiği vecihle secde de dahi üç defa tesbih eder. Kadın büzülür kollarını açmaz. Karnını uyluklarına yapıştırır. Çünkü bu onun örtünmesini daha çok sağlar. Kadının yirmibeş yerde erkeğe uymadığını biz Hazâin´de yazdık.

İZAH

«Bunu yapmazsa mekruh işlemiş olur.» Tecnis sahibi dahi böyle demiştir. Remlî Bahır hâşiyesinde: «Bundan anlaşılan sünnet olmasıdır. Nitekim ZâdEl-Fakîr´de açıklanmıştır.» demiştir.

Ben derim ki: İsmail Nablusî bunun sünnet olduğunu Bercendî ile Hâvî´den açıkca nakletmiştir. Ziyâ-i mânevî ile Kuhistânî´de de bunun misli Cellâbî´den nakledilmiştir. Hılye sahibi şöyle demektedir: «Secdenin sünnetlerinden biride parmaklarını kıbleye doğru çevirmektir. Çünkü Buharî´nin sahibi ile ebu Davud´un süneninde ebu Hümeyy (r.a.) dan Peygamber (s.a.v.) in namazının sünneti hakkında şöyle dediği rivayet olunmuştur: «Secde ettiği vakit ellerini yaymadan, büzmeden yere koyar. Ayak parmaklarının kenarlarını kıbleye doğru çevirirdi.» Ayakları yere koymak hususunda üç rivayet olduğunu evvelce arzetmiştik:

Bir rivayete göre ayakları yere koymak farz.

İkinci rivayete göre vacip;

Üçüncüye göre sünnettir.

Ayakları yere koymaktan murad: parmaklarını velev ki bir tanesini olsun yere koymaktır. Mezhebimizin kitablarında meşhur olan kavle göre ayakları yere koymak farzdır. İbn-i Emîr Hâcc Hılye´de vacip olduğunu tercih etmiştir. Burada ise parmakları kıbleye çevirmenin sünnet olduğu açıklanmıştır. Bu suretle sabit oluyor ki evvelce arzettiğimiz hilaf parmakları kıbleye çevirmek hususunda değil asıl ayakları yere koymak hususundadır. Parmakları çevirmek bize göre tek kelime ile sünnettir. Şârih´in Münye şerhine uyarak tuttuğu yol bunun hilafınadır. Bizim söylediklerimizi Kemal ibn-i Hümâm´ın Zâdel-Fakîr´deki şu sözü te´yid eder: «Namazın sünnetlerinden biri de ayak parmaklarını kıbleye çevirmek dizlerini yere koymaktır. Ayaklar hakkında ihtilâf olunmuştur.» Bu söz bizim söylediklerimiz hakkında açıktır. Çünkü Kemâl ibn Hümâm parmakları kıbleye çevirmenin sünnet olduğunu kat´î bir lisanla söylemiş. Ayaklar hakkındaki asıl hilafı sünnetmidir farz veya vacibmidir. Beyan etmemiştir. Bu izahı ganimet bil. Çünkü ben buna tenbih eden kimse görmedim. Hamd ALLAH´a mahsustur.

T E N B İ H:
«Rükû´da gördük ki topukları birbirine yapıştırmak sünnettir. Ulema secde hakkındabunu söylememişlerdir. Ve yine arzetmiştik ki bundan secdeninde böyle olduğu anlaşılabilir. Zira Rükû´dan sonra ayakların birbirinden ayrılacağını söylememişlerdir. Kaide icabı burada da o halde kalmaları gerekir. Şârih Hazâin´de şöyle demiştir:

T E N B İ H:
Zeyleî´nin bildirdiğine göre kadın erkeğe on yerde muhâlefet eder. Ben bu sayıya bir mislinden ziyadesini ilâve ettim. şöyle ki:

Kadın ellerini omuzları hizasına kadar kaldırır, ellerini yenlerinden çıkarmaz, ellerini birbiri üzerine koyarak memelerinin altına kaldırır. Rükû´ da az eğilir, dizlerine dayanmaz, rükûda parmaklarını aralamaz bilakis yumar, ellerini dizlerine koyar, dizlerini bükmez, rükû ve sücûdunda toplanıp büzülür, kollarını yere döşer, teşehhüdde çantısı üzerine oturup ayaklarını sağ taraftan çıkarır. teşehhüdde ellerini parmaklarının uçları dizlerine varacak şekilde uylukları üzerine koyar, teşehhüdde parmaklarını bir araya toplar. Namazda başına bir şey gelirse el çarpar. Tesbih etmez, erkeğe imam olmaz. Kadınların cemaat olmaları mekruhtur. İmam ortalarına durur, kadının cemaata gitmesi mekruhtur, erkeklerle beraber olursa arka safa durdurulur, kadına cuma namazı yoktur lâkın kadınla cemaat mün´akit olur.» Kadına bayram ve tekbir teşrik yoktur. Sabah namazını aydınlık zamana geciktirmesi müstehap değildir. Cehri namazlarda âşikara okuyamaz, hatta kadının âşikar okumasiyle namaz bozulur denilse mümkündür. Bu onun sesi avret olduğuna binaendir. Haddâdi cariyenin de hür kadın gibi olduğunu söylemiştir. Yalnız ihramda sesini kaldırma hususunda erkek gibidir.»

Ben derim ki: Dizlerini bükmez ifâdesi yanlıştır. Doğrusu büker olacaktır. Ellerim dizleri üzerine koyma hususunda da erkekle kadın müsâvidir. Nitekim bundan ilerde de bahsedeceğiz. «Lâkin kadın bulunursa cemaat mün´akit olur.» İbâresi de yanlıştır. Doğrusu «Lâkin cuma namazı kılması sahihtir.» Şeklinde olacaktır. Çünkü cuma cemaatı hakkında kadın ve çocuklara itibar yoktur. Erkekler hakkında şart üç kişi olmalarıdır. Evvelce hunsânın da kadın gibi olduğunu arzetmiştik. Şârih´in söylediklerinin mecmuu yirmi altı yerde muhalefettir. Bahır´da kadının ayak parmaklarını dikmeyeceği de bildirilmiştir. Nitekim bunu Müçtebâ sahibi de söylemiştir. Sonra bütün bunlar namaza aid hususattadır. Yoksa kadın bir çok meselelerde erkeğe muhâliftir. Bunlar Eşbah´ın inkâmât bahsinde zikir edilmiştir. Oraya müracâat edebilirsin!

METİN

Sonra tekbir alarak başını kaldırır. Bu hususta kerahetle beraber en azından kaldırma adı verilecek hareket kâfidir. Nitekim Muhît sahibi bunu sahihlemiştir. Çünkü rükün olmak sair rükünler gibi en azına taalluk eder. Hatta bir kimse tahta üzerine secde ederde tahta alınır ve başını kaldırmadan secde yaparsa sahih olur. Hidâye sahibi oturuşa yakınsa sahih olacağını değilse olmayacağını sahih kabul etmiştir. Nehir ve Şurun-bulâli´ye de dahi bu tercih edilmiştir. Sonra namaz secdesi imam Muhammed´e göre başını kaldırmakla tamam olur. Fetvâ da buna göredir. Nasıl ki tilavet secdesi de bil´ittifak öyledir. Mecma.

İki secde arasında sükûnet bularak oturur. Sebebi yukarda geçti. Ellerini teşehhüddeki gibi uyluklarının üzerine koyar. Münyet-ül-Musallî. İki secde arasında okunması sünnet olan zikiryoktur. Kezâ rükûdan doğrulduktan sonra da dua yoktur. Rükûunda sücûdunda mezhebe göre tesbihden başka bir şey okumaz. Okunacağını gösteren deliller nâfileye hamledilmiştir. Tekbir alarak ikinci secdeyi sâkinâne yapar ve dayanmadan, istirahat oturuşu yapmadan ayağa kalkmak için ayaklarının üzerinde tekbir alır. Ama bunları yapmış olsa bir beis yoktur. Ayağa kalkarken bir ayağını önce harekete geçirmesi mekruhtur.

İZAH

«Kerahetle beraber» sözünden murad en şiddetli kerahettir. Nitekim Münye şerhinde de böyle denilmiştir. Hidâye sahibi «oturuşa daha yakınsa sahih o!ur.» sözünü zira bir şeye yakın olan onun hükmünü alır. Diye ta´lil etmiştir.

Namaz secdesi, İmam Muhammed´e göre başı secdeden kaldırmakla tamam olur. İmam ebu Yusuf´a göre ise başını secdeye kovmakla tamam olur. Bu hilâfın semeresi şurada kendini gösterir: Bir kimse secde halinde iken abdesti bozulurda giderek abdest tazelerse imam Muhammed´e göre o secdeyi tekrarlar. Ebu Yusuf´a göre tekrarlamaz. Bir de şurada kendini gösterir: Bir kimse dördüncü rekatta oturmazda beşinci rekatın ilk secdesinde abdesti bozulursa imam Muhammed´e göre abdest alarak oturur. Ebu Yusuf´a göre secdesi bâtıl olur. H.

Ben derim ki: Ebu Yusuf´un bir bu kavline, bir de iki secde arasında oturuş ve sükûnet farzdır diyen kavline bak! Çünkü bu ikinci kavil secdeden baş kaldırmanın farz olduğunu gerektirmektedir. Sonra anlaşıldı ki mezkûr secdeden baş kaldırma ona göre müstakil bir farzdır. Secdeyi tamamlayıcı değildir. Üstadımız böyle söylemiştir.

Tilâvet secdesi bil´ittifak başını kaldırmakla tamam olur. Hatta o secde esnasında konuşur veya abdesti bozulursa secdeyi tekrarlaması icap eder. Bunu Hâniye´den naklen ibn-i Melek söylemiştir.

«Sükûnet bularak» ifadesinden murad bir tesbih miktarı durmaktır. Nitekim Dürer metninde ve Sirâc´da da böyle denilmiştir. Acaba bu en azının mı en çoğunun mu beyanıdır, zâhire bakılırsa en çoğunun beyanıdır. Buna delil musannıfın «aralarında mesnun zikir yoktur» sözüdür.

Namazın vâcipleri bahsinde. Tahtavî´den naklen beyan etmiştik ki bir kimse unutarak bu oturuşu veya rükûdan doğruluşu bir tesbih miktarından bir o kadar fazla uzatırsa secde-i sehiv yapması lazım gelir. «Sebebi yukarda geçti.» Yani bu oturuş ya sünnet ya vacip yahud farzdır. H.

İki secde arasında okunması sünnet olan zikir yoktur. İmam ebu Yusuf şöyle demiştir «İmam-ı A´zam´a sordum bir adam başını rükû veya sücuddan kaldırdıktan sonra Allahümağfirlî diyecek mi? dedim. Rabbena lekel hamd diyecek cevabını verdi ve sustu.» Hazreti imam gerçekten güzel cevap vermiştir. Çünkü onu istiğfardan men etmemiştir.

Ben derim ki bu sözde istiğfârın mekruh olmadığına işaret vardır. Çünkü mekruh olsa ondan men ederdi. Nitekim rükû ve sücûdda Kur´an´ı okumaktan men etmiştir. Bunun sünnet olmaması câiz olmasına aykırı değildir. Nasıl ki Fatiha ile sûre arasında besmele çekmekte öyledir. Hatta imam Ahmed´in hilâfından kurtulmak için iki secde arasında mağfiret duasında bulunmanın mendup olması gerekir. Çünkü imam Ahmed´e göre

neslinur
Fri 26 March 2010, 04:14 pm GMT +0200
kasten bu duayı terk etmekle namaz bozulur. Bizimmezhebde sarahaten bunu söyleyen görmedim. Ama ulema hilâfa riâyet etmenin müstehap olduğunu söylemişlerdir. ALLAH´u âlem.

Rükû ve sücûdda tesbihten başka bir şey okunacağını gösteren delillerden biri Müslim´in sahihindeki şu hadistir: «Peygamber (s.a.v.) rukû ettiği vakit:

Mânâsı şudur: Allah´ım ancak sana rükû ettim, ancak sana inandım ve ancak sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, iliğim, kemiğim ve sinirim ancak sana ram olmuştur »

«Allahümme leke rekatü ve bike âmentü veleke eslemtü haşaa leke sem´î ve basarî ve mühyî ve azmî ve asabî.» Secde ettiği vakitte

Secde halinde: «Allahım ancak sana secde ettim yalnız sana inandım, ancak sana teslim oldum. Yüzüm kendisini halk edip şekillendiren kulak ve gözünü halk eden ALLAH´a secde etti en güzel yaratan Allah mübârektir.» derdi.

«Allahümme leke secedtü ve bike âmentü ve leke eslemtü secede vechillezî halkahu ve savvarehu ve sekka sem´ahu ve basarahu tebarekellah´u ahsen ul hâlikîn» derdi. Rükûdan doğrulurken: Rasûlullah (s.a.v.)´in: «Rabbena velekel hamdü miles semavati vel ardı ve melema şi´te min şey´in yaiddü ehlessenâ ve´l-mecdi ehakku mâ gale´l-abdü ve kullunâ leke abdu lâ mani´a e´tay´te velâ mu´tî lima mena´te velcr yenfoü zelced´di minke´l-ceddü» dediği varid olmuştur. Bu hadisi Müslim, Ebû Davud ve başkaları rivayet etmişlerdir (dipnotgoster6072). İki secde arasında da. «Allahümağfirli verhamnî ve âfınî vehdini verzüknî» der idiği rivayet olunmuştur Bunu Ebu Davud rivayet etmiş; Nevevî hasen olduğunu Hâkim ise sahih olduğunu bildirmiştir. Hılye´de de böyle denilmiştir.

Ey Allah´ımız. Gökler ve yer dolusu ve sana hamda ve senâ edenlerin hamdinden maada dilediğin her şey dolusu hamd dahi yalnız sana mahsustur. Kulun - ki hepimiz sana kuluz - söyleyeceğim en yerinde söz: senin verdiğine mâni olacak yoktur; vermediğini de verecek yoktur. Varlık sahibinin varlığı sana bir fâîde temin etmek Sözüdür.» «Allah´ım beni afv et! Bana acı! Bana âfiyet ver: Bana hidayet ver! bana rızık ihsan eyle!.»

Rükû ve sücûdda tesbihden başka bir şey okunacağını gösteren deliler teheccüd ve diğer nafilelere hamledilmiştir. Hazâin´in derkenarında «Burada Zeyleî´ye red cevâbı vardır. O nâfileyi yalnız teheccüde tahsis etmiştir.» denilmiştir. Ulema rükû ve sücûd hakkında varid olan hadislerin bu manaya hamledildiğini açıklamışlardır. Hılye sahibi rükû ve secdeden doğrulurken okunacak şeyler hakkında vârid olanları da bu manaya hamlettiklerini açıklamış ve şöyle demiştir: «şu da var ki bunlar farz namaz hakkında sâbit olmuşsa yalnız kılana yahud sayılı olup kendilerine ağır gelmeyecek cemaata hamledilmelidir. Nitekim Şâfiîler bunu söylemişlerdir. Ulemamız açık söylemese de bunu iltizam edip yapmakta bir zarar yoktur. Çünkü şer´î kaideler buna aykırı değildir. Nasıl aykırı olabilir zaten namaz sünnette sabit olduğu vecihle tesbih, tekbir ve kıraattan ibâret değilmidir?

«Dayanmamak» tabirinden murad yere dayanmamaktır. Kifâye sahibi, diyor ki: Musannıf bu sözü ile iki yerde Şâfiî´nin hilâfına işaret etmiştir. Birincisi elleri ile bize göre dizlerine, ona göre yere dayanır. İkincisi: Hafif oturuştur. Şemsü´l-Eimme´nin beyanına göre hilaf efdal olmasındadır. Hatta namaz kılan kimse bizim mezhebimiz gibi yapsa Şafiî´ye göre beis yoktur. Onun mezhebi gibi yapsa bize göre beis yoktur. Muhit´ta böyle denilmiştir.»

METİN


Geçenler hakkında ikinci rekatta birinci gibidir. Ancak ikinci rekatda sübhâneke eûzü besmeleyi okumaz. Çünkü bunlar yalnız bir defa meşru olmuşlardır. Elleri kaldırmak ancak yedi yerde müekked sünnettir. Nitekim hadiste variddir. Ama bu sa´ya nazaran Safa ile Merve´nin bir sayıldığına göredir. Bu yedi yerin üçü namazdadır. Bunlar iftitah tekbiri ile kunut ve bayram tekbirleridir. Beşi hacdadır. Bunlarda Hacer-i esvedi istilâm ile Safa, Merve, Arafat ve cemrelerde el kaldırmaktır. Bu tertibe

göre Nesirle bunları kısaltmaları topladığı gibi nazımla da ibni-Fâsih´in şu beyt! bir yere toplar: «İftitah, kunut, ve bayram tekbirleri istilâm et Safa ile Merve, Arafat cemreleri.» İlk üçünde elleri kaldırmak tahrimede olduğu gibi kulaklarının hizâsına kadardır.

İstilâm ile ilk ve orta cemrelerde taş atarken ise ellerini omuzlarına kadar kaldırır. Ellerinin içini Hacer-i Esved ile Kâbeye doğru çevirir. Safâ ile Merve de ve Arafat´ta ellerini dua eder gibi kaldırır burada ve yağmur duasında elleri kaldırmak sünnettir. Ve ellerini göğsü hizâsında gök yüzüne doğru açar. Zira gök yüzü duanın kıblesidir. Ve ellerinin orasında az da olsa bir aralık bulundurur. Soğuk gibi bir özürden dolayı şehâdet parmağı ile işaret dahi kâfidir. Esah kavle göre duadan sonra ellerini yüzüne sürmek sünnettir. Şurunbulâli´ye, Bahır´ın vitir bahsinde şöyle denilmektedir: «Dua dört kısımdır.»

Birincisi: Rağbet duasıdır yukarda geçtiği gibi yapılır.

İkincisi: Rahbet (korku) duasıdır. Bunda ellerini bir şeyden korkup imdâd isteyen gibi yüzüne çevirir.

Üçüncüsü: Niyaz duasıdır Bunda küçük parmağı ile yüzük parmağını yumar. Orta parmağı ile baş parmağını halka yaparak şehadet parmağı ile işaret eder.

Dördüncüsü: Gizli duadır: Bunu içinden yapar.»

«Geçenler hakkında» ifadesinden murad: Rükun, vâcip ve sünnetlerdir. «Ancak yedi yerde müekked sünnettir.» Cümlesindeki müekked kaydı dua ve istiskade el kaldırmakla itiraz olunmasın diyedir. Çünkü görüleceği vecihle bunlarda el kaldırmak müstehaptır. Şârih yedi yerde demekle intikal tekbirlerinde el kaldırılmayacağına işaret etmiştir. İmam Şâfiî ile İmam Ahmed buna muhaliftirler. Bize göre intikal tekbirlerinde el kaldırmak mekruh isede namazı bozmaz. Yalnız Mekhul´ün İmam-A´zam´dan rivayetine göre bozar. Bu mesele Fetih ve Münye şerhinde izah olunmuştur.

İZAH

«Sa´ye nazaran Safâ ile Merve bir sayıldığına göredir.» Bu sözü şârih musannıfın sözü ile aşağıdagelen ibn-i Fasîh´in manzumesi: Ve el kaldırılan yerleri yedi gösteren hadisin arasını bulmak için söylemiştir. Çünkü manzumede sekiz yerde el kaldırılacağı bildirilmiştir. Yani el kaldırılan yerler sekizdir, Hadiste yedi gösterilmesi safâ ile merve´yi tazammun eder sa´ye bakaraktır. Musannıf ile ibn-ı Fasîh Safâ ile Merve´yi iki şey saymışlar. Onun için el kaldırılan yerler sekiz olmuştur. Bu hususta vârid olan hadis şudur: «Eller ancak yedi yerde yani iftitah tekbirinde kunut ve bayram tekbirlerinde kaldırılır. ilh...»

Dört yer hacda zikir edilmiştir. Hidâye´de böyle denilmiştir. Bunlar Hacer-i esvedi istilâm ederken, Safa ile Merve´de, iki mevkufta (yani Arafatla Müzdelife´de) ve iki cemre´de yani birinci ve üçüncü cemrelerdedir. Kifâye´de de böyle denilmiştir. Feth-u!-kadîr sahibinin beyanına göre bu lafızla bu hadis garibtir. Tebarânî´nin ibn-i Abbas (r.a.)dan rivayetine göre peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: «Eller ancak yedi yerde kaldırılır. Bunlar: Namaza başlarken, mescid-i Haram´a girip beyte bakarken, safâya çıkarken, merve´de dururken. cemaatla birlikte Arafat´ta Müzdelife´de vakfe yaparken bir de taş atılan iki makamdadır.

Anlarsın ki Hidâye´de vârid olduğu şekilde tefsir şârihin sözüne muvafık olandır. Feth-ul-Kadîr´deki ona uymaz. Çünkü oradaki rivayette Safâ ile Merve bir sayılmamıştır. Hatta kunut ile bayram dahi zikir edilmemiştir.

İlk ve orta cemrelerde taş atarken ellerini omuzları hizâsına kaldırır son cemrede ise el kaldırmaz. Ondan sonra dua yoktur. Zira dua arkasından taş atılan cemreden sonra yapılır. Onun içindir ki kurban gününün şeytan taşlamasında dua etmez.

«Ellerini göğsü hizâsında gök yüzüne doğru açar.» İbni Abbas´dan Rasûlüllah (s.a.v.) in böyle yaptığı rivayet olunmuştur. Bunu Kınye sahibi tefsir Semman´dan nakletmiştir. İmam Ebu-I-Kâsım Semerkandî´nin müstahlis adlı eserindeki beyanatı buna aykırı değildir. Orada şöyle denilmiştir: «Dua âdabından biri de kıbleye karşı durarak ellerini koltuklarının beyâzı görününceye kadar kaldırmaktır.» Çünkü Semerkandî´nin sözünü mübalağa haline, didinme ve fazla ihtimâm göstermeye hamletmek mümkündür. Nitekim yağmur duasında böyle yapılır. Tâ ki menfaat umuma raci olsun. Buradaki başka yerlere hamledilir. Onun içindir ki sahihayn hadisinde ravi: «Rasûlüllah (s.a.v.) yağmur duasından başka bir şeyde ellerini kaldırmazdı. Yağmur duasında ise koltuklarının beyazı görününceye kadar ellerini kaldırırdı.» demiştir. Münye şerhinde de böyle denilmiştir.

«Gökyüzü duanın kıblesidir.» Sözü namaz için kıble ne ise dua içinde gök yüzü onun gibidir; demektir. Binaenaleyh kendisine dua edilen Cenabı hakkın gökyüzü cihetinde olduğu tevehhüm edilmemelidir. T.

Duânın dört kısım olduğu Muhammed bin Hanefiye´den rivayet edilmiştir. Nitekim bunu Bahır sahibi Nihâye´den naklen ona nisbet etmiştir. Kezâ Mebsût´tan naklen Münye şerhinde de böyle denilmiştir.

Rağbet duası cenneti istemek gibi istek duasıdır. Ve eller gökyüzüne açılarak yapılır. Rahmetduasına misâl: Cehennemden kurtulmayı niyâz etmektir. Burada bu dua yapılırken ellerini yüzüne koyar denilmişse de Bahır´da ellerinin sırtı yüzüne çevrileceği bildirilmiştir. Münye şerhinde de böyle denilmiştir. Şu halde «sırt» kelimesi Şârih´in kaleminden düşmüş demektir. Şâfiî´lerin sözünün manasıda budur. Onlar: «Dua eden kimse bir şeyin olmasını dilerse avuçlarının içini, bir şeyin giderilmesini dilerse dışını gökyüzüne doğru kaldırması sünnettir.» Derler.

Niyaz duasından murad: Allah Teâlâya huşu ve tevazu göstermek için yapılan duadır. Bunda cenneti istemek veya cehennemden kurtulmayı dilemek gibi bir şey yoktur. Yarab ben senin fakir ve hakir kulunum gibi halisâne duadan ibarettir.

Gizli duada el kaldırmak olmadığı Münye şerhinde beyân edilmiştir. Çünkü el kaldırmak ilan demektir.

METİN

İkinci rekatın secdelerini bitirdikten sonra erkek sol ayağını yere döşeyerek iki budunun arasına alır ve üzerine oturur. Sağ ayağını da dikerek dikili parmaklarını kıbleye çevirir. Farz ve nâfilelerde sünnet olan budur. Sağ elini sağ uyluğunun, sol elini de sol uyluğunun üzerine koyar. Veya parmaklarının uçlarını dizlerine getirerek onları biraz aralıklı yayar. Parmakları kıbleye karşı kalsın diye avuçları ile dizlerini tutmaz. Esah olan kavil budur. Şehâdet getirirken şehadet parmağı ile işarette bulunmaz. Fetvâ buna göredir. Nitekim Valvalciye, Tecnis, Ümdet-ül-Müftî ve bilumum fetevâ kitablarında böyle denilmiştir. Lâkin mutemed olan kavil Şârihlerin bilhassa Kemâl. Halebi, Behensî, Bâkânî´de de Şeyh-ul-İslâm ve başkaları gibi müteehhirinin sahih buldukları kavlidîr ki o da şehâdet parmağı ile işaret etmesidir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) bunu yapmıştır. Ulema bu kavlı imam Muhammed´le imam-A´zam´a nisbet etmişlerdir. Hatta Dürer-ül-Bıhâr metninde ve şerhi Gurer-üI-Ezkâr da «bize göre müftâbih olan kavil şudur ki bütün parmaklarını yayarak şehâdet parmağı ile işaret eder.» denilmiştir.

Şurunbulâliye´de dahi Burhan´dan naklen: «Sahih olan yalnız şehadet parmağı ile işaret etmesidir. Nefi ederken onu kaldırır; isbât ederken indirir» demiştir. Sahih kaydı ile işaret etmez diyenlerden ihtiraz etmiştir. Çünkü. o söz dirâyet ve rivayette muhaliftir. Şehâdet parmağı tâbiriylede işaret ederken elini yumar diyenlerin sözünden ihtiraz etmiştir. Aynî´de Tuhfe´den naklen: «Esah olan parmak kaldırmak müstehaptır.» denilmiş muhit´te ise sünnet olduğunu söylemiştir.

İZAH

«Dikili parmaklarını kıbleye çevirir» Sirâc sahibi diyor ki: Yani sağ ayağının parmaklarını kıbleye çevirir. Çünkü hangilerine imkan bulursa onları kıbleye çevirmek evlâdır.» burada maksadın sağ ayak parmakları olduğunu Miftah, Hulâsa ve Hızâne sahipleri açıklamışlardır. Binaenaleyh Dürer sahibinin tesniye sigasiyle iki ayağının parmaklarını demesi müşkildir. Çünkü yere döşenen sol ayağının parmaklarını kıbleye çevirmek ziyade bir tekellüftür. Nitekim Şeyh İsmail´in şerhinde de böyle denilmiştir. Ama Kuhistânî Dürer´de ki ibarenin mislini kâfi ile tühfedende nakletmiş sonra şunları söylemiştir: «Sol ayağını sağ ayağına doğru çevirir. Parmaklarını da mümkün olduğu kadarkıbleye döndürür.

«Farz ve nâfilelerde sünnet olan budur.» Bağdaş kurar yahud iki ayağını birden sağ tarafa çıkararak oturursa sünnete muhalefet etmiş olur. Bazıları nâfilelerde hasta gibi istediği şekilde oturabileceğini söylemişlerdir.

Rükûda yaptığı gibi otururken avuçları ile dizlerini tutmaz. Çünkü tutarsa parmakları yere döner. Tahavî buna muhaliftir. Buradaki nefi (yani tutmaz sözü). câiz olmaz manasına değil efdâl değildir manasınadır. Nitekim Bahır´da bildirilmiştir.

Ulemanın İmam Muhammed´le İmam-ı A´zam´a nisbet ettikleri kavîl emâli´de imam ebu Yusuf´dan da nakledilmiştir. Nitekim gelecektir. Şu halde bu kavil üç imamımızdan nakledilmiştir.

Şârih: «Bize göre Müftabih olan kavil şudur ki: Bütün parmaklarını yayarak şehadet parmağı ile işaret eder.» İfâdesini nakl ile şârihlerin bulduğu kavlin müftabih olduğunu açıklamıştır. Ancak doğrusu «Bütün parmaklarını yayarak» ifadesini atmaktır. Çünkü bu ifâde benim Dürer-ul-Bıhar´da ve şerhinde gördüklerime muhâliftir. Dürer-ül-Bıhar´ın ibâresi şöyledir: «Elliüç akd etmez. (dipnotgoster6104) İşarette etmez. Fakat fetvâ bunun hilâfınadır.» Şerhi Gurer-ül-Efkâr´ın ibâresi de şöyledir: «Ey fakih! İmam Ahmed´in bir kavline Şâfiî´ye uyarak yaptığı gibi sende elli üç akt etme biz tehlilde sağ elimizin şehâdet parmağı ile işaret etmeyiz bilakis parmaklarımızı yayarız. Ama fetvâ bunun hilâfınadır. Yani bize göre fetvâ işaret etmemek Şâfiî ile imam Ahmed in dedikleri gibi elliüç akdi şeklinde işaret etmektir. Muhit nâm eserde «işâret sünnettir. Parmak nefi edilirken kaldırılır isbatta indirilir. . Ebu Hanîfe ile Muhammed´in kavli budur. Bu babta eser ve haberler çoktur. Binaenaleyh bununla amel evladır.» denilmektedir. Bu ifade müftabih olan kavlin parmakların! yayarak değil zikri geçen şekilde onları yumarak şehâdet parmağı i!e işaret edileceğini gösterdiğini açıklamaktadır. Çünkü bize göre parmaklarını yayarak işaret yoktur. Onun için Münyetü´l Musallî´de: «İşâret yaparsa küçük parmağı ile yüzük parmağını yumar. Orta parmağı ile başparmağını halka yaparak şehadet parmağını diker.» denilmiştir. Mezkür eserin küçük şerhinde: «Şehadet getirirken bize göre işaret yapar mı? bu hususta ihtilaf vardır.

Elli üç akdi bütün parmaklarını yumarak Şehâdet parmağını dik tutmaktır. Araplar ellerin bu şekilde yummakla elli üç rakamım kastederler. Nefi edilirken murad lâilâhe kelimesidir. Çünkü bunun manası nefi yani ALLAH yok demektir. İsbattan muradda illellah dır. Bundan muradda isbat yani Allah vardır. demektir. Lâilâhe illellah» cümlesi Arabçaya mahsus bir cümle şeklidir. Bu cümle nefi ile baçlar isbat ile biter yani ilâh yoktur ancak bir Allah manasına gelir.

Hulâsa ve Bezzaziye´de işaret yapılmayacağı, Hidâye şerhinde ise yapılacağı sahih bulunmuştur. El-Mültekât ve diğer kitablarda da işaret sahih bulunmuştur. İşaretin şekli şehâdet getirirken orta ve baş parmak halka yapılarak ve küçük parmakla yüzük parmak yumularak şehâdet parmağı ile işaret etmektir. Yahud elliüç akt etmekle olur. Bundan murad orta ve yüzük parmağı ile küçük parmağını yummak baş parmağının başını orta parmağının orta ekinin kenarına koymak şehâdet parmağını lâilâhe derken kaldırmak, illellâh derken indirmektir.» Büyük şerhde şöyle denilmiştir: «İşaret ederken parmakları yummak, işaretin nasıl yapılacağı hususunda İmam Muhammed´den rivayet olunmuştur. Kezâ Emâlide ebu Yusuf´tan dahi rivâyet edilmiştir. Bu işaretin sahih kabul edildiğine teferru, eder. Ulemadan birçoklarından teşehhüdde aslâ işaret edilmeyeceği rivayet olunmuştur. Bu kavil dirayet ve rivayete muhaliftir.

İmam Muhammed´den rivayet olunduğuna göre kendisi işaretin nasıl yapılacağı hususundaki kavlini İmam-A´zam´dan rivayet etmiştir.» Feth-ul-Kadîr´de de bunun gibi izahat vardır. Kuhistânî´de: «Bütün ulemamızdan rivayet oldunduğuna göre parmak kaldırmak sünnettir. Sağ elinin baş parmağı ile orta parmağın başlarını birleştirmek suretiyle halka yapar. Ve şehâdet parmağı ile işaret eder.» denilmiştir. Bütün bu nakiller açıkça gösteriyor ki sünnet vecihle işaret ancak hususî bir şekilde olur ki oda elini yummak ve halka yapmak suretiyle olur. Parmakları yayma rivayetine gelince onda asla işaret yoktur. Bundan dolayıdır ki Fetih ile Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Bu. yani zikir edilen şekil işaretin sahih olduğuna teferru eder. Yani işaret rivayeti sahihdir. Biz halka yapmadan işaret olur diyemeyiz onun için işaret Bedâyî, Nihâye. Mi´rac, Diraye, Zahîre. Zahiriyye, fethul-kadîr, Münye ve Kuhistanî şerhleri, Hılye, Nehir, Mülteka şerhi Behenni, Dürer-ül-bıhar şerhleri gibi bil´umum kitablarda bu şekilde tefsir edilmiştir.

Nitekim ben bunların ibarelerini «ref´ulteredd...» adlı risâlemde beyan ettim. Bizim için yalnız iki kavil olduğunu yazdım. Bunların birincisi mezhepte meşhur olan kavildir ki işaret yapmaksızın parmakları yaymaktır. ikincisi şehâdet getirecek kadar parmakları yaymak şehadet getirirken yumarak Lâilahe derken şehadet parmağını kaldırmak illellâh derken indirmektir. Müteehhirin ulemanın itimad ettikleri kavil budur. Çünkü Peygamber (s.a.v.)den sahih hadislerle sâbit olmuş; üç imamımızdan sahih rivayetle nakledilmiştir. Onun için Feth-ul-kadîr´de: «Birinci dirâyet ve rivayetin hilafınadır» denilmiştir.

Zamanımızda umumiyetle halkın tercih ettikleri parmakları halka yapmadan yayarak işaret etmeye gelince: Buna şârihden başka kail olan kimse görmedim. Şarih de Şurunbulâli´ye tabi olmuş o da onuncu asır ulemasından İs´âf nâmındaki eserin sahibi İbrâhim Tırablusî´nin Burhan adlı kitabından nakletmiştir. Onun sözü gelmiş geçmiş bil´umum şarihlerin zikir ettikleri iki kavle aykırı düşünce cumhur ulemanın kavilleriyle amel edilir. Cumhur avâmın kavillerine bakılmaz. Sahih olan yalnız şehâdet parmağı ile işaret etmektir.

İki elinin şehâdet parmakları ile işaret etmek mekruhtur. Nitekim fethul-kadîr ve diğer kitablarda bildirilmiştir. Burhan´ın sözünden iki kavilden karma bir söz meydana gelmiştir ki, o da parmakları yayarak yummadan işaret yapmaktır. Bunun menkule muhâlif olduğunu gördüm. Şarih´in Dürer-ül-Bıhar ile onun şerhinden naklettikleri dahi vakıın hilâfınadır. Bu rivayet ihtimal ki garip bir kavildir. Ona kail olan kimse görmedik. Burhan sahibi ona tabi olmuş umumiyetle beldeler ehâlisi bu yolu tutmuştur. Ama meşhur ve mezhebin kitablarında menkul olan işittiklerindir. ALLAH´u âlem.

Aynî´de parmak kaldırmanın müstehap, Muhit´te ise sünnet olduğu bildirilmiştir. Bu iki kavlinarasını bulmak için sünnet-i gayri müekkede demek mümkündür. T.

METİN

Vücûben ibn-ı Mes´ud´un teşehhüdünü okur. Nitekim Bahır sahibi bunu incelemiştir. Lâkin başkalarının sözü bunun mendup olduğunu ifâde eder. Dede Şeyh-ul-İslâm hilâfın efdaliyette olduğunu kat´î lisanla söylemiştir. Bunun benzeri de Mecme-ul-enhur´dedir. Teşehhüd lafızları ile bu lafızlardan murad olan manaları inşâ vechiyle kast eder. Sanki Allah Teâlâyı tahıyye ediyormuş; peygamberine, kendi nefsine ve Allah´ın velî kullarına selâm veriyormuş gibi düşünür. Bunları haber veriyormuş gibi davranmaz. Bunu müçtebâ sahibi söylemiştir. Bu teşehhüdden anlaşıldığına göre «Aleynâ» kelimesindeki zamir (bizim üzerimize mânasına) orada mevcut olanlara aittir. Allah Teâlâ´nın selamını hikâye değildir. Peygamber (s.a.v.) burada gerçekten «ben rasulullahım» derdi. Farz namazın ilk oturuşunda bilittifak teşehhüdden fazla bir şey okumaz. Kasden fazla bir şey okursa namazı yeniden kılması icap eder. Yanılarak ziyâde ederse sâdece Allahümme salli ala Muhammed dediği takdirde mezhebin müftabih olan kavline göre secde-i sehiv vâcip olur. Bu namaza mahsus olmak üzere değil kıyâmı te´hir ettiği içindir. Cemaat olan kimse imamından önce teşehhüdü bitirirse bil´ittifak susar. Mesbûk ıse imamı selâm verirken bitirmiş olmak için ağır davranır. Bazıları teşehhüdü tamamlar demiş; bir takımlarıda şehâdet kelimesini tekrarlayacağını söylemişlerdir.

İZAH

Bahır sâhibi şöyle demektedir: «Sonra bazı şârihler: İbn-i Mes´ud teşehhüdünü okumak evlâdır demişlerdir. Bu söz hilâfın evleviyet meselesinde olduğunu gösterir. Halbuki anlaşılan bunun hilâfınadır. Çünkü ulema teşehhüdün vacip olduğunu söylemiş, İbn-i Mes´ud´un teşehhüdü diye tayin etmişlerdir. Binaenaleyh bu teşehhüd vaciptir. Onun içindir ki Sirâc sahibi teşehhüdde bir harf ziyade etmek yahud bir harfin yerini değiştirmek mekruh olduğunu söylemiştir.

Ebu Hanife: «İbn-i Mes´ud´un teşehhüdünden noksan veya ziyade yaparsa mekruh olur. Çünkü namaz zikirleri mahduttur. Onlara ziyâde edilemez demiştir.»

Kerahet mutlak söylenirse kerahet-i tahrime manası kast edilir. Şeyh-ul-İslâm gibi Nehir sahibi ve Hayreddîn dahi hilâfın evleviyet meselesinde olduğunu cezm etmişlerdir. Hayreddin Remlî Bahır hâşiyelerinde şöyle demektedir: «Ben derim ki anlaşıldığına göre hilâf evleviyettedir. Ulemanın teşehhüd vacibtir sözlerinin manası muayyen bir teşehhüd değil ihtilaf üzere âdet edilen teşehhüddür. Bizim kaidelerimizde bunu iktiza eder. Sonra Nehir´de benim söylediğime yakın sözler gördüm. Şu hale göre yukarda geçen kerahet kerahet-i tenzihiyedir.»

Ben derim ki: Hılye´nin sözüde bunu te´yid eder. Hılye sahibi ibn-i mes´ud´dan rivayet edilen teşehhüd lafızlarını zikir etmiş sonra şunları söylemiştir: «Bilmiş ol ki teşehhüd bu zikir edilen kelimelerin mecmuudur. Kezâ bunların benzeri rivayet edilen sözlerdir. Bunlar iki şehâdetle şâmil oldukları için teşehhüd nâmı verilmiştir... ilh» «Bunları haber veriyormuş gibi davranmaz.» yanı mi´rac gecesinde Rasûlüllah (s.a.v.) ile Teâlâ hazretlerinin ve meleklerinin söylediklerini habervermeyi kast etmez. Bu kıssanın tamamı teşehhüd lafızlarının izahı ile birlikte İmdâd nâm eserdedir. Ona müracaat eyle!

Orada mevcud olanlardan murad: İmam cemaat ve meleklerdir. Bunu Nevevî söylemiş. İmam Suruci´de beğenmiştir. «AIIah Teâlânın selâmını hikâye değildir. Sözü hatâdır. Doğrusu: «Rasulullah (s.a.v.) in selâmını hikaye değildir.» şeklinde olacaktır. T. Burada Peygamber (s.a.v.) «Gerçekten ben rasülûllahım» derdi cümlesini Şâfiîlerden Rafiî nakletmiştir. Hâfız ibn-i Hacer bunu red etmiş ve şöyle demiştir: «Bunun aslı yoktur. Teşehhüd lafızları Peygamber (s.a.v.) den tevatüren nakledilmiştir. O «Eşhedü enne Muhammed´en Rasûlüllah ve abdühü verasûlühü»

«Ben Muhammed´in Rasûlüllah ve Allah´ın kulu olduğuna şehadet ederim.» derdi. Bunu Tahtavî Zerkânî´den nakletmiştir. Tühfe sâhibi diyor ki: «Evet eğer ezanın teşehhüdünü kastediyorsa doğrudur. Çünkü peygamber (s.a.v.) bir seferde bir defa ezan okumuş ve bunu söylemiştir.»

Ben derim ki: Buharî´de dahi Selemetü ibn-ı Ekvâ (r.a.) dan rivayet edilen hadisde de böyle denilmiştir. Mezkûr hadiste: «Ben cemaatın yiyeceklerinin yetmeyeceğinden korkdum... ilh» buyurulmakta ve ayni hadiste Rasulullah (s.a.v.) «Eşhedü enlâilâhe illellah ve eşhedü enni rasulellah» Allah´dan başka ilah olmadığına şehadet ederim; kendimin de rasulullah olduğuma şehadet ederim.» Buyurdu. denilmektedir. Bu şehadet namaz haricinde idi. Rasûlüllah (s.a.v.) onu elinde bereket mucizesi zuhur ettiği vakit söylemişti. Farz namazın ilk oturuşunda teşehhüdden fazla bir şey okumadığı gibi farza mülhak olan vitir gibi namazda ve beş vaktin sünnetlerinde dahi bir şey okumaz. Gerçi Bahır sahibi bu meselenin söz götürdüğünü söylemişse de nezir edilen namazla bozduğu nafile namazın kazasının hükmüne baksın. Anlaşılıyor ki bu iki nevi namaz nâfile hükmündedirler. Çünkü bunlardaki vücûp ârizidir. T.

Farz ve ona mülhak namazlarda ilk otururda teşehhüdden fazla bir şey okunmayacağı ittifaki bir meseledir. Ulemamızın kavli bu olduğu gibi. imam Malik´le imam Ahmed´in kavilleride budur. Şâfiî´nin sahih kavline göre bu teşehhüd müstehabtır. Cumhurun delili imam Ahmed´le ibn-i Hüzeyme´nin rivayet ettikleri ibn-i Mes´ud hadisidir. Bu hadiste: «Sonra peygamber (s.a.v.) Şâyet namazın ortasında ise teşehhüdünü bitirince kalkardı.» denilmektedir. Tahâvî: «Buna kim bir şey ilâve ederse icmaa muhâlefette bulunmuş olur. demiştir. Bahır. Şu hale göre Şârih´in muradı, Şâfiî´nin mezhebi icmaa muhaliftir demektir.

«Sâdece Allahümme salli alâ Muhammed» demekle sehiv secde vacip olur. Bazıları ve alâ Muhammed demedikçe vacip olmayacağını söylemişlerdir. Bu kâdı imam nakletmiştir. Bir takımlarına göre bir rükün edâ edecek kadar geciktirmedikçe vacip olmaz. Bazılarına göre ise bir harf ziyade etse bile vacip olur. Bahır sahibi bunların hepsini red etmiş. Musannıf´ın burada söylediğinin tercih olunduğunu bildirmiştir. Nitekim Hulâsa´da da böyle denilmiş Hâniye´de bu söz tercih olunmuştur. Zeyleî secde-i sehiv babında bu sözün esah olduğunu açıklamıştır. Halebî´nin el Münyet-ül-Kebir şerhindeki sözü dahi onun tercihini iktiza eder. Lâkin Münyet-üs-sağîr şerhinde ekser ulemanın Kâdı imamın kavlini tercih ettiklerini söylemiş, esah olan da budur demiştir. Hayreddîn Remlî diyor ki: «Gördüğün gibi sahih kabul edilen kaviller muhteliftir. Ama Kâdı imam´ın söylediğini tercih etmek gerekir.»

Sonra bütün bunlar ebu Hanîfe´nin kavline göredir. Yoksa Tatarhâniye´de, Hâviden naklen bildirildiğine bakılırsa imameynin kavline göre (Hamidün mecîde) kadar okumadıkça secde-i sehiv vacip olmaz. «Mezhebin miftabih olan kavline göre» sözünü musannifle şarihden başka söyleyen görmedim. Benim gördüğüm yukarda anlattıklarımdır. Bu secde-i sehiv namaz için değil kıyâmı te´hir ettiği için. Binaenaleyh susmuş olsa secde-i sehiv vacip olur. Nitekim Münye şerhinde de böyle denilmiştir.

Mesbûk ise imamın selâm verirken bitirmiş olmak için ağır davranır. Hâniye´de ve Münye şerhinde secde-i sehvin mesbûk bahsinde sahih kabul edilen kavil budur. Diğer kavillerde sahih kabul edilmişlerdir. Bahır sahibi şöyle diyor: «Görülüyor ki Hâniye´deki kavil ile fetva vermek gerekiyor.» ihtimal bu sözün vechi şudur. Bu adam teşehhüd hakkında namazının sonunu kaza etmektedir. Orada salâvat ve duayı okur. Ama burası son değildir. Halebî´nin beyânına göre bu imamın son oturuşundadır. Nitekim Şârih´in «imamı selâm verirken bitirmiş olmak için» sözü bu hususta açıktır. önceki oturuşlarda ise hükmü susmaktır. Nitekim bu meydandadır. Hılye´de de böyle denilmiştir. «Bir takımları da şehâdet kelimesini tamamlayacağını söylemişlerdir.» Münye şerhinde de bu denilmiştir. Bahır, Hılye ve Zahîre de ise teşehhüdü tekrarlar denilmiştir.

neslinur
Fri 26 March 2010, 04:31 pm GMT +0200
METİN

Farz kılan kimse ilk iki rek´attan sonra Fatiha ile bitirir. Çünkü zâhir rivayeye göre bu sünnettir. Fatiha´dan fazla bir şey okursa beis yoktur. O kimse Fatiha okumakla üç kere tesbih etmek veya o kadar susmak arasında muhayyerdir. Aynî ise Fatiha okumanın vacip olduğunu sahih bulmuştur. Nihaye´de bir tesbih miktarı susulacağı bildirilmiştir. Binaenaleyh mezhebe göre susmakla isâet işlemiş olmaz. Çünkü muhayyerlik hazreti Ali ile ibn-i Mes´uddan rivayet edilen hadislerle sabit olmuştur. Devam rivayeti vucûp manasına gelmekten değiştiren budur.

İZAH


Farz kılan Fatiha ile yetinir sözü bir kayıttır. Çünkü nâfile ile vacip namazların her rek´atında Fatiha ve sûre yahud âyet vaciptir. «Fatiha´dan fazla bir şey okursa beis yoktur» yani Fatiha´ya sûre zam ederse beis yoktur. Çünkü son iki rekatta kıraat miktar tayin edilmeksizin meşrudur. Sâdece Fatiha okumak vacip değil sünnettir. Binaenaleyh sûre zammı evlânın hilâfına bir hareket olur. Bu ise meşruiyete ve yapılıp yapılmaması günah değildir mânasında mubahlığa aykırı değildir. Nitekim vacipler bahsinin baş taraflarında arzetmiştik böylece Nehir sahibinin Bahır´a karşı iddiada bulunduğu zıddiyet ortadan kalkmış olur.

Aynî Fâtiha okumanın vacip olduğunu sahih bulmuştur. Bu kavil zâhir rivayeye mukabil olup İmam Hasan´ın İmam A´zam´dan rivayetidir. Delil yönünden bunu Kemal ibn Hümâm´da sahih bulmuş; Münye sâhibi bu kavli tercih ederek Fatiha okumayı unutana secde-i sehiv vacip olduğu kasdet terk edenin isâette bulunduğunu söylemiştir. Lâkin esah olan kavil vacip olmamasıdır. Çünkü haberlerçelişmektedir. Nitekim Müçtebâda´da böyle denilmiş. Hılye´de bu kavle itimad edilmiştir. «Nihaye´de bir tesbih miktarı susulacağı bildirilmiştir.» Üstadımız bunun usule daha layık olduğunu söylemiştir. Hılye.

Yani kıyâm rüknü bununla hâsıl olur. Zira evvelce geçtiği vecihle rükun olmak en az miktara taalluk eder. Binaenaleyh susmakla isâet etmiş olmaz. Malumun olsun ki zahir rivayede ulema Fatiha okumanın efdal olduğuna ittifak etmişlerdir. Sâdece tesbihle yetinirse isâet etmiş sayılmayacağında dahi müttefiktirler. Fakat susarsa Muhit sahibi bunun isaet olduğunu açıklamış ve «çünkü son iki rekatta kıraat zikir ve senâ yolu ile meşru kılınmıştır. Bu sebeple kıraat için Fatiha taayyün etmiştir. Çünkü Fatiha´nın tamamı zikir ve senâdır. Kasten susarsa sünneti bıraktığı için isâet etmiş olur. Yanılarak susarsa secde-i sehiv lazım gelmez.» demiştir. Muhit sahibinden başkası zahir rivayeye göre üç şey arasında muhayyer olduğunu sükûtle isâet etmiş sayılmadığını söylemişlerdir.

Bedâî sahibi şunları söylemiştir: «Sahih olan zâhir rivayenin cevabıdır. Çünkü bize Ali ile ibn-i Mes´ud radıyallahu anhümadan rivayet olunduğuna göre kendileri «son iki rekatta namaz kılan muhayyerdir; isterse okur ;isterse susar; isterse tesbih eder.» derlermiş. Bu bap kıyasla anlaşılmaz.

Ali ile ibn-i Mes´ud´dan rivayet edilen Peygamber (s.a.v.)´den rivayet edilmiş gibidir. Hâniye´de: «İtimad bunadır.» denilmiş. Zahire´de sahih rivayetin bu olduğu bildirilmiş; Hılye´de de fazla söze tahammülü olmayacak derecede açık olarak tercih edilmiştir. Ona müracaat edebilirsin.

Hâsılı Muhit sahibine göre kıraat sünneti terk ettiği için sükût mekruhtur. Ona göre kıraat sünnettir. Lâkin zikir suretiyle meşru olduğundan sünnet tesbih ile de hâsıl olur. Ve ikisinin orasında muhayyer kalır. Musannıf´ın tercih ettiği de budur. Demek oluyor ki kıraat tesbihe nazaran efdal, susmaya nazaran sünnettir. Hatta tesbih ederse efdalı bırakmış olur. Susarsa sünneti terk ettiği için isâet sayılır. Muhit sahibinden başkalarına göre ise susmak mekruh değildir. Çünkü üç şey arasına muhayyerlik sabit olmuştur. Binaenaleyh tesbih ile susmaya bakarak kıraat efdal olmuştur. Bu suretle bütün ulema kıraatın efdal olduğunda ittifak etmiş sünnet olup olmadığında ihtilafa düşmüşlerdir. Bu da susmanın mekruh olup olmadığına binaendir. Gördük ki sahih ve mutemed olan kavil üç şey arasında muhayyerliktir. Bundan da Şarih´in ibaresindeki rekabeti anlarsın. Evvelâ «Zâhire göre Fatiha sünnettir.» demiş. Bu söz Muhit´in sözüne mebnidir. Sonra bunun aksini almış üç şey arasında muhayyerliğe itimad etmiştir. Böylelikle musannıfın söylediklerine susmayı da katmış susarsa isâet etmemiş olacağını söylemiştir. Bu yegâne yazıyı ganimet bil!

Bedâi, Zahiri´ye ve Hâniye´den naklettiklerini bu eserlerde ve başkalarında gördüm. İbârelerini Bahır üzerine yazdığım derkenarda zikir ettim. Onlardan buna muhalif nakledilenlere itimad edilmez. Sonra bil ki ulemanın Fatiha´nın efdal olduğuna ittifak etmeleri muhayyerliğe aykırı değildir. Çünkü fâdıl ile efdal arasında muhayyerliğe bir mâni yoktur. Nitekim hacda ihramdançıkarken tıraş olmakla saç kısaltmak arasındaki muhayyerlik bu kabildendir.

T E N B İ H: Metinlerin ve diğer kitabların sözlerinden anlaşıldığına göre, Fatiha Kur´an olarak okunur. Kuhistâni´de ise: «Ulemamız Fatiha´nın kıraat niyetiyle değil senâ niyetiyle okunacağını söylemişlerdir» deniliyor. Müçtebâ´da Şems-ül-eimme´den naklen bu kavlin sahih olduğu bildirilmiştir. Lâkin Nihaye´de: «Ebu Yusuf´dan bir rivayete göre tesbih eder susmaz. Fatiha´yı okursa kıraat olmak üzere değil sena olmak üzere okur. Müteehhirinden bazıları bunu tercih etmişlerdir.» deniliyor. Hılye´de ise: «Fakat arzetmiştik ki sözün doğrusu Fatiha´nın niyetle Kur´an olmaktan çıkmamasıdır.» denilmiştir.

«Devâm rivayetini vücûp mânâsından değiştiren budur.» Bu sözün hulâsası şudur: Sahihaynın ebu Katâde´den rivayet ettikleri hadiste: «Peygamber (s.a.v.) öğle ve ikindinin ilk iki rekatlarında Fatiha ile birer sûre okurdu. Son iki rekatlarında ise yalnız Fatiha´yı okurdu. Denilmektedir. Bu hadis Rasûlüllah (s.a.v.) in buna devam ettiğini gösterir. Bırakmadan devam etmek ise vücûbun delilidir. Cevap şudur: Rivayet edilen muhayyerlik bunu vacip mânâsına almaktan değiştirmiştir. Çünkü tehayyir rivayeti de evvelce arzettiğimiz gibi merfû hükmündedir. Aynî ile ibn-i Hümam´a bununla red cevabı verilir.

METİN

İkinci oturuşta dahi birincideki gibi döşenir. Ve teşehhüdü okuyarak peygamber (s.a.v.)e salavat getirir Fil âlemîn ifadesini ziyade etmek ve «Hamîdün mecîd»i tekrarlamak sahihdir.

Rahmet dilemenin velevki baştan olsun mekruh olmadığı dahi sahihdir. Seyyid kelimesini kullanmak menduptur. Çünkü vâkıı ziyâde haber vermek aynen edep yolunu tutmaktır. Binaenaleyh söylemek söylemekten efdaldir. Bunu Şâfiîlerden Remlî ve başkaları söylemişlerdir. Nakil edilen

«Beni namazda seyyid yapmayın!» sözü yalandır. Bazılarının Lâ tüsevviduni´yi lâ tüseyyidüni okumaları dahi hem yalan hem lahındır. (yani hatadır) bil hayâl doğrusu vavla okumaktır.

İZAH

Şârih´in burada ayrıca döşenmeyi zikir etmesi kadınlar gibi ayaklarını sağ taraftan çıkararak oturmamasına işaret içindir. Nitekim Şâfii´nin mezhebi teverrük denilen bu oturuştur Yoksa oturuş hükümleri yalnız buna mahsus değildir.

Salâvatın sıfatı hakkında Münye şerhinde şöyle denilmektedir: «Salavâtın sıfatı hakkında tercih edilen kavil Kifâye, Kınye ve Müctebâ´da bildirilendir ki şudur: İmam Muhammed´e Peygamber (s.a.v.)e salavâtın nasıl yapılacağı soruldu da şu cevabı verdi:

«Allahümme salli ala Muhammed ve alâ âli Muhammed kema salleyte alâ İbrahim ve alâ âli İbrahim inneke hamidün mecid. Ve bârik alâ Muhammed ve alâ âli Muhammed kema bârekte alâ İbrahim ve alâ âli İbrahim inneke hamîdün mecîd» dir . Sahihayn ve diğer hadis kitablarındakine uygun olan da budur. «Kema barekte ilh» cümlesinden sonra bir defa fil alemin ifâdesini ziyade etmek sahihtir. «Kemâ salleyte» den sonra söylenildiği sübût bulmamıştır. Hılye sahibi diyor ki: İbn-i Hübeyre´nin ifsâhında mezkûr salavât meselesi İmam Muhammed´den «kemâ bârekte» ifâdesinden sonra filâlemîn ziyadesiyle rivâyet edilmiştir. Bu ziyâde imam Malik´in, Müslim´in, ebu Dâvud´un ve başkalarının rivâyetlerinde vardır. İfsahın bir nüshasında da fil âlemin, kema salleyte den sonradır Bu ziyade hadislerin bazılarında mevcuttur. Lâkin şu anda sahabeden onu kimlerin rivayet ettiği ve hafızlardan kimin tahriçte bulunduğu hatırıma gelmediği gibi haddi zatında sabit olup olmadığını da hatırlamıyorum. Şârih ziyâde deyip tekrar kelimesini kullanmamakla buna işaret etmiştir.

Ey Allah´ım İbrahim´e ve İbrahim hânedanına nasıl salavat eyledinse Muhammed´e ve Muhammed hânedanına da salavat eyle. Çünkü sen öğülmeye ve ta´zime pek layıksın. Hem İbrahim´e ve İbrahim hânedanına nasıl bereket verdinse Muhammed´e ve Muhammed hânedanına da salavat eyle. Çünkü sen öğülmeye ve ta pek layıksın.

«Hamidün mecîd»i tekrarlamak sözü Zeyleî ve başkalarının nakillerine istidrâk (düzeltme)dir. Bunlar salavâtın nasıl getirileceğini imam Muhammed´den naklederken. En sonunda bir defa inneke hamidün mecîd demişlerdir. Halbuki Zahire´de bu cümle İmam Muhammed´den mükerrer olarak nakledilmiştir. Yukarda gördük ki sahihaynda da böyledir.

Rahmet dilemek teşehhüdün salavatında sâbit olmadığı için ona mendup demek sahih değildir. Bundan dolayıdır ki Münye şârihi: «sahih hadislerde olanları söylemek evlâdır» demiş feyz nâm eserde rahmet dilemenin ihtiyatan olduğu bildirilmiştir. Remlî´nin Minhâc şerhinde şöyle deniliyor: «Nevevî Ezkâr adlı eserinde demiştir ki: «Erham Muhammed´ en ve alâ âli Muhammed´in kemâ rahmet alâ İbrahim İbrahim´e rahmet eylediğin gibi Muhammed´e ve Muhammed hânedânına da rahmet eyle!» sözlerini ziyâde etmek bid´attır. Bunun bir çok hadîslerde veterahham alâ Muhammed´in şeklinde rivayet edilmesine itirazda bulunulmuştur. Bu hadislerin bazılarını Hâkim sahihlemiştir. Hadis ulemasının muhakkıklarından bazıları bunu red etmiş hâkim´in bu babta vehm ettiğini hadislerin zaif olmakla beraber zaiflerinin şiddetli olduğunu bu sebeple onlarla amel edilemeyeceğini söylemişlerdir. Bunu ebu Zur´â´nın kavli de te´yid eder Ebu Zür´a hadis imamlarındandır. Bu hadisleri sıralayıp zayıflıklarını beyân ettikten sonra: «Her halde kabul etmemek daha râcihdir. Çünkü bu husustaki hadisler zaiftir.» demiştir. Yani şiddetle zaif olduğu için kabul edilmez demek istemiştir. Bu izahattan anlaşılır ki kabul etmemenin sebebi merhamet duasının burada mutemed bir yoldan sabit olmamasıdır. Bu bap peygamber (s.a.v.)e tabi olma babıdır. İbn-i Abd´ilber ile başkalarının söyledikleri gibi peygamber (s.a.v.)e rahmet lafziyle dua edilmez değildir. Edilmeyeceğini söyleyenler onun mutlak surette câiz olmadığını anlatmak isterlerse sahih hadisler onların kavlini açık açık red etmektedirler. Gerçekten sâir teşehhüd rivayetlerinde:

Esselâm aleyke eyyühen-nebiyy ve rahmet ül llah veberakâtüh denildiği sahih olarak sübût bulmuştur.

Yine sahih hadise göre: «Yârabbî bana ve Muhammed´e rahmet eyle.» diyen bir kimseyi Rasulullah (s.a.v.) tasdik etmiş sözünü red etmeyerek yalnız: «Bizimle birlikte başkasına rahmet dileme.» buyurmuştur. Rahmetin peygamber (s.a.v.)e zaten verilmiş olması onun nâmına rahmet istemeyemani değildir. Nitekim salât, vesile ve makam-ı mahmud istemek de böyledir. Çünkü bunun fâidesi Rasûlüllah (s.a.v.)e âiddir. Buna sebep terekkısinin nihayetsiz ziyadeliği ve sevâbının artmasına dua edendir.

Hâsılı teşehhüdden sonra rahmet dilemek sâbit olmamıştır. Velev ki başka yerde sabit olsun. Binaenaleyh yalnız haddi zatında câizdir. «Velev ki baştan olsun» ifâdesinden murad velev ki salat ve selâma tabi olmayarak müstakilen söylensin, demektir. Bahır ve Hılye´de bildirildiğine göre ibtidâda yani söze Rasulullah (s.a.v.)e rahmet dileyerek başlamakta kerahet olduğunda ulema ittifak etmişlerdir. Nehir sahibi bu sözü şöyle tenkid etmiştir. Zeyleî´nin kitabının sonundaki sözü hilâfın yalnız burada değil bütün rahmet istekleri hakkında olduğunu iktiza eder. Çünkü şöyle demiştir: «Ulema ey Allah´ım Muhammed´e rahmet et diyerek Peygamber (s.a.v.)e rahmet duasında bulunmanın câiz olup olmayacağı hususunda ihtilaf etmişler. Bazıları câiz olmadığını. çünkü bu sözde salavâtta olduğu gibi ta´zime delâlet edecek bir şey bulunmadığını söylemiş. Bir takımları buna cevaz vermişlerdir. Çünkü Peygamber (s. a.v.) ALLAH Teâlâ´nın ziyâde rahmetini en ziyade arzu edenlerdendi. Serahsi bunu tercih etmiştir. Çünkü eserde variddir. Ona tabi olanlara bir şey denemez.

Ebu Ca´fer: Ben de Muhammed´e rahmet et diyorum. Çünkü bu söz müslüman memleketlerinde gelenek halini almıştır. Bazıları buna delil olmak üzere salat kelimesini rahmetle tefsir etmişlerdir. İki kelime mânâca müsavi olurlarsa biri diğerinin yerine kullanılabilir. Onun içindir ki Peygamber (s.a.v.) bedevinin Allah´ım bana ve Muhammed´e rahmet eyle sözünü tasdik buyurmuştur.

Şâfiî´lerden Remlî Nevevî´nin Minhâc´ı üzerine yazdığı şerhde şöyle demiştir: «Efdal olan seyyid kelimesini söylemektir. Nitekim ibn-i Zahire´de böyle demiş bir çok ulema bunu açıklamışlardır.» Kitabımızın şarihi dahi bununla fetvâ vermektedir. Çünkü bu sözde emir olunduğumuzu yapmak ve vâkıı fazlasiyle haber vermek vardır ki edep ve terbiyede bunu iktiza eder. Bu sebeple söylenmesi efdaldır. Velev ki Esnevî efdal olup olmadığında tereddüt göstermiş olsun. La tüseyyidüni fissalah hadisine gelince bu hadis bâtıldır. aslı yoktur. Nitekim mütteehhirîn hadîs hafızlarından bazıları bunu bildirmişlerdir. Tûsi «bu hadîs bâtıl ve yanlıştır.» demiştir. Bazıları şârihimizin bu fetvâsına itiraz etmiş: «Seyyid kelimesini katmak mezhebimize aykırıdır. Çünkü yukarda geçtiği vecihle teşehüdde ziyâde ve noksan yapmak İmam A´zam´a göre mekruhtur.» demişlerdir.

Ben derim ki: Bu itiraz söz götürür. Zira salavat dahi teşehhüdün üzerine ziyadedir. Teşehhüdden değildir. Evet buna göre: Rahmet dileğini ve eşhedü enne Muhammeden abdühü varasuluh cümlesi arasında zikir etmemek, İbrahim´le beraber söylemek gerekir.

METİN

İbrahim´in tahsis dilmesi bize selâm ettiği yahud bize müslüman adını verdiği içindir. Yahud salavâttan maksad ALLAH onunla Peygamberimizi Halil ittihaz etmesidir. Bu son ihtimale göre teşbihin mânâsı açıktır. Yahud teşbih âli Muhammed´e racidir. Veya müşebbehünbih bazan daha aşağı olabilir. Meselâ: «AIIah´ın nurunun misali bir kandil gibidir.» Âyeti kerimesinde böyledir. Ömürde bir defa salavat getirmek bil´ittifak farzdır. Delili hicretin ikinci yılının Şaban ayında emir buyurulmasıdır. Bir kimse salavât getirirken bülûğa erse bu salavât farz olan salavatın yerini tutar. Bunu Nehir sahibi inceleme neticesi söylemiştir. Müçtebâ´ da: «Peygamber (s.a.v.)´e kendisine salavat getirmek vacip değildir.» denilmiştir.

İZAH


«İbrahim´in tahsis edilmesi. ilh» cümlesi mukadder bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Diğer peygamberleri bırakıp da teşbih için neden İbrahim aleyhisselam tahsis edilmiştir?

Şârih bu suale üç cevap vermiştir.

Birincisi: Çünkü mi´rac gecesi bize hazreti İbrahim selâm etmiş: «Ümmetine benden selâm eyle» demiştir.

İkincisi: Bize müslüman adını veren odur. Nitekim Teâlâ hazretleri: «Önceden size müslüman adını veren odur.» buyurmuştur. Yani hazreti İbrahim: «Yarab bizi sana inanan iki müslüman yap zürriyetimizden de sana inanan müslüman bir ümmet halk eyle.» demiştir. Arablar onun ve oğlu İsmail aleyhisselâmın zürriyetindendir. Bizde bu iki fiilinden dolayı onun faziletini göstermek istemişizdir.

Üçüncüsü: Maksat bizim salavatımızla Allah teâlânın peygamberimizi Halil (en yakın dost) ittihaz etmesidir. Nitekim İbrahim aleyhisselâmı Halil ittihaz etmişti. Gerçekten Allah Teâlâ kullarının duasını kabul buyurmuş onu da Halil ittihaz eylemiştir. Buhari ve Müslim´in rivayet ettikleri bir hadiste: «Lâkin sizin arkadaşınız yani ben rahmânın halilidir.» buyurulmuştur.

Daha başka cevablarda verilmiştir. Onlardan biride şudur: Hazreti İbrahim´in tahsis edilmesi baba olduğu içindir. Fazîletli şeylerde babalara benzetmek makbul bir şeydir. Birde hazreti İbrahim´in sair peygamberler arasında şânı pek büyük ve muhtar kavle. göre diğer Peygamberlerin efdali olduğu millet alametlerinde ona uyduğumuz ve zikri cemili devam ettiği içindir. Ona uyduğumuza Teâlâ hazretlerinin: «Babanız İbrahim´in dinine» âyeti kerimesiyle, zikri cemîlinede: «gelecekler arasında benim için zikr cemil halk ey!e.» âyetleriyle işaret buyurulmuştur. Ona uymak için emirde vardır. Teâlâ hazretleri: «İbrahim´in dosdoğru dinine tâbi olmalısın» buyurmuştur.

Bu son ihtimale yani üçüncü veche göre teşbihin manası açıktır. Bu söz dahi ulemanın ötedenberi süregeldikleri meşhur bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Teşbihde kaide ekseriyetle müşebbehünbihin benzerlik hususunda müşebbihden yüksek olmasıdır. (yani benzerlik vasfı benzetilen şeyde benzeyenden daha çok bulunacaktır. Meselâ kan gibi karpuz dersek karpuzu kırmızılık vasfında kana benzetiriz. Ve kırmızılık benzetilen şeyde yani kanda daha fazladır. Halbuki salavâttan ve bereketten Peygamberimiz (s.a.v.) ile hanedânına hasıl olan miktar hazreti İbrahim´le hânedanına hasıl olan miktardan daha fazladır. Buna delil Neseinî´n rivayet ettiği şu hadistir: «Bana kim bir salavat getirirse o kimseye Allah on salâvat getirir, ve kendisinden on günah siler. Onun on derecesini yükseltir.» Hazreti İbrahim veya başka bir peygamber hakkında böyle bir haber varid değildir.

Cevap: Murad hususi salavattır ki onunla Peygamberimiz (s.a.v.) Halil olacaktır. Nitekim İbrahim Aleyhisselâm Hali! ittihaz edilmiştir Yahud teşbih âl-i Muhammed´e (yani hanedanı rasülûllah) râcidir. Yahud bu teşbih kaidedeki ekseriyet kaydına uyulmadan yapılan teşbihlerdendir. Zira bazen müşebbehünbih müşebbehe müsavî hatta ondan daha aşağı olabilir. Lâkin hissen müşâhede edildiği için yahud benzerlik hususunda meşhur olması sebebiyle daha açık olur. Birinciye misal «AIIah´ın nurunun misali bir kandil gibidir.» âyeti kerimesidir. Kandilin nuru nerede Allah´ın nuru nerededir?

İkincisi: Burada olduğu gibidir. Zira İbrahim ve hânedânına salavat getirmek suretiyle ta´zimde bulunmak bütün dinlerin salikleri arasında açıktır. Bundan dolayı teşbih güze! olmuştur. Bu isteğin «Alemlerde» sözü ile bitirilmesi de bunu te´yid eder. Devâmın tamamı Hılye´de dir. Başka cevaplarda verilmiştir. Bunların en güzeli şudur: Burada teşbih miktarda değil salavatın aslındadır. Teşbihin fâidesi dileği te´kittir. Yani İbrâhim´e salâvat eylediğin gibi ondan efdal olan Muhammed´e de salavât eyle demektir.

Salavâtın ömürde bir defa farz olduğuna delil hicretin ikinci yılı şaban ayında inen âyeti kerimedir ki bu âyette «Ey iman edenler o peygambere salat ve selâm edin! buyurulmaktadır.» Bazıları bu âyetin isrâ gecesi indirildiğini söylerler. T.

Salavât delâlet ve sübûtu kat´î ayetle sabit olduğu için onunla amel hem ilmen hem amelen farzdır. Vitir gibi sâde amelen farz değildir. Gerçi ibn-i Cerir-i Taberî âyetteki emrin müstehap mânâsı ifâde ettiğini söylemiş hatta Kâdı İyâz bu babta icmaa bulunduğunu iddia eylemiş isede bu iddia icmaa muhaliftir. Nitekim muhalif olduğunu Fâsi delâil-ül-Hayrât şerhinde söylemiştir.

Salavât getirirken bülûğa ermekten murad: Yaşça baliğ olmaktır. Aksi salavatı hükümsüzdür. Halbuki Nehr´in ibâresi şöyledir; «Bülûğun evvelinde salavat getirmiş olsa bu salavat teşehhüdünde farz yerini tutar. Ve farz olur.» Buna tenbih eden kimse görmedim nazîri elleri yıkamakla başlamak meselesinde geçmişti. Yani ellerini yıkamak abdest veya cünüblük meselesinde sıinnet olan yıkamanın yerine geçerdi.

Ben derim ki: Mecmâ şerhi Menbâda ben bunun saraheten zikir edildiğini görmedim. Orada şöyle deniliyor: «Ulemamız salavatın ömür de bir defa farz olduğunu söylemişlerdir. Bu namaz içinde de namaz dışında da edâ edilebilir.» Dürer-ül-Bıhar şerhi ile Zahire´de dahi böyle denilmiştir.

Halebî diyor ki: «Şimdi ilk oturuşta salavat getirir yahud namaz fiilleri esnâsında salâvat getirirde oturduğu zaman salâvat getirmezse meselesi kalır. Öyle anlaşılıyor ki günahkârda olsa farzı edâ etmiş sayılır. Nasıl ki gasp edilen yerde namaz kılmanın hükmü de budur.» Lâkin Rahmetî´nin Allâme Nihripî´den naklen beyânına göre mükellef olan bir kimse farz borcundan ancak farz niyetiyle kurtulur. Binaenaleyh farzı edâ ile salâvat getirmesi mutlaka lazımdır. Çünkü bu farzdır. Nasıl ki ulema: «Farza niyetlenmenin şartlarından biri o farz için niyeti tayin etmektir. Hatta fecir doğduktan sonra iki rekat namaz kılsa farza diye niyet etmedikçe onunla sabah namazının farzı sâkıt olmaz.» demişlerdir.

Ben derim ki: Bu söz götürür. Zira gördün ki salavat ömürde bir kere farzdır. Nitekim farz olan hiçde böyle değildir. Böyle olan şeyde fiili kastetmek şarttır. Binaenaleyh farza niyet etmesi bile sahih olur. Çünkü bizzat tayin etmiştir. Nasıl ki farz olan hiç farziyetini tayin etmese bile sahih olur. Ulemanın beyan ettiklerine göre müslüman olması dahi niyetsiz sahihtir. Yani ömürlük bir farz olduğu için sahihtir. Binaenaleyh sabah namazına kıyası farklı kıyastır.

Peygamber (s.a.v.) in kendisine salavat getirmesi vacip değildir. Çünkü âyetteki «salavat getirin» emrinden murad o olmadığı gibi bu emirdeki zamirin dahilinde o mevcut değildir. Nasıl ki «ona salavat getirin» emrinden anlaşılanda budur. Nehir sahibi diyor ki Peygamber (s.a.v.) in kendisine salavat getirmesi: Ey iman edenler hitabı ona şâmil olmadığı için vacip değildir. «Ey insanlar» yahud «Ey kullarım» gibi hitaplar bunun hilâfınadır. Nitekim usul fıkıhtan malumdur.»

Allah´u âlem bundaki hikmet salavâtın dua olmasıdır. Her şahıs tabiatı icabı kendisine dua eder. Hayır ister. Bunda hiç bir güçlük yoktur. Halbuki farz olarak ancak nefse güç gelen onun tabiatına aykırı düşen hitablardadır. Tâ ki ibtila ve imtihan tahakkuk etsin. Nitekim usul fıkıhta beyan edilmiştir. Teâlâ hazretlerinin: «Bana dua edin ki duanızı kabul edeyim.» Ve benzeri âyetlerden murad duanın farz olduğunu bildirmek değildir. Onun içindir ki hadis kudsîde: «Bir kimseyi benim zikrimle meşgul olmak benden bir şey istemekten alıkoyarsa o kimseye ben isteyenlere verdiğimden daha fazlasını veririm.» buyurulmuştur.

neslinur
Fri 26 March 2010, 04:35 pm GMT +0200
METİN

Tahavî ile Kerhî Peygamber (s.a.v.) her anıldıkça anan ve dinleyen kimseye salavat getirmenin vacip olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. Tahavî´ye göre muhtar kavil her anıldıkça salavatın tekrar tekrar vacip olmasıdır; esah kavle göre velev ki bir mecliste olsun. Ama emir tekrar iktiza ettiği için değil. vücûbu tekrar eden sebebe yani zikre tealluk ettiği içindir. Binaenaleyh Peygamber (s.a.v.)i zikir ettikçe salavatta tekrar eder. Terk edilirse borç olarak kalır ve kaza edilir. Çünkü teşmit gibi o da kul hakkıdır. Allah teâlâ´yı zikir böyle değildir.

İZAH

Şârih´in Tahavî´ye göre diye kayıtlaması mezhebe göre vacip değil müstehap olduğundandır. Hanefî´lerden bir cemâat ile Huleymi ve Şâfiî´lerden bir cemâat Tahavî´ye tabi olmuşlardır. Malikî´lerden Lahmî ile Hanbelî´lerden ibn-i Betta´nın da ona tabi olduğu rivayet edilmiştir. Malikî´lerden ibn-üI-Arabî bu kavlin daha ihtiyat olduğunu söylemiştir. İleride bunun mutemed olduğu gelecektir. Karamanî ebu-l-Leys mukaddimesi şerhinde şunu kaydetmiştir: «Tahavîye göre tekrarın vâcip olması vacibi ayın değil vacib-i kifâyedir. O: bazıları salavat getirdi mi diğerlerinden borç sâkıt olur. Çünkü maksat hasıl olmuştur. Maksat ismi şerifi zikir edildiği vakit ona ta´zimde bulunmak ve şerefini meydana çıkarmaktır.» demiştir. Tamamı Halebî´dedir.

«Esah kavle göre velev ki bir meclisde olsun.» Bu kavli Zâhidî Müçtebâ nâm eserinde sahih bulmuştur. Lâkin Kâfî´de her meclisde secde-i tilâvet gibi bir defa salavatın vacip olacağı bildirilmiş tilâvet babında şöyle denilmiştir: «O kimse peygamber (s.a.v.)m tekrar tekrar işiten gibidir. Sahihkavle göre işiten kimseye yalnız bir salavat lazım gelir. Çünkü peygamber (s.a.v.) in isminin tekrarlanması sünnetini bellemek içindir. Şeriatın kıvamı sünnet iledir. İsmi her zikir edildikçe salavat vacip olsa bu güçlük doğurur. Bununla beraber salavatın tekrarı yine de menduptur. Secde böyle değildir. Taşmit salavât gibidir. Bazıları üçe kadar her aksırdıkça teşmit vâcip olduğunu söylemişlerdir. Hasılı bir meclisde vücûp tedâhul eder (iç içe girer) ve secde de olduğu gibi güçlükten dolayı bir defa ile iktifa edilir. Şu kadar var ki bir meclisde salavatın tekrarlanması menduptur. Secde öyle değildir.

Kâfî sahibinin söylediğini Mecma sahibi de şerhinde Fahr-ul-İslâm´ ın Câmii Kebîr şerhinden naklen zikir etmiş ve bunu kat´î kabul etmiştir. Fakat sahih sözünü anmamıştır. Bilirsin ki Zâhidînin sahihtir demesi Kâfi sahibi Nesefî´nin sahihdir demesine karşı gelemez. Halbuki Zâhidî kendi sözüne muhalefette bulunmuştur. Çünkü Kınye´nin kerâhiyet bahsinde: «Secde-i tilâvet gibi bir meclisde bir salavat yeterdi diyenlerde vardır. Bununla fetva verilir.» demiştir. Şarih Hazâin nâm eserinde:

«Anlaşılan Kâfi´de ki söz Kerhî´nin kavline mebnidir.» demiştir. Bu söz anlaşılmamaktadır. Çünkü bundan tekrarın vücûbuna kâil olan Kerhî imiş ancak meclis bir olursa bir defa salavat vacip olurmuş mânâsı anlaşılır. Ve Kerhî ile Tahavî arasında hilaf yalnız meclis birleşik olduğu zamana mahsus kalır. Halbuki nakledilen rivayet bunun aksinedir.

İbn-i Melek mecmâ şerhinde tedahulün Allah hakkında hasıl olduğunu, salavatın ise Peygamber (s.a.v.) in hakkı olduğunu söyleyerek itirazda bulunmuştur. Buna şöyle cevap verilebilir: Vücûbun Allah teâlâ hakkı olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü salavat getiren kimse emre imtisali niyet eder. Şu da var ki içlerinde ebu-l-Abbâs el-Müberred ile ebu Bekir İbnü´l-Arabî de bulunan bir cemaata göre muhtar olan kavil salavâtın faidesinin Peygamber (s.a.v.)e değil sâdece salavât getirene aid olmasıdır. Kezâ Sünusî dahi Vüstâ şerhinde: «Salavattan maksat Allah Teâlâya yaklaşmaktır. Sair dualar gibi dua edilen şahsa menfaat temini değildir demiştir. Küşeyri ile Kurtubî ise menfaatin her ikisinede (yani dua edene de edene de) aid olduğunu söylemişlerdir. Her iki kavle göre dahi salavat bir ibâdettir. Onunla Allah-ü Teâlâ´ya yaklaşılır.

İbâdet kul hakkı olamaz. Kul hakkı olduğu tesbit edilse bile güçlükten dolayı vücûp sâkıt olur. Çünkü güçlük nassı Kur´an´la sâkıttır. Mendubun kalmasında ise güçlük yoktur. Muhakkıklardan Kemal-ibn-i Hümâm´da Zâdü´l-Fakîr nâm eserinde bu kavli cezmen kabul etmiş: «Delilin muktezâsı salavatın ömürde bir defa farz olması ve Peygamber (s. a.v.) her anıldıkça vacip olmasıdır. Meğer ki meclis birleşik ola. Bu takdirde tekrar vacip değil müstehap olur. Kaviller müttefik olsun muhtelif olsun sen bundan ayrılma!» demiştir. Şimdi anlamışsındır ki itimad edilecek söz Kâfî´nin sözüdür. Kınye´nin «bununla fetvâ verilir.» dediğini işittin. Fetva sözünün sahihlenmiştir sözünden daha kuvvetli olduğunu da bilirsin.

F E R´ İ bir mesele: Peygamber (s.a.v.)e salavât yerine selâm sözü kâfidir. Bunu Hindiye sâhibi garâibden nakletmiştir. «Ama emir tekrarı iktiza ettiği için ilh» «sözü yukarda geçen tekrar tekrarıvacip olmasıdır.» Cümlesine bağlıdır. Ve mukadder bir sualin cevabıdır. Sual şudur: «Allah Teâlânın ona salavat getirin emri bize göre tekrar iktiza etmez. Tekrara tahammül de yoktur?» Cevap: Tekrar âyetle vacip olmuş değildir Âyetle vacip olsaydı farz olur ve adı gecen kâideye muhalif düşerdi. Fakat tekrar aşağıda gelen tehdid hadisleriyle vacip olmuştur ki bu hadisler Rasûlüllah (s.a.v.)´i anmanın vücûbe sebep olduğunu gösterirler.. Sebebi tekrar edince vücubda tekerrür eder. «Çünkü teşmit gibi o da kul hakkıdır.» Cümlesi teşmiyetin de salavat gibi olduğunu iktiza eder. Şarih bu cümleyi başka yerden naklen yazmıştır. Yukarda Kâfî´den naklederek bizde onun salavat gibi bir meclisde bir defa vacip olduğunu bazılarının aksırana üç defaya kadar teşmiyet yapılacağını (yani yerhamükellah) denileceğini söylediklerini arzettik Nehir ve Bahır´da da böyle denilmiştir. Telhis-ül-Câmi şerhinde şöyle deniliyor: «Esah kavle göre bir kimse üçden fazla aksırırsa ona teşmit yapılmaz. Sonra teşmiye ancak aksıran kimse hamd ederse vacip olur. Bu hususta sözün tamamı inşallah haram mubah babında gelecektir.

«Allah-ü Teâlâ´yı zikir böyle değildir.» Yani o terk edilirse kazası lazım gelmez. Çünkü Allah´ın hakkıdır. Nitekim Şârih´in mukabilini ta´lilinden anlaşılanda budur. Burada şöyle bir itiraz vârid olabilir: Allah Teâlâ´nın hakkı olmasından kaza edilmemek lazım gelmez. Oruç ve emsali buna delildir. «Oruç´da Allah´ın hakkıdır. Fakat kaza edilir.» Zâhidî diyor ki: «Nazımda bildirildiğine göre Allah Teâlâ´nın ismi bir veya bir kaç meclisde tekrarlanırsa her meclis için ayrıca senâ vacip olur. Ama terk ederse boynunda borç olarak kalmaz. Peygamber (s.a.v.) üzerine salavât getirmekte böyledir. Lâkin onu terk ederse boynunda borç olarak kalır. Çünkü kul Allah´ın senâyı icap eden ni´metlerinden hiç bir an hâli kalmaz.

Binaenaleyh son rekatlarda Fatiha´yı kaza için vakit olmadığı gibi burada da senâyı kazaya vakit yoktur. Peygamber (s.a.v.)e salavât getirmek böyle değildir. Münye şerhi bu sözün hulasası şudur: Allah Teâlâ´ya senâ etmek her vakit vacip olduğundan ikinci defa senâda bulunmak evvela bıraktığının kazası olamaz. Çünkü bir şey yerinde iken başkası onun yerine geçemez. Bahır sahibi buna itiraz etmiş: «Bütün vakitler edânın vaktide olsa o kimseden edâ istenmemektedir. Zira bırakmasına ruhsat verilmiştir.» demiştir. Yani kendisinden edâ istenmeyince ikinci defa yaptığı kaza olur, demek istemiştir. Ama ona da şöyle itiraz olunur: «Terk etmek bir ruhsat olunca terk etmemek azimet olur. O kimse azimeti yaparsa borcunu ödemiş olur. Bu edâdır. Çünkü ona vâcip olan edâdır. Nitekim yolcuda böyledir kendisine oruç tutmamak için ruhsat verilmiştir. Ama oruç tuttuğu zaman azimeti yapmış olur. Velev ki farzı niyet etmesin. Bunun bir misli de dört rekatlı farzların son iki rekatında Fatiha´yı okumaktır. Fatiha´yı son iki rekata bırakmağa ruhsat vardır. Ama onu okuduğu zaman geçmişi kaza olmaz.

METİN

Mezhep tekrarın müstehap olmasıdır. Fetvâ buna göredir. Mezhebin mütemed kavli Tahavî´nin kavlidir. Bûkânî dahi Halebî ve diğerlerinin sahih bulmasına bakarak böyle demiştir. Bahır sahibi bu kavli ragım, ib´ad, Şekâ, buhl ve cefâ gibi tehdid hadisleriyle tercih etmiş sonra şunları söylemiştir: «Binaenaleyh salât ömürde bir defa farz, her zikir edildikçe sahih kavle göre vacip, tüccarın malını açarken yaptığı gibi olursa haram, namazda sünnet, mümkün olan her vakitte müstehap, namazın son teşehhüdünden maadâ her yerinde mekruhtur.

İZAH

Onun içindir ki Nehir sâhibi Tahavî´nin sözünden «ilk teşehhüddeki ve salavatın zımnındaki» sözlerini istisnâ etmiştir. Tâ ki teselsül lazım gelmesin. Hatta Dürer-üI-Bıhar sahibi Tahavî´nin sözünü zikir etmeyene tahsis etmiştir. Delili: «Her kimin yanında ben anılırsam ilh...» hadisidir. Mezhep tekrarın müstehap olmasıdır. Fetvâ buna göredir. Şurunbulaliye´de bu kavil Mecmâ şerhine nisbet edilmiştir. Hazâın´de şârih Serahsî´nin bu kavli tercih ettiğini çünkü fetva buna göre verildiğini söylemiştir.

İbni Saâtî ise bil´umum ulemanın kavli bu olduğunu bildirmiştir. Mezhebimizce mutemed olan kavil ise Tahavî´nin kavlidir. Şârih Hazâin´ de Tühfe sahibinin ve başkalarının sahih bulduklarını söylemiştir. Hâvi´ de ise ekserisinin kavli bu olduğu bildirilmiştir. Münye şerhinde «esah ve muhtar olan kavil budur.» denilmiş Aynî dahi Mecmâ şerhinde «benim mezhebim de budur» demiştir.

Tehdid hadislerine gelince: Bir çok hadis uleması bunları mevsûk rivayetlerle tahriç etmişlerdir. Onun için Hâkim müstedrek nâm eserinde isnâdı sahihdir, diyerek Kaab bin Ucra radıyellahu anhümadan şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Rasulullah (s.a.v.): Minberi getirin buyurdular. Hemen getirdik birinci basamağına çıkınca âmin dedi. Sonra ikinciye çıktı ve âmin dedi, sonra üçüncüye çıktı yine âmin dedi indiği vakit biz: Yârasulellah senden öyle bir şey işittik ki evvelce bunu işitmiyorduk dedik! Bunun üzerine şöyle buyurdular: «Gerçekten Cibrîl karşıma geldi de ramazana yetişip de afv edilmeyen kimse ırak olsun, dedi. Ben de âmin dedim. İkinci basamağa çıkınca yanında sen anılıp da sana salavât getirmeyen ırak olsun, dedi. Ben de âmin dedim. Üçüncü basamağa çıktığımda annesi babası yanında ihtiyar olup ta kendisini cennete koymadıkları kimse ırak olsun dedi. Âmin dedim.» Bir rivayette «Sana salavat getirmezse Allah onu ırak itsin.» Başka bir rivayette - ki Hâkim bu rivayeti sahihlemiştir - «Burnu yere sürünsün» buyurulmuştur. Senedi güzel olan başka bir rivayette: «yanında senin ismin geçipte sana salavat getirmeyen kul şakîdir.» denilmiştir. Bunlar ibn-i Hacer´in ed-Dürr-ül-mandûd nâm eserinden alınmıştır. Buhl hadisini Tirmizî rivayet etmiş ve hasen sahihtir demiştir. Münye şerhinde zikir edildiğine göre hadisin metni şudur: «Bahil, yanında benim ismim anılıpta bana salavat getirmeyen kimsedir.» Cefa hadisinide Suyûtî Camî-is-sağirde rivayet etmiştir. Lafzı şudur: «Ben bir adamın yanında anılıp da bana salavat getirmezse bu cefadan ma´duttur.»

Tâcir´in malını açarken yaptığı gibi olursa haram.» ifâdesinden murad kerahet-i tahrime olduğu anlaşılıyor. Çünkü Fetevâ-i Hindiye´nin kerâhiyet bahsinde şöyle denilmiştir: «Tâcir bir elbiseyi açarda onun güzelliğini müşteriye bildirmek için Allah´a tesbih eder yahud salavât getirirse mekruh olur. Bunu bekçinin yapması dahi mekruhtur. Çünkü o da para alır. Bundan dolayıdır ki büyüklerden biri bir meclise geldiği vakit onun geldiğini bildirmek ve kendisine yer verilmesiniveya ayağa kalkılmasını te´min için tesbih etmek yahud salavat getirmek memnudur. Bunu yapan günahkâr olur.

Salavat getirmek namazın son oturuşunda mutlak surette, sünnet olduğu gibi sünneti gayri müekkedelerin ilk oturuşunda dahi sünnettir. Cenâze namazında da öyledir. Mâni bulunmamak şartiyle her zaman salâvat getirmek müstehaptır. Ulema müstehap olduğu bazı yerleri söylemişlerdir. Bunlar Cuma günü ile Cuma gecesi, Cumartesi Pazar ve Perşembe günleridir. Bu üç gün hakkında hadis vardır. Sabah akşam, mescide girerken çıkarken, peygamberimizin kabrini ziyaret ederken, Safa ile Merve´de, Cuma hutbesiyle sair hutbelerde, müezzine icabet ettikten hemen sonra, ikamet edilirken, duanın başında, ortasında ve sonunda, kunut duasından sonra, telbiyeyi bitirdikten sonra, bir yere toplanırken ve dağılırken, abdest alırken, kulak çınlarken, bir şey unutulduğu vakit, vaaz ve ilim neşir ederken, hadis okumağa başlarken ve bitirirken, sual ve fetva yazarken salavat getirmek müstehap olduğu gibi her musannıfın her hoca ve talebenin, hatibin, kız isteyenin. evlenenin, evlendirenin salavât getirmesi dahi müstehaptır. Vesâil nâm eserde: «Mühim işlerin başında, zikir zamanında, Peygamberimizin ismim işittiği zaman yahud ismi yazıldığı zaman salâvat getirmek müstehaptır.» denilmiştir. Bunların bir çoğu mezhebimizin kitablarında yazılmıştır.

Namazda son teşehhüdden başka hiç bir yerde salavat yoktur. Buna vitiri de katarak vitirin kunutundan maada demek gerekir. Çünkü kunutun sonunda salavat meşrûdur. Nitekim Bahır´da beyân edilmiştir. Halebî´nin ifâdesine göre bunu da istisnâ etmek evlâ olur. Kezâ cenâze namazından başka namazlarda diye kayıtlamalıdır. Çünkü cenâze namazında salavât getirmek sünnettir.

T E N B İ H: Yedi yerde Peygamber (s.a.v.)e salavat getirmek mekruh olur. Bunlar: Cimâ, insanın haceti, satılan malın meşhur olması, hata, şaşmak, hayvan kesmek ve aksırmaktır. Son üçünde hilaf vardır. Şır´a sahibi bize göre üç yerde mekruh olduğunu söylemiş ve: Aksırırken, hayvan keserken ve bir şeye şaşdığı zaman salâvat getirilmez.» demiştir. Onun içindir ki: «Nehir sahibi istisnâ etmiştir ilh...»

Ben derim ki: Kur´an okurken veya hutbede peygamber (s.a.v.)in ismini işitmek dahi istisnâ edilir. Çünkü bunlarda susarak dinlemek vaciptir. Fetevâ-i Hindiye´nin kerahiyet bahsinde şöyle denilmektedir: «Bir kimse Kur´an okurken peygamber (s.a.v.)´in ismini işitse salavat getirmesi vâcip olmaz. Ama okumayı bitirdikten sonra salavat getirirse iyidir. Kezâ yenâbi´de: «Kur´an okurken peygamber (s.a.v.)in ismine rastlarsa onu oradaki te´lif ve nazmı üzere okuması o anda salavât getirmekten efdaldir. Okumayı bitirdikten sonra salavat getirmesi bu daha efdal olur. Getirmezse bir şey lazım gelmez. Mültekat´ta da böyledir.» denilmiştir.

Sünneti gayri müekkedelerden gayri namazların ilk teşehhüdünde Rasûlüllah (s.a.v.) ismi zikir edilse de salavat getirmenin vacip olması şöyle dursun keraheti tahrimiye ile mekruh olur. Salavat getirirken peygamberimiz (s.a.v.)in ismi geçdiği zaman salavat vacip olur, dersek getirileceksalavatta da ismi geçeceği için ondan dolayı da salavat vacip olmak icap eder. Böylece teselsül lazım gelir. Zira her salavatta onun ismi vardır. Teselsül ise bâtıldır.» der.

«Dürer-ül-bıhar sahibi Tahavî´nin vaciptir sözünü zikir etmeyene tahsis etmiştir.» Bundan muradı bazılarının Tahavîye yaptıkları itirazı def etmektir. Bunlar Tahavî´nin sözünden de teselsül lazım geleceğini iddia etmişlerdir. Çünkü peygamber (s.a.v.)´e getirilen salavat onun isminden hali değildir. Cevabın hulâsası şudur: Salavâtın vacip olması sâdece İşitene mahsustur. Çünkü yukarda zikri geçen tehdit hadisleri bunu ifâde eder. Meselâ: «Cimri, Ben yanında anılıpta bana salavat getirmeyen kimsedir.» hadisi, zikiri okuyana şâmil değildir. Lâkin bu söz hem peygamberimizin adını baştan söyleyene hem de salâvat zımmında söyleyene şâmildir. Bunun böyle olduğu Dürer-ül-bıhâr şerhi Gurer-ül-efkâr´da beyân edilmiştir. Bu ayrı bir sözdür. Şârih´in evvelâ bahsettiğinden başkadır. O ismini söyleyene ve işitene vaciptir demişti. İbn-i Sââtî´de Mecmâ şerhinde böyle demektedir. İbn Melek´in Mecmâ şerhinde tercih ettiği musannıfında Zâd-ül-fakîr şerhinde ona tâbi olduğu kavlede yani salavât zımmında değil baştan zikir edene tahsis etmeğe de aykırıdır. Bana öyle geliyor ki bu daha münâsibtir. Ve teselsülu def etmek için Rasûlüllah (s.a.v.)in ismini zikir edeni umumileştirmeğe hacet yoktur. Sonra bütün bunlar vücûbun bir meclisde tekerrür etmesine mebnidir. Yukarda arzettik ki tedâhul ve bir defa salavatla yetinmek tercih edilmiştir. Buna göre teselsül meselesini ortaya atmak aslında memnudur.

METİN

Sesi yükselterek âzayı titretmek cehalettir. Salavat ancak bir duadır. Dua ise âşikâr ile gizli arası yapılır. Bâcî kenzül-ufât adlı eserinde bu söze itimad etmiş ve salavatın kelime-i tevhid gibi bazan red edildiğini yazmıştır. Halbuki kelime-i tevhid salavâttan efdaldir. Bâcî´nin delili isfehânî ve başkalarının Enes´den rivayet ettikleri hadistir. Enes şöyle demiştir: «Rasûlüllah (s.a.v.): «Her kim bana bir salavat getirirde kabul olunursa AIIah o kimsenin seksen yıllık günahını afv eder.» buyurdular. Görülüyor ki Rasûlüllah (s.a.v.) umulan sevâbı kabul şartiyle kayıtlamıştır. (bundan bazan kabul olunmayacağı anlaşılır.)

İZAH

Hindiye sahibi diyor ki: Kur´an ve nasihat dinlerken bağırmak mekruhtur. Vecid muhabbet iddia edenlerin yaptıkları asılsızdır. Sofîler bağırmayı ve elbise yırtmayı men ederler. Sirâciye´de de böyle denilmiştir.

Salavât´ın red e.dilmesi kabul olunmaması demektir. Kabul: Bir şeyden beklenen maksadın o şeye terettüp etmesidir. Sevabın taat üzerine terettübü bu kabildendir. Taatın bütün şart ve rükünlerini yerine getirmekten onun kabulu lazım gelmez. Nitekim bunu Valvalciye sahibi açıklamış ve şöyle demiştir: Çünkü kabul güç bir şarttır. Teâlâ hazretleri: «Allah ancak takvâ sahiplerinin tâatını kabul eder» buyurmuştur. Yani tâat ihlas ve samimiyete bağlıdır. Ondan sonra Teâlâ hazretleri lütuf ve kereminden dilediklerine sevap ihsan eder.

Allah´a kimse bir şey vacip kılamaz. Zira kul ancak kendisi için amel eder. Allah Teâlâ bütünalemlerden müstağnîdir. Evet Teâlâ hazretleri taat ve elem gibi şeyler üzerine sevabı vaad edince onun vaadi mutlaka yerini bulacaktır. Hatta ayağına batan dikenin acısı bile sevabsız kalmayacaktır. Teâlâ hazretleri: Ben sizden hiç bir amel sahibinin amelini zâyi etmem» buyurmuştur. Binaenaleyh bazı amellerin kabul edilmemesi ancak kabul şartları bulunmadığındandır. Meselâ; namaz da huşû bulunmaz, orucda azayı günahdan muhafaza bulunmaz zekat ve hacda helâl mal yahud mutlak surette ihlâs ve samimiyet bulunmaz. Buna benzer ârızalardan dolayı da kabul edilmez. Şu halde peygamber (s.a.v.)´e getirilen salavâtın red edilmesi bir ârızadan dolayı kula sevap verilmemesidir. Meselâ: Yukarda geçtiği gibi salavâtı haram bir şey üzerine yahud gafil kalble, yahud gösteriş için yapılmış olabilir. Nitekim salavattan efdal olan kelime-i tevhîd´di şikak veya riyâ için söylese kabul olunmaz. Ama bu ârızalardan sâlim ise teâlânın sadık vaadi yerini bulmak için mutlaka kabul edileceği anlaşılır. Nasıl ki diğer taatlarda da öyledir. Bunların hepsi Allah´ın fazl ve keremiyle olur. Lâkın bir çok âlimlerin sözleri mutlak surette kabul edileceğini gerektirir şekildedir. Meselâ Mecmâ şerhinde duadan önce peygamber (s.a.v.)´e salavât getirmek yapılacak duanın kabulüne sebep olur. Çünkü kerîm olan Allah duanın bazısını kabul bazısını red eder, denilmiştir.

İbn-i Melek şerhiyle diğer kitablarda da bunun gibi sözler vardır. Delâil şerhinde Fâsî´nin beyanına göre ebu İshak Şâtıbî elfiye şerhinde şöyle demiştir: «RasûlüIIah (s.a.v.)´e getirilen salavât kat´î surette makbuldür. Onunla birlikte dilekte bulunursa Allah´ın fazl ve keremiyle salavât şefâat eder. Ve dilek kabul olunur. Bu mânâ selef-i salihinin bazılarından nakledilmiştir. Ama Şâtibî´nin bu sözünü şeyh Sünûsî ve başkaları müşkil saymış onun bir mesnedini bulamamışlardır. Ama: «Bu´ kat´î değilse de galebe-i zan ve kuvvetli ümîd hasıl edeceği şübhesizdir.» demişlerdir.

Delâil-il-Hayrât´ın birinci faslında bildirildiğine göre ebu Süleyman Dârânî: «Her kim Allah´dan bir hâcet isteyecekse Peygamber (s.a.v.)´e çok salavât getirsin sonra Allah´dan hacetini dilesin ve maruzâtını yine salavâtla bitirsin. Zira ALLAH her iki salavâtı kabul eder. Aralarındaki duayı bırakmayı keremine yakıştıramaz.» demiştir. Fâsî Delail-il-Hayrâtı şerh ederken şöyle demektedir: «Bazılarınca ebu Süleyman´ın sözü şöyle tamamlanır: Amellerinin hepsinde kabul edileni edilmeyeni vardır. Bundan yalnız salavât müstesnâdır. Çünkü o makbuldür, red edilemez. T.

Bâcî ibn-i Abbas´dan şunu rivayet etmiştir: «Allah Teâlâ´ya dua ettiğin vakit duânâ peygamber (s.a.v.)´e salavatı kat çünkü ona getirilen salavât makbuldür. Allah Teâlâ duanın bazısını kabul edip bazısını etmemeyi keremine yakıştıramaz.» Bundan sonra Bâcî bu sözün emsâlini ebu Talib-i Mekkî´den ve Huccet-ül-İslâm Gazâlî´den nakletmiştir. Ama Irâkî: «Ben bu sözü merfû olarak bulamadım ve ancak ebu-d-Derdâ´ya mevkuftur. Bundan fazlasını isteyen delâil şerhine müracaat etsin» demiştir. Bundan anlaşılıyor ki salavatın kat´î olarak kabulundan murad a§la red edilmemesidir. Halbuki bazan kelime-i şehadet red edilir. Onun içindir ki Sunûsî ve başkaları bu sözü müşkil saymışlardır.

Selefin sözünü şuna hamletmek gerekir salavât bir duadır. Duanın makbul olanı olmayanı vardır. AIIah teâlâ bazan dua eden kimseye aynen duasını kabul etmekle bazan da hikmeti iktizası başkabir şeyle icabette bulunur. Hal böyle olunca salavât duanın umumundan çıkmıştır. Çünkü Teâlâ hazretleri: «Gerçekten AIIah ve melekleri peygambere salat eylerler.» buyurmuştur. Âyeti kerimedeki fiil muzaridir. Muzari teceddüdü istimrârı ifâde eder. «Yani bir şeyin devam üzere yenilendiğini bildirir.» Âyette söze isim cümlesi ile başlanılmıştır. Bu te´kid ifâde eder. Ayrıca daha fazla te´kid için te´kid edatı olan «inne» getirilmiştir. Bu gösterir ki Allah Teâlâ rasulüne salat eylemeğe devam buyurmaktadır. Sonra mü´min kullarına da minnette bulunarak onlara da salavatı emir etmiştir. Tâ ki bu suretle daha ziyade fazîlet ve şeref kazansınlar. Yoksa peygamber (s.a.v.) Rabbül Teâla´nın salatı ile onların salavâtından müstağnidir. Böylece mü´minin rabbından dilediği salât duası kat´î surette makbul olur. Yani AIIah Teâlâ kendisinin peygamberine salat eylediğini haber vermesiyle makbul olur.

Sair dua nevileriyle ibadetler böyle değildir. Ama bunda mü´minin salavâtından sevap kazanacağını veya kazanmayacağını iktiza eden bir şey yoktur. Bunun manası şu istek ve duanın geri çevrilmeyip kabul buyurulmasıdır. Sevap ise yukarda arzettiğimiz gibi ârıza bulunmamak şartiyle verilir. Böylelikle anlaşılır ki selefin sözlerinde işkâl yoktur. Ve bu sözün senedi kuvvetlidir. O da Teâlâ hazretlerinin şübhe götürmeyen ihbârıdır. Fettah-ı âlîm Allah´ın feyzinden olan bu muazzam yazıyı ganimet bil! Sonra gördüm ki Rahmetî dahi bunun benzerini söylemiştir.

METİN


Arabça olarak kendine, mü´min olan annesine babasına ve hocasına dua eder. Arabçadan başka bir dille dua etmesi haramdır. Ömrü boyunca âfiyet yahud iki cihanın hayrını dilemek şerlerinin giderilmesini istemek veya âdeten imkânsız olan gökden sofra inmesi gibi şeyleri istemek haramdır. Bazıları şer´an imkânsız olan şeyleri istemenin de haram olduğunu söylemişlerdir.

Ben derim ki: Bu sözü Nehir sahibi mâliki ulemasından olan imam Karafî´den nakletmiştir. Ve Arabçadan başka dille yapılan dua ta´zime aykırıdır şeklinde ta´lilde bulunmuştur. Sonra gördüm ki Maliki´lerden Allâme Lekaaânî Cevheret-üt-Tevhîd adlı manzumesinin üzerine yazdığı büyük şerhinde, Karafî´nin sözünü nakletmiş ve Arabça olmayan dil mânâsı mechuldür diye kayıtlamış bunu onun «Teâlâ hazretlerinin celâline aykırı şeylere şâmil olabilir.» Şeklindeki ta´lilinden almış ve şöyle demiştir: «Biz bununla mânâsı bilinenlerden ihtiraz ettik onların kullanılması namazda olsun başka yerde olsun mutlak surette câizdir. Çünkü teâlâ hazretleri:

«Âdem´e bütün eşyanın isimlerini öğretti.» buyurduğu gibi başka bir âyette de: «Biz hiç bir peygamber göndermedik ki kendi kavminin dili ile konuşmasın. buyurmuştur.» Lâkin bizim mezhebimize göre nakledilen hüküm haram değil mekruh olmasıdır. Dürer-ül-Bıhar şerhi Gurer-ül-Efkar´da bu yerde: «Arabçadan başka bir dille dua etmek mekruhtur. Çünkü Hazreti Ömer (r.a.) Arap olmayanların dırıltısını men etmiştir. Valvalciye´nin Farsça tekbir bahsinde şöyle denildiğini gördüm: «Tekbir Allah teâlâya ibâdettir. Allah Arabçadan başka dilleri sevmez. Onun için Arabça dua etmek kabule daha yakındır. Binaenaleyh Riza ve muhabbet hususunda arap dili mevkiinde bulunan başka dillerden biriyle dua edilemez.»

Bu ta´lilden anlaşılıyor ki Arabçadan başka bir dille dua etmek evlânın hilâfıdır. Ve buradaki kerâhet tenzihiyedir. Bu faslın başında görmüştük ki imam A´zam namazda farsça kıraat câiz değildir. Meğer ki Arabça okumaktan âciz ola. Diyen imameynin kavline dönmüştür.

Farsça namazda başlamaya ve diğer namazlar zikirlerini yapmaya gelince: Bunlar hilâf üzere bakidir. İmam A´zam´a göre bunlarla mutlak surette namaz sahih olur. İmameyne göre olmaz. Nitekim şârih bu meseleyi orada tahkik etmişti. Öyle anlaşılıyor ki imam A´zam´a göre sahih olmak kerâhete aykırı değildir. Ulema bunu namaza girerken başka bir dille alınan tekbir meselesinde açıklamışlardır. Diğer namaz zikirlerini ise yukarda geçenden maada mekruhtur diye açıklayan kimse görmedim. Farsça duanın namazda kerahet-ı tahrimiye ile, namaz dışında kerahet-i tenzihiye ile mekruh olması ihtimalden uzak değildir. Teemmül buyurulsun ve araştırılsın!

«Şârih mü´min olan ilh...» sözü ile ebeveyni ve üstadlarının kâfir olmasından ihtiraz etmiştir. Çünkü onlara mağfiret duasında bulunmak câiz değildir. Nitekim gelecektir. Ama hayatta iseler onlara hidâyet ve tevfik duasında bulunmak câizdir. Şârih´in burada «bütün mü´min ve mü´minâta da dua eder.» Cümlesini ziyâde etmesi gerekirdi. Nasıl ki Münye sâhibi böyle yapmıştır. Çünkü duada sünnet, onu umumî yapmaktır. Teâlâ hazretleri: «Günahın için istiğfar et. Erkek ve kadın mü´minler için dua etmezse o namaz noksandır.» Buyurulmuştur. Nitekim Bahır´da da böyledir.

Müstağfirî´nin rivayet ettiği bir haberde: «Kulun Allah´ım ümmet-i Muhammed´e umumî olarak mağfiret eyle demesinden Allah´a daha makbul bir dua yoktur.» Denilmiş bir rivayette: «Peygamber (s.a.v.) Bir adamın Allah´ım beni afv et dediğini işitti de: «Yazık sana umuma dua etseydin duan kabul edilirdi. Buyurdu.» Başka bir rivayette: «Beni afv et bana acı diyen kimsenin omuzuna dokundu sonra ona şöyle buyurdu: «Duanı umumî yap! Zira dua edilenler arasında hâs ve âmm herkes vardır. Nitekim yerle gök arasında da öyledir.» denilmiştir.

Bahır nâm eserde Hâvî-l-Kudsî´den naklen şöyle demliyor: «Son oturuşun sünnetlerinden biri de din ve dünyâsının iyiliği hususunda kendine. anne ve babasına, hocalarına ve bütün mü´minlere dilediği duayı yapmaktır.» Bahır sahibi sözüne devamla: «Bu gösteriyor ki Allah´ım beni, annemi ve babamı ve üstadımı afv et dese namazı bozulmaz. Halbuki üstad kelimesi Kur´an´da yoktur. Bu, Allah´ım Zeydi afv et demiş olsa namazının bozulmamasını iktiza eder.

«Ömrü boyunca âfiyet istemek ilh» ifâdesi de Malikilerden Karâfi´nin sözüdür. Bunu ondan Nehir sahibi nakletmiştir: Allâma Lekkânî dahi Cevhere şerhinde nakletmiş ve şöyle demiştir: «Haram olan şeylerden ikincisi imkânsız olan şeylerden birini isteyipte kendisi o anda peygamber veya velî olmamaktır. Meselâ: Boğulmaktan emin olmak için solumaya ihtiyacı olmamasını istemek, yahud kuvvet ve hislerinden ilelebed faydalanmak için ömrü boyunca hastalıktan âfiyet dilemek bu kabildendir. Zira ödet bunun imkânsız olduğunu göstermiştir. Cinsi münasebette bulunmadan çocuk veya ağaç bulunmadan yemiş istemek de böyle olduğu gibi: AIIah´ım bana dünya ve ahiretin en hayırlısını ver diye dua etmekde öyledir. Çünkü imkânsızdır. Bu duadan peygamberlerin menzilleri ile meleklerin mertebelerini istisnâ etmek mutlaka lazımdır. O kimseye velev ki ölümacısı ve kabir yalnızlığı kabilinden olsun, mutlaka bazı kötü şeyler ârız olacaktır. Binaenaleyh bunların hepsi haramdır.

Üçüncüsü sem´î delilin kaldırıldığını bildirdiği bir şeyin kaldırılmasını istemektir. Meselâ: Ey rabbimiz unutur veya hata edersek bizi muâheze buyurma ilh.. diye dua etmektir. Halbuki Peygamber (s.a.v.) «Ümmetimden hata, unutma ve zorlanarak yaptırıldıkları şeylerin hükmü kaldırılmıştır.» Buyurmuştur. Bunlar zaten kaldırılmışken kaldırılmalarını istemek hafzi tahsil olur ki edepsizliktir. Meselâ; Bize namazı ve zekâtı farz kıl, diye dua etmekte böyledir. Meğer ki hatadan, kasdî olanları; takat getirilemeyecek şeylerden de belâ ve musibetleri kastetmiş olsun. Bu takdirde câizdir.» Bu ibâre kısaltılarak alınmıştır. Lekkânî diyor ki: «Bunu bazıları Abdülaziz bin Abdü-s-Sedâm´dan yukarda naklettiğimiz şu sözü bile red etmektedir: «Bir şeyden ne ile kurtulunacağı bilinirse onunla dua etmek câizdir.» Onun için şârih: «Bazıları şer´an imkânsız olan şeyleri istemenin de haram olduğunu söylemişlerdir.» demiştir. Çünkü duanın en güzeli Kur´an ve hadiste bildirilmiş olanıdır. Ey Rabbimiz bizi müâheze etme ilh... âyeti kerimesi bu kabildendir. Binaenaleyh ondan nasıl men edilir demek istemiştir. Dua hâsılı tahsilden ibâret olsa idi Peygamber (s.a.v.)e salavât getirmekle onun nâmına vesileyi istemekle, mü´minin bizi doğru yola ilet demesiyle, şeytan ve kâfirlere lanetle vesair aciz ve kulluk gösteren yahud peygamberimize veya dîne muhabbet bildiren ve kâfirlerin yaptıklarından nefret ifâde eden sözlerle dua caiz olmazdı. Bir kimsenin Yarabbi beni adam et gibi faydasız bir sözle. yahud ehil olmadığı bir şeyi istemek gibi Allah´a tahakküm ifade eden bir sözle veya müstahili istemekle duada bulunması böyle değildir. Zira duada haddini aşmak kabilindendir.

Allah Teâlâ: «Rabbinize yalvararak ve gizleyerek dua edin çünkü o mütecâvizleri sevmez.» buyurmuştur. Rivayete göre Abdullah bin Mugeffel (r.a.) oğlunu: Yarabbi ben senden cennete girince sağ tarafta kalan beyaz köşkü isterim diye dua ederken işitmişte: «Oğlum Allah´ dan cenneti iste cehennemden de AIIah´a sığın çünkü ben Rasûlüllah (s.a.v.): Bu ümmetin içinde abdest suyunda ve duada haddini tecavüz eden bir cemaat gelecektir buyururken işittim.» demiştir,

METİN

Hak olan, kâfire mağfiret duasında bulunmanın haram olmasıdır. Bütün mü´minlerin bütün günahlarının bağışlanmasına dua etmek haram değildir. Bahır. Kur´an ve sünnette zikri geçen duaları okur. İnsan sözüne benzeyen duaları okumaz. Bu hususta ulemanın sözleri bilhassa musannıfın söylediği sakıttır.

İZAH

«Şârih´in hak olan ilh...» sözleri imam Karâfî ile ona tâbi olanlara red cevabıdır. Karâfî şöyle demiştir: «Kâfire mağfiret duasında bulunmak küfürdür. Çünkü haber verdiği şeyler hususunda Allah Teâlâ´yı yalancı çıkarmak istemiş olur. Bütün mü´minlerin bütün günahlarının afv edilmesine dua etmekde haramdır. Çünkü bunda da mü´minlerden bir taifesinin günahları sebebiyle mutlakacehennemde azâp göreceklerinin ve ondan ya şefaatla yahud başka bir sebeple çıkacaklarını açıklayan sahih hadisleri yalanlamak vardır. Ama bu küfür değildir. Çünkü haber-ı vahidle kat´iyi yalanlamak arasında fark vardır.

Karâfî´ye birinci kavli hususunda Hılye sahibi inb-i Emir Hâcc muvafakat etmiş. İkinci kavlinde ise kendisine muhalefette bulunmuştur. O bunu tahkik ederek meşhur bir mesele üzerine kurulduğunu bildirmiştir. Mesele şudur: Acaba tehditten dönmek AIIah Teâla hakkında câizmidir değilmidir? Mevâkıf ve Mekâsıttan anlaşıldığına göre Eşariler câiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu bir noksan sayılmaz bil´akis cömertlik ve keremdir.

Taftazâni ile başkalarının açıkladıklarına göre muhakkık ulema bunun câiz olmayacağına kaildirler. Yani sahih kavlin bu olduğunu söylemişlerdir. Çünkü AIIah Teâlâ için müstehildir. Teâlâ hazretleri: «Ben size önceden tehdid göndermiştim. Bende söz değişmez bir olur.» Başka bir âyette «Allah aslâ vaadinden dönmez.» buyurmuştur.Buradaki vaadden murad tehdittir. En münasibi hassaten müslümanlar hakkındaki tehditten dönmenin câiz olduğunu. kâfirler hakkındaki tehditten dönmenin câiz olmadığını tercih etmektir. Câiz değildir diyenlerin delilleriyle câizdir. Diyenlerin delilleleri, bu suretle birleştirilmiş olur.

Câizdir diyenlerin en açık delili: «Şübhesiz Allah kendisine şirk koşulmasını afv etmez. Ama bundan aşağısını; dilediğine afv eder.» Âyeti kerimesi ile İbrahim aleyhisselâmdan naklen: «Yarab beni, annemle babamı ve mü´minleri hesap gününde bağışla.» âyetidir. Teâlâ hazretleri: bunu bizim Peygamberimize de: «Günahından dolayı istiğfar et! Mü´minlerle mü´minelere de istiğfarda bulun.» âyeti kerimesi ile emir buyurmuştur. İbn-i Hıbbân´ın sahihinde beyân edildiği vecihle bunu Peygamber (s. a.v.) fiilen dahi yapmış: «Yarabbi Âişe´nin gelmiş geçmiş gizli ve âşikâra bütün günahlarını afv et!» diye dua etmiş sonra «her namazda ümmetim için benim duam budur.» buyurmuştur.

Bu kavlin hulâsası şudur: Tahsisi câizdir. Çünkü lafız lügat itibariyle tehdit delillerinde umuma delâlet eder. Bu sahih delillerde mü´minlerin bazılarının cehenneme girerek günahlarından dolayı azâp edileceğini bildirmesine aykırı değildir. Çünkü maksat bütün mü´minlerin bütün günahlarının afvı câiz olmasıdır. Bütün mü´minlere bunun yapılacağını; katiyetle hüküm vermek değildir.

Böyle duanın câiz olması vukuunun câiz olmasına mebnidir. Yoksa vukuuna kat´i olarak hüküm vermeğe mebni değildir. Hılye´deki uzun sözün kısası budur. Hâsılı şudur ki tehditten dönmenin câiz olmadığını bildiren deliller mü´minlerden başkasına mahsustur. Mü´minler hakkında ise aklen bu câizdir. Binaenaleyh mağfiretin bütün mü´minlere şâmil olmasına dua etmek caizdir; velev ki vâki olmasın. Çünkü sahih deliller mü´minlerden bir taifenin mutlaka azap edileceğini bildirmektedir. Duanın câiz olması aklî cevaza ibtina eder. Lâkin buna şöyle itiraz edilebilir:. Acık nâslarla sabit olan bir şeyin şer´an yokluğu câiz değildir.

Lekânî übbî ile Nevevî´den âsilerden bir cemaat hakkında tehdîdin mutlaka geçerli olacağına icmâ-i ümmet bulunduğunu nakletmiştir. Hal böyle olunca bu duayı yapmak, yarabbi bize orucu ve namazı farz kılma dememize benzer. Bir de bundan kâfir olarak ölen kimseyede mağfiret duasındabulunmanın câiz olması lazım gelir. Meğer ki: Mü´minlere bununla dua etmek ancak din kardeşlerine fazla müşfik olduğunu göstermek için câizdir. Kâfirler böyle değildir. Bize orucu farz kılma diye dua etmek böyle değildir; denile! Çünkü AIIah ve Rasûlünun düşmanlarına dua etmek çirkindir.

Tâattan bıkkınlık göstermek de çirkindir. Ama bununla o kimse âsi olur. Bahır sahibinin tercihine göre kâfir olmaz. Bahır sahibi hak budur demiş şârih de ona tabi olmuştur. Lâkin bu söz şirki afvın aklen câiz olduğuna mebnidir. Tehditten dönmek câizdir sözüde buna mebnidir, gördük ki sahih olan bunun hilâfıdır. Binaenaleyh kâfire dua küfürdür. Çünkü aklen ve şera´n câiz değildir. Bir de kat´î delilleri tekzip etmiş olacağı için câiz değildir. Mü´minler için dua etmek böyle değildir.

Binaenaleyh hak olan Hılye´dekidir. Fakat bizim naklettiğimiz vecihledir. Halebî´nin naklettiği vecihle değildir.

«Kur´an ve sünnette zikri geçen duaları okur.» Musannıf burada Kenz´in sözünden ayılmıştır. O: «Kur´an´a benzeyen duaları okur.» demiştir. Çünkü Kur´an mucizedir. Ona hiç bir şey benzemez. Bahır sahibi kenz nâmına cevap vermiş: «O nefsi duayı kast ettiği için benzeyen demiştir. Kur´an okumayı kast etmemiştir.» demiştir. Yani Kur´an okumayı niyet etmemiştir demek istemiştir.

Mi´rac´ta bâbın evvelinde: Rükû, sücûd ve teşehhüdde Kur´an okumak dört mezhep imamlarının ittifakı ile mekruhtur. Çünkü Peygamber (s.a. v.): Ben rükû veya sücûd hâlinde Kur´an okumaktan men edildim buyurmuştur. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.» denilmektedir. İmdât nâm eserin sünnetler bahsinde me´sûr dualardan bir haylisi zikir edilmiştir. Ona müracaat kolay olduğu için burada o duaları zikir etmedik.

T E T İ M M E: Namazda bellenmiş duaları okumak gerekir. Namaz dışında ise hatırına gelen sözlerle dua eder. Dua ezberlenmez. Çünkü onu ezberlemek kalbin rikkatini giderir. Bunu Muhit´ten naklen Hindiye sahibi söylemiştir.

neslinur
Fri 26 March 2010, 04:47 pm GMT +0200
METİN

Muhtar olan kavli Halebî söylemiştir ki o do Kur´an veya hadisde geçen duânın namazı bozmamasıdır. Bunlardan birinde olmayan dua için bakılır: Halktan istenmesi mümkün değilse namazı bozmaz. Mümkün ise teşehhüd miktarı oturmadan önce okunduğu takdirde namazı bozar. Aksi takdirde bir namaz secdesi bıraktığını hatırlamadıkça kerahet-i tahrimiye ile namaz tamam olur.

Binaenaleyh mağfiret dilemekle mutlak surette namaz bozulmaz. Velev ki amcamı veya Amrı afv et diye dua etsin. Mal ile kayıtlamamak şartiyle rızk ve emsâli de öyledir. Çünkü mecâzen kullar hakkında kullanılır. Sonra yanağının beyazı görülünceye kadar sağına ve soluna selâm verir. Aksini yaparsa sâdece sağına selâm verir. Yüzünün karşısına selâm verirse sol tarafına bir selâm daha verir. Sol tarafa selâm vermeyi unutursa kıbleye arkasını dönmedikçe esah kavle göre o selamı verir.

İZAH

Kur´an veya hadisde geçen dua mutlak surette namazı bozmaz. Yani ister «beni afv et» gibi kullardan istenmesi mümkün olmayan dualardan isterse, «bana yerde biten bakla, hıyar, sarmısak, soğan ve mercimek ver.» gibi kavillerden istenmesi mümkün dualardan olsun namaz bozulmaz. Bu sözle Fazlî´ye red cevabı verilmiştir. O Kur´an´da olmayan dualarla mutlak surette namazın bozulacağını söylemiştir. Kur´an veya hadisde olmayan bir dua «Amcamı veya Amrı afv et» gibi kullardan istenmesi mümkün olmayan şeylerdense Fazlî´nin kavline muhalif olarak namazı bozmaz.

«Yarabbî bana bakla, hıyar sarımsak ve soğan rızkı ver,» yahud «filanın kızını ver» gibi kullardan istenmesi mümkün şeylerden ise teşehhüd miktarından önce okuduğu takdirde namazı bozulur. O miktar oturduktan sonra okursa kerahet-i tahrimiye ile namazı tamam olur. Fakat bunun için üzerinde namaz secdesi bulunmamak şarttır. Böyle bir secde bulunduğunu hatırlarsa namaz bozulur. Çünkü o secdeyi yapmağa mâni bulunmuştur. O da mezkûr duadır.

Tilâvet secdesi ile sehiv secdesi böyle değildir. Çünkü namazın.sahih olması bu secdeleri yapmağa bağlı değildir. Binaenaleyh onları yapmasada okuduğu dua ile namazı tamamlanır. Çünkü bu secdeler vacipdir. Namaz secdesi ise rükündür (farzdır). Hatta bu secdeleri yapmış olsa hükümsüz kalırlar. Çünkü namazdan çıktıktan sonra yapılmış olurlar. Nitekim üzerinde tilavet veya sehiv secdesi olduğunu hatırlayarak selam verse namaz tamam olur. Çünkü bütün erkânını tamamlayarak namazdan çıkmıştır. Gerçi oturuş ve teşehhüdün hükmünü kaldırmak hususunda tilâvet secdeside namaz secdesi gibidir derler ama bu mezkûr secdeleri selâm vererek veya konuşarak namazdan çıkmadan önce yaptığına göredir. Bahis mevzuumuz olan bunun hilâfınadır. Burada tilâvet secdesi ancak açık bir hatadır nitekim Rahmetî tenbih etmiştir.

«Mal ile kayıtlamamak şartiyle rızk ve emsali de öyledir.» Meselâ: Kullardan istenmesi mümkün olmayan bir şeyle kayıtlanarak söylenirse namaz bozulmaz. «Bana haccı rızk ile; bana seni görmek rızkını nasib eyle.» gibi dualar bu kabildendir. Fakat mal ile kayıtlarda «bana şu kadar mal ver» derse namaz bozulur. Hulâsa ve Nehir´de bu tafsilat esah kabul edilmiştir.

Ben derim ki: Rızık kelimesini mutlak söylese dahi hüküm budur. Çünkü Kur´an´da: «Bize rızık ver. Sen en hayırlı rızık verensin.» buyurulmuştur. Hidâye sahibi« bana rızık ver.» diye dua etmenin namazı bozacağını söylemiştir. Çünkü Arablar «Razek-el-emîr-ül-Cünde» «Kumandan askeri rızıklandırdı.» derler.

Feth-ul-kadîr´de ise şöyle denilmiştir: «Burada namazın bozulmuyacağı tercih edilir. Çünkü hakikatta rızkı veren Allah Teâlâdır. Onun kumandana nisbet etmek mecâzdır.» Münye şârihi dahi: «Zira ehli sünnete göre rızık hayvana gıda olan şeydir. Mahlukun gücü ancak bu rızkı hayvana ulaştırmaya yeter. Onun için rızkı mal ile kayıtlayarak «bana mal rızk eyle!» derse hilâfsız namazı bozulur.» demiştir. Bu izâha göre «bana ikram et» yahud bana in´am eyle» derse namazın bozulması gerekir. Zira filan filâna ikram etti. Yahud in´am eyledi denilir. Şu kadar var ki Muhit´te asıldan naklen bozulmayacağı söylenilmiştir. Çünkü bu sözün mânâsı Kur´an´da vardır.

Teâlâ Hazretleri: «Rabbi insanı imtihan ederek ona ikram ve in´am da bulunduğu vakit ilh» buyurmuştur. Kezâ: «Bana mal ile imdâd eyle» dese namaz bozulmaz. Ama «benim işimi düzelt» derse iş kelimesini mutlak söylediğine bakarak onu kullardan istemek imkânsız olur.» Kısaltılarak nakledilmiştir.

T E N B İ H: Bahır´da fetevâ-l-Hucce´den naklen şöyle deniliyor: «Bir kimse Allah´ım zalimlere lanet et» dese namazı bozulmaz. Ama «Allah´ım filana lânet et» dese namazı bozulur.» yani zalime beddua haramdır. Velev ki lânet kullardan mümkün olmayan bir fiil olsun. Onun için konuşmak hükmüne girer. Yahud lanet kulların yapamayacağı bir fiil değildir. Buna delil: «Allah´ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerine olsun.» âyeti kerimesidir. Zalimlere lanet tabiri ise Kur´an´da mevcuttur.

«Yanağının beyazı görününceye kadar» ifâdesinden murad: Arkasında oturanın görmesidir. Bunu Halebî söylemiştir. Bedâyî´de şöyle deniliyor: «İki tarafa selâm verirken yüzü çevirmekte mübalağa sünnettir. Sağ tarafa selâm verirken sağ yanağının beyazı, sol tarafa selam verirken de sol yanağının beyazı görülmelidir.» «Aksini yaparsa» yani kasden veya unutarak evvelâ sol tarafa selâm verirse arkasına sağ tarafa selâm vermekle yetinir. İkinci defa sol tarafa selam vermez. «Karşısına selâm verirse sol tarafına bir selâm daha verir.» «Yani evvela önüne sonra soluna selâm verirse dönerek sağına selâm verir solunada tekrar selâm verir.» sol tarafa selâm vermeyi unutursa esah kavle görede kıbleye arkasını dönmedikçe yahud konuşmadıkça o selâmı verir.

Esah kavlin mukabili bahır sahibinin söylediğidir: Ona göre kıbleye arkasını dönse bile mescidden çıkmadıkça o selâmı verir. Kınye´de «sahih olan kavil birincisidir.» Denildiği için şârih Bahır sahibinin sözünü terk etmiş ve sahih yerine esah kelimesini kullanmıştır.

METİN

Tahrime bir selâmla kesilir. Burhan bu evvelce geçmişti. Tatarhaniye de bildirildiğine göre namazda ikişer meşru olan şeyin birisi için ikinin hükmü vardır. Binaenaleyh Namazdan çıkmak iki selâmla olduğu gibi bir selâmla dahi olur. Ve keza bir rekat iki secde ile olduğu gibi bir secde ile de tamam olur.

Yukarda geçtiği vecihle cemâat olan kimse teşehhüdü bitirdi ise imamla beraber selâm verir. Ama imamın selâm vermesi gibi bir fiili ile cemaat olan namazdan çıkmaz. Ancak imam kahkaha ile güler veya kasden abdestini bozarsa onunla cemaat namazdan çıkar. Çünkü o namazın hürmeti kalmamıştır. Selâmda vermez. Şâyet cemaat olan teşehhüdü imamından evvel tamamlarda konuşursa câizdir. Yalnız mekruhtur. Namaza zıd bir şey ârız olursa yalnız imamın namazı bozulur. Cemaat olan kimse selamı imamla birlikte verir, nasıl ki tahrimeyi de imamla beraber yapar, İmameyn: «Gerek tahrimede gerekse selâmda efdal olan cemaatın imamdan sonraya kalmasıdır.» demişlerdir.

İZAH

«Tahrime bir selâmla kesilir.» (yani bir tarafa selam vermekle tahrimenin hükmü kalmaz. Namazbiter.) Bu mesele evvelce namazın vacipleri bahsinde geçmişti orada şârih şöyle demişti: «Mezhebimizin Meşhur olan kavline göre imama uymak ilk selâmla - AIeykum demeden önce - sonuna erer.» yani o selâmdan sonra imama uymak câiz değildir. Çünkü namazın hükmü bitmiştir. Bu söz yanılmayan hakkındadır. Yanılan ise selâmdan sonra secde-i sehiv yaparsa namazın hürmetine döner. T. (yani secde-i sehiv yapınca tekrar namaza döner, namaz kılan hükmünü alır. Ona uymakta sahih olur.)

«Namazda ikişer meşru olan şey»den murad peş peşine meşru olanlardır ki bunlar selâmla secdeden ibârettir. Kıyâm ve rükû gibi şeyler namazda tekerrür etseler de araya fâsıla girdiği için burada maksat onlar değildir.

Bir rekat iki secde ile tamam olduğu gibi bir secde ile de tamam olur. Hatta farzda yapılarak son oturuştan önce ayağa kalksa o rekatı secde ile tamamladığı takdirde farz bâtıl olur. Cemâat olan kimse teşehhüdü bitirdi ise imamla beraber selâm verir. Çünkü selâm vermek hususunda imama tabi olmak vacip ise de içinde bulunduğu vacibi tamamlamaktan daha evlâ değildir. Acaba ettahiyyatüyü tamamlamak vacib mi yoksa evlâmıdır? Bu hususta evvelce söz etmiştik. Söz ettiğimiz yer musannıfın: «Cemaat tesbihleri tamamlamadan imam başını kaldırırsa ilh...» dediği yerdir.

«İmamın selâm vermesi gibi bir fiiliyle cemaat olan namazdan çıkmaz.» O hâlâ namazdadır. Ve selâm vermesi icâp eder. Hatta selâm vermeden kahkaha ile gülerse abdesti bozulur. Bu hüküm şeyhayna göredir. İmam Muhammed buna muhaliftir. İmamın selâm vermesi gibi bir fiilinden murad namazı bozmayıp tamamlayan fiildir. Zira oturuştan sonra selâm verse veya konuşsa namazı bitmiştir. Fakat bozulmamıştır. Kahkaha ile gülmek veya kasten abdest bozmak böyle değildir. Çünkü bununla namazın hürmeti kalmaz. İmamın namazının hangi cüzüne rastlarsa o cüzünü bozar. Cemaatın namazından da ona muttasıl olan cüzü bozulur. Ancak o kimse namaza yetişmişse namazı bozan şey rükünler tamam olduktan sonra ârız olmuştur. Binaenaleyh imamın namazına zarar etmediği gibi onun namazına da zarar etmez. Lâhik veya mesbûk olursa iş değişir.

İmam kasden abdesti bozarsa cemâatın da namazı bozulur. Fakat kendi taksiri olmaksızın abdesti bozulursa abdest alarak namazına devâm eder. Sonra selâm verir. Cemâatta ona tabi olur. «Selam da vermez.» ifâdesinden murad: İmam da cemâat ta olabilir. Çünkü bil´ittifak namazdan çıkmışlardır. Hatta ondan sonra cemâat kahkaha ile gülse abdesti bozulmaz.

Şâyed cemâat olan teşehhüdü imamından evvel tamamlarda selâm vermek. konuşmak veya ayağa kalkmak gibi kendisini namazdan çıkaran bir şey yaparsa namazı sahihtir. Çünkü bunu namazın rükünleri tamam olduktan sonra yapmıştır. Gerçi imam henüz teşehhüdü bitirmemiştir, takat teşehhüd miktarı oturmuştur. Çünkü oturuşun farz miktarı mümkün olan en sür´atli okuyuşla teşehhüdü okuyacak kadar zamandır. Bu da hâsıl olmuştur. Cemaat olan kimsenin kerahet işlemiş olması özrü yokken imama tâbi olmayı terk ettiğindendir. Bir özürle terk ederse meselâ: Abdesti bozulacağından, Cuma vaktinin çıkacağından veya önünden bir kimse geçeceğinden korkardayaparsa kerahet yoktur. Nitekim ilerde gelecektir.

«Namaza zıd bir şey ârız olursa« yani 12 meselede olduğu gibi kendi taksiri bulunmaksızın bir şey ârız olursa yalnız imamın namazı bozulur aksi takdirde yani kahkaha ile güler veya kasden abdestini bozarsa imamın namazı da bozulmaz. Nitekim yukarda geçmişti. Namaza zıd bir şey ârız olduğu vakit yalnız imamın namazının bozulması cemaat olan konuştuğu için daha önce namazdan çıkmış bulunduğundandır. Namaza zıd olan şey o çıktıktan sonra ârız olmuştur. Bu adam kahkaha ile güler veya kasden abdestini bozarsa imamın namazı da bozulmaz.

İmameyn her ikisinde cemaatın imamdan sonraya kalmasının efdal olduğunu söylemişlerdir. Bundan anlaşıldığına göre buradaki hilâf efdal olması hususundadır. Sahih olan da budur. Nehir.

Bazıları câiz olup olmadığındadır, demişlerdir. Hatta ebu Yusuf´tan nakledilen iki rivayetten birine göre imamla beraber namaza başlamak sahih değildir. İmam Muhammed´e göre ise isâet sayılır. Nitekim Bedâyi ile Kuhistâni´de de böyle denilmiştir. Serahsi: İmam-A´zam´ın kavli daha ince ve daha güzel imameynin kavli ise daha elverişli ve daha ihtiyattır.» demiştir.

Mervezî´nin Avn adlı eserinde bildirildiğine göre namaza girişin sahih olması hususunda fetva için tercih edilen kavil İmam-A´zam´ın kavli, efdaliyet hususunda ise imameynin kavlidir. Tatarhâniye´de Müntekâ´dan naklen şöyle denilmiştir: «İmam-A´zam´ın kavline göre buradaki beraberlik yüzüğün parmakla beraberliği gibidir. İmameynin kavline göre sonralıktan murad cemaatın Allah kelimesinin hemzesini ekberin râsına eklemesidir. Hilâfın fâidesi iftîtah tekbirinin fazîletine yetişme vakti hakkında kendini gösterir. İmam-A´zam´a göre bu fazîlet beraberce tekbir almakla. İmameyne göre sübhânekeyi okunduğu vakit tekbir almakla hâsıl olur.

Bazıları: «imama uyan orada ise imam üç âyet okumadan namaza başlamakla orada değilseydi âyet okumadan başlamakla olur.» demişlerdir. Faziletin ilk rekata yetişmekle hâsıl olacağını söyleyenler de vardır. Bu kavil daha suhûletbahşdır. Sahih olan budur.

Hulâsa´da bildirildiğine göre bazıları fazîletin Fatiha´ya yetişmekle kazanılacağını söylemişlerdir. Muhtar olan kavil budur. Hulâsa sahibi sâdece tahrime ve selâmı zikir etmekle yetinmiştir. Bu şunu gösterir ki bütün namaz fiillerinde cemaatın imamla birlikte hareket etmesi bil´icma efdaldir. Bazıları hilâf üzere olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Hılye ve diğer kitablarda hakâiktan naklen böyle denilmiştir.

METİN

Sağa, sola selâm verirken es-Selâmü aleyküm verahmet-ül-llah dır. Sünnet budur. Haddâdî aleyküm selam demenin mekruh olduğunu söylemiştir. Burada

veberakâtühü kelimesini de söylemez. Nevevî bunu bid´at saymış fakat Halebî red etmiştir. Hâvî´de ise güzel olduğu söylenilmiştir.

İkinci selâmın birinciden daha alçak söylenmesi sünnettir. Münye sahibi bunun imama mahsus olduğunu söylemiş musannıfta tasdik etmiştir. İmam velev ki cin veya kadınlar olsun namazında kendisi ile beraber olanlardan sağındakileri ve solundakileri niyet eder. Teşehhüdde ki selâm isekarşısındakilere hitap olmadığı için umumidir.

İZAH

Her iki tarafa selâm verirken es-Selâmü aleyküm verahmet-ül-llah demek sünnettir.

Bahır sahibi diyor ki: «En mükemmel surette selam vermek iki defa es-Selâm-ü aleyküm verahmet-ül-llahi demekle olur. Sadece es-Selâmü aleyküm yahud es-Selam veya selamün aleyküm yahud aleyküm-üs-Selam dese kâfidir. Ama sünneti terk etmiş olur. Sirâc sahibi Aleyküm-üs-Selam demenin mekruh olduğunu söylemiştir.»

Ben derim ki: Onun sadece bunu söylemesi sünnete muhâlif olan mekruh diğer sözlerinde mekruh olmasına aykırı değildir.

Burada tâbirinden murad namazdan çıkarken verilen selamdır. Teşehhüddeki selam bunun gibi değildir. Nasıl ki aşağıda gelecektir. Halebî Münye şerhi Hılye´de Nevevî´nin bu bid´attır. «Bu bapta sahih hadîs yoktur. Bil´akis terki hakkında bir çok hadisler vardır.» sözünü naklettikten sonra şunları söylemiştir: «Lakin bu hususta Nevevi´ye itiraz olunur. Çünkü Ebu Davud´un süneninde Vail bin Hücür´dan sahih isnadla bir Mes´ud´dan hadis rivayet edildiği gibi ibn-i Hibban´ın sahihinde dahi Abdullah bin Mes´ud´dan hadis rivayet olunmuştur.» Bundan sonra Halebi şöyle demiştir: «Meğer ki bunlar şâzdır, diye cevap verilsin velev ki mahrecleri sahih olsun.» Nitekim Nevevi Ezkar adlı eserinde bu yoldan yürümüştür.

Havi´den murad: el-Havi-l-Kudsi´dir. İbaresi şöyledir: «Bazıları veberakâtühü kelimesini de ziyade etmişlerdir. Bu daha güzeldir.» Havi başka bir yerde de: «Veberekâtühü denileceği de rivayet edilmiştir.» demiştir.

«İkinci selamın birinciden daha alçak söylenmesi sünnettir.» Bu sözden anlaşıldığına göre birinci selam dahi alçak sesle verilir. Yani hâcetten fazla bağırılmaz. Bu nisbeten alçak ses sayılır. Yoksa hakikatte o âşikâra söylenir. Maksat her iki selam âşikâra verilir yalnız ikincisi birinciden daha alçak tutulur demektir. Bazıları ikinci selamın tamamen gizli verileceğini söylemişlerse de esah olan birincisidir. Çünkü cemaatın ikinci selamı işitmeye ihtiyacı vardır. Zira bunun birinciden sonra ki mi yoksa birinci mi olduğunu bilemez. Üzerinde secde-i sehiv varsa şaşırır bunu Münye şârihi söylemiştir. Bedayi´de şöyle denilmiştir: «Sünnetlerden birinde imamın selamı âşikâra vermesidir. Çünkü selam namazdan çıkmak için verilir. Binaenaleyh mutlaka cemaate bildirmek lazımdır.

İmam sâir sünnetlerde olduğu gibi burada da sünneti yerine getirmiş olmak için selam vermeyi niyet eder. Onun içindir ki Şeyh-ul-İslâm: «Bir kimse namaz dışında birine selam verdiği vakit sünneti niyet eder. Sadr-ul-İslâm´ın itirazı bununla def edilmiş olur. O imamın niyete muhtaç olmadığını çünkü âşikâra selam verip cemaate işarette bulunmak ibadeti yerine getirmek için niyet sayılmayı gerektirmez. Niyet mutlaka lazımdır.

Ben derim ki: Şu da var: Namazdan çıkmak için selam vermek vacip olunca bu selamdan asıl maksat namaz kılanlara hitap değil namazdan çıkmaktır. Hitap bizzat maksat olmayınca da vacipolan namazdan çıkma üzerine ziyade edilen sünneti yerine getirmek için niyet lazımdır. Çünkü niyet olmazsa selam sırf namazdan çıkmak için olur. Tahiyye manası kalmaz.

Cumhurun kavline göre imam selam verirken yanındakileri niyet eder. Bazıları bütün mesciddekileri niyet edeceğini bir takımları da teşehhüd selamı gibi bunun da umumi olduğunu söylemişlerdir. Hılye.

Kadınlar kelimesini imam Muhammed Asıl nâmındaki eserinde zikir etmiştir. Birçok kitablarda zamanımızda imam kadınları niyet etmez denilmişse de bu söz kadınların cemaata gelmelerine mebnidir. Binaenaleyh imam Muhammed´in sözüne muhâlif değildir. Zira hüküm cemaata gelip gelmemelerine göredir. Hatta cemaata hunsâlarla çocuklar gelirse imam onları dahi niyet eder. Bunu Hılye ve Bahır sahipleri kaydetmişlerdir. Lâkin nehirde: «Kadınlar cemaata gelse bile imam onları niyet etmez. Çünkü onların cemaata gelmeleri mekruhtur.» denilmiştir.

Teşehhüdün selamı umumîdir. Onun içindir ki bir hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: «Kul es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâd-il-Ilâh-is-Salihîn dediği vakit bu selam yerde gökte Allah´ın her sâlih kuluna isâbet eder.»

METİN

Peygamberlere iman meselesinde olduğu gibi her iki tarafa selam verirken adet tayin etmeksizin hafaza meleklerini de niyet eder. Musannıfın cemaatı meleklerden önce zikir etmesi muhtar kavle göre Âdem oğullarının havâs takımı -ki bunlar peygamberlerdir- bütün meleklerden efdal, Âdem oğullarının avâm takımının - ki maksad takvâ sahipleridir - meleklerin avâmından efdal olduğu içindir. Takvâ sahiplerinden murad: Fâsıklar gibi yalnız şirkten sakınanlardır. Nitekim Bahır´da Ravza´ dan naklen böyle denilmiş musannıf da bunu tasdik etmiştir.

Ben derim ki: Mecma-ul-enhur´de Kuhistânî´ye uyarak: «Ekser ulemaya göre insanların havâs takımı ile orta dereceli olanları meleklerin havâsı ile orta dereceli olanlarından efdaldir.» denilmiştir. Acaba hafaza melekleri değişirler mi değişmezler mi? Bu hususta iki kavil vardır.

İZAH

Musannıf ketebe melekleri demeyip hafaza melekleri tabirini kullanmış ve mükellef insanın amellerini koruyan kiramen kâtibin meleklerine ve kezâ mükellefi koruyan cinlere - ki bunlara muakkıbât derler - ve her namaz kılana şâmil olmasını istemiştir. Zira sabinin ketebe melekleri yoktur. Bunu Hılye ve Bahır sahipleri söylemişlerdir. Bu hususta ileride söz edilecektir. Birde burada imamdan bahis edilmektedir. Sabîden imam olamaz. Meleklerde adet tayin etmemesi bu mesele ihtilâflı olduğu içindir. Bazıları: «Her mü´minin yanında iki hafaza meleği vardır.» demiş; bir takımları dört, daha başkaları beş melek olduğunu söylemişlerdir. On hatta yüz altmış melek olduğunu söyleyenlerde vardır. Meselenin tamamı Münye şerhlerindedir.

Peygamberlere iman hususunda da adet tayini yoktur. Çünkü sayılan kati olarak mâlûm değildir. Binaenaleyh: «Bütün peygamberlere iman ettim. Evveli Âdem. Ahırı Muhammed Mustafa sallellahü aleyhi ve aleyhim ecmaîn» demelidir. Mi´rac peygamberlerin 124 bin rasûl olanlarının (313) olduğuna inanmak vacip değildir. Çünkü bu babtaki delil haber-i vahittir.

Musannıf cemaatı meleklerden önce zikir etmiş; cinlerden bahis etmemiştir. Çünkü cinler meleklerden efdal değildir. Önce zikir etmekle o Fahr-ul-İslâm´ın sözüne işaret etmiştir. Fahr-ul-İslâm: «Önce zikir etmenin ehemmiyet vermekte te´siri vardır.» demiştir. Onun içindir ki ulemamız nâfile ibâdetler vasiyet eden kimsenin vasiyetini yerine getirirken o kimsenin sözüne bakılır. Evvelâ neyi vasiyet etti ise icraata ondan başlanır demişlerdir.

Takvâ sahiplerinden murad: «Fâsıklar gibi yalnız şirkten sakınanlardır.» İfâdesindeki «yalnız» kelimesini atmak daha iyidir. O zaman mana şöyle olur: Takva sahiplerinden murad: Fasıklar gibi şirkten sakınanlardır. Günahdan da sakınması veya sakınmaması müsavidir. H.

Ravzadan murad: Zendustî´nin Ravzat-ül-ulema adlı eseridir. Bu eserde şöyle denilmiştir: «Bütün ulema ittifak etmişlerdir ki peygamberler bütün mahlukatın en fazîletlisi, peygamberimiz sallellahü aleyhi vesselem de onların en fazîletlisidir. Peygamberlerden sonra mahlukâtın en hayırlısı dört büyük melek ile arş-ı âlâyı taşıyanlar .ruhâniler. Ridvân ve Malik´tir. Sahabe, tâbiîn, şehidler ve sulehâ sair meleklerden efdaldirler. Bundan sonra ihtilaf etmişler; İmam-A´zam: «Sair müslümanlar sair meleklerden efdaldir.» demiş; imameyn ise sâir meleklerin efdal olduğunu söylemişlerdir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Hulâsa: Zendustî insanları üç kısma ayırmıştır:

Birinci kısım : Havâs olup peygamberlerdir.

İkinci kısım : Sahâbe ve başka sulehadan müteşekkil orta kısımdır.

Üçüncüsü : Sâir avâm takımıdır.

Melekleri de havas ve gayri havas olmak üzere ikiye ayırmıştır.

Havas takımı zikir ettikleridir.

Gayr-ı havas geri kalan meleklerdir.

Ona göre insanın havâs takımı bütün meleklerden efdaldir. Onlardan sonra fazîlet hususunda meleklerin havâsı gelir. Meleklerin havası, 9eri kalan insanların orta ve avâm takımlarından efdaldir. Onlardan sonra insanların orta takımı gelir. Bunlar meleklerin havas takımından geriye kalanlarından efdaldir.

İmam-A´zam´a göre insanların avam takımı da orta takımı gibidir. Şu halde ona göre en fazîletli olan insanların havâsı, sonra meleklerin havâsı, daha sonra sair insanlardır.

İmameyne göre ise en fazîletli olanlar insanların havası, sonra meleklerin havâsı, sonra insanların orta kısmı, daha sonra meleklerin kalan kısmıdır.

Kuhistâni ise insanlarla melekleri ikişer kısma ayırmıştır. Bunlar havâs ve orta derecede olanlardır. Ona göre insanların havâsı meleklerin havâsından efdal, insanların orta derecelileri de meleklerin orta derecelilerinden efdaldir. Yani Kuhistâni´nin ifâdesinde leff-ü neşir-i müretteb vardır. Zikir edilen hilaftan dolayı insanların avâm takımından bahis etmemiştir. Bundan anlaşılır ki bu söz Ravzanın sözüne muhâlif «bütün ulema ittifak etmişlerdir.» İddiasına aykırıdır. Bumdaki ise evleviyetle aykırıdır. Çünkü mesele hilâflıdır. Aynı zamanda zannidir.

Nitekim Akaid-i nesefiye şerhinde bildirilmiştir. Hatta Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Bu meselede yani insanı melekten fazîletli sayma meselesinde, içlerinde ebu Hanife´de bulunan bir cemâatın tevekkuf edip bir şey diyemedikleri rivayet olunmuştur. Çünkü kati delil yoktur. Kati surette bilemediğimiz bir şeyi, onu bilen Allah´a havâle etmek en çıkar yoldur.

Hafaza meleklerinin değişip değişmediği hususunda iki kavil vardır:

Birinci kavle göre değişirler. Çünkü Buharî ile Müslim´in rivayet ettikleri bir hadisde: «Sizin aranıza gece ve gündüz peyderpey melekler inerler. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında bir araya toplanırlar. Ve aranızda geceleyenler gökyüzüne çıkarlar. Allah Teâlâ -kullarının hallerini daha iyi bildiği halde- onlara sorar: Kullarımı nasıl bıraktınız? der. Onlarda: yan!arına vardığımızda namaz kılıyorlardı. Ayrıldık yine namaz kılıyorlardı; diye cevap verirler.» buyurulmuştur.

Kadı lyaz´la başkalarının cumhur ulemadan naklettiklerine göre bu melekler hafaza yani kiramen kâtibin melekleridir. Kurtubî ise başkaları olduğunu daha doğru bulmuştur.

İkinci kavle göre insan sağ oldukça bu melekler değişmezler. Çünkü hazreti Enes´in rivayet ettiği bir hadisde Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Şübhesiz Allah Teâlâ mümin kuluna iki melek tevekkil etmiştir. Bunlar onun amelini yazarlar. Öldüğü vakit: Yarabbi filan öldü. Şimdi bize izin verde gökyüzüne çıkalım! derler. Allah azze ve celle: Benim gökyüzüm beni tesbih eden meleklerimle doludur; diye cevap verir. O halde yerde yaşayalım! derler. Teâlâ Hazretleri: Benim yerim beni tesbih eden kullarımla doludur, der. Öyle ise biz nerede kalacağız? derler. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur. Kulumun kabri üzerinde durun! Ve bana tekbir tehlil getirin! beni zikir edin! Ve bunları kıyâmet gününe kadar kulumun hesabına yazın!» Meselenin tamâmi Hılye´dedir.

METİN

Kötülükleri yazan melek cimâ hâlinde, helâda iken ve namaz kılarken kuldan ayrılır. Muhtar olan kavle göre yazının şekli ve yazıldığı yer yalnız Allah´ın bildiği şeylerdendir. Evet, Eşbah hâşiyesinde: «harfsiz olarak deri üzerine yazılır akılda kaldığı gibi orada sabit kalır. Teâlâ Hazretlerinin: Tur dağına ve açılmış rekka yazılmış yazıya yemin ederim; âyeti kerimesindeki «rekk» kelimesi hakkında söylenenlerden biri budur.» denilmiştir: Nisaburî tefsirinde bu iki meleğin her şeyi hatta iniltisini yazdıklarını sahihlemiştir. Dimyatî´nin tefsirinde, «mubah fiilleri kötülükleri yazan melek yazar ve kıyâmet gününde siler.» Ehaveyn nâmiyle meşhur olan Kâzeruni´nin tefsirinde esah kavle göre kâfirin amellerinin de yazıldığı, ancak sağ taraftaki meleğin sol taraftaki üzerine şâhid gibi olduğu bildirilmiştir.

Burhan nâm eserde dahi gece meleklerinin gündüz meleklerinden başka oldukları, iblisin gündüzleyen çocuğunun da geceleyin âdem oğlu ile beraber bulundukları kaydedilmiştir.

Müslim´in sahihinde şu hadis vardır: «Sizden hiç bir kimse yoktur ki Allah ona cinlerden yoldaşını ve meleklerden yoldaşını tevkil etmiş olmasın. Eshab: Sanada mı yârasulellah? dediler. Evetbanada. Lâkin Allah beni ona muzaffer kıldı da islâm oldu, buyurdular. «Son kelime» «islâm oldu» ve «ben sâlim kalıyorum.» şekillerinde rivayet olunmuştur.

İZAH

Şârih burada Bahır sahibine tabi olmuştur. Lekânî´nin El-Cevheret-ül-kebîr şerhinde beyân edildiğine göre bu hallerde insandan ayrılan bir değil iki melektir. Lekânî o kimse işini gördükten sonra Allah´ın kendilerine halk ettiği bir alâmetle onun yaptıklarını yazarlar diye kaydetmiş ancak bu hususta bir delil göstermemiştir.

Hılye sahibi bunu kati kabul etmek için sem´i delile ihtiyaç olduğunu söylemiştir. Gerçi hazreti Ebu Bekir (r.a.) ın helaya girmek istediği vakit elbisesini yere yayarak: Ey beni muhafaza eden melekler buraya oturun, çünkü ben helâda konuşmamaya Allah´a söz verdim, dediği rivayet olunmuşsada üstadımız Hâfız bunun zaif olduğunu söylemiştir. H.

Kötülükleri yazan melek namaz kılarken de insandan ayrılır çünkü namaz halinde yazacak bir şey yoktur. Bunu Kurtubî söylemiş Halebî´nin naklettiği vecihle Hılye sahibi red etmiştir. Muhtar kavle göre yazının ve yazılan şeyin hakikatını yalnız Allah bilir. Muhtar kavlin mukabili Eşbah şerhi ile Nehir´den naklen aşağıda gelecek olan şu sözdür: Kalem dildir. Mürekkeb de tükürüktür.

Rak üzerine yazılması hususunda Hılye´de şöyle denilmiştir: Sonra söylenildiğine göre hafaza meleklerinin içine yazı yazdıkları şey deriden dosyalardır. Nitekim Teâlâ hazretlerinin: «yayılmış rak üzerine yazılan kitabada yemin ederim.» Âyeti kerimesindeki raktan murad bir kavle göre deridir. Lâkin hazreti Ali (r.a.)´dan gelen rivayet şudur: «Gerçekten Allah´ın bir takım melekleri vardır ki bir şeyle inerler ve âdem oğullarının amellerini ona yazarlar.» hazreti Ali bu şeyin ne olduğunu tâyin etmemiştir. Allah-u âlem. «Deri üzerine harfsiz yazılır akılda kaldığı gibi orada sabit kalır.» Bu cümleyi İmam Gazâlî´nin sözü de te´yid eder. Gazâlî levh-i mahfuza yazılanların dahi harf olmadığım akılda kalır gibi sadece malumâtın orada sabit kaldığını söylemiştir.

Hılye sahibi diyor ki: «Lâkin sözü açık delâlet ettiği manadan değiştirmek delile muhtaçtır. Halbuki kitap ve sünnette zâhir manayı te´yid eden bir çok deliller vardır. Meselâ: «Biz sizin yaptığınız her şeyi yazardık», «bizim elçilerimiz onların huzurunda yazarlar» âyetleri ve kezâ İsrâ gecesi Peygamber (s.a.v.) ın işittiği kalem hışırtıları bu kabildendir. Binaenaleyh zâhirine hamledilir (Yani yazı denince ne anlaşılırsa o manaya alınır.) Ancak bunun nasıl olduğunu, şeklini cinsini Allah´dan başka kimse bilemez. Yahud AIIah kime bildirdi ise o bilir.» Kısaltılarak alınmıştır. Tamamı Hılye´dedir.

Nisaburî´nin sözünü Hılye sahibi Hasan-ı Basrî, Mücahid, Dahak ve başkalarından rivayet etmiş ondan önce İhtiyar´dan naklen imam Muhammed´in Hişâm´dan onunda İkrime´den onunda ibn-i Abbâs´dan rivayet ettiği şu sözü kaydetmiştir: «Melekler ancak fiilî sevap yahud günah olan şeyi yazarlar.» Nisâburî «iniltini bile yazarlar.» demekle teneffüsü, nabz hareketi gibi bütün zaruriyatı da yazdıklarına işaret etmiştir. Bunu Halebî Lekânî´den nakletmiştir.

Dimyatî mubah fiillerin Dünya´da yazılarak kıyâmet gününde silineceğini bildirmiştir. Bazıları yazıldığı günün sonunda, bir takımları da Perşembe günü silindiğini söylemişlerdir. Bu kavil ibn-iAbbâs ile Kelbî´den rivayet olunmuştur. Hılye´de ihtiyardan naklen ekser ulemanın birinci kavli tercih ettikleri bildirilmiştir. Bazı müfessirlerin: «Muhakkıklarca sahih olan kavlı budur.» dedikleri rivayet olunur. Onun için şârih bu kavli tercih etmiştir.

Kâfir´in kötülükleri yazılır. Çünkü onun hasenâtı yoktur. Kâfir kul hakları ile ve cezalarla bil´ittifak mükellef olduğu gibi gerek itikad gerekse edâ cihetinden ibâdetlerle de mükelleftir. Bize göre mutemed olan kavil budur. Binaenaleyh bu iki şeyi (yani itikâd ve edâyı) terk ettiği için âzâp olunur. Meselenin tamamı Halebî´dedir. Lekânî´den nakledildiğine göre kâfirin hasene zannedilen fiilleri yazılmaz. Ancak müslüman olursa o zaman küfür halinde işlediği hayırlı işlerinin sevâbı yazılır. Benim hatırımda kaldığına göre bizim mezhebimiz bunun hilâfınadır. Araştırmalıdır.

Hanefilerin usul fıkıh kitablarından Molla Husrev´in yazdığı Mirkât şerhi Mir´atın 73-84 üncü sahifelerinde hulasatan şöyle deniliyor: «Küffar imanla me´murdur. Muâmelat ve ukubatla ve ibadetlerin vücûbuna itikatla dahi hilafsız me´murdurlar. Hilâf yalnız Dünya´da iken ibâdetlerin edâ hususundadır. Ulemamızdan Irak´lılara göre kâfirler ibadetlerin edâsiyle me´murdurlar: İmam Şâfiî´nin mezhebide budur. Mâveraun-nehir ulemasının ekserisine göre ise sükut ihtimali olan ibâdetlerin edasiyle me´mur değillerdir. Kâdı ebu Zeyd, imam Fahr-ul-İslâm ve Şems-ül-cimme bu kavli tercih etmişlerdir. Müteehhirin ulemanın kabul ettikleri kavilde budur. Küfür halinde ibadeti edânın câiz olamayacağında ve kezâ müslüman olduktan sonra kaza lazım gelmeyeceğinde hilâf yoktur. Hilâfın faidesi ancak ibadetleri terk ettikleri için ahirette küfür cezasından maada bir de ibâdeti cezası görmelerinde meydana çıkar. Sahih olan kavil budur». Irak´lıların kavli değildir. Diğer kitablarda da böyle denilmektedir. Binaenaleyh İbn-i Âbidin merhumun hatırında kalan doğrudur. Mütercim.

İblisin gündüzün âdem oğullariyle birlikte olmasından murad hepsi ile beraber bulunmasıdır. Bundan ancak Allah´ın muhâfaza buyurdukları müstesnâdır. Cenab-ı hak ölüm meleği olan Azrail aleyhisselâma bütün ölenlerin ruhunu almak için kudret bahşettiği gibi iblîsede bütün insanlarla beraber bulunmak kudreti vermiştir. Öyle anlaşılıyor ki aşağıda zikri geçen yoldaş bu değildir. Çünkü o insandan hiç ayrılmaz.

Hadisin son kelimesi Arabça metinde «Feesleme» şeklindedir. Bu kelime hem feesleme hem de feeslemü şeklinde rivayet olunmuştur. Feesleme´nin mânâsı benimle olan cinnî müslüman oldu ve melek gibi artık o da hayırdan başka bir şey emretmiyor, demektir. Hadisin zâhir mânâsı budur. Feeslemu´nün mânâsı ise ben selâmette kalıyorum demektir. Yanı bu rivayete göre kelime muzari fiil olup istimrar teceddüdi ifade eder. (İstimrar teceddüdî devam üzere yenilenir. Yani devam bildirir bir fiil muzari demektir.) Bazıları bu rivayeti sahihleyerek onu tercih etmişlerdir.

METİN

Cemaat olan kimse imam yanında ise birinci selamla imamına niyetide ilave eder. Yanında değil ise onu ikinci selamla niyet eder. İmamın tam hizâsında bulunursa her iki selamda onu niyet eder. Yalnız kılan selam verirken yalnız hafaza meleklerini niyet eder. Musannıf sabîi mümeyyize (yani iyiyi kötüyü ayıran küçük çocuğa) şâmil olsun diye ketebe melekleri demeyip hafaza melekleri demiştir. Çünkü çocuğun yanına kâtip melekler yoktur.

Yemin ederim ki bugün bu, nesh edilmiş şeriat gibi olmuştur. Fukahadan başka hemen hemen kimse hiç bir şeyi niyet etmemektedir. Fukaha dahi söz götürür. (farzdan sonra kılınacak) sünnet namazı «Allahümme ent-es-Selam ilh...» diyecek kadardan fazla geciktirmek mekruhtur. Hulvânî farzla sünnet arasını orada okumakla ayırmakta beis olmadığını söylemiştir. Kemâl´de bu kavli ihtiyar etmiştir.

Halebî diyor ki: «Kerahetten kerahet-i tenzihiye kastedilirse hilâf ortadan kalkar.»

Ben derim ki: Hatırımda kaldığına göre Hulvanî´nin sözü az olan orada hamledilmiştir. (selamdan sonra) üç defa istiğfar da bulunmak, Âyet-el-kürsîyi ve muavvizatı (kul euzü sûrelerini) okumak otuz üçer defa Subhânellah Elhamdülillah, Ellahuekber, demek (ki bunların mecmuu doksandokuz eder) yüzüncü de Tehlîl getirmek (Lâilâhe illellah vahdehû lâ şerîke leh demek) dua etmek ve duayı, Subhâne rabbike ilh... ile bitirmek müstehâbtır.

İZAH

Cemaat olan kimse birinci selamda cemaatı ve hafaza meleklerini niyet ettiği gibi imamını da niyet eder. «Çünkü çocuğun yanında kâtip melekleri yoktur.» sözünün mânâsı hafaza meleklerinden kendisini kötülüklerden koruyan melekler kastedildiğini anlatmaktır. Yani amelleri koruyan melekler kastedilmemiştir. Yukarda geçtiği vecihle bu hususta iki kavil vardır. Lâkin sahih kavle göre çocuğun işlediği hasenât için kendisine sevap verildiği gibi öğrettiklerinden dolayı anne ve babasına da sevap yazılır, onun için Lekkânî çocuğun hasenâtı yazılır.demiştir. Bu sözün müktezâsı çocuğun hasenâtını yazacak melek bulunmasıdır.

«Yemin ederim ki bu gün bu - yani, selam verirken cemaatı, imamı ve melekleri niyet etme meselesi - terk edilmiştir. Hılye´de Sadr-ul-İslâm´dan naklen: «Bu, bütün insanların terk ettiği bir şeydir. Çünkü bir şeye niyet eden kimse pek az bulunur.» denilmiştir. Gâyet-ül-beyân sahibi dahi: «Bu doğrudur. Çünkü selam verirken niyet nesh edilmiş şeriat gibi olmuştur. Onun için milyonlarca insana selamla neyi niyet ettik diye sorsan sana hemen hemen kimse faydalı bir cevap veremez. Ancak fukaha cevap verirse de onlar da söz götürür.» demiştir.

Farzdan sonra kılınacak sünnet namazı «Ellahümme ent-es-selam İlh...» den fazla geciktirmek mekruhtur.

Çünkü Müslim ile Tirmîzi´nin Âişe (r.a.) rivayet ettikleri bir hadiste hazreti Âişe şöyle demektedir: «Rasulullah (s.a.v. selam verdikten sonra ancak Allahümme ent-es-selam vemink es-selamü tebârekte yo zel celâli vel ikrâm diyecek kadar dururdu.» Gerçi namazdan sonra birtakım zikirler olduğunu bildiren hadisler varsada bu hadislerde zikrin sünnet namazdan ön^e yapılacağına delâlet yoktur. Bunlar zikrin sünnetten sonra yapılacağına hamledilirler. Çünkü sünnet farzın tâbirlerinden ve onu hükümleştiren lâhıklarındandır. Binaenaleyh farzın yabancısı değildir. Ondan sonra yapılana da farzdan sonra yapılmış denilebilir.

Hazreti Âişe´nin: «diyecek kadar dururdu.» sözü aynen o kadar durduğunu ifâde etmez. Aşağı yukarı bu cümle sığacak kadar bir zaman otururdu, demek istemiştir. Binaenaleyh bu söz Buharî ile Müslim´de rivayet edilen şu hadise aykırı değildir. «Peygamber (s.a.v.) her farz namazın sonunda; Lâilâhe illellah vahdehu lâ şerîke leh leh-ül mülkü veleh-ül hamdü vehüve alâ külli şey´in kadîr. Allahümme lâ mânia limâ e´tayte velâ ma´tıye limâ mene´te velâ yenfeu zel ceddi minke-l-ceddü»derdi. (yani Allah´dan başka ilâh yoktur. Yalnız o vardır. Onun şeriki yoktur. Mülk onundur. Hamd ona mahsustur. O herşeye kadirdir. Ey Allah´ım senin verdiğine mâni olacak yoktur. Senin mâni olduğunu verecek de yoktur. Varlık sahibinin varlığı senin indinde beş para etmez.) Meselenin tamamı Münye şerhi ile Feth-ul-kâdir´in vitir ve nafile bâbındadır.

«Kemâl´de bu kavli ihtiyar etmiştir.» Burada şöyle denilebilir: Kemal´in ihtiyar ettiği kavil birinci kavildir. Ki Bekkâlî´nin kavli de budur. Kemâl, Şehî´din şerhindeki «farza bitişik olarak sünnete kalkmak mesnundur.» Sözünü red etmiş sonra şunları söylemiştir: «Bence Hulvânî´nin (beis yoktur) sözü her iki kavle de aykırı değildir. Çünkü bu ibârede (yani beis yoktur tâbirinde) meşhur olan evlânın hilâfı manasına gelmesidir. Binaenaleyh sözün manası: «Evlâ olan sünnet kılmadan okumamaktır. Ama okursa beis yoktur,» demektir. Bu da sünnetin bununla sâkıt olmamasını ifâde eder. Hatta orada okuduktan sonra kılarsa sünnet vecihle kılınmamış sünnet olur. Onun için derler ki farzdan sonra konuşmuş olsa sünnet sâkıt olmaz. Ama sevâbı azalır.

«Binaenaleyh en azından evrad okumak sünneti iskât etmez.» Bu hususta Tilmîzi´de Hılye´de Kemâl´e tâbi olmuş ve şunları söylemiştir: «Şu halde Bakkâlî´nin sözündeki kerâhet, Keraheti tenzihiyeye haml olunur, Çünkü kerahet-i tahrimiye olduğuna delil yoktur. Hatta sünneti orada okuduktan sonra kılsa edâ edilmiş sünnet olur. Ama mesnun olan vaktinde kılınmamıştır. Üstâdımızın ifâde ettiğine göre sözümüz sünneti farzın kılındığı yerde kılan hakkındadır. Çünkü sünnetlerde hatta akşam sünnetinde bütün ulemaya göre efdal olan evinde kılmaktır. Yani, yol mesâfesinin iki namaz arasını ayırması mekruh olmaz.

Halebî´nin: «Kerahetten, keraheti tenzihiye kastedilirse hilâf ortadan kalkar.» sözü Kemâl´in Hulvânî hakkında söylediklerinin aynıdır. Çünkü ziyade tenzihen mekruh olunca evlânın hilâfı olur ki, beis yoktur tâbirinin manası da budur.

T E N B İ H: Bir kimse tesbihin sayısını otuz üçten fazla yapsa bazılarına göre mekruh olur. Çünkü edepsizliktir. Bunu lüzumundan fazla ilaç vermeğe, yahud lüzumundan fazla diş yapılan anahtarla temsil ve te´yid ederler. Bazıları mekruh değil, bilâkis yapılan ziyâde nisbette fazla sevap olacağını söylemişlerdir. Hatta mekruhtur diye itikad etmenin helâl olmadığını söyleyenlerde vardır.

Delilleri Teâlâ Hazretlerinin: «Her kim bir iyilik yaparsa ona o iyiliğin on misli sevâp vardır.» âyeti kerimesidir. En iyisi şübhe gibi bir şeyden dolayı ziyâde ederse mazur olur. Teabbüd için yaparsa mazur sayılamaz. Çünkü şârih hazretlerinin tayin ettiği şeyi düzeltmeğe kalkışmak olur ki bu memnu´dur, demelidir.» Bu satırlar ibn Hacer´in Tuhfe´ sinden kısaltılarak alınmıştır.

neslinur
Fri 26 March 2010, 04:53 pm GMT +0200
METİN

İmamın bulunduğu yerde nâfile kılması mekruhtur. Cemâat için bu mekruh değildir. Bazıları safları bozmanın, müstehap olduğunu söylemişlerdir. Hâniyye´de: «İmamın nâfile kılmak veya vird okumak için kıblenin sağına yani, namaz kılanın soluna yer değiştirmesi müstehaptır.» demişlerdir. Münye´de ise imam sağ ve sola dönmek veya öne arkaya yürümek yahud evine gitmek ve mezhebe göre uzak bile olsa hizasında namaz kılan bulunmadıkça velev on kişiden az olsun cemaata karşı dönmek arasında muhayyer bırakılmıştır.

İZAH

İmamın bulunduğu yerde nâfile kılması mekruhtur. Münye´den naklen aşağıda bildireceğimiz vecihle imam muhayyer olmak üzere yer değiştirir. Arkasından tetavvu (nâfile) namazı bulunmayan (ikindi gibi) farz bir namazı kıldıktan sonra kıbleye karşı yerinde oturup beklemek dahi mekruhtur. Nitekim Hulâsa´dan naklen Münye şerhinde böyle denilmiştir.

Hâniyye´nin ibâresinden anlaşıldığına göre buradaki kerahet. kerahet-i tenzihiyedir. Bu bapta yalnız kılan da imama uyan gibidir. Çünkü Münye ile şerhinde şöyle denilmektedir: «İmama uyan ile yalnız kılana gelince: Bunlar yerlerinde dururlar veya farz kıldıkları yerde nâfile kılmağa kalkarlarsa câizdir. En iyisi nâfileyi başka yerde kılmalarıdır.»

«Bazıları safları bozmanın müstehap olduğunu söylemişlerdir.» Tâ ki içeriye giren kimse hepsinin imamdan uzakta namaza durduklarını görünce şübhesi kalmasın. Bunu Bedâyi sahibi zikir ettiği gibi zâhire sahibi dahi imam Muhammed´den rivayet etmiştir. Muhit´te bunun sünnet olduğu bildirilmiştir. Nitekim Hılye´de de öyledir. Münye sahibinin: «En iyisi nâfile namazı başka yerde kılmalarıdır.» Sözünün manasıda budur. Hılye´de: «Bunların hepsinden daha güzeli bir mâniden korkmazsa nâfile namazını evinde kılmaktır.» denilmiştir.

Münye´de metinde beyân edildiği vecihle imam muhayyer bırakılmıştır. Ama oradaki tahayyir şöyledir: «Arkasından tetavvu namazı bulunmayan bir namazda ise muhayyerdir. İsterse sağına veya soluna yer değiştirir. Veya işine gider. Yahud yüzünü cemâata döner. Arkasından tetavvu namazı bulunan bir namazda olupta o tetavvu´u kılmağa kalkarsa ileri, geri gider, yahud sağa sola yer değiştirir, veya evine giderek nâfile namazı orada kılar.» Bu muhayyerlik yukarda Haniyye´den nakledilen muhayyirliğe aykırı değildir. Çünkü bu, câiz olduğunu beyan, öteki efdal olduğunu beyan içindir. Bundan dolayı Haniyye´de ve başkalarında sağ tarafın sol üzerine fazileti vardır. Diye ta´lil yapılmıştır. Lâkin bu fazîlet yalnız kıblenin sağına mahsus değildir. Namaz kılanın sağı hakkında da ayni şey söylenir. Hatta Münye şerhinde: «Sağından yer değiştirmesi evlâdır.» denilmiş. Bu söz sahibi Müslim´in bir hadisi ile te´yid edilmiştir. Bedâyi´de sağ ile solun arası müsavi tutulmuş ve şöyle denilmiştir: «Çünkü yer değiştirmekten maksad - ki namazda olup olmadığı hususundaki şübheyi gidermektir - Bunların her ikisi ile hasıl olur.» Yukarıda Hılye´den naklen arzettik ki bunların hepsinden daha iyisi nâfile namazı evinde kılmaktır. Çünkü Ebu Davud´un süneninde sahih bir isnadla rivayet edilen bir hadis de: «Kişinin evinde kıldığı namazı benim şu mescidimde kıldığı namazından daha fazîletlidir. Yalnız farz namazı müstesnâ buyurdular. Ben ve yalnız teravih namazımüstesnâ dedim.» buyurulmuştur. Nitekim başka ziyâdelerle birlikte vitir ve nâfileler bâbında gelecektir. Sonra kalkıp gitmek isterse ya sağ tarafından yahud sol tarafından kalkar.

Rasûlüllah (s.a.v.)in her iki tarafından kalkdığı sahih rivayetle sabit olmuştur. Ulema bununla amel edegelmişlerdir. Nitekim bunu tirmizi de söylemiş Nevevî ise: «İhtiyaç olup olmama hususunda iki taraf müsâvi ise sağ efdaldir. Çünkü hadislerin umumi meziyetler babında sağ tarafın daha fazîletli olduğunu göstermektedir. Nitekim Hılye´de de böyledir.

«Velev on kişiden az olsun» sözünden murad kıbleye dönmek mutlaktır. Cemaat şu sayıda olursa hüküm budur, gibi tafsilât yoktur. demektir. Hulâsa ve diğer kitablarda bu izah edilmiştir. Mukaddime şarihlerinden birinin bu husustaki sözüne itibar yoktur. Ona göre cemaat on kişi olursa imam onlara doğru döner. Çünkü bu takdirde cemaatın hürmeti kıblenin hürmetinden üstündür. On kişiden az olursa onlara karşı dönmez. Zira bu sefer kıblenin hürmeti cemaatın hürmetinden üstündür. Bu zatın söylediğinin fıkıhda aslı yoktur. Kendisi meçhul bir adamdır. Kâide olmayan yerlerde izinden gitmek şöyle dursun söylediği sözleriyle fukahanın sözlerine benzememektedir. Rivayet ettiği bu söz mevzuudur. (uydurmadır) Rasûlüllah (s.a.v.)´in üzerine uydurulan bir yafandır. Bil´akis bir tek müslümanın hürmeti kıblenin hürmetinden üstündür. Şu kadar var ki bir kişi imamın arkasına durmadığı için imam ona dönemez. Bir kişi imamın sağına durur. Cemaat iki kişi iseler İmamın arkasına dururlar imam da onlara döner. Çünkü mezkûr söz mutlaktır.

Fakat İmdâd sahibi bu hususta Hulâsa sahibine itiraz etmiş bunun Kudûrî şerhi Mecme-ur-Rivayât´da Bedriye hâşiyesinden naklen ebû Hanîfe´nin bir kavli olmak üzere nakledildiğini söylemiştir.

«Mezhebe göre uzak bile olsa» sözünü Zahîre sahibi imam Muhammed´in asıl namındaki eserinde beyan ettiği «hizâsında namaz kılan adam yoksa» ifadesinden almıştır. Çünkü bu ifâde mutlaktır. Sonra Zahire´de: «zâhir mezhep budur. Çünkü ayağa kalktığı vakit yüzü imamın yüzüne karşı gelirse aralarında saflar bile olsa mekruhtur.» denilmiştir. İbn-i emîr Hâcc ise Hılye´de bunun aksini daha ma´kul görmüş ve şöyle demiştir: «Öyle anlaşılıyor ki imamla onun hizâsında namaz kılan arasında oturan bir adam bulunurda sırtı namaz kılana dönük bulunursa imamın cemâata karşı dönmesi mekruh olmaz. Çünkü namaz kılanın önünde sütresi bulunsa önünden geçmek mekruh olmaz. Burada da öyledir. Ulemanın açıkladıklarına göre bir kimse bir insan yüzüne karşı namaza durur da aralarında sırtı namaz kılana dönük üçüncü bir şahıs bulunursû mekruh olmaz. İhtimal İmam Muhammed bunu bilindiği için kaydetmemiştir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır!..

METİN

Kırâat hakkında BİR FASIL

Sabah namazında, akşam ve yatsının ilk iki rekatında - edâ ve kaza hallerinde- cuma, bayram, teravih ve teravihden sonraki vitir namazından imamın cemaata göre âşikâre okuması vâciptir. Hâcetten fazla âşikâre okursa isâet etmiş olur. Bir kimse Fâtiha´yı veya Fâtiha´nın birazını gizli okuduktan sonra imam olursa Fâtiha´yı âşikâra olarak tekrarlar. Bahır.

Lâkin Münye şerhinin sonunda «bir kimseye Fâtiha´dan sonra imam olursa imamlığı kasdettiği takdirde sûreyi âşikâra okur. Aksi takdirde âşikara okuması lazım gelmez.» denilmektedir.

Vitir namazında âşikare okumak yalnız ramazana mahsustur. Çünkü ötedenberi yapılagelmiştir.

Ben derim ki: Musannıfın terâvihden sonra diye kayıtlaması söz götürür. Çünkü ramazanda teravihi kılmasa da imam vitir namazında âşikâre okur. Sahih kavil budur. Nitekim Mecme-ul-Enhur nâm kitabda da böyle denilmiştir. Evet, Kuhistanî´de kâideye uyarak: «farzlardan başka bayram ve vitir gibi namazlarda gizli okumak sebebiyle secde-i sehiv lazım gelmez. Ama âşikâra okumak efdaldir.» denilmiştir. Sâir yerlerde gizli okur. Peygamber (s.a.v.) vaktiyle bütün namazlarda âşikara okur idi. Sonra kâfirlerin ezâsından kurtulmak için öğle ile ikindide âşikâre okumayı tercih etti. Kâfi.

İZAH

Musannıf merhum namazın sıfatını. keyfiyetini, farzlarını. vaciplerini ve sünnetlerini beyandan sonra kıraatın (namazda kur´an okumanın) hükümlerini ayrı bir fasılda anlatmak istemiştir. Çünkü kıraatta başka rukünlerde olmayan fazla hükümler vardır. Hâcetten fazla sesli okur ise isâet etmiş olur. Zâhidî´de ebu Ca´fer´den naklen:

«Hâcetten fazla âşikare okursa daha fazîletlidir. Ancak kendini yorar veya başkasına eziyet verir ise o başka.» denilmiştir.

Bir kimseye Fâtiha´yı veya onun birazını gizli okuduktan sonra imam olursa Fâtiha´yı âşikare olarak tekrarlar. Çünkü cemaat olunca geri kalan kısmını sesle okumak vâcip olur. Fakat bir rekatta kıraatın yarısını sesle yarısını gizli okumak çirkindir. (âşikâre olarak tekrarlanması bundandır.) Bundan anlaşılıyor ki o kimse sureyi okuduktan sonra imam olsa hem Fâtiha´yı hem sureyi âşikare olarak tekrarlar. Araştırılmalıdır.

Münye şârihinin sözü yukarıdakini düzeltme mâhiyetinde ise de ayrı bir kavildir. Bu iki kavli Kuhistânî rivayet etmiş: «İmam Fâtiha´nın bir kısmını yahud bütününü gizli okursa veya namaza yalnız başına dururda sonra biri kendisine uyarsa Fâtiha´yı âşikare olarak tekrarlar. Nitekim Hulâsa´da da böyle denilmiştir. Bazıları tekrarlamayacağını Fâtiha´nın veya surenin kalan kısmını veya bütün sure kaldı ise tamamını âşikare olarak tekrarlayacağını söylemişlerdir. Nitekim Münye´de de böyledir.» demiştir. Kınye sahibi ikinci kavlı Kâdı Abdül-cebbâr ile feteva-i Suudiye nisbet etmiştir. Vechi şu olsa gerektir. Bundan Fâtiha´yı bir rekatta tekrarlamaktan ve vâcibi yerinden geciktirmekten korunmak vardır. Vacibi yerinden geciktirmek secde-i sehivi icap eder. Binaenaleyh mekruhtur. Bu bir rekatta hem âşikâre hem gizli okumaktan daha ehvendir. Şu da var ki bunun bir rekatta çirkin olması şaşmaz bir kaide değildir. Çünkü Münye şerhinin sonunda beyan edildiğine göre imam yanılarak âşikâre namazda Fâtiha´yı gizli okursa sonra hatırladığı takdirde sureyi âşikare okur. Fâtiha´yı tekrarlamaz. Bir Âyeti veya fazlasını gizli okursa onu âşikâre olarak tamamlar. Bütününü tekrarlamaz. Kuhistâni´de şöyle deniliyor: «Fâtiha´nın ekserisini âşikâre okursa kalanını gizli olarak tamamlayacağında hilâf yoktur. Nitekim Zâhidiye´de dahi böyledenilmiştir.»

Kuhistanî gizli namazda âşikâre okursa demek istiyor. Birinci kavlin Hulasa´da ve Bahır´da imam Muhammed´in asıl namındaki eserinden -Bu eser zâhir rivaye kitablarındandır- nakledilmesinden ikinci kavlin başka bir zâhir rivayet kitabından nakledilmemesi lazım gelmez. Binaenaleyh bu kavlin rivayet ve dirâyet yönünden zaif olması iddiası makbul değildir.

«İmamlığı kastettiği takdirde» ifâdesini Kınye sahibi feteva-i Kirmâni´ye nisbet etmiştir. Vechi şudur: İmam kendi hakkında yalnız kılan hükmündedir. Onun için kimseye imam olmayacağına yemin etse imam olmaya niyetlenmedikçe yemini bozulmaz. Cemaat sevabı da ancak niyetIe hâsıl olur.

Hizâsına kadın durur ise niyet bahsinde geçtiği vecihle ancak ona imam olmağa niyet etmekle namazı bozulur.

Vitir bâbında beyân edilecektir ki imam başkasına imam olmağa niyet etmedikçe kendisine birisi uyarsa mekruh işlemiş olmaz. Hal böyle olunca, hiç iltizâm etmeden imamlığın hükümleri ona nasıl sabit olur?

Vitir namazında âşikâre okumak yalnız ramazana mahsustur. Bunu İbn-i Nüceym´de Bahır nâmındaki eserinde söylemiştir. Bu söz Zeyleî´nın «imam olan vitir namazında âşikare okur.» ifâdesindeki matlub beyânına itirazdır. Musannıfın muradı vitir namazı ister ramazanda teravihden evvel kılınsın ister sonra kılınsın imamın âşikare okuması sünnettir, demektir. Lâkin buna da şöyle itiraz olunur. «Bu söz ramazandan başka bir zamanda vitir namazı cemaatla kılınır ise imamın gizli okumasını iktiza eder. Bu da açık bir delile muhtaçtır. Zeyleî´nin mutlak olan sözü buna muhâlif olduğu gibi ilerde gelecek «geceleyin kılınan nâfile namazda imam olan kavil bunun hilâfıdır.» demiştir.

Gerçi Kuhistâni vitir gibi namazlarda gizli okumak sebebiyle secde-i sehiv lazım gelmez.» Demiş ise de daha sonra düzeltme yaparak! sahih olan kavil bunun hilâfıdır.» demiştir.

Sair yerlerde gizli okur. Bunlardan murad akşam namazının üçüncü rekatı, yatsının son iki rekatı ve öğle ile ikindinin bütün rekatlarıdır. Velev ki Arafat´ta olsun. İmam Malik buna muhâliftir. Nitekim Hidâye´de bildirilmiştir.

METİN

Nitekim gündüzün nâfile kılan kimse böyledir. Yani gizli okur. Yalnız kılan kimse aşikâre okunan namazı edâ ediyor ise muhayyerdir. Ama aşikare okuması efdaldir. Aşikâre denilecek en az miktar ile yetinir. Mezhebe göre gizli okunan namazlarda gizli okuması vâciptir. Nasıl ki geceleyin yalnız başına kılan kimse gizli okumakla âşikâre okumak arasında muhayyerdir. O kimse imam olur ise nâfile farza tâbi olduğu için aşikare okur. Zeyleî. Yalnız kılan kimse âşikâre okunan namazı gizli okunan namazın vaktinde kaza ederse mesela: Yatsıyı güneş doğduktan sonra kılar ise gizli okuması vâcip olur. Musannıf vacipleri saydıktan sonra bunu böyle söylemiştir.

Ben derim ki: Bunu ibn-i Melek dahi Menâr şerhinin kaza bahsinde böyle zikir etmiştir. Musannıfesah kavil budur diyor. Nitekim Hidâye´de de böyle denilmiştir. Lâkin musannıfa bir çok kimseler itiraz etmiş o kimsenin muhayyer olacağını tercih etmişlerdir. Nasıl ki cuma namazının bir rekatına yetişmeyen bir kimse onu kazaya kalktığı vakit muhayyer olur. Âşikare okumanın en aşağısı başkasına işittirmektir. Gizli okumanın en aşağısı ise kendisine ve yanında olana işittirmektir. Bir veya iki kişi işitir ise âşikare okumuş sayılmaz. Âşikare okumak herkese işittirmektir. Hulâsa.

İZAH

Yalnız kılan kimse âşikare okunan namazı kılıyor ise gizli veya aşikar okumakta muhayyerdir. Ama kıldığı namazın cemâat heyetinde olması için âşikare okuması efdaldir. Onun için bu namazı ezan ve ikametle edâ etmesi efdal olur. Hadiste rivayet olunduğuna göre bir kimse yalnız kıldığı namazı cemaat heyetinde edâ ederse onun namazı ile birlikte bir çok melekler saf olarak namaz kılarlar.

Mezhebe göre gizli okunan namazlarda gizli okuması vâciptir. Bahır´da da böyle denilmiş, ve bununla İnâye sahibine red cevabı verilmiştir. Çünkü İnâye sahibi «Zâhir rivayeye göre o kimse muhayyerdir.» demiştir.

Ben derim ki: İnâye´nin söylediğini Nihâye. Kifâye ve Mi´raç sahibleri de söylemişlerdir. Tatarhaniye´de Muhit´ten nakil edildiğine göre o kimse gizli okunacak namazda âşikare okursa secde-i sehiv yapması lazım gelmez. Çünkü bir vâcibi terk etmiş değildir. Hidâye sahibi secde-i sehiv bâbında bunun illetini bildirerek «âşikâr ve gizli okumak cemâata mahsus şeylerdir.» demiştir. Şârih´ler bunun zâhir rivaye tarafından cevap olduğunu söylemişlerdir. Nevâdir rivayeti tarafından verilecek cevap secde-i sehiv lazım gelmesidir.

Zahîre nâm eserde «gizli okunacak namazda âşikare okunursa secde-i sehiv yapması lazım gelir.» denilmiştir. Zâhir rivayede ise secde-i sehiv lazım gelmediği bildirilmiştir. Evet Dürer´de Feth-ul-Kadîr ise Tebyîne uyarak gizli okumanın vâcip olduğu sahih kabul edilmiş; Münye şerhi ile Bahır, Nehir ve Mineh sâhipleri de bu yoldan yürümüşlerdir. Feth-ul-kadîr sahibi «yalnız kılana gizli okumak vacip olduğundan bunu terk etmekle secde-i sehiv vacip olur. demiştir.

«O kimse imam olur ise ilh...» yani geceleyin nâfile kılan kimse imam olursa âşikare okur. Bu ramazandan başka zamanlarda vitir namazının da ayni şekilde kılınmasını gerektirir. Çünkü gerek nâfilede ve gerekse vitirde cemaat. Tedaî suretiyle (biri diğerini çağırmakla) olursa mekruhtur. Tedaisiz mekruh değildir. Nâfilede âşikara okumak vâcip olunca vitirde dahi vacip olur. Nitekim Rahmetî´nin ifâdesine göre Zeyleî´nin ibâresi de bunu anlatmıştır.

Yalnız kılan kimsenin kaza ettiği namazı «gizli okunan namazın vaktinde kaza ederse» diye kayıtlanması âşikare okunan namaz vaktinde kaza ettiği takdirde muhayyer olacağı içindir. Meselâ güneş doğmazdan önce kaza etse âşikare namaz zamanı olduğu için muhayyerdir. Güneş doğduktan sonra kaza ederse gizli okuması vâcip olur. Burada Hidâye´nin bazı nüshalarında «güneş doğduktan sonra» yerine «fecir doğduktan sonra» denilmiştir. Musannıfın «esah kavli budur.» sözü Hidâye´de de mevcuttur. Orada şöyle denilmiştir: «Çünkü âşikâre okumak ya vâcip olarak cemaata mahsustur yahud da yalnız kılan hakkında ihtiyari olarak vakte mahsustur. Bunların ikisidebulunmamıştır.»

Burada musannıfa bir çok kimseler itiraz etmişlerdir. Hazâin´de şöyle deniliyor: «Hidâye sahibinin sahih gördüğü kavil budur. Fakat kendisine muvafakat eden olmamıştır. Gâye nâm eserde tenkid edilmiş. Fetih´de üzerinde durulmuş, Nihâye´de hakkında bahsedilmiş; Molla Hüsrev dahi bunun rivayet ve dirâyet yönünden sahih olmadığını kaydetmiştir. Şems-ül-eimme, Fahrul-islâm, imam Timurtâşî ve müteehhirîn ulemadan bir cemaat kazânın edâ gibi olduğunu tercih etmişlerdir. Kâdıhân «sâhih olan budur.» demiş Zahire, Kâfi ve Nehir´de bu kavlin esah olduğu bildirilmiştir. Şurunbulâliye´de itimad edilecek kavlin bu olduğu söylenmiş vechide bildirilmiştir. Hidâye´nin istidlâline cevap verilmiş inhisar memnu´dur denilmiştir. Çünkü muhayyer olan âşikâra okumanın başka bir sebebi bulunması ve edâya muvafık olması câizdir.

Cuma namazının bir rekatına yetişemeyen bir kimse onu kazaya kalktığı vakit muhayyerdir. İsterse gizli isterse aşikar okur. Halbuki vakit gizli okunacak namaz vaktidir. Bundan anlaşılır ki âşikâre okumanın sebebi sadece cemâata ve vakte mahsus değildir. Belki başka bir sebebi vardır. Hidâye sahibinin söyledikleri buna aykırıdır. Bu mesele ulemadan bir cemâatın tercih ettikleri kavle delildir. Şârih´in meseleyi yalnız Cuma´ya münhasır bırakmasının vechi bu izahdan anlaşılır. Halbuki mesele yalnız Cuma´ya münhasır değil yatsı ve emsâli bir namazın bir rekatına yetişemeyenin hükmüde budur. Çünkü maksad gizli namaz vaktinde kaza edilen namazda aşikare okumayı isbat etmektir. Mutlak olarak her vakitte kaza edilen namazda cehrî isbat değildir. Anla!

Malumun olsun ki ulema kıraatın hududu hakkında ihtilaf etmişler ortaya üç kavil çıkmıştır. Hinduvânî ile fazlî kıraat mevcud olmak için sesi çıkıp kulağına erişmesini şart koşmuşlardır. Şâfiî´nin kavli de budur. Bişir-i, Müreysî ile imam Ahmed´e göre kulağına erişmese bile sesin ağızdan çıkması şarttır. Fakat bir parça işitilmesi de şarttır. Meselâ: Bir adam kulağına ağzına koymuş olsa işitecek kadar olmalıdır. Kerhî ile Ebu Bekr Belhî işitmeyi şart koşmamış harfleri doğru teleffuz etmek şartiyle yetinmişlerdir. şeyh-ul-İslâm, Kadıhân, Muhit sahibi ve Hulvanî Hinduvâ´nın sözünü tercih etmişlerdir. Mi´rac-ud-Dırâye´de dahi böyle denilmiştir. Müçtebâ´da Hinduvâ´niden naklen ağzından çıkanı kulakları veya yanındakiler işitmedikçe câiz değildir, denilmiştir.

Bu söz Hinduvâ´niden yukarda nakledilene aykırı değildir. Çünkü kendisinin işittiği bir şeyi yanındaki de işitir. Nitekim Hılye ve Bahır´da da böyle denilmiştir. Sonra Fetih sahibi Hinduvanî ile Beşîr´n sözleri bir olduğunu tercih etmiştir. Şuna binaen ki ses bölündü mü mâni yok ise işitilir. Bahır sahibi ise Hılye´ye uyarak bunun Zâhire muhalif olduğunu söylemiştir. Kavilleri üçtür. Hayreddin Remlî Fetvâsında Fetih sahibinin mutalâasını söz götürmez bir şekilde te´yid etmiştir. Ona müracaat edebilirsin. Hayreddin´nin beyânına göre Hinduvanî ile Kerhî´nin söyledikleri sahih kabul edilmiştir. Fakat Hinduvâ´nın ki daha sahih ve tercihe şâyandır. Çünkü ulemamızın ekserisi ona itimad etmişlerdir.

Buraya kadar sana anlattıklarımızdan anlamışsındır ki, buradaki gizli ve âşikara okumanın tarifi Hinduva´nın sözüne mebnidir. Çünkü ona göre kırâatının en aşağı hududu kulağına erişecek sesin çıkmasıdır. Velev ki hükmen olsun. nitekim ortada sağırlık veya gürültü gibi bir mâni bulunursa hükmen işitmiş sayılır. «Gizli okumanın en aşağısı kendi işitecek kadar seslenmesidir.» Sözünün manasıda budur. Yanındakinin işitmesi âdetin lazımı söylemektir. Kuhistâni ve diğer kitablarda yahud kelimesiyle «yahud yanındaki işitecek kadar» denilmiştir ki bu maksadı daha açık ifâde eder.

«Âşikare okumanın en aşağısı başkasına işittirmektir.» Sözüde buna ibtinâ eder. Bundân maksad yakınında olmayanın işitmesidir. Onun içindir ki Hulâsa ve Hâniyye´de Cami-us-Sağir´den naklen «imam gizli okunan namazda bir veya iki kişi işitecek kadar okusa âşikâre okumuş sayılmaz. Âşikâre okumak herkesin işitmesi ile olur.» denilmiştir.

Buradaki herkesden murad: Birinci safdakilerdir. Bütün namaz kılanlar değildir. Buna delil Kuhistânî´nin Mes´udiyeden naklen «imamın âşikare okuması ilk safdakilere işittirmesidir.» sözüdür. Bundan anlaşılır ki Hulâsa´nın sözünde müşkil bir taraf yoktur. Bu söz Hinduvânî´nin sözüne de aykırı değil bil´akis onun üzerine yapılmış fer´î bir meseledir. Delili şudur ki Mi´rac sahibi onu fazlî´den nakletmiştir. Biliyorsun fazlî Hinduvânî´nin sözünü kabul etmiştir. Bu suretle anlaşılır ki gizli okumanın en aşağı hududu kendine yahud yanındaki bir veya iki adama işittirmektir. En yükseği ise mücerred harfleri sahih olarak söylemektir. Nasıl ki Kerhî´nin mezhebide budur. Fakat esah olan kavle göre burada mûteber değildir. Âşikare okumanın en aşağı derecesi birinci safdakiler gibi yanında olmayanların işitmesidir. Yüksek derecesinin haddi yoktur. Bu makamın yazısını ganimet bil! Zira burada birçok kimselerin anlayışı muztaribtir.

METİN

Bu bahis edilenler. kesilen hayvana besmele, secde-i tilavetin vâcip olması. köle âzâdı, karı boşamak istisnâ vesaire gibi söze taalluk eden her şeyde geçerlidir. Bir kimse karısını boşar veya istisnâ yaparda ağzının söylediğini kulağı işitmez ise sahih kavle göre sahih olmaz. Bazıları satış gibi şeylerde müşterinin işitmesinin şart olduğunu söylemişlerdir. Meselâ Yatsının iki rekatında sureyi Velev ki kasden olsun terk ederse onu son iki rekatta Fatiha ile birlikte âşikare okuması vacip olur. Bazıları menduptur demişlerdir. Çünkü bir rekatta hem aşikare hem gizli okumayı bir araya getirmek çirkindir. Sureyi okumadığını rükûda hatırlar ise dönerek onu okur ve tekrar rüku eder.

İZAH

«Bu bahis edilenler» yani konuşmanın tahakkuk ettiği en aşağı derecenin kendinin veya yanındakinin işitmesi sayılması taalluk eden her şeyde geçerlidir.

«Esah kavle göre» tâbirinden murad Hinduvâni´nin kavlidir. Yukarda geçtiği vecihle Kerhî´nin kavline göre kendi işitmese bile söylediği sahih kabul edilir. Çünkü o sadece harfleri sahih söylemekle yetinir.

Bazılarından murad zâhire sahibidir. O bu sözü muhtelif meselelerin şerhinde Kâdı Alaaddîn´e nisbet etmiş ve şöyle demiştir: «Bence esah olan şudur ki bazı tasarruflarda kendi işitmesi ileyetinir. Bazılarında ise başkasının işitmesi şarttır. Meselâ satışta müşteri kulağını satanın ağzına yaklaştırırda işitirse kâfidir. Ama satan kendisi işitirde müşteri işitmez ise kâfi değildir. Şu meselede öyledir: Bir kimse filan ile konuşmayacağım diye yemin ederde onun işitemeyeceği bir yerden kendisine seslenir ise yemini bozulmaz. Kadı bunu yeminler içinde söylemiştir. Çünkü yeminin bozulmasının şartı o kimse ile konuşmaktır. Bu mevcud değildir.»

Nehir sahibi diyor ki ben de: «Tamâmı kabule bağlı olan her şeyde hükmün böyle olması gerekir. Velev ki nikah gibi mubadele olmayan bir akid olsun.» derim. Şârih bu kavle itimad etmemiş Fetih sahibine tâbi olarak «bazıları» tabiriyle buna işarette bulunmuştur. Kezâ Kâfi nâm eserde de «denilmiştir.» Tâbiri kullanılarak bu kavlin zaifliğine işaret edilmiştir. Şurunbulâliye´de de öyledir. Lâkin kâfi sahibi Hılye ve Bahır´da bu kavli tercih etmiştir. O daha güzeldir. Buna delil eyman bahsindeki meseledir.

Şârih´in meselâ kelimesini ziyade etmesi sureyi bir rekatta terk etmesine şâmil olsun diyedir. Acaba bu sureyi üçüncü veya dördüncü rekatta okuyacak mıdır? Burası kayda şâyandır. Meseleyi bir de akşam namazı gibi yatsıdan başka namazlara da şâmil olmak için ziyade etmiştir. Çünkü sureyi akşam namazının ilk iki rekatından birinde terk ederse üçüncü rekatta okur. İkisinde de terk ederse üçüncü rekatta bir Fatiha ile bir sûre okur. Öteki kalmıştır, yanılarak bırakmış ise onun için secde-i sehiv yapar. Meseleyi birde gizli okunan dört rekâtlı namazlarda şâmil olsun diye ziyâde etmiştir. Sureyi onlarında son iki rekatında okur. Bunu Tahtavî ifâde etmiştir. Musannıfın: Hâssaten yatsıyı zikir etmesi başkalarından ihtiraz (korunmak) için değil son iki rekatta âşikare okur dediği içindir. Onun için şârih meselâ tâbiriyle sözü umumileştirmeğe işaret etmiştir.

«Velev ki kasden olsun» sözü metinlerin mutlak ifâdelerinden alınma bir manadır. Nehir sahibi de bunu söylemiş ve bu kavli kimseye nisbet etmemiştir. Herhalde onu metinlerin mutlak ibâresinden almış olacaktır. Yoksa fetevâ ve şerhlerin izâhatı bu meselenin unutan hakkında vaz edildiğini gerektirir. Bunu Hayreddin Remlî söylemiştir.

«Bazıları mendubtur demişlerdir.» Şârih bu sözle esah kavlin vâcip olduğuna işaret etmiştir. Çünkü imam Muhammed câmîi sağirde buna işaret etmiş ihbar lafzı ile «onu okur» demiştir. Vücûp manasında ihbar sîgası emirden daha kuvvetlidir. Asıl nâm eserinde müstehap olduğunu açıklamıştır.

Gayet-ül-Beyân sahibi diyor ki: «Esah olan câmii sağîr´ın sözüdür. Çünkü bu iki eserin son yazılanı odur.» Fetih sahibi ise bunu red etmiş Asıl´dakinin daha açık olduğunu rivayet hususunda ona itimad edilmesi gerektiğini söylemiştir. İhbar sigasının emir sigasından daha kuvvetli olduğunu Bahır sahibi red etmiş «bu başkasının ihbarında değil şeriât sahibinin ihbarındadır. Binaenaleyh mezhep müstehap oluşudur.» demiştir. Nehir´de «şübhesiz ki müçtehidin emri şeriat sahibinin emrinden çıkmaktadır. Haber vermesi de öyledir. Evet Sâdiye hâşiyelerinde bildirildiğine göre ihbar sigası vücûp manasındaki emirde kullanılır ise delil olur bu ise memnudur.

Ben derim ki: Neden müstehap olması kasdedilmiş olmasın buna karîne Asıl nâm eserin sözüdür. Nitekim evvelce geçen sol ayağını döşer, ellerini uyluklarının üzerine koyar ve emsali sözlerinden de müstehapdır manası kastedilmiştir.» deniliyor.

Hâsılı Fetih, Bahır ve Nehir sahibleri mendup olduğunu tercih etmişlerdir. Çünkü imam Muhammed´in açık olan kavli budur.

Musannıf «Fâtihi ile beraber» sözü ile iki şeye işaret etmiştir.

Birincisi: Fâtiha´nın evvel okunması.

İkincisi de Fâtiha´nın vacip olmasıdır.

Bunların her ikisi hakkında ikişer kavil vardır. Birincide Fâtiha´nın önce okunması kavlini. İkincide vâcip olmadığını tercih gerekir. «Çünkü bir rekatta âşikare ve gizli okumayı bir araya getirmek çirkindir.» Sözü ile şârih musannıfın «âşikare okuması vacip olur.» Sözünün hem Fâtiha, hem sureye raci olduğuna işarette bulunmuştur. Zeyleî bu kavlin zâhir rivâye olduğunu söylemiş Hindiye´de dahi bu sahihlenmiştir. Timurtâşi ise, sâdece sureyi âşikare okumanın sahih olduğunu söylemiştir. Şeyh-ul-islâm bu sözü cevabın en açık olanı saymış Fahr-ul-İslâm´da doğru olduğunu söylemiştir.

Çirkinlik lazım gelmez. Çünkü sure takdiren yerine iltihak eder. Bundan anlaşılan şudur ki bir rekatta gizli ve âşikar okumayı bir araya getirmek kıraat yerinde olduğu ve üst tarafına iltihak etmediği vakit bil´ittifak mekruh olur. Ama buna faslın evvelinde takdim ettiğimiz fer´î meseleler aykırı düşer.

Sureyi okumadığını rükûda hatırlarsa dönerek onu okur ve tekrar rükû eder. Çünkü namazda okunan kıraat farz olur. Ve rükûun hükmü kalkar. Tekrarı lazım gelir. Zira kırâat ile rükû arasında tertip farzdır. Nitekim izâhı vacipler bahsinde geçmiş idi. Hatta rükûu tekrarlamaz ise namazı bozulur. Ve hatta kıraat için ayağa kalkarda sonra hatırlayarak secde eder okumaz ve rükûda tekrarlamaz ise, bazıları namazın bozulacağım bazıları da bozulmayacağını söylemişlerdir.

Kıraat ile kunut arasındaki fark - ki rükûunda kunutu yapmadığını hatırlarsa onu tekrarlamaz idi - Beyân ettiğimiz kıraatın farz olmasıdır. Kunut ise, tekrarlandığı vakit vacip olur. Bunun izahı şudur: Kıraat her ne kadar farz, vacip sünnet olmak üzere üç kısma ayrılsa da uzatıldığı vakit farz olur. Rukû ve sücûdu uzattığı zaman dahi ekser ulemanın kavline göre böyledir. Esah olan da budur. Çünkü Teâlâ hazretlerinin: «Kolayınıza geleni okuyun.» âyeti kerimesi iki şeyden birinin vacip olduğunu bildirmek içindir. Bir âyeti veya fazlasını mutlaka okuyacaktır:. Çünkü «kolayınıza gelen» ifâdesi her farza şâmildir. Binaenaleyh ne okursa farz yerine geçer.

Üç kısma ayrılmanın manası şu kadar okursa farzdır; şu kadar okursa vâcibtir; daha aşağı okursa mekruhtur; ondan fazlaca okursa sünnettir; demektir. Yoksa ilk okuduğu âyet farz ondan sonraki şu hadde kadar vâcip ondan sonraki şu hadde kadar sünnettir demek değildir. Çünkü biz ilk âyetten sonra okunanı vâcip olarak ona katar isek farza vacibe inkılap etmiş olur. Onu yalnız başına nazar itibara alır ise Fâtiha´nın vacip olduğunu söylemişlerdir. Vacipten sonra sünnet hududunakadar söylenecek söz yine budur.

Münye şerhinin secde-i sehiv bâbında da böyle denilmiştir. Bir benzeri de Fetih´tedir. Bu ince bir tahkiktir onu ganimet bil!

neslinur
Fri 26 March 2010, 04:54 pm GMT +0200
METİN

İlk iki rekatta Fatiha´yı terk ederse son iki rekatta onu kaza etmez. Çünkü tekrar lazım gelir. Rükûa gitmeden önce hatırlar ise Fatiha´yı okur sureyide tekrarlar. Mezhebimize göre kıraatın farz miktarı bir âyettir.

Âyet, lügatta nişan manasına gelir. Örfen Kur´an´ı Kerim´den belli başlı bir kısımdır ki en azı velem yelid âyetinde olduğu gibi bir kelime olursa esah kavle göre onu bir kaç defo tekrarlarsa, bile sahih olmaz. Meğer ki hâkim hüküm etmiş ola. Bu takdirde câiz olur. Bunu Kuhistânî söylemiştir.

Uzun bir âyeti iki rekatta okur ise esah kavle göre bil´ittifak namaz sahihdir. Çünkü uzun bir âyet üç kısa âyetten fazladır. Bunu Halebî söylemiştir.

İZAH

İlk iki rekatta Fâtiha´yı terk ederse son iki rekatta onu kaza etmez. Çünkü tekrarı lazım gelir. Tekrar ise meşru değildir. Bu onu iki defo okuduğuna göredir. Bir defa okur ise koza olmaz. Nitekim Nihâye´de de böyle denilmiştir. Çünkü Fâtiha yerinde okunmuştur. Lâkin Şeyh-ul-İslâm müfti Ebu-s-Suûd efendi Nihâye´nin sözü üzerine şunu yazmıştır:

«Ben derim ki: Şübhesiz son iki rekatta Fâtiha´yı okumak vâcip değildir. Zâhir rivayeye göre o dua vechi ile okunur. Velev ki Hasan b. Ziyâd´ın rivayetine göre vacip olsun. Şu izâha göre Fâtiha´yı bir defa okuduğu vakit o rekata sayılması teayyün etmez. Bilirsin ki zâhîr rivayeyi yani Fâtiha´nın tekrarı lazım gelmemesini bizim meselemizde Hasan´ın rivayetine binâ etmek güzel değildir.» Yâni sûre bunun hilâfınadır. Çünkü son iki rekat surenin edâ yeri değildir. Binaenaleyh onun kazâsı için muhal olabilir. Meselenin tamamı şeyh-i İsmâil Nablusî şerhindedir.

Anlaşıldığına göre Şârih´in «rükûdan önce» sözü ihtirazi bir kayd değildir. Onu rükûda da hatırlasa hüküm yine birdir. Zira daha önce bildirildiği vecihle sûreyi okumadığını rükûda hatırlasa dönerek onu tekrarlar. Arkasından rukûu da tekrarlar. Fâtiha´yı tekrarlaması evleviyette kalır. Çünkü Fâtiha daha kuvvetlidir. Bunu Rahmetî söylemiştir. Yine Rahmetî´nin beyânına göre dönerek Fâtiha´yı okuyan o kimse sûreyi de tekrarlar. Çünkü sure Fâtiha´ya tabi olarak meşru kılınmıştır.

Mezhebden murad İmam A´zam´dan nakledilen zâhir rivayedir. Bu rivayeye göre kıraatın farz miktarı bir âyettir. Hazreti imamdan diğer bir rivâyeye göre Kur´an ismi verilecek miktar olup bir kimse ile konuşmak istemesine benzememesi şarttır.

Kuduri İmam-A´zam´ın sahih olan mezhebi bu kavil olduğunu fakat bir lisan ile söylemiş; Zeyleî dahi şer´î kâidelere daha yakın olması sebebiyle bu kavli tercih etmiştir. Zira mutlak söz en az miktara hamledilir. Bahır sahibi: «Bu söz götürür bilâkis mutlak söz kâmile hamledilir.» demiştir.

Ben derim ki: Bu kabul edilemez şu sebeple ki, zimmetin borçtan kurtulması kâmil şekle bağlı değildir. öyle olmuş olsa rükû ve sücûdda Tume´nitenin (âzâ sükûnet bulacak kadar durmanın) farzolması lazım gelir idi. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Bu rivayete göre İmam-Azam (sümme abese) gibi kısa âyetle namazın câiz olmayacağına kaildir.» Yani bu kadarcık kıraat konuşmağa ve bir şeyi haber vermeğe benzer demek istemiştir.

İmam-A´zam´dan üçüncü bir rivaye göre kıraatın farz olan miktarları üç kısa âyet yahud uzun âyettir ki, imameynin kavilleride budur. Âyetin metindeki tarifini Hılye sahibi Alaeddîn Pehlivânî´nin Keşşâf hâşiyesinden nakletmiştir.

Nehir sahibi de Şâtıbe şerhinde bu manada bir tarif rivayet etmiştir ki o da şudur: «Âyet velev takdiren olsun başı sonu belli ve sûre içersinde bulunan cümlelerden mürekkep Kur´andır.» «Velev takdiren olsun» sözü ile şârih Bahır sahibine red cevabı vermeğe işaret etmiştir. Bahır sahibi buradaki tarife itiraz etmiş ve «lemyelid» bir âyettir onun için İmam A´zam onunla namaz kılmayı, câiz görmüştür. Halbuki bu âyet beş harflidir demiştir. Red cevabının izahı da şudur: «lemylid»´in aslı «lemyuled» dir. Binaenaleyh o takdiren altı harflidir.

Lâkin ben Hılye ve Bahır´da adı geçen hâşiyelerden naklen şöyle denildiğini gördüm «âyetin suret itibariyle en az altı harfli olması şarttır» Şu halde buradaki red cevabı yerinde değildir. Evet Nehir´de şöyle denilmiştir: Âyet beş harfli olanla onu takip edendir. Bundan dolayı ihlâs suresinin dört âyetten ibâret olduğunu söyleyenler vardır. Bazıları beş âyet olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh haşiyelerdekinin birinci kavle binaen söylenmiş olması câizdir.

Esah kavle göre altı harfli âyet «müd hâmmetân» gibi bir kelime olur ise namaz sahih değildir. S, K, ve N birer harfden ibâret kelimelerde öyledir. Lâkin Hılye ile Bahır´da bildirildiğine göre Üsbicabî´nin câmii Sağîr´de ve kezâ Tahavî şârihi ile Bedayî sahibinin bildirdiklerine göre «müd hâmmetân» âyeti ile İmam-A´zam´a göre hilâf rivayet edilmeksizin namaz câizdir.

Hâkimin hüküm etmesi şöyle olur: «Bir kimse kölesinin âzad olmasını» «sahih bir namaz kılarsam diye namaza ta´lik ederde tekrarsız veya tekrar ederek «müd hâmmetân» âyeti ile namaz kılarsa ve hâkime müracâat ettikleri vakit bu miktar kıraatle namazın sahih olduğunu kabul ederek kölenin âzad olduğuna hüküm verirse zımnen namazında sahih olduğuna hüküm vermiş olur ki bu suretle namaz bil´ittifak sahih olur. Çünkü içtihad götüren bir yerde hâkimin hüküm vermesi hilâfı ortadan kaldırır. Bunu Halebî söylemiştir. Zira uzun bir âyet üç kısa âyetten fazladır». Bu söz İmam-A´zam ile imameynin mezheplerin birden ta´lildir. Zira uzun bir âyetin yarısı üç kısa âyetten fazla ise imameynin kavline göre namaz sahihdir. Bir âyetle yetinilen İmam-A´zam´ın kavline göre evleviyetle sahih olur.

Bahır sahibi diyor ki: «Ulemanın bu ta´lillerinden her rekatta okunanın yarım âyet olması şart kılınmadığı anlaşılır. Bilakis okunan miktar örfen kıraat sayılır ise kâfidir.»

Ben derim ki: Bir âyetten az miktarla yetinmek İmam-A´zam´dan nakledilen ikinci rivayete göre olmak gerekir. Çünkü zâhir rivaye olduğu bildirilen yukarıki ilk rivayete göre tam bir âyet okumak şarttır.

TENBİH: «Uzun bir âyetin en az ne kadarını okumanın yeteceğini beyan eden görmedim. Bahır sahibinin sözünden anlaşılan başkalarının yaptığı gibi bu işi en kısa âyetin harflerine değil örfehavale etmiş olmasıdır.

Şu halde bir kimse İmam-A´zam´a göre vacip olan üç âyet miktarı okumak istese uzun âyetten örfen kıraat denilebilecek miktarın üç mislini okuması lazım gelir. Bu sebepledir ki ulema meseleyi âyet-el-Kürsî ve mudâyine âyeti ile misallendirmişlerdir.

Tatarhâniyye, Mirâc ve diğer kitaplarda bildirildiğine göre bir kimse âyet-el-kürsî yahud mudâyene âyeti gibi uzun bir ayetin birazını bir rekatta bir kısmını da ikinci rekatta okusa ebu Hanife´nin kavline göre câiz olup olmayacağı hususunda ulema ihtilâf etmişler; bir takımı câiz olmayacağını söylemişlerdir. Çünkü o kimse her rekatta tam bir âyet okumamıştır. Ekser ulema ise câiz olacağını söylemişlerdir. Çünkü bu gibi uzun âyetlerin yansı üç kısa ayetten fazla yahud üç kısa âyete denktir. O kimsenin kıraatı üç ayetten az değildir. Lâkin bu son ta´lil çok defa kelimelerde veya harflerde sayının nazar itibara alınacağını gösterir. Bunu ulemanın: «En kısa sureye denk bir âyet okursa câizdir.» Sözleri ifade eder. Bazı ibârelerde üç kısa âyete denk bir uzun ayet okursa câizdir.» denilmiştir.

Yani «sümme nazar ve sümme abese» gibi kısa ayetlere denk olan demek istemişlerdir.

Üç kısa âyetin miktarı kelime itibariyle on kelime harf itibariyle otuz harf olmalıdır. Ayet-el-kursi´nin başından «Lâ te´huzühü sinetüvvela nevm» kadar okusa bu miktara ulaşmış olur. Söylediğimize göre her rekatta bu miktar ile yetinir ise vacibi ifâ nâmına kâfidir. Bu hususta bir şey söyleyen görmedim.

METİN

Âyeti ezberlemek farz-ı ayındır. Her mükellef üzerine ale-t-Tâyin sabittir. Bütün kur´anı ezberlemek ise farzı kifâyedir. Herkesin ezberlemesi sünneti ayın olup nâfile ibâdetten efdaldir.

Fıkıh öğrenmek ise ikisinden de efdaldir. Fâtiha´yı ve bir sureyi ezberlemek her müslümana vâciptir. Vacibten bir şey noksan bırakmak mekruhtur.

Seferde mutlak olarak vücûben Fâtiha´yı okumak ve herhangi bir sure ile yetinmek sünnettir. Yani karar halinde de firar halinde de hüküm budur. Zarurette ise hâle göre hareket edilir. Cami-us-Sağir´de de böyle mutlak bırakılmıştır. Bahır sahibi bunu tercih ile Hidâye ve diğer kitablardaki tafsîli red etmiştir. Nehir sahibide Bahır´ın sözünü red ederek Hidâye´nin söylediklerinin doğru yazıldığını kaydetmiştir.

İZAH

Tahrir şerhinde Farz-ı ayın ile farz-ı kifâyenin farkı şöyle yapılmıştır.

Farz-ı kifâye, fâiline bakmaksızın yapılması istenen ve gereken şeydir.

Forz-ı ayın öyle değildir. Onun fâiline bakılır. Ve fiilin husûli muayyen şahısdan istenir.

Kur´an´ı Kerim´i her mükellefin ezberlemesi sünnettir. Sünnet-i ayın tâbirinde sünnetin de sünnet-i ayın ve sünnet-i kifâye namlariyle iki kısma ayrıldığına işaret vardır. Misâli Ulema teravih namaziyle vermişlerdir. Teravih namazı herkese sünneti ayındır. Her mahallede cemâat ile kılınması ise sünnet-i Kifâyedir. Fıkıh öğrenmek ise ikisinden de yani bazı kimseler Kur´an´ı Kerim´iezberledikten sonra Kur´an´ı ezberlemekden de nâfile ibâdettende efdâldir. Fıkıh´dan muradı dini hususunda ihtiyacından fazlasını öğrenmektir. Aksi takdirde yani muhtaç olduğunu öğrenmek farz-ı ayındır.

Bir sureden murad en kısa sure yahud onun yerini tutacak üç kısa âyettir. Vacibden bir şey noksan bırakmak kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. Nitekim sünnetten bir şey noksan bırakmak da kerahet-i tenzihiye ile mekruh olur. Mültekâ şerhinde de böyle denilmiştir.

Karar halinden murad emniyet, firardan muradda acele etmektir. Aceleye firar denilmesi seferde acele ekseriyetle korkudan ileri geldiği içindir. «Cami-us-Sağîr´de de böyle mutlak bırakılmıştır.» ibâresine itirazla şöyle denilebilir «Cami-us-sağirde mutlak sözü yoktur. Ancak orada sefer kayıdsız zikir edilmiştir. Bundan da sair metinlerde olduğu gibi mutlak manası anlaşılmıştır. Musannıfın mutlak sözünü zikir etmesi üstâdı Bahır sahibi bunu tercih ettiği içindir.

Malûmun olsun ki Hidâye´de yolcunun Fâtiha´yı ve herhangi bir sureyi okuyacağı bildirildikten sonra şöyle denilmiştir: «Bu yola çıkmak için acele edildiği zamandır. Emniyet ve karar halinde ise sabah namazında burûc ve inşikâk gibi bir sure okur. Çünkü hafifletilmekle beraber sünnete riâyet etmesi mümkündür.

«Bahır sâhibi bunu red etmiş; rivayet ve dirâyet´te bunun itimad edilecek bir aslı olmadığını söylemiştir. Rivayette aslı yoktur; çünkü metinlerin cami-us-sağîr´e uyarak mutlak bırakılmaları emniyet hâline de şâmildir. Binaenaleyh sünnete riayet etmesi gerekir. Yolculuk hafiflik hususunda tesirli olsa da birûc suresi kadar diye tehdid etmek için mutlaka bir delil lazımdır. Böyle bir delil nakledilmemiştir. Bahır sahibinin bu sözleri Hılye´den kısaltılmıştır. Nehir sahibi buna cevap vermiştir.

neslinur
Fri 26 March 2010, 04:59 pm GMT +0200
İMAMLIK BÂBI



METİN


İmamlık, kübrâ ve suğra nâmiyle iki kısımdır.

İmamet-i Kübrâ (büyük imamlık) kullar üzerinde umumî tasarrufa hak kazanmaktır. Bunun tahkiki kelâm ilmindedir. Büyük imamı nasb ve tayin etmek vaciblerin en mühimlerindendir. Onun içindir ki Ashabı kiram onu mucizeler sahibini defîn etmezden önce ele almışlardır.

İmamın müslüman, hür, erkek, âkıl baliğ, muktedir, kureyş kabilesine mensup olması şarttır. Hâşimî ulvî ve mâsum olması şarttır. Fâsık birini İmam tayin etmek mekruhtur. Fısk sebebiyle İmam azl edilir. Ancak bir fitne çıkacaksa azl edilmez. İmamın selâhı için dua etmek vaciptir. Zaruretten dolayı zorbanın sultanlığı sahihtir.

İZAH

İmâmet kelimesi «emme» fiilinin masdarıdır. Emm-en-nâse insanlara İmam oldu. Ona yalnız kıldırdığı namazda tâbı olurlar; manasına geldiği gibi hem namazında hem de emir ve yasaklarında ona tâbi olurlar manasına da gelir.

Namazdaki imamlığa imamet-i suğrâ (küçük imamlık)

İkinciye imamet-i kübrâ (büyük imamlık) derler. Bu bap imamet-i suğrâ için tahsis edilmiştir. İmamet-i Kübrâ hakikatta fıkıh bahislerinden olduğu zirâ onu ifâ farz-ı kifâye sayıldığı. imamet-i suğrâ da ona tâbi olup onun üzerine kurulduğu için Şârih onun bahislerinden bir nebzesine temâs etmiştir. Mezkûr bahisler kelâm ilminde gerektiği şekilde izah olunmuştur. Velev ki kelâmdan değil onun tamamlayıcıları olsunlar. Çünkü Hulefâ-i Râşidin´e sögmek ve benzeri fâsid inançlar bid´atçılar tarafından ortaya atılmıştır.

İmamet-i Kübrâyı Makâsıd sâhibi: «Din ve dünya hususunda Peygamber (s.a.v.)e halife olarak umumî bir riyasettir.» diye tarif etmiş; Peygamberliği tarifden hâriç bırakmak istemişse de hakikatta peygamberlik tarifde dahil değildir. Çünkü o şeriatla gönderilmedir. Nitekim peygamberin tarifinden de anlaşılır. Peygamberin umumî tasarrufa hak kazanması peygamberlik üzerine terettüp eden bir imamlıktır. Bu tarifte dahildir. Umum kaydiyle hakimlik, emîrlik gibi şeyler tarifden hâriç kalır. Riyâset tahkik edilince tasarrufa hak kazanmaktan başka birşey olmadığı anlaşılınca şârihde: «Umumi tasarrufa hak kazanmaktır» şeklinde ifâde etmiştir. Bunu Allâme Kemâl b. ebî Şerîf, üstâdı Kemâl bin Hümâm´ın «el-Mü-sâyere» nâmındaki kitabının şerhinde böyle söylemiştir.

Büyük imamı (yani halifeyi) tayin etmek en mühim vazifelerden biridir. Çünkü şer´î vacîblerden bir çoğu buna bağlıdır. Onun için Akâid-i Nesefiye´de şöyle denilmiştir: «Müslümanların hükümlerini tenfiz edecek, şer´i cezâlarını tatbik ve sınırlarını muhafaza ile ordularını hazırlayacak, zekâtlarını alacak, yol kesici zorba ve hırsızları kahr edecek, cuma ve bayramları kıldıracak, hukuki isbât eden şâhidleri kabul edecek, velîleri olmayan küçük kız ve oğlanları evlendirecek ve ganimetleri taksim edecek bir halîfeleri bulunması mutlaka lazımdır.»

Mucizeler sahibinden murad bittabî Peygamberimiz (s.a.v.)dir. Pazartesi günü vefât etmiş salı günü yahud çarşamba akşamı veya çarşamba günü defin edilmiştir. (bu arada eshabı kiram herşeyden evvel müslümanların başına bir halife seçmekle meşgul olmuşlardır.) Bu sünnet bugüne kadar devam edegelmiştir. Bir halife vefat etti mi, yerine başkası seçilmedikçe defin edilmez. T.

Halifenin müslüman hür olması şarttır. Zira kâfir müslüman üzerine veli olamaz. Köleden de halife olmaz. Çünkü onun kendine veli olmağa hakkı yoktur. Başkasına nasıl veli olabilir? Sabi ile deli de köle gibidirler. Kadından da halife olmaz. Çünkü kadınlar evlerinde oturmakla memurdurlar. Onların hâli tesettüre mebnidir. Peygamber (s.a.v.) buna işaretle: «Hükümdarları kadın olan bir kavim nasıl felâh bulur!» buyurmuştur.

Halîfe muktedir yani hükümleri yürütebilir; mazlumun hakkını zâlim´den almağa, sınırları ve memleketi korumağa, asker sevkine vesâireye gücü yeter olmalıdır. Halifenin Kureyş kabilesinden olması Peygamber (s.a.v.): «imamlar kureyşden olur.» Buyurdukları içindir. Bu hadis sebebiyle ensâr hilâfeti kureyşlilere teslim etmişlerdir. Dırâriye fırkasının: «Kureyş´den başkasıda imam olabilir:» iddiaları bu hadisle batıl olduğu gibi Ke´biye fırkasının: «Kureyşli imam olmaya daha münâsibtir:» sözüde bâtıldır. Bu satırları Halebî Ömdet-ün-Nesefî şerhinden nakletmiştir.

Halifenin Hâşimî yani Hâşim bin Abdi Menâf oğullarından olması şart değildir. Şia fırkası Ebu Bekir, Ömer ve Osman (r.a.) hazerâtının hilâfetlerini kabul etmemek için bu şartı öne sürerler. Halifenin alevi ve mâsum olması da şart değildir. Alevîden murad: Hazreti ALİ (r.a.) evlâdından olmaktır. Şiadan bazıları Abbasîlerin hilâfetini kabul etmemek için bu şartı öne sürmüşlerdir. Halifenin masum olmasını şart koşanlarda İsmailiye ve imamiye fırkalarıdır. Makâsıd şerhinde böyle denilmiştir.

«Fâsık birini imam tayin etmek mekruhtur.» Sözü ile şârih halifenin adaleti şart olmadığına işaret etmiştir. Müsâyere nâm eserde adâlet şart koşulmuş; imam Gazaliye uyarak adâlet yerine «verâ» kelimesi kullanılmıştır. Mezkûr eserde şartlara ilim ve yeterlilik de ziyâde edilmiş ve şöyle devam edilmiştir: «Anlaşılıyor ki yeterlilik cesurluğuda şâmildir. Bu kelime isâbetli görüşlü ve cesûr manalarına da uymaktadır. Tâ ki halife kısasdan, şer´î cezaları tatbikten, farz olan harpleri yapmaktan, orduları hazırlamaktan korkmasın.

Bunu yani cesurluğu cumhur-u ulema şart koşmuşlardır. Bir çokları usul ve furu´da içtihâda müktedir olmak şartını da ziyâde etmişlerdir. Bazıları bunun ve cesurluğun şart olmadığını söylemişlerdir. Çünkü bu gibi şeylerin bir kişide toplanması nâdir rastlanan hallerdendir. Cesâretin iktizâ ettiği şeylerle hâkimliği başkasına havâle etmek veya ulemadan fetvâ almak suretiyle de bu işi yürütmek mümkündür. Hanefî´lere göre adalet halifeliğin sahih olması için şart değildir. Mekruh olmakla beraber fâsıkı halife seçmek sahihtir. Bir kimse âdil iken halife seçilirde sonra yoldan çıkarak fâsık olursa azl edilmiş sayılmaz, ama bir fitneye sebep olmayacaksa azl edilmeğe layıktır, böyle halifeye de dua etmek vâciptir. Aleyhine baş kaldırmak vâcip değildir. Ebu Hanîfe´den böyle rivayet olunmuştur. Bunu izah hususunda bütün ulemanın sözü şudur: Eshab-ı kiram beni ümeyyeden bazılarının arkasında namaz kılmış; ve onlardan velâyeti kabul etmişlerdir. Ama bu söz götürür. Çünkü bu adamların zorba bir takım kırallar olduğu herkesin malumudur. Zorbadan sadır olan bu işler zaruretten dolayı sahih olur.

Bir imamın arkasında namaz sahih olmak için adâleti şart değildir. Zorbalık zamanında hal halifeliğe ehil kimse bulunmamış yahud bulunmuşda zâlimlerin galebesi sebebiyle tâyinine imkân olmamış gibidir.» Bu satırlar Kemal b. Hümâm´ın müsâyire´sinden alınmıştır.

Halife sonradan fâsık olursa fıskı sebebiyle azl edilir. Maksad yukarda arz ettiğimiz vecihle azlî hak eder demektir. Onun için şârih «azledilmiş olur» dememiştir.

«Zaruretten dolayı zorbanın sultanlığı sahihtir» bu ifâdeden murad: Söz sahibleri bey´at edip seçmeden zorla iş başına geçendir. Velev ki yukardaki şartlar kendisinde mevcud olsun. şunu da ifâde eder ki, hilâfet meselesinde asıl, tâyindir. Musayire´de şöyle denilmiştir: «İmamlık akdı ya halifenin kendi yerine birini seçmesiyle olur. Nitekim Ebu Bekir (r.a.) böyle yapmıştır. Yahud ulemadan veya söz sahiplerinden bir cemâatın bey´atiyle olur. İmam Eş´ariye göre Şâhidler huzurunda olmak şartiyle söz sahiplerinden meşhur bir âlimin bey´atı kâfidir. Şahidler huzurunda olması şâyed inkâr vâki olursa onu def içindir.

Mu´tezile tâifesi beş kişinin bey´atını, hanefîlerden bazıları da bir cemaatın bey´atını şart koşmuş; hususî sayıya itibar etmemişlerdir.» Zaruretten maksad fitneyi önlemektir. Bir de Peygamber (s.a.v.): «Dinleyin ve itaât edin velev ki; size burnu kesik Habeşli bir köle hükümdâr olsun!» buyurmuştur. H.

METİN

Sabî de öyledir. Tâyininden beklenen işleri çocuk halîfeye bağlı bir vâliye havâle etmek gerekir. Resmen sultan çocuk, hakikatta ise vâlidir. Çünkü Hakemlik ve cuma için çocuğun izin vermesi sahih değildir. Nitekim Eşbah´da Bezzaziye´den naklen böyle denilmiştir. Yine Eşbah´da bildirildiğine göre sultan veya vâli bülûğa ererse yeni tâyine ihtiyaç olur.

İmamet-i suğra (küçük imamlık): On şartla cemaatın namazını imamın namazına bağlamaktır.

İZAH

Sabinin halifeliği dahi zaruretten dolayı sahihdir. Ama bu görünüşte böyledir; hakikatte değildir.

Eşbah´da: «Sabinin sultanlığı görünüşde sahihdir.» denilmiştir. Bezzaziye´de şu satırlar vardır. Sultan ölür de ehali küçük olan oğlunu sultan yapmak için ittifak ederlerse tâyinden beklenen işleri bir vâliye havale etmek gerekir. Bu vâli kendini sultanın oğluna tabi sayar; çünkü onun şerefi vardır. Resmen sultan çocuktur. Hakikatta ise vâlidir. Zira velâyet hakkı olmayan bir kimsenin Hakemliğe ve cuma kaldırmaya izin vermesi sahih değildir.» Yanı bu vâli hakikatta sultan olmasa hakemlik ve cuma namazı için izin vermesi sahih olmazdı: Ancak bu vali (nâip) bir müddete kadar sultandır. Bu müddette çocuğun bülûğa ermesidir, demelidir ki çocuk bülûğa erdiği zaman idâreyi ele alırken vâlinin azline hacet kalmasın.

İmamet-i suğra: «Cemâatın namazını imamın namazına bağlamaktır.» diye tarif edilmiştir. Bu tarifi Nehir sâhibi, kardeşi olan Bahır sahibinden nakil etmiştir. Ama bunun yalnız imama uymanın tarifiolduğu anlaşılıyor.

Ben derim ki İmamlık: Cemaatın namazının imamın namaziyle bağlanmasıdır. Böyle denilirse itiraz kalmaz. Tarifimin izâhı şudur: İmam ancak cemaat namazını onun namazına bağlarsa imam olur. İşte bizzat bu bağlantı imamlığın hakikatıdır. İmama uymaktan gâye budur. Çünkü cemaat olan kimse namazını imamının namazına bağladığında kendisine imama uymak sıfatı hâsıl olmuştur. İmamına da imamlık sıfatı hâsıl olmuştur ki, o da bağlantıdır. Benim kâsır aklımın anladığı budur. Allah-u âlem.

İmamlık için şârih on şart zikir etmiştir. Fakat bu şartlar hakikatte imama uymanın şartlarıdır. İmam olmanın şartlarını Şurunbulâli Nur-ul-İzah´da ayrıca saymış ve şöyle demiştir: «Sağlam erkeklere imam olmanın şartları altıdır. Bunlar: İslâm, bülûğ, akıl, erkeklik, kıraat ve burun kanaması, pepelik pelteklik kezâ bir şartın bulunmaması gibi özürlerden sâlim olmaktır.» Şurunbulâli.

«Sağlam erkeklere» ifâdesiyle sağlam kadınlardan ihtiraz etmiştir. Onlara imam olmak için erkeklik şart değildir. Kezâ çocuklardan da ihtiraz etmiştir. Zira onlara imam olmak için bülûğ şart değildir. «Sağlam» kaydı sağlam olmayanlardan ihtiraz içindir. Onlara imam olmak için sağlamlık şart değildir. Ancak imamın hâli cemaat olanın hâlinden daha kuvvetli veya ona müsavî olması şarttır. H.

Ben derim ki:Yukarda arz ettiklerimizden imamlığın imama uymak için gâye olduğunu anladın İmama uymak sahih olmadıkça imamlık do sahih olmaz. Binaenaleyh şârih´in söylediği on şart imamlığında şartı olur. Zira imam olmak bunlara bağlıdır. Nitekim Şurunbulâlî´nin söylediği altı şart imama uymanın da şartları olabilir. Çünkü bu şartlar bulunmaksızın imama uymak sahih olamaz. Şu halde bu on altı şart hem imam olmanın hem de ona uymanın şartlarıdır. Lâkin on şart imama uyan kimse ile, altı şart do imamla hâsıl olduğu için on şartı imama uymanın şartları, altıyı da imam olmanın şartları diye ayırmak güzel bir iş olmuştur. Anla! Bu makâmın tesbitini ganimet bil! Ben bu şartları şu şekilde nazma çekdim. Dedim ki:

«İmama uymanın şartları ondur. Ben onları nazma çekdim. Şiirle anlattım; muntazam inci dizisi gibi oldu. İmama uyanın geri kalması; uyduğu imamın intikâl hallerini bilmesi; Her ikisinin yerlerinin bir olması; İmamın şart ve rükünlerde cemaattan aşağı kalmaması; İmama uymaya niyet etmesi; Her rükünde ortak olmaları, cemaatın imam mukim mi uzaklara sefer mi etmiş olduğunu bilmesi; Cemaatla ayni namazı kılan bir kadının bir hizâya durmaması; imamın kıldığı namazın baştan sona sahih olması; kezâ kıldıkları farzın aynı namaz olmasıdır. On şartın tamamı budur. İmamlığın da altı şartı vardır: Bülüğ, islâm, akıl, erkeklik, kâfi kıraat, ve görünür bir özrü bulunmamaktır.»

METİN

Bu on şart: Cemâat olan kimsenin imama uymaya niyet etmesi, imamla ikisinin durduğu yerin, namazın bir olması, imamının namazı sahih olması, kadınla bir hizada bulunmaması, ökçesi imamın ökçesinden ileri geçmemesi, imamın intikallerini bilmesi imamın mükîm mı müsafir mi olduğunu bilmesi, rükünlerde imama ortak olması, ve rükünlerle şartlarda imam gibi yahud ondan aşağıhalde olmasıdır. Nitekim Bahır´da izah edilmiştir.

Bu şartların: «rükü edenlerle beraber rükû edin!» âyeti kerimesiyle sabit olduğu söylenir. İmamlığın hükümlerinden biri ünsiyet ve imtizacın nizama konması ve câhilin âlimden bir şey öğrenmesidir.

Bizim mezhebimize göre imamlık ezan okumaktan efdaldir. Şafii buna muhaliftir. Bunu Aynî söylemiştir. Hazreti Ömer´in: «Hilâfet olmasa idi ben ezan okurdum.» sözü «imamlıkla beraber ezan okurdum.» manasınadır. Çünkü bunların ikisini birden yapmak efdaldır.

Ulemadan biri: «Fatiha´yı bıraksam Şâfiî´nin azarlayacağından korkarım; okumuş olsam ebu Hanîfe´nin azarlayacağından korkarım. Ben de imamlığı seçtim.» demiştir.

İZAH

Cemaat olan kimsenin: imama uymaya niyet etmesi yahud kıldığı namazda imama uymaya niyet etmesi; veya o namaza başlamağa yahud o namaza girmeğe diye niyetlenmesi gerekir. «İmamın namazına» diye niyet etmek bunun hilâfınadır. Niyetin şartı iftitah tekbiri ile birlikte veya ondan önce yapılmaktır. Ama iftitah tekbiri ile niyetin arasına ecnebi bir fiil girmemek şarttır. Nitekim niyet bâbında geçmişti. H.

İmamla cemaatın durdukları yerin bir olması şarttır. Yerde olan bir kimse hayvan üzerindeki imama yahud hayvan üzerindeki yerde bulunan imama veyahud hayvan üzerindeki bir kimse başka bir hayvan üzerindeki imama uymuş olsa namaz sahih olmaz. Çünkü yer bir değildir. Cemaatla imamın ikisi de bir hayvan üzerinde bulunurlarsa yer bir olduğu için namaz sahih olur. Nitekim imdâd nâm eserde böyle denilmiştir. Aşağıda da gelecektir.

Cemaatla imamın arasında divar bulunursa ileride görüleceği vecihle itimada şâyan kavil yerin bir olması değil şaşırmayı itibara almaktır. Bu meselenin söz götürmeyecek şekilde tahkiki ileride gelecektir.

İmamla cemaatın namazlarının bir olması da şarttır. Bahır sahibi diyor ki: «Birlik, imamın namazına niyetle onun namazına girmenin mümkün olmasıdır. Bu suretle imamın namazı, ona uyan kimsenin namazını da şümulüne almış o!ur.» Binaenaleyh nâfile kılan kimsenin farz kılana uyması buraya dahildir. Çünkü üzerinde Tarz borcu olmayan bir kimse Tarz kılan imamın namazına niyetlense kıldığı namaz nâfile olarak sahih olur. Bir de nâfile mutlaktır. farz ise mukayyettir. Mutlak mukayyedin bir cüzüdür; ona zıd olamaz. Nitekim Münye şerhinde de böyledir. Nur-ul-İzah´ da burada: «imamın kıldığı farzdan başka b[r namaz kılmamalıdır.» ifadesi kullanılmıştır. Bu ifâde şârihin ibâresinden evlâdır. anla!

İmamın namazının sahih olması şarttır. İmamın fâsıklığı sebebiyle yahud mest üzerine mesh müddetinin geçtiğini unutmakla veyahud hades bulunmakla namazının bozulduğu anlaşılırsa ona uyan kimsenin namazı da sahih olmaz. Çünkü o namazın üzerine binâ sahih değildir.

Kezâ imamın zannıca namaz sahih, cemaatın zannınca fâsid ise yine sahih değildir. Zira kendi zannınca namazını fâsid namaz üzerine binâ etmiştir. Onun için sahih olmaz. Ama bu meselede hilaf vardır. Ve her iki kavil sahih bulunmuştur. İmamın zannınca namaz bozulurda imam bunubilmez; cemâat olan bilirse ekser ulemaya göre namaz sahih olur. Esah kavilde budur. Zira imama uyan kimse burada imamının namazını câiz görmektedir. Onun hakkında muteber olan da kendi reyidir. Rahmeti.

Kadınla bir hizâda durmanın şartları aşağıda görülecektir.

Cemâatın ökçesi imamın ökçesinden ileri geçmemek şarttır. Onunla bir hizada olursa câizdir. Kezâ cemâat olanın ayakları büyük olduğu için parmakları imamın ayaklarını geçerse ayaklarını ekserisini geçmedikçe câizdir. Nitekim gelecektir. İmdâd-ül-fettah nâm eserde şöyle denilmektedir. «İmama uymak sahih olmak için imamın ökçesinin cemaat olan kimsenin ökçesini geçmesi şarttır. Hatta cemaat olanın ökçesi imamın ökçesinden ileride değil fakat ayağı uzun olduğu için parmakları imamın parmaklarını geçerse câizdir. Nitekim imama uyan kimse ondan daha uzun olurda önüne secde ederse hüküm yine budur.»

İmamın intikallerini (yani rükû ve secdelere gitmesini) bilmesi şarttır.

Bu ya imamı görmek ya işitmek yahud cemaattan bazılarının yatıp kalktığını görmekle olur. Bunu Rahmetî söylemiştir. Velev ki yer bir olmasın. T.

İmamın halini yani mukîm mı müsafir mi olduğunu namaz bitmeden yahud bittikten sonra bilmesi şarttır, ama bu dört rekatlı bir namazı şehirde veya köyde iki rekat kıldığına göredir. Şehir dışında iki rekat kılarsa namaz bozulmaz. Çünkü görünüşe göre o imam müsafirdir; binaenaleyh yanıldığına hamledilmez. Mutlak olarak tamamlarsa hüküm yine budur. Meselenin tamamı inşallah yolcu namazında gelecektir.

Rükünlerde imama ortak olması şarttır. Maksad bunların aslında ortak olmaktır ki, beraberce yapmaya ve imamdan sonraya kalmaya şâmildir. îmamdan önce yapmaya şâmil değildir, meğer ki imamı o kimseye namaz kılarken yetişmiş olsun. Rüknü imamla beraber yapmak açıktır. Sonraya kalmaya misâl: İmam rükû edip doğruluktan sonra cemâatın rükû etmesidir. Bu sahihdir. Üçüncüsü bunun aksidir. (yani cemaatın imamdan evvel rükû etmesidir.) Bu da sahih değildir. Ancak rükû ederde imamı yetişinceye kadar rükûda beklerse sahih olur. Çünkü hakiki uyma olan mütâbeat mevcuttur. Biz imama tabi olma hususunda namazın vacipleri bahsinin sonunda tahkikat yaptık. Oraya müracâat et!

Rükünlerle şartlarda imam gibi yahud ondan aşağı halde bulunmak şarttır. Rükünlerde imam gibi olmanın misâli: Rükû ve secdeleri yapan kimsenin kendi gibisine uymasıdır. İmamdan aşağı olmanın misâli de: İmâ ile kılanın rükû ve secde ederek kılana uymasıdır. Şârih bu sözle cemaat olanın hal itibariyle imamdan kuvvetli olmasından ihtiraz etmiştir. Meselâ: Rükû ve secde eden kimsenin imâ ile kılana uyması böyledir (ki câiz değildir.) H.

Şartlarda imam gibi olmanın misâli: Namazı bütün şartlarına riâyetle kılan kimsenin kendi gibisine; çıplak kılanın çıplak kılana uymasıdır. İmamdan aşağı olmanın misâli: çıplağın giyimliye uymasıdır. Bu sözle de hali imamın halinden daha kuvvetli olandan ihtiraz etmiştir. Meselâ: Giyimli kimsenin çıplağa uyması böyledir. H.

Ben derim ki: Kınye´de Te´sis-ün-Nazar´dan naklen şöyle demiştir: «Hür kadının başı açık namaz kıldıran cariyeye uyması caiz olmak gerektir. Çünkü baş cariye hakkında avret değildir. Erkeğin başı gibidir.

«Rükû edenlerle beraber rükû edin!» âyeti kerimesinin «tevâzu gösterenlerle beraber tevâzu gösterin!» Mânâsına geldiğini söyleyenler vardır. Nitekim Beyzavî tefsirinde beyan olunmuştur. H.

Mutemed kavle göre imamlık ezan okumaktan efdaldir. Ama bunun aksini söyleyenler olduğu gibi ikisi de birdir diyenler dahi vardır.

İmam Şafiî buna muhaliftir. Ezan bahsinde gördük ki, Şâfiî´nin mezhebinde bu hususta sahih kabul edilen iki kavil vardır. Birinci kavle göre bizimle beraberdir. İkinci kavil bunun aksinedir. Hazreti Ömer´in sözünde ezanın imamlıktan efdal olduğuna delâlet yoktur. Onun maksadı imamlıkla ezanın ikisini birden yapmak istemektir. Ancak halife amme işleriyle meşgul olduğundan vakitleri takibe imkân bulamamıştır. Onun için de imamlıkla iktifa etmiştir.

Burada ulemadan birinden nakledilen sözü. Fahr´ur Râzi mü´minîn sûresinin tefsirinde zikir etmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Ben de bu nakli duymazdan önce aynen bu manadan dolayı imamlığı seçmiştim. Tevfik Allah´dandır.»

Ben derim ki: Bunun ifâde ettiği mânâ imamlığın cemaat olmaktan efdal olmasıdır.

METİN

Cemaat erkekler için sünnet-i müekkededir. Zâhidî şöyle diyor: «Ulema müekked sözüyle vacip olduğunu kastetmişlerdir. Yalnız cuma ile bayram namazları müstesnâ! Onlar da cemâat şarttır. Terâvihde sünnet-i kifâye, ramazanda vitir namazı için bir kavle göre müstehap, başka namazlarda vitir ve tedâi yani birbirlerini çağırmak) suretiyle kılınan nâfile namazıda mekruhtur, biz bunu tahkik edeceğiz.

İZAH

Zâhidî´nin sözü cemaat sünnettir diyenlerle vaciptir diyenlerin sözlerini birleştirmek ve bu iki sözden maksad bir olduğunu anlatmaktadır. Bunu ulemanın cemaatı terk edenlere şiddetli tehdit bildiren haberlerle yaptıkları istidlâlden almıştır.

Nehir´de Müfid´den naklen: «Cemâat vacip ve sünnettir. Çünkü sünnetle vacip olmuştur.» denilmiştir. Bu söz ulemanın «Vitir namazı .sünnettir.» rivayetine verdikleri cevap gibidir. O rivayete cevaben: «Vitirin vücûbu sünnete sabit olmuştur.» demişlerdi.

Nehir sahibi diyor ki: «Ancak bu söz cemaatı özürsüz bir defa bırakmanın bil´ittifak günah sayılmasını iktiza eder. Halbuki bu Irak ulemasının kavlidir. Horasan´lılara göre ise terk etmeyi âdet haline getirirse o zaman günahkâr olur. Nitekim Kınye´de bildirilmiştir.» Münye şerhinde de şöyle denilmektedir: «Verilen hükümler Vacip olduğunu gösteriyor. Cemaatı özürsüz terk eden ta´zir olunuyor, şehadeti kabul edilmiyor. Bunu görüp söylemeyen komşular günahkâr oluyor. Ama bunların şöyle arasını bulmak mümkündür: Günaha girmek cemaatı terke devam etmekle kayıtlıdır. Nitekim Peygamber (s.a.v)in: Namaza gelmezler hadisinden anlaşılan da budur. Başka birhadisde: Evlerinde kılarlar buyurulmuştur.

Binaenaleyh vacip olan bazan cemaata gitmektir. Vacibe yakın olan sünnet-i müekkede ise devamdır.» Buna yukarıda naklettiğimiz Nehir´in sözüyle itiraz olunabilir. Yalnız şöyle cevap verilirse ne alâ!

Irak´lıların «cemaatı bir defa terk eden günahkâr olur.» sözü cemaata devamın farz-ı ayın olduğunu bildiren kavle göredir. Ulemamızdan bazıları cemâata devamın farz-ı ayın olduğunu söylemişlerdir. Nasıl ki bunu Zeyleî ve başkaları nakletmişlerdir. Yahud cemâata devamın farz-ı kifâye olduğunu bildiren kavle göredir. Nitekim bunu da kınye sahibi tahâvî ile Kerhî´den ve bir cemaattan nakletmiştir. Bu takdirde onu özürsüz bir defa terk eden herkes günahkar olur.

Cuma ve bayram namazlarında cemaatın şart olması «bayram namazı vaciptir.» Kavline göredir. Sünnettir diyenlere göre onun cemaatle kılınması da sünnettir. Hılye ile Bahır´da da böyle denilmiştir. Bahır sahibi bundan sonra: «Şübhesiz cemâat her iki kavle göre sıhhatinin şartıdır.» demektedir. Yani vacip veya sünnet olması sahih olmak için şarttır, demek istemiştir

Teravihde cemâat sünneti kifâyedir. Yani her mahallenin halkına sünnettir. Çünkü Münyet-ül-Musallî´nin teravih bahsinde: «Teravihi cemaatla kılmak kifâyet yolu ile sünnettir. Hatta bir mahalle halkının hepsi cemâatı terk etse. sünneti terk etmiş ve bu hususda isâet etmiş olurlar. Bir kimse halk arasına karışmayıp evinde kılarsa fazîleti terk etmiş olur.» denilmektedir.

Bir kavle göre ramazanda vitir namazını cemaata kılmak müstehap, başka bir kavle göre mütehap değildir. Onun evinde yalnız başına kılar. Bu iki kavlin ikisi de sahih kabul edilmiştir. Farza yetişme babından önce geleceği vecihle mezhep yalnız kılmanın tercih edilmesidir. Ramazandan başka zamanlarda vitir namazını cemaatla kılmak mekruhtur. Meşhur olan budur. Bunu Kudûrî Muhtasarında zikir etmiştir. Başka kitablarda mekruh olmadığı bildirilmiştir. Hılye´de bu iki kavlin araları bulunmuş; mekruh olması devam edildiği surete, mekruh olmaması da bazan cemaatla kılınmaya hami edilmiştir. Bunun tamamı da inşallah gelecektir.

TEDÂİ: Bir birini çağırmaktır. Birbirlerini dâvet ederek mesela: dört kişinin bir imama uyması mekruhtur. Şârih bu meseleyi farza yetişme babının önüne tahkik edecektir.

TETİMME:
Hılye sahibi diyor ki: «Ay tutulduğu zaman cemaatle namaz kılmaya gelince: Mezhebimiz ulemasından büyük bir cemaatın sözleri bunun mekruh olduğunu göstermektedir. Zâhidî şerhinde bildirildiğine göre mezhebimizce câiz fakat sünnet değildir.»

METİN

Mahalle mescidinde ezan ve ikamet ile cemaatın tekrarı mekruhtur. Yol mescidinde veya imamı müezzini olmayan mescidde ise tekrar mekruh değildir. Cemaatın en azı iki kişidir. Yani imamla birlikte velev sabîi mümeyyiz, melek veya cinnî olsun, mescidde veya başka bir yerde kılınsın bir kişi bulunmaktır. Eşbah´da bildirildiğine göre Cinnînin imam olması sahihdir.

İZAH

Şârih´in Hazâin´deki ibâresi buradakinden daha derli topludur, Ve şöyledir: «Mahalle mescidinde ezan ve ikâmetle cemâatın tekrarı mekruhtur. Ancak o mescidde evvelâ mahalle halkından başkaları yahud mahalle halkı cemaatla namaz kılar fakat ezanı gizli okurlarsa cemaatın tekrarı mekruh olmaz. Mahalle halkı ezan ve ikâmetsiz olarak o mescidde cemaatı tekrarlar; yahud yol mescidi olursa bil´ittifak caizdir. Nitekim imam ve müezzini olmayan mescidde de öyledir. Böyle bir mescidde insanlar takım takım namaz kılarlar. Efdal olan, her takımın ezan ve ikâmetle yalnız başına kılmasıdır. Nitekim Kâdıhân´ın Emâlisinde de böyle denilmiştir.»

Dürer´de dahi buna benzer izâhat vardır. Mahalle mescidinden murad: Mâlum imamı ve cemaatı olan mesciddir. Nasıl ki Dürer ve başkalarında da böyle denilmiştir.

Menbâ nâm eserde şöyle deniliyor: «Mahalleye mahsus olan mescidle kayıtlanması cadde mescidinden, ikinci ezan ile kayıtlaması da mahalle mescidinde ezansız olarak cemaatla kılınan namazdan ihtiraz etmiştir. Bunlarda cemâat bil´ittifak mubahtır.» Sonra keraheti kabul etmeyen imam Şâfii aleyhine istidlâl ederken şunları söylemiştir: «Bizim delilimiz şudur: Peygamber (s.a.v.) bir kavmi barıştırmak için çıkmıştı.

Mescide döndüğünde mescid cemaatının namazı kıldığını gördü. Bunun üzerine evine döndü ve aile efradını toplayarak namaz kıldı. Tekrar etmek câiz olsa idi, evinde namaz kılmayı mesciddeki cemaata tercih etmezdi.

Birde Şâfiî´nin dediği gibi mutlak olarak kerahet yoktur demekte mânen cemâatı azaltmak vardır. Zirâ mahalle halkı cemâatın elden kaçmayacağını bilirlerse toplanmazlar. Ama yol üzerindeki mescid hususunda bütün insanlar müsavidirler. O ayrıca bir fıkraya mahsus değildir.» Bu ibârenin misli Bedâi ve diğer kitablarda mevcuttur. Bu istidlâlin müktezâsı ezansız bile olsa mahalle mescidinde. cemâat tekrarının mekruh olmasıdır. Zahiriye´nin şu ifâdesi de bunu te´yid eder: «Bir cemâat mahalle halkı kıldıktan sonra mescide girerseler yalnız başlarına kılarlar. Zâhir rivaye budur.» Bu söz yukarıda geçen ittifak hikâyesine aykırıdır.

Bundan dolayıdır ki muhakkıkinden Kemâl ibn Hümâm´ın Tilmîzi Al-lâme Rahmetullah Sindî risâlesinde şunları söylemiştir: «Harameyn (Mekke ile Medîne) halkının yaptıkları gibi muhtelif imamlar ve tertipli cemaatlarla namaz kılma işi bil´ittifak mekruhtur. Ulemamızın bazılarından nakledildiğine göre (551) tarihinde hac mevsiminde Mekke´ye vardığında bu hâli protesto etmişlerdir. Bunlardan biri de Şerif Gaznevî´dir. Ve Mâlikî´lerden birinin bu dört mezhep ulemasına göre câiz değildir.» diye fetva verdiğini söylemiştir. Kezâ (551) yılında hacca giden hanefîlerden, Şafiîlerden ve Malikilerden bir cemaatın bunu protesto ettiklerini nakletmiştir.» Remlî Bahır hâşiyesinde bunu tasdik etmiştir. Lâkin bu kavle göre Mekke ve Medine mescidi gibi mâlûm cemâatı olmayan mescidler müşkil kalır. Böyle bir mescidde mahalle mescidi denilemez. Bilâkis o yol mescidi gibidir. Yukarıda gördük ki böyle bir mescidde cemaatın tekrar edilmesi bil´ittifak mekruh değildir. Teemmül buyurula.

Şu da var ki: Ezan bâbında Münye şerhinin sonunda naklen imam ebu Yusuf´a göre ikinci cemaatolmasın? Nitekim Peygamber (s.a.v.) eshabına imam olduğu zaman böyle yapardı. Kabul etsek bile şübhesiz Cibrîl´in imamlığı Allah´ın emriyle idi. Emir vücûp ifâde eder. Ve bu namaz ona farz olur. Peygamberimize imam olması da farz kılanın farz kılana imam olması kabilindendir. Nâfile kılanın Peygamber (s.a.v.)in o namazı sonra tekrar kılmış olması ihtimali de vardır. Bunu Tahtavî söylemiştir.

Cinlerin ahkâmı bahsinde Eşbah´ın ibâresi şöyledir: «Bu hükümlerden biri de cinlerle cemaat olmaktır. Bunu Suyûtî ulemamızdan «Akâm´ül-Mercan» adlı eserin sahibinden naklen söylemiştir. O da İmam Ahmed´ in ibn-i Mes´ud´dan rivayet ettiği cin hadisiyle istidlâl etmiştir.

Bu hadiste şöyle denilmektedir: «Rasûlüllah (s.a.v.) namaza kalkınca cinlerden iki şahıs gelerek: Yarasûlellah, biz ancak ve ancak namazımızda bize imam olmanı istiyoruz, dediler. Bunun üzerine onları arkasına saf yaptı. Sonra bize namaz kıldırdı.» Bunun benzeri Sübkî´nin: «Cemaat meleklerle de olur.» sözüdür. Bunun üzerine fer´î meseleyi zikir etmiştir: Bir kimse odada ezan ve ikametle yalnız başına namaz kılarda sonra cemâatla kıldığına yemin ederse yemini bozulmaz. Diğer bir hüküm de Cinnî´nin arkasında namazın sahih olmasıdır. Bunu Âkâm-üI-Mercan sahibi söylemiştir.»

Ben derim ki: Sübkî´den naklettiği hüküm şu hadisden alınmıştır: «Yolcu ezan okuyup ikamet getirdiği vakit arkasında Allah´ın ordularından gözlerinin görmediği kimseler namaz kılar.» Bu hadisi Abdürrezzâk rivayet etmiştir. Hadisi şerif imamın âşikâre okumasının vâcip olduğunu iktiza ediyor. Lâkin ezan babında Tatarhâniye´den naklen o kimsenin gizli ve âşikar okunan namazlarda yalnız kılan hükümünde olduğunu söylemiştir. Bundan anlaşılır ki, cemaatla namaz kıldığına farz kılana imam olması kabilinden değildir. Peygamberimiz (s.a.v.)in o namazı tekrar kılması ise son derece uzak bir ihtimaldir. Hemen hemen evham kabilindendir. Halbuki mezhebimizin usulu avâm tabakasının ibâdetlerini bile mümkün olduğu kadar sahihe hamletmeyi gerektirmektedir. Şu halde mücerred bir tevehhümle Peygamberimizin fiili fesâda nasıl hamledilir. Derkenar. Yemin ederse bize göre yemini bozulur. Bilhassa yeminler bize göre örfe mebnidir. O kimse örfen ve şer´an yalnız kılmıştır. Böyle olmasa İmam hükümlerim alırdı. Şu da var ki, geçen fasılda görüldüğü vecihle o kimseye âşikâre okumak lazım gelmez. Meğer ki imam olmağa niyet etsin. Kezâ namazın şartları bâbında geçtiği vecihle bir kimse imam olmağa niyet etmedikçe: «Kimseye imam olmam» diye yemin etmekle yemini bozulmaz. Hadiste «ona uyarsa» diye bir sarahat yoktur. Murad bu ise ihtimal meleklerle cinlerin uymasiyle cemaatın teşekkül etmesi ancak görünür surette oldukları zaman cemaat hükümlerini gerektirir. Onun için de cinlerden biri bir kadınla cimâ eder de kadın lezzet duyarsa yıkanması lazım gelmez. Nitekim Hâniye´de de böyle denilmiştir. Meğer ki menisi gelsin. Yahud Hılye´de bildirildiği gibi insan suretinde görünsün. Cinninin İmamlığı hakkında da bu söylenir. Allah-u âlem,

METİN

Cemâatın vâcip olduğunu söyleyenler de vardır. Amme yani ulemamızın ekserisi bunu tercih etmişlerdir. Tühfe ve diğer kitablarda buna cezm edilmiştir.

Bahır sâhibi: «Mezhep ulemasının tercih ettikleri kavil budur, demiştir. Binaenaleyh âkıl, bâliğ hürzahmetsiz cemâatle namaz kılmağa muktedir erkeklere cemâat sünnet veya vaciptir. Bu hilâfın semeresi cemâatı terk etmekle günâha girme meselesinde meydana çıkar. Cemâatı kaçıran kimsenin başka bir mescidde cemaat araması menduptur. Bundan yalnız mescid-i Harâm ve benzeri müstesnâdır.

İZAH


Ulemamızın tercih ettikleri kavil cemaatın vacip olmasıdır. Nehir sahibi: «Bu kavil bütün kavillerin en âdili ve en kuvvetlisidir. Onun için Ecnâs nâm eserde: Küçümseyerek ve aldırış etmeyerek cemâatı terk eden kimsenin şâhidliği kabul edilmez. Ama yanılarak veya te´vil yoluyla terk ederse meselâ: İmam hevâ ve hevesine uyanlardan yahud cemaatın mezhebine riâyet etmeyenlerden olursa kabul ederiz.» denilmiştir. T.

Cemaatla mükellef olacak erkeğin bâlîğ diye kayıtlanması bazan adam deyince baliğ olsun olmasın erkek kasd edildiği içindir. Nitekim: «Eğer erkek kardeşlerse...» âyeti kerimesinde ve: «Ferâiz hisselerini sahiplerine verin! Kalanını erkek kişiye vermek evlâdır.» hadisi şerifinde bu mânâ kasd edilmiştir. Onun için «kişi»yi erkek diye kayıtlamış; baliğ olan kişi kasd edilmesini önlemiştir. Zirâ câhiliyet devrinde Araplar küçüklere mirâs vermez: mirâsı yalnız harbe hazır delikanlılara tahsis ederlerdi.

Cemâat hür erkeklere vaciptir. Köleye vacip değildir. Cuma bâbında görüleceği vecihle köleye sahibi izin verirse cemaata gitmesi vacip olur. Bâzıları muhayyer olduğunu söylemişlerdir. Bahır sahibi bu kavli tercih etmiştir.

Ben derim ki: Hilâfın burada geçerli olması gerekir. «Zahmetsiz» kaydı cemâat sünnet-i müekkede veya vâcip olduğu içindir. Güçlük ve zahmetle günah ortadan kalkar. Ve terkine ruhsat verilir. Lâkin efdali kaçırmış olur. Buna delil Peygamber (s.a.v.)in âmâ Abdullah ümmü Mektûm evinde namaz kılmak için ruhsat istediği zaman: «Senin için ruhsat bulamıyorum.» buyurmasıdır.

Fetih sahibi diyor ki: «Yâni senin için cemaata gitmeden onun sevâbı verilir; demektir. Yoksa amâya da cemaat vaciptir manasına değildir. Zira Peygamber (s.a.v.) Itbân bin Mâlik´e cemaatı terk için ruhsat vermiştir.» Lâkin Nur-ul-İzah´da bildirildiğine göre bir kimse bir özür dolayısiyle cemaattan kesilirse o özür olmasa gitmek niyetinde olduğu takdirde cemâat sevabını kazanır. Bundan anlaşılıyor ki, özürden murad hastalık ihtiyarlık ve felç gibi mani özürlerdir. Yağmur çamur soğuk ve körlük gibi.

Şârih´in bahsettiği hilâfın semeresi. hilâf tahakkuk ettiğine göredir. Zâhidî´den yukarda naklettiğimiz söze göre ise ortada hilâf yoktur. Bir defa cemaatı özürsüz olarak terk etmekle günahkâr olmak Irak ulemasına göredir. Horasan´lılara göre ise ancak devâm üzere terk ederse o zaman günahkar olur. Nitekim Kınye´de de böyle denilmiştir. Bu mesele az yukarda geçmişti. Cemâatı kaçıran kimsenin başka bir mescidde cemâat araması menduptur. Ama mescid mescid dolaşarak cemaat araması vâcip değildir. Bu hususta ulemamız arasında hilâf yoktur. Cemâat için başka mescide giderse iyi olur. Ama mahallesinin mescidinde yalnız başına kılarsa bu da iyi olur. Kudûrî, ev halkını toplayarak namazı onlara kıldıracağını ve bununla cemâat sevabını kazanacağını söylemiştir. Fetih´de dahi böyle denilmiştir. Şurunbulâlî buna itiraz etmiş; bunun cemâatın vücûbuna aykırı olduğunu söylemiştir. Halebî´de ona cevap vererek şunları söylemiştir: «Cemaatın vacip olması güçlük olmadığı zamandır. Uzak yerlerde cemâat aramakta ise âşikar bir güçlük vardır. Bununla beraber mahalle mescidini geçmekte Rasûlüllah (s.a.v.): Mescide komşu olan kimsenin namazı ancak mescidde câiz olur! hadisine muhâlefet vardır.» Burada şöyle denilebilir: Bu mutlak sözün zâhir olan mânâsı aramanın mendup olmasıdır. Velev ki yakın bir yere gitmekle olsun. «Mahalle mescidini geçmekte ilh...» sözünün yeri cemâat içinde bulunduğu zamandır. denilebilir. Görmüyormusun, mahalle mescidinde cemâat olmadığı zaman başka mescidde cemâat teşekkül ederse cemâatlı mescide gitmenin efdal olduğunda kimse şübhe etmiyor. Şu da var ki. ulema mahalle mescidinin cemaatı mı yoksa camiînin cemaatı mı efdal olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Nitekim Bahır´da da böyle denilmiştir. T.

Ben derim ki; Lâkin Haniyye´de bildirildiğine göre mahalle mescidinde müezzin yoksa oraya giderek ezan okur; namaz kıldırır. Velev ki bir kişi olsun. Çünkü mahallesi mescidinin onun üzerinde hakkı vardır; o hakkı öder. Ulemânın beyanına göre bir mescidin müezzini bulunur fakat mescide kimse gelmezse müezzin ezan okuyup ikâmet getirir ve namazı yalnız başına kılar. Böyle yapması başka mescide gitmekten efdaldir. Hâniyye sahibi bundan sonra yukarıda Fetih´den naklettiğimizi söylemiştir. ihtimal yukarda geçen içersinde cemâatın namaz kıldığı mesciddir. Bu takdirde muhayyer olur. İçinde kimse namaz kılmamışsa iş değişir. Zira hak o kimsenin üzerine taayyün etmiştir. Ne olursa olsun Tahtavî´nin: «Mahalle mescidini geçmekte ilh... sözünün yeri cemaat içinde bulunduğu zamandır denilebilir.» Şeklindeki ifâdesi teslim edilemez. Allah-u âlem.

Mescid-i harâm´ın benzeri, mescid-i Nebeviye ile mescid-i Aksâdır. Kınye sahibi: «Ancak mescid-i Harâm ile mescid-i Nebî (s.a.v.) müstesnâdır.» demiştir. Bu sözü Münye şârihi Bahır´ın muhtasarına nisbet etmiş sonra şunu söylemiştir: «Mescid-i Aksâ dahi istisnâ edilmek gerekir. Çünkü sevabı mescid-i Haram´da (Kâbede) bire yüzbin; Peygamberimiz (s.a.v.)in mescidinde bire bin; mescid-i Aksâda bire beşyüzdür.» Az yukarda beyan ettiğimize göre mahalle mescidini dahi istisnâ etmek gerekir.

METİN

Hasta, âciz, kötürüm, el ve ayağı çapraz kesilmiş; yahud Haddâdî´nin beyanına göre yalnız bir ayağı kesilmiş, felçli, âciz ihtiyar kimselere ve âmâya - götürecek bulunsa bile - cemâata gitmek vacip olmadığı gibi kendisini yağmur, çamur, şiddetli soğuk ve kezâ karanlık ve geceleyin rüzgar cemâattan ayıran kimseye de vacip değildir. Gündüzün esen rüzgar cemâata mâni değildir. Malının zâyi olacağından, veya alacaklıdan yahud zalimden korkan, kendini büyük veya küçük abdest sıkıştıran, yola çıkmak isteyen, hastaya bakan kimselere ve sofra gelipte üzerinde canının çektiği yemekler bulunan kimseye dahi cemâata gitmek vacip değildir.

Bunları Haddadî söylemiştir. Fıkıhla - başka ilimle değil - meş9ul olması da böyledir. Bakânî´de Behensi´ye uyarak buna cezm etmiştir. Yani ancak tenbellikten devam üzere cemaatı terk ederse müstesnâ demektir. Böylesi mâzur olamaz. Malını almakla yani bir müddet kendisine vermemekle de olsa tâzir olunur. Şâhidliği kabul edilemez. Meğer ki imam bid´atcıdır yahud mezhebime riayetkâr değildir diye te´vilde bulunsun.

İZAH

Âmâya ve kezâ kötürüm kimseye, binecek vasıtaları ve götürecek kimseleri bulunsa bile İmam-A´zam´a göre cemâata gitmek vacip değildir. İmameyn buna muhaliftir. Feth-ul-kadîr´in beyanına göre bu söz muttefekun aleyhdir. Hilâf cemâatta değil, cuma namazı hakkındadır. Lâkin meşhur kitablarda yazılan bunun hilâfınadır. Hılye.

Musannıf «kendisi yağmur, çamur ilh... Cemaattan ayıran kimseye» demekle çok yağmura, işaret etmiştir. Nitekim cuma namazı hakkında da bununla kayıtlamıştır.

Hılye´de şöyle deniliyor: «Ebu Yusuf´tan rivayet olunduğuna göre şöyle demiştir: Ebu Hanîfe´ye çamurda, balçıkda cemâat meselesini sordum: Cemâatın terk edilmesini hoş görmem! dedi. İmam Muhammed muvattâ´da: hadis ruhsattır demiş bununla Peygamber (s.a.v.)in: «na´ller ıstandı mı namaz evlerde kılınır.» hadisini kast etmiştir. Buradaki «na´ller» tabirinden murad: Sert arazidir. Zahidî şerhinde, Timurtâşî şerhinden naklen şöyle deniliyor: «Yağmur, kâr, çamur ve şiddetli soğukların özür olup olmayacağında ihtilaf edilmiştir.

Ebu Hanîfe´den bir rivayete göre eziyet şiddetlenirse özürdür. Hasan diyor ki: Bu rivayet bu hususta cuma ile cemâatın müsâvi olduğunu gösterir. Bazılarının zannettiği gibi (bu cemâat için özürdür. Çünkü cemâatta devâm sünnettir. Cuma´da özür değildir. Zira cuma en kuvvetli farzlardandır.) denilemez.»

Şeyh-ul-İsmail´in şerhinde Şâfiî´lerden ibn Mülekkan´dan naklen şöyle denilmiştir: «Meşhur olan kavle göre neâl na´lin cemidir. Naal: yerin sert kısmıdır. Burada hassatan zikir edilmesi en az yaşlıktan ıslandığı içindir. Kaba yer böyle değildir. O suyu içer. Neâl: ayak kablarıdır diyenlerde olmuştur.»

Musannıf şiddetli soğuktan bahis etmiş; şiddetli sıcak hakkında bir şey dememiştir. Ulemamızdan da ondan bahis eden görmedim. Herhalde bunun vechi şu olsa gerektir. Şiddetli sıcak ekseriyetle öğle namazında olur. Öğlenin sünnet vecihle kılınması serinlik zamanına bırakılmakla bize onun meşakkatı ödenmiştir. Evet, şöyle denilebilir: İmam bu sünneti bırakırda öğleyi vaktin evvelinde kılarsa şiddetli sıcak özür olur.

Karanlıkta şiddetli olursa özürdür. Anlaşılan kandil gibi bir şey yakmak - imkânı olsa bile - teklif edilemez.

Şiddetli karanlıktan murad: Mescidin yolunu göremeyip âmâ gibi olmaktır. Gece rüzgarının daha şiddetli olması gerekir. Rüzgarın yalnız gece özür sayılması, geceleyin meşakkatı büyük olduğundandır. Gündüzün öyle değildir.

Malının zayi olacağından korkmak, evinin veya dükkânının kapısına kilit vurmak mümkün olamamak sebebiyle hırsızdan olduğu gibi çömlekdeki yemeğin veya fırındaki ekmeğin telef olması endişesinden de ileri gelebilir.

«Malı» diye kayıtlaması başkasının malından ihtiraz içinmidir bir düşün! Zâhire göre ihtiraz için değildir. Çünkü malı için namazı bozabilir. Bâhusus emânet ve rehin gibi muhâfazası vacip olan şeylerden ise çok dikkatli olması gerekir.

Alacaklıdan korkan kimse fakir ise mazurdur. Fakir değilse ödemediği için zâlim olur. Zâlimden korkmak malı ve canı hususlarına şâmildir.

Büyük ve küçük abdest sıkıştırmakta yellenmekde danildir. Yola çıkmaktan murad: Tam yola revan olacağı sırada namaz için ikamet getirilmektir. Bu takdirde kâfileden ayrılacağından korkarsa cemâata gitmemekte mazur olur. Ama bizzat yolculuk özür değildir. Nitekim Kınye´de bildirilmiştir.

İşteha veren yemeklerin gelmesi nasıl özür ise içecek şeylerin gelmeside öyledir. Çünkü bunlar o kimsenin kalbini meşgul ederler. Ve huzuruna getirilmeleri ne ise yakınında bulunmaları da ayni hükümde olduğu anlaşılmaktadır. Zira illet mevcuttur. Şâfi´lerde bunu söylemişlerdir.

Fıkıhla meşgul olmak dahi özürdür. Nur-ul-İzah´ın bu hususdaki ibâresi şöyledir: «Fıkıh ilmini okumayacak bir cemaata fıkıh tekrarı da özürdür.» Ben bu kaydı başka bir yerde görmedim. Kınye´de işaret edildiğine göre bütün vakitlerini fıkıh tekrariyle geçiren kimse mazur sayılamaz. Onun şâhidliği de kabul edilmez. Sonra ikinci defa mazur sayılacağına işaret edilmiştir. Dil bilgisi tekrarlayan böyle değildir. Sonra bu iki kavlin arası bulunmuş; birincisi tenbellik ederek devam üzere cemaatı terk edene, ikincisi böyle olmayanlara hami edilmiştir. Şârih´in tercih ettiği de budur.

Şârih: «Yani bir müddet kendisine vermemekle de olsa tazir olunur.» sözünü Bahır sahibi Bezzâziye´den nakletmiştir.

Rahmeti diyor ki: «Ulema: Bu bilinip söylenmeyen şeylerdendir; demiştir. Çünkü zâlimler mal avcılarıdır. Onların ağına düşen kurtulamaz. Çok defa insana işlemediği bir suç uydururlar. Bununla onun malını elde etmeğe çalışırlar. Buraya kadar metin ve şerhde geçen özürlerin mecmuu yirmidir.

METİN

İmamlığa geçirmek hatta Mecme-ul-Enhur´de bildirildiğine göre imam tayin etmek için en ayık kimse sâdece namaz hükümlerini sıhhat ve fesâd itibariyle en iyi bilendir. Şu şartla ki görünür kötülüklerden sakınacak; ve farz miktarını bilecektir. Bazıları vacip miktarını, bir takımları da sünnet miktarını bilmesinin şart olduğunu söylemişlerdir. Ondan sonra Kur´an´ı tilavet ve tecvidi en güzel olan ondan sonra da en ziyade verâ sahibi olan yanı şübhelerden en fazla korunan gelir.

TAKVA: Haram olan şeylerden korunmaktır. Sonra en yaşlı olan yani en evvel müslüman olan tercih edilir. Binaenaleyh genç biri yeni müslüman olmuş ihtiyara tercih olunur. Ulema verâ ve tekvâca ileri olanın tercih edileceğini söylemişlerdir. Nehir´de Zad-el-Fakir´den naklen: «Diğer hasletler buna kıyâs edilir de: Bilgi itibariyle en ileri olan ve benzeri tercih edilir denilir. Ve o zaman kur´ayaçok az muhtaç olunur.» denilmiştir. Sonra ahlakça en güzeli yani insanlarla en iyi geçineni, sonra yüzü en güzel olanı yani en çok teheccüd namazı kılanı gelir.

Zad-el-fakir de: «Sonra en güzeli yani en güler yüzlü olanı, sonra hasebi en çok olanı tercih edilir.» denilmektedir. Sonra nesebi en şerefli olan gelir.

Burhan´da: «Sonra sesi en güzel olan gelir.» denilmiştir: Eşbah´ın misl fiyâtı bâbından az önce şöyle denilmiştir: «Sonra karısı en güzel olan, sonra malı en çok olan, sonra itibarı en çok olan gelir. Sonra elbisesi en güzel olan, sonra başı en büyük uzvu en küçük olan gelir, sonra mukîm müsâfire. aslı hür olan aslı köle olana, sonra hadesden dolayı teyemmüm eden cünüblükten dolayı teyemmüm edene tercih edilir.

İZAH

Bir yerde imamlığa geçirmek hatta maaşlı tayin etmek için en lâyık kimse yalnız namaz hükümlerini en iyi bilendir. Velev ki sâir ilimlerde bilgisi az olsun. Böylesi o ilimlerde derin bilgisi olana tercih edilir. İrşâd şerhinden naklen Zad-el-Fakir´de böyle denilmiştir. Şu şartla ki görünür kötülüklerden sakınacaktır.» Müçtebâ´dan naklen Dirâye´de böyle denilmiştir. Kâfi ve diğerlerinin ibâreleri şöyledir: «Sünneti en iyi bilen imamlık için evlâdır. Meğer ki dîni hususunda kendisine dil uzatıla! Çünkü insanlar böylesine uymaya rağbet göstermezler.

Bir takımları imamın, namazın sünnetlerini de bilmesinin şart olduğunu söylemişlerdir. Bunu söyleyen Zeyleî´dir. Mebsût´tan anlaşılan da budur. Nehir´de de böyle olduğu gibi feth-ul-kadîr´de dahî bu kavil tercih edilmiştir. Tahtavî bu kavlin daha akla yatkın olduğunu söylemiştir. Çünkü imamlığa geçirme işi evleviyet suretiyle olur. Binaenaleyh en münasibi sünnete riâyetkâr olanıdır.

«Ondan sonra tilâvet ve tecvidi en güzel olan gelir.» Bununla şunu anlatmış oluyor ki: Ulemanın (en okuyanı gelir) sözlerinin mânâsı en hâfız olanı değil, en iyi okuyanıdır. Velev ki Bahır sahibi en hâfız olanı mânâsına almış olsun. Tilâvette güzel olmanın manası, harflerin nasıl okunacağını nerede durulacağını ve buna bağlı meseleleri bilmesidir. T.

«Ondan sonra şübhelerden en fazla korunan gelir.» Şübheden murad: Haram ve helâlı hususundaki şübhedir. Verâdan takva lazım gelir. Aksi yani takvadan vera lazım gelmez.

ZÜHD: Şübheye düşmek korkusuyla helâldan bir şey terk etmektir. Ve verâdan daha hususi bir mânâ ifâde eder. Sünnette verâ zikir edilmemiş, vatandan hicret zikir edilmiştir. Bu nesh edilince hicret kelimesinden verâ suretiyle günahlardan hicret mânâsı kast edilmeğe başlanmıştır. Hicret ancak dâr-ı harpde müslüman olana vacip olur. Nitekim Mi´rac´ da beyân olunmuştur. T.

Ondan sonra en yaşlı olan yani en evvel müslüman olan tercih edilir.» Bu mânayı Bahır sahibi Bedâyi´in talilinden çıkarmış; Nehir sahibi de ona uymuştur. Bedâyi sahibinin talili: «Müslüman olarak uzun ömür geçiren kimsenin taatı daha çok olur.» sözüdür.

Ben derim ki: Bilakis en yaşlı tâbirinden anlaşılan. yaşca daha büyük olandır. Nitekim hadisin bazı rivayetlerinde: «Ondan sonra yaşça en büyük olanı gelir.» denilmiştir. Ekseriyetle kitablardan anlaşılan da budur. Binaenaleyh burada söz aslî müslüman hakkındadır. Evet, Buharî müstesnâdiğer sahih sahiplerinin rivayet ettikleri bir hadisde: «En önce müslüman olan gelir.» buyurulmuştur. Bu rivayete göre önce müslüman olmak yeni müslüman olana ayrı bir tercih sebebidir. Ve müslüman olarak yetişen bir genç yeni müslüman olan ihtiyara tercih edilir. Ama ikisi de asıldan müslüman yahud beraberce müslüman olmuşlarsa yaşca büyük olanı tercih edilir. Çünkü Zeyleî´de: «Yaşca büyük olanın kalbi âdeten Allah´dan daha çok korkar. Ona hürmet daha çoktur. Halkın kendisine uymak hususunda gösterdiği rağbet daha fazladır. Binaenaleyh onu tercih etmek cemâatı çoğaltır.» denilmektedir.

Şu da var ki musannıfın tuttuğu yol yani daha ziyâde verâ sahibi olanı yaşlıya tercih meselesi metinlerde ve bir çok kitablarda zikir edilenin aynıdır. Muhit´te bunun aksi beyân edilmiştir.

«Sonra yüzü en güzel olanı yani en çok teheccüd namazı kılanı gelir» İfâdesindeki tefsir manzum itibariyle yapılmıştır. Çünkü çok teheccüd namazı kılmaktan yüzün güzel olması lazım gelir. Bir hadisde: «Bir kimsenin geceleyin namazı çok olursa gündüzün yüzü güzel olur.» buyurulmuştur. Velev ki hadis ulemasınca zaif olsun. Bedâyi sahibi şöyle demiştir: «Bu tekellüfe hâcet yoktur. Bilakis söz zâhir manası üzerine kalmalıdır. Zirâ yüzün güzelliği cemâatın çoğalmasına sebep olur. Nitekim Bahır´da beyan edilmiştir. H.

Hasebden murad: Kişinin saydığı babalarının iyilikleri, malı mülkü, dini, cömertliği, şerefi vesairedir.

«Sonra karısı en güzel olan gelir.» İfâdesinin izahı şudur: Çünkü ekseriyetle karısı kendisini çok sever. Buna sebep kocasının başkasına gönül vermemesidir. Bu hal eş dost, hısım akraba ve komşular arasında bilinen şeylerdendir. Zira maksad her birinin karısının vasıflarından bahsetmesi değildir ki, hangisinin karısı daha güzel olduğu bilinsin!

«Sonra başı en büyük, uzvu en küçük olan gelir.» İfâdesinden murad: Başının büyük olması aklının çokluğunu delâlet eder, demektir. Ama âzânın mütenâsip olması şarttır. Yoksa başı pek büyük, diğer uzuvları pek küçük olursa bu hal mizac terkibinin bozukluğuna delâlet eder ki normal akıllı olmamasını gerektirir. H.

Ebu-s-Suud hâşiyesinde şöyle denilmektedir: «Bu makâmda bazılarından öyle bir şey nakledilmiştir ki, yazılmak şöyle dursun ağza alınması bile layık değildir!» Galiba bazılarının: «uzuvdan murad tenâsül âletidir.» sözüne işâret ediyor.

«Sonra mukîm müsâfire tercih edilir.» Mukîm ile müsâfirin müsâvi olduklarını söyleyenler vardır. Bunu Bahır sahibi bildirmiştir. Anlaşılıyor ki cemâatda müsâfir iseler bu tercihe gidilir. Bu da vakit çıkmamış olmak şartıyledir. Aksi halde müsâfirin dört rekatlı namazda mu´kîme uyması sahih olmaz. Nitekim gelecektir.

«Sonra hadesten dolayı teyemmüm eden cünüblükten teyemmüm edene tercih edilir.» Tetimme nâm eserde beyan edildiğine göre Hulvâni böyle cevap vermiştir. Feyz ve cami-i Fetevâ sahibleri buna cezm etmiş; Kezâ Şeyh İsmâil el-Ahkâm´da katiyetle buna kâil olmuştur. Tatarhâniye´ de de böyle denilmiştir. Bunun vechi her halde hadesin cünüblükten daha hafif olmasıdır. Lâkin Münyet-ül-Müftî´de: «Cünüblükten teyemmüm eden imam olmağa hadesden teyemmüm edenden daha layıktır.» denilmiştir. Bu kavli Nehir sahibi Münye´den nakletmiş ve başka bir şey söylemeyiponunla yetinmiştir. İhtimal bunun da vechi cünüblükten dolayı yapılan teyemmümün temizlik cihetinden daha kuvvetli olmasıdır. Çünkü yıkanma mesabesindedir. Hades onu bozmaz.

METİN

FÂİDE: İmamlık namzedleri çok olursa tercihe sebep bulunmadıkça hiç biri tercih edilemez. Tercih sebeplerinden biri derse, fetvâ istemeye ve dâvâya evvel gitmektir. Hep beraber gelirlerse aralarında kur´a çekilir.» Eşbah´ın sözü burada sona erer. Tatarhâniye´nin haram bahsinin (32)nci faslında da şu satırlar vardır: «Öğrencilerde sınıfı ileri olan tercih edilir. İhtilâf ederler de ortada beyyine bulunursa ne âlâ! Bulunmazsa beraber geldiklerinde olduğu gibi kur´a çekilir. Nitekim yananlarla boğulanlar meselesinde ilk ölen bilinmeyince hepsi beraber ölmüş gibi tutulur.»

İbn-i Vehban´ın Mehâsin-ül-Kurrâ adlı eserinde de şöyle deniliyor: «Bazılarına göre hocanın mâlu maaşı yoksa dilediğini tercih etmesi câizdir. Ekser ulemamıza göre ise kıdemli olan talebe tercih edilir. Bu çığırı ilk açan İbn-i Kesîr´dir.»

Namzedler müsâvi gelirlerse aralarında kura çekilir. Yahud cemaat muhayyer kalır. Cemaat ihtilâf ederlerse ekseriyete bakılır. Bunlar evlâ olmayan birini tercih ederlerse günaha girmeksizin isâet etmiş olurlar. Bilmiş ol ki. hâne sahibi - ki mescidin maaşlı imamı da öyledir - imamlık hususunda başkalarından mutlak surette evlâdır. Meğer ki yanında sultan veya hâkim bulunsun. Bu takdirde sultan veya hâkim ona tercih edilirler. Çünkü onların hakimiyetleri umumidir. Haddâdî vâlinin resmi imam üzerine tercih edileceğini söylemiştir.

Ödünç ve ücret alan kimseler mal sahibinden daha haklıdırlar. Sebebi yukarda geçendir. Bir kimse kendisinden hoşlanmadıkları halde bir cemâata imam olsa bakılır: Eğer hoşlanmamaları o şahısdaki bir bozukluktan yahud kendileri imamlığa ondan daha lâyık olduklarından ise imamlığı kerahat ile mekruhtur. Çünkü Ebu Dâvud´un rivayet ettiği bir hadisde: «Kendisini sevmedikleri halde bir cemaata imam olan kimse"in namazını Allah kabul etmez.» buyurmuştur. O kimse haklı ise kerahet yoktur. Kerahet cemâatın üzerinedir.

İZAH

«Derse, fetvâ istemeye veya dâvaya beraber gelirlerse aralarında kura çekilir.» cümlesinden murad: Arılaşamazlarsa kur´a çekilir demektir. Anlaşılıyor ki bu kur´a çekimi evleviyet yolu iledir. (yani çekilmesi evlâ olur.) Bazılarına göre hocanın vakıf yahud talebe tarafından tayin olunmuş mâaşı yoksa dilediğini tercih etmesi câizdir. Çünkü isterse hiç birini okutmaz. Ekser ulemamıza göre ise hoca kıdemli olan talebeyi tercih eder. Bu çığırı i!k açan ibn-i Kesîr´dir.

Semhudî Cevher-ul-lkdeyn adlı eserinde şöyle diyor: «Rivayete göre Ensardan biri Rasûlüllah (s.a.v.)a bir şey sormaya gelmiş, Sakit kabilesinden de bir adam gelmiş. Peygamber (s.a.v.): Ey Sakîfin kardeşi! Ensari senden önce geldi. Oturda sendîn önce Ensâri´nin hâcetinden başlaya buyurmuşlar.» Bundan anlaşılıyor ki, önce gelenden başlamak Peygamber (s.a.v.)in sünnetidir. İbn-i Kesîr bu hususta tâbidir. Bir de maaşlı olanla olmayan arasında fark bulunmadığı anlaşılıyor. Evet, beraber gelirlerse maaşlı ile maaşsız arasında fark olabilir. Bunu Rahmetî söylemiştir. Yanimaaşı varsa kur´a çeker; yoksa dilediğini tercih eder.

Cemâat evlâ olmayan birini imamlığa tercih ederlerse günâha girmeksizin isâet etmiş olurlar. Tatarhâniye´de şöyle deniliyor: «İki adam fıkıh ve salahda müsâvi olurlarda biri daha güzel okur fakat cemaat ötekini imam yaparlarsa isâet etmiş; sünneti bırakmışlardır. Ama günahkâr olmazlar. Çünkü elverişli birini geçirmişlerdir. Vâlilik ve hükümet meselelerinde de hüküm böyledir. Hilâfete gelince: O büyük imamlıktır. (onu seçerken) efdal olanı bırakmaları câiz değildir. Bunun üzerine îcma-ı ümmet vardır.»

Hâne sahibi imamlık hususunda başkalarından mutlak surette evlâdır. Yani mevcutlar arasında ondan daha bilgili ve daha iyi okuyan bulunsa bile onun imam olması evlâdır. Tatarhâniye´de şöyle deniliyor: «Bir hânede bir çok ziyaretçiler bulunurda biri imam olmak isterse hâne sahibinin geçmesi icap eder. İlminden ve büyüklüğünden dolayı ziyaretçilerden birini geçirirse daha iyi olur. Ama biri kendiliğinden geçerse câizdir. Çünkü zâhire göre hâne sahibi müsâfirine ikram için imam olmasına izin verir.»

«Haddâdî vâlinin resmi imam üzerine tercih edileceğini söylemiştir.» Bunun ifâde ettiği mânâ şudur ki bu tercih işi yalnız umumi velâyeti olan sultana mahsus olmadığı gibi velâyeti olan hâkime de mahsus değildir. Vali de onlar gibidir. Bu hususta maaşlı imam da ev sahibi gibidir.

İmdâd sahibi şöyle diyor: «Ama bunlar bir araya gelirlerse sultan hepsinden ileridedir. Ondan sonra vâli, sonra hâkim, sonra hâne sahibi gelir - velev kirâcı olsun - Kezâ hâkim mescidin imamına tercih edilir.»

«Ödünç ve ücret alan kimse mal sahibinden daha layıktır.» Çünkü iâre (ödünç verme) menfâatı temliktir. Her ne kadar ödünç veren kimse dönebilir; kirâya veren dönemezse de dönmedikçe ödünç alan daha lâyık ve haklı kalır. Zira döndüğü vakit ödünç kalmaz. Ve mesele mevzuattan çıkmış olur.

«Sebebi yukarda geçendir.» İfadesinden murad: İkisininde umumi velâyeti olmasıdır. Lâkin bu söz münâsip değildir. Çünkü umumi velâyetten murad: Herkese veli olmasıdır. Bunlar öyle değildir. Şârih´in: «Çünkü ödünç alanla ücretlinin bu halde ki velâyetleri mal sahibinden daha aşağıdır.» demesi lazım gelirdi. H.

«Kerâhet cemaatadır.» İfâdesinden kerahet-i tahrimiye mi, kerahet-i tenzihiye mi kasd edildiği hususunda Halebî tereddüde düşmüştür. Halbuki Hılye´de bundan önceki kerahetin kerahet-i tahrimiye olduğunu kati lisanla söylemişti. Çünkü ona delâlet eden hadis vardı.

METİN

Kölenin - Velev âzâd edilmiş olsun - imamlığı tenzihen mekruhtur.

Bunu Kuhistâni Hulâsâdan naklen söylemiştir. Bu ihtimal yukarıda beyan ettiğimiz «aslı hür olan tercih olunur.» kaziyesinden dolayıdır. Çünkü kerahet-i tenzihiyedir.

Bedevînin - ki Türkmenlerle kürdler ve avâmdan olanlarda onun gibidir. Fâsıkın ve âmânın imamlıkları da mekruhtur. Gözleri zaif olan kimse de âmâ gibidir. Nehir. Şu kadar var ki bunlarınfâsıktan mâadası cemaatın en âlimi iseler imam olmaları evlâdır.

İZAH

Kölenin imamlığı tenzihen mekruhtur. Çünkü imam Muhammed asıl nâmındaki kitabında: «Başkalarının imam olması bence daha makbuldur.» demiştir. Bunu Bahır sâhibi Müctebâ ve Mi´rac´tan nakletmiş; sonra şöyle demiştir; «Bu adamların ileri geçmeleri mekruh olduğu gibi onlara uymakta tenzihen mekruhtur. Başkalarının arkasında kılmak mümkün olursa bu efdaldir. Mümkün olmazsa onlara uymak da yalnız kılmaktan efdaldir.»

Bedevi: Arap olsun olmasın çölde yaşayan kimsedir. Misbah´da bu kelime çölde yaşayan Arablara tahsis edilmiştir.

FÂSIK; doğru yoldan çıkan manasınadır. İhtimal ondan murad: İçki içen, zina eden ve fâiz yiyen gibi büyük günahları irtikâp edendir. Bercendî´de dahi böyle denilmiştir. Mi´rac´ta şu satırlar vardır: «Ulemâmızın söylediklerine göre cumadan başka hiç bir namazda fâsika uymamak gerekir. Çünkü cumadan başka namazda fâsıktan başka imam bulur.»

Fetih sahibi diyor ki: «Bu izâha göre cuma namazı şehirde birkaç yerde kılındığı zaman imam Muhammed´in müftâbih olan kavli gereğince cumada uymakta mekruh olur. Çünkü başka yere gitmek elindedir.» «Şu kadar var ki, bunların fâsıktan maadaları cemaatın en âlimi iseler imam olmaları evlâdır.» Bu ibârede musannıf, Bahır sâhibine tâbi olmuştur. Bahır sahibi şöyle demiştir: «Muhit ve diğer kitablarda âmanın imamlığının mekruh olması, cemaatın en fazîletlisi olmamakla kayıtlanmıştır. Şâyed cemaatın en fazîletlisi ise evlâ olan odur.» Bahır sahibi bundan sonra bu kaydın köle, bedevi ve veledi zina da dahi geçerli olması lazım geldiğini söylemiştir.

Nehir sahibi kendisine itiraz etmiş şöyle demiştir: «Hidâye´de mekruh olmanın sebebi bu adamların ekseriyetle câhil olmaları gösterilmiştir. İmamlığa geçirilmeleri cemâatı nefret ettirecektir. Bu ise cahil olmasa bile kerahetin sübûtunu iktiza eder. Ancak âmâ hakkında hususi nâs vârid olmuştur. Bu nâs Peygamber (s.a.v.)in ibn-i ümmü Mektûm ile Utbanı Medine´ye kendi yerine halîfe bırakmasıdır. Bu iki zât âma idiler. Çünkü erkeklerden bunlardan başka işe yarar kimse kalmamıştı. İşte ulemânın mutlak ifâdelerine ve sâdece âmayı istisnâ etmelerine münâsip olan budur.» Bu sözün hulâsası şudur: Musannıfın «cemâatın en âlimi» sözü âmaya mahsustur. Âmâdan başkası âlim de olsa kerahet ortadan kalkmaz. Lâkin Bahır sahibinin bahis ettiğini ihtiyar sahibide söylemiş ve şöyle demiştir: «Kerâhetin illeti yoksa meselâ: Bedevî şehirliden, köle hürden, veled-i zinâ helâl-zâdeden, âma görenden üstün olurlarsa zıddiyle hüküm olunur.» Bu ifâdenin benzeri Behensî´nin Mültekâ şerhinde ve Dürer-ül-bihâr şerhinde de mevcuttur. Galiba bu kavlin vechi şu olacaktır: Böyle biri başkalarından üstün olunca cemâatın nefreti kalmaz. Hatta başkasını imam yapmaktan nefret ederler.

Fâsıka gelince; Onu imamlığa geçirmenin mekruh oluşunu ulema dini hususuna ehemmiyet vermemekle ta´lil etmişlerdir. Bir de onu imam yapmak ona ta´zimde bulunmaktır. Halbukicemâatın onu şer´an hafife almaları vaciptir. Şübhesiz ki başkalarından âlim olmakla illet ortadan kalkacak değildir. Çünkü onlara abdestsiz namaz kıldırmadığından kimse emin olamaz. Binaenaleyh fâsık bid´atcı gibidir. İmamlığı herhalde mekruhtur. Hatta Münye şerhinde Halebî onu imam yapmanın keraheti tahrimiye ile mekruh olduğunu tercih etmiştir. Halebî: «Onun içindir ki. imam Malik´e göre onun arkasında namaz asla câiz olamaz. Bu kavil imam Ahmed´den de bir rivayettir, diyor. Bundan dolayı şârih musannıfın ibâresine çâre aramış ve istisnâyı fâsıktan başkasına hamletmiştir. Allah-u âlem.

METİN

Bid´atcının yani bid´atı sebebiyle kâfir sayılmayan bid´at sahibinin imamlığı da mekruhtur.

Bid´at: Peygamber (s.a,v.)den malum ve meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu inad sebebiyle değil bir nevi şübhe iledir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri bid´at sebebiyle tekfir edilemez. Bu hükümde bizim kanlarımızı canlarımızı helâl ve Rasûlüllah (s.a.v.) söğmeyi reva gören, Allah Teâlânın sıfatlarını ve görülmesini inkâr eden hariciler bile dahildir. Çünkü bu yaptıkları bir te´vil ve şübhe neticesidir. Tekfir edilmemelerinin delili şâhidliklerinin kabul edilmesidir. Yalnız Hattâbiye fırkasının şâhidliği müstesnâdır. Bizden hâricileri tekfir edenler de vardır.

İZAH

Bid´atcıdan murad: Haram olan bid´atı irtikâp edendir. Aksi takdirde bazı bid´atlar vaciptirler. Meselâ: Delâlet fırkalarına red cevabı vermek için delil getirmek, kitap ve sünneti anlatan nahiv ilmini öğrenmek bu kabildendir. Kışla ve medrese yapmak ve islâmın ilk zamanlarında olmayan her hayrı meydana getirmek gibi şeyler mendup bid´at; mescidleri süslemek gibi şeyler mekruh bid´at; lezzetli yemeklerle meşrubat ve elbiselerde bolca davranmak gibi şeyler mubah bid´attır. (yani bid´at beş kısımdır) Nitekim Münâvi´nin cami-i sağîr şerhinde Nevevî´nin tenzibinden naklen böyle denilmiştir. Bunun benzeri de Birgivî´nin tarikat-ı Muhammediye´sindedir.

Bid´atın kitabımızdaki tarifi Hazâin derkenarında Hâfız ibn-i Hacer´e nisbet edilmiştir. O da bunu Nuhbe şerhinde yapmıştır. Şübhesiz itikâd: Beraberinde amel olan ve olmayan inanca şâmildir. Çünkü bir ameli âdet edinen kimse onu mutlaka itikad edecektir. Meselâ: Şia tâifesinin çıplak ayaklara mesh etmesi, mest üzerine meshi inkârda bulunması gibi şeyler bu kabildendir. O zaman bu söylediğimiz Şumunnî´nin târifine müsâvi olur.

Şumunnî bid´atı: «Rasülûllah (s.a.v.)den alınan ilim. amel veya hâlden ibâret hakkın hilâfına bir nevl şübhe ve istihsan ile sonradan çıkarılan ve din kavim, sırat-ı müstakîm yapılan şeydir.» diye tarif etmiştir

Fakat bid´atcı asla şübhe götürmeyen kati delillere karşı inad ederek bid´ata inanır. Meselâ: Haşrı veya bu kâinâtın sonradan var edildiğini kabul etmezse katiyetle kâfir olur. Bir nevi şübhe fâsid bile olsa bid´atcının tekfirine mânidir. Meselâ: Allah teâlayı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin: «O azamet ve celâlinden dolayı görülmez» demeleri bu kabildendir.

Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri şübhe kurulan bu bid´attan dolayı tekfir edilmezler. Ama zarurâtı diniye hususunda muhâlefet edenin küfründe hilaf yoktur. Meselâ: Bu âlemin sonradanmeydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine inanmayan, cüz´i şeyleri Allah´ın bildiğini kabul etmeyen bir kimse ehli kıbleden olup ömrü boyunca ibâdetlerle meşgul olsa kâfirdir. Nitekim Tahrir şerhinde böyle denilmiştir.

Burada hâricilerden murad: Ehli sünnetin itikadından çıkanlardır. Hâssaten hazreti Ali (r.a.)ın aleyhine kıyâm edenler ve onu küfre nisbet edenler değildir. Binaenaleyh hâriciler tâbiri mutezile, şia ve diğer fırkalara şâmildir. «Rasûlüllah (s.a.v.)e söğmeyi revâ gören ilh...» ifâdesi ekseri nushalarda böyledir. Ben bunu Hazâin´de de şârihin el yazısı ile bu şekilde gördüm. Orada: «Rasülullah (s.a.v.)e sövmek kat´i olarak küfürdür.» deniliyor. Doğrusu «Rasulullah´ın eshabına söğmekde» şeklinde olacaktır. Hâşiyeyi yazan zât eshabı Ebu Bekir´le Ömer (r.a.)´ya dan başkaları diye kayıtlamıştır. Zira mürted bâbında geleceği vecihle ebu Bekir´le Ömer (r.a.)ya yahud birine söven kâfir olur.

Ben derim ki: Mürted bâbında gelecek olan ebu Bekir´le Ömer (r.a.) ya şübhesiz şekilde sövenlere hamledilmiştir. Zirâ Münye şerhinde açıklandığına göre onlara söven veya hilâfetlerini inkâr eden kimse bu yaptığını elindeki bir şübheye binaen yaparsa kâfir sayılmaz. Velev ki söylediği söz haddi zatında küfür olsun. Onlar eshab-ı kirâmı ithâm etmekle icmâın hüccet olduğunu İnkâr ediyorlar. Bu bir nevl şübhedir velev ki batıl olsun.

Hazreti Ali´nin Allah olduğunu ve Cibrîl´in hata ettiğini iddia edenler böyle değildir. Zira bu iddia bir şübheden ve ictihaddan ileri gelmiş değil. sırf hevâ ve hevesden ibârettir. Meselenin tamamı Münye şerhindedir. Oraya müracaat et! Ben bu makamı «Tenbih-ül-ûlât vel huttâm...» adlı eserimde izah ettim.

«Çünkü bu yaptıkları bir te´vil ve şübhe neticesidir.» Cümlesi tekfir edilmemenin illetidir. Kemal ibn Hümâm tahrir nâm eserinin sonunda şunları söylemiştir: «Allah´ın sıfatlarının zatı üzerine zâid manalar olduğunu kabul etmeyen kabir azâbını, şefâatı, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah´ı görmeyi inkâr eden mûtezile tâifesi gibi Cahil bid´atcıların cehli özür sayılamaz. Çünkü kitap ve sünnet sahihadan müteşekkil deliller açıktır. Ama tekfir edilemezler. Çünkü bunlar Kur´an veya hadis yahud akılla istidlâl ederler. Bir de Ehl-i kıblenin tekfir edilmesi yasaktır. Onların şâhidlikleri kabul edileceğine icmâ vaki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği câiz değildir. Hattabiye fırkasının şâhidliğinin kabul edilmemesi kâfir olduklarından değil. kendi fikirlerinde olan kimse için yalancı şâhidliğini meşru gördükleri içindir. Bu söze: «Günâhı mubah saymak küfürdür.» diyen itiraz olunmuş. Bu itiraza da: «Şâyed inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer´î delilden dolayı ise küfür değildir. Bid´atcı istidlâlinde hatâlıdır. İnatçı değildir. Kullarının kalplerini Allah bilir!» diye cevap verilmiştir.

neslinur
Fri 26 March 2010, 05:13 pm GMT +0200
METİN

Eğer dinden olduğu bizzarura bilinen bir şeyi inkâr ederse bundan dolayı tekfir edilir. Allah Teâlânın sâir cisimler gibi bir cisim olduğunu söylemesi ve ebu Bekir Sıddîkın sahabî olduğunu inkâr etmesi bu kabildendir. Böyle birine uymak aslâ sahih değildir. Bu bellenmelidir.

Veled-i zinânın imamlığı dahi mekruhtur. Bu kerahat onlardan daha münâsip başkaları bulunduğuna göredir. Başkaları bulunmasa kerahet yoktur. Bunu inceleyerek Bahır sahibi söylemiştir, Nehir nam eserde Muhit´ten naklen: «Bir kimse fâsıkın veya bid´atçının arkasında namaz kılarsa cemâat fazîletine nail olur.» denilmiştir. Kezâ emredin (tüysüzün) sefihin, felclinin, abraşlığı şuyu bulmuş kimsenin içki içenin, fâiz yiyenin, kouculuk yapanın, riyakârın, tasannuğ yapanın (kendine fazla çeki düzen verenin) ücretle imamlık yapanın arkasında namaz kılmak mekruhtur. Kuhistânî.

İZAH

Ebu Bekir (r.a.) sahabi olduğunu inkâr etmek Teâlâ hazretlerinin: «Hâni arkadaşına mahzun olma! diyordu...» Ayeti kerimesini yalanlamaktır. H.

Fetih´de Hulâsa´dan naklen: «Ebu Bekir´in veya Ömer´in hilâfetini inkâr eden kâfir olur.» denilmektedir. İhtimal murad: Hilâfeti Hak ettiklerini inkârdır. Bu eshabın icmâına muhaliftir. Fiilen halifelik yaptıklarını inkâr etmek murad değildir. Bahır.

«Ebu Bekir´le Ömer´in hilâfetlerini inkâr eden kâfir olur.» sözünü «Şübheden neş´et etmiyorsa» diye kayıtlamak icap eder. Nitekim Münye şerhinden naklen yukarıda görmüştük. Hazreti ebu Bekir´in sahabî olduğunu inkâr böyle değildir.

«Böylesine uymak aslâ sahih değildir.» Cümlesindeki «aslâ» sözü te´kiddir. Maksad şu halde olursa şöyle olur, bu halde olursa böyle olur demek değildir. Çünkü burada muhtelif holler yoktur. H.

Veled-i Zinânin imamlığı dahi mekruhtur. Çünkü onu terbiye edecek öğretecek babası yoktur. Bu sebeple ekseriyetle câhil yetişir. Bahır. Yahud cemaat kendisinden nefret ettiği için mekruhtur.

«Bir kimse fâsıkın veya bid´atçının arkasında namaz kılarsa cemaat fazîletine nâil olur.» Sözü, bunların arkasında namaz kılmanın yalnız kılmaktan evlâ olduğunu gösterir. Lâkin verâ ve takvâ sahibi bir imamın arkasında nâil olduğu sevaba nâil olamaz. Çünkü bir hadisi şerifte: «Bir kimse takva sahibi bir âlimin arkasında namaz kılarsa bir Peygamberin arkasında kılmış gibi olur.» buyurulmuştur.

Hılye sahibi: «Hadis tahric edenler bu hadisi bulamamışlardır.» diyor. Evet, Hâkim Müstedrekinde merfu olarak şu hadisi tahric etmiştir: «Eğer Allah´ın namazınızı kabul etmesini dilerseniz size hayırlılarınız İmam olsun. Çünkü onlar sizinle rabbiniz arasında sizin (gönderilmiş) heyetinizdir.»

Anlaşıldığına göre emredin yani sakalı bıyığı bitmemiş gencin arkasında namaz kılmanın keraheti dahi kerahet-i tenzihiyedir. Kezâ Rahmetî´nin dediği gibi anlaşılan emirden murad güzel yüzlü oğlandır. Çünkü fitneye mahaldır. Acaba burada da «cemâatın en âlimi ise kerahet kalmaz.» denilir mi? kerahetin sebebi şehvet korkusu ise -ki daha ziyâde anlaşılan budur- kerahet kalmaz denilemez. Sebep cehlinin fazlalığı veya cemaatın nefreti ise evet kerahet kalmaz, denilir. Anlaşıldığına göre güzel yanaklı ve şehveti uyandıran herkes emred gibidir.

Şu da var ki, Medenî´nin haşiyesinde fetevâi afifiye´den nakledildiğine göre Allâme Abdurrahman bin İsâ el-Mürşidî´ye sormuşlar: «Bir kimse yirmi yaşına varırda sac bitme zamanı geçdiği haldeyanağında saç bitmezse bununla emred olmaktan çıkar mı? bilhâssa çenesinde sakalsız olmadığını gösteren kıllar çıkmışsa bu kimsenin imam olmak hususunda hükmü kâmil erkekler gibimidir; değilmidir?» demişlerdir. Mürşidî şu cevabı vermiş: «İbn-i Şiblî nâmıyla maruf müteehhirîn hanefiye ulemasından allâme Ahmed Bin Yunus´a bunun gibi sual sormuşlar da kerahetsiz câizdir diye cevap vermiş; bu sana örnek almaya yeterde artar da! demiş. Allah-u âlem. Bu mesele müftî Muhammed tâceddin Kaleî´ye de sorulmuş o da ayni şekilde cevap vermiştir.

SEFİH: Şeriatın veya aklın gerektirdiği şekilde güzel tasarrufda bulunamayan akılsız kişidir. Şârih hacr bahsinde bundan söz edecektir. T.

Bir ayağı ile yürüyen topal da felcli ve abraşlığı şuyû bulan kimse gibidir. Ondan başkasına uymak evlâdır. Tatarhâniye, Bercendî´nin bildirdiğine göre cüzamlıda böyle olduğu gibi Fetevâyı Sofiye´nin Tühfe" den nakline göre tenasül âleti kesik olan (mecbup) şiddetli çişi gelip toplanan ve bir eli olmayan kimselerde öyledir. Bunlarda anlaşılan illet ve sebep cemaatın nefretidir. Onun için abraşı «şuyu» bulmakla kayıtlamıştır. Tâki anlaşılmış olsun. Bir de felcli ve mecbup gibi kimseler tahareti mükemmel yapamazlar. Çişi birikmiş ve emsâli kimselerin o halde namaz kılmaları zaten mekruhtur.

Şârih´in: «içki içenin ilh...» den tasannu yapana kadar söyledikleri metindeki Fâsıkın imamlığı da mekruhtur.» Sözünün yanında tekrardan ibâret kalır. H.

KOĞUCU: Fesadlık çıkarmak için insanlar arasında laf taşıyan kimsedir. Koğuculuk büyük günahlardandır. Koğucunun sözünü kabul etmek haramdır.

Riyakâr: Yaptığını başkaları görsün diye yapan gösterişcidir. Bunun ibâdetleri güzel yapar görünmeye özenmesiyle müsavidir.

Tasannucu. ibâdetleri güzel yapmağa özenendir. Bu ötekilerden daha hususidir. T.

Ücretli imamdan murad: Bir sene yahud altı ay gibi bir müddet zarfında namaz kıldırmak için ücretle tutulan imamdır. Vakfın şart koştuğu maaş bu kabilden değildir, çünkü o sadaka ve nafakadır. Rahmetî. Yanı hem sadakaya hem ücrete benzer. Nitekim Allah´ın izniyle vakıf bahsinde gelecektir.

Halbuki bu hususta müftâbih kavl Müteehhirîn ulemanın mezhebidir ki, o da ücretle kur´an okutmanın ve ücretle imamlık müezzinlik yapmanın câiz olmasıdır. Çünkü zaruret vardır. Sırf Kur´an okumak için ücret vermek ve zarurî olmayan sair ibâdetler için ücretle adam tutmak bunun hilâfınadır. Bu aslâ câiz değildir. Nitekim inşallah icâre bahsinde gelecektir.

METİN

İbn-i Melek: «Şâfiî gibi muhalif mezhepten birinin arkasında namaz kılmak da mekruhtur.» İbâresini ziyâde etmiştir. Lâkin Bahır nâm kitabın vitir bahsinde: «Riâyetkâr olduğunu yüzde yüz bilirse mekruh olmaz; riayetkâr olmadığını bilirse sahih olmaz, şübhe ederse mekruh olur.» denilmiştir.

İZAH

Mutemed olan kavil Bahır´ın söylediğidir. Çünkü muhakkık ulema bu kavle meyletmişlerdir. Mezhebimizin kâideleri de buna şâhiddir, Ulemâdan bir çokları: «İmamın âdeti hilâf yerlerine riâyetise câizdir. Değilse caiz değildir.» demişlerdir. Bunu yukarıda adı geçen Sindî söylemiştir. H.

Ben derim ki: Bu söz, itibar uyan kimsenin reyine olduğuna binaendir ki. esah olan da budur. Bazıları imamın reyine itibar edileceğini söylemişlerdir. Bir cemaat da bu kavli tercih etmişlerdir. Nihâye sahibi: «Bu kavl kıyasa daha uygundur.» demiştir. Buna göre imam hilâf yerlerine dikkat etmese bile uymak sahihtir. Nitekim vitir bâbında gelecektir.

«Riayetkâr olduğunu yüzde yüz bilirse mekruh olmaz.» ifâdesinden murad: O namazın şart ve rükün gibi farzlarında hilâfa riâyet etmesidir. Velev ki vacip ve sünnetlerde riâyet etmesin. Nitekim Bahır ve Münye şerhinden anlaşılan da budur. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: Fer´î meselelerde bize muhalif olan Şâfiî gibi birine uymaya gelince: Uyan kimsenin itikadına göre imâmın namazı bozacak bir hâli bilinmedikçe bu caizdir. Bunun üzerine icma vardır. Yalnız keraheti olup olmadığında ihtilaf edilmiştir.»

Görülüyor ki: «Namazı bozacak bir şey» diye kayıtlamış başka bir şeyle kayıtlamamıştır. Molla Aliyyül-Kârî´nin «el-ihtidâ fi-l-iktidâ» adlı risâlesinde şu izahat vardır: «Umumiyetle ulemamıza göre imam hilâf yerlerine dikkat ve ihtiyat gösterirse ona uymak câiz; dikkat etmezse câiz değildir. Mânâ şudur: Dikkat ederse kendisine uymak kerahetsiz câizdir. Dikkat etmezse kerahetle câiz olur. Sonra dikkatli gereken mühim yerler şunlardır: Kan aldırmak; veya kusmak yahud burunu kanamak gibi bir hâl başına gelmişse abdest almış olmalıdır. İmamın mezhebine göre sünnet bize göre müstehap olan rükû ve secdeler arasında el kaldırmak, besmeleyi âşikâra ve gizli çekmek gibi hususatta hilâfa riâyet lazım değildir. Bu ve emsâli yerlerde hilâftan kurtulmak mümkün değildir. Binaenaleyh herkes, mezhebine Tâbi olur kimse âdetinden men edilemez.»

Hayreddîn Remlî´nin Eşbah hâşiyesinde: «İmamdan namazı bozacak bir şey tahakkuk etmedikçe benim kalbim kerahet bulunmadığına yatıyor.» deniliyor. Hâşiye sahibinin incelemesine göre imamın farzlarda vaciplerde ve sünnetlerde hilâfa riâyet ettiğini bilirse kerahet yoktur. Üçünde de riâyet etmediğini bilirse sahih olmaz. Hiç bir şey bilmezse mekruh olmaz. Çünkü bize göre bazı terki vacip olan şeylerin ona göre fiilî sünnettir. Zâhire göre o bunları yapar. Yalnız son ikisinde terk ettiğini bilirse mekruh olmamak gerekir. Zira vâcibin terki ihtimalinde mekruh olursa tahakkuku halinde evleviyetle mekruh olur. Yalnız üçüncüde terk ettiğini bilirse ona uymaması gerekir. Çünkü cemaat vaciptir. Binaenaleyh kerahet-i tenzihiyeyi terk etmeye tercih olunur.» Allâme Bîri bu hususta hâşiye sahibinin geçmiş; ondan önce risâlesinde bunun benzerini yazmıştır. Hatta o kimsenin yalnız başına kılmasının ona uymaktan efdal olduğunu iddia ile şöyle demiştir: «Çünkü şübhesiz o imam namazında bize göre iâdesi vacip veya müstehap olan bir şey yapacaktır.»

Lâkin bu sözü bir başkası yine risâle yazarak red etmiştir. Bu reddiyeyi te´yid eden sözleri sana duyurduk. Evet, Şeyh Hayreddin´in, Şâfiî Remlî´den naklettiğine göre başkasına uymak imkanı varken o da muhalif mezhepden birine uymanın mekruh olduğuna kâil imiş, Bununla beraber ona göre dahi muhalif imama uymak yalnız kılmaktan efdaldir: cemâat fazîletim kazanır. Büyük Remlî´debununla fetva vermiş, Supkî ve diğerleri de buna itimad etmişlerdir.

Şeyh Hayreddîn şöyle demiştir: «Hâsılı bu hususta ulemanın ihtilafı vardır. Bize uymanın sahih, fâsid veya efdal olması hakkında onlar bir illet olursa bizde onlar aleyhinde aynı şekilde illet bulunur. Remlî´nin itimad ettiği ve fetvâ verdiği kavli sen duydun. Fakirde hanefî´nin Şâfiî´ye uyması meselesinde onun dediğini derim. İnsaflı fakîh bunu teslim eder.» Kısaltarak alınmıştır.

Yani iki mezhebin iki âlimi - ki biri Hanefî Remlî, diğeri Şâfiî remlî´dir - ittifak ettikten sonra söyleyecek söz kalmaz. Ve şu netice hasıl olur: Başkası bulunmayınca farzlarda muhâlif mezhebe riâyet eden muhalifin arkasında namaz kılmak efdaldir. Kendi mezhebinden bir başkası bulunursa mezhebine muvâfık imama uymak efdal olur.

Şimdi şu mesele kalır: Bir mescidde bir kaç cemâat olur da o kimse mescide vardığında önce Şâfiîler cemaat olurlarsa Tahtavî´nin ibn-i Nüceymin risâlesinden nakline göre Şâfiî´ye uymak efdaldir. Hatta geciktirmek mekruhtur. Çünkü bir mescidde cemaatın tekrarı bize göre mekruhtur. Mutemed olan kavil budur. Meğer ki ilk cemaat o mescidin cemaatından olmasın; yahud cemaatla kılınan namaz mekruh vecihle edâ edilmiş olsun. Bir de şu var ki, Şâfiî namaz kıldırırken o Hanefî iki şıktan hâli değildir. Ya Hanefî imamı beklemek için sünnet kılacaktır, ki bu yasak edilmiştir. Zira Peygamber (s.a.v.): «Namaza duruldu mu farz namazdan başka namaz yoktur.» buyurmuştur. Yahud oturacaktır; bu da mekruhtur. Çünkü muhtar kavle göre Şâfii´lerin cemâatında bir kerahat olmadığı halde cemâattan kaçınmıştır.»

Bu ifâdenin bir benzeri de Medenî´nin hâşiyesindedir. O bu sözü babası Muhammed Ekrem ile Muhakkıkîn ulemanın sonuncusu Seyyid Muhammed Emin Pîr padişahdan ve şeyh İsmail Sirvânî´den nakletmiştir. Bu zevât dahi namazı ilk cemaatla kılmanın efdal olduğunu tercih etmişlerdir. Şeyh Abdullah el-Afîf. Fetevây-ı Afîfiye adlı eserinde Abdurrahman Mürşidî´den naklen şöyle demiştir: «Üstâdımız Şeyh-ul-İslâm ve Mekke´nin müftüsü Hanefî Ali bin Cârullah. Zahire Kâbe´de ilk cemâatı Şâfiiler teşkil ettiklerinde dâima onlarla namaz kılardı. Onlara uymakda ben de ona uyardım.»

Allâme İbrâhim Bîrî bunlara muhalefet etmiş; Şâfiîler vâcip ve sünnetlere riâyet etmedikleri için onlara uymanın mekruh olduğunu, mezhebinin imamı yetişmezse yalnız başına kılmanın efdal olduğunu söylemiştir. Bu zevâta Kemal b. Hümâm´ın Tilmîzi allâme Rahmetullah Sindî dahi muhâlefet etmiş: «İhtiyat Şâfiî imama uymamaktadır. Velev ki mezhebine riâyet etsin.» demiştir. Molla Aliyyülkârî´de muhaliftir Aliyyülkârî´nin Şâfiîlere uymanın mekruh olmadığını söylediğini evvelce bildirmiştik. Sonradan şunları söylemiştir: «Zamanımızda olduğu gibi her mezhebin imamı bulunursa geciksin gecikmesin efdal olan mezhebin imamına uymaktır. Müslümanların âmmesi ve kavli beğenmiş; Haremeyn, Kudüs, Mısır ve Şam halkından mü´minlerin cumhuru bununla amel etmişlerdir. Şâz olanlarına itibar yoktur.»

Kalbin meyl ettiği taraf şudur ki: Forzlara riâyetsizlik göstermedikçe muhâlif mezhebin imamınauymakta kerahet yoktur. Çünkü sahabe ve tâbiinden bir çokları müctehid imamlardı. Halbuki mezhebleri muhtelif olmasına rağmen bir imamın arkasında namaz kılarlardı. Bir kimse namaz saflarından uzakta mezhebinin imamını beklese cemaattan yüz çevirmiş olamaz. Çünkü o kimsenin bu cemaattan daha mükemmel bir cemâat arzu ettiği malumdur. Bir mescidde bir kaç cemaat teşkil etmenin mekruh olduğu ise bâbın başında bahis mevzuu etmiştik. Allah-u alem.

METİN

Cemâat razı olsun olmasın kıraat ve zikirlerde namazı cemaata sünnet miktarından fazla uzatmak kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur, Çünkü hafif tutma emri mutlaktır. Nehir.

Şurunbulâliye´de: «Muâz hadisinin zâhiri cemâatın mutlak surette en zaif olanının namazından uzun tutmayacağını gösteriyor.» denilmiştir. Onun için Kemâl: «Ancak zaruretten dolayı olursa o başka!» demiştir. Sahih rivayetle sâbit olmuştur ki Peygamber (s.a.v.) bir çocuğun ağladığını işitince sabah namazında muavvezeteyni okumuştur.

Kadınların cenâze namazından başka namazlarda - Velev teravihde olsun - cemaat teşkil etmeleri keraheti tahrimiye ile mekruhtur. Çünkü cenâze namazının tekrarı meşru olmamıştır. Kadınlar yalnız başlarına kılsalar birinin namazı bitirmesiyle fırsat ötekilerin elinden gitmiş olur. Cenâze namazında kadın erkeklere imam olursa namaz tekrar kılınmaz. Çünkü kadının kılması ile farz sâkıt olmuştur. Ancak (abdesti bozulan) imam kendi yerine kadını çekerde arkasında erkek ve kadınlar bulunursa hepsinin namazları bozulur.

İZAH

Kırâat ve zikirleri sünnet miktarından fazla uzatmanın kerahati tahrimiye ile mekruh olduğunu Bahır sahibi aşağıdaki hadisdeki hafif tutma emrinden almış ve şöyle demiştir: Bu emir vücûp ifâde eder, meğer ki değiştiren bir şey buluna bir de uzun tutmakta başkasına zarar vardır. Nehir sâhibi de buna cezm etmiştir. Sünnet miktarından fazla ifâdesini Bahır sahibi Sirâc ile muzmerata nisbet etmiş ve: Bunu Fetih sahibi inceleyerek beyan etmiştir. Bazı imamların vehme kapılarak sabah namazında başka namazlarda olduğu gibi az bir miktar okumaları doğru değildir, demiştir.

Makul olan hafif tutma emri sahihayndaki şu hadistir: Biriniz cemâata namaz kıldırırsa hafif tutsun. Çünkü içlerinde zaif, hasta ve ihtiyarları vardır. Yalnız başına kılarsa istediği kadar uzatsın. Şârih bu hususta Bahır sâhibine tâbi olmuştur. Şeyh İsmâil kendisine itiraz etmiş:

Emri bu şekilde Ta´lil cemâat olduğu yani birkaç kişiden ibâret bulunduğu vakit kerahet kalmayacağını ifâde eder. Bahır´ın sözünü sayısız

cemâata hamletmekde mümkündür.

Şurunbulâliye´nin sözü sünnet miktarından fazla ifâdesine mukâbildir. Hasılı şudur: İmam mutlak surette cemâatın haline göre okur. Yani velev ki sünnet miktarından az olsunlar demektir. Ama söz götürür: Evvelâ bu söz yukarda geçtiği gibi Sirac ve Muzmerat´tan nakledilene aykırıdır.

İkincisi: Sünnet miktarı cemâatın en zaif olanının namazından fazla değildir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) kendisine zaif ve hastaların uyduğunu bildiği halde bunu yapardı ve ancak zaruretzamanında bırakırdı.

Üçüncüsü: Hazreti Muâz´ın - kavmi kendisini Peygamber (s.a.v.) şikâyet edip de: Sen fitnebazmısın yâ Muâz? buyurdukları vakit - kırâatı ancak sünnet miktarından fazla idi. Kemâl feth-ul Kadîr´de şöyle diyor: Araştırdığımıza göre uzatma, sünnet miktarından ziyâde okumaktır. Zira Peygamber (s.a.v.) bunu yasak etmiştir. Sünnet miktarı onun okuduğudur. Binaenaleyh onun yasak ettiğinin âdet edindiğinden başka olması mutlaka lazımdır. Meğer ki zaruret buluna.

Müslim´in rivayetine göre Peygamber (s.a.v.)in söylediklerini söylediği vakit Muâz bakara suresinden okumuştu. O rivayette şöyle denilmektedir: Muâz bakaraya başlamıştı. Derken bir adam safdan ayrılarak selâm verdi. Sonra yalnız başına kılarak gitti. Peygamber (s.a.v.)in: Cemaata imam olduğun vakit Veş Şems ile Seb Bih´i (E´lâ sûresini) ikrâ ile Vel Leyli´yi oku. Buyurması namaz yatsı namazı olduğu içindir. Mu´az´ın kavmi muhakkak surette mazur idi. Tenbellik ettikleri yoktur. Onlara bunu bu özürden dolayı emir buyurdu. Nitekim bildirildiğine göre Peygamber (s.a.v.) sabah namazında muavvezeteyni okumuş namaz bitince Eshab: «Kısa kestin demişler, o da: Bir çocuğun ağladığını işittim de annesinin aklı gider diye korkdum.» buyurmuşlar. Kısaltılarak alınmıştır.

Kemâl´in sözünden anlaşılıyor ki, sünnet miktarı kıraattan ancak zaruret dolayısıyle az okunabilir. Nitekim çocuğun ağlaması sebebiyle muavvezeteyn surelerini okuması böyle olmuştur. Muâz hadisinden de anlaşılıyor ki, cemâatın zaifliğinden dolayı sünnet miktardan azaltma yapılmaz. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Muâz´a yatsı namazında sünnet miktarından az bir şey tâyin etmemiştir. Kavminin özrü tahakkuk ettiği halde ona sünnet miktardan fazla okumamasını tenbih etmiştir.

Binaenaleyh Şurunbulâlî´nin hadisden anladığı ve Kemâl´in sözünü de hamlettiği mana açık değildir. Evet Bahır´ın vitir ve nâfileler babında terâvih hakkında söz ederken Müctebâ´ya nisbet edilerek şöyle denilmiştir: İmam Hasan´ın İmam-A´zam´dan rivayetine göre bir kimse farz namazda Fâtiha´dan sonra üç âyet okursa iyi etmiş, isâet işlememiş olur. Lâkin bu söz bizim söylediklerimize aykırı değildir. Çünkü bu adam vacip miktarı okumakla iyi etmiş olur. Ama isâet işlememiştir. Yani şiddetli kerahet derecesine varmamıştır. Çünkü cenâze namazının tekrarı meşru olmamıştır.

Feth´ul Kadîr´de şöyle denilmiştir: Bilmiş ol ki, kadınların cenâze namazında cemaat olmaları mekruh değildir. Zira bu namaz farzdır. öne geçmeyi terk etmek mekruhtur. Binaenaleyh mesele farzı yapmak için mekruhu terk için farzı terk arasında devretmektedir. Ve birincisi vâcip olur. Kadınların başka namazlarda cemaat olmaları bunun hilâfınadır. Yalnız kılarlarsa içlerinden biri önce kılacaktır ve ötekilerin namazları nâfile olacaktır. Halbuki cenâze namazını nâfile olarak kılmak mekruhtur. Şu halde o kadının namazını bitirmesi kalanların namazlarının farziyet sıfatının bozulmasını icap eder. Nasıl ki son oturuşu terk eden kimsenin beşinci rekatı secde ile kayıtlaması da namazın farz sıfatının bozulmasını icap eder. Bu izahın bir misli de Bahır ve diğer kitablardadır. Bunun ifâde ettiği mânâ şudur: Cenâze namazında kadınların cemâat olması, başkaları bulunmamak şartiyle vaciptir. Bunun vechi kadınlardan biri evvela kılınca kalanlarının namazlarının farziyeti bozulmasından korunmak olsa gerektir. Burada şöyle denilebilir: Erkeklerayrı ayrı kılarlarsa bu namaz hakkında da ayni şey lâzım gelir. Şu halde erkeklerin cenâze namazında cemâat olmaları vacip olmak lazım gelir. Halbuki açıkça bildirildiğine göre cenâze namazında cemaat vacip değildir.

Cenâze namazında kadın erkeklere imam olursa namaz tekrarlanmaz. Çünkü tekrar kılınsa mekruh nâfile namaz olur. T. Çünkü kadının kılması ile farz sâkıt olmuştur. Kadının kılması diye kayıtlanması, erkeklerin namazı namaz olmadığı içindir. H.

İmam kendi yerine kadını çekerde arkasında erkek ve kadınlar bulunursa hepsinin namazları bozulur. Bu hüküm cenâzeye mahsus değildir. Diğer namazlarda böyledir. Erkeklerle imamın namazlarının bozulması, erkeklerin kadına uymaları sahih olmadığı içindir. Öne geçen kadınla diğer kadınların namazlarının bozulması ise evvelâ kâmil bir tahrimeye girdikleri içindir. Kâmil tahrimeden nâkıs tahrimiye geçmişlerdir. ki, bir farzdan başka bir farza intikal etmiş gibi olurlar. Nitekim Bahır da da böyle denilmiştir. Ta´lilin zâhiri sırf kadın olsalar yine namazının bozulmasını iktiza eder. Bunu Ebu´s-Suûd söylemiştir. T.

Daha açık ta´lil şöyle olur: İmam kendi yerine geçene uymakla arkasındakilerin namazı bozulur. Hatta imamlığa elverişli olmayan birini kendi yerine geçirmekle kendi namazı bozulur, arkasındakilerinde böyledir. Rahmetî.

METİN


Kadınlar cemâat olurlarsa kadın imam, ara yerlerine durur. öne geçerse günahkâr olur. Yalnız hunsâ müstesnâdır. O kadınlardan ileri, geçer. Çıplaklar gibi ki onların imamı da ortalarına durur. Ve cemaat olmaları keraheti tahrimiye ile mekruhtur. Fetih.

Kadınların cemaatlara gitmeleri cuma, bayram ve vaaz için bile olsa mutlak surette mekruhtur. Velev ki ihtiyar olsun ve geceleyin gitsin! Müftabih mezhep budur. Çünkü zaman bozulmuştur. Kemâl inceleme yaparak pek ihtiyar kadınları istisnâ etmiştir.

Nitekim bir evde kadınların orasında yalnız bir erkek bulunurda başkası hatta o erkeğin kızkardeşi gibi bir mahremi kansı veya cariyesi bulunmazsa kadınlara imam olması da mekruhtur. Ama yanlarında bu söylenenlerden biri bulunursa yahud kadınlara mescidde imam olursa mekruh olmaz.

İZAH

Kadınlar cemaat olurlarsa kadın imam aralarına durur. Tam ortalarına dahi durabilir. Öne geçerse günahkâr olur. Bundan anlaşılır ki aralarına durması vâciptir. Nitekim Fetih´de bu açıkca ifâde edilmiştir. Namaz sahihdir. Ama imam aralarına durmakla kerahet kalkmaz. Ortalarına duracağının gösterilmesi bu şeklin öne geçmekten daha az mekruh olmasındandır. Nitekim Sırâc´da beyan edilmiştir. Hunsânın istisnâ edilmesi, aralarına durduğu takdirde hem kendisinin hem kadınların namazı bozulacağı içindir. Çünkü hunsâ erkek olduğu takdirde kadınla bir hizâya gelince namazı bozulur. Onun namazı bozulunca bittabi kadınların namazı da bozulur.

«Çıplaklar gibi ki onların imamı da aralarına durur.» Musannıf bununla yapılan teşbihin her cihettenolmadığına işaret etmiştir. Benzerlik sadece yalnız kılmak lazım geldiğinde ve cemaatla kılarlarsa imamın ortaya durması hususundadır. Yoksa sâir yerlerde ayrılırlar. Çıplaklar oturarak namaz kılarlar. Bu onlar hakkında efdaldir. Kadınlar ise ayakta kılarlar. Nasıl ki Bahır´da beyan edilmiştir. «Velev ki ihtiyar olsun ve geceleyin gitsin.» ifâdesi mutlak beyândır. Yani genç olsun İhtiyar olsun. gündüz olsun gece olsun kadının cemâata gitmesi mekruhtur. Müftabih mezhep budur. Maksad müteehhirîn ulemanın mezhebidir.

Bahır sahibi diyor ki: «Müteehhirîn ulemanın itimad ettikleri bu fetva İmam- A´zam´la imameynin mezheplerine muhaliftir denilebilir. Zira naklettiklerine göre genç kadın cemaata gitmekten bil´ittifak ve mutlak surette men edilir. İhtiyar kadın ise İmam-A´zam´a göre öğle ikindi ve cumadan başka namazlarda cemâata gidebilir. Yani imameyne göre mutlak surette cemaata devam eder. Şu halde ihtiyar kadın bütün namazlarda cemaata gidemez diye fetva vermek hepsinin kavillerine aykırıdır. İtimad İmam-A´zam´ın mezhebinedir.» Nehir sâhibi buna itirazla şunu söylemiştir: «Bu da söz götürür. Bilakis bu hüküm İmam-A´zam´ın kavlinden alınmıştır. Şöyle ki: İmam-A´zam ihtiyar kadını bir sebepden dolayı cemaatten men etmiştir. O sebep de fazla şehvettir hüküm şuna binaen ki fâsıklar akşam namazında her tarafa dağılmazlar. Çünkü yemekle meşguldürler. Yatsı ile sabah namazlarında ise uyurlar. Fisk ve fücurleri galebe çalarak zamanımızda olduğu gibi bu vakitlerde de dağıldıklarını hatta onları aradıklarını farz edersek onlarda da men edileceği gün gibi meydandadır.» Kemâl inceleme yaparak müteehhirînin verdiği fetvâdan pek fazla ihtiyar kadınları istisnâ etmiştir. Çünkü zikri geçen illet yoktur. Binaenaleyh bu hususta hüküm İmam-A´zam´ın kavline göre kalır.

Kadınların arasında yalnız bir erkek bulunursa ilh... ifâdesinden anlaşılıyor ki. ecnebi bir kadınla halvet (yani baş başa kalmak) başka bir ecnebi kadının bulunmasiyle ortadan kalkmaz. Başka bir adamın bulunmasiyle ortadan kalkar.

«Kızkardeşi gibi tâbiri şârihin sözüdür. Bunu bir çok nushalarda gördüğüm gibi Hazâin nâm eserinde de kendi yazısı ile okudum. Siyah mürekkeble yazmış. Bu gösteriyor ki mahremden murad rahimden (yani akrabalıktan) meydana gelen haramlıktır. Zira ulema sütkızkardeşle ve genç üvey ana ile başbaşa kalmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir.

Kadınlara mescidde imam olmak mekruh değildir. Çünkü orada halvet tahakkuk etmez. Onun için bir kimse karısiyle mescidde baş başa kalsa halvet sayılmaz. Nitekim gelecektir. Rahmeti.

neslinur
Fri 26 March 2010, 05:29 pm GMT +0200
METİN

Bir kişi - çocuk bile olsa - imamın sağına ve onun tam hizasına durur. Kadın olursa arkasına durur. Mezhep budur. Başa itibar yoktur. İtibar küçük bile olsa ayağadır. Esah kavle göre imama uyanın ayağının çoğu imamdan ileriye geçmedikçe namaz bozulmaz. Tek kişi imamın soluna durursa bil´ittifak mekruh olur. Kezâ arkasına durursa esah kavle göre mekruhtur. Çünkü sünnete muhâlefet etmiştir. Birden fazla olan cemaat imamın arkasına dururlar. İmam iki kişinin ortasına durursa tenzihen mekruh ikiden fazla cemaatın ortasına durursa tahrimen mekruh olur.

İZAH

Cemâat bir kadından ibâret olursa imamın arkasına durur. Kadınla birlikte bir de adam bulunursa imam adamı kendi sağına, kadını arkalarına alır. Erkekler iki olursa onları arkasına, kadını da onların arkasına durdurur. H.

Bir kadının imamın arkasına durması erkeğe uyduğu takdirdedir. Kendisi gibi bir kadına uyarsa arkasına durmaz. Bunu Bercendî´den naklen Tahtavî söylemiştir. «Mezhep budur.» İmam Muhammed´den rivâyet olunan «parmaklarını imamın ökçesi hizâsına koyar.» sözü buna muhaliftir. Bahır.

Sağ tarafına durmasını bir kişiye imam emir eder. Namaza durduktan sonra gelmişse eli ile işaret eder. Çünkü ibn-i Abbâs´dan rivayet olunduğuna göre kendisi Peygamber (s.a.v.)in soluna durmuş, o da sağ tarafına çekmiştir. Sirac.

İtibar başa değil ayağadır. İmama uyan kîmsenin ayağı tamamiyle imamın ayağı hizasına gelirde boyu uzun olduğu için secdede onun önüne geçerse zarar etmez. Ayağı ile hizâsına durmaktan murad ökçesinin hizasıdır. Ökçesi imamın ökçesi hizâsında bulunduktan sonra parmaklarının imanınkilerden öne geçmesi, ayakları arasında pek fazla fark bulunmamak şartiyle zarar etmez. Hatta fazla fark bulunurda ayakları büyük olduğu için ekseri kısmı imamın ökçesini geçerse sahih olmaz.

Bahır sahibi diyor ki: «Musannıf itibarın başa değil, yalnız ayağa olduğuna işaret etmiştir. İmam cemâat olandan daha kısa boylu olurda cemaat olanın başı imamın önüne geçerse câizdir. Elverir ki ayağı ile imamın hizasında bulunsun yahud ondan biraz geri durmuş olsun. Kadınla bir hizada bulunmakda böyledir. Nitekim gelecektir. Ayaklar büyüklüğün küçüklüğün yönünden birbirinden farklı olurlarsa itibar baldır ve topuğadır. Esah kavle göre cemaat olanın ayağının fazlası öne geçmezse namazı bozulmaz. Nitekim Müçtebâ´da da böyle denilmiştir.» Bahır sahibinin sözü burada sona erer. Binaenaleyh Rahmetî´nin tevehhüm ettiği gibi şârihin söyledikleri yukarda zikir edilenlere aykırı değildir.

Kuhistânî´de şöyle denilmiştir: «Bu söyleyenler îmâ ile kılmayan hakkındadır. îmâ ile kılanda itibar başadır. Hatta başı imamın başının arkasında, ayakları onun ayaklarının ilerisinde olsa namaz sahih olur. Aksi sahih değildir. Nası! ki Zâhidî ve diğer kitablarda da böyle denilmiştir.»

Ben derim ki: «Başı imamın arkasında olursa» sözünün bir kayd olmaması icap eder. Geçenlere kıyâsen onunla bir hizâda bulunduğu zaman da sahih olması gerekir. Kezâ bu hükmün sağlam imama uyan imacı yahud kendi gibi îmâ, ile kılan birine uyan ve her ikisi oturarak yahud yatarak ayakları kıbleye gelenler hakkında olması gerekir. Yani başında olursa imama uyanın onun arkasına yatması şarttır. Başın aslâ itibarı yoktur.

T E N B İ H : Şârih´inde başkaları gibi ayak kelimesini müfred kullanması gösteriyor ki, muhâzî olmakta nazar itibara alınan bir ayaktır. Ama ben bunu açık olarak bir yerde görmedim. Anlaşıldığına göre o kimse bir ayağı üzerine basmışsa itibar onadır. İki ayağının üzerine basmışsa biri imamın ayağı hizasında diğeri arkada olduğu takdirde sahih olacağında söz yoktur. Öteki ayağıinamınkinden önce ise mühâzata bakarak sahih olur mu yoksa önde bulunana bakarak sahih olmaz mı düşünecek yerdir. Anlaşılan sahih olmamasıdır. Bu da men eden delili mubah kılan delile tercih etmekle olur. Nitekim avlanan hayvanın bir ayağı harem-i şerif içinde bir ayağı dışarda olsa ulema avlanmasının câiz olmayacağını söylemişlerdir. Ben bu hususta Şâfiî kitablarında tercih ihtilâfı olduğunu görmedim.

Fer´î bir mesele: Münyet-ül-Müftî sahibi diyor ki: «Bir kimse imama terasda uysa ve imamın başı hizasına dursa Hulvanî bu namazın câiz olmadığını; Serahsî ise câiz olduğunu söylemiştir.»

Tek kişi imamın soluna durursa bil´ittifak mekruh olur. Anlaşılan bu kerahat, kerahat, tenzihiyedir. Çünkü Hidâye ve diğer kitablarda sünnete muhâlefet etmekle ta´lil edilmiştir. Birde kâfi´de: «Câizdir; İsâet etmiş olur.» denilmiştir. Kezâ bu kavli Zeyleî imam Muhammed´den nakletmiştir. Lâkin namazın sünnetleri bahsinin başında arzetmiştik ki ulema isâetin kerahetten aşağı mı yahud ondan çirkin mi olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Biz bu muhtelif görüşlerin arasını bulmuş; isâet kerahet-ı tahrimiyeden aşağı, keraheti tenzihiyeden daha çirkindir; demiştik. Oraya müracâat edebilirsin!

«Birden fazla olan cemaat imamın arkasına dururlar.» Musannıf burada Vikâye sahibine uyarak Kenz´in ibâresinden ayrılmıştır. Kenz´de: «İki kişi olurlarsa imamın arkasına dururlar.» denilmiştir. Çünkü namaz iki kişiye mahsus değildir. Maksad birin üzerinde iki olsun fazla olsun kimse bulunmaktır. Evet, fazlanın hükmü evleviyetle anlaşılır.

Kuhistânî´de şöyle deniliyor: «Durmanın şekli: İki kişi olursa birini kendi hizâsına (arkasına) diğerini onun sağına durdurur. Üçüncü biri gelirse onu birincinin soluna, dördüncüyü ikincinin sağına, beşinciyi üçüncünün soluna durdurur ve böylece devam eder.»

Bu sözde namaza başlandıktan sonra gelenin imamın arkasına duracağına ve ilk imama uyandan geri kalacağına işaret vardır. Tamamı yakında gelecektir.

İmam iki kişinin arasına durursa tenzihen mekruh olur. Bir rivayette hiç mekruh olmaz. Ama birinci kavil esahtır. Nitekim İmdâd nâm eserde de böyle denilmiştir. İkiden fazla cemaatın ortasına durursa tahrimen mekruh olur. Bundan anlaşılır ki, imamın safdan îleri geçmesi vaciptir. Nitekim Hidâye´de ve feth-ul-kadîr´de dahi böyle denilmiştir.

METİN

İmamın arkasında saf varken bir kişinin onun yanı başına durması bilittifak mekruhtur. Cemâat saf olurlar. Yani imam bunu emir etmek suretiyle onları sof yapar.

Şumunnî diyor ki: «İmamı cemâata: Sıkışın; aralıkları tıkayın: omuzlarınızı dümdüz tutun! diye emir eder.» İmam ortaya durur.

İZAH

İmamın arkasında saf varken bir kişinin onu yanı taşına durmasından meydana gelen kerahet imamâ uyana aittir. Bundan imama bir şey yoktur. Yer dar değilse o kimse gerisin geriye gitmeklezâhire göre kerahetten kurtulur. Ulemânın: «İmamla birlikte mihrabın yüksek yerinde bir kişi bulunurda kalanları ondan aşağıda kılarlarsa mekruh olmaz.» Sözleriyle birlikte buna bir bak! Tahtavî´nin beyanına göre bu ikinci meselenin mevzuu imama uyan onun arkasında bulunduğu zamana mahsustur demekle mehâlefet ortadan kalkabilir.

Ben derim ki: Ben bir kişiyi diye tasrih edildiğini görmedim. Ancak imamın yüksek yerde yalnız kalmasının mekruh olduğunu söylemişlerdir. Onunla birlikte cemaattan bazı kimseler bulunursa mekruh değildir. Buradaki bazı kimseleri cemaattan bir kısmına hamletmek suretiyle ara bulmakta mümkündür. Böylece buradakine zıd olmaz. Kezâ aralık bulamasa da bir kişin yalnız başına durmasının mekruh olduğunu söylemişlerdir.

T E T İ M M E: Bir kimse imama uyarda başka biri gelirse imam secde ettiği yerde ilerler. Muhtarat-ün-Nevâzil´de böyle denilmiştir. Kuhistanî´de Cellâbî´den naklen: «Başka biri geldiğinde imamın sağ tarafındaki cemaat geri çekilir.» denilmektedir. Feth-ul-kadîr´de ise şöyle denilmiştir: «Bir kimse diğer birine uyarda üçüncü biri gelirse tekbirden sonra imama uyanı geri çeker; tekbirden önce çekse de zarar etmez. Bazıları imam ilerler demişlerdir.» Bu sözün müktezası üçüncü şahıs sonradan imama uyar. İmamın ilerleyeceğini bildiren sözün müktezası ise imama ilk uyanın yanı başına durmasıdır.

Anlaşılan şudur ki üçüncü şahsa gelince imama uyanın gerilemesi icap eder. Bunu yaparsa ne âtâ! yapmazsa üçüncü şahıs namazını bozacağından korkmazsa onu geri çeker. Gelen şahıs imamın sol tarafına durursa imam ikisinin de geri çekilmelerini işaret eder. Bu onun ilerlemesinden evlâdır. Çünkü o matbu´dur. Bir de imamın arkasında saf olmak imamın değil, cemaatın işidir. Onun için imamın yerinde durması, cemaatın geri çekilmesi daha iyidir. Bunu Feth-ul-Kadîr´de sahihi Müslim´den nakledilen şu hadis te´yid eder:

«Câbir demiştir ki: Bir gazâda peygamber (s.a.v.) ile birlikte yürüdüm. Bir ara namaz kılmağa kalktı. Ben de gelerek soluna durdum. Hemen elimden tutarak beni sağına döndürdü. Derken ibn Sahr geldi, ve soluna durdu. Bunun üzerine her iki eliyle tutarak bizi arkasına durdurdu.»

Bütün bunlar imkan bulunduğuna göredir. İmkan bulunmazsa mümkün olanı yapmak tayin eder.

Yine anlaşılıyor ki. bunlar son oturuşta olmadığına göredir. Son oturuşta ise üçüncü şahıs imamın sol tarafına durarak uyar. İlerlese geri!eme olmaz.

«İmam ortada durur. «Mi´râc sahibi diyor ki: Bekr´in Mebsut´unda beyan olunduğuna göre sünnet vecih imamın mihrabda durmasıdır. Tâ ki iki taraf denk olsun! İmam safın bir tarafına durursa mekruh olur. Yaz mescidi kış mescidinin yanı başında olurda mescid dolarsa iki tarafta cemaat denk gelsin diye imam ortadaki divarın yanında durur. Esah olan ebu Hanîfe´den rivayet olunan kavildir ki, «Ben imamın iki direk arasına yahud bir köşeye veya mescidin bir tarafına yahud bir direğe karşı durmasını kerih görürdüm. Çünkü bu, ümmetin ameline muhaliftir. Peygamber (s.a.v.): îmamı ortaya alın! Aralıkları tıkayın! buyurmuştur. «İmamın iki tarafı denkleşti mi imkân bulursa imamın sağ tarafına durur. Safda aralık varsa onu tıkar. Yoksa başka biri gelinceye kadar bekler. Gelince ikisi arkaya dururlar. İmam rükû edinceye kadar kimse gelmezse bu meseleyi eniyi bilen birini safdan çeker. Ve ikisi arkaya dururlar. Bilen kimse bulamazsa biz zarura safın arkasına imamın hizâsına durur. Özürsüz yalnız başına dursa bize göre namazı sahihdir. İmam Ahmed buna muhaliftir.

T E N B İ H: İmam-A´zam´ın yahud bir direğe karşı» demesinden anlaşılıyor ki. imamın mihrabdan başka bir yerde durması mekruhtur. Bunu daha önceki «sünnet vecih imamın mihraba durmasıdır.» sözü de te´yid eder. Başka yerde: Sünnet vecih imamın safın ortası hizasında durmasıdır. Görmüyormusun ki, mihrablar ancak mescidlerin ortalarına yapılmıştır. Bunlara imamın yeri olduğu için dikkat gösterilmiştir. Şeklindeki beyanıda böyledir. Anlaşılan bu kalabalık cemaat için tâyin edilmiş imam hakkındadır. Tâ ki ortaya durmaması lazım gelmesin. Bu lazım gelmezse mekruh olmaz.

FER´İ MESELE:
Bedâyi´in kâbede namaz bahsinde bildirildiğine göre omdaki imamın makam-ı İbrahim´e durması efdaldir.

METİN

Erkek saflarının en hayırlısı - Cenâzeden başka namazlarda - ilk safdır. Ondan sonra sıra ile diğer saflar gelir. Mescidin içinde yer varken raflarında namaz kılmak mekruhtur. Ve bir safda yer varken arkadaki safa durmak gibi olur.

Ben derim ki: Keraheti şâfiilerde söylemişlerdir. Suyûtî «Basu´l-keffifi itmâmi saf» nâm eserinde: «Bu iş cemâatın asıl bereketini değil, fazîletini yani katlanmasını kaçırır. (sevabının) katlanması başka, bereketi başkadır. Bereketi, cemaattan kâmil olanın bereketinin nâkıs olana dönmesidir» demektir. Bir kimse ikinci safda değil de birinci safda yer bulsa ikinci safı yararak oraya geçer. Çünkü (boşluğu doldurmayanlar) kusur etmişlerdir. Hadisi şerifde: «Bir aralığı dolduran kimsenin günahları afv olunur.» buyurulmuştur. «Sizin hayırlılarınız namazda omuzları en yumuşak olanlarınızdır. Hadisi de sahihdir.

Bundan anlaşılır ki safda biri yanıbaşındaki yere girmek istediği vakit bedenini sertleştiren ve bunu riyâ zan eden kimsenin bu yaptığı cehâlettir. Nitekim Bahır´da yeterince izah edilmiştir. Lâkin musannıf ve başkaları Kınye ile diğer kitablardan buna aykırı sözler nakletmişlerdir. Sonra safdan birini çekip de gerileyen kimse meselesinde namazın bozulmadığının sahih kabul edildiğini nakletmiştir. Ortada bir fark varmı dır? Düzeltilmelidir!

İZAH

Erkek saflarının en hayırlısı ilk saftır. Çünkü hadislerde rivayet olunduğuna göre Allah Teâlâ cemâat üzerine rahmetini indirdiği vakit evvelâ imamdan başlar; ondan sonra rahmet ilk safda onun hizasında bulunana geçer. Ondan da sağında bulunanlara sonra solundakilere, daha sonra ikinci safdakilere geçer. Meselenin tamamı Bahır´dadır.

TENBİH

Mi´raç sahibi şunları söylemiştir: «Bir kimseye eziyet vereceğinden korkarsa efdal olan son safa durmaktır. Peygamber (s.a.v.): «Bir kimse bir müslümana eziyet veririm korkusuyla ilk safı terkederse o kimseye ilk safın ecri katlanarak verilir.» buyurmuştur. Ebu Hanîfe ile imam Muhammed bu hadisle amel etmişlerdir. İlk safa geçmek imkânı varken geçmemenin mekruh olup olmadığında hilâf vardır.» Yani eziyet verme korkusu yokken geçmezse demek istemiştir. Ama bu namaza başlamazdan önce ise böyledir. Namaza dururlarda ilk safda yer kalırsa safları yarabilir. Nitekim yakında gelecektir.

Hamavî´nin Eşbah hâşiyesinde Muzmerat´tan o da Nisab´dan naklen şöyle denilmiştir: «İlk safa evvela biri dururda ondan sonra daha yaşlı veya âlim bir zat gelirse ilk gelen ona ta´zim için geri çekilip onu ileri geçirmesi gerekir.» Bu söz tâat sebebiyle tercihin kerahetsiz câiz olduğunu gösterir. Şâfiîler buna muhaliftir. Eşbah sahibi: «Ben bunu bizim ulemamızdan kimsenin söylediğini görmedim.» demiştir. AIIâme Bîrî kerahet olmadığına delâlet eden bir takım fer´î meseleler nakletmiştir.

Teâlâ hazretlerinin: «Kendilerinin ihtiyacı otsa bile başkalarını nefislerine tercih ederler.» âyeti kelimesiyle sahih-i Müslim´de ki şu hadisde buna delâlet ederler: «Peygamber (s.a.v.)e içecek su getirdiler. Ondan içti. Sağında cemaatın en küçüğü olan ibn-i Abbâs, solunda do yaşlılar oturuyordu. Rasûlüllah (s.a.v.) çocuğa: Müsaade edermisin bunu şu zevata vereyim? dedi. Çocuk: Hayır Vallah! cevabını verdi. Bunun üzerine suyu çocuğa verdi.» Şübhesiz siz izin istemenin müktezası bunun kerahetsiz meşru olmasıdır. Velev ki hilâfı efdal olsun.»

Ben derim ki: Meseleyi «bu tâata ondan daha faziletli olan ulemaya ve ihtiyarlara hürmet gibi bir şey ârız olmazsa» diye kayıtlamak gerekir. Nitekim yukardaki fer´î mesele ile hadis de bunu ifâde etmektedirler. Çünkü ikisi de çekilmenin ilk safda durmaktan ve su kaybını haklıya - ki sağında oturandır - vermekten efdal olduğuna delâlet ederler. Böylece tâat sebebiyle tercih bir tâattan daha fazîletlisine intikal olur ki o da mezkûr hürmettir. Ama safdaki yerine meselâ: Âlim ve yaşlı olmayan birini geçirirse tâattan sebepsiz olarak yüz çevirmiş olur. Bu hareket şer´an matlubun zıddıdır.

Nehirde ki sözü de buna hamletmek gerekir. Orada şöyle denilmiştir: «Bilmiş ol ki; Şâfiiler tâat yoluyla tercihin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Mesela bir kimse ilk safda bulunurda namaza kalkınca başkasını geçirirse taat yoluyla geçirmiş olur. Bizim kâidelerimiz buna aykırı değildir.»

Diğer bir TENBİH: Bahır sahibi cuma bâbının sonunda şunları söylemiştir: «Ulema ilk saf hakkında söz etmişlerdir. Bazıları ilk safın maksura da arkasındaki saf olduğunu, diğer bazıları da maksuranın arkasındaki saf olduğunu söylemişlerdir. Fakih ebu-l-Leys bu kavli tercih etmiştir. Çünkü maksuraya girmek memnudur. Amme ilk safın sevâbına nâil olmak için oraya ulaşamazlar.»

Ben derim ki: Anlaşılan onların zamanında maksura mescidin kıble divarının içine yapılmış oda demek imiş, Ümerâ cuma namazlarını bu oda da kılar; düşmandan korktuklarından halkı bu odaya sokmazlarmış. İlk saf hakkında buna göre ihtilaf edilmiş; bazıları; maksuranın içinde imamın arkasındaki safdır, demişler; diğerleri ise maksuranın dışındaki saf olduğunu söylemişlerdir. Fakih Ebu-l-Leys umuma kolaylık olsunda fazîleti kaçırmasınlar diye bu kavli tercih etmiştir. Bundanevleviyetle anlaşılır ki. Dımeşk mescidinin ortasındaki ve kıble divarının dışındaki maksura gibilerde ilk saf içeride imamın arkasındaki ve dışarıdan iki taraftan ona bitişen safdır. Maksuranın divarları ile saf kesilmiş olmaz. Nitekim onun içindeki minberle dahi kesilmediği anlaşılmaktadır. Şâfiîler bunu sarahaten beyan etmişlerdir. Buna göre bir kimse maksuranın dışındaki ilk saf tamamlanmadan içindeki ikinci safa durursa mekruh işlemiş olur. İlk safın «imamın arkasındaki safdır.» Yani başka birinin arkasındaki değildir, diye tarifinden şu mana çıkar: Bir kimse ikinci safda minberin karşısına durursa ilk safa durmuş sayılır. Çünkü başka birinin arkasında değildir. Allah-u âlem!

En hayırlı safın ilk saf olması cenâze namazından başkalarına mahsustur. Cenaze namazında ise tevazu göstermek için en hayırlı saf sonuncusudur. Çünkü ölenler şefaatcıdırlar. En arkada duran kimse onların şefâatlarının kabulüne daha layıktır. Bir de cenâze namazında arzu edilen, safların çokluğudur. İlk safı tercih ederse cemaat az olduğu zaman geriye durmazlar. Bunu Rahmetî söylemiştir. «Ondan sonra hayırlılık sıra ile diğer saflara geçer. Yani ilk safdan sonra en hayırlı saf ikinci safdır. Ondan sonra üçüncü ilh... gelir. Cenâze de ise bunun aksine olarak en hayırlı saf sonuncusu. ondan sonra onun önündeki, ondan sonra onun önündeki ilh... gelir.

Mescidin içinde yer varken raflarında namaz kılmak mekruhtur. Çünkü bunda safları tamamlamak vardır. Anlaşılıyor ki, cuma günü olduğu gibi mubelliğ (imamın sesini cemaata duyuran müezzin) sesi her tarafa duyurmak için orada kılarsa mekruh olmaz. «Ve bir safda yer varken arkadaki safa durmak gibi olur.» İfâdesinde ki kerahetin tenzihiye mi yoksa tahrimiye mi olduğu hatıra gelir. Tahrimiye olduğuna Peygamber (s.a.v.)in: «Onu kim keserse Allah da onu keser.» Hadisi şerifi delâlet etmektedir. T.

Şimdi şu mesele kalır: Safdaki aralığı namaza niyetlendikten sonra görürse onu kapatmak için yürüyecek midir? bunu acık olarak bir yerde görmedim. Mutlak ifâdeden anlaşıldığına göre evet yürüyecektir, bunu safdan birini geri çekme meseleside ifâde etmektedir. Nasıl ki yukarda arzetmiştik. Çeken kimseden kerahet gitsin diye çekilenin icabet etmesi gerekir; Şu halde kerahet kendinden gitsin diye yürümesi evleviyetle la7ım olur.

Sonra Hılye´nin namazı bozan şeyler bahsinde Zâhire´den naklen şöyle denildiğini gördüm: «Bir kimse ikinci safda bulunurda birinci safda aralık olduğunu görerek oraya yürürse namazı bozulmaz. Zira safı sıklaştırmakla me´murdur. Peygamber (s.a.v.): «Safları sıklaştırın!» buyurmuştur. Üçüncü safda bulunurda yürürse namazı bozulur.» Çünkü amel-i kesîrdir. (fazla meşgul olmak demektir) Me´murdur diye ta´lilde bulunduğundan anlaşılıyor ki, aralığı kapatmak için oraya yürümesi emir olunur.

FAİDE: Eşbah´da şöyle deniliyor: «Bir kimse imama rükû halinde iken yetişirse o rekata yetişmek için son safda namaza başlaması yer bulunan safa ulaşmasından daha efdaldir.» Ama son safa yetişemezse yalnız başına durmaz. Safda yer varsa oraya yürür. Velev ki bir rekatı kaçırmış olsun. Nitekim Münye şerhinin sonunda beyan edilmiş ve: «Mekruhu terk etmek fazîlete yetişmektenevlâdır.» diye ta´lilde bulunulmuştur. Buna şu da şâhiddir ki: Ebu Bekir (r.a.) safa varmadan rükû etmiş. Sonra o halde safa yürümüş; bunun üzerine peygamber (s.a.v.) kendisine: «Allah hırsını artırsın! Bir daha yapma!» duyurmuştur.

«Bu iş cemaatın asıl bereketini değil fazîletini kaçırır ilh...» İfâdesi Şâfii mezhebini anlatmaktadır. Çünkü onlara göre cemaat fazîletin şartı kerahetsiz edâ edilmektir. Bize göre cemaat sevaba nâil olur ve kendisine kerahetin veya hürmetin muktezâsı lazım gelir. Nitekim namazı gasb edilen yerde kılmakta böyledir. Rahmeti. Tahtavî´de de bunun benzeri vardır. «Çünkü boşluğu doldurmayanlar kusur etmişlerdir.» İfâdesi sözün namaza durulduktan sonraya aid olduğunu gösteriyor.

Kınye´de şöyle deniliyor: «Bir kimse son safa dururda önündeki diğer saflar da boş yerler bulunursa dışarıdan giren saflara gitmek için önünden geçebilir. Çünkü bu adam kendi hürmetini yitirmiştir. Binaenaleyh önünden geçen günahkar olmaz. Firdevs´de ibn-i Abbâs (r.a.) rivayet edilen şu hadis buna delâlet eder: «Bir kimse bir safda boş yer görürse onu bizzat tıkasın. Bunu yapmazda biri geçerse onun boynuna basıversin. Çünkü onun hürmeti yoktur.» Yani gecen kimse aralığı tıkamayanın boynuna bassın demektir.

«Omuzları en yumuşak olanlarınızdır.» İfadesinden murad: Safa girmek isteyen kimse elini namaz kılanın omuzuna koyarsa ona yumuşaklık gösterir demektir. Bunu Tahtavî Münâdî´den nakletmiştir. «Nitekim Bahır´da yeterince izah edilmiştir.» Yani Feth-ul-kadîr´den nakledilmiştir. Orada şöyle denilmiştir: «Zanneder ki ona yol vermek riyâdır. Halbuki bu fazîlete ulaşmak için bir yardım ve safdaki boşlukları doldurma emrini yerine getirmektir. Bu husustaki hadisler meşhur ve çoktur.» Lâkin musannıf ve başkaları Kınye ile diğer kitablardan buna aykırı sözler nakletmişlerdir. Bu ifâde bahır ve fetih sahiplerinin hadisden çıkardıkları hükmü menkule muhalefettir diye düzeltmedir. Musannıfın Mineh´deki ibâresi şöyledir: «Birini safdan başkası çekerde gerilerse esah kavle göre namazı bozulmaz.»

Kınye´de deniliyor ki: Yalnız kılan birine ileriye denilirde o emre uyarak ilerlerse yahud safdaki boşluğa bir adam girerde namaz kılan kimse ilerleyerek ona yeri genişletirse namazı bozulur. Biraz durarak kendi reyi ile ilerlemesi gerekir. Kudûri şârihi bunu Allah´ın emrinden başkasına imtisaldir diye illetlendirmiştir.

Ben derim ki yukarda geçen gerisi geriye gidenin namazının sahih kabul edilmesi câizdir. Kınye meselesinde namazın bozulmadığını sahihlemeyi ifâde etsin. Çünkü o kimsenin çekmesiyle gerilediği halde namazı bozulmaz. Bunu onun emri ile mi yapmıştır; emirsiz mi yapmıştır bu ciheti ayırmamıştır. Ancak emri olmaksızın gerilediğine hamledilirse iş değişir ve başka bir mesele olur.

Musannıfın sözü burada biter. Bunun hulâsası şudur; İki mesele arasında fark yoktur. Meğer ki birincinin emirsiz mücerred çekmekle gerilediğine. ikincinin de emri ile yer açdığına hamledildiği iddia oluna! Bu takdirde ikincide namaz bozulur. Çünkü mahlukun emrine imtisal etmiştir. Bu emir namaza aykırı bir fiildir. Birinci öyle değildir. «Ortada bir fark varmı dır?» cevap: Musannıfınsözünden anladın ki her iki meselede emirsiz gerilerse aralarında fark yoktur. Ve sahihleme ikisinde de variddir. Birinde emirle gerilerse fark vardır. O da mahlukun emrine uymaktır. Ve iki meselenin mevzuu ayrı ayrıdır. Şu da var ki Şurunbulâlî Vehbâniye şerhinde Kınye´den ve Kudurî şerhinden naklettiğimizi bahis mevzuu etmiş sonra: «Onun emsâli ancak Rasûlüllah (s.a.v.)in emrinedir. Binaenaleyh zarar vermez.» diyerek bunu red etmiştir. Lâkin âşikardır ki iki fer´î mesele arasındaki muhalefet açık olarak kalmaktadır. Her halde şârih musannıfın gösterdiği farkın sahih olduğuna katı hükmünü verememiştir. Onun için de düzeltilmelidir demiştir. Namazın mekruhları ve müfsidleri bahsinde Münye şarihine uyarak Kınye´nin sözüne kati hüküm vermiştir. Tahtavi: «Tafsilata gidilerek şâriin emrine imtisal etti ise bozulmaz; içeri girenin emriyle yaptı ve onun hatırını kollayarak şâriin emrine kulak asmadı ise bozulur denilse iyi olurdu.» demiştir.

neslinur
Fri 26 March 2010, 05:33 pm GMT +0200
METİN

Evvelâ erkekler - ki zâhiri kölelere de şâmildir - sonra çocuklar sonra ihtiyarlar daha sonra kadınlar saf olurlar. Musannıfın sözünden çocukların çok olduğu anlaşılıyor. Bir tane ise safa girer. Ulema mümkün olan safların on iki olduğunu söylemişlerdir. Lâkin hepsinin sahih olması lazım gelmez. Çünkü hunsalar zararına muamele görürler.

İZAH

«Zâhiri kölelere de şâmildir.» sözü ile şârih bülûğun hürriyetten önce geldiğine işaret etmiştir. Zira Peygamber (s.a.v.): «Benim arkama aklı başında olanlar dursun!» buyurmuştur. Bundan murad bülûğa ermiş olanlardır. İbn-i Emîr Hâcc´ın naklettiği buna muhaliftir. O hür çocukları, baliğ kölelerden öne almıştır. Bunu Halebî Bahır´dan nakletmiştir. Evet. hür olan bâliğ bir kimse, bâliğ köleye, hür olan çocuk köle olan çocuğa, bâliğ olan hür kadın. bâliğ câriyeye. hür kız çocuğu, câriye kız çocuğuna nisbetle öne alınırlar. Çocuk bir tane olursa safa girer. Bunu Bahır sahibi inceleme yaparak beyan etmiş ve şöyle demiştir: «Kezâ imama uyan bir erkekle bir çocuk olursa onları arkasına saf yapar. Çünkü Enes hadisinde: Ben ve yetim arkasına sof olduk. Koca karıda arkamıza durdu. denilmiştir. Bu bir kadının hilâfınadır. Çünkü kadın mutlak surette geri durur. Nitekim çok da olsalar geri dururlar. Delil mezkûr hadistir.

Ulema mümkün olan safların on iki olduğunu söylemişlerdir. Çünkü imama uyan kimse ya erkek, ya kadın yahud hunsadır. Bunların her biri ya bâliğdir yahud değildir. Kezâ her biri ya hürdür yahud değildir. H. (Böylece on iki sınıf meydana gelir.) en öne bâliğ olan hürler, sonra onların çocukları, sonra bâliğ köleler, sonra onların çocukları, sonra hür hunsâların büyükleri, sonra küçükleri, sonra köle hunsaların büyükleri, sonra küçükleri, sonra hür kadınların büyükleri, sonra küçükleri. sonra büyük cariyeler, sonra küçükleri saf olurlar. Nitekim Hılye´de de böyle denilmiştir. «Lâkin hepsinin sahih olması lazım gelmez.» Bu söz Hılye´nin hunsâları dört safa ayırmasına cevaptır. Çünkü maksad mümkün olan safları tertip üzere beyân etmektir. Velev ki hepsi sahih olmasın. Zira İmdâd nâm eserde bildirildiğine göre hunsâ kendisi gibi bir hunsânın hizâsına duramadığı gibi onun arkasına da duramaz. Çünkü önde olanın ve bir hizada bulunan iki hunsâdan birinin kadın olmasıihtimali vardır.

İmdâd sâhibi bundan sonra şöyle demiştir: «Binaenaleyh hunsaların bir saf olmaları ve her iki hunsa arasında bir hizada sayılmayı önleyecek bir aralık veya mani bulunması şarttır. Bu dikkat Allah´ın lütuf buyurduğu ihsanlardandır. Şu halde şârihin sözü itiraz değil, cevaptır.

Bu surette sahih safların dokuz olduğu meydana çıkar. Lâkin Halebî´nin beyanına göre hizâsına kadın duran kimsenin namazı bozulmak için kadının mükellef olması şart kılındığı ileride görülecektir. Hunsâda kadın gibidir. Nitekim İmdâd´ta da beyân edilmiştir. İlerlemekte hizâsına durmak gibidir. Hatta mumazatın fertleridir. O halde hunsâları bir saf yapmak şart değildir. Meğer ki bâliğ olsunlar. Bu takdirde onları bir saf yapar. Aralarında boşluk veya perde bulunmak şartiyle hür veya köle olmaları fark etmeksizin bir safd dururlar.

Çocuklarına gelince: Onların hür olanlarını ayrı bir saf. sonra köle olanlarını üçüncü bir saf yapar. Hürriyet köleliğe tercih edilir. Çocuklarda bir hizâya durmakla namaz bozulmaz. öne geçmeklede öyledir. Bâliğ olanları öyle değildir. Bu izâha göre saflar onbir olur. Hâşiye yazarının söylediklerinin hulâsası budur.

Ben derim ki: Kınye´de bildirildiğine göre hunsânın hunsâya uyması hakkında iki rivayet vardır. Câizdir rivayeti kıyas değil, istihsandır. Bu rivayet bir hizâya durmakla ve önüne geçmekle bâliğ olsun olmasın namazının bozulmamasını iktiza eder. Şu halde yukarıda İmdât´tan naklettiğimize hacet yoktur. Evet şârih ileride Bahır sahibine uyarak caiz değildir rivayetini kati olarak kabul etmiştir.

METİN

Tahrime ve edâsında müşterek oldukları mutlak bir namazda aralarında mâni bulunmayarak hâlen veya geçmişte müştehât (şehvet çeken) bir kadın velev - Cariye olsun - hiç olmazsa bir uzvu ile erkeğin hizâsında durursa, aynı tarafa dönmüş olmaları şartiyle erkeğin namazı bozulur. Uzvu, Zeyleî baldırda topuğa tahsis etmiştir. Tahrime namazın bir kısmı kılındıktan sonra da olabilir.

Halen müştehad olmaktan murad: Mutlak surette dokuz yaşındaki kız!a, iri olmak şartiyle yedi sekiz yaşlarındaki kızdır. Geçmişteki müştehât kocakarıdır. Aralarındaki mani en az parmak kalınlığında bir arşın miktarı yer yahud bir adam sığacak kadar boşluk olacaktır. Namaz ayni olmasa bile meselâ: Kadın öğleye niyet ederek ikindi kılan erkeğe uysa bile sahih kavle göre her ikisinin namazları bozulur. Sirac. Zirâ mezhebe göre kadının namazı nâfile olarak sahihdir. Bahır. Ve ileride gelecektir. «Mutlak» Tâbiri ile cenaze namazı hâriç kalır. Binaenaleyh bir kadının başka bir namaz kılan erkek hizâsına durması mekruh ise de namazı bozmaz. Edâ hükmende olabilir. İmam namazını bitirdikten sonra lâhık olan bir erkekle kadının namazları bu kabildendir. Mesbûk olurlarsa yahud yolda birbirlerinin hizâsına dururlarsa iş değişir. Kâbe´nin içinde ve karanlık gecede kılınan namazda olduğu gibi muhtelif istikametlere dönerlerse namaz bozulmaz.

İZAH

Tahrimede müşterek olmak kadının namazını. hizâsına durduğu erkeğin namazına yahud onunimamının namazına binâ etmesidir. Bahır.

Edâda müşterek olmak ise biri diğerine imam olmak yahud her ikisi bir imama uymaktır. Bu ya hakikaten edâ ettikleri namazdadır. Nitekim imama yetişen kimsenin namazı böyledir. Yahud hükmen edâ ettiklerindendir. Lâhık böyledir. H. En iyisi edâ yerine te´diye kelimesini kullanmaktır. Ta ki kazâ için mukabili tevehhüm olunmasın. Halbuki muhâzat (bir hizâya durmaları) her namazı bozar. Nehir.

Sadr-ış-Şeria burada iki itiraz ileri sürmüştür.

Birincisi: Edâ tabirini kullanmak tahrime demeye hâcet bırakmaz. Çünkü tahrimede ortak olmadıkça namazın edâsında ortaklık bulunmaz.

İkincisi: Tahrimede ortak olmak şart değildir. Zira imam, yerine bir erkeği geçirdiği vakit o halifeye bir kadın uyarda ayni namazı kılmakta olan bir erkeğin hizâsına durursa adamın namazı bozulur. Halbuki tahrimeleri ortak değildir.

Nehir sahibi birinci itiraza şöyle cevap vermiştir: Ulema tahrimede ortak olmayı söylemişlerdir. Çünkü edâda ortak olmak ona bağlıdır. Bir şeyi sözle bildirmekle o şeye lazım gelmek arasında fark vardır.

Münye şârihi dahi buna şöyle cevap vermiştir: Bu söz bir namazda her ikisinin başka başka imamlara uymasından ihtirazdır. Zira edâ olmakta müşterektirler. Her ikisi için: İmamla edâ etti denilebilir. Lâkın tahrimede müşterek değillerdir.

Ben derim ki: Bu söz götürür. Çünkü maksad ikisinin imamı bir olmaktır.

İkinci itirazda şöyle cevap verilmiştir: İmamla cemâat arasında takdiren ortaklık sâbittir. Şuna binaen ki, halîfenin tahrimesi birinci imamın tahrîmesine bağlanmıştır. Bu suretle tahrime itibariyle aralarında ortaklık hâsıl olur.

«Mutlak namaz»dan murad: Allah teâlâya münacaat için söz verdiği rükûlu, sücûdlu veya özürden dolayı imalı namazdır. Bahır.

Zeyleî uzvu baldırla topuğa tahsis etmiş ve şöyle demiştir: «Esah kavle göre muhâzât meselesinde mutaber olan baldır ve topuktur. Bazıları ayağı itibara almışlardır. Binaenaleyh bazılarının kavline göre kadın ayağının bir kısmiyle erkekten geri dursa baldırı ile topuğu erkeğinkinden geride bile olsa namaz bozulur. Esah kavle göre ise bozulmaz. Velev ki ayağının bir kısmı erkek ayağının bir kısmı ile bir hizâda olsun. Meselâ: Ayak parmakları erkeğin topuğunda olsun.

Şu da var ki: Şârih´in: «Zeyleî tahsis etmiştir.» Sözünün muktezâsı «hiç olmazsa bir uzvu ile» ifâdesinin Zeyleî´nin sözünden hâriç olmasıdır. Şu halde o bu meselede üçüncü bir kavil olur. Nitekim Bahr sahibi de öyle anlamıştır. Zeyleî´nin sözünden anlaşılan ise meselede üç kavil olmamasıdır. Olsa üçüncüyü de zikir ederdi. Onun uzuvdan muradı kadının bacağı, erkeğin ise herhangi bir uzvudur. Bunu Nihâye sahibi açıklamıştır. İbâresi şudur: «Muhazat bütün âzaya yahud bazı uzuvlara şâmil olsun diye onu mutlak olarak şart koştuk Çünkü Hulâsa´da Kâdı Nesefi´ye havâle edilerek bildirildiğine göre muhâzat: Kadının bir uzvunun erkeğin bir uzvu hizâsınagelmesidir. Hatta kadın çardakta olurda erkeğin ayağı ondan aşağıda ve hizasında bulunursa ayağı kadının bir uzvu hizâsına geldiği takdirde namazı bozulur. Bu suretin tâyîn edilmesi kadının ayağı erkeğin hizasına gelsin diyedir. Çünkü kadının bir uzvunun hizâda bulunmasından maksat kadının ayağıdır; Başka değildir. Zira ayağından başka bir yerinin erkeğin bir yeri hizâsına gelmesi onu namazının bozulmasını icap etmez.

İmam Kâdıhân´ın Fetâvâsinin «kendisine uymak sahih olanlar ve olmayanlar» faslının ortalarında bu nassan bildirilmiştir. Kâdıhan şöyle demektedir: Kadın evde kocasiyle birlikte namaz kıldığı vakit ayağı kocasının ayağı hizâsında olursa cemâatla namazları câiz değildir. İki ayağı kocasının ayaklarından geride olup kadın uzun ve başı secdeye kocasının başından önce kapanıyorsa her ikisinin namazları câizdir. Zira itibar ayağadır.

Görmüyor musun harem-i şerifin avının iki ayağı haremin dışında, başı içinde olursa o avı almak helâl olur. Bunun aksine olursa helâl olmaz.» Nihâye´nin sözü burada sona erer. Bunu Sirâc sahibi nakl ve tasdik etmiştir.

Kuhistâni´de de şöyle deniliyor: «Muhâzat, kadının ayağı erkeğin uzuvlarından birinin hizâsına gelmektir. Ayak bunun manasında dahildir. Bu Mutarrizî´den nakledilmiştir. Binaenaleyh ayağından başka bir uzvunun erkeğin bir uzvuna denk gelmesi namazı bozmaz.» Bu anlattıklarımızla mezkûr çardak meselesinde ayakla muhazât bulunduğu sabit olmuştur. Bahır sahibinin söyledikleri buna muhaliftir. Ve uzuv ile ayak tabirleri arasında fark yoktur. Bahır sahibinin söyledikleri bunada muhâliftir. Kadın ayağı ile geri çekilerek uyarsa ikisinin namazıda sahihdir. Velev ki bundan rükû ve sücûd hâlinde bazı uzuvlarının erkeğin ayağının veya başka bir uzvunun hizasına gelmesi icap etsin. Çünkü mâni kadının herhangi bir uzvunun erkeğin herhangi bir uzvunun hizâsına gelmesi değildir. Erkeğin ayağının kadının herhangi bir uzvunun hizâsına gelmeside değildir. Mâni yalnız kadının ayağının erkeğin herhangi bir uzvunun hizâsına gelmesidir.

TENBÎH: Bahır sahibi muhâzatı (hizaya durmayı) Zeyleî´nin tefsir ettiği gibi tefsire itiraz etmiş; ve şunları söylemiştir: «Bu tefsir noksandır. Zira ileri yürümeye şâmildir. Ulemanın açıkladıklarına göre bir kadın safa durursa biri sağından biri solundan biri de arkasından olmak üzere üç erkeğin namazını bozar. Binaenaleyh muhazâtın doğru tefsiri Müctebâ´da bildirilendir. Orada: Namazı bozan muhâzât kadının arada bir mâni olmaksızın erkeğin yanı başına veya önüne durmasıdır, denilmektedir.

Nehir sahibi buna şöyle cevap vermiştir: «Kadın Zeyleî´nin kaydettiği gibi ancak arkasındaki adam hizâsında ise onun namazını bozar. Bunu Sirâc sahibi de söylemiş; Hâkim Şehîd de kafi nâmındaki eserinde açıklamıştır.» Tamamı yakında gelecektir.

Metinde «şehvet çeken kadın» denildiğine göre hunsay-ı Müşkilin erkek hizâsına durması namazını bozmayacağı hatıra gelîr. Hakikaten Tatarhâniye´de bozmayacağı açıklanmıştır. Kadın câriye bile olsa bozar. İmdâd nâm eserden naklettiğimize göre hunsâda kadın gibidir. H. Cariye bilediyerek mübâlaaya hâcet yoktur. İhtimal ki (bu bir kalem hatasıdır, doğrusu velev annesi olsun) demek gerekecektir. .Şârih´in Hazâin adlı eserindeki ibâresi: «Velev ki mahremi yahud karısı olsun. Bununla emred hâriç kalır.» şeklindedir.

Şârih şehvet çeken kadını «mutlak surette dokuz yaşındaki kız ilh...» diye izah ediyorsa da Bahır sahibi şöyle demiştir: «Ulema şehvet çeken kadının tarifinde ihtilaf etmişlerdir. Zeyleî ve başkaları bazılarının söylediği yedi veya dokuz yaşa itibar olmadığını, itibar cimaa olduğunu yani iri yarı ve azâsı tam olmak suretiyle cinsi münâsebete elverişli olmasına bakılacağını söylemişlerdir.» Binaenaleyh Şârih´in söylediği mutemed kavil değildir. Zirâ bazan bilhassa bu zamanda dokuz yaşında cinsi münasebete yaramayan kız bulunur. T.

«Yahud bir adam sığacak kadar boşluk olacaktır.» İbâresinin yerinde Mi´rac-üd-Dirâye´de şöyle denilmiştir: «Aralarında bir adam sığacak kadar boşluk veya direk varsa namazın bozulmayacağı söylenmiştir. Kadın öne dururda aralarında bu kadar boşluk bulunursa hüküm yine budur.» Bahır sahibi bunu müşkil saymıştır. Çünkü ulemamızın bil´ittifak imamlarımızdan rivayetlerine göre kadın sağından solundan iki adamın namazını bozar. İki ve üç kadında öyledir. Kadının arkasındaki erkeğin namazı da bozulur. Bir kadın arkasındaki bir erkeğin. iki kadın iki erkeğin namazını bozarlar. Kadınlar üç olursa son safa kadar arkalarından üçer erkeğin namazını bozarlar. imamla erkeklerin arasında bir saf teşkil ederlerse erkeklerin imama uyması sahih olmaz. Eşkâlin izâhı şudur: Kadının arkasındaki erkek yahud kadınların arkasındaki saf ile kadın arasında bir adam duracak kadar aralık vardır. Ulema aralığı kadının yanı başındaki veya arkasındaki erkek hakkında perde gibi saymışlardır. Binaenaleyh kadının arkasında aralık bulunmaksızın onunla bir hizada olmasını aralarında bir erkek duracak kadar boşluk bulunmaması haline hamletmek alettâyin icap eder. Onun için Sirâc´da: Kadın safın ortasına durursa sağından bir kişinin, solundan bir kişinin ve arkasından hizâsından bir kişinin namazı bozulur. Diğerlerinin bozulmaz. Denilmiştir ki gerçekten arkasındakinin onun hizâsında bulunması şart koşulmuştur. Bu da boşluk bulunmasından ihtiraz içindir. Bunu Zeyleî ile Hâkim Şehîd de söylemişlerdir. Kısaltılarak alınmıştır.

Bunun benzerini az yukarda nehirden nakletmiştik. Yine Nehir´de bildirildiğine göre namazın bozulması için bir hizâya durmanın şart kılınması yalnız bir kadının öne geçmesine mahsus değildir. Bütün kadın safı da öyledir. Yani hizâlarına erkek safları durmadıkça namaz bozulmaz.

Hâsılı kadının arkasındaki erkeğin namazını bozmasından murad: Arkadan ona muhazî (bir hizada) olmaktır. Yanı bir adam duracak kadar sağa sola yanlamadan tam uğuruna durmasıdır. Mutlak surette kadının arkasında durması değildir. Bahır sahibinin: «Bir hizâda olması hâline alet-Tâyin hamletmek gerekir.» Sözünden muradı bizim söylediğimizdir. Onun bir hizâya durmaktan muradı hâşiye yazanın anladığı gibi erkeğin kadına yakın olarak arkasına durması, yüzü kadının sırtına bakması, aralarında bir erkek duracak kadar boşluk bulunmaması değildir. Çünkü ulemanın muradı: Kadın arkasındaki safdan bir erkeğin namazını bozar ama iki saf arasında ´bir adam sığacak kadardan daha fazla bir boşluk mutlakâ bulunacaktır, demektir. Eşkâl buradan çıkar. Bahır sahibiverdiği cevaba Sirâc´ın ve diğer kitabların ibâresini şâhid tutmuştur.

Bu ibârelerde saflar sarahaten zikir edilmiştir. Bundan anlaşılır ki onun muradı kadının arkasındaki safda olanların hizasına durması şarttır demektir. Bu sebeple onun ibâresini bizim söylediğimize hamletmek alettayin lâzım gelir. Aksi takdirde erkeklerden bir safdan başka safın namazı bozulmamak, kadınların arkasındaki safdan yalnız üç kişiden başka kimsenin namazı bozulmamak, diğer saflardakilerin namazı sahih olmak lazım gelir.

«Namaz aynı olmasa bile ilh...» ifâdesiyle şârih kuhistânî´nin umum ifâde eden sözüne işaret etmiştir. Kuhistânî: «Farz veya nâfile yahud vâcip veya sünnet olsun» demiş; Yani imam hakkında nâfile veya farz, ona uyanlar hakkında nâfile demek istemiş. «Bunda deli bir kadının erkek hizâsına durmakla onun namazını bozmayacağına işaret vardır. Çünkü onun namazı hakikatta namaz değildir.» demiştir.

Buradaki «sahih kavle göre» ifadesi imam-A´zam´la ebu Yusuf´un kavline binâendir. Onlara göre namazın vasfı bozulmakla aslı bâtıl olmaz. Kadının namazı öğlenin farzı yerine geçmese bile nâfile olarak sahihdir. Binaenaleyh namazın aslına bakarak iki namaz birdir. Velev ki imam bu namaza farz vasfını ziyâde etmiş olsun. Şu halde Şârih´in «kıldıkları namaz ayni olmasa bile» sözü kadının niyetine bakarak suret itibariyle bir olmasa bile» demektir. İmam Muhammed´in kavline göre ise vasfın bozulmasiyle asıl bâtıl olur. O halde kadın hizasına durduğu erkeğin namazını bozmaz. Zira namaz kılmış sayılmaz. Bahır sahibi bu kavli mezhebe muhâlif saymıştır. Bu hususta ileride söz edilecektir.

Mineh nâm eserde: «Bu mesele imama uymak bozulduğu vakit namazın aslı baki olmasına teferrü eder.» Denilmişse de her halde kalem hatası olacaktır. Çünkü imama uymak sahihdir. Fâsid olan farza niyetlenmesidir. Kadının asıl namaz hakkında imama uyması bakidir. Ve bu namaz nâfiledir. Velev ki imam farziyet vasfını ziyâde etmiş olsun. Bunu Rahmeti söylemiştir. «İleride gelecektir.» Yani «imama uymak fâsid olunca kendi namazına başlaması doğru olmaz.» dediği yerde gelecektir.

«Mutlak tabiri ile cenâze namazı hariç kaldığı gibi tilâvet secdesi de hâriç kalır. Nitekim Münye şerhi ile diğer kitablarda beyan edilmiştir. Secde-i Şükür ile secde-i sehvi de buna katmak gerekir. Zira bunlarda da kıyâm halindeki ayak ve baldırla bir hizâda bulunma tahakkuk etmez.

Bir kadının, başka bir namaz kılan meselâ: Başka bir imama uymuş bulunan yahud yalnız başına kılan bir erkeğin ´hizâsına durması mekruh ise de namazını bozmaz. Anlaşılan buradaki kerahet kerahet-i tahrimedir.

Ben derim ki: Mi´rac-üd-Dirâye´de şöyle denilmektedir: «şeyh-ul-islâm kerahet yerine isâet demiştir. Halbuki kerahet daha çirkindir. «Mesbûk olursa iş değişir» (yani erkekle kadının her ikisi imama sonradan yetişirlerse hüküm değişir demek istiyor.) Çünkü tahrimede ortak olsalar da namazın edâsında ortak değillerdir. Mesbûk, kaza ettiği rekatta yalnız kılan hükmündedir. Bundan bir kaç mesele müstesnâdır. Fakat bu mesele onlardan değildir. Nitekim gelecektir.

Biri Mesbûk diğeri lâhık olursa hüküm yine böyledir. Nitekim Halebî izah etmiştir. Ama erkeklekadın hem mesbûk hem lâhık olurlarsa bu hususta Fethul-Kadîr sahibi şunları söylemiştir: «Burada tafsilât vardır. Çünkü ikiside üçüncü rekatta imama uyarda abdestleri bozulur ve gidip abdest aldıktan sonra kaza ederken kadın erkeğin hizâsına durursa: imamın üçüncü veya dördüncü rekatı olan bu cüzü onların birinci veya ikinci rekatı olduğu takdirde namaz bozulur. Çünkü bu iki rekatta ortaklık mevcuttur. Bu rekatlarda her ikisi lahıktır. Üçüncü veya dördüncü rekatta erkeğin hizasına durursa bozulmaz. Zira ortaklık yoktur, her ikisi mesbuktur. Bu hüküm masbuk hem lâhık olan kimsenin evvelâ lâhık olduğu cüzü sonra mesbuk olduğunu kaza etmesi vacip olduğuna binaendir. Bu itibarla bize göre namaz bozulur. Velev ki aksi sahih olsun Züfer buna muhaliftir.»

Nehir sahibi diyor ki: «Evvela yetişemediği rekatı kazaya niyet ederse, meselenin hükmü bunun aksine olmak gerekir.

Yolda birbirlerinin hizâsına durmaktan maksad: Namazda abdestleri bozulup tâzelemeğe giderken yan yana gelmeleridir. Esah kavle göre bununla do namaz bozulmaz. Çünkü o halde namazın kazası ile değil, namazı ıslah ile meşguldürler. Namazın hürmeti içinde de olsalar onun hakikatı ile meşgul sayılmazlar. Namazın hakikatı kıyâm, kıraat ve sâireden ibârettir. Abdest tazelemeğe gidende bunların hiç biri sabit değildir. Binaenaleyh Edâ itibariyle ortaklık mevcud değildir. Tamamı Fetihtedir.

«Kâbenin içinde» diye kayıtla.ması, dışında olurda muhtelif cihetlere dönerlerse hizâya durma meselesi mümkün olmaz.

METİN

Erkeğin namazının bozulması mükellef olduğuna göredir. Mükellef değilse hizasına kadın durmakla namazı bozulmaz. Birde namazının bozulması için imamın namaza dururken -sonra değil- kadına imam olmağa niyet etmesi şarttır. Zâhire göre velev ki namaza dururken kadın orada bulunmasın. Muayyen bir kadına yahud kadınlara imam olmayı niyet ederse niyeti geçerlidir. Kadına imam olmağa niyet etmezse kadının namazı bozulur. Nasıl ki kadına geri çekil diye işâret ederde çekilmezse hüküm yine budur. Çünkü makam farzını terk etmiştir. Fetih. Ulema kadının aklı başında olmasını, erkekle tam bir rükünde bir yerde bulunmalarını da şart koşmuşlardır. Böylece şartlar on olmuş hatta geçmiştir.

İZAH

Erkek mükellef.ise hizâsına kadın durmakla namazı bozulur. İmam değilse kadının namazı bozulmaz. Nehir. İmam ise bütün cemâatın namazları bozulur. Meğer ki kadına geri çekil diye işaret etmiş olsun. Nasıl ki gelecektir.

Bahır sahibi diyor ki: «Erkeğin namazı bozulur. Sözü ile, kadın imama tekbir alırken hizâsına durarak uyar; imamda ona imam olmağa niyet ederse tahrimesi mün´akid olmayacağına işaret etmiştir ki, sahih olan da budur. Nitekim Hâniye´de de böyle denilmiştir. Çünkü namazı bozan bir şey ona başlarken bulunursa mün´akit olmasını önler.» Erkeğin mükellef olması lazımdır. Çünkü namazının bozulması, kadını geri bırakmaya kendisi memur olduğu içindir. Kadını geri çekmezsemakamın farzını terk etmiş olur.

Fetih sahibi şunları söylemiştir: «Bu ta´lilde akıl ve bülûğun şart olduğuna işaret vardır. Zira hitap (ALLAH´ın emri) ancak mükellef olanların fiillerine taalluk eder. Câmi şerhlerinin bazılarında da böyle denilmiştir. Binaenaleyh bu kavle göre hizâsına kadın durmakla sabinin namazı bozulmaz.»

«Sonra değil» ifâdesinden anlaşılıyor ki bu surette kadının erkekle bir hizada namaz kılması sâhihdir. Çünkü ibtidâda müsâade edilmeyen bir şeye sonunda müsâade edilir. T.

Ben derim ki: Kınye´de imamların şerefine işâretle şöyle denilmektedir: İmamın kadınlara imam olmağa niyet etmesi namaza başlarken muteberdir. Başladıktan sonra muteber değildir.» Bu sözden anlaşıldığına göre kadınların uyması sahih olabilmek için bu şarttır. Namaza başladıktan sonra kadına imam olmaya niyet ederse uyması sahih değildir. Hizâsında duranın namazıda bozulmaz.

«Zâhire göre ilh...» buradaki zâhir mânâ Bahır sahibinin anlayışıdır. O bu meseledeki iki rivayeti naklettikten sonra namaza başlarken kadın orada bulunmasa da kadına imam olmağa niyeti daha muvafık görmüştür. Fasî´nin telhîs şerhinde şart olduğunu «deniliyor» sigasiyle ifâde etmeside bunu te´yid eder. (buna temrîz sigası derler ki rivayet edilen sözün zaif olduğuna işarettir.)

İmam muayyen bir kadına yahud kadınlara imam olmayı niyet ederse niyeti geçerlidir. Yani kime namaz kıldırmak istemezse o kadınla muayyen olmayan kadın bir erkeğin hizâsına durmakla onun namazını bozmazlar. Çünkü onların imama uyması sahih değildir. İmam kadına imamlığı niyet etmezse kadının namazı bozulur. Anlaşıldığına göre o kadın farza başlamış sayılmadığı gibi nâfileye dahi başlamış olmaz. Kınye´de rivayet edildiğine göre nâfile hakkında iki kavil vardır. Bu, imama uyması fâsid olunca kendi kendine namaza başlamış olur mu olmaz mı meselesine binaendir ki, ileride ondan söz edilecektir.

neslinur
Fri 26 March 2010, 05:41 pm GMT +0200
TENBİH

Musannıfın mutlak olan sözünden anlaşılıyor ki, imam bu kadına imam olmağa niyet etmedikçe cuma ve bayram namazlarında dahi namazı sahih olmaz. Niyet etmesi onlarda da şarttır.

Nehir sahibi diyor ki: «Bir çok ulema buna kail olmuşlardır. Ancak ekseriyet cuma ve bayramlarda niyetin şart olmadığını söylemişlerdir. Esah olan da budur. Nitekim Hulâsada da böyle denilmiştir. Zeyleî ekseriyetin şarttır dediğini söylemiştir. Cenâze namazında kadına imam olmağa niyetin şart olmadığına ulema ittifak etmişlerdir.» kezâ kadının namazı bozulur. îfâdesinden anlaşıldığına göre bu kadın hiç bir kimsenin hizasına durmazsa imama uyması sahih olur. Velev ki imam ona imam olacağına niyet etmesin. O halde kadının imama uyması sahih olmak için imamın ona imam olmağa niyet etmesi şart değildir. Ancak birinin hizâsına durursa o başka. Durmazsa şart değildir. Musannıf niyet bahsinde bu meselede ihtilaf olduğunu söylemişti. Biz de orada Hılye´den naklen: Kadının öne geçip imam veya cemaattan birinin hizâsına durmamasının şort olduğunu, öne geçerde birinin hizâsına durursa imama uyması bozulacağını, namazının tamamlanmayacağını söylemiştik. Nihâye nâm eserde burada bu kavlin imam-A´zam´ın ilk kavli olduğu bildirilmiştir. Bundan anlaşılan, son kavlinin mutlak surette niyeti şart koşmasıdır. Amelin son kavle göre olduğuâşikardır. Onun için Muhtarın metninde mutlak olarak: «Kadın erkeklerin namazına giremez. Meğer ki imam ona da niyet etmiş olsun.» denilmiştir. Bu ibârenin bir benzeride Mecmâ metnindedir. «Nasıl ki kadına geri çekil diye işaret ederse çekilmezse hüküm yine budur.» (yani kadının namazı bozulur.)

Fetih sahibi diyor ki: «Zâhire ve Muhit´te bildirildiğine göre kadın, imam namaza başlamayıp kadına imam olmağa niyet ettikten sonra imamın hizâsına durursa bir veya iki adım ilerlemek suretiyle onu geri almak mümkün değildir. Çünkü bundan kerahet vardır. Şu halde onu geri almak işaretle ve benzeri bir şeyle olur. Bunu yaparsa onu geri almış sayılır. Kadına da gerilemek lazım gelir, gerilemezse makamın farzını terk etmiş olur ki, onun namazı bozulur, imamın namazı bozulmaz.

Fetih sahibinin «namaza başlayıp» demesinden anlaşılıyor ki. kadın imam namaza başlamadan gelirde imamın hizasına durduğunda imam ona imam olmağa niyet eder ve geri çekilmesini işaret etmiş bulunursa imamın namazı bozulur. Şu halde gerileme işareti ancak kadına imam olmağa niyet ederek namaza başladıktan sonra gelirse o zaman fayda verir. Tahtavî: «Anlaşılan imam kelimesi bir kayd değildir.» demiştir. Yani namaza başladıktan sonra bir erkeğin hizâsına durur; o da kendisine geri çekilmesini işaret ederde çekilmezse kadının namazı bozulur; erkeğin namazı bozulmaz. Demek istemiştir. Bunun şartlardan sayılması ve: «Erkeğin namaza başladıktan sonra geldiğinde ona geri çekil diye işaret etmemişse» denilmesi gerekir. Bir de bunun bâliğ kadın hakkında olması icap eder. Bülûğa ermeyen kız çocuğu makamın farziyeti ile mükellef değildir.

Ulema erkekle kadının tam bir rükünda bir yerde bulunmalarını da şart koşmuşlardır. Hatta biri yüksek bir yerin üstünde diğeri yerde olursa erkeğin namazı bozulmaz. Bunu Münye şârihi söylemiştir. Bu mesele birbirlerinin hizâsına durmalarından biliniyorsa da ulema yine de ayrıca zikir etmişlerdir.

Fiilen tam bir rükün edâ edinceye kadar bir yerde bulunmaları imam Muhammed´e göredir. Ebu Yusuf´a göre bir rükün miktarı bulunmaları şarttır. Haniye´de: «Birbirinin hizasında bulunmak az olsun çok olsun namazı bozar.» denilmiştir. Bahır sahibi: «Musannıfın mutlak olan sözünden bunu tercih ettiği anlaşılıyor.» demiştir.

METİN


Kendisinden şehvetlenilen yakışıklı tüysüz delikanlı ile bir hizâda namaza durmak mezhebe göre namazı bozmaz. Bu söz Mahbubî´nin câmiinde ve Dürer-ül-Bıhar´da beyan edilen bozulur iddiasını zayıflatır. Çünkü namazın bozulması kadında şehvetle illetlendirilmemiş; ibn-i Hümâm´ın tahkikine göre makamın farzını terk etmekle illetlendirilmiştir. Erkeğin kadına, hunsâya ve çocuğa uyması mutlak surette sahih değildir. Esah kavle göre velev ki cenâze ve nâfile namazında olsun.

İZAH


Şârih tüysüz delikanlıyı (ki buna emred derler) kendisinden şehvetlenilen diye kayıtlamıştır. Çünkü hilâfın biri burasıdır. Yoksa başkası bil´ittifak namazı bozmaz. «Çünkü namazın bozulması kadındaşehvetle illetlendirilmemişti.» Yani namazın bozulmasına sebep şehvet değildir. Onun için ihtiyar nene ile anne ve kızı gibi mahreminin namazı bozduklarını söyledik, yedi yaşındaki küçük kız gibi şehvet haddine ulaşmamış kimselerde namazın bozulmaması ise kadınlar derecesine ulaşamadığı içindir. Bu sebeple kadınların geri bırakılması emri zâhirde ona şâmil değildir. Benim anladığım budur.

«Erkeğin kadına, hunsaya ve çocuğa uyması mutlak surette sahih değildir.» Buradaki kadın tabiri bâliğ olan ve olmayan bütün kadınlara şâmil olduğu gibi, hunsâ dahi şâmildir.

Erkeğe gelince: Bundan bâliğ olan kasdedilirse, mefhumu ile çocuğun kadına ve hunsâya uyması sahih olduğunu iktiza eder. Yalnız erkekliği kasdedilirse çocuğun çocuğa uymasının sahih olmadığını iktiza eder ki bunların ikisi de vâki değildir. İbârenin doğru şekli şöyle olmalı idi: «Erkeğin kadına ve hunsaya. adamın çocuğa uyması sahih değildir.» Bunu Halebî, üstâdı Seyid Ali el Basîr´den nakletmiştir.

Ben derim ki: Hâsılı imamla cemaattan her biri yâ erkek yâ kadın yahud hunsâdır. Bunların herbiri ya bâliğtir yahud değildir. Baliğ erkeğin imamlığı hepsine sahihdir. Ama kendisi yalnız misline uyabilir. Bâliğ kadının mutlak olarak yalnız kadına imamlığı kerahetle sahihtir. Erkeğe, kendi misline ve bâliğ hunsâya uyması sahihtir; fakat mekruhtur. Zira hunsânın kadın olmak ihtimali vardır. Bâliğ hunsânın yalnız hunsâya mutlak surette imamlığı sahihtir. Erkeğe imam olamadığı gibi kendi misline de imam olamaz. Çünkü kendisinin kadın, cemaat olan hunsânın erkek olması ihtimali vardır. Erkeğe uyması sahihtir. Kendi misline ve mutlak surette kadına uyması sahih değildir. Zira erkek olması ihtimali vardır.

Bâliğ olmayan hunsâya gelince: Şâyed erkek ise kendi misline erkek, kadın ve hunsâ olsun imam olması sahihdir. Erkeğe uyması mutlak surette sahihdir. Kadın ise yalnız kendi misline imam olması sahihtir. Sabinin imam olması ihtimallidir. Kendisinin bunların hepsine uyması sahihtir. Hunsâ ise kendi gibi bir kadına imam olması sahihtir, Baliğ kadına imam olamadığı gibi erkek veya hunsaya da mutlak surette imam olamaz. Kendisinin yalnız erkeğe uyması mutlak olarak sahihtir. Kâidelerden alarak benim anladığım budur.

«Velev ki cenâze ve nâfile namazında olsun.» İfâdesi çocuğa uymaya râci olan mutlak sözün beyânıdır.

Usturuşnî diyor ki: «Cenaze namazında çocuğun imam olması câiz olmamak gerekdir. Anlaşılan budur. Çünkü bu namaz farz-ı kifâyelerdendir. Çocuk ise farzı edâya ehil değildir. Lâkin bu söz selam almakla müşkilleşir. Bir kimse bir cemaata selam verirde selamı bir çocuk alırsa caizdir.»

Ben derim ki: Usturuş´nînin ta´liline göre çocuğun imam olması şöyle dursun yalnız başına cenâze namazı kılarsa baliğ kimselerden borç sâkıt olmaz. Tahrir şârihi bunu mezhebin kitablarında bulamadığını söylemiştir; «mezhebin temel kitaplarından anlaşılan sâkıt olmamasıdır.» demiştir. Yani Ulema: «Çocuk vücûbe ehil değildir.» Dedikleri için borcun sâkıt olmadığı anlaşılmıştır.

Ben derim ki: Buna göre yukarıda geçen selam meselesi müşkil kaldığı gibi ulemanın açıkladıklarıbülûğa yaklaşan çocuğun ezanı kerahetsiz câizdir.» Sözü de müşkil kalır. Halbuki ezanın vacip olduğunu söyleyenler vardır. Meşhur kavle göre ezan okumak günahın lâhık olması hususunda vâcibe yakın bir sünnet-i müekkededir. Kezâ ulemanın beyan ettikleri: «Beraetli bir çocuk cuma günü hutbe okurda namazı bâliğ biri kıldırırsa câizdir.» Sözü ve: «Çocuk hayvan kesmeyi akıl eder ve besmeleyi bilirse yani besmele çekmenin emir olunduğunu bilirse câizdir.» Sözleri karşısında da müşkil kalır. Usturuşnî´nin: «Çocuk cenaze yıkarsa câiz olur.» ifâdesi de böyledir. Yani bununla vücûp sâkıt olur. Binaenaleyh. onun cenaze namazı kılmasiyle vücûbun sâkıt olması evleviyette kalır. Çünkü cenaze namazı duadır. Çocuğun duası meleklerin duasından daha makbuldür.

Ulemanın: «Çocuk vüçûbe ehil değildir.» Sözü her halde vücûbe mükellef değildir manasına olsa gerektir. Bu, ise çocuğun fiiliyle mükelleflerden sâkıt olmasına ve çocuğun fiilinin vâcip yerine geçmesine aykırı değildir. Feth-ul-kadîr sahibinin mürted bâbında yaptığı şu açıklama bunu te´yid eder: «Çocuk iman için iki şehadeti getirirse farz yerine geçer. Bülûğa erdikten sonra başka bir ikrarla imanını tazelemesi lazım gelmez. Hatta çocuğa iman farz değildir; diyenlerin kavline göre de lazım gelmez. Binaenaleyh müsâfir gibi olur. Müsâfire cuma namazı farz değildir. Fakat kılarsa farz sâkıt olur.» Bu söylediklerin müslüman olurken geçerlidir. Çünkü müslümanlığı kabulün nâfilesi yoktur. Getirilen şehâdet ancak farz yerine geçer.» Denilirse şöyle cevap verilir: Maksad o kimsenin farzı edâya ehil olduğunu isbâttır. Ve bununla sâbit de olmuştur. Bu söz cenâze hakkında da söylenebilir. Zira onun da nâfilesi yoktur. Ama çocuğun ezanı, hutbesi, besmelesi ve selam alması ile yetinmek onun kıldığı cenâze namaziyle iktifa edileceğine delildir. Evet, çocuk vakit içinde namaz kılarda sonra yine vakit içinde bulûğa ererse mesele müşkil olur. Zira ilk kıldığı nâfile olduğu için o namazı tekrar kılar. Buna şöyle cevap verilebilir: Mûteber olan vaktin sonudur. Çocuk o anda bâliğ bulunmaktadır. Vücûbe sebep olan vakit mevcud olduğu için namazı tekrar kılması icap eder. İlk kıldığında vakit, sebep vücûp değildi. Ve sanki o kimse kendi hakkında sebep,vücûp bulunmaksızın namaz kılmış gibi olur. Bu sebeple o namazı forz yerine geçirmek mümkün olmaz. Cenaze namazı öyle değildir. Onun sebebi cenazenin gelmesidir. Bu sebep baliğ olmazdan önce •de mevcuttur. Onun için farz yerine geçmesi mümkündür.

Bütün bu söylediklerimiz ifâsı için bulûğ şart olmayan şeyler hakkındadır. Binaenaleyh: «Çocuk hac ederse bulûğa erdikten sonra tekrar hac etmesi tazım gelir.» Şeklinde bir itiraz varid olamaz. Çünkü farz olan haccın şartlarından biri de bülûğ ve hürriyettir. Nâfile hac böyle değildir. bundan anlaşılır ki, çocuğun cenaze de dahi imam olması sahih değildir. Velev ki «o çocuğun namazı sahihdir; bununla mükelleflerden borç sâkıttır.» demiş olalım. Çünkü bâliğ kimselere imam olmanın şartlarından biri bülûğdur. Bu yeri izah ederken benim hatır;ma gelen budur. Sen bunu ganimet bil! Çünkü bundan başka hiç bir kitabda bulamayacaksın! Hamd ALLAH´a mahsustur.

«Esah kavle göre velev ki nâfilede olsun.» Burada Hidâye sahibi şunları söylemiştir: «Teravih ile mutlak sünnetlerde Belh uleması bunu câiz görmüş; bizim ulemamız câiz görmemişlerdir. Bazıları mutlak nâfilede İmam Ebu Yusuf´la İmam Muhammed arasında hilâf olduğunu tahkik etmişlerdir. Muhtar kavle göre bütün namazlarda caiz değildir.» Mutlak sünnetlerden murad, beş vaktin sünnet-i müekkedeleriyle bir rivayete göre bayram namazlarıdır. Vitir, husûf, küsûf namazlarıyle yağmur duasında kılınan namazlarda imameyne göre böyledir.» Fetih.

METİN


Kezâ deliliği daimi yahud bazan kesilen deliye kendine geldiği haller dışında uymak, sarhoş ve bunağa uymak da sahih değildir. Bunu Halebî söylemiştir. Temiz bir kimse özür sahibine uyamaz. Bu abdesti hadesle birlikte aldığına yahud hades abdest üzerine ârız olduğuna göredir. Özrü kesildikçe abdest alırda o halde kılarsa sahihdir. Nitekim kan aldıran bir kimse kanın kesildiğinden emin olursa ona uymak, kadının kendi misline, çocuğun kendi misline, özürlünün kendi misline, iki özürlünün bir özürlüye uyması da böyledir. Aksi câiz değildir. Meselâ: Daimî yellenen kimsenin sidiğini tutamayana uyması böyledir. çünkü imamda hem hades hem necâset vardır.

Müçtebâ´da ki: «Mumasile uymak sahihdir. Yalnız üç kişi müstesnâdır ki onlar da hunsay-ı müşkil, hayzını şaşıran ve istihâza kanı gören kadındır.» İbâresi yeni hayz ihtimalinden dolayı diye tefsir edilmiştir. İhtimal ortadan kalkarsa uyması sahih olur.

İZAH


Deliliği daimî olan kimseye uymanın sahih olmaması da delinin namazı olmadığındandır. Çünkü niyeti tahakkuk etmez bir de temizliği yoktur. Ama deli kendine gelir ve ayılırsa o halde kendisine uymak sahihtir. Nitekim Bahır´da Hulâsadan naklen böyle denilmiştir. Zâhirine bakılırsa namazdan önce ayıldığı tahakkuk etmedikçe kendisine uymak sahih olmaz. Hatta bir kimsenin delirip ayıldığını bilirde namaz vaktinde ne halde olduğunu bilmezse ona uymak sahih olmaz. Delirdikten sonra ayıldığı bilinirse sahih olmak gerekir. Asıl ile yani sağlamlıkla istihap ederek deliliğin yeniden gelmesi ihtimaline itibar yoktur. Zira delilik ârızî bir hastalıktır.

BUNAK: Aklı az olan kimsedir. Bazıları: «Delilikten başka bir şaşkınlıktır.» demişlerdir. Muğrib´te böyle denilmiştir. UIema bunağı çocuk hükmünde saymışlardır.

Özürlünün özürlüye uyması özürleri bir cinsden olduğuna göre sahihtir. Özürleri bir cinsden değilse uymak sahih olmaz. Nitekim Zeyleî´de, fetih´de ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Sirâc´ın ibâresi şöyledir: Sidiğini tutamayan kimse kendi gibisinin arkasında namaz kılabilir. Ama hem sidiğini tutamayan hem de daimî yellenen birinin arkasında kılarsa câiz değildir. Çünkü bu takdirde imam iki özür sahibi cemaat olan ise bir özürlüdür.» Cevhere´de dahi böyle denilmiştir. Mezkûr ta´lilden anlaşıldığına göre özrün bir olmasından murad eserin birliğidir. Aynın birliği değildir. Aksı takdirde temsilde: «Ama daimî surette yellenen birinin arkasında kılarsa...» demesi yeterdi. Ta´lilde de: «Özürleri değişik olduğu için» demeli idi. Onun için bahır sahibi: «Bundan anlaşıldığına göre sidiğini tutamamakda yara ile birleşenler kabilindendir. Sidiğini tutamamakla büyük çişini tutamamak da öyledir.» demiştir. Yani eser hususunda birleştikleri için demek istemiştir. Zira her biri hades ve necâsettir. Velev ki sidik tutamamak yaranın ayni olmasın.

Lâkin Nehir sahibi buna itiraz etmiş; bunun sidiğini tutamayan kimsenin daimî yellenene uymasının câiz olmasını gerektirdiğini söylemiş: «bu vaki değildir, zira özürleri başka başkadır» demiştir.

Bu söz birleşmeden murad aynin birleşmesi olmasına binaendir. El-münyet-ül-kebîr şerhinde bildirilenin ifâde ettiği mânâ budur. Hılye sahibi dahi: «Sidiğini tutamayan kimsenin pekinmeyen yara sahibine uyması yahud bunun aksi sahih değildir. Nitekim mezhep budur. Çünkü özürlünün kendisi gibi özürlüye uyması özürleri bir ise sahihtir. Başka başka ise sahih değildir.» demiştir.

Bundan anlaşılıyor ki, en güzeli Nehir´in ibâresidir. şârih´in de âdeti vechile onu takip etmesi gerekirdi. Buradaki sözünde şârih Bahır sahibine tabi olmuştur. Hazâin nâm eserinde de öyle yapmış: «Özürleri birleşirse özürlünün kendisi gibi bir özürlüye uyması sahihdir». Meselâ Sidiğini tutamayan kendi gibi birine yahud yara sahibine yahud daimî surette yellenene uyması böyledir. Özürleri birleşmezse sahih değildir. Meselâ: Daimî yellenen, sidiğim tutamayana uyamaz. Çünkü imamda hades ve necaset vardır.» demiştir. Gördüğün gibi bu söz mezhebe muhaliftir. «Yani hayz ihtimalinden dolayı» bir de uyan hunsânın erkek, imam olanın kadın olması ihtimalinden dolayıdır. Sonra bu hüküm hayzını şaşıran hakkında acıktır. Kınye sahibi bunu şöyle açıklamıştır: «Hayzını şaşıranın hayzını şaşırana uyması caizdir. Diyen fena halde yanlıştır. Çünkü hayızlıya uymuş olması ihtimali vardır.» İstihaza kanı gelen kadın hakkında ise müşkildir. Zira hakikatta istihazalı kadının hayzlı olması ihtimali yoktur. Meselâ: Kan görmesi on günü, nifas kırk günü aşan kadın böyledir. Meğer ki bu kadından üç gün tamam olmadan evvel başlayan gibi biri kasd edilmiş ola!

Böylesi mücerred kanı görmekle namazı bırakır. Üç günü tamamlarsa ne âlâ! Tamamlamazsa kaza eder. Bu kadının üç gece önceki hâlı hayzada istihazayada ihtimallidir. Hayzında âdet sahibi olan kadın da öyledir. Adetinden fazla kan görürse ihtimal kanı on günde kesilmiştir. Bu takdirde hayızlı sayılır. İhtimal ki on günden fazla müddette kesilmiştir. O zaman istihazalı olur. Ve kendisi gibi bir kadının ona uyması câiz olmaz.

Rahmeti diyor ki: «Benim Müçtebâ´da gördüğüm şudur: İstihazalının iztihazalıya uyması caizdir. Şaşıranın şaşırana uyması ise câiz değildir. Nasıl ki hunsay-ı müşkile uymasıda câiz değildir.» Bunda bir işkâl yoktur. İhtimal bahır sahibinin nüshası tahrif edilmiştir. Diğerleride ona tabi olmuşlardır.

Lâkin Kuhistanî´nin ibâresi buradakine uygundur. Şu da var ki, Kınye´de hunsây-ı müşkil hakkında iki rivayet olduğu bildirilmiştir.

METİN

Kur´an´dan bir âyet ezber e.den kimsenin hiç bir âyet ezber etmeyene, Avreti örtülü olanın çıplak kimseye, rükû ve secdeye iktidarı olanın bunlara iktidarı olmayana, farz kılanın nafile ve başka bir farz kılana, nezir edenin nezir edene ye nezir edenin yemin edene uyması sahih değildir.

Kur´an´dan hiçbir şey ezber etmeyen kimse ümmidir. Ümmî dahi dilsize uyamaz. Çünkü ümmi tahrimeye muktedirdir. Binaenaleyh aksi sahihtir.

Çıplak bir kimse bir çıplak ile iki giyimliye imam olsa imamın ve onun gibi olanın namazları bil´ittifak câizdir. Yaralının bir yaralı ile bir sağlama imam olması da böyledir.

Rükû ve secdeye iktidarı olanın bunlardan âciz olana uyamaması kuvvetli zaif üzerine binâ edileceğiiçindir.

Farz kılanın nâfile ve başka farz kılana uyamaması, bize göre iki namazın bir olması şart olduğundan, hazreti Muaz´ın peygamber (s.a.v.)´le nâfile kıldığı. kavmine ise farz kıldırdığı sahihdir. Nezir eden kimse nâfile kılana ve kezâ farz kılana uyamaz. Çünkü bunların her bir başka bir farz kılan gibidir. Meğer ki biri aynen diğerinin nezir ettiğini adamış olsun. Çünkü bunda namazlar birdir. Nezir eden kimse yemin edenede uyamaz. Zira nezir edilen daha kuvvetlidir. Bunun aksi sahihtir. Yani yemin eden kimse nezir edene, yemin edene ve nâfile kılana uyabilir.

İki rekat tavaf namazını kılan iki kişi nezir eden iki kişi gibidirler. Müştereken bir nâfile namaz kılarda sonra onu bozarlarsa birinin diğerine uyması sahih olur. Ama o namazı ayrı ayrı bozarlarsa uyması sahih olmaz Öğleyi kılarda her biri diğerine imam olmayı niyet ederse sahih olur. İkiside imama uymayı niyet ederlerse sahih olmaz. Aradaki fark açıktır.

İZAH

«Hiç bir âyet ezber etmeyen» İfadesi bütün Kur´an´ı yahud ekserisini ezber bilen fakat manayı bozacak şekilde yanlış okuyan kimseyede şâmildir. Zira Bahır´da: «Bize göre ümmi (okuyup yazma bilmeyen kimse) farz olan kıraatı iyi okuyamayandır. Şâfii´ye göre ise Fâtiha´yı iyi okuyamayandır.» denilmiştir.

Ümmi olan kimse dilsize uyamaz. Ama dilsiz dilsize yahud ümmi ümmiye uyabilir. Bunu Ebu-s-Süûd´dan naklen Tahtavî söylemiştir. «Aksi sahihtir.» Ta´lil üzerine getirilmiş fer´î bir meseledir. Zira ümminin tahrimeye muktedir olması hâlinin dilsizden daha kuvvetli olduğuna delildir. Onun için dilsizin ona uyması sahih, aksi sahih değildir. Bunun mefhumu şunu ifâde eder ki, kudreti yoksa birbirlerine uymaları sahihtir.

Çıplak bir kimse, bir çıplak ile giyimliye imam olsa imamın ve onun gibi olanın namazları bilittifak câizdir. Fakat ümminin bir ümmi ile bir okuyana imam olması böyle değildir. Çünkü İmam-A´zam´a göre hepsinin namazları bozulur. Ümminin okuyan birine uymak şartiyle namazı kıraatlı sayılabilir. Zira imamın okuması onun da okuması demektir. Ama imamın abdesti ve tesettürü hükmen cemâat olanın abdest ve tesettürü yerine geçemez. Böylece ayrılırlar. Bahır.

Rükû ve sücûdden âciz kalan kimse bunları imâ ile ayakta veya oturarak yapandır. Oturarak rükû ve secde yapabilirse ona uyması câizdir. Nitekim gelecektir.

Tahtavî diyor ki: «İtibar secdeden âciz kalmayadır. Hatta secdeden âciz kalırda rükûa kudreti olursa imâ ile kılar.»

«Farz kılanın nâfile ve başka bir farz kılana uyması sahih değildir.» Farzların isim veya sıfat itibariyle değişik olması musavidir. Meselâ dünkü öğleyi kılan bugünkü öğleyi kılana uyamaz. Ama bu kimseler bir günün namazlarında birim kılmamışlarsa câizdir. Keza bir kimse ikindinin iki rekatını kıldıktan sonra güneş batar da son rekatlarında başka bin ona uyarsa câizdir. Çünkü namaz birdir. Velev ki uyan kimse için kaza olsun. Cevhere.

«Hazreti Muaz´ın Peygamber (s.a.v.)le nafile kıldığı, kavmine ise farz kıldırdığı sahihtir.» Yanı bizim imamlarımıza g6re bu hadis sahih ve başka rivayete müreccehtir.

Bu ifâde İmam Şafiî´nin istidlaline cevaptır. Şâfiî farz kılanın nâfile kılana uyabileceğine Buharı ile Müslim´in sahihlerindeki Muâz hadisiyle istidlâl etmiştir. Mezkûr hadîste: «Muaz Rasülullah (s.a.v.) yatsıyı kılar, sonra kavminin yanına dönerek ayni namazı onlarada kıldırırdı denilmektedir. Cevap şudur. Hz. Muazı kavmi şikayet edince Rasulullah (s.a.v.) ona «Yâ Muaz, fitneci olma! Yâ benimle kıl; yahud kavmine kıldırırken hafif tut!» buyurmuştur. Bunu imam Ahmed rivayet etmiştir. Hafız İbn-i Teymiye: «Bu hadisde farz kılanın nâfile kılana uyamayacağına delil vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)le birlikte kılınca başkasına imamlık yapamayacağını gösteriyor. Onunla birlikte nâfile kılması başkalarına imam olmasına bil icmâ mâni değildir. Bundan anlaşılıyor ki, Rasûlüllah (s.a.v.) le birlikte kıldığı yatsı namazları nâfiledir.» diyor.

İmam Kurtubî dahi «el-müfhim» adlı eserinde: «Bu hadis hazreti Muaz´ın peygamber (s.a.v.)le birlikte kıldığı namazın nâfile olduğuna delildir. Kavmine kıldırdığı ise farzdır.» demiştir. Tamamı Nuh efendi haşiyesiyle feth-ul-Kadîr´dedir. Nezir eden kimse nâfile kılana uyamaz. Çünkü nezir vaciptir. Kaviyi zaif üzerine bina etmek lazım gelir. (ki câiz değildir.) H. Birinin aynen diğerinin nezir ettiği namazı nezir ettim.» demekle olur. «Çünkü bunda namazlar birdir.» Arkadaşının nezir ettiği namazı nezir edince ikisi aynı namazı nezir etmiş gibi olurlar. Her biri ayrı ayrı namaz nezir ederlerse iş değişir. Çünkü birinin nezri ile vacip olan namaz diğerininki gibi değildir. Ve birinin neziri diğerinin nezirinden daha kuvvetli değildir. Nezir edilen namaz yemin edilen namazdan daha kuvvetlidir. Zira yemin etmekle namaz nâfile olmaktan çıkmaz. Görmüyor musun o kimse muhayyer kahr. İsterse namazı kılar ve yemininde sâdık olur. Dilerse kılmaz; kefaret verir. Onun için yemin edenin yemin edene ve nâfile kılana uyması caizdir. Mineh´de Bahır´a uyarak: «Bundaki vücüp ârızidir.» denilmişsede doğru değildir. Onun için Şârih onu söylemekten vaz geçmiştir. Rahmeti.

Ben derim ki: Bunu ulemanın yeminler bahsinde söyledikleri şu söz te´yid eder: «Üzerine yemin edilen şey farz ise yemininde durmak vacibtir. Mâasiyet üzerine yemin etmişse o yemininden dönmek vaciptir. Yemin etmediği ettiğinden daha hayırlı ise yeminden dönmesi tercih olunur. Her ikisi müsâvî iseler yemininde sadık kalmak tercih edilir.

Hulâsa´da bildirildiği vecihle namaz için yemin...» Vallah iki rekat namaz kılacağım!» demekle yapılır. Yemin edenin yemin edene uymasının câiz olması yemin etmekle namaz nâfile olmaktan çıkmadığı içindir. Ve nâfile kılan nâfile kılana uymuş olur. Münye şerhinde bu şöyle ta´lil edilmiştir: «Çünkü vacip olan yeminin de durmaktır. Her iki namaz haddizatında nâfile olarak kalırlar.» Yemin edenin nâfile kılana uyması sahihtir. Zira üzerine yemin edilen şey nâfiledir. H. Bahır´da: «Bunun Vacip olduğu da söylenir. Çünkü yeminde durmak tahakkuk etmiştir. Binaenaleyh nâfile kılanın arkasında namazı caiz olmamak lazım gelir.» Denilmişse de buna verilen cevabı gördün!

«İki rekat tavaf namazını kılan iki kişi nezir eden iki kişi gibidirler. Yani birbirlerine uymaları câizdeğildir. Çünkü sebep değişiktir. Birinin tavafı diğerinin tavafından başkadır. Nitekim Bahır´da da böyle denilmiştir. Gerçi Hâniye´de: «Bu câizdir. Ve nâfile kılanın nâfile kılana uyması kabilindendir.» Denilmişse de anlaşılan bu söz tavaf namazının sünnet olduğunu bildiren kavle göredir. Bahır sahibinin incelemesi de bunu te´yid eder. O: «Tavaf namazının sünnet olduğunu bildiren kavle göre uymanın câiz olması gerekir.» demiştir.

«Müşterek bir nâfile namaz kılar da sonra onu bozarlarsa birinin diğerine uyması sahih olur. Çünkü namaz birdir. Biri diğerinin nezir ettiğini adamış gibi olur. H. Ama o namazı ayrı ayrı bozarlarsa uyması sahih olmaz. Zira sebep değişiktir. Nezir edenler gibi olmuşlardır. «Aradaki fark açıktır.» Ve şudur: İmam kendi nefsi hakkında yalnız kılan hükmündedir. O ancak başkası kendisine uymak şartiyle imam olur. Binaenaleyh ikiside yalnız kalmışlardır. Uyan kimsenin ise namazı ancak uymaya niyet etmekle sahih olur. Halbuki namazını başkasının namazı üzerine binâ etmeğe niyet eden kimseye uymak sahih değildir.

METİN

Lâhık ile Mesbûk da kendileri gibilere uyamazlar. Çünkü yalnız kılınacak yerde imama uymanın namazı bozduğu takarrur etmiştir. Aksi de böyledir. öğle namazı gibi seferle değişen namazlarda vakit çıktıktan sonra müsâfirin mukîme uyması câiz değildir. Mukîm ister vakit çıktıktan sonra iftitah tekbiri alsın; ister vakit içinde olup da vakit çıktıktan sonra müsâfir ona uysun (hüküm değişmez.) Ama müsâfir vakit içinde tekbir alırda sonra vakit çıkarsa sahih olur. Ve imamına tâbi olarak namazını tamamlar. Vakit çıktıktan sonra tekbir alırsa farzı değişmez; ve ilk iki rekatta yahud ikincide imama uymakla ka´de (oturuş) veya kıraat hakkında nâfile kılana uymuş olur.

Yerde olan vâsıta üzerindekine uyamadığı gibi bir hayvan üzerinde bulunan diğer hayvan üzerindekine de uyamaz. Ama onunla beraber bulunursa uyması sahih olur.

Esah kavle göre peltek olmayan bir kimse pelteğe uyamaz. Nitekim Müçteba´dan naklen Bahır´da da böyle denilmiştir. Halebî ile ibn-i Şıhne bunun ümmi gibi dâimî şekilde farz olmak üzere gücünü sarf ettikten sonra câiz olmayacağını kaydetmişlerdir. Böylesi ancak kendi gibisine imam olabilir. Güzel okuyan birine uymak mümkün ise yahud gücünü sarf etmezse veya farz miktarı peltek okumadığı bir yerde bulursa namazı sahih olmaz. Peltek hakkında sahih ve muhtar kavil budur yalnız bir harfi söyleyemeyen yahud fâyı tekrarlamadan çıkaramayanda böyledir.

İZAH

Lâhık ile masbûk kendileri gibilere uyamadıkları gibi lâhık mesbûka, mesbûk lâhıka dahi uyamaz. H. «Çünkü yalnız kılınacak yerde imama uymanın namazı bozduğu takarrur etmiştir.» Sözü mesbûk mesbûka yahud mesbuk lâhika uyulacak yerde yalnız kılmak sözü lâhik lâhika yahud mesbûka uyduğu zaman yerindedir. Şarihin «Akside böyledir.» yani imama uyulacak yerde yalnız kılmak. Zira lâhık, imamından başka birine uymak isterse evvelâ imamından ayrılmışda sonra uymuş gibi olur. Ve imama uyulacak yerde yalnız kıldı denilebilir. H.

«Müsâfirin mukime uyması câiz değildir.» İfâdesinin izâhı şudur: Vakit çıkmadıkça müsâfir namazı tamamlamayı kabul eder. Mükîm olmayı niyet eder yahud mukim olan imama uyarda ona tâbiolursa namazını tamam kılar. Çünkü sebep yani vakit bâkidir. Fakat vakit çıkarsa artık zimmetinde namaz iki rekat olarak takarrur etmiştir. Mukim olmakIa yahud başka bir sebeple tamam kılmasına imkân yoktur. Hatta o namazı memleketinde bile olsa iki rekat olarak kazâ eder. Vakit çıktıktan sonra mukîm bir imama uyarsa ister vakit çıktıktan sonra ister vakit içinde iftitah tekbiri alsın söylediğimiz ve söyleyeceğimiz sebepten dolayı sahih olmaz. Vakit içinde uyarsa böyle değildir. Zira o namazı tamam kılar. Sebebini beyân ettik.

Musannıfın: «Seterle değişen» demesi sabah ve akşam namazlarından ihtiraz içindir. Çünkü bunlar değişmediği için vakit içinde ve vakit dışında uyması sahih olur. Şârih´in «imama uyarsa» demeyip «vakit içinde tekbir alırsa» ifadesini kullanması, imama uymak ve namazı tamam kılmak icap etmek için mücerred iftitah tekbirine vakit cinde yetişmenin kâfi olduğuna tenbih içindir.

«İlk iki rekâtta yahut ikincide ilh...» cümlesinde leff ve neşir-i müretteb vardır. Yani ilk iki rekatta müsâfir mukîme uyarsa ilk oturuş hakkında farz kılan nâfile kılana uymuş olur. Çünkü ilk oturuş müsâfire farzdır; onun namazının sonudur. Mukim hakkında ise nâfiledir. Zira onun hakkında ilk oturuştur. Ulema burada nâfile tabirini farz olmayan manâsında kullanmışlardır ki, maksad vaciptir. Zira nâfile ziyade demektir. Vâcibde farz üzerine ziyâdedir. İkinci iki rekatta uyarsa kıraat hakkında yine farz kılan nâfile kılana uymuş olur. Çünkü kırâat müsâfirin namazına nisbetle farz, mukim için nâfiledir. İster mukim ilk rekatlarda okusun - ki bu meydandadır - isterse yalnız son iki rekatta okusun. Kırâatın yeri ilk iki rekattır. Binaenaleyh oraya iltihak eder. Ve hükmen son iki rekat kırâatından hâli kalır. Burada: «Nâfile kılan farz kılana uymuştur.» Şeklinde bir itiraz vârid değildir. Çünkü Nihâye nâm eserde bildirildiğine göre bu namaz imamın namazına tabi olduğu için farz hükmünü almıştır. Onun için de imama uyduktan sonra onu bozarsa dört rekat olarak kaza eder.

TENBİH:
Bundan şu hüküm alınır: Mukim kimseler müsâfir imama uyarda imam mukim olmağa niyet etmeksizin onlara namazı tamam kıldırır; ve cemâat ona tabi olurlarsa namazları bozulur. Çünkü imam son iki rekatı nâfile olarak kılmıştır. Allame Şurunbulâli on iki mesele hakkındaki risalesinde buna tenbih etmiş; bu meselenin kendi başına geldiğini fakat onu hiç bir kitabta görmediğini söylemiştir.

Ben derim ki: Bu meseleyi Remlî müsâfir bâbında Zahiriye´den nakletmiştir. Biz de o bâbta beyân edeceğiz.

«Yerde olan vasıta üzerindekine uyamadığı gibi bunun akside câiz değildir. Bu meselelerde illet yerin ayrı ayrı olmasıdır. Her ikisi bir hayvan üzerinde bulunurlarsa yer bir olduğu için cemâat olmaları câizdir. İmdâd nâm eserde dahi böyle denilmiştir. Kezâ yerde olanın hayvan üzerindekine uymasına başka bir mâni daha vardır ki, o da rükû ve sücûdle kılanın bunları imâ, ile yapana uymasıdır. Meğer ki yerde olan da imâ ile kılsın. Sonra bu, yerin başka başka olmasının imama uymaya mâni olduğuna delildir. Velev ki bunda imamın hâlini şaşırmak olmasın. Zira şaşırmak ancak arada perde olduğu zaman muteberdir. Verin değişmesinde muteber değildir. NitekimAllah´ın inâyetiyle tahkiki ileride gelecektir.

(Peltek diye terceme ettiğimiz) elsağ muğrip sahibinin beyânına göre dili sîni «se» söyleyendir. Bazıları «reyi gayn, lam veyahud ya söyleyendir» demişlerdir. Kamûsda: «yahud bir harfden başkasına geçendir.» denilmiştir. «Esah kavle göre» demekle musannıf Hulâsa sâhibinin fazlî´den rivayet ettiği kavle işaret etmiştir. O kavle göre peltek olmayan bir kimse pelteğe uyabilir. Çünkü onun söylediği kendisine lügat (dii) olmuştur. Tatarhâniye´de de böyle denilmiştir. Zâhiriye´de şu satırlar vardır: «Pelteğin başkasına imam olması câizdir. Bazıları câiz olmadığını söylemişlerdir. Hâniye´de de Fazlî´den naklen böyle denilmiştir. Anlaşılan bu zevât sahih olduğuna itimâd etmişlerdir. Hılye sahibi dahi buna itimad etmiş; ve şöyle demiştir: «Çünkü bunu ulemadan bir çokları mutlak söylemiş; başkasına imam olmaması lâyıktır demişlerdir. Bir de Hızânet-ül-ekmel´de: «Pepenin imamlığı mekruhtur.» denilmiştir. Lâkin ihtiyat sahih olmamasıdır. Nitekim musannıf da bunu tercih etmiştir. Hayreddin Remlî dahi bununla fetvâ vermiştir. Fetevâsında ibâresi şöyledir: «Tercih edilen müftâbih kavle göre pelteğin peltek olmayana imamlığı sahih değildir.

«Daimî şekilde farz olarak gücünü sarf» etmekten murad: Sabah akşam o harfi düzeltmeğe çalışmasıdır. Bu suretle sahih şeklini öğrenmeğe çalışırken kıldığı namazı câizdir. Velev ki düzeltememiş olsun. Çalışmayı terk ederse namazı fâsid olur. Muhit ve diğer kitablarda da böyle denilmiştir.

Zahire sahibi diyor ki: «Bu bence müşkildir. Çünkü yaradılışından olan bir şeyi kul değiştiremez.» Tamamı Münye şerhindedir. Peltek ancak kendisi gibisine imam olabilir. Bu söz mutlak surette pelteklikte misli olmasına ihtimallidir. Bu takdirde râyı gayın okuyan bir kimse râyı lâme çevirene uyabilir. Hususî bir harfi söyleyemeğe de ihtimallidir. O halde râyı gayn söyleyen kimse ancak onu kendisi gibi gayn okuyana uyabilir. Anlaşılan budur. Nasıl ki özrün muhtelif olması da böyledir, Mürâcâat buyurula! H.

«Güzel okuyan birine uymak mümkünse..» ifâdesinden murad: Kendisinin peltek söylediğini doğru söyleyebilen yahud Kur´an´ı güzel okuyan demektir. Bu söz «ümmi imama uymak imkânı bulursa ona uyması lâzımdır.» Kavline binâendir. Bu hususta söz edilecektir. Bir de gücünü sarf etmezse o zaman namazı sahih olmaz. Zira gördün ki peltek söylediği harfi düzeltmeğe çalışıp da beceremediği müddetçe namazı sahihtir. Düzeltmeğe çalışmazsa namazı fâsittir. Şu kayıtda mutlaka lazımdır: Farz miktarı peltek okumadığı bir yer bulamazsa başkasına uyması lazımdır. Bulur da okursa şübhesiz uyması lazım gelmediği gibi gücünü sarf etmeside lazım değildir.»

«Yahud gücünü sarf etmezse...» yani imama uymadan kılarda farz miktarı pelteksiz okuyamazsa namazı sahih olmaz. Fakat imama uyar veya dürüst okuyabildiği bir yer bulursa gücünü sarf etmese bile namazı sahihtir. Farz miktarı peltek okumadığı yer bulurda okumaz ve başkasına uymazsa namazı sahih değildir. Aksi halde sahihtir. Valvalciye´de şöyle deniliyor: « O kimse Kur´an´dan söyleyemediği harfler bulunmayan âyetlere rastlarsa onları seçer. Yalnız Fâtiha müstesnâdır. Zira namazda Fâtiha´yı terk edemez.»

«Yalnız bir harfi söyleyemeyen de böyledir.» Cümlesini yukarıya da atif etmesi peltekliğin sin ile râya mahsus olduğuna binâendir. Harflerden birini söyleyememeğe misâl: Eşşeytanirracîm - Errahmânirrahîm - Essirât - Ve iyyakenestaîn - İyyâkena´budü - Rabb-ül Alemîn şekillerinde okumaktır. Bütün bunların hükmü yukarıda geçtiği gibi daimî şekilde gücünü sarf etmektir. Etmezse namazı sahih olmaz.

neslinur
Fri 26 March 2010, 05:50 pm GMT +0200
İSTİHLAF BABI



METİN

(İstihlâf: Namazda abdesti bozulan imamın cemâattan birini yerine imam geçirmesidir.)

Malumun olsun ki binâ (namazın üzerine ekleme yapmak) câiz olabilmek için on üç şart vardır. Bunlar: Abdestin bozulması semavî ve bedeninden olmak, güslü icap etmemek, vucüdu nâdir olmamak, hadesle bir rükün edâ etmemek. yürürken rükün edâ etmemek, namaza aykırı bir şey yapmamak, yapılması mutlakâ lâzım olmayan bir şeyi yapmamak, kalabalık gibi bir özür yokken gecikmemek, mesih müddetinin geçmesi gibi sâbık hadesi meydana çıkmamak, Tertip sahibi ise üzerinde kazâ namazı olduğunu hatırlamamak, İmama uyan kimsenin namazını başka yerde bitirmemesi ve imamın kendi yerine imamlığa yaramayan birini geçirmemesidir. Sahih kavle göre ağaçdan ayva düşmek veya aksırıktan abdesti bozulmak gibi vukuunda veya sebebinde insanın ihtiyarî olan şeylerden başka semâvî bir sebeple imamın abdestinin bozulması yukarda söylediğimiz gibi namaza binâ etmeye mâni değilse, velev ki - selâmı edâ etmek için - teşehhüdden sonra olsun istihlâf eder.

İZAH

İstihlâfın imamlıkla münâsebeti meydandadır. Onun için musannıf Hidâye ve diğer kitablardaki gibi: «Namazda abdest bozulması» başlığını kullanmayarak bunu tercih etmiştir. Çünkü o başlık hükümle değil sebeple yapılmıştır. Bu ise hükümledir. İstihlâf mümkün olmak için hadesin binâya yani namazın üzerine eklemeye mâni olmaması şart kılındığından şârih ekleme yapmanın şartlarını saymıştır. Çünkü bu bunâ hakikatta halîfenin (imamın yerine gecenin) imamın namazına eklemesidir.

Semavî: Kulun tercih ve ihtiyarı ve onun sebebi ile. olmayan şeydir. Nitekim şerhde izahı gelecektir. Kulun ihtiyarı kaydı ile kasden abdesti bozmak, sebebi kaydı ile de yaralama, ısırma ve teras gibi bir yerde yürüyen bir adamın düşürdüğü taş gibi şeyler tariften hâriç kalır.

«Bedeninden olmak» kaydı dışarıdan isâbet eden mâni necâsetten korunmak içindir. Burada necise hades denilmiştir ki, müsâmahadır. Şu da var ki abdest bozulmadan dahi namaza mâni necâset binâ etmeye de mânidir. Bedenden veya dışarıdan olması farksızdır. Nitekim Bahır´da böyle denilmiştir. Kezâ necâset mevzuumuza dahil değildir. Çünkü sözümüz hades hakkındadır. Ama şöyle denilebilir: «Şârih bununla delilikten. korunmuştur. Çünkü delilik hastalıktan değil de cinlerden ileri gelirse bedenden olmayan bir hadestir. Aksi takdirde baygınlık gibi bedendendir.

«Kalabalık gibi bir özür yokken gecikmemek» denildiğine göre böyle bir özür varken bir rükün edâ edecek kadar gecikirse namazına binâ eder. Kezâ abdesti uyku sebebiyle bozulurda biraz durup sonra uyanırsa hüküm yine böyledir. Zira namazın bozulması durması sebebiyledir. Namazın bir cüzü hadesle edâ edilmiştir. Uyuyan kimse uykusu halinde hiç bir şey edâ etmez. Münye şerhi. Teyemmüm ile kılanın suyu görmesi ve istihâzalı kadının namaz vaktinin çıkması da mesh müddetinin geçmesi gibidir. Bahır. Üzerinde kazâ namazı olduğunu hatırlamamak şarttır. Hatırlarsa binâ etmesi - vacip olmamak üzere - sahih değildir. Bâzen sahih olabilir. Zirâ hatırladığı anda kazâederse - ki meşru olan budur - vakit namazı bozulur. Geciktirirde altıncı namazın vakti çıkarsa sahibi tertip olmaktan çıkar. Bu sebeple binâ sahih olur.

«İmama uyan» tâbiri abdesti bozulup yerine başkasını geçiren imama da şâmildir. Çünkü kendisi halîfesine uymuştur. Abdest aldığı vakit imamı henüz namazını bitirmemişse aralarında imama uymaya mâni bir şey bulunmadığı takdirde dönerek imamının arkasında namazını tamamlaması icap eder. Hatta bulunduğu yerde tamamlarsa namazı bozulur. Yalnız kılan ise dönüp dönmemekte muhayyerdir. İmamlığa yaramayan kimseler çocuk, kadın ve ümmîdir. İmam bunlardan birini kendi yerine geçirirse hem kendi namazı hem de Cemâatın namazları bozulur. Çünkü yaptığı hareket namaza âid olmayan amel-i kesirdir. (çok meşguliyettir) Bu şartlar hususundaki sözün tamamı ileride gelecektir.

İmamı abdestinin bozulmasından murad: Hakikaten bozulmasıdır. Hatta bozulduğunu zannederde sonra bozulmadığı anlaşılırsa ileride geleceği vecihle namazı bozulur. Velev ki yerine birini geçirdikten sonra mescidden çıkmamış olsun. Çünkü yaptığı amel-ı kesirdir. Buradaki insandan maksad İmam-A´zam´la imam Muhammed´e göre namaz kılana ve kılmayana şâmildir. Ebu Yusuf´a göre ise yalnız namaz kılandır. Nuh efendinin hâşiyesinde Muhit´ten naklen şöyle denilmiştir: «Namaz kılanın abdesti hariçten bir fiil ile meselâ: Fındık kadar bir taş isâbet ederek yaralamak suretiyle bozulursa tarafeyne göre namazı üzerine binâ edemez. Ebu Yusuf´a göre binâ eder. Çünkü bunda onun bir tesiri yoktur. Binaenaleyh semâvi gibidir.

Tarafeynin delili şudur: Bu kulların yaptığı hır şeyle meydana gelen hadestir. Çok da bulunmaz. O halde semâvi hükmüne katılamaz. O kimsenin üzerine terasdan bir tuğla düşse yahud ağaç altında namaz kılarken üzerine bir armud veya ayva düşerek yaralasa; veya mescidin dikenli ağacı çarparak vücudundan kan çıkarsa bâzılarına göre namazı üzerine bina eder. Çünkü bunlar kulların fiili ile hâsıl olma şeyler değildir. Bazıları ihtilaflı olduğunu söylemişlerdir. Zira düşmenin sebebi oraya koymak ve ağacı dikmektir. Zahiriye sahibi şöyle demiştir: Terasdan bir tuğla düşerde başını yararsa, birinin geçmesi sebebiyle düştüğü takdirde namazını yen.iden kılar. Ebu Yusuf buna muhaliftir. Birinin geçmesi sebebiyle düşmemişse bazılarına göre hilâfsız namazı üzerine bina eder. Bazıları ihtilaflı olduğunu söylemişlerdir. Sahih olan da odur.» Zahiriye´nin sözünden sonra Hayreddîn Remlî şunları söylemiştir: «Ben derim ki: Bundan anlaşıldığına göre sahih olan, mutlak surette binâ etmemektir. Ayva düşmeside buna kıyâs edilir. şâyed ağacı sallayarak düşmüşse ihtilaflıdır. Böyle değilse bazılarına göre hilafsız binâ eder. Fakat sahih kavle göre bu da ihtilaflıdır.

«Ağaçdan ayva düşmek ilh » menfiye misaldir. Yani bunlarda kulun ihtiyar ve tesiri vardır. Bahır´da nakledildiğine göre ayvanın veya terasdan tuğlanın düşmesi ihtilafıdır. Bahır sahibi bundan sonra aksırık veya öksürükle abdest bozulursa namaza binâ edilemeyeceğinin sahih kabul edildiğini nakletmiştir. Remlî dahi Münye şerhinden naklen en muvâfık olanın aksırıkta değil de öksürükte bina edememek olduğunu söylemiştir. Şurunbulâliye´de ve ona tâbi olarak hâşiyesinde: «Bahır´da her iki surette binâ edeceği sahihlenmiştir.» denilmişse de bu vâki değildir.

«Namaza binâ etmeye mâni değilse» sözü ile binâ etmeye mâni olan hades hâric kalır. Meselâ: hades şârihin işaret ettiği on üç zıd şeyden biri ise istihlâf yapması sahih olmaz.

«Selâmı edâ etmek için» ibâresi hakkında ibn-i Kemâl şunları söylemiştir: «Bunu Hidâye sahibi açıklamıştır. Bu gösteriyor ki imameynin burada ihtilafı yoktur. Zira onlara göre selam vermenin vacip olduğunda hilâf yoktur.» İbn-i Kemâl bu sözleriyle Sadr-ı-Şeria ve Molla Hüsrev´e red cevabı vermek istemiştir. Onlar şöyle ta´lilde bulunmuşlardır: O kimsenin namazı tamamlanmamıştır. Çünkü kendi fiiliyle namazdan çıkmak İmam-A-zam´a göre farzdır. Fakat bulunmamıştır. İmameyne göre namaz tamamdır, istihlâf lazım değildir. Bunu Yâkubiye sahibi dahi red etmiş ve bazı ulemânın sözü olduğunu söylemiştir. Hidâye sahibinin sözünde muhtar olan kavlin Kerhî´nin sözü olduğuna işaret vardır. Kerhî´nin sözü: Kendi fiili ile namazdan çıkmanın bil´ittifak farz olmamasıdır.

«İstihlâf eder.» İfâdesinde bu işin imamın hakkı olduğuna işâret vardır. Hatta cemâat birini imamlığa geçirseler halîfe imamın geçirdiğidir. Cemâatın halîfesine uyanın namazı bozulur. Halîfeyi imamdan başkası ileri geçirirse, bu geçirme işi, birinci imam mescitte iken halefi de onun yerine geçmeden evvelse câizdir. Cemâat birini geçirirler yahut imam geçirmediği için kendiliğinden geçerse birincisi mescidden çıkmazdan evvel onun yerini alırsa câizdir. Mescidden çıktıktan sonra olursa imamdan maada hepsinin namazları bozulur. Hâniyed´e böyle denilmiştir. İki adam ileri geçerlerse önce geçen daha lâyıktır. İkisini de cemâat geçirirse itibar ekseriyetedir. İki taraf müsavi gelirlerse namazları bozulur. Tamamı Nehir´dedir.

METİN

«İstihlâf eder» demekten murad: Etmesi câizdir demektir. Velev ki cenâze namazında işâretle yahud mihraba çekmek suretiyle olsun. Velev ki mesbûka işaret etsin! Bir parmakla bir rekat kaldığına, iki parmakla iki rekat kaldığına işaret eder. Rükûu terk ettiğine işaret ediyorsa elini dizlerine, sucûdu terk ettiğine işaret ediyorsa alnına, kırâatı terk ettiğine işaret ediyorsa elini ağzına, tilâvet secdesini terk ettiğine işaret ediyorsa alnına ve diline, secde-i sehvi terk ettiğine işaret ediyorsa göğsüne koyar.

İstihlâf ovada olursa safları ileri geçmedikçe yapılır. Bunun hududu sütre yahud mutemed kavle göre secde yeridir. Nitekim yalnız kılan hakkında da öyledir. Mescidde veya namazgahda yahud evde namaz kılıyorsa oradan çıkmadıkça yapılır. Çünkü imam bu haddi geçmedikçe ve bir kimse velev kendiliğinden olsun onun yerine imam olmayı niyet ederek- mezkûr haddi geçmese bile - ilerlemedikçe hala imamdır. Hatta kazaya kalmış bir namazını hatırlar veya konuşursa cemaatın namazı bozulmaz. Çünkü imama uymuş sayılır. Eğer su mescidin içinde ise istihlâfaâ ihtiyacı kalmaz.

İZAH

İmamın istihlâf etmesi (yani imamlık için cemaattan birini kendi yerine halîfe geçirmesi) câizdir. Hatta su mescidin içinde ise abdest alıp namazı üzerine binâ eder. istihlâfa hâcet yoktur. Nitekim bunu Zeyleî söylemiştir. Mescidin içinde su yoksa efdal olan istihlâf yapmaktır. Mustasfa nâmeserde de böyle denilmiştir. Metinlerden anlaşılan, her iki halde de istihlâfın efdal olmasıdır. İbn-i Meleğ´in Mecmâ şerhindeki: «Cemâatın namazını korumak için imamın istihlâf yapması icap eder.» ifâdesi söz götürür. Bahır.

Buna Nehiri´n şu sözüyle cevap verilir: «Vacip olması vakit darlığında gerekir.» Sirâc´dan naklen Nehir´de bildirildiğine göre cenâze namazında bile istihlâf câizdir. Esah olan kavil budur. «Velev ki işaretle olsun.» Feth-ul-Kadîr sahibi diyor ki: «Burada sünnet, işareti burnu kanadığını ihâm etmek için sırtını kanburlaştırarak burnunu tutmak suretiyle yapmaktır.»

«Velev ki mesbûka işaret etsin.» İfadesi müdrikin istihlâf edilmesi evlâ olduğuna işarettir. Nitekim mesbûkun neler yapacağını beyânla birlikte ileride gelecektir. işaret etmek halîfeyi bilmediğine göredir. Bilirse işarete hacet yoktur. Bahır. İleri geçmenin hududu sağa, sola veya arkaya giderse saflardır. Öne doğru giderse sütre yahud sütre yoksa secde yeridir. Fetih sahibi bu kavlin daha güzel olduğunu söylemiş; Bedâyi sahibi ise: «Sahih olan budur.» demiştir. Bahır´da şöyle denilmiştir: «Hidâye´ de imamın önünde sütre yoksa arkaya doğru saflar miktarınca yürümesi muteber olur. Denilmişse de bu kavli zaiftir.» Lâkin Hayreddin Remlî: «Ekseriyetle kitablar Hidâye´deki söze itimad etmişlerdir. Şu halde ona nasıl zaif olur?» demiştir.

Yalnız kılan hakkında muteber olan, dört taraftan secde edeceği yerdir. Ancak önünde sütre bulunursa ileri doğru yürürse iş değişir. Bu takdirde sütrenin içine mescid hükmü verilir bunu Bahır Bedâyi´den nakletmiştir.

İmam mescidde veya namazgahda yahud evde namaz kılıyorsa oradan çıkmadıkça istihlâf yapabilir. Çıkarsa namaz batıl olur. İstihlâf da sahih olmaz. Velev ki saflar bitişik olup o da aralarında bulunsun. Çünkü butlâna sebep çıkmaktır. Bu hüküm şeyhayna göredir. İmam Muhammed´e göre dışarıdan istihlâf da sahihtir. Kemâl ve başkaları bunu açıklamışlardır. Hulâsa sahibi ise şeyhayna göre sahih, imam Muhammed´e göre sahih olmadığını söylemiştir. Şurunbulâliye´de de öyledir. H.

Namazın bâtıl olmasından murad: Esah kavle göre cemâatın namazı ile halîfenin namazıdır. İmamın namazı sahihtir. Nitekim Bahır ve diğer kitablarda beyan edilmiştir. Çünkü imam yalnız kılan hükmüne girmiştir.

TENBİH: Kınye´de Bekr şerhinden ve diğer kitablardan naklen bildirildiğine göre Mensuriye mescidi ile beyti makdis mescidi gibi büyük mescidlere sahrâ hükmü verilir.

Buradaki ev tabiri mutlaktır. Zeyleî ile Bahır´da dahi mutlak zikir edilmiştir. Fakat anlaşıldığına göre ondan maksad küçük evdir. Çünkü imama uymaya mâni o!an şeyleri beyan ederken görmüştük ki, küçük ev mescid hükmündedir. Büyük hâne ise ova gibidir. Büyüklüğü takdirde muhtar olan kavil kırk arsın olmasıdır.

«İmam bu haddi geçmedikçe ilh...» ifâdesinden murad: Ovada veya mescidden ve benzeri yerlerde geçmemesidir. O yeri geçerse imam olmaktan çıkar. Geçmezse çıkmaz. İbn-i Melek: «Hatta imam mescidde veya abdest almazdan önce safların içinde bulunursa bir insanın ona uyması câizdir.» demiştir.

«Bir kimse velev kendiliğinden olsun onun yerine geçmezse ilh...» ifâdesi imamın yahud cemâattan birinin geçirmesiyle veya kendiliğinden geçmekle o kimsenin halife olacağına işaret etmektedir. Nitekim Nehir´den naklen arzetmiştik. Halîfenin geçmesini «onun yerine» diye kayıtlaması, onun yerine geçmedikçe halîfe olmayacağı içindir. Lâkin bu halîfe imamlığa o anda niyet etmediğine göredir. Zira Hâniye´de ve diğer kitablarda şöyle denilmektedir: «İmamın abdesti bozulur da safların sonundan birini öne geçerek mescidden çıkarsa yerine geçen halîfe o anda imam olmağa niyet ederse imam olur. Ve sadece öne geçmiş bulunan kimsenin namazı bozulur. Ama ilk imamın yerine geçtiği vakit imam olmağa niyet ederde ilk imam halîfe onun yerine varmadan mescidden çıkarsa hepsinin namazları bozulur. Çünkü imamın yeri imamdan hâli kalmıştır. Halife ile cemâatın namazlarının câiz olması için. imam mescidden çıkmadan halîfenin mihraba varması şarttır. Halîfe o anda imam olmağa niyet eder de o mihraba varmadan imam mescidden çıkarsa hiç birinin namazları bozulmaz. Çünkü mescid imamdan hâli kalmamıştır.

«İmam olmayı niyet ederek» ifadesi bir kayıttır. Çünkü Dirâye nâm kitabta beyan edildiğine göre halîfe imam olmağa niyet etmedikçe imam olamaz. Bu hususta bütün rivayetler ittifak hâlindedir. Bunun muktezâsı, niyet etmeksizin halîfenin sırf ilk imamın yerine durmasının kâfi gelmemesidir.

«Mezkûr haddi geçmese bile» sözü «bir kimse velev kendiliğinden olsun ilerlemedikçe ilh...» ifadesinin mubâleğasıdır. Yani biri imamın yerine geçerek imam olmağa niyet etmedikçe imam hala imamdır. Biri ileri geçti mi ilk imam imamlıktan çıkarak ona cemaat olmuş olur. Velev ki mezkûr haddi geçmesin. Bu meseleye tefri ederek şârih: «Hatta kazâya kalmış bir namazını hatırlarsa ilh...» diyor ve cemâatın namazının bozulmadığını söylüyor. «Çünkü imama uymuş sayılır.» sözü cemâatın namazının bozulmamasının illetidir. Yani imam cemâata imam olmaktan çıkmıştır. Velev ki mescidden veya benzeri bir yerden çıkmamış olsun. Onun konuşması veya kasden abdestini bozması gibi bir hâli cemâata zarar vermez. Bahır sahibi bunu müşkil saymıştır. Buna sebep fukahanın şu sözleridir: imam birini istihlâf etmekle hemen imam olmaktan çıkıvermez. Onun için o anda abdest almazdan önce biri uyarsa sahih kavle göre câiz olur. Nitekim Muhit´te de böyle denilmiştir. Onun için Zahiriye ve Hâniye´de: «imam mescidde abdest alırda halîfesi mihrabda henüz bir rükün edâ etmeden durursa halîfe geri çekilir ve imam ileri geçer. Eğer ilk imam mescidden çıkarda abdest alarak mescide dönerse halîfesi bu rükün edâ etmediği takdirde imam ikincisidir.» denilmiştir.

Nehir sahibi arabuluculuk yapmış, bu zevâtın söylediklerini halîfe imam olmağa niyet ederek ilk imamın yerine durmadığı zamana, buradakini de onun yerine durup imam olmağa niyet ettiğine hamletmiştir.

Ben derim ki: Lâkin bu yatıştırma Zahîriye ile Hâniye´de ki izahâta aykırıdır. Şöyle cevap verilebilir: İkinci imam birincinin yerine durmadıkça ilk imam mescidde iken imamlıktan çıkmaz, ikinci imam, imam olmağa niyet ederek onun yerine durursa imam olur. Lâkin bir rükün edâ etmedikçeimamlığı her yönden kuvvet bulmaz. Hatta ilk imam mescidden çıkmadan abdest alırsa imamlık ona intikal eder. Çünkü halîfenin imamlığı kuvvet bulmamıştır. Ama ilk imam namaza aykırı bir iş yapar, yahud ikinci imam bir rükün edâ ederse ikincinin imamlığı intikalsız kat´i olarak Sübût bulur.

TENBİH: Buraya kadar geçenlerden istihlâfın üç şartı olduğu anlaşıldı:

Birincisi: Yukarıda geçen ve namazın üzerine binâ için lazım olan bütün şartların bulunması;

İkincisi: Bunların imamın zikir edilen haddi geçmezden önce olması;

Üçüncüsü: Halîfenin imamlık yapmağa elverişli olmasıdır. İstihlâfın (yani imamın yerine birini geçirmesinin) hükmü ikincinin imam olması, birincinin imamlıktan çıkarak ikinciye uyan cemâat hükmüne girmesidir. İkincinin imam olması ve birincinin imamlıktan çıkması iki şeyden biri iledir. Ya ikinci imam imam olmağa niyet ederek birinci imamın yerine durur; yahut birinci imam mescidden çıkar. Hatta birini istihlâf ederde kendisi henüz mescidde bulunur; Halîfe de onun yerine durmazsa imamlığı hala bâkidir. Biri gelip ona uyarsa sahih olur. Namazı bozulursa bütün cemâatın namazları da bozulur. Tamamı Bedâyi´ dedir.

FER´İ BİR MESELE: Tatarhâniye´de Sayrafiyeden naklen şöyle deniliyor: «Bir kimse dağ başında bir cemaata imam olsa da kendisini rüzgar götürse ve öldü mü kaldı mı bilinmese. cemâat derhal birini istihlâf etmezlerse namazları bozulur.»

«Eğer su mescidin içinde ise istihlâfa ihtiyacı kalmaz.» Zira yukarıda geçtiği vecihle istihlâf mutlaka lâzım değil, câizdir. Bir de o kimse imamlığında bâkidir. Mescid imamsız kalmış değildir. Mescidden çıkarsa iş değişir. Zirâ mihrab imamsız kaldığı için cemâatın namazları bozulur. Bazı nushalarda şu ziyâde de vardır: «İmam İstihlâf ederse kendi namazı bozulmaz.»

neslinur
Fri 26 March 2010, 09:11 pm GMT +0200


METİN

Ama hilâfdan korunmak için namazını yeniden kılması efdaldir. Teşehhüd yapmadı ise delilik kasden abdest bozmak, hades var zanniyle mescidden çıkması. uyku veya aklına getirmek yahud şehvetle bakmak veya dokunmak suretiyle ihtilâm olmak bayılmak, kahkaha ile gülmek gibi şeylerden dolayı - nâdir vuku buldukları için - namazı yeniden kılmak taayyün eder.

Kezâ utanmak veya korku ârız olmak sebebiyle farz miktarı kırâatı okuyamayıp tıkanırsa istihlâf etmesi câiz olur. Buna delil Ebu Bekir (r.a.) hadisidir. Kendisi Peygamber (s.a.v.)in geldiğini hissedince kırâatı sökemeyip tıkanmış ve geri çekilerek Peygamber (s.a.v.) ileri geçmiş; namazı tamamlamıştır. Câiz olmasa bunu yapamazdı. Bedâyi.

İmameyn namazın bozulacağını söylemişlerdir. Bu hilâfın aksine olarak küçük veya büyük abdest sıkıştırdığı için tıkanırsa istihlâf câizdir. Acaba rükû ve sücûddan âciz kalırsa istihlâf yapabilir mi? Bunu bir yerde görmedim.

İZAH

Namazı yeniden kılması için evvelâ namazı bozacak bir iş yapar; sonra abdest alarak namaza niyetlenir. Bunu kâfi´den naklen Şurunbulâliye sahibi söylemiştir. Ebu-s-Suûd hâşiyesinde şeyhinden naklen şöyle denilmiştir: «Namazı bozacak bir iş yapmazda hemen giderek abdest tâzeler ve namazı yenilemeyi kasdederek tekbir alırsa namazı yenilemiş olmaz; üzerine binâ etmişolur.» Ben derim ki: Bu yalnız kılan hakkında açıktır. Zirâ niyet ettiği namaz, kıldığının her vecihle aynidir. İmamın veya cemâatın namazı böyle değildir.

«Teşehhüd yapmadı ise» cümlesinden murad: Teşehhüd miktarı oturmadı ise demektir. Teşehhüd miktarı oturduktan sonra olursa namazı bozulmaz. Çünkü kendi fiili ile namazdan çıkmanın farz olduğunu bildiren kavle göre namaz tamam olmuştur. Kasden hades (abdest bozmak) meselesinde bu meydandadır. Delilik, bayılmak ve ihtilâm meselelerine gelince: Bunlarla vasıflanan kimse ıztırabtan ve beklemekten hâli değildir. Bununla o kimse hadesle birlikte namazın bir cüzünü edâ etmiş olur. Nasıl olursa olsun fiili mevcuttur. Nitekim Bahır ve diğer kitablarda da böyle denilmiştir. Lâkin buna şöyle itiraz edilmiştir: «Maksad namaza aykırı bir işi kasden yapmasıdır. Bunlarda kasd yoktur.» Nitekim allâme Makdisî´nin şerhinde böyle denilmiştir.

«Hades var zanniyle mescidden çıkması» ifâdesinden murad: Yukarıda geçen haddir. Bu Sahraya, mescide, namazgâha ve eve şâmildir. Zâhirine bakılırsa zan için delil bulunmadığı meselâ: yellenip yellenmediğinde şübhe ettiği zaman kıbleden dönmekle mutlak surette namazını yeniden kılar. Bu kıyâsla amel olur. Lâkin ben bunun naklini görmedim. Bahır.

«Hades zannı» diye kayıtlaması şundandır: Namaza abdestsiz niyetlendiğini yahud mesh müddetinin geçtiğini veya üzerinde kazâ namazı olduğunu zannederse yahud serâp görürde su zanneder, kendisi de teyemmümlü bulunursa elbisesinde kızıllık görerek necâset zanniyle namazdan çıkarsa mescidden çıkmasa bile kıbleden dönmekle namaz bozulur. Çünkü namazı terk etmek suretiyle ayrılmıştır. Onun için tevehhüm ettiği şey tahakkuk ederse namazı yeniden kılar. Esas olan budur. İstihlâf mescidden çıkmak gibidir. Çünkü amel-i kesîr (yani namaz hârici bir işle fazla meşgul olmak)tır; Binaenaleyh namaz bozulur. Bahır.

Yani istihlâf yaparda abdestinin bozulmadığı anlaşılırsa mescidden çıkmasa bile namazı bozulur. Zira özürsüz amel-i kesîr bulunmuştur. Tevehhüm ettiği özür hakikat olursa iş değişir. Çünkü özür bulunduğu için amel namazı bozmaz. Şu halde istihlâf mescidden çıkmak gibidir. Sahih olması için ıslah kasdı ve özür bulunmasına muhtaçtır. İnâye´de böyle denilmiştir. Musannıf «ihtilâm»ın yerine «güslü icap eden bir şey» dese daha iyi olur ve hayzada şumûlü bulunurdu. Kuhistâni.

İhtilâmdan maksadı meni indirmektir. Çünkü uyku halinde çıkmayan meniye ihtilâm denilmez. Bu söz bizzât uykunun namazı bozmadığını ifâde eder. Lâkin bu kasd olmadığına göredir. Zira Nuh efendinin hâşiyesinde hulâsatan: «Uyku ya kasıtlı yahud kasıtsızdır. Birincisi abdesti bozar ve namazın üzerine binâya mânidir. İkincisi iki kısımdır. Biri abdesti bozmaz, binâya da mâni değildir. Ayakta, rükû ve sücûd hâlinde uyumak böyledir. Diğeri abdesti bozar ama binâya mâni değildir. Meselâ: Hasta yatarak namaz kılarda uyursa sahih kavle göre abdesti bozulur; Ama binâ edebilir. Kayıtsız olan bilittifak binâya mâni değildir. Abdestin bozulup bozulmaması fark etmez. Kast böyle değildir.» denilmiştir Şârih´in: «Nâdir vuku buldukları için» sözüne birde «çünkü kasden abdestini bozduğu surette namaza zıd bir fiil bulunduğu için» ifâdesini eklemek gerekir. Farz miktarı kırâatı okuyamayıp tıkanırsa istihlâf etmesi câiz olur. Fakat namaz câiz olacak kadar okursa istihlâfbilittifak câiz olmaz. Hidâye, Dürer ve diğer mezhep kitablarında böyle denilmiştir.

Bahır sahibi diyor ki: «Muhit´te bu mesele temriz sigasiyle (zaif bir kavil olarak) zikir edilmiştir. Ama anlaşılan şudur ki, mezhep mutlak olmasıdır. İtimâda şâyan olanda bu olsa gerektir. Zira ulemanın beyanına göre bir kimse imamı tıkanıp kaldığı zaman ona âyeti hatırlatırsa imam namaz câiz olacak kadar okusun okumasın namaz bozulmaz. Burada do öyledir.

«İstihlâf mutlak surette câizdir.» Şurunbulâliye sahibi de bu sözü Cami-i sağîrin şu ifadesiyle te´yid etmiştir: «İstihlâf burada imama âyeti hatırlatmak gibi namazı bozmaz. Ayeti hatırlatmak bozsa bile amel-i kesîr olduğu için, ona ihtiyâç olmadığı için bozar. Burada istihlâfa ihtiyaç vardır.» Şurunbulâliye sahibi: «İhtiyaç vacibi veya mesnunu edâ içindir.» diyor. Bu suretle Nehir sahibinin: «İstihlâf burada hâcet yokken amel-i kesirde bulunmaktır.» diyerek aralarında fark bulunması önlenmiş olur.

Ben derim ki: Şöyle de denilebilir: Vâcibde hâcet bulunduğunu teslim ederiz. Onun için selam vermek için istihlâf yapar. Fakat mesnunda teslim edemeyiz. Hidâye sahibinin «namaz câiz olacak kadar »sözünü vâcibe şâmil olan miktara hamletmek mümkündür. Nitekim imamlık babının başında kâfi sahibinin: «Namaz câiz olacak kadar âyet ezber etmek şartiyle daha bilgili olan tercih edilir.» Sözünü kerahetsiz câiz olacak miktara hamletmiştik.

Hazreti Ebu Bekir hikâyesi hususunda Bedâyi´in ibâresi şöyledir: «Peygamber (s.a.v.)´in ölüm hastalığında onun emriyle cemâata namazı Ebu Bekir kıldırıyordu. Bir ara Rasûlüllah (s.c.v.) biraz hafiflik hissetti ve namaza geldi. ilh...» «Câiz olmasa bunu yapmazdı.» Yani câiz olmasa bunu Peygamberimiz (s.a.v.) yapmazdı demektir. Ona câiz olan ümmetine de câizdir. Kâide budur. Çünkü o ümmetine örnektir. Bedâyi.

«İmameyn namazın bozulacağını söylemişlerdir.» Çünkü tıkanıp âyeti sökememek nâdiren başa gelen hallerdendir. Ve cünüblük gibidir. Bazıları imameyne göre namazı kırâatsız olarak tamamlayacağını söylemişlerdir. Bahır sahibi: Anlaşılıyor ki imameynden iki rivayet vardır.» demiştir. «Bu hilâfın aksine olarak ilh...» Yani imameyne göre istihlâf câizdir. İmam-A´zam´a göre câiz değildir. T.

«Bunu bir yerde görmedim.» Bâkânî´nin Mültekâ şerhinde dahi bazı ulemadan naklen: «Biz bu meselenin naklini göremedik.» denilmiştir. Ben sârihin Hazâin nâmındaki eserinin derkenârında şârihin el yazısı ile şöyle dediğini gördüm: «Sözlerinden anlaşılan. hadis varid olduğundan dolayı ta´lil etmeleri değildir. Yani istihlâf kıyasa muhâlif olarak câizdir.»

Ben derim ki: Bahır´ın sözü de bunu te´yid eder. Orada şöyle denilmiştir: «Kırâattan men ederse diye kayıtlaması şundandır. Çünkü imamın midesi ağrırda bir adamı halîfe yaparsa câiz olmaz. Otururda namazını tamamlarsa câiz olur.» Bu sözden şu anlaşılır: İmam kıyâm. rükû veya sücûddan bir ağrı sebebiyle âciz kalırsa oturarak namazını tamamlar, çünkü ayakta kılanın oturana uyması câizdir. İstihlâfa hacet yoktur. anla!

METİN

Kırâatı aslından unutursa bil´ittifak istihlâf yapamaz. Çünkü ümmi olmuştur. Yahud üzerine abdesti bozulmaksızın namaza mâni çok miktarda sidik isâbet ederse - yalnız abdesti bozulduğu için ise binâ edebilir - veya istinca ederken avret yerinin açılması yahud abdest için kadının kolunu sıvaması gibi hallerde mecburiyet yoksa istihlâf câiz değildir. Mecburiyet varsa namaz bozulmaz. Esah kavle göre (abdest almağa) gidip gelirken okursa hadesle bir rükün edâ ettiği ve yürüdüğü için namaz bozulur. Tesbih böyle değildir. Suyu işâretle ister veya elinden almak suretiyle satın alırsa münâfâttan dolayı namaz bozulduğu gibi oradaki suyu bırakıp başkasına geçerse yine namaz bozulur. Meğer ki geçtiği mesâfe iki saf miktarı olsun; yahud unuttuğu için veya sıkışıklıktan yahud suyun kuyuda olmasından dolayı geçmiş olsun. Çünkü muhtar olan kavle göre kuyudan su çekmek namazın üzerine binâ etmeye mânidir. Uyku ve burun kanaması müstesnâ olmak üzere abdesti bozulduktan sonra edâya niyet etmese bile bir rükün edâ edecek kadar durması binâya mânidir.

İZAH

Kırâatı aslından unutan kimse istihlâf yapamadığı gibi yalnız kılarsa namazına binâ da edemez. Çünkü ümmi olmuştur. Binaenaleyh cemaatın namazı bozulur. Bunu Bahır´dan naklen Tahtavî söylemiştir.

Ben derim ki: Ben bu ibâreyi Bahır´da görmedim. Ve onun üzerine yazdığım derkenarda cemaatın ve imamın namazlarının hükmünü zikir etmediğini biliyordum. Cemâatın namazlarının boğulduğu meydandadır. Çünkü imamları ümmi olmuştur. İmamın namazına gelince: Zâhîre nâm kitabın yedinci faslında şöyle denilmektedir: «Okumak bilen imam namazının bir kısmını kıldıktan sonra kıraatı unuturda ümmi olursa İmam-ı A´zam´a göre namazı bozulur; onu yeniden kılar. imameynin kavline göre bozulmaz; İstihsânen üzerine binâ eder. İmam Züfer´in kavlide budur.» «Yalnız abdesti bozulduğu için namazına binâ edebilir. Ama hem abdesti bozulduğu için hem de başka bir sebeple olursa binâ edemez. Bahır.

«Mecburiyet varsa namaz bozulmaz.» Hâniye sahibi şöyle demiştir: «İmam ebu A!i Nesefî´nin beyanına göre çaresiz kalırsa namazı bozulmaz. Aksı halde meselâ: İstinca etmeye ve gömleğinin altındaki pisliği yıkamağa imkan bulursa namazı bozulur. Kadında öyledir. Çaresiz kalırsa abdest alırken avret yerini ve azasını açabilir. Bazıları erkek olsun kadın olsun abdest alırken avret yerini açarsa namaza binâ edemeyeceğini söylemişlerdir. Ama sahih olan kavil birincisidir. Çünkü kadının namazına binâ edebileceği nassan bildirilmiştir. Halbuki abdest alırken avret yeri açılır.»

Nuh efendi diyor ki: «Zeylei ikinci kavli sahihlemiştir. Ama Kâdıhân´ın sahihlediği kavle itimad evlâdır. Onun için musannıf yani Dürer sahibi onu tercih etmiştir.» Lâkin Feth-ul-Kadîr´de Zeyleî´den naklen: «Mutlak surette namazın bozulacağı zâhir mezheptir.» denilmiştir.

«Hadesle bir rükün edâ ettiği için ilh...» ifâdesi abdestin kıyâm halinde bozulmuş olmasını iktizâ eder. Çünkü kırâat başka yerde rükün olamaz. Sonra Mi´rac´da Müçtebâ´dan naklen şöyle denildiğini gördüm: «Bir kimsenin kıyam hâlinde abdesti bozulurda abdest almağa gidip gelirkentesbih ederse namazı bozulmaz. Okursa bozulur. Abdesti rükû veya secde halinde bozulursa okumakla namazı bozulmaz.» Bunun bir mislini de Nesefî´nin kâfî´sinde gördüm. Bellenmelidir.

«Esah kavle göre» sözü «okursa» ve «tesbih böyle değildir.» ifâdelerine bağlıdır. Mukabili Zeyleî´de bildirildiği vecihle şöyledir: «Abdeste giderken okursa namazı bozulur. Gelirken okursa bozulmaz.» Bazıları bunun aksini söylemiş; bir takımlarıda: «Rükûda abdesti bozulurda Semiallahülimen hamide diyerek başını binâ edemez.» demişlerdir. Yani bu başını kaldırmaktan edâyı değil de namazdan ayrılmayı kasdederse demek istemişlerdir. Aksi takdirde semiallah demese bile namaz bozulur. Nitekim ileride anlaşılacaktır.

«Suyu işaretle isterse» ifadesi Dürer´in metninde de böyledir. Hâniye ve Sirâc´da dahi bunun gibidir. Şurunbulâli bunu namaz kılanın önünden geçeni işaretle men etmesi meselesiyle bir de namaz kılandan bir şey istenildiği zaman eli ile yahud başı ile evet veya haytır diye işaret etmesi meselesiyle müşkil bulmuştur. Bunlar da namaz bozulmaz. Sonra İbn-i Emîr Hâc Hılye adlı eserinde şöyle demiştir: «Namaz kılanın eliyle selam almasının namazı bozduğunu mezhep ulemasından hiç birinin naklettiğini bilen yoktur. Bilakis onlardan nakledilen bozmadığıdır.» Bahır sahibi: «Hak olan budur.» demiştir. Ulemadan bazıları onu ancak kendi çıkardıkları bir misâl olarak söylemişlerdir. Nitekim bundan sonraki bâbda beyan edilecektir.

Şurunbulâli diyor ki: «Şu halde selâm almak ve emsalinde olduğu gibi işaretle su istemekle namazın bozulmaması ihtimalden uzak değil dır.»

Rahmetî buna şöyle cevap vermiştir: «İşaretle su istemek ve suyu kabul etmek bir araya gelince amel-ı kesîr olur. Zira bu bir hibe veya icâre akdi olur ki. elinden almak suretiyle satın almakta olduğu gibi bu da namaza aykırı bir iştir. Düşünülürse bu işaretle selam almak gibi değildir.

Musannıfın «elinden almak suretiyle» diye kayıtlaması, icâp ve kabul ile satın alırsa namazın bozulacağı açık olduğu içindir. Dürer. «Münâfâttan dolayı» sözü her iki meselenin illetidir. Şurunbulâliye´de şöyle denilmiştir: «Bu söz amel-i kesirin iki tefsirinden birine göredir.» O tefsirde uzaktan gören kimsenin onun namazda olmadığına şüphe etmemesidir. «Yahud unuttuğu için» cümlesi ile ondan sonrakiler müstesnâ olan «iki saf miktarı» üzerine atıf edilmiştir. H.

Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Havzda abdest alacak yer bulurda başka yere geçerse, birinci yerin dar olması gibi bir özürden dolayı geçtiği takdirde namazı üzerine binâ eder. Aksi takdirde binâ edemez. Evinde daha yakın su varken havza giderse, uzaklık iki saf kadar olduğu takdirde namaz bozulmaz; daha fazla ise bozulur. Adeti havzdan abdest almak olup da evdeki suyu unutarak havza giderse namazı üzerine bina eder. Su uzak olurda yakınında kuyu bulunursa kuyuyu terk eder. Çünkü kuyudan su çekmek, muhtar kavle göre namazın üzerine binâ etmeğe mânidir. Bazıları başka su yoksa binâ etmeğe mâni olmadığını söylemişlerdir.

METİN


Namazına binâ etmek câiz olunca derhal bütün sünnetleriyle abdest alarak deminki namazının üzerine kerahetsizce binâ eder. Ve namazını orada tamamlar. Yürümeyi azaltmak için bu dahaevlâdır. Yahud namazın yeri bir olsun diye yalnız kılan gibi yerine döner. Yalnız kılan muhayyerdir. Bütün bunlar halîfesi namazı bitirdiğine göredir. Aksi halde aralarında imama uymayan kimsenin abdesti bozulursa hüküm budur. Bilmelisin ki, bir kimse teşehhüd miktarı oturduktan sonra kasden namaza aykırı bir şey yaparsa - velev ki abdesti bozulduktan sonra olsun - namaz tamam olur. Çünkü farzları tamamdır. Evet, selâm vermek vâcip olduğu için namaz tekrarlanır. Namaza münâfi hareketi kendi fiili ile olmayarak oturmazdan önce olursa namaz bil´ittifak bozulur. Oturduktan sonra olursa on iki meselelerde İmam-A´zam´a göre bozulur. İmameyn sahih olduğunu söylemişlerdir. Kemâl bu kavli tercih etmiştir. Şurunbulâliye´de: «en akla yakını on iki meselelerde imameynin sahihtir kavlidir.» denilmiştir.

İZAH

Namazına binâ etmek câiz olunca su bulursa abdest alır. Bulamazsa teyemmüm eder. Nitekim böyle yapacağı ulemanın teyemmüm hakkında: «Namaza bina için dahi olsa teyemmümü tekrarlar.» sözünden malumdur. Remli.

Ben derim ki: Hatta Bedâyi´de bu tasrih edilmiş: «Çünkü namaza teyemmümle başlamak câizdir. Binâ ise evleviyetle câiz olur. Evvelâ teyemmüm ederde sonra su bulursa, suyu yerine döndükten bulduğu takdirde namazını yeniden kılar. Yerine dönmeden yolda bulursa kıyasa göre hüküm yine budur. İstihsâna göre abdest alarak namazına binâ eder.» denilmiştir.

«Derhal» demekten murad: Özürsüz bir rükün edâ edecek kadar durmamak şartiyle demektir. Nitekim daha evvelki izahlardan anlaşılmıştır. Abdesti bütün sünnetlerine riâyet ederek alacaktır. Çünkü bu abdestin ikmâli kabilindendir. Şu halde onun tâbilerindendir ve aslına olduğu gibi bunlarada dikkat edilir. Bedâyi. Tatarhâniye´de bildirildiğine göre bir kimse bir uzvu dört defa yıkarsa namazına bina edemez. Sünnetlere riâyet ederse namazına bina etmesinde kerâhet yoktur. Lâkin yukarıda gördün ki yeniden kılmak efdaldir.

«Yalnız kılan gibi» tabirinden anlaşılıyor ki, ondan önceki söz imam hakkındadır. Cemâatı ondan sonra beyan etmiştir. «Bütün bunlar»dan murad: İmamın yerine dönüp dönmemek hususunda muhayyer bırakılmasıdır. «Aralarında imama uymağa mâni varsa yerine dönmesi vacip olur.» Zira imama uymanın şartı yerin bir olmasıdır. Bedâyi.

Yerinden murad: ilk defa namaza durduğu yer yahud oraya yakın olup imama uymaya elverişli başka bir yerdir. Çünkü imam yerine başkasını geçirmekle imamlıktan çıkmış; halifeye cemaat olmuştur. Nitekim yukarıda geçti. Namaza aykırı iş kahkaha ile gülmek gibidir. Teşehhüd miktarı oturduktan sonra kasden kahkaha atarsa namazı tamamdır. Velev ki namaz esnâsında olduğu için abdesti bozulmuş olsun. Cemâatın abdestleri bozulmaz. Çünkü imamlarının abdesti bozulmakla onlar namazdan çıkmışlardır. Meselenin tamamı Bahır´dadır. Kitabımızda da gelecektir.

«Velev ki abdesti bozulduktan sonra olsun» ibâresini Zeyleî kayıt etmiş ve hilaf zikir etmemiştir. Bu sözde Hılye´nin ifâdesini red vardır. Hılye´de şöyle denilmiştir: «İmam A´zam´a göre namaz bozulur. Çünkü kendi fiili ile namazdan çıkmamıştır. İmameyne göre bozulmaz.» Reddin vechi şudur: O kimse abdesti bozulduktan sonra namaza aykırı bir şey yapınca kendi fiili ile namazdançıkmış olur. Bahır´da da böyle denilmiştir.

«Namaz tamam olur.» İfâdesinden murad: Namaz sahih olur demektir. Çünkü vacibi terk ettiği için namazı tekrar kılmak da vâciptir. T. «Namaza münâfi hareketi ilh...» yani evvelce gördüğümüz semâvî hadesden başka namaza aykırı bir hareketi demektir. Zirâ insanın elinde olmayan bir sebeple abdestin bozulması kıyâsen namaza aykırı olsa da şeriat onu aykırı saymamıştır. Bunu Halebî söylemiştir.

«Oturduktan sonra olursa» ifâdesi imamın üzerinde secde-i sehiv varken selam veripde aşağıdaki hallerden birinin ârız olmasına da şâmildir. İmam secde ederse namazı bozulur; etmezse bozulmaz. Cemâat imamdan evvel selam verirlerse, bu selam teşehhüd miktarı oturduktan sonra verilirde bu hallerden biri ârız olursa imamın namazı bozulur; cemâatın namazı bozulmaz. Kezâ secde-i sehivi imam yaparda cemâat yapmazsa bu hallerden biri ârız olduğunda hüküm yine budur. Bahır.

On iki meseleler nâmiyle anılan meselelerde İmam-A´zam´a göre namazın bozulmasının vechi Berdeî´nin kaydına göre şöyledir: Namaz kılanın kendi fiili ile namazdan çıkması İmam-A´zam´a göre farzdır. Çünkü başka bir farzın edâsı ancak birinci farzdan çıkmakla mümkündür. Bir farza varmaya yegâne çâre olan şeyde farzdır. Kerhî bunun hatâ olduğunu söylemiştir. Çünkü namazdan çıkmak bazen günah bir fiil ile olur. Kasden abdestini bozmak böyledir. Farz olsa idi. İbâdet olan bir şeye yani selâma munhasır kalırdı. Kendi fiili ile namazdan çıkmanın farz olmadığı hususunda imamlarımız arasında hilâf yoktur. İmam-A´zam bu on iki meselede namazın bozulduğunu başka bir manadan dolayı söylemiştir ki o da şudur:

Aşağıda gelecek ârızalar farzı değiştirmektedirler. Meselâ: teyemmümlü kimsenin suyu görmesi böyledir. O kimseye farz olan teyemmüm idi; suyu görünce abdesde değişmiştir. Diğer meseleler dahi böyledir. Konuşmak bunun hilâfınadır. Çünkü o değiştirici değil bozucudur. Kasden abdest bozmak kahkaha ile gülmek ve benzerleri de değiştirici değil bozucudurlar. Bahır sahibi Kerhî´yi Müçtebâ´nın şu sözüyle te´yid etmiştir: «Ulemamızın muhakkıkları bu kavli tercih etmişlerdir. Şems-ül-eimme´de bu kavli sahih bulmuştur.» Lâkin biz namazın farzları bahsinde Şurunbulâlî´nin «el-Mesâil-ül-behiyye...» adlı eserinden naklen Berdeî´nin sözünü te´yid ettik, Hidâye sahibinin kendi fiili ile namazdan çıkmanın farz olduğunu tercih ettiğini şârihlerle bil´umum ulemânın ve ekser muhakkıkînin ona tabi olduklarını, Nesefî´nin Vâfi, Kâfi ve Kenz adlı eserleriyle onların şerhlerinde bu kovli tercih ettiğini, Mecmâ sahibi ile ehli sünnetin imamı ebu Mansur Matürîdi´nin de ayni yoldan yürüdüklerini arzetmiştik! Kemâl bu kavli tercih etmiştir.»

Ben derim ki: Kemâl açık olarak imameynin kavlini tercih etmemiştir. O ancak Berdeî ile Kerhî´nin söylediklerine göre İmam-A´zam´ın kavlini izah hususunda inceleme yapmıştır. Nitekim ben Bahır üzerine yazdığım derkenarda bunu izah ettim.

«Şurunbulâliye´de: En akla yakını on iki meselelerde imameynin kavlidir.» denilmiştir.

Ben derim ki: Şurunbulâli bunu risâlesinde Burhân´a nisbet etmiş; sonra en akla yakın olması şöyledursun akla yatkınlığı bile anlaşılamadığını sebep göstererek onu red etmiştir. Çünkü buna delâleti olmayan bir şeyle istidlâl etmiştir. Şurunbulâli red hususunda bir hayli söz ettikten sonra şunları söylemiştir: Takarrur etmiş bir kâidedir ki, mükellefin zimmeti berâet etmek için ibâdetin sahih olmasında ihtiyat gözetilir. İhtiyat ise ancak İmam-A´zam´ın namaz bozulur sözündedir.» Metinler de bunu tercih etmişlerdir.

neslinur
Sat 27 March 2010, 12:29 pm GMT +0200
METİN

On iki meseleleri musannıf şu sözleriyle beyân etmiştir:

1 - Nasıl ki teyemmümlü bir kimse suyu kullanmaya kâdir olunca namazı bozulur. Teyemmümle namaz kıldıran imama uyan abdestlinin suyu görmesi meselesinde ise yalnız İmam Züfer´in muhâlefeti vardır. Ve namaz nâfileye inkılâb eder.

2 - Su bulurda ayağının soğuktan telef olmasından korkmazsa mesh müddetinin geçmesiyle namaz bozulur. Aksi takdirde mest üzerine meshe devam eder. Esah kavil budur. Nitekim babında geçmişti.

3 - Ümmînin bir âyet öğrenmesi yani âyeti hatırlaması yahud uğraşmadan ezberlemesi namazı bozar. Velev ki ümmi okuyana uymuş olsun. Ekser ulema bu kavli tercih etmişlerdir. Lâkin Zahiriye sahibi namazın sahih olduğunu doğrulamış; Fakih´de: «Biz bununla amel ederiz.» demiştir.

4 - Çıplak kılan kimsenin namaz sahih olacak elbise bulması namazı bozar.

5 - Pis elbise ile kılıpta o pisliği giderek bir şey bulan da böyledir.

6 - Cariye âzad olurda derhal peçelenmezse namazı bozulur.

İZAH

Abdestlinin suyu görmesi meselesi Zeyleî´nin Kenz sahibine itiraz ederek söylediği: «Teyemmümlü ile kayıtlamanın bir faydası yoktur.» sözüne cevaptır. Zeyleî diyor ki: «Teyemmümle kıldırana uyan abdestli bir kimse dahi namazı esnâsında suyu görürse namazı bozulur. Çünkü kendisinin haber vermesiyle imamının suyu kullanmağa muktedir olduğunu bilir. İmamın namazı tamamdır. Zira muktedir değildir. Musannıf: «Ona uyanın da» dese ona da şâmil olurdu.»

Bahır sahibi buna şöyle cevap vermiştir: «Cemâat olanın namazı aslen bozulmamış; sadece vasfan bozulmuştur.» Nehir sahibi de bunu red etmiş: «Musannıf butlan kelimesini umumi manada kullanmıştır ki, o da asıl kalsın kalmasın farzı yok etmektir.» demiş sonra şunları söylemiştir: Evlâ olan Aynî´nin dediği gibi teyemmümlü imama uyan kimse meselesinde İmam Züfer´in muhalefetinden başka bir şey olmadığını söylemektir. Bu meselelerde İmam-A´zam´la imameyn arasındaki hilâf farazidir.» Binaenaleyh şârihin: «Ve namaz nâfileye inkılâp eder.» sözü dahi Bahır´ın cevabına dönüktür. Ona yapılan itirazı da gördün! Bunu Halebi söylemiştir. imam Züfer namazın bozulmayacağını söylemiştir. Nitekim bundan evvelki babta arzettik.

«Nitekim bâbında geçmişti.» Mesh bâbın da şu da geçmişti: Bir kimse namazda iken mesh müddeti tamam olduktan sonra ayaklarını yıkayacak su bulunmaması sirâyete mâni değildir, sonra teyemmüm ederek namaz kılar. Bunu Zeyleî söylemiş; Fethul-Kadîr sahibi ile Münye şârihi de onatâbi olmuşlardır. Yine o babta arzetmiştik ki, bir kimse soğuktan ayaklara sirayet etmiştir . Zira su bulunmaması sirâyete mâni değildir, sonra teyemmüm ederek namaz kılar. Bunu Zeyleî söylemiş; Feth-ul-Kadîr sahibi ile Münye şârihi de ona tâbi olmuşlardır. Yine o babta arzetmiştik ki, bir kimse soğuktan ayaklarının telef olacağından korkarsa sâbık meshin hükmü bozulur. Sargıya olduğu gibi mestede şâmil olacak yeni bir mesh yapması lazım gelir. Binaenaleyh münâsib olan, bu iki kayıttan hiç birini zikir etmemek idi.

«Uğraşmadan ezberlemesi» meselâ: İhlâs suresini birinden işitip belleyivermekle olur. Şârih bu kayıtla öğretmek suretiyle ezberlemiş olmasında ihtiraz etmiştir. Çünkü öğretmek amel-i kesîr olur. Amel-i kesirle ise kendi fiili ile namazdan çıkmış sayılır. Hilâfa mahal kalmaz.

«Velev ki ümmi okuyana uymuş olsun.» Sözü ile musannıf ümmiden murad: Umumi olup imam ile yalnız kılana, yahud ümmiye veya okuyana uyan kimseye şâmil olduğuna işaret etmiştir. «Ekser ulema bu kavli tercih etmişlerdir.» Çünkü hakikaten okuyarak kılınan namaz, hükmen okuyarak kılınan namazdan üstündür. Binaenaleyh o namazın üzerine binâ etmesi mümkün değildir. Bahır. Bu söz: «Okuyan cemaatın kıraatı yalnız hükmen kıraattır.» diye men edilebilir. Nehir.

Fakihden murad: İmam eb-ul-Leys´dir. Buradaki ibârenin misli Hızânet-üs-surucî´de de vardır. Cevhere´de namazın bil´ittifak bozulmayacağı bildirilmiştir. Remlî. Valvalciye sahibi buna cezm etmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Bunun vechi şudur: İmamın kırâatı onun için de kıraattır. Böylece namazın evveli ve âhırı tekâmül etmiştir. Kâmilin kâmil üzerine binâsı câizdir.»

İçinde namaz sahih olacak elbise ya temizdir, yahud pistir. Fakat yanında onu temizleyecek su vardır. Yahud su da yoktur; ancak elbisenin dörtte biri temizdir. Nehir. Eğer temiz kısmı daha az yahud elbisenin bütünü pis olursa namaz bozulmaz. Çünkü emir edilen husus temi? bir şeyle örtünmektir. Bu surette bulunan şeyin varlığı ile yokluğu müsâvidir. Şârih «namaz sahih olacak» yerine «namaz vacip olacak» dese daha iyi olurdu. Çünkü ibâresi tamamı pis olan şeye şâmildir. Namaz onun içinde de sahihdir. Halbuki çıplak kılmış olsa namazı bozulmaz. Zira pis elbisesinin içinde kılması vacip değildi. Belki o kimse muhayyerdir. T.

«Câriye âzad olurda derhal peçelenmezse namazı bozulur.» Medenî haşiyesinde şöyle denilmektedir: «Şeyhimiz merhum Seyyid Muhammed Emin Mirganî Hâşiyesinde Zeyleî´den naklen şunları söylemiştir: Ben derim ki: Şârihlerden bir çokları bu meseleyi on o iki meselelere katarak zikir etmişlerdir. Halbuki söz götürür. Çünkü örtünme farzı câriyeye âzad edildiği andan itibaren lazım gelir. Doha evvele müstenid olarak lazım gelmez. Binaenaleyh örtünmemek namazı böler. Namazı bölen şey zamanında olursa farzdan sayılır. Zamanında olmazsa namazı bozar. Burada zamanında olmuştur. Çünkü rükünler tamam olduktan sonradır. Şu halde cariye derhal örtünmese bile ,namazı sahihtir. Elbise bulan çıplak böyle değildir. Çünkü örtünme farzı ona namaza başlamadan lazımdı. Binaenaleyh bu halde iken elbise bulması önceki kısmın hükmünü değiştirir ve namazı bozar. Zeyleî namazın şartları bâbında buradakinin aksini söylemiş ve şöyle demiştir: «Câriye namaz kılarken yahud namazda abdesti bozulduğu zaman abdest almazdan evvel veya sonra âzad edilirse derhal arkadaşının yardımıyle peçelenir ve namazının üzerine binâ eder. âğer âzad edildiğini öğrendikten sonra bir rükün edâ ederse namazı bâtıl olur. Kıyasa göre birinci vecihde de bâtıl olmak gerekirdi. Nitekim namazda elbise bulan çıplağın hükmüde budur. İstihsanın vechi şudur: Örtünme Tarzı câriyeye namazda lazım olmuştur. O da onu yapmıştır. Çıplağa ise namaza başlamazdan önce lazım olmuştur. Binaenaleyh teyemmümlünün su bulduğu zaman namazını yenilemesi gibi o da namazını yeniden kılar. Zeyleî´nin sözü burada biter. Onun sözünden anlaşıldığına göre câriye teşehhüdden sonra âzad edilir de örtünmezse namazı sahih olur.

Ben derim ki: Şöyle cevap verilebilir: Bu meselelerde esas şudur: Namazı bozan bir şey namaz esnâsında namaz kılanın fiili ile bulunursa teşehhüdden sonra onun fiili olmaksızın buluşması namazı bozar. Bu mânâ bizim bu meselemizde de vardır. Derhal peçelenmeyi terk etmesi kendi fiili ile namazını bozar denilemez. Zira bozan şey ilk sebebine istınâd eder ki, o da örtünmenin âzad etmekle lazım olmasıdır. Nitekim bir amel ile mesti çıkarmak meselesinde de öyledir. O da namaz kılanın fiili iledir. Halbuki ulema onu itibara almamışlardır. Onların itibâra aldıkları şey sâbık sebeptir ki, o da sâbık hadesle yıkamanın lazım olmasıdır. Benim anladığım budur. Sen bunu teemmül eyle!

METİN

7 -
Mestleri üzerine mesh eden kimsenin az bir amel ile bir mestini çıkarması namazını bozar. Çok amel ile çıkarırsa bil´ittifak namazı tamamdır.

8 - İmâ ile kılanın rükünleri edâya muktedir olması.

9 - Vakit geniş, kendisi sahib-i tertip olan bir kimsenin kendi üzerinde,

10 - Veya sahib-i tertip olan imamının üzerinde kaza namazı olduğunu

hatırlaması,

11 - Okuyan kimsenin mutlak surette ümmî birini imamlığa geçirmesi namazı bozar, bazıları istihlâfı teşehhüdden sonra olursa bil´ittifak bozulmayacağını söylemişlerdir ki, esah olanda budur. Nitekim Kâfi´de de böyle denilmiştir. Çünkü bu amel-i kesirdir.

12 - Sabah namazında güneşin doğması,

13 - Bayram namazında zevale ermesi,

14 - 16 - Ve kaza namazı kılan kimsenin üzerine üç kerahet vaktinden birinin girmesi,

17 - Cuma namazında ikindinin vakti girmesi, Meselâ Oturuşunda her şeyin gölgesi iki misli oluncaya kadar durması namazı bozar. Öğle namazı böyle değildir. O bozulmaz.

18 - Özürlünün ikinci vakitte gelmemek suretiyle özürünün kesilmesi.

19 - Ve kezâ vaktinin çıkması,

20 - Ve sargının yara iyileştiği için düşmesi namazı bozar.

İZAH

Az amelden murad : Mest geniş olup çıkarmak için uğraşmağa muhtaç olmamaktır. Bahır. Çok amel ile çıkarırsa bil´ittifak tamamdır. Çünkü kendi fiili ile namazdan çıkmaktır. İmâ ile kılanın rükünleri edâya muktedir olması namazını bozar. Çünkü namazının sonu evvelinden dahakuvvetlidir. Kuvvetliyi zaif üzerine binâ câiz değildir. Bahır. Sahib-i tertib olan kimse yalnız olsun, imamla kılsın yahud sahib-i tertip imam olsun üzerlerinde kaza namazı olduğunu hatırlarsa namazları bozulur. Sirâc´ da şöyle denilmiştir: «Sonra bu namaz ebu Hanîfe´ye göre kati olarak bozulmaz. Bilakis ondan sonra beş namaz kılıncaya kadar mevkuf (çekimser) olarak kalır. Kaza namazını hatırladığı halde beş namaz kılarsa artık câize inkılab eder.» Bahır sahibi diyor ki: «Binaenaleyh musannıfın onu bozulanlar arasında zikir etmesi kaza namazları bâbında söyleyeceklerine itimad ettiğini gösterir.»

Okuyan bir imamın ümmi birini imamlığa geçirmesi mutlak surette namazı bozar. Yani teşehhüd miktarı oturduktan sonra veya evvel olsun fark etmez. Bu hususta şöyle diyenlerde vardır: Teşehhüdden önce istihlâf yapması ilk rekatlarda olsun son rekatlarda olsun, ilk iki rekatta yahud bunların birinde okumadı ise bil´ittifak namazı bozar. Kezâ her birinde okursa yine bozulur. İmam Züfer buna muhaliftir. Bu kavil Yusuf´dan da bir rivayettir. Nitekim bu babtan önce geçmişti. Ama bu bizim bahsimizden hâriçtir. Çünkü on iki meselelerde hilâf İmam-A´zam´la imameyn arasında olup yalnız teşehhüdden sonraya aittir. Doğrusu mutlak surette sözünü atarak: «Bazıları bil´ittifak bozulmayacağını söylemişlerdir.» demelidir. Bunu Halebî söylemiştir.

«Esah olanda budur.» Nehir sahibi: «Bunu ebu Cafer ile Fahr-ul-islâm ihtiyar etmiş; Kâfi ve diğer kitablarda sahihlenmiş; Feth-ul-islâm ihtiyar etmiş; Kâfi ve diğer kitablarda sahihlenmiş; Feth-ul-Kadîr sahibi muhtar kavlinin bu olduğunu söylemiştir.» diyor.

Üç kerâhet vaktinden murad: Güneş doğarken, gökyüzünün ortasında iken ve batarkendir. Meselâ: «Oturuşunda her şeyin gölgesi iki misli oluncaya kadar durması namazı bozar.» İfâdesiyle şârih Kâfi sahibinin itirazını def ettiğine işarette bulunmuştur. Kâfi sahibi şöyle demiştir´ «Bir kimse gölge iki misli olmadan namaza dururda oturduktan sonra iki misline varırsa bil´ittifak namaz bozulmaz. İmam-A´zam´a göre bozulmaması ikindinin vakti girmediği içindir. İmameyne göre ise bu meselelerin hiç birinde namaz bozulmaz.» Şârih hilâfı tahakkuk ettirmek için meseleyi burada görüldüğü şekilde tasvir ederek cevap vermiştir.

Özürlünün hâli mevkuftur. (çekimserliktir) oturduktan sonra özür kesilirde namaz kıldığı vakitten sonra tamam bir namaz vakti gelmezse iyileştiği için kesildiği anlaşılır. Ve İmam-A´zam´a göre namazın bozulduğu meydana çıkarsa o namazı kaza eder. Yoksa mücerred özürün kesilmesi iyileştiğine delâlet etmez. Zira ikinci vakitte özürü tekrar görünürse namaz sahihtir. Bahır. Namaz vaktinin çıkması da namazı bozar. Çünkü mutemed kavle göre özür sahibinin abdesti vaktin çıkmasiyle bozulur.

neslinur
Sat 27 March 2010, 12:44 pm GMT +0200
METİN

Bilmiş ol ki, bu yirmi yerde namaz bâtıl olmakla nâfileye inkılâp etmez. Yalnız üçünde yani üzerinde kazâ olduğunu hatırladığı, güneş doğduğu ve cuma namazında öğlenin vakti çıktığı zaman nâfileye inkılâp eder. Nitekim Cevhere´de böyle denilmiştir. Hâvi´de rükünleri edâya kâdir olan imâ sahibi deilâve edilmiştir. Yukarıda beyân ettiğimiz vecihle teyemmümle namaz kıldırana uyan kimse meselesi de ilâve edilir. Anlaşılan bayramda güneşin zevâli ve kazâ ederken üç vaktin girmesi de böyle olacaktır. Ama ben bunu bir yerde görmedim.

İZAH

Şârih metindeki on iki meseleye sekiz mesele daha ilâve etmiş; böylece meseleler yirmi olmuştur. İlâve edilen meseleler: Elbisenin pisliğini giderecek bir şey bulması, Cariyenin peçelenmesi, imamın üzerinde kaza namazı olduğunu hatırlaması. Bayram namazında güneşin zevâle ermesi. üç kerahet vaktinden birinin kaza kılarken girmesi ve özür sahibinin namaz vaktinin çıkmasıdır. Bahır sahibi çare arayarak birinci ve ikinciyi çıplak meselesine katmış; kerâhet vakitlerinin girmesi meselelerini güneşin doğması meselesine, sonuncuyu meshin müddeti geçmesi meselesindeki eski hadesin meydana çıkmasına ircâ etmiştir, geriye imamının üzerinde kaza namazı olduğunu hatırlama meselesi kalır. Onun da hâşiye yazarı üzerinde kaza namazı olduğunu hatırlama meselesine ircâ etmiştir. Bir de bayram namazında güneşin zevâli meselesi kalır ki onu da güneşin doğması meselesine ircâ etmiştir. Bunda ne derece tekellüf olduğu meydandadır.

Buradaki «bâtıl olmakla» tâbirinden murad: Aslın ve vasfın bâtıl olmasına ve yalnız vasfın bâtıl olmasına şâmildir. Üzerinde kazâ olduğunu hatırlamak da kendisinin ve imamının kazâsına şâmildir. Bilirsin ki üzerinde kaza bulunduğunu hatırladığında mesele mevkuf kalır. Namaz derhal nâfileye inkılap edivermez. H. El-Hâvi-Kudsî nâm eserde yolcunun namazı bahsinden az önce, rükünleri edâya kadir olan imâ sahibi de ilâve edilmiştir.

Ben derim ki: Buna göre metin sahipleriyle diğer ulemânın hasta namazı bâbında söyledikleri müşkil kalır. Onlar: «Bir kimse namazının bir kısmını ima ile kılarda sonra rükü ve sücûda kâdir olursa namazını yeniden kılar.» demişlerdir. Şârihler bunun imam Züfer müstesnâ olmak üzere bütün imamlarımızın ittifakiyle olduğunu ve bu hilâfın rüku sücûd yapan kimsenin imâ ile kılana uymasının câiz olup olmaması hilâfına ibtinâ ettiğini söylemişlerdir. Bize göre imama uyması câiz olmadığı gibi burada namazına binâ etmesi de câiz değildir. İmam Züfer´e göre câizdir. Şübhesiz ki yeniden kılmak lazım gelirse namazın aslından bozulması iktiza eder. Ancak şöyle denirse o başka: «Namaz farz ise yeniden kılar.» Yani farzı yeniden kılması lazım gelir. Lâkin ulemanın yeniden kılmayı mutlak zikir etmeleri hem farza hem nâfileye şâmildir. Hilâfı imâ ile kılana uyma hususundaki hilâfa binâ etmesi de buna delâlet eder. Bu farzda da nâfilede de câiz değildir.

«Teyemmümle namaz kıldırana uyan kimse meselesi de ilâve edilir.» Yani nâfileye inkılâp eden namazlara bu da katılır. Maksad bunun da İmam-A´zam´la imameyn arasındaki ihtilâflı meselelerden olduğunu söylemek değildir. Nitekim evvelce söylemiştik. H.

Ben derim ki: Mâdem şârihin muradı bu idi; namazın nâfileye inkılâp ettiği meseleleri tamamlaması icap ederdi. Zirâ Hâvi´de beyan edildiği vecihle onlardan bazıları da son oturuşu terk etmek ve imama ikinci secdede yetişip ona uymadan rükû ve secde yapan mesbuktur. Şarihin «anlaşılan»dediği açık bir meseledir. Çünkü kerahet vakitleri nâfile namazın başından mün´akid olmasına zıd değillerdir. O halde devam halinde nasıl zıd olabilirler! Bunu Halebî ile Tahtavî söylemişlerdir.

METİN

Müsâfir imam mesbuk, lâhık veya mukimi istihlâf ederse (kendi yerine geçirirse) sahihtir. Müdriki istihlâf etmesi evleviyetle sahih olur. Kaçıncı rekat olduğunu bilmezse ihtiyatan her rekatta oturur. İki rekatta mesbuk olursa iki .oturuşun farz olduğunu söyleriz. İmam ilk iki rekatta okumadığını halifesine işaret ederse dört rekatta kırâat farz olur. Mesbuk halîfe imamın namazını tamamlarsa selam vermek için müdrik birini yerine geçirir. Sonra gülmek gibi namaza aykırı bir şey yaparsa kendi namazı bozulur. Müdrik olan cemâatın namazları bozulmaz çünkü namazın rükünleri tamamlanmıştır. Kezâ hâli halifenin hâli gibi onların namazıda bozulur. Zira namaza aykırı hareket namazı esnâsında olmuştur. Namazdan çıkmamışsa esah kavle göre abdest bozulan ilk imamın namazı da bozulur. Abdest alıp bir şey bırakmamak suretiyle namazdan çıkmışsa namazı bozulmaz. Çünkü evvelce geçtiği vecihle o kimse imama uymuş gibidir.

İZAH

Müsâfir, imamın kendi yerine mesbuk, lâhik veya mukîm birini geçirmesi sahihtir; çünkü tahrime de (iftitah tekbirinde) ortakdırlar. Bahır. Mudriki geçirmesi ise evleviyetle sahih olur. Zirâ o imamın namazını tamamlamağa daha kâdirdir. Bahır. Burada imamın yerine müdrikten başkasını geçirmemesine, başkasının do geçmemesine işaret vardır.

«Kaçıncı rekat olduğunu bilmezse...» ifâdesi kısadır. İzâhı şöyledir: İmamın yerine geçen halife imamın kaç rekat kıldırdığını bilir; ve bütün cemâat da namazın başından imamın bıraktığı ana kadar mesbûk olurlarsa ne âlâ! Aksi takdirde halîfe imam bir rekat tamamlayarak oturur. Sonra kalkarak kendi namazını tamamlar. Cemâat ona tabi olmayıp bitirmesini beklerler. Arkacığından cemâat üzerlerinde kalan kısmını yalnız başlarına kılarlar .

Çünkü câiz ki, imamın üzerinde son rekat kalmıştır. Halîfe o rekatı kıldığı vakit imamın namazı tamam olur. Kendi yetişemediğini kaza ederken cemâat ona uyarlarsa - tıpkı yetişemediğini kazâ eden mesbûka uymakta olduğu gibi - Namazları bozulur. Cemâatın ona tâbi olmayıp bitirmesini beklemeleri ve o bitirmeden kazâ ile meşgul olmaları bu halifenin kaza ettiği bazı cüzlerin ilk imama farz olanlardan kalması câiz olduğu içindir Cemâat kazâ ile meşgul olurlarsa imamları bütün namaz rükünlerini bitirmeden ondan ayrılmış olurlar ki bu sebeple namazları bozulur. Bunu Bahır sahibi, Zahiriye´den naklen beyan etmîştir.

Ve bu halîfe ihtiyâtan her rekatta oturur. Zahiriye´de bu mesele imamın abdesti ayakta bozulursa diye kayıtlanmıştır.

Bahır sahibi diyor ki: «İmamın abdesti otururken bozulur da halifesi onun kaç rekat kıldırdığını bilmezse ne yapmak lazım geleceğini ulema beyan etmemişlerdir. Söylediklerine kıyâsen cemâat otururken halîfenin yalnız başına iki rekat kılması gerekir. O bitirdikten sonra cemâat kalkarlar ve her biri yalnız başına dört rekat kılar. Halîfede kalanı tamamlar. Halife bitirmeden cemâat kaza ilemeşgul olmazlar.

Bilmiş ol ki lâhik cemâata işaretle, kaçırdığı yerleri bitirmeden kendisine uymamalarını anlatır. Çünkü ona vâcip olan, evvelâ kaçırdığı yerleri kılmaktır. Sonra cemaat kendisine tâbi olurlar. O da onlara selâm verdirir. Bir vâcibi terk ederse selam vermek için yerine başkasını geçirir.

Mukime gelince: O iki rekat kıldıktan sonra yerine bir müsâfir geçirir: cemâata o selam verdirir. Sonra mukîm olanlar kıraatsız olarak yalnız başlarına iki rekat kazâ ederler. Hatta imam ayağa kalktıktan sonra ona uyarlarsa namaz bozulur.

«İhtiyâten» tabirinden murad: Her rekat imamın namazının sonu olması ihtimâli vardır; demektir; «İki oturuş farzdır deriz.» Çünkü ilk oturuş imamına farzdır. Halîfe onun yerini tutmaktadır. İkinci oturuş da halîfeye farzdır.

«Dört rekatta kırâat farz olur.» Çünkü imamın yerine iki rekatta okuyunca bu okuduğu ilk iki rekata katılır. Son iki rekat kırâatsız kalır. Ve sanki halîfe son rekatlarda hiç okumamış gibi olur. Mesbûk bulunduğu rekatlarda da okuması lazım gelir. Nitekim mesbûkun hükmü, kazâ ettiği rekatlarda yalnız kılan gibi olmasıdır. Burada şöyle bir lügaz (bilmece) yapalar: «Kimdir o namaz kılan ki. kendisine dört rekatta kırâat (kur´an okumak farz olur?»

«Mesbûk selâm vermek için müdrik birini yerine geçirir.» Yani cemâata selam verdirmek için namaza başından yetişmiş birini geçirir. Burada mesbûkun evvelâ yetişemediği yerleri kaza edemeyeceğine işaret vardır. Şâyed bunu yaparsa namazının bozulup bozulmadığında ihtilâf edilmiştir. Şârih bundan önceki bapta en mâkulu bozulması olduğunu bildirmişti.

«Sonra gülmek gibi ilh...» yani imamın yerine geçen halife mudrik olsun olmasın imamın namazını tamamladı mı, gülmek gibi namaza aykırı bir harekette bulunursa kendi namazı bozulur. Çünkü namaza yetişmiş olanların rükünleri tamam olmuştur. Namaza aykırı hareket onların namazına zarar etmez. Mesbûk olan halîfenin namazı böyle değildir. Onun üzerinde yetişemediği rekatlar vardır. Binaenaleyh aykırı hareket onun namazı içinde olmuştur.

«Esah kavle göre abdesti bozulan ilk imamın namazı da bozulur.» Bu hususta Hidâye sahibi şöyle demiştir: İlk imam namazını bitirmişse namazı bozulmaz. Bitirmemişse bozulur. Esah olan kavil budur.» Esah tabiri ile ebu Hafz rivayetinden ihtiraz etmiştir. Ona göre onun namazı da tamamdır. Çünkü namazın başına yetişmiştir. Bu rivayet her halde kâtip tarafından yapılmış bir yanlışlık olacaktır. Çünkü mesele de ayrım yapmış sonra her iki surette de namaz tamamdır demiştir. Halbuki ayrım yapmanın gereği iki şıkkın birbirine muhalif olmalarıdır. Mi´rac.

«Çünkü evvelce geçtiği vecihle...» ifâdesinden murad: On iki meselelerden az öncesidir. H. Zeyleî diyor ki: «Çünkü imam yerine halîfe geçirmekle ona uymuş olur. Ve imamının namazı bozulunca onun namaz da bozulur. Onun için namazının kalan kısmını - bu halîfe namazını bitirmeden- Evinde kılmış olsa namazı bozulur. Zira imamı bitirmeden ondan ayrılması câiz değildir.» Biz bu husustaki sözün tamamını.orada arzetmiştik!

METİN

İmam-A´zam´a göre imamının kahkaha ile gülmesi ve teşehhüd miktarı oturduktan sonra kastenabdestini bozması ile mesbûkun namazı bozulur. Meğer ki rekatını secde ile kayıtlamış ola. Çünkü bu takdirde yalnızlığı kuvvet bulur. İmamı konuşur veya mescidinden çıkarsa bil´ittifak bozulmaz. Zira Kahkaha ile hades menhidirler. Müfsit değillerdir. Onun için müdriklere selâm lâzımdır. Kahkahada selamsız kalkarlar. Müdrik bunun hilâfınadır. O bılittifak imam gibidir.

Lâhik olursa onun namazının bozulması hakkında iki sahih kavil vardır. Sirâc nâm kitabta bozulduğu, Zahîriye´de ise bozulmadığı sahih kabul edilmiştir. Bahır´la Nehir´in birinci kavli te´yid ettikleri anlaşılıyor. İmam abdestini bozarsa - bu makamda bir hususiyeti yoktur - Rükûun-da sücûdunaa bozulduğu takdirde.edâyı kasdederek başını kaldırmadıkça abdest alıp namazına binâ eder. Binâ ederken rükû ve sücûdu farz olarak tekrarlar. Ama rükûn edâ etmek maksadiyle başını kaldırırsa binâ edemez Bilakis namazı bozulur. Edâyı kaydetmezse iki rivayet vardır. Nitekim bunlar kâfi ile Müctebâ´da bildirilmiştir. Kanburunu çıkararak geriye çekilir; doğrulup başını kaldırmaz. Yoksa namazı bozulur.

İZAH


İmameyne göre kahkaha ve kasden abdestini bozmak mesbûkun namazını bozmaz. Onlar bunu konuşmaya ve mescidden çıkmaya kıyâs etmişlerdir. İmam-A´zam´a göre ise menhi ile müfsid arasında fark vardır. Nitekim aşağıda gelecektir. «Meğer ki rekatını secde ile kayıtlamış ola!» Bu. imamı selam vermeden kalkarak bir rekat kılmakla olur. Anlaşılıyor ki bu bir önceki meselede de böyledir. Binaenaleyh «Kazâ hâli halîfenin hâli gibi olanların..» ifâdesi de bununla kayıtlanır.

«Zira Kahkaha ile hades menhidirler.» Yani namazı tamamlarlar. Fetih´de böyle denilmiştir. İnâye´de ise şöyledir:

«Menhi: Şerîatın namaz biterken selam vermek ve namaz. kılanın kendi fiili ile çıkması gibi tahrimenin hükmünü kaldırdığını itibar ettiği şeydir.» Kahkaha ile kasdî hadese gelince: Bunlar namazın şartını yani tahâreti yok ettikleri için namazı bozarlar. Bu suretle imamın namazından da rastladıkları cüzü bozarlar. O cüzü de mesbûk olan cemâat kimsenin namazı gibi bozulur. Halbuki üzerinde edâ edilecek farzlar kalmıştır. Onları fâsid üzerine binâ etmesi mümkün değildir. İmamla müdrikin halleri böyle değildir. «Onun için» yani konuşmak ve mescidden çıkmak müfsid değil menhi oldukları için müdrik olan cemâatın selam vermeleri vâcip olur. İmamın kahkaha atması veya abdestini bozması bunun. hilâfınadır. O zaman cemâat selam vermeden kalkarlar. Çünkü bunların ikisi de namazı bozarlar; (müfsiddirler) Burada şöyle bir lügaz yaparlar: «Hangi namaz kılandır o ki, selam vermesi icap etmez?»

Bahır sahibi şöyle diyor: «İmamdan sonra cemâat kahkaha ile güler!erse cemâatın değil. imamın abdest alması icap eder. Çünkü cemâat imamın abdesti bozulmakla namazdan çıkmışlardır. İmam selam verdikten sonra cemâatın kahkahaları böyle değildir. Çünkü namazdan imamın selamı ile çıkmazlar. Ve abdestleri bâtıl olur. Eğer beraberce yahud evvela cemâat, sonra imam kahkaha atarlarsa abdest almaları icap eder. hâsılı imamın kasden abdestini bozmasiyle cemâat bil´ittifaknamazdan çıkarlar Onun için selam vermezler. İmamın selamiyle namazdan çıkmazlar. İmam Muhammed buna muhâliftir. Konuşmasiyle namazdan çıkmaya gelince: Bu hususta İmam-A´zam´dan iki rivayet vardır. Bir rivayete göre konuşmak selam gibidir. Cemâat da selam verirler; Ve kahkaha ile abdestleri bozulur. Diğer rivayette kasden abdest bozmak gibidir. Selam vermezler ve kahkaha ile abdestleri bozulmaz, Muhit´te de böyle denilmiştir.»

Abdesti bozan şeyler bahsinde fetih´den naklen arzetmiştik ki, cemâat olan kimse imam kasden konuştuktan sonra kahkaha ile gülerse esah kavle göre selamı gibi abdesti de bozulur. Bu Hulasa´dakinin hilâfınadır. Bu kavli Hâniye sahibi dahi sahihlemiş; orada şârih de onu tercih etmiştir.

«Müdrik bunun hilâfınadır.» cümlesi «imamının kahkaha ile gülmesi ve teşehhüd miktarı oturduktan sonra kasden abdestini bozmasiyle mesbûkun namazı bozulur.» Sözü ile bağlantılıdır. «Zahiriyed´e ise bozulmadığı sahih kabul edilmiştir.» Zahiriye sahibi şöyle demiştir: «Çünkü uyuyan kimse imamın arkasında imiş gibidir. İmamın namazı tamam olmuştur. Binaenaleyh uyuyanın namazı da takdiren tamam olmuştur.»

Bahır sahibi diyor ki: «Bu söz götürür. Zira imamın üzerinde edası gereken bir şey kalmamıştır. Lâhık ise öyle değildir.»

«Bu makamda imamın bir hususiyeti yoktur.» Cemâat olanla yalnız kılanın hükümleri de öyledir. Musannıf imam diyeceğine Nehir sahibi ile Aynî ve Miskîn´in yaptıkları gibi «namaz kılan» dese daha iyi olurdu. «Bina derken rükû ve sücûdu farz olarak tekrarlar. Çünkü bir rekatın tamamlanması imam Muhammed´e göre intikal ile olur. Hadesle bu tahakkuk edemez. Ebu Yusuf´a göre intikalden önce tamam olsa da kavme ve celse (yani rükûdan ve iki secde arasında doğrulduktan sonra bir rükün miktarı durmak) farzdır. Bu abdestsiz tahakkuk edemez. Binaenaleyh ikisinin mezhebine göre de tekrar mutlaka tâzımdır. Tekrarlamazsa namazı bozulur. Bunu Halebî Beyleî´den nakletmiştir.

«Edâyı kasdederek başını kaldırmadıkça ilh...» ifâdesi «namazına binâ» eder. Cümlesiyle bağlantılıdır. Ve üç surete yani başını asla kaldırmayıp kanburunu çıkararak yürümesine, namazdan çıkmak isteyerek başını kaldırmasına ve hiç bir şey kastetmemesine şâmildir. Bu suretlerde namaza binâ eder; namaz bozulmaz. Nitekim aşağıda söyleyeceklerimizden de bu mana çıkarılacaktır.

«Edâyı kasdetmezse iki rivayet vardır.» Yani Semiallahülimen hamide derken veya tekbir alırken başını kaldırdığında edâyı kastetmezse iki rivayet vardır. Zira Kâfî´nin ibaresi şöyledir: «Abdesti rükûda bozulurda semiallahülimen hamide diyerek, başını kaldırırsa namazı bozulur. Başını secdeden kaldırırda Allahu Ekber der ve bununla bir rüknü edâ etmek isterse namazı bozulur. Bununla edâyı kasdetmezse bu hususta ebu Hanîfe´den iki rivayet vardır.» Münye şerhinde de şöyle denilmektedir: «Rükû hâlinde iken abdesti bozulurda Semiallahülimen hamide diyerek başını kaldırırsa bina edemez. Çünkü başını kaldırmaya namazdan çıkmak için de muhtaçtır. Binaenaleyh mücerred başını kaldırmak mâni değildir. Onunla birlikte Semiallâhülimen hamideh cümlesinide söyleyince edâyı kasdettiği anlaşılır. Ebu Yusuf´tan bir rivayete göre bir kimsenin secde hâlindeabdesti bozulur da tekbir alarak başını kaldırırsa tamamını niyet etsin veya bir şey niyet etmesin namazı bozulur. Namazdan çıkmayı niyet ederse namazı bozulmaz.» Bu sözün hulâsası şudur: Ebu Yusuf´un rivayetine göre Semiallah diyerek veya tekbir alarak başını kaldırması namazı bozar. Bununla edayı niyet edip etmemesi müsâvidir. Ancak namazdan çıkmayı niyet ederse namazı bozulmaz. Çünkü edâyı kasdettiğinin belirtisi olan Semiallahülimen hamideh veya tekbir açıkça namazdan çıkma arzusuna aykırı değildir. Tesmi veya tekbirsiz veya edâ niyeti olmaksızın mücerred başını kaldırmak namazı bozmaz. Çünkü buna muhtaçtır.

«Yoksa namazı bozulur.» Yani edâyı kasdeder veya tekbir alarak b.´ışını kaldırırsa demektir. Aksi takdirde naklettiğimize muhalif olur.

Anlaşılıyor ki bunun kıbleden dönmezden önce başını kaldırarak doğrulduğu hal ile de kayıtlanması gerekir.

neslinur
Sat 27 March 2010, 12:47 pm GMT +0200
METİN

Namaz kılan bir kimse rükû veya sücûdunda bir namaz secdesini yahud secde-i tilâveti terk ettiğini hatırlayarak rükûdan doğrulmadan veyahud secdeden başını kaldırıp hatırladığı secdeyi hemen yapsa ikisini de yâni hem rükûu hem sücûdu mendûp olmak üzere tekrarlar; çünkü unutmakla sâkıt olmuştur. Secde-i sehiv yapar. Bu secdeyi namazının sonuna bırakırsa yalnız onu kazâ eder. Yalnız bir kişiye imam olur da imamın abdesti bozulursa, yani mescidden çıkarsa - aksi takdirde evvelce görüldüğü vecihle imamlığı bakidir. - Cemâat olan kimse imamlığa yanı imamcı imam olmağa elverişli olduğu takdirde niyet etmeksizin imamlığa alettâyin geçer. Çünkü rakip yoktur. İmam olmağa elverişli değilse meselâ: çocuk olursa cemâat olanın namazı bil´ittifak bozulur. Esah kavle göre imamın namazı bozulmaz. Zira imam imam olarak kalmış; cemâat olan ise imamsız kalmıştır. Bu onu istihlâf etmediğine (yerine geçirmediğine) göredir. İstihlâf ederse imamla halîfesinin ikisinin birden namazları bılittifak bâtıl olur. Bir adam başka birine imam olurda ikisinin birden abdestleri bozulur ve mescidden çıkarlarsa imamın namazı tamam olur; ve namazının üzerine binâ eder. Cemâat olanın namazı yukarıda geçen sebepten dolayı bozulur. Namazda burnu kanarsa kesilinceye kadar durur. Sonra abdest alarak namazına binâ eder. Sebebi yukarıda geçmişti.

İZAH

Hatırlamak kaydı rüku ile sücûdun ikisine de râcidir. Zira secdeyi terk ettiğini son oturuşta hatırlayarak yaparsa oturuşu tekrarlar. Nehir. Çünkü son oturuş ancak namaz fiillerinin sonu olmak üzere meşru kılınmıştır. Secde ile rükû halinden ihtiraz etmiştir. Rükûda sûreyi okumadığını hatırlarda dönüp okursa rükûu tekrarlar. Zira rükûda tertip farzdır. Bahır.

Secdeyi rükûdan doğrulmadan hemen yapmak İmam Muhammed´in kavline göre sahih olur. Ebu Yusuf´un kavline göre ise rükûu tekrarlaması farz olur. Çünkü ona göre kavme (rükûdan doğrulmak) farzdır. H.

«Yahud secdeden başını kaldırıp» diye kayıtlamasının sebebi sahih kavle göre secde ancak başını kaldırmakla tamam olduğu içindir. Hatta oturmağa yakın olacaktır. Anla!

«Secdeyi hemen yapsa» ifâdesinden anlaşılıyor ki, secdeyi hatırlar hatırlamaz hemen yapmak vacip değildir. Çünkü Bahır´da Fetih´ten naklen bildirildiğine göre terk edilen secdeyi hatırladığı anda yapmak câiz olduğu gibi namazın sonuna bırakmak da câizdir. Onu sonunda kazâ eder.

«Çünkü unutmakla sâkıt olmuştur.» Yani tertibin vâcip olmasına binâ edilen tekrarın vücûbu sâkıt olmuştur. Zirâ namaz fiillerinden mükerrer meşru olanlar orasında tertip vacibtir. Kasden terk eden günahkâr olur. Ama unutmakla sâkıt olur. Ve secde-i sehiv ile tamamlanır. Bu secdeyi namazının sonuna bırakırsa yalnız onu kazâ eder. Rükû ve secdeyi tekrarlaması farz. vacip veya mendûp değildir. Yalnız onu son oturuş esnâsında yahud ondan sonra yaparsa tekrarlaması farz olur. Sebebini evvelce söylemiştik. H. Mükerrer meşru olan rükünler arasında tertibi terkden dolayı yapılan secde-i sehiv dahi buna göredir. T.

«Evvelce görüldüğü vecihle...» yani musannıfın «namazını yeniden kılması efdaldir.» Sözünden az önce görüldüğü vecihle demektir.

«Niyet etmeksizin imamlığa alet´tayin geçer.» Hatta namazını bozmuş olsa bu ikincinin namazı bozulmaz. İkincisi namazı bozsa birincinin namazı bozulur. Çünkü imamlık ona değişmiştir, Üçüncü biri gelirde bu ikinciye uyarsa ikincisi abdestini bozduğu takdirde üçüncüsü kendi kendine imam olur. Ötekiler yahud onlardan biri dönmeden üçüncüsü abdestini bozarsa ilk ikisinin namazları bozulur. Çünkü onlar buna uymuşlardır. İmamları mescidden çıkınca yerin değiştiği tahakkuk eder. İmama uymakda şartı bulunmadığı için bozulur. İmama uymanın şartı yerin bir olması idi. İkiden biri dönerde mescide girer, sonra üçüncüsü çıkarsa hepsinin namazları câiz olur. Zira dönen kimse alet´tayin onlara imam olmuştur. İkisi birden dönerlerse üçüncü mescidden çıkmadan biri diğerini mihrâba geçirdiği takdirde imam odur. Böyle olmazsa ikisinin de namazları bozulur. Çünkü biri imam olmamıştır. Çatışma vardır. Tercih edecek bir sebep de yoktur. Binaenaleyh üçüncü şahıs imam olarak kalır. O çıktı mı imama uymanın şartı olan yer birliği kalmaz. Ve ikisinin de namazları bozulur. Bedâyi.

«Esah kavle göre imamın namazı bozulmaz.» Bazıları yalnız imamın namazı bozulduğunu, bir takımları ilk iki kişinin namazları bozulduğunu söylemişlerdir. H.

«Zirâ imam imam olarak kalmıştır.» Zahîre sahibi şöyle diyor: «Çünkü bir kişinin imamlığa alet´tayin ayrılması ancak namazı ıslah ihtiyacı içindi. Burada o kişiyi imam yapmak ise namazı bozmak olur. Ve böylece cemaat olan mescidde imamsız kalır. Namazıda bozulur.»

«İstihlâf ederse» yani teşehhüd miktarı oturmadan onu kendi yerine geçirirse ikisinin birden namazları bozulur. Böyle yapmazsa kendi fiili ile namazdan çıkmış olur. T.

«Cemâat olanın namazı yukarıda geçen sebepten dolayı» yani imam imam olarak kaldığı için bozulur. «Sebebi yukarıda geçti.» Yani «yahud abdest bozulduktan sonra bir rükün edâ edecek kadar durursa» ifadesinden sonra geçmiş ve orada: «Ancak uyku ve burun kanaması gibi birözürden dolayı olursa o başka!» demişti. H. (Sebep budur.)

neslinur
Sat 27 March 2010, 12:49 pm GMT +0200
NAMAZI BOZAN VE NAMAZDA MEKRUH OLAN ŞEYLER



METİN


Musannıf ıztırârı (mecburî) ârızın arkasından ihtiyâri ârızı zikir etmiştir. Namazda konuşmak ifsâd eder. Konuşmak iki harf söylemektir. Yahud mânâ ifâde eden bir harfdir. Meselâ: Emir mânâsına «Kı» (kuru) ve «I» (belle) harflerini söylemek bu kabildendir. Köpeğe ve kediye iltifât ederken yahud eşeği sürerken seslenmek konuşmak değildir; namazı bozmaz. Çünkü bu harfi olmayan bir sesten ibârettir.

Konuşmanın kasdîsi hatâsı teşehhüd miktarı oturmazdan önce müsâvidir. Unutarak, uyuyarak, bilmeyerek, yanılarak veya zorlanarak konuşmak da hükümde müsâvidir. Muhtar kavil budur.

İZAH


İbâdetlerde fâsid olmakla bâtıl olmak ayni mânâya gelirler. Çünkü her ikisinden maksad: Bazı farzlarının elden gitmesi sebebiyle ibâdetin ibâdet olmaktan çıkmasıdır. Şart ve rükünleri mevcud olmakla beraber bazı vasıflarının elden gitmesine ulema kerahet adını vermişlerdir. Muamelât bunun gibi değildir. Nitekim usul-u fıkıh ilminden mâlumdur. Münye şerhi.

«Musannıf iztırârı ârızın arkasından ihtiyâri ârızı getirmiştir.» Yani namazı bozan şeyler onun sıhhatine ârız olmuşlardır: Lâkin bazıları iztırârı yani mecburidir. Bundan önceki babta geçen abdest bozulması bu kabildendir. Bazıları da konuşmak ve benzerleri gibi burada görülecek ihtiyâri ârızalardır. Onun için musannıf bunları birbiri ardınca zikir etmiş; fakat birinciyi neden ikinciden evvel zikir ettiğini söylememiştir. Nehir sahibi bunu beyan etmiş ve şöyle demiştir: «İztırâr arız olmak hususunda daha tanınmıştır.» Yani ârız olmak hususunda o asıldır. Bunu Halebî bildirmiştir.

Namazı, konuşmak ifsâd eder. Secde-i sehiv ile secde-i tilâvet kâil olanlara göre secde-i şükür de namaz gibidir. Bunu Hamavî´den naklen Tahtâvî söylemiştir.

«Konuşmak iki harf söylemektir ilh...» Yani konuşma adı verilecek en az miktar iki harfden mürekkep olur. Nitekim Kuhistânî´de cellâbî´ den naklen böyle denilmiştir. Bahır sahibi şöyle demiştir: «Muhit´te beyan olunduğuna göre harf olarak işitilen o üfürük imam-A´zam´la imam Muhammed´e göre namazı bozar. İmam ebu Yusuf buna muhâliftir. Tarafeynin delili şudur: Konuşmak mahrecinden çıkarak işitilen harf dizisidir. Zirâ anlaşma bununla olur. Harflerin dizilmesi ise en az iki harfle olur. Delil burada biter. Ama şöyle demek gerekir: «Konuşmanın en azı iki yahud mânâ ifâde eden «I» emri gibi bir harfden meydana gelir. «Kı» emri de böyledir. Çünkü bunlarla namazın bozulduğu âşikardır.»

Ben derim ki: Şöyle de denilebilir: «I» ve «Kı» gibi emirler takdiren harflerden meydana gelmişlerdir. Şu kadar var ki bu harfler bunun icâbı bir takım sebeplerden dolayı hazif edilmişlerdir. Ama mezkûr konuşmanın tarifinde bu dâhildir. Hatta nahiv itibâriyle konuşmadır. İhtimal şârih bundan dolayı bir harfli emirlerin konuşma olduğunu katî olarak ifâde etmiş; bunun Bahır sahibi tarafından yapılan bir inceleme olduğuna tenbih etmemiştir. Tedebbür eyle! Bundan anlaşılır ki, mühmel (mânâsız) bir harfe konuşma denilmez. Ve Hindiye ile Zeyleî´nin: «Konuşma az olsun çok olsun namazı bozar.» sözlerine dâhil değildir. Nitekim aşikardır. Anla! Kediye köpeğe iltifât kabilinden çıkarılan harfsiz sesler konuşmak değildir. Nitekim bunu Fetevây-ı hindiye sahibi açıklamıştır. Şârihin: «Çünkü bu harfi olmayan bir sesden ibârettir.» diyerek yaptığı ta´lilde buna işâret etmektedir. H.

Lâkin cevhere´de şöyle denilmiştir: «Namazı bozan konuşma insanların anlaşmalarında bilinen şeydir. Onunla harf meydana gelmesi veya gelmemesi müsâvidir. Hatta eşeği sürerken çıkartılan sesi çıkarsa namazı bozulur.» Zeyleî burada hilâf olduğunu bildirmiş; ve Kenzin «özürsüz öksürmek» dediği yerde şunları söylemiştir: «Namaz da üfürürse işitildiği takdirde bozulur. İşitilmezse bozulmaz. İşitilen şey bazılarına göre öf ve tüf gibi harfleri olan sesdir. İşitilmeyen böyle değildir. Hulvânî buna meyl etmiştir. Bazıları işitilen üfürüğün harfleri olmasını şart koşmamışlardır. Hâherzâde de buna meyl etmiştir .İşitilen üfürükle kuş veya başka hayvan kışkırtmak veya çağırmak da buna göre hamledilir.» Lâkin tarafeyne göre yukarıda zikir ettiğimiz tarifi işitilen üfürüğün harfli olduğunu te´yid ediyor. Bedâyi, Feyz, Münye şerhi ve Hulâsa sahipleri buna cezm etmişlerdir. Evet, Şurunbulâli bozulmamayı eşek sürülen üfürükle müşkil saymış; buna aşağıda beyân edilecek amel-i kesîrin tarifi uyduğunu söylemiştir.

Musannıfın: «Konuşmanın kasdîsi hatası teşehhüd miktarı oturmazdan önce müsâvidir.» Sözü oturduktan sonra olursa aralarında fark olduğunu ifâde eder. Halbuki oturduktan sonra da müsâvidir. Namazı bozmazlar. «Müsâvidirler» demeyip kasdîsini hatasını konuşmaktan bedel yapsa bundan kurtulurdu. H.

Unutarak konuşmaktan maksad: Namazda olduğunu unutarak kasden insan sözü söylemektir. Nehir. Yanılmakla unutmak arasındaki fark hususunda ulema ihtilaf etmişlerdir. İbn Emîr Hâcc´ın tahrir şerhinde şöyle denilmiştir: «Fukaha, usul-u fıkıh ulemâsı ve lügatçılar aralarında fark olmadığını söylemiş; hükemâ ise aralarında fark görmüş: Yanılmak bir şeyin sureti hâfızada kalmakla beraber müdrike kuvvetinden yok olmaktır. Unutmak ise her ikisinden yok olmaktır. Onun husuli için yeni bir sebebe ihtiyaç hasıl olur. demişlerdir. Bazıları unutmak söyleyen bir şeyi hatırlayamamaktır; yanılmak ise söylenip söylenmediğinden gaflet etmektir. Unutmak mutlak surette yanılmaktan ehazdır, demişlerdir.

Uyuyarak konuşmak da kasden konuşmak gibidir. Bu mesele uyuyanın uyanık hükmünde sayıldığı yirmi beş meseleden biridir. Bunları şârih Mültekâ üzerine yazdığı şerhde manzum olarak saymıştır.

Bilmeyerek konuşmaktan murad: Konuşmanın namazı bozduğunu bilmemektir. Yanılarak konuşmak da Kur´an okumak veya dua okumak isterken diline insan sözü gelivermekle olur. H. Namazda okuyanın yanılması meselesinde bunun izâhı gelecektir. Zorla konuşmak, biri konuşmak için zorladığı halde konuşmamaktır. Şârih «yahud muztâr kalmaktır.» demedi. Nitekim öksürük ve aksırık tutmak yahud geğirmek galebe çaldığı zaman hâl budur. Çünkü bunlardan korunmak mümkün olmadığı için namazı bozmazlar.

Bahır sahibi diyor ki: «Mezkûr konuşmada Tevrât, Zebûr ve İncîl okumakta dahildir. Bunlarda namazı bozar. Nitekim Müçtebâ´da bildirmiştir. İmam Muhammed asılda bunu câiz görmemiş; ebû Yusuf´dan ise tesbîhe benzerse câiz olduğu rivayet edilmiştir.»

Nehir sahibi şöyle demiştir: Ben de derim ki, Müçteba´daki sözü: Şâyed zikir veya tenzih değilse değiştirilmemiş olanlara hamletmek gerekir. Evvelce geçmişti ki. değiştirilmeyen Tevrât ve sâireyi cünüb kimsenin okuması haramdır.»

«Muhtar kavil budur.» Bu söz yukarıda zikri geçenlerin hepsine değil, yalnız uyuyana âittir. Zira uyuyan hakkında bize göre ihtilâf edilmiştir. Nehir sahibi: «Uyuyanın konuşmasiyle namazın bozulacağını ulemadan birçokları söylemişlerdir. Muhtar olan kavilde budur. Fahr-ul-islâm bunun aksini tercih etmiştir.» diyor. Geriye kalan meselelerde bize göre hilâf olduğunu söyleyen görmedim. Bunlarda başka mezheblere göre hilâf vardır.

METİN

«Ümmetimden hatâ kaldırılmıştır.» Hadisi hatânın günahı kaldırıldığına hamledilmiştir. Zülyedeyn hadîsi ise Müslim´in rivayet ettiği: «Şübhesiz bizim bu namazımız insan sözünden hiç bir şeye elvermez!» hadîsi ile nesh edilmiştir. Yalnız yanılarak namaz bitti zannıyle bitmeden tahlil yani namazdan çıkmak için selam vermek müstesnâdır. O namazı bozmaz.

Tahiyye (selamlamak) için bir insana selâm vermek yahud meselâ namazdan çıkarken terâvih zanniyle selâm vermek cenâzeden başka bir namazda ayakta iken selâm vermek böyle değildir. O mutlak sûrette namazı bozar. Velev ki «Aleyküm» demesin. Kezâ velev ki yanılarak selâm versin. Demek oluyor ki tahiyye için verilen selâm mutlak surette, Namazdan çıkmak için verilen ise kasdî olmak şartiyle namazı bozar.

İZAH

Fetih sahibi diyor ki: «Bu lafızla bu hadis hiç bir hadis kitabında bulunmamıştır. Hadîs kitablarında olan şudur: Muhakkak ALLAH ümmetten hatâ ve unutmayı bir de zorla yaptırıldıkları şeyi kaldırmıştır. Bu hadîsi ibn Mâce, ibn Hibbân ve Hâkim rivayet etmiş; Hâkım onun Buhârî ile Müslim´in şartlarına göre sahih olduğunu söylemiştir.» H.

Günahdan murad: Uhravî hükümdür. Binaenaleyh dünyevî hükmü yani fesâd ile itiraz edilemez.

Zülyedeynin ismi Hırbâk´tır. Elleri yahud bir eli uzunmuş. Zülyedeyn hadîsi şudur: «Namaz mı kısaltıldı yoksa unuttun mu? dedi. Rasulullah (s.a.v.): Ne unuttum, ne namaz kısaltıldı! buyurdu. Hırbâk: Hâyır unuttun yâ Rasûlullah! dedi. Bunun üzerine cemâata dönerek: Zülyedeyn doğru mu söyledi? diye sordu. Cemâat evet diye işaret ettiler.» Zeyleî. Müslim hadîsinin tamamı şöyledir: Muâviye b. Hakem-es-Sülemî´den rivayet olunmuştur. Demiştir ki: «Bir defa ben rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte namaz kılıyordum. Aniden biri aksırdı. Ben (yerhamükellah) dedim. Bunun üzerine cemâat bana göz attılar. Ben: Vay canına! size ne oluyor da bana bakıyorsunuz, dedim. Bu sefer elleriyle uyluklarına vurmağa başladılar. Beni susturmak istediklerini görünce sustum. Rasûlüllah (s.a.v.) namazını kılınca beni çağırdı. Annem babam fedâ olsun! Ben ondan evvel ve sonra onun kadar güzel öğreten görmedim. Vallâhi bana ne surat asdı; ne döğdü; ne söğdü! Sonra: Gerçektenbu namaz öyle bir şeydir ki onda insan sözünden hiç bir şey câiz değildir. O ancak tesbih, tekbir ve Kur´an okumaktan ibârettir, buyurdular.» Fetih ve Münye şerhinde böyledir. Zülyedeyn hadîsini Ebû Hüreyre rivayet etmiştir. Halbuki ebû Hüreyre sonraları müslüman olmuştur. Binaenaleyh nesih iddiası doğru değildir, diyenler olmuş ise de buna şöyle cevap verilmiştir: Câiz ki ebû Hureyre bu hadîsi başkasından rivayet etmiştir. Kendisi vak´aya şâhid olmamıştır. Tamamı Zeyleî´dedir. Bahır sahibi diyor ki: «Bu doğru değildir. Çünkü Müslim´in sahihinde ebû Hüreyre´den naklen: Bir defa ben Rasûlüllah (s.a.v.) ile birlikte namaz kılıyordum... denilmiş; vaka nakledilmiştir. Bu onun orada bulunduğunu açık olarak göstermektedir. Ben onun nâmına verilmiş şifâbahş bir cevap görmedim.» Ben derim ki: Zannıma göre Bahır sahibi Zülyedeyn hadîsi ile Muâviye b. Hakem hadisini - ki yukarıda sahih müslimden naklettiğimizdir - karıştırmıştır. Araştırmalıdır!

Terâvih zanniyle selâm vermek yatsı kılarken olur. Bunun bir örneği de öğle namazının iki rekatını kıldıktan sonra kendisini müsâfir zannederek yahud cuma veya sabah namazı kıldığını sanarak selâm vermesidir. Cenâzeden başka bir namazda ayakta selâm vermek onu bitirdim zanniyle olur. Bahır.

Bu üç surette namaz bozulur. İnsana selâm vermekle bozulacağı meydandadır. Terâvih zanniyle selâm vermenin bozması, iki rekatta namazı kesmek istediği içindir. Bitirdim zanniyle selâm vermesi böyle değildir. Çünkü zanna göre dört rekatta namazını kesmek istemiştir.

Ayakta selâm vermeye gelince: Yanılması ancak oturuşta afv edilmiştir. Çünkü oturuş bu iş zannedilecek bir yerdir. Ayakta durmak zan yeri değildir. Onun içindir ki cenâze namazında ayakta yanılması afv edilmiştir. Zira bu namazda kıyâm hâli selâm için zan veridir. H.

«Tahiyye için verilen selâm mutlak surette namazı bozar.» Bahır sahibi bunu inceleme neticesi yazmış; sonra Bedâyi´de sarahaten zikir edildiğini görmüş ve bununla Kenz´in ve diğer bazılarının ibâreleri ile Mecmâ ve başkalarının ibârelerinin arasını bulmuştur. Kenz´de selâm vermekle mutlak surette namaz bozulduğu bildirilmiş; mecmâda ise selâm kasdî olursa diye kayıtlanmıştır. Bahır sahibi kenzin sözünü kasd olmadığı hâl Mecmâın sözünü de kasd bulunduğu zamana hametmiştir. Çünkü burada kasden selâm vermiştir. Vehim eden böyle değildir. Kasdî olursa» sözüne terâvih zanniyle verdiği selam dahildir.

METİN

Selâmı - velev yanılarak olsun - eli ile değilde dili ile almak mûtemed kavle göre namazı bozar. Eliyle almak mekruhtur. Evet, selâm niyetiyle musâfaha yaparsa ulema namazın bozulacağını söylemişlerdir. Bu gâlibâ amel-i kesîr sayılacağı içindir. Nehir´de Sadreddîn-ı Gazzî´den şu mısralar nakledilmiştir: «Şu dinleyeceklerine selâm vermen mekruhtur: Bu beyan ettiklerinden maadâsına selam vermen sünnet ve meşrudur. Namaz kılana, Kur´an okuyana, zikir edene. hadis okuyana, hatibe ve bunları dinleyip işitene, fıkıh tekrar edene, hüküm için oturan hâkime ve fıkıh müzâkere edenlere selâm verme! Bırak faydalansınlar! Müezzine veya ikâmet getirene, müderrise dahi selâm verme! Kezâ ecnebî genç kadınlara selâm vermeği men ederim. Satranç oyuncusuna veahlâkı bunlara benzeyenlere; ve ehli ile temennâ edene selâm verme! Kâfire de selamı terk et! Avret yeri açık olana abdestini bozana selâm vermeyi çirkin görürüm. Yemek yiyeni de bırak! Ancak aç olursan ve yemeği men etmeyeceğini bilirsen o başka!»

İZAH


El ile selâm almak namazı bozmaz. Bazıları buna muhalif olarak bozardığını İmam-ı A´zam´a nisbet etmişlerdir. Fakat mezhep ulemasından hiç birinden böyle bir şey nakledildiği malum değildir. Ulema bozmadığını hilâfsız olarak söylerler. Hatta Tahâvî´nin açıkça bildirdiğine göre bu kavil üç imamımızındır. Herhalde bozar diyen kimse ulemanın: «İşâretle selâm almaz» sözlerinden bunun namazı bozacağını anlamış olacaktır. İbn Emîr Hâcc Halebî´nin Hılye nâm eserinde böyle denilmiştir.

Bahır sâhibi «nakledildiği malum değildir ilh...» sözüne itirâz etmiş; bunu mecmâ sahibi naklettiğini. kendisinin müteehhirîn ulemadan mezhep sâhibi olduğunu söylemiştir. Bununla beraber hak şudur ki, el ile selâm almanın namazı bozduğu mezhebte sâbit olmamıştır. Onun ulemadan bazıları Zahîriye ve diğer kitablardaki: «Namazda olan bir kimse selâm vermek niyeti ile musâfaha etse namazı bozulur.» sözünden çıkarmış:

«Şu halde selâmı e! ile kabul etse yine namaz bozulur.» demişlerdir. Halbuki namazı bozmadığına Rasûlüllah (s.a.v.)ın bizzât kendisinin eli ile selâm almış olması delâlet etmektedir. Bu hadîsi ebû Davud rivayet etmiş; Tilmizî sahihlemiştir. Münye´de el ile selâm almanın kerâhet-i tenzihiye ile mekruh olduğu açıklanmıştır. Peygamber (s.a.v.)in eli ile selâm alması câiz olduğunu bildirmek içindir. Onun fiîli kerâhetle vasıflanamaz. Nitekim Hılye´de tahkik edilmiştir.

Sadreddîin´in «selâm vermen mekruhtur.» Sözünden anlaşılan haram olmasıdır. T. Günah olduğu bazılarında açıkça söylenmiştir.

«Zikir eden»den murad: Bazılarına göre vâizdir. Çünkü vâiz Allah´ı zikir eder. Cemâata da zikir ettirir. Umumî mânâda olması daha açıktır. Yani ne vecihle olursa olsun Allah´ı zikirle meşgul olan kimseye. selâm vermek mekruhtur. Rahmetî.

Hatibin hutbesi dahi her nevi hutbeler şâmildir. T. «Bunları dinleyip işiten» ifâdesinde âşikâra okuyan imamı dinleyen bile dâhildir. O da okuyan hükmündedir. T.

Fıkhın tekrârı ezberlemek yahud anlamak için yapılır. Hüküm vermek için oturan hâkime selâm vermek mekruhtur. Bazı ulemamız vâlileri ve emîrleri de hâkime kıyâs etmişlerdir. Şems-ül-Eimme Serahsî diyor ki: «Sahih olan fark bulunmasıdır. Çünkü halk vâlilere emîrlere selâm verirler; fakat dâvâya çıkanlar hâkime selâm vermezler. Fark şudur: Selâm ziyâretçilerin tahiyyesidir. Dâvâya gelenler ise hâkimin huzuruna ziyaretçi olarak gelmemişlerdir. Halk bunun hilafınadır. Şu izaha göre hüküm ziyaretçi kabûlü için oturmuş olsa dâvâcılar ona selâm verirler. Emîr dava görmek için otursa ona selâm vermezler. Tatarhâniye´nin kerâhiyet bahsinde böyle denilmişti": Bunun muktezâsı olarak davacılar müftînin yanına girerse selâm vermezler.

«Fıkıh müzâkere edenlere» ifâdesi yerine Nehir´de ve Ziyâda «ilim müzâkere edenlere» denilmiştir. Binaenaleyh her nevi şer´î ilme şamildir. Müderrisden murâdda şer´î ilim okutandır.

«Genç kadınlar» tâbirinin mefhumu ihtiyar kadınlara selâm vermenin câiz olmasıdır. Hatta ulema şehvetten emin olmak şartiyle ihtiyar kadınla musafahanın câiz olduğunu açıklamışladır.

«Ahlakı bunlara benzeyenler»den murad: Fısk ve fücûrda sair mâsiyet erbâbına meselâ: Kumar oynayanlara, içki içenlere. başkalarını gıybet edenlere, güvercinle oynayanlara ve şarkı söyleyenlere benzeyenlerdir. Gazzî ihtilâflı olan satranç oyununa tenbih etmekle ondan daha üstün olanların evleviyetle bu mânâ da olduklarına işâret etmiştir. Haram helâl bahsinde geleceği vecihle fıskını itân eden fâsika selâm vermek mekruhtur. İlân etmezse mekruh değildir. Fusûli Alâmî´de şöyle denilmektedir: «Şakacı ihtiyara, yalancıya, gevezeye. insanlara sövene, ecnebi kadınların yüzlerine bakana, fıskını ilân eden fâsika, şarkıcıya, güvercin uçurana tövbe ettikleri bilinmedikçe selâm verilmez. Günah işlemekte olan veya satranç oynayan bir cemâata onları yaptıklarından alıkoymak niyetiyle selâm vermek imam-A´zam´a göre câizdir. İmameyne göre ise kendilerini tahkir lâzım geldiği için onlara selâm vermek mekruhtur.»

«Tövbe ettikleri bilinmedikçe» sözünden anlaşılıyor ki, fiilen günah işlemedikleri hallerde onlara selâm vermek mekruhtur. Fiilen mâsiyet işledikleri halde ise zikir edilen hilâf vardır.

«Ehli ile temettû»an murad: Cinsi münâsebet ve bu münâsebetin mukaddimeleridir. T.

«Kafire de selâmı terk et!» Yanı ona bir hâcetin yoksa selâm verme;

ancak ihtiyacın varsa selâm vermek mekruh değildir demektir. Nitekim haram helal bahsinde gelecektir.

«Avret yeri açık olana» ifâdesinden anlaşılıyor ki, zaruretten dolayı bile açılsa ona selâm verilmez. T.

Abdest bozmak da büyük ve küçüğüne şamildir. T.

METİN


Ben buna Kınye´de olduğu gibi hocasından fıkıh okuyan talebeyi. şarkıcıyı ve güvercin uçuranı da ilâve ederek şöyle dedim: «Kezâlik hoca; şarkıcı ve güvercin uçurana selâm verme; Bu sözün sonudur. Fazlası fâidelidir.» Ziyâ-i mânevî nâm kitabda bunların bazısında selâm almanın vacip olduğu, mim´in cezmiyle selâm aleyküm derse vacip olmadığı açıklanmıştır.

İZAH

Hocasından fıkıh okuyan talebe meselesine şöyle itiraz edilmiştir: Eshabı kirâm Peygamber (s.a.v.)e selâm verirlerdi. Bu itirazı Halebî üstâdından nakletmiştir. Cevap: Maksad okutmakla meşgul iken selâm vermemektir. Nitekim gelecektir. Bundan anlaşılıyor ki, bu söz yukarıdaki manzumenin «müderrise dahi selâm verme» ifâdesine dahildir. Buradaki ilâveyi yapan Nehir sâhibidir.

Kezâ şarkıcı ve güvercin uçuran sözleri yukarıki manzumenin «Ahlâkı bunlara benzeyenler» ifâdesine dahildir. Lâkin maksad ulemanın sarahaten söylediklerini göstermektir.

Ziyâ-i mânevîde bildirilenler Ravzat-uz-Zendüstî´den nakledilmiştir. İbâresini Halebî zikir etmiştir. Hulâsası şudur: Bir kimse hutbe, namaz, kur´an okumak, ilim müzâkeresi, ezan ve ikâmet gibişeylerle meşgul olanlara selâm verirse günâha girer. Hutbe ile namazda selâmı almak icap etmez. Çünkü bu namazı bozar. Hutbe de namaz gibidir. Geri kalanlarda selâmı alırlar. Zirâ iki fazîleti yani selâm almakla meşgul oldukları şeyin fazîletini bir araya getirmek mümkündür. Bu tekrar icap eden bir ibâdet kesilmesine de müeddî değildir. Halebî: «Bu ta´lilden manzumedeki diğer meselelerin hükmü de anlaşılır.» diyor.

Ben derim ki: Lâkin Bahır´da Zeyleî´den naklen buna uymayan şeyler söylemiştir. Orada şöyle denilmiştir: «Namaz kılana, Kur´an okuyana. hüküm vermek için oturana, fıkıhtan bahsedene ve helâya oturana selâm vermek mekruhtur. Selâm verirse almaları icap etmez. Çünkü yerinde değildir.» Bundan anlaşılan şudur: Selâm vermek meşrû olmayan her yerde selâm almak da vacip değildir. Şır´a şerhinde bildirildiğine göre fukaha bazı yerlerde selâm almanın vacip olmadığını açıklamışlardır. Şöyle ki: Dâvacılar hâkime selâm verirlerse, talebesi fıkıh üstâdına ders esnâsında selâm verirse. Kur´an okuyana veya zikirle meşgul olana o anda selâm verilirse, tesbih, kırâat veya zikir için mescidde oturanlara selâm verirlerse o halde selâm almaları vacip değildir.

Bezzâziye´de: «Ebû Yusuf´a göre imama, müezzine ve hatîbe selâm almak vacip değildir. Sahih olan budur.» denilmiştir. Fâsikın selâm alması vacip olmalıdır. Çünkü ona selâm vermenin keraheti onu men etmek içindir. Binaenaleyh kendisine vacip olmasına aykırı düşmez.

Mîm´in cezmi ile selâm aleyküm demenin kabul icâp etmemesi herhalde sünnete muhâlefet ettiği için olsa gerektir. Bu izâha göre tenvîn ve harfi târifsiz selâmü aleyküm demek de ayni hükümdedir. Zira böylesi de sünnete muhalefet etmiş olur. H.

Ben derim ki: Arapların tenvinsiz olarak selamü aleyküm dedikleri işitilmiştir. Mügn-il-Beyb sahibi bunu harfi târifin atıldığına yahud müzâf takdirine hamletmiştir. Yani cümle Selâm-u-llâhi-aley-küm «Allah´ın selâmı üzerinizde olsun» takdirindedir.»

Lâkin Zahiriye´de şöyle denilmiştir: «Selâm yâ: es-Selâm aleyküm yahud selâmün aleyküm diyerek tenvinle verilir. Yâ harfi târifli yahud tenvinli olmazsa câhillerin yaptığı olur ki, selâm değildir.» Tatarhâniye´de imam ebû Yusuf´un bazı arkadaşlarından naklen, Selâm-u-ilâhı aleyküm cümlesinin tahiyye (selamlama) değil dua olduğu bildirilmiştir. Selâm bahsinin kalan kısmını haram mubah bahsinde anlatacağız.

METİN

Özürsüz yahud sahih olmayan bir maksadla iki harf çıkaracak şekilde öksürmek namazı bozar. Özürden dolayı meselâ: Tabiatı iktizâsı olursa bozmaz. Sesini düzeltmek veya imamı yanıldığını hatırlasın diye yahud kendisinin namazda olduğunu bildirmek için öksürürse sahih kavle göre namaz bozulmaz.

İnsan sözüne benzeyen duâyı okumak da namazı bozar. İmam Şâfîi buna muhaliftir. Bir sızıdan veya ağrıdan dolayı inlemek. ahlamak, oflamak ve harf çıkaran sesle ağlamak dahi bozar.

İnlemekten murad: Sesini uzatmadan ah demek, ahlamaktan murad: Sesini uzatarak âh çekmektir. Oflamak: Öf yahud tüf demektir. Ancak inlemekten ahlamaktan kendini tutamayan hasta bundan müstesnâdır. Çünkü bu takdirde inilti. aksırık, öksürük, geğirmek ve esnemek gibidir. Velev ki harf çıksın. Çünkü zaruret vardır. Cennet veya cehennemi hatırladığı için ağlarsa namazı bozulmaz. İmamın okuması hoşuna giderde ağlamağa başlar; yahud hay hay, evet, âri gibi bir söz söylerse namazı bozulmaz. Sirâciye. Çünkü bu söz huşûa delâlet eder.

İZAH

Bahır´da beyân edildiğine göre öksürmekten murad: Ah yahud oh demektir. İki harfli öksürüğün hükmü bilinince fazlasının hükmü evleviyetle mâlum olur. Lâkin şârihin sözü özürden dolayı ikiden fazla harf çıkarırsa namazı bozacağı zannı vermektedir. Ama Nihâye´de Muhit´ten naklen buna muhalif izahat verilmiştir. İbaresi şudur: «mecburen değil de sesini düzeltip okuyabilmek için öksürürde ah oh gibi sözler çıkarsa bunları çıkarmağa özendiği takdirde fakih İsmâil Zâhid imameyne göre namazının bozulduğunu söylemiştir. Çünkü bunlar dizilmiş harflerdir.» Yani sahih olan bunun hilâfıdır. Nitekim gelecektir.

«Sahih kavle göre namaz bozulmaz.» İfâdesinden murad şudur: O kimse kırâatı düzeltmek için öksürdüğünden mânen bu kırâatten sayılır. Nasıl ki namaz üzerine bina etmek için yürümek de böyledir. O da namazdan değildir. Fakat namazı ıslah için olduğundan mânen namazdan sayılmıştır. Bunu Münye şârihi Kifâye´den nakletmiştir. Lâkin bu nâmazda olduğunu bildirmek için yahud imamının hatâsını düzeltmek için öksürmeye de şâmildir. Halbuki kıyas mecburî öksürükten mâadâ hepsinin namazı bozulmasını gerektirir. Nitekim ebû Hanîfe ile imam Muhammed´in kavli de budur. Çünkü konuşmadır. Yukarıda geçtiği vecihle konuşma ne suretle olursa olsun namazı bozar. Herhalde ulema bunda kıyâsdan ayrılmışlar ve sahih bir maksatla olursa bozmayacağını sahih kabul etmişlerdir. Zira nâs vardır. Bu nâs galiba Hılye´de ibn Mâce´nin süneninden nakledilen hadistir. Mezkûr hadîsi hazreti ALİ (r.a.) rivayet etmiş ve şöyle demiştir: «Rasûlüllah (s.a.v.);n bana tahsis ettiği iki kapısı vardı. Biri gece kapısı diğeri gündüz kapısı idi. Ona geldiğim vakit namazda bulunursa bana öksürürdü.» Bir rivayette: «Tesbih ederdi.» denilmiştir, Bu iki rivayeti Hılye sahibi değişik hallere hamletmiştir. Allah-u âlem.

İnsan sözüne benzeyen duadan murad: Kur´an´da ve hadîsde olmayan ve kullardan istenilmesi imkânsız olan sözlerle dua etmektir. Şâyed okunan duanın sözleri Kur´an ve hadîsde varsa yahud kullardan istenilmesi imkânsızsa namazı bozmaz. Nitekim Tecnîs´den naklen Bahır´da böyle denilmiştir. Bu hususta namazın sünnetlerinde söz geçmişti. Oraya müracâat edebilirsin.

Hılye´de bildirildiğine göre Ah ve oh kelimelerinde on üç lügat bulunmaktadır. Bunları Bahır sahibi sıralamıştır. Of kelimesi de sıkılıyorum mânasına gelen bir ismi fiildir. Yine Hılye´de bildirildiğine göre bu kelimede de kırk kadar lügat vardır. (yani kırk çeşid okunabilir) Bunlardan bazıları:

«Üf - üff - Üfin - ve Üfün» dir. Bazan dua manasına masdar olarak da kullanılır. O zaman müterâdifi olan tüf kelimeside beraber kullanılır. Ama zâhire göre tüf usanç bildiren isimlerden değildir. Teemmül et! Harf çıkaran sesle ağlamak namazı bozar. Fetih, Nihâye ve Sirâc´da böyle denilmiştir. Nehir sahibi: «Ama sessiz göz yaşı akması yahud harfsiz ses namazı bozmaz.» demiştir.

«Bir musibetten veya ağrıdan dolayı» ifâdesi inlemeye. ahlamaya, oflamaya ve ağlamaya yani bunların dördüne aid bir kayıttır. Nitekim Mi´rac´da beyan edilmiştir. Lâkin bunu «o kimse tabiatının iktizâ ettiğinden ziyâde harf çıkarmağa çalışmazsa» diye kayıtlamak icap eder. Meselâ: Esneyen kimsenin tekrar tekrar hah hah demesi bu kabildendir. Bu, hadîsle yasak edilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, hiç harf çıkarmazsa mutlak surette namaz bozulmaz. Nitekim öksürürde burnundan harfsiz ses çıkarsa namaz bozulmaz.

İnlemekten ahlamaktan kendini tutamayan hasta müstesnâdır. Onun namazı bozulmaz.

Mi´râcıd-dirâye sahibi diyor ki: «Sonra ağrıdan mütevellid iniltiden korunmak mümkünse imam ebû Yusuf´tan bir rivayete göre namazı bozar, korunmak mümkün olmazsa bozmaz. İmam Muhammed´den bir rivayete göre ise hastalık hafif olduğu takdirde inilti namazı bozar: aksi takdirde bozmaz. Çünkü inlemeden oturamaz. Bunu Mahbûbî böyle anlatmıştır. Cennet ve cehennemi hatırladığı için ağlamak namazı bozmaz. Çünkü onları hatırlayarak ağlarsa «Yâ rabbî senden cenneti istiyorum. Cehennemden sana sığınıyorum.»demiş gibi olur. Bunu açıkça söylemiş olsa namazı bozulmaz. Ama ağrıdan veya musîbetten dolayı ağlarsa: «Başıma belâ geldi. Beni ta´ziye edin!» demiş gibi olur. Bunu açık söylese namazı bozulur. Kâfi´de böyledir. Dürer.

Arî: Farsça evet manasına gelen bir sözdür. Nitekim Fetevâ-i hindiye´de açıklanmıştır. «Çünkü huşûa delâlet eder.» Sözünden anlaşılıyor ki buna na´menin güzelliğinden lezzet almak için yaparsa namazı bozar. T.

neslinur
Sat 27 March 2010, 12:51 pm GMT +0200
METİN

Başkasına teşmitte bulunmak yani aksırana yerhamükellâh demek namazı bozar. Aksıran bunu kendine söylerse bozulmaz. Teşmitten sonra âmin demek bunun aksinedir. Kötü bir haberin cevabında istircâ yapmakta mezhebe göre namazı bozar. Çünkü cevap kasdiyle söylenince insan sözü gibi olur. Kezâ cevap kasdiyle söylenen her söz namazı bozar. Meselâ: Allah´tan başka ilâh var mıdır? denildiğinde: Lâilâhe illellah diye cevap vermek. ve mâlik nedir? diye sorulduğunda at. katır ve eşektir. demek; yahud: Nereden geldin? diye sorulduğunda: Körlenmiş kuyu: kurulmuş köşk... diye cevap vermek bu kabildendir.

İZAH

Yerhamükellâhı işiten kimse elhamdülillâh der de bununla cevap vermeyi kasdederse ulema bunda ihtilâf etmişlerdir. Öğretmeyi kasdederse namaz bozulur. Hiç bir şey kasd etmezse bil´ittifak namaz bozulmaz. Nehir, Münye şerhinde mutlak surette bozulmadığı sahih kabul edilmiştir. Çünkü bu sözle cevap vermek âdet olmamıştır. Münye şârihi: «Hamdeleye sevinen kimsenin cevabı bunun hilâfınadır. Çünkü âdet olmuştur.» demiştir.

Aksıran kimse kendisine: «Yerhamükellah yâ nefsî «Allah sana rahmet buyursun ey nefsim!» dese namazı bozulmaz. Çünkü bu söz başkasına söylenmediği için insan sözü sayılmamıştır. Nitekim: «ALLAH bana rahmet eylesin!» Dese hüküm budur. Bahır.

«Teşmitten sonra âmin demek bunun hilâfınadır.» Zahîriye´de bildirildiğine göre bu şöyle olur: İkiadam namaz kılarlarken biri aksırır da namazda olmayan birisi «yerhamükellah» der ve namazdakilerin ikisi birden âmin derlerse aksıranın namazı bozulur; ötekinin bozulmaz. Çünkü ona dua etmemiştir. Yani icabette bulunmamıştır. Bu izâha göre Zahîriye´nin şu sözü müşkil kalır: «Namaz kılan kimse namazda olmayan birinin duasına âmin derse namazı bozulur.» Bu söz aksırmadan âmin diyenin namazının bozulmasını ifâde eder ki, ihtimalden uzak olmadığı meydandadır. Bahır. sahibi şöyle cevap vermiştir: «Biz ikincinin ona dua için âmin dediğini teslim etmiyoruz. Zira birinci ile dua kesilmiştir. Ta´lilde buna işaret etmektedir.» Bu sözün hâsılı şudur: Dua aksırana yapılınca onun âmin demesi dua edene alettâyin cevabtır. Öteki namaz kılanın amin demesi cevap değildir. Ama onu duyan bir kişi olursa onun âmini cevap için muayyen olur. Nitekim Zahîre´nin meselesinde öyledir.

Allâme Makdisî ise Zahîre´nin sözüne cevap olmak üzere dua ettiğine hamletmiştir. Başkasına dua ederse cevap olduğu anlaşılmaz ve namaz da bozulmaz. Lâkin şârihin söylediği şu söz buna aykırıdır: «Bir kimsenin lehine veya aleyhine dua ederde namaz kılan âmin derse namaz bozulur. Bahır´da Mübtegâ´dan nakledilen şu sözde öyledir: «Namaz kılan biri başka bir namaz kılanın veled-d-âllîn dediğini işitirde âmin derse namazı bozulmaz. Ama bozulduğunu söyleyenlerde vardır. Müteehhirîn ulema bunu tercih etmişlerdir.» Bu söz Nehir sahibinin cevabını te´yid etmektedir. Çünkü âmin diyen bir kişidir. Binaenaleyh onun âmini cevap için teayyün etmiştir. Velev ki ona dua olmasın. Onun içindir ki Şârih Bahır´ın sözüne itibar etmemiştir.

İstircâ inna lillahi ve inna ileyhi raciûn (yani biz Allah´ınız. Ve biz Ancak ona döneceğiz!) demektir. Sonra bununla namazın bozulması tarafeyne (imam-A´zam´la imam Muhammed´e) göredir. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir. Nitekim kâfi ve Hidâye sahibi bunu sahihlemişlerdir. Çünkü ona göre kâide şudur: Dua ve Kur´an olan bir şey niyetle değişmez. Tarafeyne göre değişir. Nitekim Nihâye´de beyan edilmiştir. Bazıları bunun bil´ittifak olduğunu söylemişlerdir. Gayet-ül-Beyan sahibi bu sözü bil´umum ulemaya nisbet etmiştir. Hâniye´de bu kavlin zâhir rivayet olduğu bildirilmiştir. Lâkin Bahır´da şöyle denilmiştir: «Namaz kılana sevindirici bir haber gelirde elhamdülillâh derse mesele ihtilaflıdır» ve Bahır sahibi bundan sonra şunları söylemiştir; «İhtimal ebu Yusuf´un kavline göre fark şudur: İstircâ inna lillahi ve inna ileyhi raciûn demek musibetini göstermek içindir. Namaz bunun için meşrû olmamıştır. Tahmîd (elhamdülillâh demek şükrü meydana çıkarmak içindir. Namaz bunun için meşrû olmuştur.»

Ben derim ki: Bu ibâre Hılye´den alınmıştır. Ama söz götürür. Çünkü bu fark ebû Yusuf´un kavline göre sahih olan mezkûr kâide bozulur. Binaenaleyh evlâ olan hidâye ve diğer kitaplardakidir. Yani birinci fer´î mesele dahi hilâf üzeredir. Onun için Münyet-ül-kebîr şerhinde o yoldan yürünmüştür.

«Kötü bir haberin cevabında istircâ yapmak da mezhebe göre namazı bozar.» Bu ifâde Zahiriye´nin sözünü red etmektedir. Orada «namazın bozulması sahihtir.» denilmiştir. Bu sahihleme meşhûra muhaliftir. Ayni zamanda Müçtebâ´nın şu sözünü red eder: «Cevap maksadiyle söylenenzikirlerden hiç biri namazı bozmaz. Bu ebû Hanîfe´nin kavline görede imameynin kavline göre de böyledir.» Çünkü bu ifâde bütün metinlere, şerhlere ve fetvâ kitablarına muhaliftir. Hılye ve Bahır´da böyle denilmiştir.

Tarafeyne göre cevap kasdiyle söylenen her söz namazı bozar. Çünkü kasidle senâ insan sözü olur. Nasıl ki konuşmak maksadiyle kıraat kıraat olmaktan çıkar. Cevap: Senâ olmayan şey bil´ittifak namazı bozar demekle olur. Gurer-ul-efkâr´da ve Dürer´de böyle denilmiştir. Dürer´in ifadesi: «Tahmîd ve benzerleriyle kayıt etmesi senâ olmayan şey bil´ittifak namazı bozar diye cevap verildiği içindir.» şeklindedir.

Ben derim ki: Senâ olmayan şeyden murad: Kur´an olmayandır. Ama Kur´andan olan bir âyetle cevap kasd edilirse o da hilaflıdır. Velev ki at, katır ve eşektir, cümlesinde olduğu gibi senâ bulunmasın buna delil Nihâye´den naklettiğimiz: «İmam ebû Yusuf´a göre kâide: Senâ veya Kur´an olan şey niyetle değişmez; tarafeyne göre değişir.» ifâdesidir.

Malik nedir? diye sorulsada meselâ: Deve, sığır ve kölelerdir, diye cevap verse bil´ittifak namaz bozulur. Çünkü bu söz ne Kur´an´dır ne de senâ! Ama sevinçli bir habere tahmîdle yahud şaşan bir kimse tesbih ve tehlil ile cevap verse ebû Yusuf´a göre namaz bozulmaz. Zira Kur´an olmasa da senâdır. «Cevap kasdiyle» ifâdesiyle şârih içeri girmek isteyene kendisinin namazda olduğunu bildirmek için tesbih etmekten ihtiraz etmiştir. Nitekim gelecektir. Yahud imamına tenbih maksadıyle tesbih edenden ihtiraz etmiştir. Zira tarafeyne göre bunun niyetle değişmesi lazım gelirse de sahih hadisle kıyâsdan hâriçtir. Hadîs şudur: «Biriniz namazda iken başına bir hâl gelirse tesbih etsin!»

Bahır sahibi diyor ki: «Cevaba Müctebâ´nın şu sözü de katılır: Namaz kılan kimse bir işi men veya emir etmek için tesbih veya tehlil getirirse tarafeyne göre namazı bozulur.»

Ben derim ki: Anlaşılan tesbih etmezde âşikâra okursa namazı bozulmaz. Çünkü okumayı kast etmiştir. Emri veya nehyi sırf sesini yükseltmekle kast etmiştir.

METİN

Yahud hitâp kasdiyle söylenen her söz namazı bozar. Meselâ: İsmi Yahya veya Musa olan bir kimseye hitap ederek: «Yâ Yahya huz-ül-kitâb Bikuvvetin» «Ey Yahya kitabı kuvvetle al!» yahud: «Vemâ tilke biyeminike yâ Musâ» «Bu sağ elindeki nedir yâ Musa?» Veya kapıda durana: «Vemen dahale Kâne âminen» Oraya giren emîn olur.» demek böyledir.

F E R´ İ MESELELER:
Bir kimse Allah´ın ismini işitirde: «Celle Celâlühü»der yahud Peygamber (s.a.v.)i işitirde ona salavât getirirse veyahud imamın okuduğunu işitirde sadakkallhu verasûluhu derse ona cevap vermeyi kasd ettiği takdirde namazı bozulur.

Şeytanın anıldığını işitirde lânet getirirse yine namazı bozulur. Bazıları bozulmayacağını söylemişlerdir. Vesveseyi gidermek için lâhavle velâ kuvvete illâ billah derse dünya işi için olduğu takdirde namazı bozulur. Ahiret umuru için olursa bozulmaz. Terasdan bir şey düşerde besmele çekerse yahud biri lehde veya aleyhde dua ederde âmin derse namazı bozulur. İmam ebû Yusuf´a göre bunların hiç biri ile bozulmaz. Fakat sahih olan tarafeynin kavlidir. Onlar konuşmanınmaksadına göre amel ederler. Hatta başkasının emrini dinlerde ilerle dediğinde ileri gider; yahud safın aralığına biri girerde ona yer açarsa namazı bozulur. (bozulmaması için) biraz durup sonra kendi reyi ile ilerlemelidir. Bunu Kuhistânî Zâhidîye nisbet ederek söylemiştir. Bu mesele geçmiş ve gelecektir. Kınye. Şârihin «cevap kasdı ile» diye kayıtlaması, cevap kasd etmezde kendisinin namazda olduğunu bildirmek isterse bil´ittifak namaz bozulmadığı içindir. Bunu ibn Melek ve Mültekâ sahibi söylemişlerdir.

İZAH

Birisine hitâp için söylenen her nevi söz namazı bozar. Bunda ulemamızın ittifâkı vardır. Bu ebû Yusuf´un kâidesini bozmak için getirilen itirazlardandır. Çünkü okuduğu Kur´an´dır. Konuştuğu kimseye hitâp için icâd edilmiş değildir. O kimse. konuşmak niyetiyle bu sözü Kur´an olmaktan çıkarmış insan sözlerinden yapmıştır. Zâhire göre o kimsenin adı Yahya veya Musâ olmasa bile âyeti ona hitâp maksadiyle okuyunca namazı bozulur.

«Oraya giren emîn olur.» Ayetinde çağırı edâtı bulunmadığı halde hitâp sayılması her halde «gir» mânâsında olduğu içindir. Bir kimse AIIah´ın ismini işitirde «Celle celâluhu» der ve bununla ona cevap vermeyi kasd ederse namazı bozulur. Bu hususta Bahır´da şöyle denilmiştir: «Müezzinin dediğini derse bununla cevap kasd ettiği takdirde namazı bozulur. Kezâ kast etmese de bozulur. Çünkü zâhire göre bununla icâbeti kasd etmiştir. Kezâ Peygamber (s.a.v.)in ismini işitirde salavât getirirse namazı bozulur. Bu da icâbettir. Bütün bu izâhata göre yukarıda aksıran meselesinde geçen tafsilât müşkil kalır. Yani aksıranı işitip elhamdülillâh derse namazın bozulup bozulmayacağı müşkil kalır. Şu anlaşılırki, cevabı değil de Allah´a senâ ve tâzim kast ederse bozulmaz. Çünkü ALLAH Teâlâya tâzimin ve Peygamber (s.a.v.)e salavât getirmenin kendisi namaza aykırı değildir. Nitekim Münye şerhinde bildirilmiştir.

Şeytanın anıldığını işitip lânet getirirse namazı bozulur. Bazıları bozulmayacağını söylemişlerdir. Bahır sahibi buna cezm etmiştir. Anlaşılan bu söz cevap kasd etmediğine göredir.

Besmele meselesi Bahır´da ki şu ifade karşısında müşkil kalır: «Namaz kılan kimseyi akrep sokar veya sancı tutarsa bismillah dediği takdirde bazılarına göre namazı bozulur. Çünkü bu inlemek gibidir. Bazılarına göre de bozulmaz, Zira insan sözü değildir. Nisabta: «Fetvâ buna göredir.» denilmiş; Zahîriye sahibi de buna cezm etmiştir. «Yarab» demesi de böyledir. Nitekim Zâhîre´de bildirilmiştir. İmam ebû Yusuf´a göre bunların hiç biri ile bozulmaz.» ifadesinden hitâp kasd ettiği suret müstesnâdır. Nitekim yukarıda geçti.

«Hatta başkasının emrini dinlerde ilh...» ifadesinden murad: Fiilen imtisâl etmektir. Söze imtisâlde böyledir. Bu hususta Bahır´da Kınye´den naklen şöyle denilmektedir: «Büyük bir mescidde müezzin tekbirleri âşikara alırda içeriye bir adam girerek müezzine tekbiri âşikâra almasını emreder ve o anda imam rükû ederse müezzin o adamın emrine uyarak âşikâre tekbir aldığı takdirde namazı bozulur.» Şârih «yahud safın aralığına biri girerde ona yer açarsa namazı bozulur.» diyorsa da Tahtâvî «bu hususta mutemed kavil bozulmamasıdır.» demiştir.

«Bu mesele geçmiş ve gelecektir.» Yani imamlık bâbında: «Evvelâ erkekler saf olur.» dediği yerde geçmiştir. Orada Şurunbulâlî´den naklen namazın bozulmadığını bildirmişti. Bu hususta söylenecek sözün tamamıda orada geçmişti. Geleceği yer dahi bu babta musannıfın «selâmı eli ile alması da mekruhtur.» dediği yerdedir.

METİN

İmamından başkasına sökemediği âyetin yolunu açması namazı bozar. Meğer ki okumak niyetiyle söylemiş olsun. Onun yol açmasıyle okuyan kimsenin namazı da bozulur. Ancak o kimse berikinin okuduğu tamam olmadan âyeti hatırlarda okursa bozulmaz. İmamına âyetin yolunu açması böyle değildir. O mutlak surette namazı bozmaz. Yani yol açanında onun göstermesiyle âyetin yolunu bulan imamın da hiç bir suretle namazları bozulmaz. Ancak cemâat olan kimse o âyeti namazda olmayan birinden işitirde okumayı değil düzeltmeyi kasd ederek imamına söylerse hepsinin namazları bozulur.

Ağzından evet yahud ârî sözü çıkıverse konuşurken bunu söylemek âdeti ise namazı bozulur. Çünkü bu onun kendi sözüdür. Adeti değilse bozulmaz. Zira Kur´an´dır. Yiyip içmek mutlak surette namazı bozar. Velev ki unutarak bir susam tanesini yesin. Ancak dişlerinin arasında nohut tanesinden küçük bir yiyecek kırıntısı bulunursa onu yutmak namazı bozmaz. Nitekim oruçda da böyledir. Sahih olan kavil budur. Bunu Bakânî söylemiştir. Ama çiğnerse o da namazı bozar. Nitekim ağzındaki şekeri eriterek yutarsa namazın bozulması da bunun gibidir.

İZAH

İmamından başkasına bulduramadığı âyeti söylemek namazı bozar. Çünkü hâcet yokken öğretme ve öğrenmedir. Bahır.

Bu söz cemâat olanın kendi gibisine, yalnız kılana, namaz kılmayana. başka bir imama şâmil olduğu gibi tilâveti değilde tâlimi kasd eden herhangi bir şahsa imam ve yalnız kılanın âyet söylemesine de şâmildir. Nehir.

«Onun yol açmasiyle okuyan kimsenin namazı da bozulur.» Yani imam olmayan kimse âyeti söyleyenin yardımı ile okursa namazı bozulur. Nitekim Bahır´da Hulâsa´dan naklen böyle denilmiştir. «Ancak o kimse berikinin söylediği tamam olmadan hatırlarda okursa bozulmaz.» Kınye´de şöyle denilmiştir: «İmam şaşırırda onun namazında olmayan biri hatırlatma yapar; fakat onun hatırlatması bitmeden kendi hatırlayarak okursa namazı bozulmaz. Aksi takdirde bozulur. Çünkü hatırlaması ötekinin söylemesine izâfe olunur.» Bahır. Hılye´de ise: «Bu söz götürür, çünkü hatırlama ile hatırlatma beraber olmuştur. Hatırlama onun hatırlatmasından ileri gelmemiştir. O kimsenin okumayı hatırlatmanın tamamından sonraya bırakmasiyle namazın bozulacağına hüküm etmenin bir vechi yoktur. Velev ki hatırlama, hatırlattıktan sonra fakat bitmeden olsun. Zâhire göre hatırlama kendindendir. Ve hatırlamayı ona izâfe etmek vacip olur. B1naenaleyh okumağa başlaması onun hatırlatmasının tamamına bağlanmaksızın namaz bozulur.» denilmiştir. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Ben derim ki: Şöyle demek icap eder: Hatırlama, hatırlatma sebebiyle olursa mutlak surette namaz bozulur. Yani ister hatırlatma bitmeden okumağa başlasın, isterse bittikten sonra başlasın fark etmez. Çünkü öğrenme vardır. Hatırlama kendiliğinden olursa mutlak surette namaz bozulmaz. Bu tahakkuk ettikten sonra görünürde okumanın hatırlatma ile olması tesir etmez. Çünkü bu iş hâkemlik bâbından değil, diyânet umurundandır. Hakemlik işi olsa zâhire göre hüküm verilirdi. Görmezmisin ki bir kimse Kur´an okumayı kasd ederek imamından başkasına yanıldığı âyeti söylese namazı bozulmaz. Halbuki görünüre göre bu tâlimdir. Kezâ müezzinin söylediğini söylerde icâbeti kast etmezse hüküm yine böyledir.

«Hiç bir suretle namazları bozulmaz.» İfâdesinden murad: İmam namaz câiz olacak kadar okusun okumasın; başka bir âyete geçsin geçmesin düzeltme tekerrür etsin etmesin namaz bozulmaz, demektir. Esah kavil budur. Nehir.

«Ancak cemâat olan kimse o âyeti ilh...» Bahır´da Kınye´den naklen şöyle deniliyor: «Cemâat olan kimse âyeti namazda olmayan birinden işiterek söylerse hepsinin namazları bozulmak icap eder. Zirâ telkîn dışardandır.» Nehir sahibi bunu kabul etmiştir. Bu sözün vechi şudur: Cemâat olan kimse onu dışarıdan öğrenince namazı bozulmuştur. İmamına söyleyip o da kabul edince onun namazı da bozulur. Lâkin Halebî şöyle diyor: «Bu söz o âyeti namaz kılan birinden işitirse - velev ki başka namaz kılsın - onu imamına söylemekle namazın bozulmamasını iktizâ eder. Bu ise şübhesiz bâtıldır. Meğer ki «namaz kılmayan» tâbirinden kendi namazında olmayanı kasd etmiş ola.»

«Okumayı değil ,düzeltmeyi kast ederek imamına söylerse hepsinin namazları bozulur.» Sahih olan kavil budur. Çünkü cemâat olana okumak yasaktır. İmamın bulduramadığı âyeti söylemek yasak değildir. Bahır. (fakat namazda olmayan birinden işiterek söylediği için namazları bozulur.)

T E T İ M M E:
İmam tutulur tutulmaz âyeti hatırlatmak mekruhtur. Nitekim imamında kendini darboğaza sokması mekruhtur. İmam âyeti bulduramayınca, okuduğuna eğlediği vakit namaz bozulmayacak şekilde başka bir âyete veya başka bir sûreye geçmeli yahud farz miktarı okumuşsa rükûa gitmelidir. Nitekim Zeyleî ve başkaları buna cezm etmişlerdir. Bir rivayette müstehap olan miktarı okumuşsa rükûa gitmelidir. Nitekim Kemâl ibn. Hümâm bunu tercih etmiş; delilden bunun anlaşıldığını söylemiştir. Bahır ve Nehir sahipleri de onu tasdik etmişlerdir. Fakat Münye şârihi kendisine itiraz etmiş; te´kidi şiddetli olduğu için farz miktarını tercih etmiştir. «Zirâ Kur´an´dır.» Evet demişse Kur´an olduğu meydandadır. «Kur´ an mananın ismidir.» Rivayete göre ârî kelimesi de öyledir. Fakat: «Kur´ an nazım ve mananın ismidir.» Rivayete göre ârî kelimesi Kur´an değildir.

T E N B İ H: Eşbâh nâm kitabın lügazlarında şöyle denilmiştir: «Hangi namaz kılandır o kimseki evet derde namazı bozulmaz, sen de, Konuşurken bunu âdet edinendir diye cevap veri»

Hazâin sahibi: Bunda şaşırma olmuştur. Yani kalem hatası değilse hükmi şaşırmadır.» demiştir.

Yiyip içmek mutlak surette namazı bozar. Yani az olsun çok olsun; kasdi olsun yanılarak olsun farketmez. Onun için velev ki unutarak bir susam tanesi yesin demiştir. Bunun bir örneğide ağzına yağmur damlası düşerek yutmaktır. Nitekim Bahır´da beyan edilmiştir. «Bunu Bâkânî Mültekâ şerhinde söylemiştir.» İbâresi şudur. «Bakalî diyor ki, sahih kavle göre orucu bozan her şey namazı da bozar.» Hulasa ile Bedâyî sahiplerine uyarak Zeyleî´de b"ü yoldan yürümüştür.

Nehir sahibi şöyle demiştir: «Hâniye´de bu söz bazı ulemaya nisbet edilmiştir. Diğer bazıları: «Kusmuk ağız dolusu olmazsa namazı bozmaz.» demişler ve namazla oruç arasında fark bulmuşlardır. Fakat Zeyleî´nin söylediği daha makbuldür. «Ama çiğnerse o da namazı bozar.» Çiğnemek çok olursa namazı bozar. Çokluk birbiri ardına üç defa çiğnemekle takdir edilmiştir. Nitekim başkalarında da öyledir. Münye şerhi ile Muhit´ten naklen Bahır´da ve .diğer kitablarda böyle denilmiştir. Çok sakız çiğnerse namazı bozulur.

«Şekeri eriterek yutarsa ilh...» ifâdesinden anlaşılıyor ki. namazı bozan ya çok çiğnemektir, yahud yenilen şeyin ayni mideye gitmektir. Tad bunun hilâfınadır.

Bahır sahibi Hulâsa´dan naklen şöyle demiştir: «Tatlı bir şeyi yerde aynini yutarsa ondan sonra namaza girerek tadını duyduğu ve yuttuğu takdirde namazı bozulmaz. Peynir şekerini veya âdi şekeri ağzına atarda çiğnemez fakat tadı midesine varırsa namazı bozulur.»

METİN

Bir namazdan başka namaza velev bir cihetten olsun intikal namazı bozar. Hatta yalnız kılarda imama uymayı niyet ederse yahud bunun aksini yaparsa namaza yeniden başlamış olur. Bir rekat öğle namazı kıldıktan sonra öğleye niyet bunun hilâfınadır. Meğer ki niyeti dili ile söylemiş ola! Bu takdirde mutlak olarak namaza yeniden başlamış olur. Mushaftan yani Kur´an yazılı bir şeyden okumak mutlak surette namazı bozar. Çünkü bu öğrenmedir. Ancak okuduğunu ezber bilir ve eline almadan okursa bozmaz. Bazıları: «Namaz ancak bir âyet okumakla bozulur.» demişlerdir. Halebî bu kavli daha makul görmüştür. İmam Şâfiî bunu kerahetsiz câiz görmüştür. imameyne göre ise kerahetle câizdir. Çünkü ehli kitâba benzemek vardır. Yani bunu kasden yaparsa benzemek vardır. Zirâ her şeyde ehli kitâba benzemek mekruh değildir. Mekruh olan, mezmum şeylerde ve benzeme kasd edilenlerde onlara benzemektir. Nitekim Bahır´da böyle denilmiştir.

İZAH

Başka namaza intikal, tekbir alırken kalbi ile o intikâlı niyet etmekle olur.

Nehir sahibi diyor ki: Meselâ: Öğlenin bir rekatını kılarda sonra ikindiye başlar. Yahud tekbirle nâfileye intikal eder. O kimse sahibi tertip ise imam-A´zam´la ebû Yusuf´a göre nâfileye başlamış olur. İmam Muhammed buna muhâliftir. Yahud vaktin darlığı veya kazâların çokluğu sebebiyle tertip sâkıt olmuşsa ikindiye başlaması sahih olur. Çünkü hâsıl olmayan bir şeyi tahsile niyet etmiştir. Ve birinciden çıkmıştır. Birinciden çıkmanın sebebi muhâlifine başlamanın sahih olmasıdır. Velev ki bir vecihle olsun. Onun için yalnız kılarken imama uymayı niyet ederek tekbir alırsa yahud bunun aksi olur veya kadınlara imam olmayı niyet ederse birinci bozulur; ikinciye başlamış olur. Kezâ nâfileye veya vâcibe niyet eder yahud cenâze namazına başlarda başka cenâze gelir ve tekbir alarak her ikisine yahud yalnız ikinci cenâzeye niyet ederse ikinciye yeniden başlamış olur. Feth-ul-Kadîr´de böyle denilmiştir. «Bir rekat öğle namazı kıldıktan sonra öğleye niyet bunun hilâfınadır.» Yani yukarıda geçtiği gibi tekbirle birlikte niyet etmesi bunun hilâfınadır.

Bahır sahibi şöyle demektedir: «Yani öğle namazından bir rekat kıldıktan sonra yeniden başlamayı niyet ederek tekbir alırsa kıldığı rekat bozulmaz; hesâba katılır. Hatta ondan sonra üç rekat kılar do sonunda oturmadan dördüncü bir rekat daha kılarsa namaz bozulur. Ve ikinci niyet hükümsüz kalır. Niyeti dil ile söylerse mutlak olarak namaza yeniden başlamış olur. Yani ister başka namaza ister ayni namaza intikâl etsin hüküm birdir. Çünkü niyeti söylemek konuşmaktır; ilk namazı bozar. Binaenaleyh ikinciye başlamak sahih olur.

«Yani Kur´an yazılı bir şey» mihraba da şâmildir. Mihrabdaki âyeti okursa sahih kavle göre namaz mutlak surette bozulur. Bahır. Yani az olsun çok olsun, imam olsun yalnız olsun, ümmi olup yazılı olduğu yerden başka bir yerden okuyamasın veya okusun hüküm birdir.

«Çünkü bu öğrenmedir.» Ulema İmam-A´zam´ın kavline göre namazın bozulmasına illet olarak iki vecih zikir etmişlerdir: Birincisi: Mushafı ele almak, ona bakmak. yapraklarını çevirmek amel-i kesirdir. İkincisi: O kimse mushaftan öğrenmiştir. Bu başkasından öğrenmek gibidir. İkinciye göre mushafın yerde olması ile elde olmasının farkı yoktur. Birinciye göre aralarında fark vardır. Kâfi sahibi Serahsî´ye uyarak ikinci vechi sahih kabul etmiştir. Bu vecihe göre bir kimse ancak mushaftan okuyabiliyorsa, kıraatsız kıldığı takdirde namazının câiz olacağını Fazlî söylemiştir. Zahîriye sahibi câiz olacağını sahihlemiştir. Anlaşılan bu söz zaif olan birinci veche göre tefrî edilmiştir. Bahır.

«Ancak okuduğunu ezber bilir ve eline almadan okursa bozmaz.» Çünkü bu kırâat onun hafızlığına izâfe edilir. Mushaftan öğrendiğine izâfe edilmez. EIe almadan mücerred bakmak namazı bozmaz. Zira bozmanın iki vechinden biri yoktur. Bu istisnâ musannıfın «mutlak surette namazı bozar.» sözündendir. Râzî´nin kovli de budur. Serahsî ve ebû Nasr Saffâr dahi ona tâbi olmuşlar; Fetih; Nihâye ve Tebyîn sahipleri fauna cezm etmişlerdir. Bahır sahibi: «Görüldüğü vecihle bu kavil güzeldir.» demiştir. Onun için şârih de buna cezm etmiştir.

«Bazıları namaz ancak bir âyet okumakla bozulur demişlerdir.» Bu ifâde musannıfın mutlak sözünü takyid eden ikinci kayıttır. Halebî´nin Münye şerhindeki ibâresi şöyledir: «Kudûrî´de azla çok´un arasında fark yapılmamıştır. Bazıları Fâtiha kadar okumadıkca namaz bozulmayacağını, bir takımlarıda bir âyet okumadıkça bozulmayacağını söylemişlerdir. Daha münâsip olan da bu kavildir. Çünkü İmam-A´zam´a göre namaz câiz olacak miktar bir âyettir.

Her şeyde ehli kitâba benzemek mekruh değildir. Zira bizde onlar gibi yiyip içeriz. Bu sözü Bahır sahibi Kâdıhân´ın Câmi-i sağîr şerhinden nakletmiştir. Zahîre.de «kitab-üt-taharrî»den az önce nakledilen şu ibâre de bunu te´yid etmektedir:

«Hişâm dedi ki: Ebû Yusuf´un ayağında demir çivi çakılmış ayakkabı gördümde sordum. Bu demirde bir beis görüyor musun? dedim. Hâyır, cevabını verdi. Süfyan ile Sevr b. Yezîd bunu mekruh görüyorlar. Çünkü bunda râhiblere benzemek var, dedim. Bunun üzerine: Rasûlüllah (s.a.v.) kıllıayakkabı giyerdi. Bunlarda râhiplerin giydiği şeylerden idi. Diye cevap verdi. imam ebû Yusuf bu sözü ile kulların yararına taalluk eden benzerlik şeklinin zarar etmediğine işarette bulunmuştur. Çünkü yeryüzünde uzak mesâfelere gitmek ancak bu nevi ayakkablariyle mümkündür.

METİN

Namazı namaz fiillerinden veya namazı ıslah eden fiillerden olmayan her amel-i kesîr (çok amel) de bozar. Bu hususta beş kavil vardır ki en sahihi şudur: Amel-i kesîr, uzaktan bakan bir kimsenin onun sebebiyle sâhibinin namazda olmadığına şübhe etmediği iştir. Namazda olup olmadığında şübhe ederse o iş amel-i kalîl (az iş)tir. Lâkin bu tarif dokunmak ve öpmek meselesi karşısında müşkildir. Binaenaleyh mezhebe göre ziyâde tekbirlerde ellerini kaldırmakla namaz bozulmaz. Bozulur diye bir rivayet varsada şâzdır.

İZAH

«Namaz fiillerinden olmayan» kaydı fazladan yapılan rükû veya sücûddan ihtiraz içindir. Gerçi bu amel-i kesîrdir; Fakat namaz fiillerinden olduğu için namazı bozmaz, ancak yapılmamalıdır. Çünkü bir rekattan daha az fazlalıklara yol acar. T.

Ben derim ki: Zâhire göre musannıfın yaptığı amel-i kesîr tarifi bu kayda hâcet bırakmamıştır.

«Islah eden fiiller» kaydiyle namazda abdesti bozulan kimsenin abdest alması ve yürümesi tariften hâric kalır. Zira bunlar namazı bozmazlar. T.

Ben derim ki: «Özürden dolayı yapılan fiillerden olmayan» ifâdesini de ziyâde etmek gerekir. Bu ifâde ileride görüleceği vecihle iki kavilden birine göre yılan ve akrep gibi zararlıları amel-i kesîr ile öldürmekten ihtiraz olur. Ancak, bu namazı ıslah içindir, denilirse o başka! Zira terk edilirse namazın bozulmasına müncer olabilir. Amel-i kesîrin târifi hususunda beş kavil vardır. Bunların en sahihini musannıf söylemiştir. Ayni kavli Beydâyi, Zeyleî ve Valvalciye sahipleri sahihlemiş; Muhitte «en güzel kavil budur» denilmiş; Sadr-ış-Şehîd doğru kavlin bu olduğunu söylemiştir. Hâniye ile Hulâsa´da bil´umum ulemanın bu kavli ihtiyar ettikleri bildirilmiştir.

İkinci kavle göre âdeten iki el ile yapılan iş amel-i kesîrdir. Velev ki bir el ile yapılsın. Sarık sarmak, don bağlamak bu kabildendir. Adeten bir el ile yapılan iş amel-i kalîldir. Velev ki iki el ile yapılsın. Don çözmek tâkiye giymek ve çıkarmak böyledir. Ancak birbiri ardına üç defa tekrar edilirse amel-i kesîr olur. Bu kavli Bahır sahibi zaif bulmuş; onun sakız çiğnemek ve öpmek gibi fiilleri ifâde edemediğini söylemiştir.

Üçüncü kavle göre birbiri ardınca yapılan üç hareket amel-i kesîr, aksı amel-i kalîldir.

Dördüncü kavle göre: Amel-i kesir kasden yapılan iştir. Onu yapan kimse onun için ayrı yer hazırlar. Tatarhâniye sahibi diyor ki: «Bu kavlin sahibinin delili şudur: Namaz kılan bir kadına kocası dokunur veya şehvetle öperse; yahud memesini bir çocuk emerde süt çıkarsa namazı bozulur»

Beşinci kavle göre: Mesele namaz kılanın reyine bırakılır. Onun çok gördüğü iş amel-i kesir; az gördüğü amel-i kalîldir. Kuhistânî- «Bu kavil bütün kavillere şamil ve ebû Hanîfe´nin kavline en yakındır. Çünkü ebû Hanîfe bu gibi yerlerde miktar tâyin etmez; sözü başına gelene bırakır.» diyor.

Münye şârihi de şunları söylemiştir: «Lâkin bu söz Mazbut değildir. Bu gibilere yani avam kısmına söz bırakmak doğru değildir. Ekseriyetle fer´î meseleler veya hepsi ilk iki târife göredir. Öyle görünüyor ki ikinci târif birinciden hâriç değildir. Çünkü âdeten iki el ile yapılan iş ekseriya namazda değil gibi görünür. Tekrarı üç defa birbiri ardına itibar edenin kavli de öyledir. Onun için ulemanın ekserisi onu tercih etmişlerdir.

«Lâkın bu târif dokunmak ve öpmek meselesi karşısında müşkildir.» Yani namaz kılan kadına kocası şehvetle dokunur veya öperse namazı bozulur. Halbuki kadın hiç bir harekette bulunmamıştır. Nitekim fer´î meselelerde cevabiyle birlikte gelecektir. Asıl eşkâli ortaya atan Hılye sahibidir. Bahır sahibide ona tâbi olmuştur. Maksad öpenin ve dokunanın namazı değildir. Çünkü onun namazının bozulacağı kimseye gizli değildir.

«Binaenaleyh mezhebe göre ziyâde tekbirlerde ellerini kaldırmakla namaz bozulmaz.» Bu mesele en sahih kavle göre tefrî edilmiştir. Mekhül´un ebû Hanîfe´den rivayet ettiği kavil buna muhâliftir. Ona göre bir kimse rükûa giderken ve rükûdan doğrulurken ellerini kaldırırsa namazı bozulur. Zira namazı bozan ancak amel-i kesîrdir. O da onu yapan namazda değil zannedilen iştir. Bu el kaldırma böyle değildir. Kâfi´de de böyle denilmiştir. Evet mekruhtur. Zira namazı tamamlayan fiillerden olmayan bir ziyâdedir. Münye şerhi. Bu tekbirlere ziyâde adını vermek ıstılâha aykırıdır. Çünkü ıstılahta ziyâde tekbirler bayram namazı tekbirleridir.

neslinur
Sat 27 March 2010, 12:55 pm GMT +0200
METİN

Namaz kılan kimsenin pislik üzerine secde etmesi namazı bozar. Velevki temiz yere secdeyi tekrar yapsın. Esah kavil budur. Zâhire göre elleri ile dizleri bunun hilâfınadır. Avret yeri açık olarak yahud mânii necâsetle veya sıkışıklık sebebiyle kadınlar safının içine yahud imamın önüne düşerek hakîkaten bir rükün edâ etmek bil´ittifak namazı bozduğu gibi üç tesbih miktarı bir sünnetle buna imkân bulmakta ebû Yusuf´a göre bozar bunların hepsinde tercih edilen kavil budur. Çünkü daha iytiyattır. Bunu Halebî söylemiştir. Astarı pis olan dikişli seccâde üzerinde namaz kılması da namazı bozar. Dikişli olmayan seccâde bunun hilâfına olduğu gibi renk veya kokusu belli olmayan pisliğin üzerine yayılan seccâde dahi bunun hilâfınadır.

İZAH

Arada hiçbir mânı bulunmayarak pislik üzerine secde etmek namazı bozar. Elinin veya yeninin üzerine secde ederse secde bozulur. Namaz bozulmaz. Hatta secdeyi temiz bir şey üzerine tekrarlarsa câiz olur. Nitekim şârih bunu «namaza başlamak istediği zaman...» Bâbında anlatmıştı. Lâkin orada söylemiştik ki, aradaki mâni bitişik olursa mâni sayılmaz. Çünkü namaz kılana tâbidir. Aksi takdirde onunla secde etmesi câiz olmamak lazım gelir. Velev ki temiz bir şey üzerine olsun. Mestinin altındaki pisliğin üzerine durmakla namazın sahih olması lazım gelir. Sözün tamamı orada geçmişti. Müracâat edebilirsin.

Pislik üzerine secde eden kimse o secdeyi temiz bir yerde tekrarlasa bile namazı bozulur. Esah kavil budur. Zahir rivayede budur. Nitekim Hılye, Bedâyi ve İmdâd´da beyan edilmiştir.

İmam ebû Yusuf: «Secdeyi temiz bir yere tekrar yaparsa namazı bozulmaz. »demiştir. Bu söz ona göre pis şey üzerine secde etmekle namaz değil, secde bozulduğuna göredir. Tarafeyne göre ise namaz bozulur. Çünkü bir cüzü bozulmuştur. Namaz parçalanmayı kabul etmez. Münye şerhinde de böyle denilmiştir.

Sirâc sahibi ikinci bir rivayetten bahis etmiştir ki, o da şudur: Secdeyi temiz bir şey üzerine tekrarlarsa üç imamımıza göre namaz câizdir. Buna muhâlif olan Züfer´dir. Namaza başlama babında arz etmiştik ki. bu kavil Nevâdir´in rivayetidir. Umumiyetle fürû ve usûl kitablarında birinci rivayet tercih edilmiştir.

«Zâhire göre elleri ile dizleri bunun hilâfınadır.» Yani zâhir rivaye budur. Secde de elleri ve dizleri yere koymak şart değildir. Onları hiç yere koymamak namazı bozmaz. Pislik üzerine koymak da öyledir. Lâkin namazın şartları bâbının başında beyân etmiştik ki, birçok kitablarda namazın bozulduğu sahih bulunmuştur. Nehir´de: «Münâsip olan budur. Çünkü umumiyetle metinler mutlaktır.» denilmiştir. Münye şerhinde bunun ta´lili şöyle yapılmıştır: Uzvun pisliğe bitişmesi o pisliği taşımak gibidir. Velev ki o yere koymak farz olmasın. Bu izahtan anlaşılır ki şârihin burada Dürer sahibine uyarak tercih ettiği kavil zaiftir. Nitekim Nuh efendi buna tenbih etmiştir.

«Üç tesbih miktarı bir sünnetle buna imkân bulmakta ebû Yusuf´a göre namazı bozar.» Ebû Hanîfe´nin bu meselede imam Muhammed´le beraber olduğu söylenir. Hılye.

«Bunların hepsinde tercih edilen kavil budur.» Yani zikir edilen avret yerinin açıklığı ile sonraki meselelerde muhtar kavil budur. Münye şerhinde bu üçüncü şartın sonlarında kayıt edilmiş ve şöyle denilmiştir: «Ama bunlardan biri kendi fiili ile olursa hepsine göre namaz derhal bozulur. Nitekim Kınye´de böyledir.» Şârih namazın şartları bahsinde bunu tercih etmişti. Hâniye ve diğer kitablar da bozulmadığına delâlet eden sözler vardır. Hılye sahibi: «En münâsibi birincisidir.» demiştir. Bu hususta sözün tamamı orada geçmişti. Müracâat edebilirsin.

Astarı pis olan dikişli seccâdenin üzerinde namazın bozulması, mânii necaset ayaklarının veya alnının altında yahud ellerini veya dizlerini koyduğu yerde olduğuna göredir. Nitekim evvelce geçmişti. Sonra bu kavil ebû Yusufundur. İmam Muhammed´den bir rivayete göre namaz câizdir. Ulemadan bazısı iki kavlin arasını bulmuş; ebû Yusuf´un kavlini elbise veya seccadenin astarlı ve dikişli olduğu hâle, imam Muhammed´in kavlini yalnız dikişli olduğu hâle hamletmiştir, yalnız dikişli olmasından murad: Yalnız kenarları dikişli olup ortası dikişli olmayandır. Çünkü alt tarafları pis, üst tarafları temiz iki elbise gibidir. O zaman hilâf yoktur. Mecmaâ´da bu kavil sahih bulunmuştur. Ulemadan bazıları ihtilaf bulunduğunu hakikat kabul ederek: «İmam Muhammed´e göre nasıl olursa olsun câizdir. Ebû Yusuf´a göre ise câiz değildir.» demişlerdir.

Tecnîs´de: «Esah kavil astarlı elbisenin de hilâf üzere olmasıdır.» deniliyor. Bunun mefhumu şunu ifâde eder ki, astarsız olanda esah kavil bil´ittifak câiz olmasıdır. Ve bu üçüncü bir kavildir.

Bedâyi sahibi ikinci kavli hikâye ettikten sonra şunları söylemiştir: «Bu izâha göre bir kimse üstü temiz altı pis olan değirmen taşı, kapı, kalın halı veya kalın dürülmüş elbise üzerinde ıramaz kılsayerin bir olmasına bakarak ebû Yusuf´a göre câiz olmaz. Bunun altı üstü birdir ve sık dokunmuş elbise gibidir. İmam Muhammed´e göre câiz olur. Çünkü temiz yerde namaz kılmıştır. Ve altında pis elbise bulunan temiz elbise üstünde kılmış gibi olur. Sık dokunmuş elbise bunun gibi değildir. Zira zâhire göre rütûbet onun öbür tarafına geçer.» Anlaşılan Bedâyi sahibi imam Muhammed´in kavlini tercih etmiştir. Muvâfık olanda budur. Hâniye sahibi elbise meselesinde ihtiyâta daha yakındır diye ebû Yusuf un kavlini tercih etmiştir. Tamamı Hilye´dedir. Münye´de ve şerhinde bildirildiğine göre pislik kerpiçin veya tuhlanın altında olurda üstünde namaz kılarsa câizdir. Pisliğin bulunduğu tarafla bulunmadığı tarafın arasını yarmak mümkün olacak şekilde kalın olan ağacın hükmü de budur. Böyle olmazsa câiz değildir.

Hılye´de şöyle denilmiştir: «Kerpiç ve tuğla meselesi imameyn arasında yukarıda gecen ihtilâfa göredir. Hâniye sahibi câiz olduğuna cezm etmiştir. Bu onu tercih ettiğine işarettir ki, güzeldir; yerindedir. Odun meselesi de ihtilaflıdır. En muvâfık olanı o odunun üzerinde namaz kılmanın mutlak suretle câiz olmasıdır.» Hılye sahibi bundan sonra bu kavli bir kaç vecihle te´yid etmiştir. Müracaat edebilirsin.

«Kokusu ve rengi belli olmazsa pislik üzerine yayılan seccâde dahi bunun hilâfınadır.» Bu hususta Münye´de şöyle denilmiştir: «Yere pislik isâbet ederde üzerine çamur veya kireç sıvayarak namaz kılarsa câizdir Bu elbise gibi değildir. Üzerine toprak düşerde sıvamazsa ve toprak koklandığı vakit pisliğin kokusunu duyacak kadar az ise namaz câiz değildir. Aksı takdirde câizdir.» Münye´nin şerhinde de şu satırla´´ vardır: «Kuru pislik üzerine yayılan elbisede böyledir. Pisliğin kokusu olduğu takdirde kokusunu geçirecek yahud altındakini gösterecek kadar ince ise üzerinde namaz câiz değildir. Bunlar olmayacak şekilde kalın ise câizdir.» Sonra âşikardır ki, murad pislik ayaklarının altında veya secde yerinde ise demektir. Çünkü o zaman o kimse pislik üzerine durmuş veya secde etmiş olur. Zira elbise mâni olmaya elverişli değildir. Namaza mâni olan bizzat kokunun mevcud olması değildir ki: «yanında kokusunu duyduğu pislik bulunsa namazı bozulmaz.» Diye itiraz edilebilsin. Anla!

METİN

Özürsüz göğsünü kıbleden çevirmek bil´ittifak namazı bozar. Abdesti bozulduğunu zannederde kıbleden döner, sonra bozulmadığını anlarsa mescidden çıkmadan anladığı takdirde namazı bozulmaz. Çıktıktan sonra anlarsa bozulur.

F E R´ İ M E S E L E L E R: Bir kimse namazda kıbleye karşı yürürse namazı bozulur mu? Şâyet bir saf kadar yürür; sonra bir rükün edâ edecek kadar durur; sonra ayni şekilde yürür durursa namazı bozulmaz. Böylece yer değişmedikçe velev ki çok yürüsün bozulmaz. Bazıları özür hâlinde kıbleden dönmedikçe istihsanen bozulmayacağını söylemişlerdir. Bunu Kuhistânî söylemiştir. Acaba bozan yürüyüşte ihtiyar (kasd) şart mıdır? Habbâziye´de bu suâle evet cevabı verilmiştir.

İZAH

Özürsüz göğsünü kıbleden çevirmek bil´ittifak namazı bozar. Fakat yüzünü yahud yüzünün birkısmını çevirmek mekruhtur. Ama mutemed kavle göre namazı bozmaz. Nitekim namazın mekruhları bahsinde gelecektir. Bahır´da namazın şartları bâbında şöyle denilmiştir:

«Hâsılı mezhep şudur: Bir kimse namazda göğsünü kıbleden çevirirse namazı bozulur. Özürsüz olursa mescidde bile olsa hüküm budur. Nitekim umumiyetle kitablarda böyle denilmiştir.» Bahır sahibi bunu mutlak söylemiştir. Binaenaleyh aza çoğa şâmildir. Bu hüküm kendi ihtiyarı ile çevirdiğine göredir. Kendi ihtiyarı ile olmazsa bir rükün miktarı durmakla namaz bozulur. Aksi takdirde bozulmaz. Nitekim Münye şerhinin mekruhlar faslında beyân edilmiştir.

«Abdesti bozulduğunu zannederde ilh...» ifâdesindeki «namazı bozulmaz.» hükmü İmam-A´zam´a göredir. Bu Münye şerhinde bildirilmiştir. Ondan sonra gelen «bozulur» hükmü bil´ittifaktır. Çünkü yerin değişmesi namazı bozar. Meğer ki özürden dolayı ola. Mescid etraf ve müştemilatının değişik olmasına rağmen bir yer gibidir. Binaenaleyh içinde bulundukça namaz bozulmaz. Ancak imam olurda yerine başkasını geçirirse sonradan abdesti bozulmadığını anladığı takdirde namazı bozulur. Velev ki mescidden çıkmamış olsun. Çünkü yerinde olmayan istihlâf mescidden çıkmak gibi namazı bozar. Namaz ancak özür varsa câizdir; o da yoktur. Kezâ abdestsiz namaza başladığını zannederek yerinden ayrılırda sonra abdestli olduğunu anlarsa namazı bozulur. Velev ki mescidden çıkmasın. Çünkü namazdan ayrılması terk etmek suretiyledir. Sahrada safların yerine mescid hükmü verilir. Tamamı Münye şerhinde dördüncü şartın sonundadır. Bundan önceki babta da geçmişti.

T E N B İ H: Münye´nin namazı bozan şeyler babında bildirildiğine göre bir kimse abdesti bozulduğu zanniyle kıbleye arkasını dönerde sonra bozulmadığı anlaşılırsa mescidden çıkmasa Bile namazı bozulur. Münye şerhinde bunun sebebi şöyle anlaşılmıştır: Kıbleye arka çevirmesi namazı ıslah etmek zaruretinden dolayı olmamıştır. Onun için de namazı bozar. Bu izah yukarıda bilumum kitablardan nakledilene muhaliftir. Meğer ki imameynin kavline yahud imamın istihlâf yaptığına hamledile. Teemmül eyle!

«Böylece yer değişmedikçe velev yürüsün bozulmaz.» Yani bu halde bir çok saf miktarı yürüse mescidden çıkmak ve şâyed namaz sahrâda kılınıyorsa safları geçmek gibi yer değiştirme olmadıkça namazı bozulmaz. Sahrada bir defada iki saf kadar yürürse namazı bozulur. Münye şerhinde bildirildiğine göre bu hüküm, az fiil arka arkaya tekerrür edilmedikçe namazı bozmadığına binaendir. Bir de yerin değişmesi namazı ıslah için olmazsa namazı bozduğuna göredir. Bu da önünde saflar bulunduğu zamandır. Fakat imam olurda secde yerini geçerse ve önündeki safla kendisi arasındaki mesâfe kadar yürürse namazı bozulmaz. Daha fazla yürürse bozulur. Yalnız kılarsa secde yerine itibar olunur. O yeri geçerse namazı bozulur; geçmezse bozulmaz. Kadın için ev ebû Ali Nesefî´ye göre mescid gibidir. Başkaları sahra gibi saymışlardır.

«Bazıları özür hâlinde kıbleden dönmedikçe istihsânen bozulmayacağını söylemişlerdir.» Yani çok da yürüse, yer de değişse bozulmaz. Çünkü Hılye´de Zahîre´den şu ibâre nakledilmiştir «Rivayete göre ebû Berzeh (r.a.) atının yedeğinden tutarak iki rekat namaz kılmış. Sonra yedek elindenboşanarak at kıbleye doğru yürümüş. O da arkasından giderek atı yedeğinden yakalamış. Sonra geri dönerek kalan iki rekatı kılmıştır.

İmam Muhammed Siyer-i kebîr´de: Biz bununla amel ederiz. demiştir. Sonra bu hadisde kıble tarafına doğru az yürüyüşle çok yürüyüş arasında fark yapılmamıştır. Bu sebeple ulemadan bazıları hadîsin zâhiri ile amel etmiş; istihsanen az olsun çok olsun bozulmadığını söylemişlerdir. Halbuki kıyas çok olursa bozulacağını gerektirir. Hadis özür hâlini tahsis etmiştir. Binaenaleyh sairlerinde kıyasla amel edilir. İmam Sügûdî´nin üstadından naklettiğine göre bir kimse gâzi olur da kıbleye karşı yürürse câizdir. Hac yolunda olanla ibâdet için sefer eden herkesin hükmü de budur. Ulemadan bazıları hadisi te´vil etmiş; sonra te´vil hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bazıları: Bunun te´vili safları yahud secde yerini geçmemiş olmaktır; geçerse namaz bozulur, demiş; Bir takımları: Peş peşe değil de adım adım yürümektir; peş peşe yürürse kıbleye arkasını dönmese bile namazı bozulur mutelâasında bulunmuşlardır. Çünkü bu amel-i kesîrdir. «Bunun te´vili iki saf arası kadar yürümektir.» diyenlerde olmuştur. Nitekim ilk safta boş yer olduğunu gören kimse ona yürürse namazı bozulacağını söylemişlerdir. O kimse ikinci safta ise namazı bozulmaz. Üçüncü safta bulunursa bozulur.» İbâre kısaltılarak alınmıştır.

Zahiriye´de bildirildiğine göre yürümek çok olursa bozar. Muhtar kavil budur. Şu da var ki, Hılye´de dahi mekruhlar faslında şu beyânat vardır: Şer´î delillere dayanan mezhep kâidelerinin iktizasına göre yürümek iki şıktan hâli değildir. Bu yâ özürden dolayı yahud özürsüz olur. Özürsüz yürüyüş çok ve oralıksız devamlı olursa kıbleye arkasını dönmese bile namazı bozar. Çok fakat aralıklı hatta ayrı ayrı rekatlarda olursa yahud az yürürse kıbleye arkasını döndüğü takdirde namazı bozulur. Çünkü zaruret olmaksızın namaza zıd iş yapmıştır. Aksi takdirde namaz bozulmaz. Ama mekruh olur. Zira malumdur ki çoğu namazı bozan şeyin zaruret bulunmadığı zaman azı da mekruhtur. Özürden dolayı yürürse abdesti bozulduğu için abdest tâzelemek yahud korku namazında bulunduğu için yürüdüğü takdirde namazı bozulmadığı gibi az olsun çok olsun kıbleye arkasını dönsün dönmesin mekruh işlemişde olmaz. Bu söylenenlerden başka bir sebeple yürürse kıbleye arka çevirdiği takdirde az olsun çok olsun namazı bozulur. Arka çevirmezse az olduğu takdirde namazı bozulmaz; mekruhda olmaz. Çok ve aralıksız yürürse namazı bozulur. Aralıklı yürürse namazı bozduğunda veya mekruh olduğunda hilâf vardır. Teemmül et! Kısaltma yapılmıştır.

Hılye sahibi bu babta şunu da söylemiştir: «Öyle anlaşılıyor ki, peş peşe devam etmeyen çok yürüyüş namazı bozmaz; özürden dolayı olursa mutlak surette mekruhda olmaz.»

METİN

Halebî ihtiyar şart olmadığını söylemiştir. Çünkü bir kimse itilerek yahud kendisini hayvan çekerek bir kaç adım yürüse. veya birisi tarafından hayvana bindirilse, yahud namaz yerinden çıkarılsa, veya kadının memesi üç defa emilse yahud bir defa emilerek sütü inse yahud kocası kendisine şehvetle dokunsa veyahud şehvetsiz öpse namazı bozulur. Kadın öperde kocası kendisinden şehvetlenmezse namazı bozulmaz. Fark şudur: Erkeğin öpmesinde cimâ manası vardır. Namazkılanın yanında taş bulunurda onu kuşa atarsa namazı bozulmaz. İnsana atarsa bozulur. Velev bir defa olsun vurmakta böyledir. Çünkü bu yâ kavgadır. yâ terbiyedir yahud şakadır. Ama amel-i kesîrdir. Bunu Halebî söylemiştir.

İZAH

Anlaşılıyor ki Halebî kast ve ihtiyarın şart olmadığına itimad etmiştir. Çünkü getirdiği fer´î meseleler bu kavle göredir. T.

«Bir kaç adım yürüse» ifâdesinden murad: İtilmek veya hayvanın çekmesi sebebiyle kendini tutamayarak arka arkaya üç adım yürümektir. Bahır´da Zahiriye´den naklen: «Namaz kılan kimseyi hayvan çekerde secde yerinden uzaklaştırırsa namazı bozulur.» denilmiştir. Birisi tarafından taşınarak hayvana bindirilen kimsenin namazının bozulması anlaşılan amel-i kesîr olduğu içindir. Teemmül et! Ama bir kimse kendisini yerinden kaldırırda sonra bırakırsa yahud bırakırda sonra kalkarak kıbleden dönmeden yerinde durursa namaz bozulmaz. Nitekim Tatarhâniye´de beyan edilmiştir.

«Yahud namaz yerinden çıkarılsa» yani kıbledende döndürülse demektir. Nitekim Bahır´da böyle denilmiştir. T.

Ben derim ki: Bunu Bahır´da görmedim. Kezâ kıbleden döndürmek bir rükün edâ edecek miktarı olursa yerinde dahi olsa namazı bozar. Zâhire bakılırsa bu mutlaktır. Ve illet cemâat olan hakkında yerin değişmesi yahud amel-i kesîr olmasıdır.

«Veya kadının memesi üç defa emilse ilh...» bu tafsilât Hâniye ve hulâsa´da zikir edilmiştir. Bu söz çokluğun birbiri ardınca yapılan üç amele şâmil manasına tefsir edildiğine göredir. Ama itimad buna değildir. Muhit´te: «Süt çıkarsa namaz bozulur. Çünkü emzirmek olur. Çıkmazsa bozulmaz.» denilmiştir; Bir sayı ile kayıtlanmamıştır. Mi´rac sahibi bunu sahih bulmuştur. Hılye ve Bahır.

«Yahud kocası kendisine şehvetle dokunsa ilh...» Bu mesele Hulâsa´ da şöyle anlatılmıştır: «Kadın namazda olurda kocası cimâ ederse meni indirmese bile kadının namazı bozulur. Kezâ onu şehvetle veya şehvetsiz öper veya dokunursa namazı bozulur. Çünkü bu cimâ manasındadır. Ama kadın namaz kılan kocasını öperde kocası şehvetlenmezse erkeğin namazı bozulmaz.»

Şârihin gösterdiği farkın vechi muhakkıkin ulemadan Kemâl b. Hümâm´a ve kezâ Hılye ve Bahır sahiplerine göre açık değildir. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Hulûsa sahibinin işaretine göre fark şudur: Erkeğin öpmesi cimâ manasındadır. Yani cimâı yapan kocadır. Onun cimâ mukaddimelerini yapması da cimâ manasına gelir. Kadına - velev uylukları arasına olsun - cimâ ederse kadının namazı bozulur. Onu öpmesi de mutlak surette böyledir. Çünkü cimâın mukaddimelerindendir. Kadına şehvetle dokunması dahi ayni hükümdedir. Kadın böyle değildir. Zira o cimâ fiilini yapmış değildir. Binaenaleyh kocası şehvetlenmedikçe cimâın mukaddimelerini onun yapması cimâ manasında değildir.

Hulâsa´da şöyle deniliyor: Kocası ric´i talakla boşadığı karısının fercine şehvetle bakarsa ric´at etmiş (yani karısına dönmüş olur. Bir rivayete göre namazıda bozulmaz. Muhtar olan kavil budur. Mezkûr farka göre bu söz müşkildir. Çünkü erkek cimâın mukaddimelerinden olan bir şey yapmıştır. Onun içinde ric´at etmiş olur. Meğer ki şöyle denile: Namazın bozulması bakmaktan ve düşünmekten başka olan fiili mukaddimelere bağlıdır. Bakmak ve düşünmek yukarıda geçtiği vecihle namazı bozmazlar. Zirâ onlardan korunmanın imkânı yoktur. Sair âzanın fiilleri bunun hilâfınadır. H.

Şu da var ki, Bahır´da Zâhidî şerhinden naklen beyân edildiğine göre namaz kılan kadını kocası öperse namazı bozulmaz. Cevhere´de dahi böyle denilmiştir. Şu halde fark yok demektir.

«Ama amel-i kesîrdir. Bunu Halebî söylemiştir.» Halebî´nin ibâresi Münye´nin metni ile birlikte şöyledir: «Namaz kılan kimse âletsiz olarak bir eli ile bir insana vursa yahud onu kamçı ve benzerî bir şeyle döğse namazı bozulur. Muhit´te ve diğer kitablarda da böyle denilmiştir. Çünkü bu yâ kavga veya terbiye yahud şakadır. Ve cumhurun kabul ettiği ilk tefsire göre amel-i kesirdir.»

Sonra metnin başka bir yerinde şöyle denilmiştir: «Namaz kılan bir kimse bir taş alarak bir kuşa veya benzerine atarsa namazı bozulur. Çünkü amel-i kesirdir. Yanında taş bulunurda kuşa veya benzerine onu atarsa namazı bozulmaz, zirâ amel-i kalîldir. Lâkin namazdan başka bir fiil ile meşgul olduğu için isâet (edepsizlik) etmiş olur. Yanındaki taşı bir insana atarsa kamçı ile veya eli ile vurmasına kıyâsen bozulması gerekir. Zirâ yukarıda geçtiği vecihle bunda kavga vardır.»

Ben derim ki: Tatarhâniye´de Muhit´ten naklen bildirildiğine göre bu tafsilât Asıl nâm kitabdaki beyana muhaliftir. Zirâ imam Muhammed Asıl´da bunun namazının tamam olduğunu söylemiş; taşın elinde olmasiyle yerden alınması arasında fark yapmamıştır. Hılye´de: «Hâniye´nin zâhiri bunu tercih ettiğim gösteriyor. Çünkü mutlak söylendiğini anlatmış; sonra tafsilatı zaif olduğuna işaretle «denilmiştir» sözüyle hikâye etmiştir.» deniliyor.

METİN

Şimdi namazı bozan şeylerden şunlar kalmıştır: Kalben dinden dönmek, ölüm, delilik, baygınlık, abdest icap eden herşey, kaza etmeden bırakılan rükün, özürsüz bırakılan şart. cemâat olan kimsenin imamına iştirak etmediği bir rüknü ondan önce yapması meselâ: İmamından önce rükûa eğilip doğrulduktan sonra o rükûu imamla birlikte veya sonra tekrarlamayıp imamla selâm vermesi, Mesbûkun imamdan ayrılması kuvvet bulduktan sonra secde-i sehivde imamına tâbi olması - ayrıldığı kuvvet bulmazdan önce imama tâbi olması vacibtir. - Oturduktan sonra hatırladığı secde-i tilâveti veya namaz secdesini edâ ettikten sonra son oturuşu tekrarlamamak, uyurken edâ ettiği rüknü tekrarlamak ve mesbûkun imamının son oturuştan sonra kahkaha ile gülmesi.

Namazı bozan şeylerden bazıları da evvelce geçtiği vecihle tekbîrde hemzeyi uzatmak, manayı değiştirirse kırâatı makam ve nâmelerle okumaktır. Manayı değiştirmezse namazı bozmaz. Ancak harfi med ile harfi linde çirkinlik hâsıl olursa namaz bozulur. Çirkinlik hâsıl olmazsa bozulmaz. Bezzâziye.

İZAH

Ben derim ki: Daha başka namazı bozan şeylerde kalmıştır. Malum şartlarıyle kadının erkekhizâsına durması, imamın kendi yerine elverişsizi geçirmesi, istihlâf yapmadan mescidden çıkması, abdesti bozulduktan sonra bir rükün edâ edecek kadar durması. abdestsiz veya yürüyerek bir rükün edâ etmesi, abdesti bozulan cemâatın namazını imama uyduğu yerden başka yerde tamamlaması bunlardandır ki, hepsi bu babtan önce geçmişlerdir. Kezâ bu kabilden olan sahib-i tertibin üzerinde kazâ olduğunu hatırlaması, oturuştan evvel kendi fiili olmayan namaza zıd bir şey bulunması bilittifak. oturuştan sonra bulunması İmam-A´zam´a göre namazı bozacağı meseleleri de yukarıda geçmiştir. Lâkin bunların bazısı namazın aslını değil, farz vasfını bozar. Nitekim son oturuştan evvel beşinci rekatı secde ile kayıtlamak böyledir.

Kalben dinden dönmek küfrü niyet etmekle olur. Velev ki bir zaman sonra olsun. Yahud küfür olan şeyi itikâd etmektir. T.

Ben derim ki: Ölümün semeresi ölen imamda meydana çıkar. İmam son oturuşun sonunda ölürse ona uyanların namazı bozulur. Ve yeniden kılmaları lazım gelir. Kaadeden sonra ölmekle namazın bozulmasını Şurunbulâli on iki meseleler üzerine yaptığı ziyâdeler arasında zikir etmiştir. Namazlarının kefâretlerini vasiyet etmiş olsa kefâretin vacip olmasında semere meydana çıkmaz. Çünkü müteber olan vaktin sonudur. Halbuki o kimse vaktin sonunda edâya ehil değildir.

Hâniye sahibi şöyle demiştir: «Bir kimse vaktin sonunda sefere çıkarsa namazı seferî kılması icap eder. Velev ki vakitten ancak namazın bir kısmını kılacak kadar kalmış olsun. Görmezmisin ki ölse veya uzun zaman bayılsa yahud devamlı şekilde delirse veyahud kadın vaktin sonunda hayz görse namazın bütünü sâkıt olur. Binaenaleyh sefere çıkınca namazın bir kısmı sâkıt olur.

Delilik ve baygınlık namazı bozar. Vakit içinde ayılırsa namazın edâsı icap ettiği gibi delilik ve baygınlık bir günle bir geceden fazla sürmezse kazâsı da lazım gelir. Nitekim hasta namazının sonunda gelecektir.

Şârih «abdest icap eden her şey» diyeceğine «ve kasden yapılan her hades» dese daha iyi olurdu. T. Çünkü bazan abdest icap eden şey namazı bozmaz. Nitekim evvelce görüldüğü vecihle namazda abdesti bozulanın namazı bozulmaz. Şârih bu hususta Nehir sahibine uymuştur. Kazâ etmeden bırakılan bir rükün Meselâ: Bir secde kazâ edilmeden selâm verilirse namaz bozulur. Bu kazâ demek mecâzdır. Şart bırakılırsa namazın bozulması özür bulunmadığına göredir. Avret yerini örtecek veya elbiseyi temizleyecek bir şey bulamamak ve kıbleye karşı dönememek gibi bir özür bulunursa namaz bozulmaz. T.

«Meselâ: İmamından önce rükûa eğilip doğrulduktan sonra ilh...» Burada beş suret vardır. Şöyle ki:

1 - Bütün rekatlarda imamdan önce rükû ve secde yapar. Bu takdirde okumadan bir rekat kazâ etmesi lazım gelir.

2 - İmamla beraber rükû ederde secdeyi ondan önce yaparsa iki rekat kaza etmesi gerekir.

3 - İmamdan önce rükû ederde secdeyi onunla beraber yaparsa kıraatsiz olarak dört rekat kazâ eder.

4 - Rükû ve sücûdu imamdan sonra yaparsa namaz sahihtir.

5 - Kezâ imamdan önce yaparda imam bunlarda kendisine yetişirse namaz sahih fakat mekruhtur. Bunun izâhı İmdâd´dadır. Biz imamlık babının sonlarında izâh etmiştik.

Şârih: «İmamla selam vermesi» diye kayıtlaması, selam vermezden önce ve bunun gibi namaza zıd olan her şeyde terk ettiği tahakkuk etmediği için namazın bozulduğu anlaşılmaz.

Mesbûkun imamdan ayrılması şöyle kuvvet bulur: İmamla birlikte secdesini yaparak teşehhüd miktarı oturduktan ve imam selâm verdikten sonra veya selam vermeden yetişemediğini kazâ etmeğe kalkar. Ama imam secde-i sehiv lazım geldiğini hatırlarda onda da imama tâbi olursa namazı bozulur.

«Ayrıldığı kuvvet bulmazdan önce imama tâbi olması vâcibtir.» Ama tâbi olmasa da namazı câizdir. Çünkü vâcip olan secde de imama tâbi olmamak namazı bozmaz. Kazâ ettiğini bitirdikten sonra secde-i sehiv yapar.

Mesbûkun imamı teşehhüd miktarı oturduktan sonra kahkaha ile gülerse onun ve müdrik olan cemâatın namazları tamamdır. Mesbûkun namazı bozulur. Zirâ namazın rükünleri tamam olmadan bozan bir şey bulunmuştur. Ancak imamı selâm vermeden kalkarda o rekatı secde ile kılarsa bozulmaz. Çünkü önceki babta geçtiği vecihle yalnız kıldığı kuvvetlenmiştir. Tekbirden maksad intikal tekbirleridir. İhram tekbirinde hemzeyi uzatırsa onunla namaza başlamak sahih olmaz. Namazın bozulması başlamanın sahih olmasına terettüp eder.

Fetih´te beyan edildiğine göre makam ve nâme ile okumak harekeleri uzatmakla olur. Meselâ: Elhamd-ü-lillâhi rabb-il alemin ayetini okurken daldan sonra vâv getirerek «elhamdü» şeklinde okumak, lâmdan sonra (i) getirerek Lillâhi şeklinde ve kezâ rabbi okumak böyledir. Müezzinin rabbenâ´yı rabbenâ ve hamdi hâmd şeklinde okuması da böyledir. Çünkü rab annenin ikinci kocası manasına gelir. Nitekim kâmus´ da da böyle denilmiştir. Karısının oğluna Arabça da rabib derler.

Harfi med ile harfi lînde çirkinlik hâsıl olursa fazla uzatmak namazı bozar. Velev ki manayı değiştirmesin. Harfi med ile harfi lîn ayni harflerdir. Bunlardan murad (vâv, yâ. elif) dir. mezkûr harfler sakin olup üst taraflarında kendi cinslerinden bir hareke bulunursa harfi med, kendi cinslerinden hareke bulunmazsa harfi lîn olurlar. (meselâ: kâle, kîle, yekûlu kelimelerindeki vây yâ elif harfi meddir. Ayn - havf kelimelerinde ise harfi lîndir.)

TETİMME:
Buraya kadar anlatılanlardan anlaşılıyor ki Kur´an´ı makamla okumak şâyet manayı değiştirmez ve bir harf iki olacak kadar uzatılmayıp sırf sesi güzelleştirmek ve kıraatı zînetlemek için olursa zarar etmez. Hatta bize göre gerek namazda gelecek namaz dışında müstehap olur. Tatarhâniye´de böyle denilmiştir.

neslinur
Sat 27 March 2010, 12:58 pm GMT +0200
ZELLE-İ KÂRİ

METİN


Namazı bozan şeylerden biri de dil sürçmesidir. (buna Arabça da zellet-ul-kâri derler.) Dil sürçmesi îrabda veya şeddeli bir kelimeyi şeddesiz, şeddesizi şeddeli okumakta. yahud sıratallezîne gibi birveya iki harf ziyade etmekle veya iyya kena´büdü gibi bir harf bitiştirmekle, durmakla veya başlamakla olursa manayı değiştirse bile namaz bozulmaz. Bununla fetva verilir. Bezzaziye. Ancak Rabbülâlemîn´in ve İyyake nâ´büdü´nün teşdidini terk ederse namaz bozulur.

İZAH

Münye şârihi şöyle diyor: «Malûmun olsun ki bu fiil mühim bahislerdendir. Ve ihtilâftan doğan kâideler üzerine kurulmuştur. Bazılarının tevehhüm ettiği gibi üzerine bina edilecek kâidesi yok değildir. Bu kâideler bilinince her fer´î meselenin hangi kaide üzerine bina edildiği anlaşılır ve zikir edilmeyen meseleyi bu kâidelere göre izah mümkün olur. Şimdi deriz ki: Hata ya i´rabta yani hareke ve sükûnda olur. Şeddeliyi şeddesiz okumak, çekilecek harfi çekmemek veya bunların aksini yapmak bunda dahildir, yahud harflerde olur. Bir harfi başkasının yerine koymak, ziyâde veya noksan yapmak, bir harfi önce ve sonra okumak bu kabildendir. Yahud bu şekilde cümlelerde veya durakta ve mukabilinde olur.

Mütekaddimîn ulemaya göre kaide şudur: Manayı itikadî küfür olacak şekilde değiştiren sürçme bütün bu söylenenlerde namazı bozar. Hata olarak ağzından çıkan kelime Kur´an´da bulunsun bulunmasın fark etmez, Meğer ki değiştirilen cümlelerin arası tam bir durakla ayrılmış olsun. Değiştirme böyle olmazsa bakılır: Söylenenin misli Kur´an´da yoksa mana da hakikattan uzak son derece değişmiş olursa yine namaz bozulur. Hâza-l-gurâb yerine hâzâ-l-gubâr okumak böyledir. Kezâ misli Kur´an´da olmadığı gibi manası da yoksa hüküm yine böyledir. Serâir yerine serâil okumak bu kabildendir. Misli Kur´an´da bulunur fakat mana hakikattan uzak olurda pek fazla değişmezse ebû Hanîfe ile imam Muhammed´e göre namaz yine bozulur. İhtiyât olan da budur. Ulemadan bazıları umum belvâya bakarak bozulmayacağını söylemişlerdir. İmam ebû Yusuf´un kavli de budur. Kur´an´da misli yok lâkin mana değişmiyorsa meselâ: Kavvamîn

yerine kayyâmîn okursa hilâf aksine olur. Binaenaleyh mana çok değişmediği vakit namazın bozulması hususunda muteber olan ebû Yusuf´a göre mislinin Kur´an´da bulunması, tarafeyne göre ise mananın uymasıdır. Mutekaddimîn ulemanın kâideleri bunlardır. İbn mukâtil, ibn Selam, İsmail Zâhid, ebû Bekir Belhî, Kindûvânî İbn fadl ve Hulvâni gibi müteehhirîne gelince: Bunlar i´râb hatasının mutlak surette namazı bozmadığına ittifak etmişlerdir. Velev ki itikâdi küfür olsun. Çünkü insanların ekserisi i´rab vecihlerinin arasını ayıramazlar.

Kâdıhân: Müteehhirînin sözleri daha sühûletbahş. mütekaddîmînin sözleri ise daha ihtiyat olduğunu söylemiştir. Hatâ harf değiştirmek suretiyle olursa iki harfin arasını zahmetsizce ayırmak mümkün olduğu takdirde ulema namazın bozulacağında ittifak etmişlerdir. Sâlihat yerine tâlihât okumak böyledir. İki harfin arasını zahmetsizce ayırmak mümkün değilse ekser ulemaya göre namaz bozulmaz. Çünkü belvâyı âm (umumî ibtilâ) vardır. Dâd´ı zâ, Sâd´ı sîn okumak bu kabildendir. Bazıları iki harfin arasını ayırmakta güçlük bulunup bulunmamasını bazıları da mahreçlerinin yakın olup olmamasını nazar itibâra almışlardır. Lâkin fer´î meseleler bu kavilden hiç birine göre zabtedilmemiştir. En iyisi bu hususta mütekaddimînin kavlini tercih etmektir. Çünkü onların kâideleri zabt edilmiştir, Hem onların kavli daha ihtiyattır. Fetvâlarda zikir edilen ekseri fer´î meseleler onların kavline göredir.» Bunun bir misli de feth-ul-kadîr´dedir. Tamamı ileride gelecektir. İ´rabda dil sürçmesi kavvâmen yerine kıvamen, nâ´büdü yerine na´bed okumak gibi olur.

Manayı değiştirmeye misâl: «innemâ yahşallahe min ıbadihil ulemâü»

ayetini «innemâ yahşallahü min ıbadihil ulemâi» okumaktır. Mütekaddimîne göre bununla namaz bozulur. Müteehhirîn ise ihtilaf etmişlerdir. İbn Mukatil ile ona tâbi olanlara göre bozmaz. Birinci kavil daha ihtiyât, bu daha kolaylıktır. İbn Hümâm´ın Zâd-el-Fâkîr adlı eserinde böyle denilmiştir. Kezâ «ve asâ ademü rabbehü» ayetini «ve asâ Ademe rabbühü» okumak da ekser ulemaya göre namazı bozar.

«Fesee matar-ül-münzerîn» ayetini «Fesee matar-ül-münzirîn» şeklinde okumak «iyyâkena´büdü» yi «iyyâkina´büd» çevirmek; musavvir musavver okumak da böyledir. Ancak, musavvere şeklinde okuyup da bu kelimenin üzerinde durursa namaz bozulmaz. Nevâzil´de bunların hiç birinde namazın bozulmayacağı bildirilmiştir. Fetvâ bununla verilir. Bezzaziye ve Hulâsa. Şeddeli bir kelimeyi şeddesiz okumak hususunda bezzaziye´de şöyle denilmiştir: kuttilü tâktîla yı kutilü tâktîla okumakta olduğu gibi manayı değiştirmezse namazı bozmaz. Rabbi-n-nâsi, Ve zallelnâ aleyhim ül gamam, in nennefse-l-emmâratün bis sûi âyetlerini rabb-in-nâs, ve zalelnâ aleyhim. Leemâratün bis sûi okumakta olduğu gibi manayı değiştirirse ulema ihtilâf etmişlerdir. Ekseriyet bozduğuna kâildir»

Feth-ul-kadîr´de bildirildiğine göre umumiyetle ulema bir kelimede uzatmayı ve teşdidi terk etmenin i´râb hatası gibi olduğunu söylemişlerdir.

Onun için bir çokları «rabb il âlemîn» ve «iyyâke na´büd» cümlelerini şeddesiz okumakla namazın bozulacağını bildirmişlerdir. Çünkü iyyâ kelimesi şeddesiz iyâ okunursa güneş manasına gelir. Esah olan kavil bozulmamasıdır. iyyâ yı iyâ okumak az kullanılan bir lugattır. Müteehhirînin kavline göre buna hacet yoktur. Buna binâendir ki evvelce geçtiği vecihle «ekber in hemzesi uzatılırsa namaz bozulur demişlerdir.» Şeddesiz bir kelimeyi şeddeli okumak hususunda Münye şârihi şöyle demiştir: Şeddesizi şeddeli okumanın hükmü hilâf ve tafsilât hususunda aksinin hükmü gibidir. Bir kimse: Efeaynâ şedde ile yahud ihdina-s-sırât yı ihdinel sırât şeklinde lamlı okusa namazı bozulmaz.»

Ben derim ki: Bezzâziye sahibi ülêike hüm ül âdun âyetindeki ü şedde ile okursa namazının bozulacağına cezm etmiştir. Yine Bezzâziye sahibinin bildirdiğine göre bir kimse namazda manayı değiştirmeyen bir harf ziyâde ederse tarafeyne göre namaz bozulmaz. Ebû Yusuf´tan iki rivayet vardır. Nitekim: ve enhâ an il münker ve kezâ veyeteadde hududehü yudhılhüm nârâ okumak böyledir. Manayı değiştiren bir harf ziyade ederse namaz bozulur. Meselâ: zerâbi yerine zerâbib, Mesâni verine mesânin okumak ve kezâ: «Ve inneke lemine-l mürselin» şeklinde (vav) ziyâdesiyle okumak namazı bozar. Yani bu şekilde okumakla kasemin cevabını kasem yapmış olur. Nitekim Hâniye´de bildirilmiştir. Lâkin Münye´de bozulmaması gerekir. denilmiş: şerhinde şu cümlelerziyâde edilmiştir: «Çünkü bu çirkin bir değiştirme değildir. Cümle Kur´an olmaktan çıkmış değildir. Bunu kasem yapıp cevabı mahzûftür demek te câizdir. Nitekim Vennâziât garkan ilh ayetinde cevab mahzûftür.

Ben derim ki: Zâhire göre zerâbib ve mesânin gibi kelimelerde namaz müteehhirin ulemâya göre de bozulur. Çünkü bu babta hilâftan bahis etmemişleridir.

Bir kelimeye bir harfi bitiştirmekle namaz bozulmaz. Bezzâziye´de: «sahih olan bozulmamasıdır.» denilmiştir. Buna misâl: İyyâkenâ´büd dür. Münye´de şöyle denilmiştir: «Umumun kavline göre namaz bozulmaz. Bazılarının kavline göre bozulur. Bir takımları tafsilâta gitmiş ve: Kur´an´ın nasıl olduğunu bilir fakat diline öyle geliverirse bozmaz. Ama Kur´an böyledir diye itikad ederek okursa bozar demişlerdir.» Münye şârihi de bu söze şunları ilâve etmiştir: «Anlaşılıyor ki bu ihtilâf ancak (iyyâ) ve benzerleri üzerinde durulduğuna göredir. Aksi takdirde aklı başında olan bir kimsenin bunda namazın bozulacağını tevehhüm etmesi layık değildir.»

T E T İ M M E: Bir kelimeyi yarıya bölmeye .gelince: Hulvâni bunun namazı bozacağına fetvâ vermiştir. Ulemanın umumu bozmadığını söylemişlerdir. Çünkü nefesin kesilmesi ve unutma hususunda belvâ umumidir. Şu izâha göre bir kimse bunu kasten yapsa bozulması gerekir. Bâzıları: Kelimenin bütününü söylemek namazı bozarsa yarısını söylemek de bozar. Aksi ise bozmaz, demişlerdir.

Kâdıhân: «Sahih olan budur. Kasid hâlinde bununla amel etmek evlâdır. Zarûret hâlinde âmmenin kavli ile amel edilir.» diyor. Tamamı Münye şerhindedir. «Durmakla ve başlamakla olursa manayı değiştirse bi1e namaz bozulmaz.» Bu hususta Bezzâziye sahibi şunları söylemiştir: «Başlamak manayı fena halde değiştirmezse namazı bozmaz. Meselâ: şart ve ceza cümlesinde şartta durmak, ceza ile başlamak ve kezâ sıfatla mevsuf arasında durmak böyledir. Manayı değiştirirse Meselâ: «Şehide ellâhü enneh tâ ilâh» diyerek dururda sonra: «illâhu» diye başlarsa ulemanın umumuna göre namaz bozulmaz. Çünkü avâm takımı böyle şeyleri ayıramazlar. Bir kimse: diyerek dursa da sonra geri kalanını okusa bilittifak namazı bozulmaz.» Münye şerhinde: «sahih olan bunların hiç birinde namazın bozulmamasıdır.» denilmiştir. «Bununla fetvâ verilir. Bezzâziye.» Bu ibâreden anlaşıldığına göre Bezzaziye sahibi bunu bütün yukarıda gecenler hakkında söylemiştir. Halbuki öyle değildir. O bunu yalnız i´rabta hata hakkında söylemiştir. Bütün yukarıda geçenler hakkında Bezzâziye´nin ibâresini biz sana yukarıda naklettik. Tedebbür eyle! Ancak «rabb-il-âlemîn ilah...» ibaresini Hâniye sahibi ebû âlâ Nesefî´ye nisbet etmiş; sonra şunları söylemiştir: «Ulemanın umumuna göre teşhidi ve meddi terk etmek i´rabda hatâ etmek gibidir. Müteehhirînin kavline göre namazı bozmaz. Bezzâziye´de şöyle denilmiştir: Bir kimse iyyâke veya rabb-il-âlemin kelimelerinde teşdidi terk ederse muhtar olan şudur ki âmmenin kovline göre her yerde namazı bozmaz.» Bu kavlin esah olduğunu feth-ul-kadîr´den nakletmiştik. Binâenaleyh şârihin tercih ettiği kavl zaiftir. Şu da var ki manayı değiştirirse bozulmaz. Kavlini tercih ettikten sonra bunu söylemenin bir manası yoktur. Çünkü fark yoktur. Teemmül eyle!

METİN

Eğer bir kelime ziyâde veya noksan eder yahud bir harf noksan bırakır veya onu önce söyler yahud başka bir harfle değiştirirse meselâ: min semerihi izâ esmere vestahsada ceddü rabbinâ şeklinde okur veya infeceret yerine infereceb, evvêb yerine eyyâb derse mana değişmedikçe namaz bozulmaz. Ancak Dâd ile zâ gibi birbirinden ayrılmaları güç olan harflerde ekser ulema namazın bozulmayacağını söylemişlerdir, Bir kelimeyi tekrarlamakta böyledir. Bakâni manayı değiştirdiği takdirde tekrarın namazı bozacağını sahih bulmuştur. Rabbi rabb il âlemîn okumak böyledir. Çünkü izâfet vardır. Nitekim bir kelimenin yerine başka bir kelime okurda mana değişirse hüküm budur. İnnel füccâra lefi cennâh okumak böyledir. Tamamı mufassal kitablardadır.

İZAH

Bilmelisin ki, ziyâde edilen kelime yâ Kur´an´da vardır; yahud yoktur. Her iki surete göre yâ mana değişir yahud değişmez; Manayı değiştirirse mutlak surette namazı bozar. İyilik işler ve küfür ederse sevapları kendilerine verilir. Ve kezâ ve emmâ semudü fehedeynâhüm ve asaynâhüm Semude gelince onlara hidâyet verdik

ve kendilerine isyân ettik, şeklinde okumak böyledir. Manayı değiştirmezse bakılır: vebil vâlideyni ihsanâ vebirrâ Kur´an´da mevcud olursa bütün ulemaya göre namaz bozulmaz. Kur´an´da yoksa meselâ: fâkihetün ve nahlün ve tüffahun ve rummanün gibi ve kezâ şârihin verdiği misâlde olduğu gibi okursa namazı bozmaz. Fakat ebû Yusuf´a göre bozulur. Çünkü Kur´an´da yoktur. Feth-ul-kadîr ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Şârih kelime noksan etmeye misal vermemiştir. Münye şerhinde şöyle deniliyor: «Bir âyetten bir kelime bırakırsa mana değişmedikçe namaz bozulmaz. Meselâ: vecezâü seyyietün mislühâ okuyarak âyetteki ikinci seyyieh´i bırakmak böyledir. Fakat mana değişirse meselâ: femâ lehüm yü´minun şeklinde okurda âyetteki lâ yı bırakırsa umumiyetle ulemaya göre namaz bozulur. Bozulmayacağını söyle yenlerde olmuştur. Sahih olan kavil birincisidir.

Harf noksan etmeğe gelince: Malûmun olsun ki bırakılan harf kelimenin aslî harflerindendir; yahud değildir. Her iki hâle göre manayı ya değiştirir; yahud değiştirmez. Haleknâ yı noktasız «Ha» ile ve cealnâ yı cimsiz okuduğunda olduğu gibi manayı değiştirirse İmam-A´zam´la İmam Muhammed´e göre namaz bozulur. Kezâ vema haleknâzzekere vel ünsâ âyeti (Vâv) ı terk ederek okursa namaz bozulur. Ulema ebû Yusuf´un kavline göre bozulmayacağını söylemişlerdir. Çünkü okunan kısım Kur´an´da vardır. Hâniye.

Noksan edilen harf manayı değiştirmezse mesela: Nahivde ki şartlarına uygun olarak münâdayı terhîm sureti ile ya melik yerine ya mali derse bil´ittifak namazı bozulmaz. Bunun bir örneği de tealâ ceddü rabbinâ âyetini teale ceddü rabbinâ okuyarak yâ yı hazif etmektir ki, ittifaken namaz bozulmaz. Nitekim Münye şerhinde bildirilmiştir. Tatarhâniye´de de bildirilmişse de ittifaken denilmemiştir.

Bir harfi yerinden önce okumak hususunda fetih´de şöyle denilmiştir: «Manayı değiştirirde meselâ: kasverah kelimesini kavserah şeklinde okursa namaz bozulur. Değiştirmezse İmam Muhammed´e göre bozulmaz Ebû Yusuf buna muhâliftir» Bunun bir misâlide enfeceret kelimesini enferecet okumaktır.

Bir harfi başka bir harfle değiştirmek ya peltek kimsede olduğu gibi âcizlikten dolayıdır. Bunun hükmünü imamlık bâbında görmüştük. Yahud hatâ yolu ile olur. Bu takdirde manayı değiştirmez ve misli Kur´an´da da mevcud olursa. meselâ: innelmüslimûne şeklinde okursa namaz bozulmadığı gibi kayyâmîne bilkıstı okumakla ve şârihin misâlindeki eyyâb şekli ile dahi tarafeyne göre namaz bozulmaz.

Ebu Yusuf´a göre bozulur. Manayı değiştirirse tarafeyne göre namaz bozulur. Misli Kur´an´da yoksa ebû Yusuf´a göre de bozulur.

Bir kimse eshabis-sâîr´i eshabiş-şâîr okursa namazı bilittifak bozulur. Meselenin tamamı fetih´tedir. Birbirinden ayrılmaları güç olan harfler hakkında Haniye´de ve Hulâsa´da şöyle denilmiştir: «Harf yerine harf değiştirdiği ve mana değiştiği zaman kaide şudur: O iki harfin aralarını zahmetsizce ayırmak mümkünse namaz bozulur. Za ile da, sa ile se ve ta ile te gibi birbirlerinden güçlükle ayrılırlarsa ekser ulema namazın bozulmadığını söylemişlerdir. Hızânet-ül-ekmel nâm kitabda bil-dirildiğine göre Kadı ebu âsım: «Bunu kasden yaparsa namaz bozulur. Diline geliverdi ise yahud iki harfin birbirinden nasıl ayrılacağını bilmezse bozulmaz.» demiştir.

Hılye sahibi: «Muhtar olan kavil budur.» demiş; Bezzaziye´de dahi en âdil kavil bu muhtar olanda bu olduğu kayt edilmiştir. Tatarhâniye´de Hâvî´den naklen şöyle denilmiştir: «Saffar´dan rivayet olduğuna göre kendisi: Hatâ harflerde olursa namazı bozmaz. Çünkü belvayı âm vardır; insanlar harfleri ancak güçlükle çıkarırlar. demiştir. «Yine Tatarhâniye´de şu satırlar vardır: «İki harfin arasında mahrec birliği ve yakınlığı olmayıp yalnız umumi belvâ varsa meselâ avam: sâd yerine zel, zel yerine keskin zâ, dâd yerine yerine tâ okursa bazı ulemaya göre namaz bozulmaz.» Ben derim ki: Bu izaha göre sâ yı sine, zamanımızdaki avâmın konuştukları gibi kâfı hemzeye çevirmekle namazın bozulmaması gerekir. Çünkü avam bunların orasını ayıramıyor. Zâl ile zâ gibilerinin arasını ayırmak kendilerine son derece güç geliyor. Bâhusus Kâdı ebu Asım ile Saffar´ın sözlerine göre namazın bozulmaması icap eder. Bütün bunlar müteehhirînin sözleridir. Bunun daha geniş ve kolaylıklı, mütekaddimînin kavlinin ise daha ihtiyatlı olduğunu gördün. Münye şârihi şöyle diyor: «Ehli tahkik ulemanın sahih buldukları ve üzerine mesele tefrî ettikleri kavl budur. Hangisini istersen onunla amel et! Ama ihtiyat evlâdır. Bilhassa kulun ilk hesâba çekileceği namaz meselesinde ihtiyata rîâyet etmelidir.» Bir kelimeyi tekrarlamak hususunda Zâhîriye sahibi şunları söylemiştir: «Bir kelimeyi tekrarladığı takdirde mana değişmezse namaz bozulmaz.

rabbi rabbülalemin suretlerinde olduğu gibi miliki mâlikiyevmiddin mana değişirse bazıları bozulmayacağını söylemişlerse de doğrusu bozulmaktır. Bu fasıl dikkat icap eden bir fasıldır. Zira bunda incelik vardır. Burada namazın bozulup bozulmadığını ayırmak ancak muzâf ve muzâf ileyhi bilmekle mümkün olur.»

Ben derim ki: Bundan anlaşılan, namazın bozulmasının bunu bilmeğe bağlı olmasıdır. Bilmezse yahud izâfet manasını kast etmeden diline geliverirse veya sırf harflerin mahreçlerini düzeltmek için kelimeyi tekrarlarsa namazın bozulmaması gerekir. Hiç bir şey kast etmeden tekrarlaması da böyledir. Çünkü hem izâfet hem te´kide ihtimali vardır. İzâfet ihtimaline göre de birinci kelimenin mahzûfe izâfet edilmiş olması ihtimali vardır. İhtimal bulununca bozulma hükmü ortadan kalkar. Çünkü hata yüzde yüz belli değildir. Evet, hepsini izâfeyi kast ederse namazın bozulacağında hatta bunun küfür olduğunda şübhe yoktur. Benim anladığım budur. Bunu teemmül et! Bir kelimenin yerine başka bir kelime okumak dört şekilde olur. Çünkü okuduğu kelime munayı yâ değiştirir ya değiştirmez. Her iki ihtimâle göre ya Kur´an´da vardır yahud yoktur. Manayı değiştirirse namaz bozulur. Lâkin fela´netullahi alelmuvahhidîn gibi değişikliklerde bilittifak, şârihin verdiği misâl gibilerde sahih kavle göre bozulur. Çünkü Kur´an´da vardır. Fetih ve diğer kitablarda namazın bozulması «tam olarak durmazsa» diye kayıtlanmıştır. Tam olarak innel füccâra diye dururda sonra: kısmını okursa namaz bozulmaz. Mana değişmezse namaz bozulmaz. Lâkin errahmânil kerîm gibi değişiklikte bilittifak innel müttegîne le fi besatîn gibi yerlerde imam ebû Yusuf muhâlif olarak bozulmaz. Nesebi değiştirmek de bu nevidendir. Meselâ meryemübnetü ğaylen okusa bilittifak namazı bozulur.

Îsebnü lugmân okumakta böyledir. Zira kasden okunması küfürdür. okumak böyle değildir. Nitekim fetih´de beyan edilmiştir. Allah-u-Alem.

METİN


Yazıya bakmak ve anlamak, mekruh olmakla beraber velev ki anlamak niyetiyle baksın namazı bozmadığı gibi esah kavle göre ovada veya büyük mescidde secde yerinden birinin geçmesi yahud evde veya küçük mescidde önünden yani kıble divarı tarafından geçmesi - kadın veya köpek bile olsa - mutlak surette namazı bozmaz. Çünkü bu bir yer gibidir. Namaz kılan yüksek bir yerde olurda aşağıdan onun önünden geçerse geçenle kılanın bazı uzuvları bir hizâya gelmek şartıyla de namaz bozulmaz.

İZAH

«Velev ki anlamak niyetiyle baksın» sözü ile şârih bazılarının: «Anlamak niyetiyle bakarsa imam Muhammed´e göre bozulur.» İddialarının reddine işaret etmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Sahih olan kavil bilittifak bozulmamasıdır. Çünkü o kimseden bir fiil sâdır olmamıştır. Bir de ihtilaf şüphesi vardır. Ulema fetih´in yazdığı cüzü namazda önüne koymaması gerekir. Çünkü olurda gözü o cüze değine ilişir ve anlarsa o işe ihtilâf şübhesi karışır. Demişlerdir.» Yani kasten bakarsa demek istemişlerdir. Çünkü ihtilâfa mahal olan odur. Bakmanın mekruh olması namaz amellerinden olmayan bir işle meşgul olduğundandır. Ama kasıtsız olarak gözüne ilişirde anlarsa mekruh olmaz. T. «Secde yer»nden maksat, ayaklarıyla secde ettiği yerin arasıdır. Nitekim Dürer´de böyle denilmiştir. Bu ve bundan sonraki kayıtlar günaha girmek için muteberdir. Yoksa namaz mutlaksurette bozulmaz. Şârih´in «esah kavle göre» diyerek anlattığını Şems-ül-eimme. Kâdıhân ve Hidâye sahibi tercih etmişlerdir. Bu kavli Muhit sahibide beğenmiş Zeyleî ise sahih kabul etmiştir. Bu kavlin mukabili: Huşû ile namaz kılan bir kimsenin secde mahalline bakarken önünden geçene gözü ilişecek kadar olmasıdır. Timurtâşi ve Bedâyi sahibi bu kavli sahih bulmuşlar: Fahr-ul-islâm, Nihâye ve feth-ul-kadîr sahipleri dahi bunu tercih etmişlerdir. İnâye sahibi birinci kavli ikinciye ircâ ile secde yerini yakına hamletmiştir. Bahır sahibi ise ona muhalefet ederek birinci kavli sahih bulmuştur. Ben Bahır üzerine yazdığım derkenarda Tecnis´den naklen İnâyenin Söylediklerine delâlet eden sözler söyledim. Oraya müracaat edebilirsin «Kıble divarı tarafından geçmesi»nden murad: Ayaklarının yeri ile kıble divarı arasıdır. Bu sütre olmadığına göredir.

Tecnisîn ibâresi şudur: «Sahih olan gözünün erdiği nıîktardır ki o da secde ettiği yerdîr. Ebû Nasr ilk saf ile imamın durduğu yerin arası miktardır. Bu söz birincinin aynidir. Lâkin ibâre değişiktir. Bizim üstâdımız Minhâc-ül-eimme´den okuduğumuza göre, huşû sahibleri gibi namaz falan birinin geçene gözü ilişecek kadar yerden geçmesidir. Bu ibâre daha açıktır.» Hidâye sahibinin eseri olan Tecnîsin ibâresi burada sona erer. Bütün kavilleri bak nasıl birleştirerek bir kavil hâline getirmiştir. İhtilâf sâdece ibârededir. Manada ihtilâf yoktur. Bu söz Şeyh Ekme-d-dîn´in İnâye nâm eserinde söylediklerine açık bir delildir. Sütre bulunursa onun arkasından geçmesi zarar etmez. Nitekim izâhı gelecektir.

Zâhire göre «Ev» tâbirinde büyük hânede dahildir. Kuhistânî´de: «Küçük mescidin hükmünde ev hânenin de dâhil olması gerekir.» denilmiştir Küçük mescid altmış arşından az olandır. Bazıları kırk arşından az olandır demişlerdir ki, muhtar olan kavil budur. Nitekim Cevâhir´de de buna işaret edilmiştir. Küçük mescidin ve evin bir yer hükmünde olması, iki saf miktarı fâsılanın imama uymaya mâni sayılması cihetindendir. Çünkü bir yer sayılmıştır. Büyük mescid böyle değildir. Zira büyük mescidde bu miktar mâni sayılır. Burada öyle değildir. Namaz kılanın önündeki mesâfe kıble divarına kadar bir yer sayılır. Büyük mescid ve ova böyle değildir. Çünkü ona da bu hüküm verilse geçenlere güçlük lazım gelir. Binaenaleyh secde yerine munhasır olmuştur. Bu mahali izah ederken benim anladığım budur.

«Kadın veya köpek bile olsa» cümlesi mutlakın beyanıdır. Şârih bununla Zâhiriye fırkasına red cevabı vermeği işaret etmiştir. Onlar: «Namaz kılanın önünden kadın, köpek ve eşekin geçmesi namazı bozar.» demişlerdir. Ayni zamanda: «Kara köpeğin geçmesi namazı bozar.» diyen İmam Ahmed´e de red cevabıdır. Bir de bu hususta rivayet edilenlerin nesh edilmiş olduğuna işarette bulunmuştur. Nitekim Hılye´de tahkiki yapılmıştır.

Önünden geçenin bazı uzuvlarının namaz kılanın uzuvları hizâsına gelmesi hususunda Münye şârihi şunları söylemiştir: «Şüphesiz ki maksat gecen kimsenin âzasının namaz kılanın bütün uzuvları hizâsına gelmesi değildir. Çünkü bu ancak geçilen yerle namaz yerinin yükseklik ve alçaklıkta müsâvi olmasiyle mümkündür. Maksat bazı uzuvların bir hizaya gelmesidir. Bu geçenin başı namaz kılanın ayakları hizasına gelmekle de olur.» Lâkin Kuhistânî´de bildirildiğine göre âzanın âza ile bir hizâda bulunmasında gecenin bütün uzuvları müsâvidir. Sahih olan budur. Nitekim tetimmedeböyle denilmiştir. Bazılarının dediğine göre namaz kılanın bütün uzuvları, diğer bazılarının dediklerine göre ekserisi bir hizâda bulunacaktır. Nitekim Kirmâni´de böyle denilmiştir. Bu gösteriyor ki daha azı veya yarısı hizâya gelirse mekruh olmaz Zâd namındaki kitabta: «Geçenin alt yarısı namaz kılanın üst yarısı hizâsına gelirse mekruh olur. Nasıl ki geçen kimse at üstünde bulunursa böyle olur.» denilmiştir. Teemmül eyle!

METİN

Ev üzeri, karyola ve geçenin boyundan az olan her yüksek yer dahi ayni hükümdedir. Bazıları sütreden az olan yükseklik demişlerdir. Nitekim gurer-ül-ezkâr´da bildirilmiştir. Velev ki geçen kimse bunda günahkâr olsun. Çünkü Bezzâr hadisinde: «Namaz kılanın önünden geçen kimse yüklendiği günahı bir bilse kırk yıl durur; geçmezdi.» buyurulmuştur. Günah hâil (perde) bulunmadığı zamandır. Velev ki secde ettiği zaman kalkıp sonra tekrar yerine inen perde olsun. Ama safta boş yer bulunursa giren kimse o yeri doldurmayanın önünden geçebilir. Çünkü o kimse kendi hürmetini iskât etmiştir. Agah ol!

İZAH

Bazıları sütreden murad bir arşından az olan yükseklik demişlerdir. Bahır sahib; diyor ki: «Bu yanlıştır. Zira böyle olmuş olsa hayvan üzerinde geçmenin mekruh olmaması icap ederdi.» Bu sözün bir mislide Fetih´tedîr. «Velev ki geçen kimse bunda günahkar olsun.» sözü namazın bozulmadığına mubâleğâdır. Çünkü günah fesadı istilzam etmez. öyle anlaşılıyor ki, geçen kimse günahkar olur. Velev ki namaz kılanın önünde sütre bulunmasın. Bu manayı ifade eden sözleri bizde söyleyeceğiz. Ve namaz kılana günah olmadığını bildireceğiz. Lâkin Hılye sahibi şunları söylemiştir. «Fukahadan bazıları burada dört suret olduğunu bildirmişlerdir.

Birincisi: Geçen kimsenin namaz kılanın önünden geçmemek imkânı bulunması ve namaz kılanın işe karışmaması hâlidir. Bu takdirde günah yalnız geçene ait olur.

İkincisi: Bunun mukabilidir. Yani geçmeğe namaz kılanın sebep olması, geçenin oradan geçmekten başka çâresi bulunmamasıdır. Bu takdirde günah yalnız namaz kılana mahsustur. Geçene günah yoktur.

Üçüncüsü: Geçmeğe namaz kılanın sebep olması ve geçenin oradan geçmekten başka bir çaresi bulunmasıdır. Bu takdirde ikiside günahkar olurlar. Namaz kılan geçmeğe yol verdiği için, geçende bunu yapmamak elinde olduğu halde geçtiği için günaha girerler.

Dördüncüsü: Namaz kılanın yol vermemesi, geçeninde başka çaresi olmaması halidir. Bu takdirde ikiside günahkar olmazlar. Şeyh Takıyyiddîn ibn Dakik-ıl-lyd bunu böyle nakletmiştir.»

Ben derim ki: Hılye sahibinin sözünden anlaşıldığına göre bizim mezhebimizin kaideleri de buna aykırı değildir. Zira kendisi bunu söylemiş ve ikrar etmiştir. Bazıları bunu Bedâyi sahibine nisbet etmişlerse de ben Bedâyi´de görmedim. Olmuş olsa Hılye sahibi onu Şâfiilerden nakletmezdi.

Öyle anlaşılıyor ki, şu mesele ikinci sûretindir: Cemâat namaza kalktıklarında bir kimse mescidin kapısında namaza dursa. dışarıdan gelen onun önünden geçebilir. Nitekim gelecektir. Bir kimsekendi erâzısinde umumî yola karşı namaza dursa üçüncü suretten olur. Çünkü geçen kimse durmakla emir olunmuştur, Velev ki başka yol bulamasın. Nitekim hadislerin mutlak ifâdesinden de anlaşılmaktadır. Evet o kimse geçmekle mecbur değilse başka yol bulamasa bile durmalıdır. Bu izah onun durma imkanına göredir. Ama başka bir yol bulur yahud namaz kılanın arkasından veya önden uzak bir yerden geçmek imkânı bulursa o zaman yine üçüncü suretten olur. Aksi halde ikinci surettendir. Binaenaleyh bir kimse umumi yol üzerinde namaz kılsa namazı muhterem değildir. Nitekim safta boş yer varken arkasında kılanın namazı da öyledir. Böyleleri başkalarının hakkına tecavüz ettikleri için önlerinden geçmek memnu değildir.

T E N B İ H :
Medenî haşiyesinde beyân olunduğuna göre Kâbe´nin içinde namaz kılanın, makam-ı İbrahim´in arkasında ve tavaf yerlerinin etrafında kılanların önlerinden geçmek memnu değildir. Çünkü, İmam Ahmed´le ebû Dâvud´un Muttalip bin ebî Vedâa´dan rivayet ettikleri bir hadiste hazreti Muttalip: «Ben Peygamber (s.a.v.)i beni sehim kapısının bulunduğu tarafta namaz kılarken gördüm. İnsanlar önünden geçiyorlardı. Aralarında sütrede yoktu.» demiştir. Bu hadisin tavaf edenlere hamledildiği anlaşılıyor. Çünkü tavaf namazdır. Ve sanki önünde namaz kılanların safları varmış gibi olur. Bu beyanın bir misli de Bahrı Amiktedir. İzzeddin ibn Cemâa onu Tahavî´nin Müşkilâte-I-âsar adlı kitabından nakletmiştir. Molla Aliyyülkâri´de Mensik kebîrinde nakletmiştir. Hac bahsinin ihram bâbında inşâallah bunu te´yid eden sözler gelecektir. Hılye´de bildirildiğine göre Bezzâr hadisi sahihaynda şu lafızladır: «Namaz kılanın önünden geçen kim&e üzerine ne aldığını bilse onun için kırk yıl beklemek önünden geçmekten daha hayırlı olurdu.» Bu hadisin râvilerinden Ebu-n-Nadir: «Rasûlüllah (s.a.v.) kırk gün mü dedi yoksa kırk ay veya kırk yıl mı dedi bilemiyorum.» demiştir. Hılye sahibi diyor ki: «Bu hadisi Bezzar tahric etmiş ve kırk yıl demiştir.» Buharî´nin bazı rivayetlerinde: «Üzerine ne derece vebâl aldığını bilse...» denilmiştir.

«Velev ki secde ettiği zaman kalkıp sonra tekrar yerine inen perde olsun» cümlesinden murad: Secde ettiği vakit başının hareketiyle kalkan sonra tekrar yerine inen perdedir. Bu sureti Sa´di Çelebi Hidâye sahibi nâmına cevap olarak zikir etmiştir. Hidâye sâhibi hududun secde yeri olduğunu tercih etmiştir. Nitekim musannıf da bu yoldan yürümüştür. Hidâye sâhibine itiraz edilmiş ve: «Arada divar veya direk gibi bir mânı bulunursa önünden geçmek mekruh değildir. Mâni secde yerinde bulunamaz.» denilmiştir. Sa´di Çelebi bu itirazına cevap vermiş ve: «Asılı bir yerde olması câizdir. Rükû veya secde ettiği zaman namaz kılanın başı onu secde yerinden giderir. Sonra kalktığı veya oturduğunda tekrar yerine döner.» demiştir. Bu şöyle olur: Perde meselâ: Tavana asılarak sarkıtılır. Namaz kılan ona yakıncacık durur. Secdeye gittiğinde perde sırtına düşer. Secdesi perdeden hâric kalır. Kalktığı veya oturduğu vakit yere sarkar. Ve örter.

«Ama safta boş yer bulunursa mescide giden kimse orayı doldurmak için namaz kılanın önünden geçebilir.» Bu hususta Kınye´de şöyle deniliyor: «Bir kimse mescitte son safa dururda diğer saflarla arasında boş yerler bulunursa mescide giren saflara yetişmek için onun önündengeçebilir. Çünkü o kimse kendi hürmetini yitirmiştir. Binaenaleyh önünden geçen günahkâr olmaz. Firdevs´de ibn Abbâs (r.a.)dan rivayet edilen su hadis buna delâlet eder: «Rasûlüllah (s.a.v.): Bir kimse bir safta boş yer görürse onu bizzat doldursun. Bunu yapmazda önünden biri geçerse boynunun üzerinden adımlayıp gitsin. Zira onun hürmeti yoktur. buyurmuşlardır.»

Ben derim ki: Boynunun üzerinden adımlamaktan murad: Ensesine basmak değildir. Çünkü bu o kimsenin ölümüne sebep olabilir ve câiz değildir. Maksat üzerinden adımlamaktır. Üzerinden adımlayıp geçmek câiz olunca önünden geçmek haydi haydi câizdir.

Sonra bu mesele musannıfın: «Velev ki gecen kimse bunda günahkar olsun.» sözünden istisnâ gibidir. Kâbenin içinde, makam-ı İbrahim´in arkasında ve tavaf yerinin kenarlarında namaz kılanların önlerinden geçenler dahi istisnâ edilirler.

TETİMME: Garib-ir-Rivaye´de bildirildiğine göre büyük dere ve kezâ büyük havz sütre sayılmaz.

Öyle anlaşılıyor ki bu mesele küçük mescidin içinde büyük dere farz edilerek takrir edilmiştir. Büyük mescidde veya ovada olursa büyük dere sütre sayılmasa bile mekruh olan secde yerinden yahud oraya yakın yerden geçmektir. Büyük derenîn arkasından geçen namaz kılana uzak bulunur.

Kuyu sütredir. Bir kimse namaz kılanın önünden geçmek isterse elinde bir şey bulunduğu takdirde onu namaz kılanın önüne koyar. Sonra geçer ve o şeyi alır. İki kişi geçmek isterse biri namaz kılanın önünde durur. Diğeri geçer. Öteki de öyle yapar. Yanında hayvan olurda onun üzerinde geçerse günahkar olur. İner ve hayvanı sütre yaparak geçerse günahkar olmaz. İki kişi birbirleri hizâsında geçerlerse namaz kılan tarafında olan günahkar olur. Kınye.

Ben derim ki: Elinde bastonu olurda kendiliğinden yerde durmazsa onu eli ile tutarak arkasından geçtiği takdirde kâfi gelir mi? bunu bir yerde görmedim.

neslinur
Sat 27 March 2010, 12:59 pm GMT +0200
METİN

İmam ve kezâ yalnız kılan kimse sahrada ve benzeri yerlerde üç arşından yakın olmak üzere iki kaşından biri hizâsına bir arşın uzunluğunda ve bakan görsün diye bir parmak kalınlığında bir sütre diker. Bu menduptur. Bedâyi. Sütre iki gözünün arasına dikilmez. Sağ kaşının hizâsına dikmek efdaldir. Sütreyi yere bırakmak veya çizgi çizmek kâfi değildir. Bazıları kâfi olduğunu söylemişlerdir. Çizgi uzunluğuna çizilir. Mihrap şeklinde çizileceğini söyleyenlerde vardır.

İZAH

İmama uyan cemâata imamın sütresi kâfidir. Nitekim gelecektir. Sahra ve benzeri yerlerden murad: Önünden geçilmek korkusu olan her yerlerdir. Bahır´da Hılye´den naklen şöyle denilmiştir: «Sahra ile kayıtlaması ekseriyetle namaz kılanın önünden sahrada geçildiği içindir. Yoksa nerde olursa olsun önünden geçileceğinden korkuluyorsa sütreyi terk etmek mekruhtur.» Sütrenin bir arşın uzun olması en az miktarıdır. T. Anlaşılan arşından murad: Şâfiîlerin açıkladığı el arşınıdır ki, iki karış boyundadır. Musannıf gibi Hidâye sahibide kalınlığının bir parmak miktarı olacağını kayıt etmiştir. Lâkin Bedâyi sahibi bunun zaif bir kavl olduğunu söylemiştir. Ona göre kalınlığa itibar yoktur. Öyle görünüyor ki, mezhepte budur. Bahır.

Hâkimin rivayet ettiği ve Müslim´in şartı üzere olduğunu söylediği şu hadisde bunu te´yid eder: «Peygamber (s.a.v.): Sütre için semerin arka kaşı kadar bir şey kâfidir. Velev kıl kadar ince olsun! buyurdular.» Semerin arka kaşı: Semerin arkasındaki çubuktur. Nitekim Hılye´de böyle denilmiştir.

Sütre dikmek menduptur. Çünkü bir hadisi şerifte: «Biriniz namaz kıldığı vakit bir sütreye karşı kılsın. Kimseyi önünden geçirmesin!» buyurulmuştur. Bu hadisi Hâkim, imam Ahmed ve başkaları rivayet etmişlerdir. Münye´de sütreyi terk etmenin mekruh olduğu bildirilmiştir. Bu kerahet kerahet-i tenzihiyedir. Hadisdeki emri hakikatından değiştiren âmil ebû Davud´un Fazıl ile Abbas´dan rivayet ettiği hadistir. Bu hadiste: «Biz peygamber (s.a.v.) bizim bir çölümüzde ovada namaz kılarken gördük. Önünde sütre yoktu.» denilmektedir. İmam Ahmed´in rivayet ettiği bir hadisde: «İbn Abbâs ovada namaz kıldı. Önünde bir şey yoktu.» denilmiştir. Nitekim Şurunbulâliye´de beyan olunmuştur. Şârih: «üç arşından yakın...» diyeceğine «üç arşın miktarı» dese daha iyi olurdu. Çünkü Bahır´da Hılye´den naklen: «Sünnet, sütre ile namaz kılan arasındaki mesafe üç arşından fazla olmamaktır.» denilmiştir. T.

Şimdi şu kalır: Acaba bu, namazı sütreye karşı kılma sünnetini yerine getirmiş olmak için şartmı dır? Yani sütreyi üç arşından uzağa dikerse sütresiz kılmış sayılır mı? yoksa müstakil bir sünnet midir! bunu bir yerde görmedim.

Sütreyi sağ kaşının hizâsına dikmek efdaldir. Bunu Zeylei açıklamıştır. «Sütreyi dikemeyince yere bırakmak veya çizgi çizmek kâfi değildir.» Hidâye sahibi bunu tercih etmiştir. Gâyet-ül-Beyan´da bu kavl ebû Hanîfe ile imam Muhammed´e nisbet edilmiştir. Mezkûr kavli ulemadan bir cemâat şahih bulmuştur. Bunlardan biri de Kâdıhân olup: «Çünkü yere bırakmak maksadı ifâ edemez.» Şeklinde ta´Iilde bulunmuştur. Bahır.

Sütre bulamayan kimsenin yere bir çizgi çizmesi dahi iki rivayetten birine göre kâfi değildir; sünnete aykırıdır. Birçok ulema bu kavlı tercih etmişlerdir. Hidâye´de tercih edilen de budur. Zira bununla maksad hâsıl olmaz; çizgi uzaktan görünmez. Bazıları gerek sütreyi yere bırakmanın gerekse çizgi çizmenin kâfi geldiğini, bununla sünnet yerini bulduğunu söylemişlerdir. Nitekim bu kavli Kudûri imam ebû Yusuf´tan nakletmiştir. Sonra sütrenin genişliğine değil, uzunluğuna konulacağı bildirilmiştir. Tâ ki dikilmiş gibi olsun. Çizgi de sünnettir. Nitekim imam Muhammed´den rivayet edilen ikinci kavil de budur. Çünkü ebû Dâvud hadisinde: «yanında sopa yoksa çizgi çizsin!» buyurulmuştur. Bu hadis zaiftir. Ama faziletler hususunda onunla amel câizdir. Bundan dolayıdır ki Kemâl bin Hümâm: «Sünnet tâbi olunmağa daha layıktır.» demiştir, Bununla beraber yerdeki sütre az çok görünür. Zira maksat hayâl dağılmasın diye onu sütreye bağlamaktır. Bahır´da ve Münye şerhinde böyle denilmiştir. Hadisi zaif çıkaranlara imam Ahmed´le ibn Hibbân´ın ve diğer hadis ulemasının onu sahih kabul ettikleri hatırlatılarak itiraz olunur.

Çizgi uzunluğuna çizilir. Münye şerhinde kayıt edildiğine göre ebû Dâvud şöyle demiştir: «Ulemadan bazıları çizginin uzunluğuna çizileceğini, bazıları da genişliğine hilâl gibi çizileceğini söylemişlerdir.» Nevevî birinci kavlin tercih edildiğini söylemiş «Ta ki sütrenin gölgesine benzesin» demiştir. T.

T E N B İ H : Bir kimsenin yanında sütre bulunmazda elbise veya kitap gibi bir şey bulunursa onu önüne koymak kâfimidir değil midir? Ulema bundan bahis etmemişlerdir. Zâhire göre kâfidir. Nitekim Kemal bin Hümâm´ın yukarıda gecen ta´lilinden de bu anlaşılır. Kezâ elbiseyi yayarak üzerinde kılarsa kâfidir. Sonra ulemanın sözlerinden anlaşıldığına göre sütreyi dikmek mümkünse yere bırakmak kâfi gelmediği gibi yere koymak mümkünse çizgi çizmek de kâfi değildir.

METİN

Namaz kılan kimse önünden geceni def eder. Bu ruhsattır; terk edilmesi daha iyidir. Bedâyi. Bâkani diyor ki: «Önünden geçene vururda ölürse Şâfiî (radıyellahü anha)ye göre bir şey lazım gelmez. Mezhebimizin kitablarından anlaşıldığına göre bîz buna muhâlifiz. Def etmek tesbih, âşikâra okumak veya işaretle olur. Bize göre bundan fazlası yapılmaz. Kuhistâni. Tesbihle işaretin ikisi birden yapılmaz. Çünkü mekruhtur. Kadın el çarpar. Ama avuçlarını birbirine vurmaz. Erkek el çarpıp kadın tesbih etse namaz bozulmaz; fakat ikisi de sünneti terk etmiş olurlar. Tatarhâniye. İmamın sütresi bütün cemâata kâfidir. Önünden geçen kimse ve yol bulunmazsa sütreyi terk etmek câizdir. Fakat fiili evlâdır.

İZAH

Namaz kılanın önünde sütre olmayıp önünden biri geçerse yahud sütre ile o kimsenin arasından biri geçerse onu def eder. Nitekim Hılye ile Bahır´da böyle denilmiştir. Bunun ifâde ettiği mana geçen kimsenin günahkar olmasıdır. Velev ki sütre bulunmasın. Tatarhâniye´de bildirildiğine göre geçeni başka bir kimse def ederse ister namaz içinde ister dışında olsun beis yoktur.

Şâfiîlere göre önünden geçeni def etmek için vurmaktan başka çâre kalmazsa vurur. Zira Şâfiîler def etmek için hafif bir çâre aramanın lazım geldiğini açıklamışlardır. Nitekim saldırganı def etmek için de hafif çare aranır. Bizim mezhebimiz Şâfiînin kavline muhaliftir. Zira ulemamızın açıkladıklarına göre bu ruhsattır. Azîmet o kimseye dokunmamaktır. Ruhsat olunca selâmet sıfatiyle kayıtlıdır. Bunu Rahmetî söylemiştir. Hatta «işaretten fazla bir şey yapılmaz.» sözleri, ruhsatın işaretten ibaret olduğunu açıkça gösterir. Kavga ve çarpışmaya aslâ izin verilmemiştir. Gerçi bir hadiste: «Namaz kılan kimse onunla çarpışsın; çünkü o şeytandır.» Buyurulmuşsa da bu hadis nesih edilmiştir. (hükmü kalkmıştır.) Zira Zeyleî´de Serahsî´den naklen beyân olunduğuna göre çarpışma emri islâmın ilk zamanlarına; namazda bir işle meşgul olmak mubah olduğu zamana hamledilmiştir. Bize göre çarpışmak için izin verilmediğine göre o kimseyi öldürmek cinayet olur. Ve mûcebi olan kısas veya diyet lazım gelir.

Aşikara okumak´dan murad: sesini o anda okuduğundan daha fazla yükseltmektir. Anlaşılıyor ki bu gizli okunan namaza da şâmildir. Çünkü buna izin verilmiştir. Binaenaleyh mekruh değildir. Şu da var ki. azıcık âşikara okumak afv edilmiştir. Mekruh olan, namaz câiz olacak kadar okunandır. Esah kavîl budur. Nitekim Bahır´ın secde-i sehiv babında açıklanmıştır. Namaz kılan kimse bir veya iki kelimeyi âşikar okursa maksat hâsıl olur. Mahzurda lazım gelmez.

Önünden geçen kimseye işaret el ile başla veya gözle yapılır. Bahır. Bu söylenenlerden fazlası yapılmaz. Binaenaleyh elbisesinden çekilmez.acıtacak şekilde vurulmaz. Nitekim Kuhistâni´de Timurtâşî´den naklen beyan edilmiştir. Bundan şu hüküm çıkarılır: Bu hususta amel-i kesîr (çok meşgul olarak) namazı bozar. İki kavilden birine göre namazda yılan öldürmek bunun gibi değildir. Nitekim gelecektir. Kadın el çarpar, ama avuçlarını birbirine vurmaz. Belki sağ elinin parmaklarının sırtını sol elinin içine çarpar. Bahır ve diğer kitaplarda gayet-ül-beyan´dan naklen böyle denilmiştir. Lâkin bunun vechi açık değildir. Zira sağ elinin içi ile sol elinin üzerine vurmakta daha az amel vardır. (yani bu türlü hareket etmesi namaza zararı olmayan amel-i kalildir.) Galiba şârihi ibâreyi değiştirip kerahet yerini yani iki avucu birbirine çarpmanın mekruh olduğunu söylemeğe sevk edende budur.

İmamın sütresi bütün cemâata kâfidir. Şu halde imamın sütresi varsa küçük mescidin kıblesinden bir kimsenin geçmesi mekruh değildir. Bu umum mesbûkada şâmildir. Bunu Kuhistâni açıklamıştır. Zahirine bakılırsa o sütre ile iktifa edilir. Velev ki imamı namazını bitirdikten sonra olsun. Yoksa fâidesi ne olabilir! Ama şöyle denilebilir: Bunun fâidesi masbûkun müdrik gibi olduğuna tenbihtir. Namaza girmezden önce sütre dikmesi istenmez. Velev ki imamı selâm verdikten sonra sütresiz yalnız kılan hükmünde olması lâzım gelsin. Çünkü itibar namaza başladığı vakittedir. O vakitte bu adam imamının sütresi ile sütreli idi.

Önünden geçen kimse ve yol bulunmazsa sütreyi terk etmek câizdir. Yani önünden geçecek kimse bulunmayan bir yerde namaz kılar ve yola doğru dönmüş olmazsa sütreyi terk etmesi mekruh değildir. Zira sütre dikmek önünden geçenden korunmak içindir. Bahır sahibi Hılye´den naklen şunları söylemektedir: «Anlaşılıyor ki, evlâ olan, bu halde dahi sütre kullanmaktır. Velev ki terki mekruh olmasın. Çünkü sütreden başka bir maksat daha beklenmektedir ki o da sütrenin ötesindeki şeylere bakmamak ve hayalini sütreye bağlamakla kendini toparlamaktır.»

Fukahanın: «Yola doğru dönmüş olmazsa» diye kayıtlamaları, umumi yolda namaz kılmak sütreli olsun sütresiz olsun mekruh olduğu içindir. Zira yol, oradan geçmek için yapılmıştır. Haksız yere onu meşgul etmek câiz değildir. Nitekim Muhit´te beyan edilmiştir. Zâhirine bakılırsa buradaki kerahet, kerahet-i tahrimeyedir. Meselenin tamamı Bahır´dadır.

neslinur
Sat 27 March 2010, 01:01 pm GMT +0200
VİTİR VE NAFİLELER BABI



METİN


Her sünnet nâfiledir. Fakat aksi yoktur (yani her nafile sünnet değildir). Vitir namazı, amelen farz, itikaden vacip, sübûten sünnettir. Ulema bu husustaki rivayetlerin arasını bu şekilde bulmuşlardır. Bu izaha göre vitiri inkâr eden ikfar olunmaz. Yani küfre nisbet edilmez. Sabah namazı kılarken vitiri (kılmadığını) hatırlamak onu bozar. Şartı mevcut ise aksi de öyledir. İmameyn buna muhaliftir.

İZAH

Vitir veya vetr: Çiftin zıddı (yâni tek mânâsına) dır. Nâfile lûgatta ziyade demektir. Şeriatta ise aleyhinize değil, lehimize meşru olan ziyade ibâdettir.T.

«Her sünnet nafiledir.» Bu bâptan önce mekruhlar bahsinin sonunda sünneti. müekkede ve gayri müekkede kısımlarına ayırmış; bunu abdestin sünnetleri bâbında dahi anlatmıştık. Bunların hepsine nâfile adı verilir. Çünkü farzı tekmil için ziyade edilmişlerdir. Şârihin muradı başlıkta açık olarak sünnet tabirini kullanmadığı için özür dilemektir. Çünkü bu bap ayni zamanda sünnetleri de beyan için tahsis edilmiştir.

«Aksi yoktur.» ifâdesinden murad; lügat itibariyle aksi yoktur demektir. Çünkü fıkıh mantıkî kâideler üzerinde durmaktan uzaktır. Maksat her nâfile sünnet değildir demektir. Zira aynen kılınması istenmiş olmayan namaz nâfiledir: fakat sünnet değildir. Ayni istenilen namaz böyle değildir. Meselâ: Gece namazı, kuşluk namazı aynen istenilen namazlardır (ve sünnettirler).

Amelen farz demek, yapılması farz yani fiil hususunda kendisine farz muamelesi yapılır; terk eden günahkâr olur. Yapılmazsa ondan sonraki de câiz olmaz; tertibi ve kazâsı vaciptir demektir.

Bilmelisin ki farz, biri amelî ve ilmî diğeri, yalnız amelî olmak üzere iki nevidir.

Hem amelî hem ilmi olan farz beş vaktin farzları gibidir, Bunlar amel cihetinden farzdırlar. Terk edilmeleri helâl değildir. Bunların fevti ile cevaz da fevt olur. Yani bunlardan biri terk edilirse o kaza edilmedikçe sonraki kılınamaz. İlim ve itikad cihetinden de farzdırlar. Yani farz olduklarına inanmak lazımdır. İnanmayan kâfir olur.

Yalnız amelen farz vitir namazı gibidir. Vitir namazı söylediğimiz gibi yalnız amel cihetinden farzdır. İlmen farz değildir. Yani itikad edilmesi farz değildir. Hatta onu inkâr eden kâfir sayılmaz. Çünkü delili zannîdir. Vitirde birde ihtilaf şübhesi vardır. Onun için vitir namazına vacip adı verilmiştir. Bunun bir örneği de başın dörtte birine mesh etmektir. Zira kati olan delil meshin aslını ifâde etmiştir. Dörtte bir miktarı ise zannidir. Lâkin müçtehide göre onun zanni delilini tercih ettirecek bir sebep bulunmuştur. Bu sebeple o kat´iye yaklaşmıştır. Ve müçtehid ona ameli farz adını vermiştir. Şu mânâya ki: Yapılması lazımdır. Hatta terk ederde meselâ: Bir kıla mesh yaparsa bununla cevaz fevt olur. (o abdestle namaz kılmak caiz olmaz.) Ama dörtte bir miktarı ilmen farz değildir. Hatta bunu inkâr eden kâfir olmaz. Meshin aslını inkâr etmek böyle değildir. Bununla anlaşılır ki vacip dahi iki kısımdır. Çünkü kat´î olmayan bu farza vacip denildiği gibi amelde bundan aşağı, sünnetten yukarı olana da vacip denilir ki, o da yapılmadığı takdirde cevaz fevt olmayandır. Meselâ: Namazda fatihayı okumak, vitirin kunutu ve bayram tekbirleri, ve secde-i sehiv ile tamamlanan vaciplerin ekserisi bu kabildendir. Bazen vâcip tabiri kati farz mânâsında da kullanılır. Nitekim bunu Telvihten naklen abdestin farzları bâbında arz etmiştik. Oraya müracâat edebilirsin.

«İtikaden vacip» ten murad: inanılması vaciptir demektir. Ulemanın sözlerinden anlaşıldığına göre vitirin vacip bir namaz olduğuna inanmak vaciptir. Çünkü inanmak vacip olmasa, fiilinin vacip olması mümkün değildir. Vacip olduğuna inanmadığı bir şeyi yapmak kimseye vacip olamaz. Onun içindir ki, İmameynin: «Vitir namazı sünnettir. Fakat kazası vaciptir.» Sözleri müşkil sayılmıştır. Nitekim gelecektir. Usul fıkıh ulemasının vacip hakkında: «Vacibin hükmü yakînen bilerek değil, amelen lazım gelmektir.» Demeleri de buna delâlet eder. «Yakînen» tabiri vacibin hükmünün amelen ve zannî şekilde bilerek lazım gelmesini ifade eder. Binaenaleyh o kimsenin bunun zannî yani vacip olduğunu bilmesi lazım gelir. Aksi takdirde usul fıkıh ulemasının «yakînen» demeleri hükümsüz kalır. O zaman Zeyleî´nin: «Hanefî bir kimsenin vacip olduğunu itikâd etmesi icap etmez.» sözü müşkil kalır. Meğer ki: «Murad farz olmadığını anlatmaktır. Hatta vacip olduğuna inanmayan kâfir olmaz.» şeklinde cevap verile. Çünkü yukarıda geçtiği vecihle vacip kelimesi farz mânâsında da kullanılır.

«Sübûten sünnet»dir ifâdesinin mânâsı: Vitirin sübûtu Kur´an ile değil, sünnet yoluyladır demektir. Bu sünnet, Rasûlüllah (s.a.v.)´in şu hadisi şerifidir: «Vitir haktır. Vitir namazını kılmayan benden değildir. Bunu üç defa tekrarladı» hadisi Ebû Davud ile Hâkim rivâyet etmiş; Hâk´im onu sahihlemiştir. Vitirin bir delil´i de: «Sabahlamadan vitiri kılın!» hadisidir. Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Emir vücûp ifâde eder. Meselenin tamâmı Münye şerhindedir.

«Bu husustaki rivâyetler»den murad: İmam A´zam´dan rivâyet edilen üç kavildir. Çünkü İmam A´zam´dan vitirin hem farz hem vacip hem de sünnet olduğu rivâyet edilmiştir. Rivâyetlerin arasını bulmak ayırmaktan evlâdır. Bu suretle bütün rivâyetler vâcibte karar kılınmışlardır ki, Kenz ve diğer kitablarda tercih edilen budur.

Bahır sahibi: «İmam-ı A´zam´ın en son sözü vitirin vacip olmasıdır.» demiştir. Muhit´te «sahih olan budur.» denilmiş; Hâniye´de sahih yerine esah tabiri kullanılmıştır.

Mebsût´ta da: «İmam-ı A´zam´ın mezhebinden zâhir olan budur.» denilmiştir Mebsut sahibi bundan sonra şunu söylemiştir: «İmameyne göre ise vitir namazı amel, itikad ve delil yönünden sünnettir. Lâkin sair vakit sünnetlerinden daha kuvvetlidir»

«Bu izaha göre» yani rivâyetlerin arası bu şekilde bulunduğuna göre vitiri inkar eden kâfir sayılmaz. Çünkü farz rivâyeti hakiki farz mânâsına alınırsa vitiri inkâr edenin kâfir olması lâzım gelir. Vacip rivâyeti hakiki vacip (yani yapılmazsa başkası da câiz olmaz. Ama farz muamelesi görür.) mânâsına alınırsa sabah namazı kılarken vitiri kılmadığını hatırlamakla namazın bozulmaması lazım gelir. Sünnet rivâyeti hakiki sünnet mânâsına alınırsa vitirin kaza edilmemesi ve kezâ oturarak ve hayvan üzerinde kılınabilmesi lazım gelir.

Musannıf buna tefrî´ ettiği sözünde letfü neşir-i mürettep yapmıştır. Anlayıver!

Vitrin aslını inkâr eden bil-ittifak tekfir edilmez. Çünkü tekfir edilmek sünnet ve vâcip olan bir şeye lazımdır. Nitekim feth-ul-kadir´de açıklanmıştır.

Ben derim ki: Maksat mükemmel bir terbiye ile inkardır. Meselâ: delil şübhesinden veya bir nevi te´vilden dolayı olmalı; Bu takdirde ileride gelecek: «Sünnetleri terk eden kimse onların hak olduğuna inanırsa günahkâr, inanmazsa kâfir olur.» Sözü buna aykırı değildir. Çünkü ulema küfrü. tahkir ederek bırakmakla illetlendirmişlerdir. Nitekim bu sözü Bahır sahibi Tecnis, Nevâzil ve Muhîte isnâd etmiştir. Birde Münye şerhinde: «Vitiri inkâr eden kâfir olmaz. Meğer ki onu tahkir edip, sünnetler bahsinde geçen mânâya göre hak olduğuna inanmaya!» denilmiştir. Sünnetler bahsinde geçen mânâdan murad: «Bu peygamber (s.a.v.)´in işlediği bir fiildir, ama ben onu yapmıyorum.» demektir. Sonra bilmelisin ki, Eşbah´ta: «Vitirin aslını ve kurbanı inkâr eden kâfir olur.» denilmiştir. Bu sözün bir misli de Kınye´dedir. Bundan anlaşılan burada murad vitirin vacip olduğunu inkardır. Bunu Zeyleî´nin ta´lilide te´yid etmektedir. Zeyleî: «Çünkü haber-i vâhidle sabit olmuştur». diye ta´lilde bulunmuştur. Haber-i vâhidle sâbit olan vitirin aslı değil, vücûbidir. Aslı icmâ-i ümmetle sâbit ve dinden olduğu bizzarura malumdur.

Şâfiilerden bazı muhakkıkların beyânına göre beş vaktin sünnetlerinin veya bayram namazlarının meşru olduğunu inkar eden kimse kâfir olur. Çünkü bunların dinden olduğu bizzarura malumdur. İleride görüleceği vecihle sabah namazının sünnetini inkar edenin küfründen korkulur.

Ben derim ki: Her halde maksad bir nevi tevil ile inkar olacaktır. Yoksa onun meşru olduğunda hilâf yoktur. Tahrir´in icmâ bâbında açıklanmıştır ki, kat´i icmaın hükmünü inkar eden hanefilerle bir taifeye göre tekfir edilir. Bir tâife ise tekfir edilmeyeceğini söylemişlerdir. Yine orada izah edildiğine göre zarurat-ı diniyeden olan bir şeyi inkar eden tekfir edilir. Zarurâtı diniyeden değilse tekfir edilmez. Zaruratı diniye havâs ve avâm herkesin dinden olduğunu bildiği şeylerdir.

ALLAH´ın birliğine, peygambere,.beş vakit namazın farz olduğuna inanmanın farz olması bu kabildendir. Zarurâtı diniyeden olmayanlar Arafatta vakfeden evvel cinsi münasebetle haccın bozulması, caddeye mirastan altıda bir hisse verilmesi gibi şeylerdir ki, bunları yalnız havas bilir; (avam bilmezler.) Şüphesiz bahsettiğimiz vitrin meşru olması ve benzerleri havâs ve avâmın bizzarura dinden olduğunu bildiği şeylerdendir. Binaenaleyh te´vil edilmedikçe inkar edenin kâfir olduğuna kesin hüküm vermek gerekir. Bunları terk etmek başkadır. Yukarıda geçtiği gibi tahkir ve alay için terk eden kâfir olur. Tahkir için değil de tenbellik veya fâsıklık gibi bir sebebten terk eden kâfir olmaz. Benim anladığım budur. ALLAHu Âlem.

«Şartı mevcut ise aksi de öyledir » İfâdesinden murad: Vakit dar olmamak, kazaya kalanlar aftı vakti bulmamâk gibi şartı mevcut ise aksi yani sabah namazı kılarken farz namâzını hatırlaması da namazı bozar. demektir. H.

Unutmamak burada sahih değildir. Çünkü meselemiz sabah namazı kılarken vitiri kılmadığını yahud vitiri kılarken sabah namazını kılmadığını hatırladığına göre kurulmuştur. Bunu Rahmetî söylemiştir. Anla! «İmameyn buna muhaliftir.» Onlar namazın bozulduğuna hüküm etmezler. Zira onlara göre vitir namazı sünnettir. T.

METİN

Lâkin vitir kaza edilir. Oturarak veya hayvan üzerinde kılınması bilittifak sahih değildir. Vitir namazı akşam gibi bir selâmla üç rekat kılınır. Hatta oturmayı unutsa geri dönüp oturmaz. Oturursa namazın bozulması gerekir. Nitekim gelecektir. Fakat vitirin her rekatında fâtihayı ve ihtiyatan bir sureyi okur. Sünnet vecihle kıraat üç sureyi okumaktır. Muavazateyni ziyâde etmeyi cumhur tercih etmemişlerdir. Evvelce geçtiği vecihle üçüncü rekatının rükûundan önce ellerini kaldırarak tekbir alır. Sonra ellerini bağlar. Bazıları dua eder gibi tutacağını söylemişlerdir. Ve orada kunut okur.

İZAH

«Lâkin vitir kaza edilir.» İmam-ı A´zam´ın kavline göre bu istidrâke lüzum yoktur. Ancak Şarih yukarıda hilâfı zikir ettikten sonra «bilittifak sahih değildir.» dediğine bakarak buna lüzum görmüştür. Yani vitir namazını kaza etmek bilittifak vaciptir. İmam A´zam´a göre vacip olması meydandadır. İmameynden nakledilen zâhir rivâyete göre de vaciptir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Her kim vitir namazını kılmadan uyur veya unutursa hatırladığı zaman onu kılsın!» buyurmuştur. Nitekim Muhit´ten naklen Bahır´da da böyle denilmiştir. Fetih ve Nehir sâhipleri bunu müşkil saymış ve: «Kazanın vacip olması edânın vacip olmasından ileri gelir.» demişlerdir. Bahır sahibi buna muhitten nakl ettiği hadisle cevap vermiştir.

Ben derim ki: Bu cevabın söz götürdüğü âşikardır. Zira hadisin kazanın vâcip olmasına delâleti eşkâli kuvvetlendirir. Ancak şöyle cevap verilebilir: İmameyne göre vitirin sünnet olduğuna delil sabit olunca onunla amel etmişler; kazası lazım geldiğine delil sabit olunca nassa tâbi olarak onunla da amel etmişlerdir; velev ki kıyase muhâlif olsun.

Vitirin hayvan üzerinde kılınması sahih değildir. Çünkü özür yokken vacipler hayvan üzerinde kılınamaz. İmameyne göre vitir namazı sünnettir; lâkin sahih rivâyete göre peygamber (s.a.v.) geceleyin özürsüz olarak hayvan üzerinde nâfile namaz kılar; vitir namazına sıra gelince inerek onu yerde kılarmış. Bunu Bahır sâhibi Muhit´ten nakl etmiştir. Oturarak kılmakta hayvan üzerinde kılmak gibidir.

Bu üç mesele ittifakîdir. H.

Hilaf beş meselededir ki, onlar da:

1 - Farz kılarken vitiri hatırlamak,

2 - Vitiri kılarken farzı hatırlamak,

3 - Fecir doğduktan sonra vitirin kazası,

4 - İkindi namazından sonra vitirin kazası,

5 - ve yatsı bozuldukta vitirin kazasıdır. Hazâin.

Yani vitir sünnettir diyenlere göre hatırlamakla vitirin ve farzın bozulması lazım gelmediği gibi zikir edilen iki vakitte kaza da edilmez. ve yatsı namazı bozulursa vitirsiz kaza edilir.

«Akşam namazı gibi» ifâdesi vitirin ilk oturuşunun vacip olduğunu gösterir ve tahiyyattan sonrasalavât okunmayacağına delalet eder. T. Vitir akşam namazı gibi olduğu içindir ki. bir kimse ilk oturuşu unutsa dönüp oturmaz. Nâfile namaz gibi olsa idi kalktığı rekatın secdesine varmadıkça dönerdi. Çünkü nâfilenin her iki rekatı ayrı bir namazdır. T.

«Oturursa namazın bozulması gerekir.» Meselesi secde-i sehiv babında gelecektir. Lâkin şârih orada namazın bozulmadığını tercih etmiş ve bahır´dan bunun hak olduğunu nakl eylemiştir. Vitirin her rekatında sure okumak ihtiyat içindir. Çünkü vacip sünnetle farz arasında tereddüt etmektedir. Sünnet olmasına bakılırsa her rekatında kırâat vacibtir. Farz olmasına bakılırsa her rekatında kıraat vacip değildir. İhtiyatan her rekatında okunur. Münye şerhi.

Üç sureden murad: E´lâ, Kâfirun ve ihlâs sureleridir. Lâkin Nihâye´de bildirildiğine göre devam üzere bu üç sureyi tayin, bazı kimselerin bunları okumak vacip itikad etmesine sebep olur ki. bu câiz değildir. Ama hadislerle bildirilen sureleri devam etmemek şartiyle bazen okursa eyi olur. Bahır.

Bu yalnız imam hakkında mıdır. Yoksa değil midir? bu hususta imamlık bâbından az önce söz etmiştik.

Muavazateyni ziyâde meselesine gelince: Bu üçüncü rekatta ihlas suresinden sonradır. Bahır´da Hılye´den naklen şöyle denilmiştir: «Sünende ve diğer kitablarda muavazateynin ziyade edildiği bildirilmişse de bunu imam Ahmed´le ibn Maîn red etmiş; ekser ulema dahi kabul etmemişlerdir. Nitekim Tirmizî beyân etmiştîr.» İftîtah tekbirinde olduğu gibi kunut tekbirinde de ellerini kulaklarına kadar kaldırmak sünnettir. İmdat´da Mecma-ar-Rivâyat´tan naklen bildirildiği gibi el kaldırmak vakit içinde kılınırsa sünnettir. Vitir namazı halk arasında kaza edilirse yaptığı kusuru başkaları bilmesin diye ellerini kaldırmaz.

Tekbirden sonra kırâat halinde olduğu gibi ellerini bağlar. H. Bazıları dua eder gibi tutacağını söylemişlerdir. Yani İmam Ebu Yusuf´tan bir rivâyete göre ellerini göğsü hizasına kaldırır; içlerini gök yüzüne çevirir. İmdâd. Anlaşılan bu rivâyete göre dua bitinceye kadar ellerini o vaziyette tutar.

«Ve orada kunut okur.» İfâdesinden murad: Rükûdan önce okur demektir. İmam A´zam´a göre vacip olan kunutun hakikatı hususunda ulema ihtilaf etmişlerdir. Müçtebâ´da nakl edildiğine göre bu dua değil, uzun zaman ayakta durmaktır. Fetevâ-i Süğra´da bunun aksi ifâde edilmiştir ki. Bohır sahibi «bunun sahih kabul edilmesi gerekir.» demiştir. El müğrip nâm eserde: «Meşhur olan kavl budur.

Kunut duası denilmesi beyân izâfetidir.» denilmiştir. İmdâd´da dahi bunun gibi bir ibâre vârdır. Sonra vitirdeki hilâf gibi kunut da İmam A´zam´a göre vacip, imameyne göre sünnettir, Nitekim Bahır ve Bedâyi´de de böyle denilmiştir. Lâkin Gurer-ül-efkâr nâm eserden bize göre kunutun hilâfsız vacip olduğu anlaşılıyor. Orada şöyle denilmektedir: «Kunut bize göre vacip, İmam Malîk´e göre müstehap, Şâfii´ye göre caiziyetten, İmam Ahmed´e göre ise sünmettir.»

METİN

Kunutta meşhur duayı okumak ve peygamberimize salavat getirmek sünnettir. Bununla fetva verilir. Duada ki cid kelimesi sahihtir.

ve hak mânâsınadır. Mülhık kelimesi katılır mânâsına, Nahfidü de koşarız manasına gelir. Bu kelimeyi nahfizü şeklinde okursa namaz bozulur. Hâniye. Her halde namazın bozulması bu şekilde kelime mühmel (terk edilmiş) olduğu içindir. Kunut duasını esah kavle göre mutlak surette gizli okur. Velev ki imam olsun. Çünkü hadisi şerifte:

«Duanın en hayırlısı gizli okunandır.» Buyurulmuştur.

İZAH

Kunutta meşhur Allahümme inna nastaînüke duasını okumanın sünnet olduğunu namazın vacipleri babında Nehir´den naklen beyan etmiştik. Bahır´da Kerhî´den naklen kunutta muayyen dua olmadığı bildirilmiştir. Çünkü eshabı kiramdan muhtelif dualar rivâyet olunmuştur. Birde muayyen olan dua kalbin mesasiyetini giderir.

Üsbicabi bu kavlin zahir rivâye olduğunu söylemiştir. Bazıları: «maksad, Allahümme innâ nastaînüke´den başka kunutta muayyen dua yoktur.» şeklinde yorumda bulunmuş; bir takımları da muayyen duanın efdal olduğunu söylemişlerdir.

Münye şârihi mes´sür dua ile teberrük için bunu tercih etmiştir. Öyle görünüyor ki, ikinci ve üçüncü kaviller birdir. Bunların hulâsası zâhir rivâyeti me´sür olmayan dualarla kayıtlamaktır. Nitekim Zeyleî´nin sözü bunu ifâde ediyor.

Münye şerhinde: «Sahih kavil me´sür dualardan başkası tâyin edilmemektir. Çünkü eshâbı Kiram buna ittifak etmişlerdir. Bir de tâyin edilmezse çok defa insanın diline insan sözüne benzer sözler geliverir.» denilmiştir. Bundan sonra Allahümme innâ nestaînüke´nin muhtelif lafızlarla rivâyet edildiği gösterilmiş; sonra şöyle denilmiştir:

«Evlâ olan buna: Allahümmehdinî... duasını eklemektir. Bunların ikisinden başka kunutta muayyen dua yoktur.»´Kunut dualarından biri İbn Ömer´den rivâyet edilendir. Hazreti Abdullah bin Ömer: «İnne azâbeke bilküffâri mülhik» cümlesini «inne azâbeke-I cidde bilküffâri mülhik» şeklinde okur ve şöyle devam edermiş

«Allahümmeğfir lil mü´minine vel mü´minât vel müslimine vel müslimât, ve ellîf beyne kulûbihim. Ve eslih zâte beynihîm Vensurhüm alâ adüvvike ve adüvvihim. Allahümmel´an keferat-el-kitâp ellezîine yükezzibûne rasüluke ve yükâtilûne evliyâeke. Allahümme hâlif beyne kalimetihim ve zelzil ekdâmehüm ve enzil cleyhim be´sekellezi lâ yüredde an kavm-il-mücrimin.

Ey Allahım! Erkek ve kadın mü´minleri, erkek ve kadın müslimleri, afv et! Aralarını yatıştır. Kalblerini birleştir. Senin ve onların düşmanına karşı kendilerine yardım et! Ey Allahım! Rasûlünü yalanlayan, velilerinle harp eden kitap kâfirlerine lânet et! Ey Allahım! Onların aralarını boz! Ayaklarım tutundurma! mücrimlerden kimsenin red edemediği azâbını tepelerine indir!.

Kunut dualarından biride dört hadis imamının tahric ettiği ve Tirmizî´nin «hasen» dediği şu duadır: Peygamber (s.a.v.) vitirinin sonunda: «Allahümme inni eûzii biridâke min sahtike ve bimaa feinneke min akûbetike ve eûzübike minke. Lâ uhzî senûü aleyke. Ente kemâ âteyte alâ nefsike».

«Ey Allahım! Ben senin hışmından senin rızânı, azâbından affını ve senden sana sığınırım. Seniövmekle bitiremem. Sen kendini nasıl övdü isen öylesin!»

Duasını ve bundan maadâ insan sözüne benzemeyen duaları okurdu Kunut duasını bilmeyen «Rabbenâ âtinâ fiddünya haseneten...» âyetini okur. Ebu-l-Leys üç defa «Allahümmeğfirli» (yârabbi beni affet) denileceğini, bazıları yalnız «yârabbi» sözünün üç defa tekrarlanacağını söylemişlerdir. Bunu Zahîre sahibi bildirmiştir.

Ben derim ki: Bu şunu ifâde eder: Bahır´da «Kerhî´nin beyânına göre kunutta ayakta durmanın miktarı İzessemâi suresini okuyacak kadardır. Asıl nâm kitabta da böyle denilmiştir.» Sözü efdali beyam dır; yahud «kunutta vacip olan dua değil. uzun zaman ayakta durmaktır.» diyenlerin kavline göre söylenmiştir.

Şunu da söyleyelim ki: Hılye´de bildirildiğine göre yukarıda geçen: «Peygamber (s.a.v.) vitrinin sonunda: Allahümme innî eûzü biridâke min sahtike ilh... derdi.» İfâdesi Nesâî´nin bazı rivâyetlerinde: «Bunu namazını bitirip yatmağa hazırlandığı vakit söylerdi.» şeklindedir.

Kunut duasındaki «Cid» kelimesi sahihtir. Bu hususta Hılye´de şöyle denilmiştir: «İnne azâbeke el cidde bil küffâri mülhik» cümlesinde ki «cidd» kelimesi Tahavî´nin rivâyetinde vardır. Bahır´da dahi bu kelimenin ebû Davud´un mürsellerinde mevcud olduğu bildirilmiştir. Bu suretle Şumunnî´nin Nikâye şerhinde «bu kelimeyi söylememelidir.» demesi red edilmiş olur. «Mulhik» kelimesi katılır mânâsınadır. Meşhur olan budur. Bir çokları esah kavil bu olduğunu söylemişlerdir. Bazıları «Mülhak» okunacağını iddia etmişlerdir. Bunu ibn Kuteybe ve başkaları zikir etmişlerdir. Hatta cevheri doğrusunun bu olduğunu söylemiştir. Hılye´de de böyle denilmiştir.

Ben derim ki: Kâmusta: «Mülhak» okumak daha güzeldir yahud doğrusu budur.» denilmiştir.

Şurunbulâliye´de bildirildiğine göre «mutarizzi» (şübhesiz senin âzabın kâfirlere lâh´ik olacaktır. mânâsına gelen) İnne âzâbeke bilküffâri mülhik cümlesine: «Senin âzabın fâsıkları kâfirlere katar.» Mânâsı verilmesini sahih bulmuştur. Mutarazzî Zemahşerî´nin tilmizi olup el-mü´rep adlı lügatın sahibidir. Kendisi mütezile fırkasındandır. Mütezilenin fâsid mezhebine göre âsi mü´minler kâfirler gibi cehennemde ebedî kalacaklardır. Bu kavli sahih bulması ihtimal ki bundandır.

«Esah kavle göre kunut duasını mutlak surette gizli okur.» Muhitte de böyle denilmiş; Hidâye´de: «Muhtar olan kavil budur.» denilmiştir. Bu kavlin mukabili «Âşikâr okunur.» diyenlerin sözüdür. Zahire´de şöyle denilmiştir: «Ulema Acem memleketlerinde imamın kunut duasını âşikara okumasını münasip görmüşlerdir. Tâ ki cemaat duayı öğrensinler. Bazıları tafsilata gitmiş; Cemaat duayı bilirse imamın gizli okuması, bilmezse âşikara okuması evlâ olduğunu söylemişlerdir.»

Ben derim ki: Bu tafsilat öncekinden hâric bir şey değildir. Münye´de: «Âşikara okunmasını tercih eden, onun namazdaki kıraattan daha aşağı sesle okunacağını söylemiştir.» denilmektedir.

«Velev ki imam olsun.» Bu hususta Hazâin´de şöyle deniliyor: «İmam olsun, cemâat veya yalnız olsun, edâ kılsın kaza kılsın, ramazanda olsun başka aylarda olsun kunut duasını gizli okur.»

«Duanın en hayırlısı gizli okunanıdır.» Hadisi gizli okumanın vacip olmadığını göstermektedir. T.

neslinur
Sat 27 March 2010, 01:12 pm GMT +0200
METİN

Vitir namazında: Namazı selâmla ayırmamışsa meselâ: Şâfii bir imama uymak sahihtir. Esah kavle göre uyan kimsenin itikadınca imamdan namazı bozacak bir şey tahakkuk etmemek partiyle başka namazlarda muhalif mezhebin imamına uymak evleviyette kalır. Nitekim Bahır´da izah olunmuştur. Namazı selamla ayırırsa câiz değildir. Her ikisinde esah kavil budur. Çünkü itikad ayrı olsa da niyette birlik vardır. Onun için bayram namazlarında olduğu yalnız vitire niyet eder. «Vacip olan vitire demez.» Zira bayramlarda ihtilaf vardır.

İZAH

Başka namazlarda muhalif mezhebin imamına uymanın evleviyette kılması şöyle izah olunur. Farz ve nâfile namazda niyet birdir. Fakat vitirde böyle değildir. Onda niyet ayrıdır. T. Çünkü imamı ona sünnet diye niyet eder. Muhalif mezhebin imamına uymak için uyan kimsenin itikadınca imamdan namazı bozacak bir hal tahakkuk etmemek şarttır. İmamın kan aldırıp ortadan kayıp olduğunu görse esah kavle göre ona uyması sahih olur. Çünkü ihtiyatan abdest almış olması câizdir. İmama hüsn zanda bulunmak evlâdır. Bunu Zâhidî´den naklen Bahır sâhibi söylemiştir. Bahır sahibinin bu hususta izahatı şöyledir: Hâsılı, imama uyan kimse imamın mezhebimiz hakkında ihtiyat gösterdiğini bilirse ona uymakta kerahet yoktur. İhtiyat göstermediğini bitirse uymak sahih değildir. Hiç bir şey bilmezse uyması mekruhtur. Hidâye´nin zâhirinden anlaşıldığına göre itibar uyanın itikadınadır. İmamın itikadına itibar yoktur. Hatta Şâfii bir imamın kadına dokunduğunu ve abdest almadığını gördüğü halde ona uysa ekser ulemaya göre caizdir. Esah olan kavil de budur. Nitekim Feth-ull-Kadir´de ve başka kitablarda böyle denilmiştir. Hindvânî´de şunları söylemiştir: «Bir cemâat bunu câiz görmemiştir. Nihâye sahibi bunu kıyasa daha uygun görerek tercih etmiştir. Çünkü o kimsenin itikadınca imam namaz kılmamıştır. asıl olan imamdır. Binaenaleyh ona uymak sahih değildir. Ama bu kavil red edilmiş: «İmama uyan hakkında muteber olan kendi reyidir. Başkasının reyi değildir. Birde imamın halini taklide yormak gerekir, Tâki bunu kasten yaptı ise itikadınca abdestsiz namaz kılmakla ona uymanın haram olması lazım gelmesin.» denilmiştir.

Nehir sahibi: «Hindvânî´nin kavline göre ihtiyat göstermese bile uymak câizdir.» demiştir. Bu sözün zâhirine bakılırsa imam bazı şartları bıraksa bile bize göre ona uymak câizdir. Lâkin Allâme Nuh efendinin beyanına göre câiz olup olmamak hususunda uyan kimsenin reyine itibar edileceği bilittifak sabittir. Yukarıda geçen hilâf imamın reyi de itibara alınıp alınmayacağı hususundadır. Binaenaleyh Hanefî bir kimse. Şâfiî olan imamın elbisesinde meni görse ona uyması bilittifak câiz olmaz. Az necâset görürse cumhura göre uyması caizdir. Bazıları câiz olmadığını söylemişlerdir. Zira bu necaset imamın reyine göre namaza mânidir. Muteber olan her ikisinin reyleridir. Bu izah söz götürür. Az ileride görülecektir. Muhalif mezhebin imamına uyma meselelerinin kalanını imamlık bahsinde izah ettik.

«Meselâ: Şâfiî bir imama» ifâdesinde imameynin kavlini tercih edenler dahildir. Kezâ vitir namazı sünnettir diyen herkes dahildir. «Her ikisinde esah kavil budur.» İfâdesinden murad: Gerek aslen vitir namazında şâfiiye uymak gerekse namazı selamla bölmemenin şart kılınması hususundaesah kavil budur demektir.

İrşad sahibi buna muhalefet ederek: «Ulemamızın ittifakiyle vitirde Şâfiiye uymak asla câiz değildir. Çünkü bu farz kılanın nâfile kılana uymasıdır.» demiştir. Razî´nin sözü de muhaliftir. O: «İmam vitiri selâmla ayırsa bile ona uymak câizdir. Vitirin kalanını da onunla kılar. Çünkü onun itikadına göre selam vermekle namazdan çıkmamıştır. Mesela içtihadi meselelerdendir. Nitekim burnu kanayan imama uymakda böyledir.» demektedir.

Ben derim ki : Selam vermekle namazdan çıkmaz.» Sözü, selam vermesi vitirini bozmaz; çünkü sonra kıldığı da vitirden hesap edilir ve sanki namazdan çıkmamış gibidir. Mânâsınadır. Bu söz Hindvânî´nin sözüne ibtina eder. Hindvânî´nin sözünün muktezası yalnız imamın reyi itibara alınmaktır. Bu az yukarıda Nuh efendiden nakl ettiklerimize aykırıdır.

«Çünkü itikad ayrı olsa da niyette birlik vardır.» İfâdesi imama uymanın sahih olduğunun illeti ve irşaddan nakl edilen sözü reddir. Zira feteva sahibleri İbn Fazıldan uymanın sahih olduğunu nakl etmişlerdir. Çünkü imamla cemâatın ikiside vitire niyet etmeğe muhtaçtırlar. Binaenaleyh namazın sıfatı hakkındaki itikadın değişikliği hükümsüz bırakılmış; sâdece niyette birlik itibara alınmıştır. Feth-ul-kadîr sahibi bunu müşkil bulmuştur. Zira farz kılanın nâfile kılana uyması demektir. Velev ki niyet ederken sünnet veya vacip sıfatı hatırına gelmeyip sırf vitire niyet etsin. Nitekim Tecnisin mutlak ifâdesinden anlaşılanda budur. Zira onun itikadında nafile olduğu kararlaşmıştır. Bahır sahibi feth-ul-Kadir´in sözünü yine Tecniste açıklanan: «İmam Vitire sünnettir diye niyetlenirse ona uymak caizdir. Nasıl ki bir kimse rükû sünnettir diyenin arkasında onunla namazını kılsa câiz olur. Tetavvu´ niyetle kılmış olsa câiz olmazdı. Çünkü farz kılanın nâfile kılana uymasıdır.» ifâdesiyle red etmiştir. Şârih vitirin selamla ayrılmaması şartını ta´lilden bahis etmemiş; evvelce zikir ettiği «esah olan imama uyanın itikadına itibar etmektir.» Sözünün işâreti ile yetinmiştir. İmama uyanın itikadınca selâm vermek namazı bozar. Şu halde uyması da fâsiddir. Velev ki beraberce namaza başlaması sahih olsun. Çünkü başlangıçta buna mâni yoktur. Nitekim Halebî´de böyle demiştir. «Vacip olan vitire demez.» İfâdesinden «vâcip diye tâyin lazım değildir.» Mânası anlaşılmalıdır. Yoksa «bundan men edilmiştir.» Mânâsı çıkarılmamalıdır. Çünkü namaz kılan kimse Hanefî ise itikadına uysun diye vücûbe niyet etmelidir. Değilse bu şekilde niyet ona zarar etmez. Bahır.

«Zira bayramlarda ihtilaf vardır.» Bu ihtilâf bayram namazlarının vacip veya sünnet olması hususundadır.

METİN

İmama uyan kimse vitirin kunutunu okur. Şâfiî imama uymuşsa rükû´dan sonra okur. Çünkü bu içtihad yeridir. Sabah namazının kunutunu okumaz. Zira nesh edilmiştir. Sabah namazında en mâkul kavle göre ellerini salarak ayakta durur ve susar. Kunutu unuturda rükûda hatırlarsa rükûda okumaz. Çünkü yeri geçmiştir. Esah kavle göre kıyâme de dönmez. Çünkü bunda vacip için farzı terk etmek vardır.

İZAH

İmama uyan kimse vitirin kunutunu okur. Bu mesele aşağıda gelecek beş meseleden biridir ki, bunları imam yaparsa cemaat olan da yapar. Musannıfın Kenze tâbi olarak tâkip ettiği yol muhtar olan yoldur. Nitekim Muhit´ten naklen Bahır´da da böyle denilmiştir. Muhit´in ibâresi gibi: «İmam Ebû Yusuf İmama uyan kimsenin okuması da sünnettir. Demiştir ki, muhtar olan kavil budur. Çünkü kunutta sair dualar gibi bir duadır.

İmam Muhammed, okumaz. belki ihtiyatan sâdece âmin der. Çünkü kunutun Kur´an olmak şübhesi vardır. demiştir» şeklindedir. Bu sözün kunutun cemâat hakkında vacip değil, sünnet olduğunu beyan hususunda acıktır. Meğer ki evvelce Bahır´dan naklen geçtiği vecihle kunut imameyne göre sünnettir. Sözü üzerine binâ edilmiş olâ.

Şâfiî imama uyan hanefî bir kimse istiâne duasını okur. Kendi mezhebinin duâsı olan hidâyet duasını okumaz. Çünkü imama tâbi olmak mutlak surette kunuttadır. Okunacak dua hususunda değildir. Nitekim bunu Şeyh Ebus-s-Suûd Abdulhay´dan naklen beyân etmiştir. Velev ki Şurunbulâliye´de tevekkuf edilmiş olsun.

İçtihad yerinden maksad ne olduğunu namazın vacipleri bahsinin sonunda beyân etmiştik. Orada içtihad yerlerine misal olarak selâmdan önce secde-i sehiv yapmayı, bayram tekbirlerim üçden ziyâde almayı ve rükûdan sonra vitirin kunutunu okumayı göstermiştik. Anlaşılıyor ki kunud duası imama uyan için vacip değil sünnettir. Dediğimize göre «rükûdan sonra vitirin kunutunda imama tâbi olmak vaciptir» Sözünden murad: Dua hususunda değil, ayakta durmak hususundadır.

Sabah namazının kunutu nesh edilmiştir. Binaenaleyh cenâze namazında imamın beş tekbir alması gibi olur. İmam beş tekbir alsa cemaat beşincide ona tâbi olmazlar. Bahır.

Sabah namazında Şâfiî imam kunut yapınca Hanefî olan cemâat ellerini solarak susor. Bazıları «oturur» demiş; bir takımları rûkûu uzatır; diğerleri de secde eder; ve imamın kendisine yetişmesini orada bekler. demişlerdir. Şurunbulâliye. Ayakta ellerini salarak durması en münasibidir. Ellerini salması, el bağlamak, içinde mesnûn zikir bulunan uzun kıyamın sünneti olduğu için buradaki zikir bize göre mesnûn değildir.

T E N B İ H :
Hidâye´de şöyle denilmiştir: «Bu mesele Şâfiîlere uymanın câiz olduğuna delâlet eder. Şâfiîye uyan kimse onun kan aldırmak gibi namazı bozduğunu itikad ettiği bir halini bilirse uyması câiz olmaz.» Meselenin delâleti şöyledir: Şâfiîye uymak sahih olmasa ulemamızın ihtilâfı da sahih olmaz. Kimisi susar; kimisi imama tâbi olur demezlerdi. Bahır. Rükûda kunut okunmaz; Çünkü yeri geçmiştir. Kunut sırf kıyâm halinde meşru olmuştur. Bir vecihle kıyâm olup bir vecihle olmayan rükûa geçmez.

Bayram tekbirlerine gelince: Bu tekbiri rükûda hatırlayınca getirir. Çünkü bayram tekbiri sırf kıyâm haline mahsus değildir. Bayramda rükû tekbiri eğilirken getirilir. Bu tekbir sahabenin icmaiyle bayram tekbirlerinden sayılır. Bu tekbirlerden biri özürsüz hâlis kıyâm sayılmayan bir halde câiz olunca özürle birlikte bakîsinin caiz olması evleviyette kalır. Bahır.

Ben derim ki: Bu söz Hılye´den alınmıştır. Aslı Bedâyi´dedir, lâkin zikir ettiği «bayram tekbirlerini rükûda getirir.» İfâdesi Bedâyi´de Zâhire´de ve diğer kitablarda açıklanmasına rağmen bizzat Bedâyi sahibinin bayram babında zikir ettiği şu beyâna aykırıdır: «İmam ilk rekatın rükûunda tekbiri unuttuğunu hatırlasa dönüp tekbir alır. Ve rükûu bozulur. Kırâatı tekrarlamaz. İmama uyan kimse ona rükûda yetişirse rekatı kaçıracağından korktuğu takdirde iş değişir. Böylesi rükû eder ve rükûda tekbir alır. Fark şudur: Esas itibariyle tekbirlerin yeri hâlis kıyâm halidir. Lâkin biz imama uyan hakkında ona tabi olmanın vacip olması zaruretinden dolayı rükûu kıyâme katmışızdır.» Bu iki sözün arasında ki çelişmeye bir bak! Münye şerhinde Bedâyi´de ikinci olarak beyan edilen söze göre hareket edilmiş; sonra tekbirle kunut arasında fark yapılmıştır, Şöyle ki: Kendisi için rükû terk edilen bayram tekbiri ittifâkidir. Kunut öyle değildir.

Ben derim ki: Hılye´de bayram namazı bâbında açıklandığına göre Bedâyi´de ikinci defa zikir edilen kavl Nevâdirin rivâyetidir. Zâhir rivâyet tekbir getirmeyip namazına devam edeceğini bildirmektedir. Orada bunu Bahır sahibi de açıklamıştır. Bu izâha göre aslâ eşkâl yoktur. Çünkü bununla kunut arasında bir fark yoktur. ALLAH-u âlem.

«Esah kavle göre kıyâme de dönmez.» Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir: O kimse kunutu yapmasa bile başını rükudan kaldırmakla kıyâm hasıl olmuştur? cevaben deriz ki: Bu kıyâm değil, kavmedir. Binaenaleyh kıyâme dönmemek rükûdan sonra kunut yapmamaktan kinâye olur. Zira kıyâm lazım, .kunut melzumdur. Ve lâzım zikir edilmiş ondan melzûme intikâl edilmek istenmiştir. H.

«Çünkü bunda vacip için farzı terk vardır.» Yani bir kavle göre bu namazı bozar. İkinci bir kavle göre ise isâeti icap eder. Hak olan. isâet icap etmesidir. Nitekim secde-i sehiv bâbında gelecektir. H.

METİN

Şâyed kıyâme dönerde kunutu okur ve rükûu tekrarlamazsa namazı bozulmaz. Çünkü rükûu tam kıtaattan sonradır. Ama yerinden giderildiği için kunutu okusun okumasın secde-i sehiv yapar. İmama uyan kimse kunutunu bitirmeden imam rükûa giderse kunutu kesip ona tâbi olur. Kunuttan hiç bir şey okumamış bile olsa imamla birlikte rükûu kaçıracağından korkarsa kunutu terk eder. Teşehhüd böyle değildir. Zira rükünlerden veya şartlardan olan bir şeye imama muhâlefet etmek namazı bozar; başkalarında muhâlefet bozmaz. Dürer.

İZAH


«Çünkü rükûu tam kıraattan sonradır.» yani rükûu bozulmaz. Fâtihayı veya sureyi hatırlaması bunun hilâfınadır. Onlarda geri döner ve rükûu bozulur. Çünkü dönmesiyle hepsini okumak farz olur. Kırâatla rükûu orasında tertip farzdır. Böylece rükûu terk edilmiş olur. Hiç rükûu etmezse namazı bâtıl olur. Rükûu ederde kendisine ikinci rükuda bir adam yetişirse o rekata yetişmiş olur. Burası kısaltılarak Bahır´dan alınmıştır yani muteber olan bu ikinci rükudur.

Birinci rükû kıraata dönmekle ortadan kalkmıştır. Kunuta dönmek bunun hilâfınadır. Hatta dönerde kunutu okur, sonra kendisine bir adam uyarsa o rekata yetişmiş olmaz. Zira o rükû hükümsüzdür.

Halebî´nin Bahır´dan nakl ettiği ve bu hususta Tahtavî´nin de kendisine uyduğu ibârede manâyıbozacak derecede kısaltma vardır. Anlayıver! Biz kıraat bâbında geri dönmekle kırâatın farz olduğunu beyan etmiştik. Oraya müracaat et!

FER´İBİRMESELE: Bir kimse sureyi terk eder; fâtihayı okur sonra kunutu okuduktan sonra sureyi terk ettiğini hatırlarsa dönerek sureyi okur. Kunut ile rükûuda tekrarlar. Bunu Mi´rac, Hâniye ve diğer kitablar zikir etmişlerdir.

«Ama yerinden giderildiği için kunutu okusun okumasın secde-i sehiv yapar.» Bu ibâre bundan önce anlaşılan dört suretin ta´lillidir. Bu dört suret:

1 - Rükûda kunut okuması,

2 - Rükûdan doğrulduktan sonra kunut okuması,

3 - Rükûu tekrarlayıp tekrarlamaması ve

4 - Hiç kunut okumamasıdır.Nitekim Halebî tahkik etmiştir.

Cemâat olan kimse kunutunu bitirmeden imam rükûa giderse kunutu kesip ona tabi olur. Çünkü buradaki kunuttan murad: Aza ve çoğa şâmil olan duadır. O kimsenin okuduğu vâcibin sükûtu için kâfidir. Bitirmesi mendubtur. İmama tabi olmak ise vacibtir; Binaenaleyh vacip için mendûp terk edilir. Rahmeti.

Cemâat olan kimse kunuttan henüz bir şey okumadan rükû ederse rükûu kaçıracağından korktuğu takdirde onunla beraber rükû eder. Korkmazsa evvela kunutu okur; sonra rükua gider. Hâniye ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Acaba murad kunut denilebilecek bir dua okumak mıdır yoksa meşhur duamıdır? Zâhir olan birincisidir. Teşehhüd böyle değildir. Zira imam selam verir veya üçüncü rekata kalkarda cemaat olan henüz teşehhüdü bitirmemiş bulunursa imama tabi olmaz; onu tamamlar. Çünkü teşehhüd vacibtir. Nitekim şârih bunu namaza başlama faslında beyan etmiştir.

«Zira rükünlerden veya şartlardan olan bir şeyde imama muhalefet namazı bozar.» Bu ta´Iil sakattır. Zira mezkûr tâbi oluşun farz olduğunu iktiza ediyor. Münye şerhinden naklen evvelce arz etmiştik ki, farz ve vacip namazlarda gecikmeden imama tabi olmak, başka bir vacip karşı gelmemek şartiyle vacibtir. Başka bir vacip karşı gelirse evvelâ onu yapar; sonra imama tabi olur. Ama sünnetin karşı gelmesi böyle değildir. Zirâ vacibi tehir etmektense sünneti terk etmek evlâdır. Az yukarıda arzettiğimiz sebepten dolayı bu daha muvâfıktır. O zaman kunut ile teşehhüd arasında fark evvelce Muhit´ten naklen söylediğimiz gibi imama uyan kimsenin kunutu okumasının sünnet olmasıdır.

Rükûda imama tabi olmak vacibtir. Bunu kaçıracağından korkarsa sünneti terk eder. Teşehhüdün ise tamamlanması vacibtir. Zira onun bir kısmını okumak teşehhüd yerine geçmez. Binaenaleyh imama kıyâm veya selamda tâbi olamasa bile onu tamamlar. Zira buradaki tâbi olmaya fiilen içinde bulunmakla kuvvetlenen bir vacip ârız olmuştur. şu halde imama tâbi olmak için bu vacibi terk.edemez. Velev ki imama tâbi olmakta vacip olsun. Zahiriye´de açıklandığına göre imam üçüncürekata kalkarsa cemâat olan teşehhüdü tamamlar. Velev ki üçüncü rekatı imamla bitiştiremeyeceğinden korksun. İmama uyanın kunutu okuması vacibtir dersek onun bir kısmını okuduğu takdirde maksad hasıl olur. Çünkü kunutun bir kısmını okumak kunut sayılır. Okumamışsa te´kid etmemiştir. Ve rükûda imama tabi olmosı tercih olunur. Zira imama uyanın kunutu okuyup okumaması ihtilaflıdır.

METİN


Bu kimse yanlışlıkla vitirin birinci veya ikinci rekatında kunut okursa üçüncüsünde okumaz. Fakat ikincide mi yoksa üçüncüde mi okuduğunda şübhe ederse esah kavle göre oturmakla birlikte kunutu tekrarlar. Fark şudur: Yanılan kimse burası kunutun yeridir zanniyle okumuştur. Onun için tekrar etmez. Şübhe eden böyle değildir. Halebî her iki halde de tekrarlamasını tercih etmiştir. Mesbûk ise yalnız imamı ile birlikte kunut okur. Ve üçüncü rekatın rükûuna yetişmekle namaza müdrik (yetişmiş) olur.

Vitirden başka namazda kunut okumaz, Yalnız bir büyük musîbetten dolayı imam âşikâra okunan namazlarda kunutu okur. Bazıları bütün namazlarda okuyacağını söylemişlerdir.

İZAH

Vitirin birinci rekatında mı yoksa ikinci veya üçüncüde mi kunutu okuduğunda şübhe eden dahi kunutu tekrarlar. Bahır.

«Oturmakla birlikte kunutu tekrarlar.» cümlesinden murad: Kunutu okur ve şübhe ettiği rekatta oturur. demektir. Çünkü o rekatın üçüncü rekat olması ihtimali vardır. Ondan sonra ki rekatta da öyle yapar. Zira o rekatın do üçüncü olmak ihtimali vardır. Esah kavil budur. Bazıları hiç bir rekatta kunut okumayacağını söylemişlerdir. Çünkü birinci veya ikinci rekatlarda kunut okumak bid´attır.

Esah görülen kavlin vechi şudur: Kunut vacibtir. Vacible bid´at arasında tereddütlü bulunan şey ihtiyaten yapılır. Bunu Bahır sahibi Muhit´ten naklen söylemiştir.

Halebî her iki halde de tekrarlamasını tercih etmiştir. Halebî´nin ibâresi şöyledir: «Şu kadar var ki bu farkın bir faydası yoktur. Zira hata olduğu anlaşılan zanna itibar yoktur.

Şübhe eden kimse vacibin yerinde yapılmamış olması ihtimalinden dolayı kunutu tekrarlarsa yanıldığını yüzde yüz bilen neden tekrarlamasın! Gerçekten Hulasa´da Sadr-ış-şehid´den naklen yanılan kimsenin ikinci defa kunut okuyacağı açıklanmıştır. Yukarıda geçen söz rivâyet bile olsa dirâyete (mantıka) uygun değildir.»

Ben derim ki: Kezâ bu kavli Hılye ve Bahır sahipleri yukarıda geçtiği şekilde tercih etmişlerdir.

«Mesbuk yalnız imamiyle birlikte kunut okur.» Çünkü burası namazının sonudur. Kaza ettiği cüzü ise kırâat ve benzerleri - ki kunuttur - hakkında hükmen namazının başıdır. Kunutunu yüzde yüz yerinde yaptığını bilirse tekrarlamaz. Zira kunutun tekrarı meşru olmamıştır. Bunu Münye şerhi kayıt etmiştir.

«Vitirden başka namazda kunut okunmaz.» Bu söz Şâfiî´nin: «Sabah namazında kunut okunur.» sözünü red etmektedir.

Eşbah´da bildirdiğine göre vebâ hastalığı en büyük musibetlerden biridir. Böyle bir musibetzamanında imam âşikâra okunan namazlarda kunutu okur. Bahır ve Şurunbulâlıye´de Nikâye şerhinden o da gâye´den naklen şöyle denilmiştir: «Müslümanların başına büyük bir bela gelirse cerhi namazda imam kunut okur. Sevrî ile imam Ahmed´in kavilleri de budur.» Bu ibâre kitabımızın ifadesine uygundur. Keza Şeyh İsmail´in şerhinde Nihaye´den naklen: «Büyük bir musibet geldiği zaman imam cehri namazda kunut okur.» denilmektedir.

Lâkin Eşbah´da gâye´den naklen: «Sabah namazında kunut okur.» denilmiştir. Münye şerhinde de bu kavil teyid olunmuştur. Orada uzun sözden sonra şöyle deniliyor: «Binaenaleyh kunutun musibet zamanlarında meşru oluşu devam etmektedir. Peygamber (s.a.v.) vefatından sonra eşhab´dan «kunut okuyanların kunutu buna haml edilir. Bizim mezhebimiz budur. Cumhur da bunu tercih etmişlerdir. Hafız ebu Cafer Tahavî diyor ki: «Bize göre sabah namazında kunut okunmaması musibet olmadığı zamanlardadır. Bir fitne veya musibet gelirse bunu okumakta beis yoktur. Bunu Rasûlüllah (s.a.v.) yapmıştır.

Musibet zamanlarında bütün namazlarda kunut okunmasına gelince: Buna ancak Şâfiî kail olmuştur. Her halde ulema Rasûlüllah (s.a.v.) min Müslim´de rivâyet edildiği vecihle öğle ve yatsı namazlarında kunut okumasını. ve Buhari´de rivâyet edildiği vecihle akşam namazında da kunut okumasını sabah namazında olduğu gibi devam buyurduğu ve tekrar ettiği rivâyet olunmadığı için neshe ´hamletmişlerdir.»

Bu-ifâde acık olarak gösteriyor ki, bize göre musibet dolayısıyle kunut okumak yalnız sabah namazına mahsustur. Gizli veya âşikâre okunan diğer namazlarda kunut yoktur. Yine bu ifâdeden anlaşıldığına göre ulemanın: «Sabah namazında kunut okumak nesh edilmiştir.» Sözleri hüküm umumi nesh edilmiştir mânâsınadır. Aslı nesh edilmiş mânâsına değildir. Nitekim Nuh efendi buna tenbihte bulunmuştur. Ulemanın «imam okur.» diye kayıtlamaları yalnız kılanın bu kunutu okumayacağını gösterir. Acaba imama uyan da böyle midir değil midir? buradaki kunut rükûdan öncemidir sonramıdır? bunu bir yerde görmedim. Bana öyle geliyor ki, imama uyan kimse imamına tabi olacaktır. Ancak âşikâra okursa o zaman âmin diyecektir. Ve buradaki kunut rükûdan önce değil, sonra Olacaktır. Buna delil imam Şâfiî´nin sabah namazının kunutu için gösterdiği delildir. O delilde kunutun rükûdan sonra yapılacağı açıklanmaktadır. Bizim ulemamız bunu musîbet zamanındaki kunuta yormuşlardır. Sonraları gördüm ki Şurunbulâli Merak-ıl-FeIah´da bu kunutun rükûdan sonra yapılacağını açıklamış. Hamavî ise rükûdan evvel yapılmasını daha uygun görmüştür. En münâsibi bizim söylediğimizdir. ALLAH-u ÂLEM.

«Bazıları bu kunutun bütün namazlarda okunacağını söylemişlerdir.» Az yukarıda gördük ki imam Şâfiî´den başka buna kâil olan yoktur. Bahır nâm eserde bu söz hadis ulemasının cumhuruna nisbet edilmiştir. Şu halde şârihin de onlara nisbet etmesi icap ederdi. Tâki mezhebin bir kavli olduğu sanılmasın.

METİN

FAİDE:
Beş yer vardır ki, o yerlerde imama tabi olunur. Bunlar: Kunut, ilk oturuş, bayram tekbiri, secde-i tilâvet ve secde-i sehivdir. Dört yerde ise imama tabi olunmaz. Bunlar da: bayram ve cenâze tekbirlerini fazla aldığı, fazla rükün kattığı ve beşinci rekata kalktığı hallerdir.

Sekiz fiil de mutlak surette yapılır. Bunlar: Namaza niyetlenirken el kaldırmak, subhâneke okumak, intikal tekbiri almak, tesmî, tesbih, teşehhüd, selâm ve tekbir teşrikdir.

İZAH

«Beş yer vardır ki, o yerlerde imama tâbi olunur.» Yani bunları imam yaparsa cemaat da yapar. İmam yapmazsa cemaat ta yapmaz. H. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Bu nevide asıl olan vaciblerde fiil yönünden imama tabi olmanın vücubudur. Keza vacip fiilî veya kavlî işlendiği zaman fiilî vâcibe muhalefet lâzım gelirse terk yönünden tabi olmak ta vacibtir.»

Şârih imama tabi olunan yerlerin birincisi kunut olduğunu söylemişse de feth-ul-kadir, Zahiriye, Feyz ve Nur-ul-izah´ın ifâdelen buna mûhaliftir. O kitablarda: «İmam kunutu terk ederse cemaat olan kimse imama rükûda yetişmek mümkün olduğu takdirde kunutu okur. Mümkün değilse imama tabi olur.» denilmektedir. Feth-ul-kadir sahibi bu meseleyi geçmiş namazların kazası bâbından az önce tekrarlamış; sonra şarihin burada söylediğini zikir ederek onu Zendustî´nın manzumesine nisbet etmiştir. Anlaşılıyor ki tafsilâta gidilecektir. Zira bunda iki fazîleti kazanmak vardır.

İmama tabi olunacak yerlerin ikincisi ilk oturuştur. Zâhire göre cemaat olan kimse kıyama daha yakın olacak şekilde kalkıncaya kadar bekler. Çünkü imamın geri dönmek ihtimali vardır. Ondan sonra tâbi olur, zira imam o zaman geri dönerse iki kavilden birine göre namazı bozulur.

İkinci kavle göre (namazı bozulmaz) Takat günahkar olur. Oturup sonra imama tabi olmağa hakkı yoktur. Çünkü haram olan bir fiili işlemiş ve fiilî bir amelde ona muhalefet etmiş olur. Ama cemaat olan kimse teşehhüdü bitirmeden imamın kalkması böyle değildir. Bu takdirde cemaat teşehhüdü tamamlar. İmama ondan sonra tabi olur. Zira teşehhüdü tamamlamakta imamın yaptığını yaparak ona tabi olmak vardır.

Bayram tekbirinde de imama uyar. Yanı imam ayakta veya rükûda tekbiri almazsa cemâat da almaz.

Münye şerhinde «cemâatın rüku halinde tekbiri alması gerekir. Çünkü rükûda tekbir almak meşrudur. Bir de bununla cemâat olan kimse imamına fiilî bir vacibte muhalefet etmiş olmamaktadır?» şeklinde bir sual tertib edilmiş; sonra bu suale şöyle cevap verilmiştir. Rükûda tekbir almak ancak imama uymayı yapmış olmak için mesbûka meşru olmuştur. Burada ise tekbiri almakla imama muhalefeti elde etmiş olur. Hem bu ikinci rekatın tekbirlerindedir. Birinci rekâtın tekbirlerinde ise onları almakla imamı dinlemeyi ve su&mayı terk etmiş olur.

«Dört yerde ise İmama tabi olunmaz.» Yani imam bunları yaparsa cemaat yapmaz, Bu nevide asıl olan şudur: Bid´at, mensuh ve namazla alakası olmayan bir fiilde cemâat imama tabi olamaz. Münye şerhi, Meselâ: İmam cenâze tekbirlerini dörtten fazla yapar veya iki secdeye bir daha ilâve eder yahud beşinci rekata kalkarsa cemâat kendisine tabi olmaz. Beşinci rekat meselesinde Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Sonra beşinci rekata kalktığında imam dördüncü rekatta oturdu ise cemâat onu oturduğu yerde bekler. Şâyed teşehhüdü tekrarlamadan selam verirse cemâat daonunla birlikte selam verir. Beşinci rekatı secde ile kayıtlarsa hepsinin namazları bozulur. Cemâatın yalnız başına teşehhüd yapması ve selam vermesi fayda etmez.»

«Sekiz fiil de mutlak surette yapılır.» Yani bunları imam yapsın yapmasın cemaat yapar. Bu nevide asıl olan şudur: Sünnetlerde fiil ve kezâ terk hususunda imama tabi olmak vacip değildir. Teşehhüt ve teşrik tekbiri gibi kavlen vacip olup işlendiği takdirde fiili bir vâcibe muhalefet lazım gelmeyen vacipler de böyledir. Ama kunut tekbiri ile bayram tekbirleri bunun hilâfınadır. Çünkü bunlar yapılırsa fiilî bir vacipte imama muhalefet lazım gelir. Bu da imam rükû ederken ayakta durmaktır. Münye şerhi İmam Fatihayı bitirmedikçe cemâat olan kimse sübhânekeyi okur. İmam ebû Yusuf´a göre sureyi okurken dahi hüküm böyledir.

İmam Muhammed buna muhaliftir. Görmüştük ki, imama âşikara okuduğu namazda yetişen kimse Subhânekeyi okumaz.

Feth-ul-kadir´de de böyle denilmiştir. Yani gizli okunan namazlarda hal böyle değildir. Nitekim namaza başlama faslında musannıf da ayni yoldan yürümüştü. Biz de orada bu kavlin sahih kabul edildiğini, fetvanın buna göre olduğunu bildirmiştik.

Rükû ve secdelere giderken getirilen intikal tekbirlerini,

Semiallahülimen hamide demeyi, rükû ve secdelerde tesbihleri imam terk etse bile cemaat bırakmaz. İmam rükuda veya secdede bulunduğu müddetçe tesbihleri yapar.

İmam oturduğu zaman teşehhüdü okumazsa cemâat okur. Fakat ilk oturuşu terk ederse cemâat da ona tabi olarak terk ederler. Nitekim evvelce geçmişti. İmam konuşur veya mescidden çıkarsa cemâat selam verir. Ama kasten abdestini bozar veya kahkaha ile gülerse cemâat selam vermez. Çünkü her ikisinin namazlarının son cüzü bozulmuştur. T.

METİN

Öğleden ve cuma namazından evvel ve cumadan sonra bir selamla dört rekat namaz kılmak sünneti müekkededir. İki selamla olursa sünnetin yerini tutmaz. Onun için dört rekat namaz kılacağını nezir eden kimse iki selamla kılarsa nezrini ödemiş olmaz. Aksini yaparsa (yani iki selamla kılmayı nezir eder de bir selamla namazdan çıkarsa) nezrini ödemiş olur. Sabah namazından önce öğle. akşam ve yatsı namazlardan sonra ikişer rekat namaz kılmak da sünneti müekkededir. Namazlardan önce kılınanlar şeytanın tama´nı kesmek, sonra kılınanlar noksanı tamamlamak için meşru kılınmışlardır. İkindiden önce, yatsıdan önce ve sonra bir selamla dört rekat namaz kılmak müstehabtır. Dileyen bunları ikişer rekat da kılabilir. Öğleden sonra dört rekat namaz kılmak da müstehabtır. Çünkü Tirmizî´nin rivâyet ettiği bir hadiste: «Her kim öğleden evvel ve sonra dört rekat namaz kılmağa devam ederse ALLAH ona cehennemi haram kılar.» buyurulmuştur.

İZAH

Sünneti müekkede: Sair nâfilelerden daha fazla bir tekidle yapılması istenen sünnettir. Onun için de terki ile günaha girme hususunda vacibe yakındır. Nitekim Bahır´da beyân edilmiştir. Bu sünnetiterk eden zem ve tedlile müstehak olur. Tahrir´de böyle denilmiştir. Yani özrü yokken ısrarla terk eden zem ve dalaletle vasıflanmayı hak eder. Nitekim tahrir´in şerhinde izah edilmiştir. Biz bu husustaki sözün geri kalanını abdestin sünnetleri bahsinde arz etmiştik.

Sünneti müekkedeler bir selâmla kılınırlar. Çünkü hazreti Aişe (r.a.) dan rivâyet olunduğuna göre Peygamber (s.a.v.) öğleden evvel dört, öğleden sonra iki, akşam namazından sonra iki yatsıdan sonra iki ve sabah namazından önceki rekat namaz kılarmış. Bu hadisi Müslim, ebu Dâvud ve Ahmed bin Hanbel rivâyet etmişlerdir. Ebu Eyüp Ensâri´den rivâyet edildiğine göre Peygamber (s.a.v.) zevalden sonra dört rekat namaz kılarmış. Ebu Eyüp (r.a.) diyor ki: «Devam üzere kıldığın bu namazlar nedir? dedim. Rasûlüllah (s.a.v.): «Bu, gök kapılarının açıldığı saattir. Dilerim ki semaya o saatte benimde yararlı bir amelim çıksın.» buyurdu. Bu namazların her rekatında kıraat var mıdır? diye sordum. Evet cevabını verdi. Bunlar bir selamla mı yoksa iki selamla mı kılınacak? Bir selamla. buyurdular.» Bu hadisi Tahavî, ebu Dâvud, Tirmizî ve ibni Mâce cuma ile öğle arasında fark yapmaksızın rivâyet etmişlerdir. Binaenaleyh her ikisinin sünneti dört rekattır. İbn Mâce Hz. İbn Abbas (r.a.)´a isnad ile şu hadise isnad etmiştir: «Peygamber (s.a.v.) cumadan önce dört rekat namaz kılar aralarını hiçbir şeyle ayırmazdı,»

Ebu Hüreyre´den rivâyet olunan bir hadiste, Peygamber (s.a.v.): Sizden kim cumadan sonra namaz kılarsa dört rekat kılsın!» buyurmuştur. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Zeyleî İmdat nâm kitapta şu ziyade de vardır: «Çünkü Peygamber (s.a.v.): Cumadan sonra namaz kılarsanız dört rekat kılın bir acelen olursa iki rekat mescidde kıl; iki rekat da döndükten sonra kıl! buyurmuşlardır.» Bu hadisi Buharî´den maada bütün hadis imamları rivâyet etmişlerdir.

«İki selamla olursa sünnetin yerini tutmaz. (bundan maksat ikişer rekatta selam vermektir.) Zâhire bakılırsa cuma namazının sünneti de öyledir. Ama bu sözü «özür yoksa» kaydiyle almak gerekir. Az yukarıda zikir ettiğimiz hadis buna delalet eder. Şurunbulâliye´de de böyle tahkik edilmiştir. Biraz ileride bunu te´yid eden şeyler söyleyeceğiz.

«Farz namazlardan önce kılınan sünnetler şeytanın tamamını kesmek için meşru olmuşlardır.» Şeytan: Bu adam farz olmayan namazı bile bırakmadı; hiç farz namazı bırakır mı! diyerek hevesi kırılır. Farzlardan sonra kılınan sünnetler ise noksanı tamamlamak içindir. Yani âhirette unutmak gibi bir özür sebebiyle bırakılanların yerine geçeceklerdir. Bu babta ki sahih hadis buna haml edilir. Mezkür hadisde: «Farz olan namaz, zekat ve başkaları tamam olmazsa nafile ile tamamlanır.» buyurulmuştur.

Beyhakî bu hadisi «nafile ile tamamlanan ibâdet arzu edilen sünneti noksan olandır.» Şeklinde te´vil etmiştir. Yani kılınan sünnet farz yerine geçmez. Çünkü sahih bir hadiste: «Tamamlanmamış bir namaza tamamlanıncaya kadar sünnetinden ilave edilecektir.» buyurulmuştur. Görülüyor ki bu hadiste nâfile namazla tamamlanacak namazın aslından bırakılmış değil, noksan kılınmış farz namaz olduğu bildirilmiştir. Ama Gazalî´nin sözünden anlaşıldığına göre nâfileler mutlak surette hesaba katılacaklardır. İbn-ül-Arabî ve diğer bazı ulema da bunu tercih etmişlerdir. Zira bu mânâdabir hadisi imam Ahmed rivâyet etmiştir.» Bu satırlar kısaltılarak ibn Hacer´in Tühfe´sinden alınmıştır.

Benzerini Ziya Sirac´tan nakl etmiştir. Bundan sonra gelen babta görüleceği vechile nâfile namazlar Peygamber (s.a.v.) hakkında derecelerini yükseltmek için meşru olmuşlardır. İkindi namazının müekked sünneti yoktur. Zira yukarıda hazreti Aişe´den rivâyet edilen hadiste zikir edilmemiştir. Bahır.

İmdâd sâhibi diyor ki: «Muhammed bin Hasan ile Kudurî namaz kılan kimseyi ikindiden evvel dört ile iki rekat nafile kılmak hususunda muhayyer bırakmışlardır. Çünkü hadisler muhteliftir. «Dileyen bunları ikişer rekat ta kılabilir.» Münyet-ül-Musalli´nin ibaresi de bu şekildedir. İmdad´da ise İhtiyar´dan naklen şöyle denilmiştir: «Yatsıdan önce dört rekat namaz kılmak müstehabtır. Bazıları bunun iki rekat olduğunu söylemişlerdir. Yatsıdan sonra da dört rekat namaz kılmak müstehabtır. Bazıları iki rekat olduğunu söylemişlerdir.» Anlaşılıyor ki mezkür iki rekat sünnet müekkede olan iki rekattan ayrıdır.

«A L L A H onu cehenneme haram kılar» hadisinin mânâsı: cehenneme hiç girmez demektir. Kıldığı nâfileler günahlarına kefaret olur. üzerinde hakkı olan hasımlarını da Allah teâla ondan râzı eder. Cehenneme girmemesi cezayı gerektirmeyen şeylere muvaffak kılınması sebebiyle de olabilir. T. Yahud bu cümle ruhunu saadetle teslim edeceğine dair bir müjdedir. Bu sebeble cehenneme girmeyecektir.

METİN

Evvâbinden yazılmak için akşam namazından sonra bir selâmla yahud iki veya üç selamla altı rekat nafile kılmak ta müstehabtır. Bir selâmla kılmak daha kararlı ve daha güçtür. Acaba sünnet-i müekkedesi de müstehabtan sayılarak hepsini bir selamla edâ etmek caiz olurmu? Kemâl evet olur demeyi tercih etmiştir. O akşam namazından önce hafifçe iki rekat namaz kılmanın mubah olduğunu da bildirmiştir. Bahır sâhibi ile musannıf da kendisini tasdik etmişlerdir.

Sünnetlerin en kuvvetlisi bil ittifak sabah namazının sünnetidir. ondan sonra esah kavle göre öğle namazının dört rekat ilk sünneti gelir. Çünkü hadisi şerifte: «Bu sünneti terk eden benim şefâatime nail olamaz.» buyurulmuştur. Ondan sonra bütün sünnetler müsavidir.

İZAH

Evvâbin kelimesi, evvâbın cemidir. Tevbe ve istiğfarla Allah´a dönenler mânâsınadır. Dürer´de akşam namazından sonra kılınacak altı rekatın bir selâmla olduğuna cezm edildiği gibi, Gazneviye´de iki selamla, Tecnis´te üç selâmla olduğuna cezm edilmiştir. Nitekim İmdâd´da dahi öyledir. Lâkin Gazneviye´nin ibâresi Tecnis´deki gibidir. Kezâ Dürer-ül-Buhar şerhinde de Tecnis´de ki gibidir. Hayreddin Remlî bunun vechini şöyle izah etmiştir: Rekat sayısı dörtten fazla olunca bunları bir selamla bir araya toplamak efdalin hilâfına olur. Zira takarrür etmiştir ki ebu Hanîfe´ye göre efdal olan dörder rekat kılmaktır. O kimse dört rekatta selâm verse geri kalan iki rekatta da selam vermesi lazım gelecektir ki, bu cihetten yine onun kavline muhâlefet etmiş olacaktır. Onuniçin hepsi bir örnek olsun diye altı rekatı üç selâmla kılmak müstehap görülmüştür.

Hayreddin Remlî: «Benim anladığım budur. Bunu benden başka kimsenin bahis mevzu ettiğini görmedim.» demiştir.

«Bir selâmla kılmak daha kararlı ve daha güçtür.» çünkü bunda bir tahrime ile devam etmek suretiyle nefsi daha ziyade habs etmek vardır. Şarihin bu sözünde bir selâmla kılmayı tercih ettiğine işaret vardır. Ama bu hususta söylenenleri gördün!

«Acaba sünneti müekkedesi de müstehabtan sayılarak ilh...» ayni öğleden ve yatsıdan sonra kılınacak dört, akşam namazından sonra, kılınacak altı rekatta o namazın sünneti müekkedesi de sayılarak bir selamla edâ etmek caiz olurmu? Bahır.

Kemâl ibni Hümâm feth-ül-Kadir´de buna evet cevabını vermiş ravinin beyânına göre asrının uleması arasında dört rekatlık müstehap namazın o vaktin sünneti müekkedesinden başka bir namaz mı yoksa sünneti müekkedesiyle birlikte mi olduğu hususunda ihtilaf vaki olmuştur. Birlîkte sayılırsa ikisi bir selamla edâ edilir mi meselesi de ihtilaflıdır. Bir cemâat bunu câiz görmemiştir.

Kemal bin Hümâm ise dört rekatı bir veya iki selamla kıldığı takdirde hem sünnet hem de mendup yerine geçeceğini tercih etmiş; ve bunu söz götürmez bir şekilde tahkik etmiştir. Münye şârihi ile Bahır ve Nehir sâhipleri kendisini tasdik etmişlerdir.

Kemal bin Hümâm´ın beyânına göre ulemadan bir tâife akşam namazından önce kılınacak iki rekatın mendûb olduğunu söylemişse de selef ile bizim ulemamız ve imam Malik bunu kabul etmemişlerdir. Kemâl bunun için öyle istidlâlde bulunmuştur ki altunla yazılmağa değer. Sonra şunları söylemiştir: «Bundan sonra sâbit olan mendub olmadığıdır. Kerahet ise sabit değildir.

Meğer ki başka bir delil buluna! Bunun, akşam namazını geciktireceği hususundaki söylentilere gelince: Kınye´den naklen az bir zamanın istisna edildiğini evvelce bildirmiştik. İki rekata cevaz verilirse bu azı çoğaltmaz. «Biz de namazın vakitleri bahsinde bundan bir parça söz etmiştik.

Sünnetlerin en kuvvetlisi sabah namazının sünnetidir. Çünkü Sahihaynda hazreti Âişe (r.a.) dan şu hadis rivâyet olunmuştur: «Peygamber (s.a.v.) nâfilelerden sabah namazının iki rekat sünnetine gösterdiği titizliği başka hiç birinde göstermezdi.»

Müslim´de: «Sabah namazının iki rekat sünneti dünya ve mâfihadan daha hayırlıdır.» hadisi, Ebu Davud´da dahi: «Sizi atlar kovalasa sabah namazının iki rekat sünnetini bırakmayın!» hadisi vardır. Bahır.

«Sabah namazının sünnetinden sonra esah kavle göre öğlenin dört rekat ilk sünneti gelir.»

Feth-ül-kadir sahibi bu ibâreyi beğenmiş sonra şöyle demiştir: «Sabah namazının iki rekat sünnetinden sonra hangi sünnetin efdal olduğu hususunda ihtilâf edilmiş; Hulvanî akşam namazının iki rekat sünnetinin efdal olduğunu söylemiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) bunu seferde ve hazerde terk etmemiştir. Sonra öğlenin son sünneti gelir. Zira bu namaz bilittifak sünnettir. İlk sünneti bunun gibi değildir. Çünkü bazıları onun ezanla ikamet arasını ayırmak için meşruolduğunu söylemişlerdir. Ondan sonra yatsının son sünneti, daha sonra öğlenin ilk sünneti sonra ikindinin sünneti, sonra yatsını ilk sünneti gelir.

Bazılarına göre yatsının son sünneti. öğlenin ilk ve son sünnetleri ve akşamın sünneti fazilette müsavidirler. Öğlenin ilk sünnetinin daha kuvvetli olduğunu söyleyenler de vardır. Muhsin bunu sahih bulmuştur. iyi de etmiştir. Çünkü bu sünnete açık açık devam buyurduğunu nakl. sabah namazının sünnetinden maada sünnetlere devam ettiğini nakilden daha kuvvetlidir.

Bahır sahibi diyor ki: «Bunun gibi hadisi şerifi İnâye ve Nihâye sahipleri de sahihlemişlerdir. Çünkü onda malum tehdid vardır. Peygamber (s.a.v.): Her kim öğleden önce dört rekat sünneti terk ederse benim şefâatıma nail olamaz. buyurmuştur.» Tahtavî: «İhtimal bu bırakmaktan nefret ettirmek içindir. Yahud şefâattan murad: Derecelerin ziyadeleşmesi hususundaki şefaatıdır. Şefâatı uzmaya gelince: O bütün mahlükata umumidir.» demiştir.

METİN

Bazıları sabah namazının sünnetinin vacip olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh özür yokken onu oturarak veya hayvan üzerinde kılmak bilittifak câiz değildir. Esah kavil budur. Fetvada merci olan bir âlimin onu terk etmesi câiz değildir. Diğer sünnetler ona benzemezler. Halkın fetvasına ihtiyacından dolayı onları terk edebilir. Sabah namazının sünnetini inkâr edenin küfründen korkulur. Vakti geçerse farziyle birlikte kaza edilir. Diğer sünnetler öyle değildir. Bir kimse fecir doğmamıştır zanniyle iki rekat nâfile namaz kılar da sonra doğmuş olduğu anlaşılırsa; yahut dört rekat kılar da ikisi fecir doğduktan sonraya tesadüf ederse esah kavle göre sabah namazının iki rekat sünneti yerine geçmez. Tecnis. Çünkü sünnet,. Peygamber (s.a.v.) in yeni tahrime ile kılmağa devam ettiği namazdır.

İZAH


Sabah namazının sünnetinin vacip olduğunu söyleyenler vardır. Nihâye ve diğer kitablardan anlaşılan budur. Hazâin.

Ben derim ki: Bahır sahibinin sözü de buna meyletmektedir. Çünkü şöyle demiştir: «Ulema bu namazın vacip olduğuna delâlet eden sözler söylemişlerdir.» Bahır sahibi bundan sonra musannıfın zikir ettiği fer´î meseleleri sıralamış; vacibtir sözü ile ekseri kitablardaki sünneti müekkededir sözünün arasını bularak: «sünneti müekkede vacib mânâsınadır.» denmiştir. Buna uymayan hususata da cevap vermiştir.

Sabah namazının sünnetini özür yokken oturarak veya hayvan üzerinde kılmak bilittifak câiz değildir. Bu namaz vacibtir diyenlere göre söz yoktur. Sünnettir diyenlere göre de kılınmaz. Çünkü onlar da vacip diyenlerin kavline ve bu namazın kuvvetli olmasına bakmışlardır. T.

Şu da var ki: Bahır sahibi ittifaki Hulasa´dan naklen bildirmiş ve onu tasdik etmiştir. Lâkin İmdâd sahibi bu hususta münâzaa ederek sünnettir diyenlere göre câiz olduğunu vacibtir diyenlere göre caiz olmadığını kesin olarak söylemiştir. O bu babtaki sözünü Zeyleî ile Burhan´da açıklanan ihtilâf iddiasına binâ etmiş; sonra şöyle demiştir: «Câiz olmadığına icmâ hikâyesinin söz götürdüğümeydandadır. İcma ancak onun müekked sünnet olması hususundadır.» Lâkin yakında Hâniye´den naklen bildireceğimiz hüküm bunun hilâfınadır. Orada sabahın sünneti ile teravih arasında fark yapılmış ve «Sabah namazının sünneti oturarak kılınamaz; çünkü hilâfsız sünneti müekkededir.» denilmiştir.

«Esah kavil budur.» Sözünü musannıf Minâh nâm eserinde Hâniye´nin teravih babına nisbet etmiştir.

Ben derim ki: Hâniye´nin teravih babında söylediği şudur: «Bir kimse teravihi oturarak kılsa bazılarına göre özürsüz câiz değildir. Çünkü imam Hasan´ın ebû Hanîfe´den rivâyetine göre sabah namazının sünnetini özürsüz olarak oturduğu yerden kılmak câiz değildir. Teravih de öyledir. Her ikisi sünneti müekkededir. Bazıları câiz olduğunu söylemişlerdir ki sahih olan da budur. Aralarındaki fark sabah namazının sünneti bilittifak sünneti müekkede olması teravihin ise müekked olmakta onun derecesine varamamasıdır. Binaenaleyh aralarını müsâvi tutmak câiz otamaz.» Görüyorsun ki Hâniye sâhibi yalnız teravihin oturarak câiz olduğunu sahihlemiştir. Sabah namazının sünnetinin câiz olmadığını söylememiştir. Evet, sözünün muktezası sabah namazının sünnetini oturarak kılmanın câiz olmadığını da teslimdir.

Fetvâ sahibinin sâir sünnetleri terk etmesinden zâhire göre murad: Halkın ihtiyacı dolayısiyle fetva için kapısında toplandıkları vakit fetva vermekle meşgul olduğu zamandır. Vakit çıkmadan imkan bulursa onları yine kılması gerekir. Sabah namazının sünneti ile diğer sünnetler arasındaki fark şudur: O kimse cemâatla namazı terk edemez. Çünkü şeâiri islâmiyedendir. Binaenaleyh sabah namazının sünnetinden daha kuvvetlidir. Onun İçin cemâatı kaçıracağından korkarsa sabah namazının sünnetini terk eder. Tahtavî´nin ifâdesine göre kadı ile talebenin de öyle olması icap eder. Bâhusus müderris olursa müftüye daha çok benzer.

Ben derim ki: Müderris söz götürür. Ama talebe öyle değildir. Derslerim yahud derslerinin bir kısmını hatırlayamayacağından korkarsa müftü gibidir.

Sabah namazının sünnetini inkar edenin küfründen korkulması, onun meşru olduğunu bir şübheden veya delili te´vilden dolayı inkar ettiğine göredir. Aksi takdirde küfrüne kesin olarak hüküm vermek gerekir. Çünkü icma´la sâbit olup dinden olduğu bizzarura bilinen bir şeyi inkar etmiştir. Nitekim, bâbın başında arz etmiştik. Sabah namazının sünneti zevâlden önceye kadar farzı ile birlikte kaza olunur. Yalnız başına kazaya kalırsa kaza edilmez. Güneş doğmadan ve zevalden sonra sahih kavle göre farza tabî olarak bile kaza edilmez. Bunu Halebî söylemiştir. Musannıf da gelecek babta buna tenbih edecektir.

Musannıfın Tecnis´den nakl ettiği iki mesele hakkında şöyle denilebilir: Tecnis´de birinci meselenin sahih olması (yani kıldığı iki rekatın sabahın sünneti yerine geçmesi) kabul edilmiş; buna illet olarak sünnetin tetavvu (nafile) olduğu binaenaleyh tetavvu niyetiyle edâ edilebileceği belirtilmiştir.

İkinci meselede sahih olmamak kabul edilmiştir. Buna ta´lil olarak ta: «Sünnet, Peygamber (s.a.v.) devam buyurduğu şeydir. Onun devamı ise yeni tahrime ile olurdu.» denilmiştir.

Evet, Hulâsa sâhibi bunun aksini söyleyerek birincide sahih olmadığını. ikincide sahih olduğunu bildirmiştir. Bunun söz götürdüğü meydandadır. Zira ikinci kâfi gelirse birincinin sahih olması evleviyette kalır. Onun için Nehir´de: «Her iki meselede Tecnis´in tercihi daha güzeldir.» denilmiştir.

METİN

Gündüz nafilelerinde bir selamla dörtten, gece nafilelerinde sekiz rekattan fazla kılmak mekruhtur. Zira rivâyet edilmemiştir. Her ikisinde efdal olan, dört rekatta bir selâm vermektir. İmameyn gece nafilelerinde iki rekatta selâm vermenin efdal olduğunu söylemişlerdir. Fetvânın buna göre olduğu söylenir. Öğleden evvel, cumadan evvel ve sonra kılınan dört rekatlı sünnetlerin ilk oturuşlarında salavât okunmaz. Unutarak okuyana secde-i sehiv lazım gelir. Bazıları lâzım gelmeyeceğini söylemişlerdir. Şumunnî. Bu namazların üçüncü rekatına kalktıkta subhâneke okunmaz. Çünkü bunlar kuvvetli sünnet olduklarından farza benzerler. Sâir dört rekatlı sünnetlerde salavât okunur. Subhâneke ve eûzû besmele çekilir. Velev ki kılınan namaz nezir olsun. Zira her çift rekat bir namazdır. Bâzıları sünnetlerin hiç birinde bunların okunmayacağını söylemişlerdir. Kınye´de bu kavil sahih kabul edilmiştir.

İZAH

«Zira rivayet edilmemiştir.» İfâdesinden murad: Bu babta peygamber (s.a.v.)´den ziyade ettiğini bildiren hadis rivâyet edilmemiştir. demektir. Burada asıl olan çekimser kalmaktır. Nitekim Feth-ul-kadir´den beyân edilmiştir. Yani meşru olduğuna dair delil bulunmadıkça o fiili yapmak helâl olmaz. Bilakis ittifaken mekruh olur. Nasıl ki Müneytül-musallî, nam eserde üç imamımızdan naklen izah edilmiştir. Evet, gece namazlarında sekiz rekattan fazla da selâm vermenin câiz olup olmadığı hususunda müteehhirin ulema arasında ihtilaf vaki olmuş; bazıları bunun mekruh olmadığını söylemişlerdir.

Şems-ül-eimme Serahsî bu kavli tercih etmiş; Hulâsa sâhibi, bunu sahih bulmuştur. Bedâyi sâhibi ise mekruh olduğunu sahih kabul etmiş;

umumiyetle ulemanın bunu tercih ettiklerini söylemiştir. Tamâmı Hılye ile Bahır´dadır.

«Fetvanın buna göre olduğu söylenir.» Bu sözü mirâc sahibi uyûna nisbet etmiştir.

Nehir´de şöyle denilmiştir: «Bu sözü şeyh Kasım, ulemanın İmam A´zam nâmına istidlal ettikleri sahihayn hadisiyle red etmiştir. Sahihayn hadisinde hazreti Âişe (r.a.): Rasûlüllah (s.a.v.) ramazanda ve sâir zamanlarında on bir rekattan fazla namaz kılmazdı. Dört rekat namaz kılardı ki, güzelliklerini ve uzunluklarını sorma! Sonra dört daha kılardı. Onların da güzelliğini uzunluğunu sorma! Sonra üç rekat kılardı. Teravihi hafif olsun diye ikişer kılardı.» demiştir.

«Gece namazı ikişer ikişerdir.» hadisi ile ihtimal çift rekatlar kast edilmiş vitir kast edilmemiştir. Dört rekat olarak kılmak tercih olunmuştur. Çünkü bunda nefse daha çok zahmet ve meşekkat vardır.

Peygamber (s.a.v.): «Senin ecrin ancak meşekkatine göredir.» buyurmuştur. Nehir´in sözü ziyâdeedilerek alınmıştır. Bu hususta sözün tamamı Münye şerhi ile diğer kitablardadır.

Dört rekatlı sünneti müekkedelerin ilk oturuşlarında salavât okunmaz.

Ben derim ki: Bahır´da namazın sıfatı babında şöyle denilmiştir: «Bu söyledikleri öğleden önce kılınan sünnet hakkında doğrudur. Çünkü ulemanın açıkladıklarına göre bu namazın ikinci çift rekatına intikal etmekle şefîin şefiası bâtıl olmaz. Bu namazı bozan onu dört rekat olarak kaza eder. Cumadan önceki dört rekat ta öyledir. Cumadan sonraki dört rekatın böyle olduğunu teslim etmiyoruz. Çünkü o sair sünnetler gibidir. Zira ulema onun için bu hükümleri isbat etmemişlerdir. «Bu ifadenin bir misli de Hılye´dedir. Bu. Şurunbulâlî´nin bahis ettiği «özürden dolayı iki selamla kılınması câizdir.» Sözünü teyid eder.

«Velev ki kılınan namaz nezir olsun.» ifâdesi Kınye´de de mevcuttur. İzah şöyledir: Bu namaz bir nâfile olup üzerine farz veya vacip sıfatı ârız olmuştur. Bunu Tahtavî söylemiştir.

«Zira her çift rekat bir namazdır.» Biz bunu vacipler bahsinin başında anlatmıştık. Maksat bazı cihetlerden bir namaz sayılmasıdır. Nitekim az ileride gelecektir.

«Bazıları sünnetlerin hiç birinde bunların okunmayacağını söylemişlerdir.» Bahır sâhibi diyor ki. «Bu sözün sakatlığı meydandadır. Zâhir olan birincisidir. Mineh´de şu ifade ziyâde edilmiştir. Bundan dolayı biz buna itimad ettik. Ve Kınye´nin sözünü «denilmiştir.» diyerek (zaiflik bildiren siga ile) hikâye ettik.»

T E N B İ H : Bu meselede üçüncü bir kavl daha vardır ki, Münye sâhibi namazın sıfatı babında onu kesin olarak kabul etmiş ve şöyle demiştir: «Ama kılınan namaz sünnet veya nafile olursa ilk rekatta başladığı gibi başlar. Yani subhânekeyi okur. Eûzü besmeleyi çeker. Zira her çift rekat başlı başına bir namazdır.» Lâkin Münye şarihi şöyle demiştir: «Esah kavle göre öğlenin ve cumanın sünnetlerinde ilk oturuşta salavât okunmaz. Kalktıkta subhaneke de okunmaz. Her çift rekatın bir namaz sayılması bütün hükümlerde muttarid (şaşmaz) bir kaide değildir. Onun içindir ki, birinci oturuşu terk etse namazı bozulmaz. İmam Muhammed buna muhaliftir.

Çift rekatın sonunda secde-i sehiv yapsa onun üzerine ikinci çift rekatı ekleyemez. Tâ ki secde-i sehiv namazın ortasında yapıldığı için bâtıl olmasın. Bu suretle hepsinin bir namaz olduğunu açıklamışlardır. Zira secdenin namaz ortasında olduğuna hüküm etmişlerdir. Binaenaleyh burada da: Salavât getirilmez. Subhaneke okunmaz. Eûzü besmele çekilmez; çünkü namazın ortasındadır. denilir.

«Zira kaideye göre hepsinin bir namaz sayılması birbirine bitiştiği ve tahrime bir olduğu içindir. Subhâneke okumak ve benzerleri mütekaddimîn ulemadan rivâyet olunmamıştır. Bu ancak bazı mütehhirinin tercihidir. Evet, ulema her çift rekatın bir namaz sayılacağını ihtiyaten kıraat hakkında itibara almışlardır. İkinci çift rekata kalkmazdan evvel o çiftin lazım gelmemesi hususunda dahi birinci çift bir namaz hükmündedir. Çünkü ikinci çift lazım gelmekle gelmemek arasında tereddütlüdür. Binaenaleyh şek ile lazım gelmez. Onun içindir ki, namaza kâmet getirildiğinde veya hatip minbere çıktığında iki rekatta selâm verilir. İkinci çifte başlamakla şuf´anın ve muhayyereninmühayyerliğinin bâtıl olması hususunda da öyledir. Zira şufa ile muhayyerlikten her biri sabit olmakla olmamak arasında tereddütlüdür. Binaenaleyh şek ile sâbit olmaz. Fesadın bir çift rekattan öteki çifte geçmemesi hususunda dahi öyledir. Çünkü şek ile fesâda hüküm olunamaz.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Lâkin mezkür şârihin: «Şuf´anın ve muhayyerinin muhayyerliğinin bâtıl olması hususunda da öyledir.» Sözü doğru değildir. Çünkü namazın ikinci çift rekata intikal etmekle bunların batıl olmadığını az yukarıda Bahır ile Hılye´den nakl ettiklerimizden anlamışsındır. Şârihin kendisi dahi bunu namazın vakitleri bâbında açıklamıştır. Keza biliyorsun ki, ulema bunu ancak öğlenin sünneti hakkında söylemişlerdir. Cumadan sonra kılınan dört rekat sünnet hakkında isbat etmemişlerdir.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:17 am GMT +0200
METİN

Çok rukû ve sücûd yapmak kıyâmı uzatmaktan daha makbuldür. Nitekim Müctebâ´da beyan olunmuştur. Bahır sahibi bu kavli tercih etmiştir. Lâkın Nehir sâhibi buna üç vecihten itiraz etmiş; ve Mirac´tan naklen bunun imam Muhammed´in kavli olduğunu, İmam A´zam´a göre kıyâmı uzatmanın efdal olduğunu söylemiştir. Bedâyi sâhibi de bunu sahih kabul etmiştir.

Ben derim ki: Müctebâ´nın iki nüshasında bunu böyle yalnız imam Muhammed´e nisbet edilmiş olarak gördüm.

Acaba okuyan gibi dilsizin de kıyâmı uzatması efdal midir? Bunu bir yerde görmedim.

İZAH

Bahır sahibi kesinlikle delillerin çeliştiğine hüküm etmiştir. Meselâ: «Çok secde etmeğe bak!» hadisi ve keza «Kulun Rabbine en yakın olduğu hal, secde halidir.» hadisi: «namazın en faziletlisi kıyâmı uzun olandır.» hadisiyle çelişki halindedir.

İmam Ahmed´le ebû Davud´un rivâyetleri de böyledir. Bahır sahibi bundan sonra şunları söylemiştir: «Bu âcizin anladığıma göre rükû ve sücûdun çokluğu daha fazîletlidir. Çünkü kıyâm ancak bunlara vesile olmak için meşru olmuştur. Bundan dolayıdır ki rükû ve sücûddan âciz olandan kıyâm sâkıttır. Vesile maksuttan efdal olamaz. Bir de kıyam hâlinde Kur´an´ı çok okumak lazım gelse de bu bir zâid rükündür. Hatta esas itibariyle rükün olup olmadığında ihtilaf edilmiştir. Ama rükû ile sücûdün rükün ve asıl olduklarına ulema ittifak etmişlerdir. Hem farzın iki rekatından sonra kıyâm kırâattan ayrılır.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Lâkin Müctebâ´nın sözüne Nehir sâhibi üç vecihle itiraz etmiştir.

Birincisi: Kıyam vesile de olsa uzunluğunun efdal olması kıyam halinde çok kur´an okunduğundandır. Kırâat bütün Kur´an´ı hatim etmek suretiyle bile olsa yine farz yerine geçer. Nafileler böyle değildir.

İkincisi: Kırâatın zaid rükun olması, fazilet hakkında te´siri olmayan şeylerdendir.

Üçüncüsü: Meselenin mevzuu nâfiledir. Nâfilenin ise bütün rekatlarında kırâat lazımdır. Bu satırlar dahi kısaltılarak alınmıştır.

Delillerin çelişmesine gelince: Buna şöyle cevap verilir: Sücûddan murad: Namazdır. Kıyâmıuzatmanın efdal olduğuna en kuvvetli bir delilde Peygamber (s.a.v.)´in pek azı müstesnâ olmak üzere bütün gece namaz kılmasıdır. Hazreti Âişe hadisinde geçtiği vecihle gece namazını on bir rekattan fazla kılmazdı.

«Ve Mirac´dan bunun imam Muhammed´in kavli olduğunu nakl etmiştir.» Bu ifâde Bahır´ın sözüne de itirazdır.

Bahır´da: «Bu meselede İmam Muhammed´den nakiller muhteliftir. Tahâvînin Âşar şerhindeki nakline göre kıyamın uzunluğu daha makbuldür. Müçteba´da imam Muhammed´den bunun aksi nakl edilmiştir. İmam ebû Yusuf´tan ise tafsilata giderek: «Geceleyin okuduğu kur´an virdi varsa efdal olan r&kat sayısını çoğaltmaktır. Yoksa kıyâmın uzunluğu efdaldir.» Dediği rivâyet olunmuştur. Çünkü birincide kıyâm muhtelif değildir. Ona rükû ve sücûd ziyâdesi ilâve edilir.» denilmiştir.

İtiraz şöyledir: Bahır sâhibinin sözünün müktezâsı bu meselede mezhebin imamından rivâyet yoktur. Belki her iki kavl imam Muhammed´e aittir.

Ben derim ki: Benim anladığıma göre ebû Yusuf´un rivâyeti bu iki kavlin haml edildiği kavildir.

«Bedâyi sahibi bunu sahih kabul etmiştir.» Onun ibâresi şöyledir: «Ulemamız kıyâmı uzun tutmanın efdal oldûğunu söylemişlerdir. İmam Şafiîye göre çok namaz kılmak efdaldir. Sahih olan bizim kavlimizdîr.» Bundan sonra Bedâyi sahibi. «İmam ebû Yusuf´tan rivâyet olduğuna g.öre ilh...» demiştir ki, onun bu sözünden anlaşıldığına göre bu kavl üç imamımıza aittir. Çünkü Şafii´nin hilâfından başka bir hilâf zikir etmemiştir. Yukarıda Tahavî´den nakl ettiklerimiz de bunu te´yid etmektedir.

Şarihin: «Ben derim ki» diyerek bunu Mücteba´da gördüğünü nakl etmesi Mirac´ın sözünü te´yid eder. «Agah ol!» diye tenbihte bulunması musannıfa yapılan itiraza işârettir. Musannıf merhum üstadı olan Bahır sahibine tabi olarak metinlerde zikir edilen İmam A´zam kavlini terk etmiş tır. Halbuki sahih kabul edilen hatta yukarıda geçtiği vecihle bütün ulemânın tercih ettiği kavl odur. Onun için Hayreddin Remlî: «Ben derim ki: Kâmil bir zat üstadına tabi olarak büyüklere nasıl muhâlefet edebiliyor ve bunu metin yapıyor? Halbuki metinler mezhebi nakl için yazılırlar!» demiştir.

Hâsılı, mutemed olan mezhep, kıyâmı uzun tutmanın daha makbul olmasıdır. Münye şerhinde de bildirildiğine göre bunun mânâsı şudur: Bir kimse muayyen bir zaman parçasını namazla meşgul etmek isterse rekat sayısını az tutarak kıyâmı uzatması aksini yapmaktan efdaldir. Meselâ: Bu parçada iki rekat namaz kılmak dört rekat kılmaktan efdaldir. Kıyas böyle yapılacaktır.

«Acaba okuyan gibi dilsizin de ilh...» ifâdesi Nehir sahibine ait incelemedir. Öyle anlaşılıyor ki dilsizin çok rükû ve secde etmesi efdaldir. Çünkü kıyâmın efdal olması kıraat itibariyle idi. Dilsizde ise kırâat yoktur. Bunu Halebî bazı derkenarlardan nakl etmiştir. Fakat Rahmetî kendisine muhâlefet etmiş; Dilsizin hükmen okur sayıldığını ve kendisine okuyanların sevâbı verildiğini söylemiştir. Nitekim bir ibâdete niyet edip de âciz kalan kimse hakkında verilecek hüküm budur. Halbuki kâide şudur: İllet bazı suretlerde bulunursa geri kalanlarında da eksiksiz bulunur.

METİN

Mescidin Rabbine, iki rekat tahiyye namazı kılmak sünnettir. Ama farz veya başka bir namazı edâ etmek kezâ, mescide farz kılmak niyetiyle girmek veya farz kılmağa niyet etmeksizin imama uymak da onun yerini tutar. Her gün için bir tahiyye namazı kâfidir. Bize göre oturmakla tahiyye namazı sâkıt olmaz. Bahır.

Ben derim ki: Ziyâ´da Kût´tan naklen bildirildiğine göre bir kimse hades veya başka sebeble tahiyye namazını kılamazsa dört tesbih lafzını dört defa söylemesi mendup olur.

İZAH

Tahiyye namazı sünnettir. Şarih Hazâin adlı eserinin derkenarında bu sözün Hulâsa sahibine reddiye olduğunu kayt etmiştir. Çünkü Hulâsa sahibi: «Tahiyye namazı müstehabtır.» demiştir. Kitabımızın metninde tahiyye-i mescid denildiği halde şarihin buna bir de «Rabbi» kelimesini ilâve ederek «mescidin Rabbine tahiyye» şekline sokması. ibâreden muzafın atıldığını gösterir. Çünkü tahiyye-i mescidden maksat A L L A H´a yaklaşmaktır. Mescidi selâmlamak değildir. İnsan kralın evine girerse kralı selamlar; evini selamlamaz. Bunu Hılye´den naklen Bahır sahibi söylemiş sonra şunu ilâve etmiştir: «Bu namazın sünnet olduğuna icma nakl edilmiştir. Yalnız ulemamız bir şeyi umumi surette men eden delili umumi surette mubah delile tercih için onun mekruh vakitlerde kılınmasını mekruh saymışlardır.»

Tahiyye-i mescid iki rekattır. Kuhistanide: «İki veya dört rekattır. Tahiyye-i mescid için bu daha efdaldir. Meğer ki mescide fecirden yahud ikindiden sonra girmiş ola. Bu takdirde tehlil ve peygamberimize salavât getirir, Böylelikle mescidi.n hakkını ödemiş olur. Nitekim farz kılmak için girdiğinde de öyledir. Zira o zaman Tahiyye-i mescidle me´mur değildir. Bu Timurtâşî´de beyân edilmiştir.» denilmektedir.

Farz veya başka bir namazı kılmak tahiyye-i mescidin yerini tutar. Bu hususta Nehir´de şöyle denilmektedir: «Mescide girdiği vakit kıldığı farz veya sünnet her namaz tahiyye-i mescidin yerini tutar. Binâyâ´da Muhit´in muhtasarına atfen: «Farz kılmak veya imama uymak niyetiyle mescide girmek tahiyye-i mescidin yerini tutar. Ancak başka bir maksatla girerse bu namazı kılması emir edilir. Deniliyor.» Nehir´in sözü burada biter. Hâsı!ı mescide girenden istenilen şey orada namaz kılmaktır. Tâ ki bununla Rabbini tahiyye ve tazim etmiş olsun. Öyle anlaşılıyor ki farz namaz kılmak niyetiyle mescide girmesi imam olmak, yalnız kılmak veya imama uymak niyetiyle de olsa girer girmez hemen kılarsa tahiyye-i mescid yerini tutar. Hemen kılmaz da oturursa tahiyye-i mescidi kılması tâzım gelir. Ama bu evlânın hilafıdır. Nitekim gelecektir. Bir kimse Meselâ: Farz namaz kılmak niyetiyle mescide girer de.bir müddet sonra kılarsa oturmadan tahiyye-i mescidi kılması emir olunur. Nitekim namaz için değil de ders veya zikir gibi bir sebeble girse evvela tahiyye-i mescidi kılar. Bu izahatımızda anlaşılır ki, Nehir sahibinin binâye´dan nakl ettikleri öncekilere muhalif değildir. Şu kadar var ki o namaz yerine namaz niyeti ifadesini kullanmıştır. Zirâ ekseriyetlenamaz için mescide giren kimse namaz kılar. Yoksa namaz kılmasa da niyet tahiyyenin yerini tutar demek istememiştir. Ama ibâresinin zâhiri bunu îham etmektedir. Nitekim Halebî söylemiştir. Allah´u âlem.

Farz kılmak niyetiyle girmeyip imama uymak da tahiyye-i mescid yerini tutar. Hılye´de şöyle denilmiştir: «Bir kimse mescidde tahiyyeyi niyet etmeksizin farz kılmakla meşgul olsa bu farz tahiyye-i mescid yerim tutar. Çünkü mescide tâzim hâsıl olmuştur. Nitekim Bedâyi ve diğer kitablarda beyân olunmuştur. Farzla birlikte tahiyyeyi niyet ederse Muhit ve diğer kitabların zahirlerinden anlaşılan şeyhayna göre sahih olmasıdır. İmam Muhammed´e göre namaza girmiş olmaz. Zira ulemanın sözleri şudur: Bir kimse hem öğlenin farzına hem de nâfileye diye niyetlenirse ebû Yusuf´a göre kıldığı namaz farz yerine geçer. Bu kavli imam Hasan ebû Hanîfe´den de rivâyet etmiştir. İmam Muhammed´e göre namaza girmiş olmaz. Çünkü bir namazda farzla nâfile iki ayrı cins olup bir tahrimede birini diğerine tercih câiz değildir. İkisine birden niyet ederse iki niyet bir bîrine zıd gelerek hükümsüz kalırlar.

Ebû Yusuf´un delili şudur: «Farz daha kuvvetlidir. Binaenaleyh ondan aşağısına niyet ortadan kalkar. Ve farz olan hacla tetavvua niyet eden gibi olur.»

Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Bu ibârenin bir misli de Bahır´dadır.

Ben derim ki: Benim anladığıma göre bu hilaf bizim meselemizde yürümez. Zirâ farz tahiyyenin yerini tutunca tahiyyeden maksat hasıl olur ve artık tahiyye matlup değildir. Çünkü maksad hangi namazla olursa olsun mescidi ta´zimdir. Ayrıca tahiyye emir olunmaz. Meğer ki evvelce görüldüğü vecihle namazdan başka bir maksatla girmiş olsun. Şu halde farzIa birlikte tahiyyeyi de niyet ederse farzın tazammun ettiği bir şeyi niyet olur ve o şey farzla sukût eder. İmam Muhammed´in kavline göre başka bir cinse niyet etmiş değildir. Öğlenin farziyle sünnetine niyet etmek bunun hilâfınadır.

Hatta biri şöyle diyebilir. Evlâ olan bu farzla tahiyye-i mescidi niyet etmektir. Tâ ki onun sevâbına da nâil olsun. Yani kıldığı farzla AIIah teâlaya tahiyye veya beytine tazimi de niyet eder. Çünkü farzla tahiyyenin sükût etmesi ve kendisinden istenmemesi kast edilmeksizin sevap verilmeyi istilzam etmez. Sonra gördüm ki Şafiîlerden ibn Hacer Minhac´da «tahiyye farzla veya başka bir nâfile ile de hâsıl olur...» dedikten sonra şunları söylemiş: «Velev ki farzla birlikte tahiyye-i mescide niyet etmesin. Çünkü mescidin maksud olan hürmetini ayak altına almış değildir. Yani bununla tahiyye sâkıt olur. Sevap hâsıl olmasına gelince: bunun husuli niyete bağlı olduğu belirtilmiştir. Zira hadisi şerifde: "Ameller ancak niyetlere göredir", buyurulmuştur. Şarih hazretlerinin tahiyyeden başka bir fiili onun yerini tutacağını, yani niyet etmese bile sevab hâsıl olacağını zan etmek ihtimalden uzaktır. Velevki Mecmuun sözü bunu iktiza eder denilsin. Sevab olmamasını niyet etse bilittifak bir şey hâsıl olmaz. Nitekim bu bazılarının tavâfın sünnetinde söylediklerinden alarak, açıktır. Öğle namazı ile meselâ: Bir sünnete niyet etmenin zarar vermesi sünnet bizzat maksud olduğundandır. Tahiyye böyle değildir.»

İbn Hacerin: «Bir sünnete niyet etmenin zarar vermesi ilh...» ifâdesi sözün başında benim bahis ettiğimin aynidir. Allah´a hamd olsun. Zirâ onun söyledikleri bizim mezhebimizin kaidelerine aykırı değildir.

«Her gün için bir tahiyye namazı kafidir.» Yani bir özürden dolayı mescide tekrar tekrar girerse bir tahiyye kâfi gelir. Mutlak söylemesine bakıIırsa mescide giren kimse tahiyyeyi ilk girişte kılmakla son girişte kılmak arasında muhayyerdir. T.

«Bize göre oturmakla tahiyye namazı sâkıt olmaz.» Çünkü ulema hâkim hakkında şunları söylemişlerdir: «Hâkim hüküm vermek için mescide girdiğinde dilerse o anda, dilerse çıkacağı vakit tahiyye namazını kılar. Zira maksad hâsıl olur. Nitekim gâyede beyan olunmuştur. Sahihaynda rivayet edilen: «Biriniz mescide girerse iki rekat namaz kılmadan oturmasın!» hadisine gelince: Bu hadis evlâ olanı beyân etmektedir. Çünkü ibn Hibban´ın sahibide rivâyet ettiği bir hadiste Rasûlüllah (s.a.v.): Ya ebâ Zer, şübhesiz mescidin bir tahiyyesi vardır. Onun tahiyyesi iki rekat namazdır. kalk ta onları kılıver! buyurmuştur. Meselenin tamamı Hılye´dedir. Şârihin bahis ettiği Ziyânın ibâresi şöyledir: «Bazıları demişlerdir ki: Bir kimse mescide girer de hades, meşguliyet veya benzeri bir sebeble tahiyyeı mescid namazını kılamazsa,

«Subhanellah velhamdülillah velâ ilâhe illâllahü vallâhü ekber» Demesi müstehap olur. Bunu ebû Talip Mekkî Kûtü´l-Kulûp adlı eserinde söylemiştir.» Biz bunun benzerini kuhistani´den naklen arz etmiştik.

HATİME: Âfakî (yani uzaklardan gelen) hacının ilk girişine nisbetle mescidi haram (Kâbe) sâir mescidlerden müstesnadır. Çünkü onun tahiyyesi (namaz değil) tavaftır. Ama bu söz götürür. Hılye´de böyle denilmiştir. Her halde söz götürmesi yukarıda geçen hadiste mescid kelimesinin mutlak zikir edilmiş olmasındandır. Nehir´de bildirildiğine göre imam farzı kıldırır veya müezzin ikâmete başlarsa cemâat olanın tahiyyei mescidi terk edeceğine ve tavâfın tahiyyeye tercih edileceğine ulema ittifak etmişlerdir. Peygamber (s.a.v.)´e selâm vermek bunun hilâfınadır.

Ben derim ki: Lâkin molla Âliyy-ül-Kâri´nin Lübab-ül-Menâsik adlı eseri ile onun şerhinde şöyle denilmektedir: «Mescidi harâma giren tahiyyei mescidle meşgul olmaz. Zira mescid-i şerifin tahiyyesi, tavaf etmek isteyen için tavaftır. Tavaf etmek istemeyip oturmak isterse iş değişir. Böylesi iki rekat tahiyyei mescid kılmadan oturamaz. Meğer ki vakit kerahet vakti ola!» Bu sözün Zâhirinden anlaşılıyor ki, tavaf etmek niyetiyle giren kimse ondan önce veya sonra tahiyyei mescid namazı kılmaz. Bunun vechi her halde tahiyye namazının iki rekat tavaf namazına karışmış olmasıdır.

METİN

Sünnet ile farz arasında konuşursa sünneti iskat etmiş olmaz. Ama sevabını azaltır. Sünnet sâkıt olur diyenler de vardır. Esah kavle göre tahrimeye aykırı her amel böyledir. Kınye. Hulasa´da bildirildiğine göre bir kimse alış verişle meşgul olur veya yemek yerse sünneti tekrar kılar. Bir lokma yemek veya bir yudum su ile sünnet namazı bâtıl olmaz. Yemek getirilirse tadınınkaçacağından veya azalacağından korktuğu takdirde evvela onu yer sonra sünneti kılar. Ancak vaktin çıkacağından korkarsa yemeği terk eder. Sünneti özürsüz olarak vaktin sonuna geciktirirse sünneti ifâ etmiş olmaz. olur diyenler de vardır.

İZAH

Sünnetle farz arasında konuşursa sünneti iskât etmiş olmaz. Bunların arasını evrâd okumakla ayırmak dahi oyni hükümdedir. Zira sünnet Allahümme entes selam ilh... diyecek kadar ayırmaktır. Bundan fazlasını yaparsa sünnet mesnun olan yerinde yapılmamış sayılır. Nitekim kırâatın âşikar okunması babından az önce geçmişti. Sünnet sâkıt olur diyenlere göre farzdan önce kılınan sünnet ise onu yeniden kılar. Farzdan sonra kılınanlardan ise zâhire göre nâfile olur. Ve bu kavle göre o kimseye sünneti kılması emir edilmez.

Öyle görünüyor ki Şârihin: «Hulasa´da bildirildiğine göre ilh...» sözü musannıfın kınye sahibine tâbi olarak metinde sahihlediği ifâdeye istidraktır. (düzeltmedir) Çünkü Hulâsa sahibinin «sünneti tekrar kılar.» diye kesin konuşması sünnetin sâkıt olduğunu gösterir. Az sonra «sünnet namazı bâtıl olmaz.» İfadesini kullanması bunun karinesidir. Yani namazın sünnet olması bâtı! olmaz demektir. Bundan anlaşılır ki tekrar kılması sünnet olması bâtıl olduğundandır. Aksi takdirde mukabele sahih olmaz.

«Yemek getirilirse ilh...» sözü, aykırı amelin sünnetin sevâbını azaltması veya tamamiyle gidermesi özürsüz olduğu zamandır manasını ifâde etmektedir. Ama yemek gelir de son sünneti kıldığı takdirde tadının kaçacağından korkarsa evvelâ onu yer; sonra sünneti kılar. Çünkü bu cemâatı terk için bile özürdür. Sünneti geciktirmek için özür olacağı evleviyette kalır.. Ancak vaktin çıkmasiyle sünneti tamamen kaçıracağından korkarsa evvela onu kılar; sonra yemeğini yer. Benim anladığım budur.

Sünneti özürsüz olarak vaktin sonuna geciktiren onu ifa etmiş olmaz diyenler olduğu gibi olur diyenler de vardır. Kınye sahibi bu sözlerin ikisini de nakl etmiş; fakat bu ikinci kavli zaif çıkaracak bir işârette bulunmamıştır. Sadece onu sonra zikir etmiştir. Bundan onun zaif olması lazım gelmez. Bana öyle geliyor ki, esah olan kavil budur. Birinci kavil «sünnet aykırı amel ile sâkıt olur.» Sözüne binâ edilmiştir. Bu kavil şarihin zaifliğine işâret ederek söylediği kavildir.

METİN

FER´Î MESELELER: Sabah namazının sünnetini aydınlık zamanına bırakmak efdaldir. Bazıları efdal olmadığını söylemişlerdir. Bir kimse sünnet namazları nezir eder de nezrini yaparsa sünnetleri kılmış olur. Bazıları olmaz demişlerdir. Nâfile namaz kılmak isteyen evvela onu nezir eder; sonra kılar. Nezir etmemeli diyenler de vardır.

İZAH

Bazıları sabah namazının sünnetinin aydınlık zamanına bırakılmasını efdal görmemişlerdir. Bahır sahibinin Hulâsa´dan naklen söyledikleri bunu teyid eder. O: «Sabah namazının iki rekat sünnetinde sünnet olarak yapılacak iş, Kâfirun ve ihlas surelerim okumak, bu namazı vaktin evvelinde ve evdekılmaktır. Evinde kılamazsa mescidin kapısı yanında kılar ilh...» demiştir.

Münye şerhinde dahi: «Hazreti Âişe´den rivâyet edilen hadisler de buna delâlet eder. Âişe (r.a.) şöyle demiştir. Rasûlüllah (s.a.v.) müezzin sabah ezanını okuyup sustuğu ve fecrin doğduğunu anladığı zaman kalkar iki rekat hafif bir namaz kılardı. Sonra müezzin ikâmet için yanına gelinceye kadar sağ tarafına yatardı. O geldi mi namaza çıkardı. Bu hadis muttefekun aleyhdir.» denilmektedir. Meselenin tamamı Münye şerhindedir.

T E N B İ H : Şafiîler bu hadisten ve emsalinden alarak sabah namazının sünnetiyle farzının arasını bu şekilde yatmakla ayırmanın sünnet olduğunu söylemişlerdir. Bizim ulemamızın sözlerinden bunun hilâfı anlaşılmaktadır. Zira bunu zikir etmemişlerdir. Hatta ben imam Muhammed´in Muvattâında şunu gördüm: «Bize Malik Nafi´den O da Abdullah bin Ömer´den naklen haber verdi ki Abdullah bin Ömer sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra yatan bir adam görmüş de, buna ne oluyor. demiş. Nafî: Ben ona iki namazın arasını ayırmasını söyledim; demiş. Bunun üzerine ibn Ömer selamdan daha güzel ayırmana ne olabilir! mukabelesinde bulunmuş; İmam Muhammed: Biz ibn Ömer´in kavliyle amel ederiz. Ebû Hanîfe rahimellahın kavli de budur. demiştir.»

Muvattâın şârihi muhakkik molla Aliyy-ül-Kâri´de şunları söylemiştir: «Bunun sebebi: Çünkü selâm ancak ayırmak için varid olmuştur. Selâm vermek vacip olduğu için fiil ve söz gibi namazdan çıkaran sair şeylerden efdaldir. Bu söz evvelce geçen «Rasûlüllah (s.a.v.) teheccüdün sonunda yatardı. Bazan da sabah namazının iki rekat sünnetinden sonra evinde istirahat için yatardı.» hadisine aykırı değildir.

Molla Aliyy-üI-Kari bundan sonra sözüne şöyle devam etmiştir: «İbn Hacer Mekki şemâil şerhinde şöyle demiştir: Şeyhaynin rivayet ettikleri bir hadiste: Peygamber (s.a.v.) sabah namazının iki rekat sünnetini kılınca sağ tarafına yatardı. Onun için sabah namazının sünneti ile farzı arasında bu şekilde yatmak sünnettir. Bir de Rasûlüllah (s.a.v.) bunu emir buyurmuştur. Nitekim bu babtaki hadisi ebû Davud ile başkaları zararsız bir senedle rivayet etmişlerdir. Buna muhalefet edenler de vardır. Bu hadis mescidde veya başka yerde olsun yatmânın mendup olduğunu açıkca göstermektedir. Bazıları yatmanın yalnız evinde mendup olduğunu söylemişlerdir. İbn Ömer´in «bu bid´attır.» İbrahim Nahaî´nin «bu şeytanın yatışıdır.» demeleri ve ibn Mes´udu´un bunu inkar etmesi hadis kendilerine ulaşmadığı içindir. İbn Hazm ifrata giderek: Yatmak vacibtir. Sabah namazı için bu şarttır. demiştir.» Hadisin en yüksek derecelerde bulunan bu büyüklere ulaşmamasının ihtimalden uzak olduğu meydandadır. Bâhusus ibn Mes´ud hazretlerine ki Peygamber (s.a.v.) den hazarda seferde ayrılmamıştır. İbn Ömer hazretleri de öyledir. Rasûlüllah (s.a.v.) bütün halterini tamamen incelemiş ve tâbi olmuşlardır. Doğru hareket bu zevatın inkarlarını yukarıda geçen ayırma illetine haml etmektir. Yahud bunu mescidde fazîlet erbabı arasında yapmıştır demelidir.

Hadisin sahih olduğu kabul edildiği taktirde Peygamber (s.a.v.) emri bu işin mescidde yapılabilmesi hususunda açık olmadığı gibi işâret de değildir. Zira hadisi şerif ebu Davud, Tirmizî ve İbn Hibban´ın hazreti ebû Hureyre´den rivâyetleri vecihle şöyledir: «Biriniz sabahın iki rekat sünnetini kıldı mı sağtarafına yatsın!» Mutlak mukayyede haml edilmiştir. Şu da var ki, mescidde bu yatış, peygamber (s.a.v.) zamanında şâyi olsa idi bu mümtaz ve büyük zevata gizli kalmazdı. Mukayyetten murad: Yukarıda geçen «sabah namazının iki rekat sünnetinden sonra evinde» sözüdür. bunun hulâsası şudur: Rasûlüllah (s.a.v.)´in yatması ancak istirahat için evinde olmuştur. Meşru olduğunu göstermek için değildir. Esah olan hareket, yatmayı emir eden ve bunun meşru olduğunu göstermek için yapıldığını gösteren hadisi yalnız evde yapılması istenildiğine haml etmektir. Delillerin arası böylece bulunmuş olur. ALLAH-u âlem.

«Bir kimse sünnet namazları nezir eder de nezrini yaparsa sünneti kılmış olur.» Çünkü nezir etmek (adamak) o namazı sünnet olmaktan çıkarmaz. Nitekim sünnete niyetlenir de bozar ve sonra edâ ederse kıldığı sünnet olur. Ve bozduğu için vacip vasfı ziyâde edilir. Bunu Nehir sahibi İkdül-feraid´den naklen söylemiştir. «Nâfile namaz kılmak isteyen evvela onu nezir eder.» Kınye´de: «Nâfıleyi nezir ettikten sonra eda etmek nezirsiz edâ etmekten efdaldir.» denilmiştir.

Bahır sahibi diyor ki: «Buna göre Müslim´in sahihinde rivâyet ettiği nezirin yasaklanması meselesi müşkil kalır. Bu hadis nezir etmemeli diyenlerin kavlini tercih ettirir. Lâkin bazıları hadisdeki nehyi, şarta bağlı olan nezire haml etmişlerdir. Çünkü şartın meydana gelmesi ibâdete karşılık gibi olur ve o kimse samimi muhlis sayılmaz. Nezir eder diyenlerin kavli şöyle izah olunur: O ibâdet niyetiyle vacip olursa da nezirde ibâdete giriş vacibtir. Binaenaleyh o kimse vacip sevabı kazanır. Nafile böyle değildir. Rey´i âcizaneme göre en iyisi yasaktan yüzde yüz çıkmış olmak için nezir etmemelidir.

Ben derîm ki: Yasak hadisinin lafzı Buharî´nin de sahihinde ibn Ömer´den rivâyet ettiği gibi şöyledir: «Peygamber (s.a.v.) nezri yasak etti ve: Bu hakikatta hiç bir şeyi geri getirmez. Sâdece bununla bahilin cebinden mal çıkarılır. buyurdu.» Bundan ilk hatıra gelen mânâ muğlak nezir kast edilmiş olmasıdır. Mesela: Hastama şifâ verirse Allah için filan işi yapmak boynuma borç olsun! demek muğlak bir nezirdir. Nezrin yasaklanmasının vechi: Karşılık şâibesinden kurtulmamasıdır. Çünkü ibâdeti şifa karşılığı yapacağını adamıştır. Şart kıldığı şey olmazsa o ibâdeti yapmağa nefsi razı olmayacaktır. Hem bunda şifa hususunda nezrin bir tesiri varmış gibi inanmayı îham vardır. Bundan dolayıdır ki, hadis-i şerifte «bu hakikatta hiç bir şeyi geri getirmez.» buyurulmuştur. Zira bu cümle nehyin illeti yerinde söylenmiştir. Peşin yani ta´liksiz nezir bunun hilâfınadır. Çünkü o ibâdeti Allah için hâlis teberrudur. Ve nefsi ihtimal adamaksızın yapamayacağı bir şeye mecbur etmektir. Binaenaleyh ibâdettir. Bu nezrin bize göre ibadet olduğuna delil, Feth-ul-Kadir´in hac bahsinden az önceki şu açıklamasıdır:

«Bir kimse itikafı nezir edip dinden döner de sonra tekrar müslüman olursa o kimseye nezirin icâbı lazım gelmez. Çünkü ibâdeti nezir etmenin kendisi ibâdettir. Bu ise sair ibadetler gibi dinden dönmekle bâtıl olur.»

Bu nezirden murad: Şarta bağlı olmayan münecez nezirdir. Zira söylediğimiz gibi Buharî´nin bazı şarihleri hadisdeki yasağı, dileğinin hasıl olması hususunda nezrin tesiri olduğunu itikad edenlere haml etmişlerdir. Öyle görünüyor ki, yasak umumidir. Çünkü mezkûr hadisde: «Sâdece bununlabahîlin cebinden mal çıkarılır.» buyurulmuştur. Allah´u âlem.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:18 am GMT +0200
T E N B İ H : Şârih neziri nafile namazlarla kayıtlamıştır. Bunun manası sünnetlerde nezir etmenin efdal olmasıdır. Bunun vechi herhalde şudur: Sünnetler Peygamber (s.a.v.) in farzlardan önce ve sonra kıldığı namazlardır. Bizden istenilen, onun yaptığı şekilde kendisine tabi olmamızdır. Rasûlüllah (s.a.v.)´in bu sünnetleri evvela nezir eder dediği bize nakl edilmemiştir. Onun için bazıları: «Sünnetleri kılmış olmaz.» demişlerdir. Binaenaleyh efdal olan, nezir etmemektir. Allah´u âlem.

METİN

Bir kimse sünnetleri terk ederse, bunları hak gördüğü takdirde günahkar olur. Aksi takdirde kâfir olur. Teravihten maada nâfilelerde efdal olan evde kılmaktır. Meğer ki tamamen bırakacağından korkusu ola! Esah kavle göre daha ziyade huşû ve hulusla kılınan namaz daha fâziletlidir. Abdestten sonra iki rekat namaz kılması mendubtur. Maksat aza kurumadan kılmaktır. Nitekim Şurunbulâliye´de Mevâhib´ten naklen izah edilmiştir.

İZAH

«Teravihten maada nafileleri evde kılmak efdaldir.» Sözü farzdan önce ve sonra kılınan bütün nâfilelere şâmildir. Çünkü sahihaynda rivâyet olunan bir hadiste: «Size evlerinizde namaz kılmayı tavsiye ederim. Zira kişinin en hayırlı namazı evinde kıldığıdır. Yalnız farz namaz müstesnâ!» buyurulmuştur.

Ebû Davud´un rivâyet ettiği bir hadiste dahi: «Kişinin evinde kıldığı namaz benim şu mescidimde kıldığımdan daha fazîletlidir. Yalnız farz namaz müstesnâ!» buyurulmaktadır. Tamamı Münye şerhindedir. Bu daha fazîletli olunca evine gittiği takdirde kendisini meşgul etmek korkusu lazım gelmeyecek şeylere riâyet gerekir. Yahud evinde zihnini meşgul edecek ve huşûu bozacak bir şey varsa o zaman mescidde kılar. Çünkü huşû tarafına itibar daha çoktur.

Teravih namazı ise mescidde kılınır. Zira cemâatla eda edilir. Cemaatın yeri mesciddir. Münye şerhinde tahiyye-i mescid namazı da istisnâ edilmiştir. Bu açıktır.

Ben derim ki: İkişer rekat ihram ve tavaf namazları da müstesnadır. Çünkü birincisi mîkâtta mescidde kılınır. Nitekim lübabta beyân edilmiştir. İkincisi de makam-ı İbrahim´de kılınır. Yoldan gelince kılınan iki rekat da müstesnadır. Yola çıkarken kılınan bunun hilâfınadır. Çünkü evde kılınır. Nitekim gelecektir. İtikâfa girenin kıldığı nafile ve kezâ geciktirdiği takdirde kaçıracağından korktuğu nâfile dahi müstesnadır.

Güneş tutulduğu zaman kılınan namaz da müstesnadır. Zira cemaatla kılınır.

«Abdestten sonra iki rekat namaz kılmak mendubtur.» Çünkü Müslim´in rivâyet ettiği bir hadiste: «Güzelce abdest alıp iki rekat namaz kılan ve kalbi ile yüzü ile o namaza yönelen hiç bir kimse yoktur ki kendisine cennet vacip olmasın.» buyurulmuştur. Hazâin. Gusül de abdest gibidir. Bunu Tahavî Şurunbulâliye´den nakl etmiştir. Bu iki rekatta kâfirun ve ihlas sureleri okunur. Nitekim Ziyâda beyan edilmiştir. Acaba Tahiyye-î mescid gibi başka bir namaz bu iki rekatın yerini tutarmı, tutmaz mı? düşün.

Sonra lübab´ül Menâsik şerhinde gördüm ki iki rekat ihram namazı istihare namazı ve benzerleri gibi müstakil bir sünnettir. Farz namaz bunların yerini tutmaz.

Tahiyye-i mescid ve abdestten sonraki şükür namazı böyle değildir. Zira bunlar için ayrıca namaz yoktur. Nitekim Hüccet nâm kitabın sahibi bunu tahkik etmiştir.

METİN

Sahih kavle göre güneş doğduktan zevâle erinceye kadar dört rekat veya daha fazla kuşluk namazı kılmak mendubtur. Kuşluk namazının muhtar olan vakti gündüzün dörtte birinden sonradır. Münye´de bu namazın, en az iki, en çok oniki, orta sekiz rekat kılınacağı bildirilmiştir ki, efdali ortası (yanı sekiz rekât)dır. Nitekim zehâr-i eşrefiye´de beyân edilmiştir. Çünkü bu Peygamber (s.a.v.)´in fiili ve kavli ile sâbit olmuştur. En çok miktarı yalnız kavli ile sabittir. Bu izah en çok miktarı bir selamla kılındığına göredir. Ayrı ayrı kılındığı takdirde ne kadar ziyâde ederse o kadar daha fazîletli olur. Nitekim bunu ibn Hacer Buharî şerhinde anlatmıştır.

Zehâir-i eşrefiye ibn şıhne´nın fıkhî bilmeceler hakkında bir eseridir.

İZAH

Kuşluk namazının mendup olduğu tercih edilmiştir. Nitekim Gazneviye, Hâvî, Şır´a, Miftah ve Tebyin sahipleri ve diğer ulema kesinlikle buna kaildirler. Bazıları bu namazın müstehap olmadığını söylemişlerdir. Çünkü Buhari´de İbn Ömer (r.a.)´nın bunu inkar ettiği bildirilmektedir. Münye şerhinde bu namazın müstehap olduğunu gösteren deliller sayılmıştır. Bu namazda şer´a´da beyan edildiği vecihle Veş-Şems ile Ved-duhâ sureleri okunur. Zahirine bakılırsa iki rekattan fazla da kılsa aynı sureleri okur.

Münye şerhinde «güneş doğduktan sonra» yerine güneş «yükseldikten sonra» denilmiştir.

«Kuşluk namazının muhtar olan vakti»nden murad: Kılmak için tercih edilen vakittir. Bu sözü Münye şarihi, Hâvîye nisbet etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü Zeyd bin Erkam hadisinde: Rasûlüllah (s.a.v.); Evvâbin namazı Deve yavruları yere çöktüğü vakit kılınır. buyurdu. denilmiştir. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Deve yavrularının çökmesi ayakları sıcağın şiddetine dayanamadığı içindir.

Kuşluk namazının en az iki rekat kılınacağını Şeyh İsmail (Hâik) de Gazneviye, Hâvi, Şır´a ve Semerkandiye´den nakl etmiştir. Musannıfın söylediğini tebyin, Miftah ve Dürer sahipleri de benimsemişlerdir. En az iki rekattır diyenlerin delili: Peygamber (s.a.v.)´in hazreti ebû Hüreyre´ye iki rekat namaz kılmasını tavsiye buyurmasıdır. Nitekim Sahibi Buhâri´de rivâyet edilmiştir.

Dörttür diyenlerin delili: «Peygamber (s.a,v.) kuşluk namazını dört rekat kılar; Allah´ın dilediği kadar da ziyâde ederdi.» hadisidir. Bunu Müslim ve diğer hadis imamları rivâyet etmişlerdir. İki hadisin araları bazı muhakkakların işaret ettikleri vecihle «iki rekat en az mertebesi dört rekat da kemâl derecesinin en aşağısıdır.» demek suretiyle bulunur.

Kuşluk namazının en çoğu on iki rekattır. Çünkü Tirmizî ile Nesâînin îçinde zaif bulunan bir senedle rivâyet ettikleri bir hadiste Rasûlüllah (s.a.v.): «Her kim kuşluk namazını oniki rekat kılarsa Allahona cennette altından bir köşk binâ eder.» buyurmuştur. Takarrur etmiş bir kaidedir ki, zaif hadisle fazîletler hususunda amel câizdir. Münye Şerhi. Bazıları bu namazın en çok sekiz rekat kılınacağını söylemişlerdir.

Hılye sahibi bu kavli İmam Ahmed´e Şafiîlerden bazıları ise ekser ulemaya nisbet etmişlerdir. İbn Hacer Buharî şerhinde şöyle demiştir: «Efdal ile ekser arasında fark tasavvur edilemez. Ancak kuşluk namazını bir selamla oniki rekat kılan hakkında tasavvur edilebilir. Çünkü bu namaz, kuşluk namazı sekiz rekattır diyenlere göre mutlak surette nâfile olur. Ama ikişer rekat olarak ayrı kılarsa kuşluk namazını kılmış olur. Sekizden fazla kıldığı mutlak surette nâfile olur. Böylece oniki rekat onun hakkında sekizden efdal olur. Zira hem efdali hem ziyadesini kılmıştır.»

Ben derim ki: Bunun hâsılı şudur: Kendisince ziyadesi sabit olmadığı için, kuşluk namazının en fazlası sekiz rekattır diyen kimse bu namazı bir selamla on iki rekat olarak kılsa kuşluk namazının sünnet miktarı yerine geçmez. Çünkü meşruun hilâfına niyet etmiştir. Ona göre efdal olan, sekiz rekat kılmaktır. Fakat kuşluk namazının en fazlası oniki rekattır diyenlerin kavline göre - amellerin fazîleti hakkında zaif hadisle amel câiz olduğundan - oniki rekat kılmak efdal olur. Nitekim ikişer veya dörder rekatta selam vererek ayırsa bütün ulemâya göre efdal olur.

Hulâsa : Sekiz rekatın efdal olması - fazlası sâbit olmadığı için - kuşluk namazının en fazlası sekiz rekattır. Sözüne binaendir. O zaman şârihin sözündeki sakatlık sana gizli kalmaz. Zira o bu namazı en fazla oniki rekat kabul etmiş orta olan sekiz rekatın efdal olduğunu söylemiştir. Şu da var ki, biz bu namazın en fazla sekiz rekat olduğunu kabul etsek - mutlak surette nafile olsun diye bir selâmla oniki rekat kıldığı vakit - sekiz rekat onikiden daha faziletlidir diye kayıtlamak mezhebimizin kaidelerine uymaz. Belki bizim kâidelerimize göre neye niyet etti ise o olur. Meselâ: Öğle namazını altı rekat kılar da dört rekatta oturursa, kalan iki rekat önceki rekatların farziyet sıfatını değiştirmez. Çünkü bize göre gerek farz gerekse nafile tahrimesinin üzerine binâ sahihtir. Sayıyı niyet etmenin faydası zararı yoktur. Binaenaleyh kuşluk namazını sekiz rekattan fazla kılarsa, fazlası mutlak surette nafile olur. Selamla ayırdığını ayırmadığını fark etmeksizin hepsi mutlak nâfile olmaz. Evet, selamla ayırmadan kılarsa dört rekattan fazlası gündüz nafilelerinde mekruhtur. Velev ki kuşluk namazının en çok miktarını geçmesin. Bu takdirde sekiz rekatın efdal olması zâhir değildir.

Şafiîlerden biri buna cevap vermiş ve: «Sekiz rekatın efdal olması tabi olmak sebebiyledir.» demiştir. Yani sekiz rekatın efdal olduğu sahih hadislerle sâbittir. Binaenaleyh bu aded hususunda şârih hazretlerine tabi olmak tercih edilir. Ziyade böyle değildir, Onun hadisi zaiftir. demek istemiştir. Lâkin ona da şöyle itiraz edilebilir: En fazla miktarı kılarsa onun içinde şârih hazretlerine tabi olunan sekiz rekat ta vardır. Meğer ki yine sekiz rekat en fazla miktarıdır sözü üzerine binâ edile; ve bu namazı bir selamla sekizden fazla kılarsa niyet ettiği değil, mutlak nâfile olur denile. yahud: Sekiz rekatın her çifti mecmuuna bakmayarak fazlasının her çiftinden efdaldir denile! Burada benim anladığım budur. Allah´u âlem.

METİN

Menduplardan bazıları da yola çıkılacağı zaman kılınan iki rekat ve yoldan dönüldüğü zaman kılınan iki rekat namazla gece namazıdır. Cevhere´de beyân edildiğine göre bu namazın en azı sekiz rekattır. Mezkûr namazı üç kısma bölerse ortadaki en fazîletlisidir. Yarıya bölerse sona kalan kısım efdaldir.

İZAH

Mukattam bin Miktam´dan rivâyet edilmiştir ki, Rasûlüllah (s.a.v.): «Hiç bir kimse âilesine sefere çıkacağı zaman onların yanında kıldığı iki rekat namazdan daha fazîletli bir şey bırakmaz.» buyurmuştur. Bu hadisi Taberanî rivayet etmiştir. Ka´b bin Malik´ten de şu hadis rivâyet olunmuştur: Rasûlüllah (s.a.v.) ancak gündüzleyin kuşluk zamanında dönerdi. Dönüşte mescidden başlar; orada iki rekat namaz kılardı. Sonra orada otururdu.» Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Münye şerhi. Bundan anlaşılan. Sefer namazının eve, dönüş namazının mescide mahsus olmasıdır. Şafiiler bunu açıkca söylemişlerdir.

Gece namazına gelince: Ben derim ki, gece namazı gündüz namazından efdaldir. Nitekim Cevhere ile Nur-ul-İzah´da böyle denilmiştir. Gerçekten bir çok âyet ve hadisler gece namazının fazîletini bildirerek ona teşvikte bulunmuşlardır.

Bahır sahibi diyor ki: Bunlardan biri de Sahih´i Müslim´de merfu olarak rivâyet edilen şu hadistir: Farzdan sonra en fazîletli namaz gece namazıdır. Taberanî dahi merfu olarak şu hadisi rivâyet etmiştir: Geceleyin mutlaka namaz kılmak lazımdır. Velev ki bir koyun sağacak kadar olsun. Yatsıdan sonra kılınan namaz gece namazından sayılır. Bu gösterir ki mezkûr sünnet yatsıdan sonra uyumadan evvel kılınan nâfile namazla yerine getirilmiş olur.»

Ben derim ki: Hılye sahibi bunu açıklamış; biraz söz ettikten sonra şunları söylemiştir: «Sonra aşikardır ki teşvik edilen gece namazı teheccüttür. Şafiîlerden Kadı Hüseyn´in bildirdiğine göre ıstılahta teheccüd namazına uykudan kalktıktan sonra kılınan nâfile namazıdırlar. Kadı sözünü Taberanî´nin Mu´cemindeki Hâccac bin Amr (r.a.) hadisiyle teyid etmiştir.

Haccâc şöyle demiştir: Sizden biriniz geceleyin kalkıp sabaha karşı namaz kılarsa teheccüd yaptım sanır. Teheccüd ancak uyuduktan sonra kalkıp kılınan namazdır.» Şu kadar varki bu hadisin senedinde ibn Lehia vardır. Bu zat hakkında söz edilmiştir. Lâkin zâhire bakılırsa Taberânî´nin ilk hadisi tercih edilir. Çünkü şârih (s.a.v.) hazretleri tarafından kavlen teşri´dir. Bu öyle değildir. Bununla İmam Ahmed´den rivâyet edilen: «Gece namazı güneşin kavuşmasından fecir doğuncaya kadardır.» sözü hükümsüz kalır.» Bu satırlar Bahır´dan kısaltılarak alınmıştır.

Ben derim ki: Anlaşıldığına göre Taberanî´nin ilk hadisi gece namazının vaktinin yatsı namazından sonra olduğunu bildirmektedir. Hatta bir kimse yatsıdan önce uyur da sonra yatsıyı kılmadan nafile namaz kılarsa sünnet yerine geçmez. Taberânî´nin ikinci hadisi de birinciyi tefsir etmiş olur. Böyle demek, aralarında çelişme ve tercih isbatından daha iyidir. Çünkü onda iki hadisten biri ile ameli terk etmek vardır. Bir de böyle olursa ıstılaha göre hareket edilmiş olur. Hem âyât ve hadislerinmutlak ifadelerinden anlaşılan da budur. Sonra teheccüd zorla uykuyu gidermektir ve teessüm yani günahtan korunmaya benzer. evet, gece namazı ve kıyâm-ül-leyl tabirleri teheccüde âm ve şâmil sözlerdir. İmam Ahmed´e yapılan itiraza bununla cevap verilir. Benim anladığım budur. Allah´u âlem.

T E N B İ H : Buraya kadar geçenlerden anlaşılıyor ki, teheccüd ancak nafile namazla hâsıl olur. Bir kimse yatsı namazından sonra uyur da sonra kalkıp kaza namazları kılarsa teheccüd yapmış sayılmaz. Şafiîlerden bazıları bu hususta tereddüt etmişlerdir.

Ben derim ki: Zâhire göre nafile kaydı ekseriyetle vukuuna binaendir. Teheccüd hangi namazla olsa hâsıldır. Zira geçen hadiste: «Yatsı namazından sonra kılınan namaz gece namazındandır.» buyurulmuştur. Sonra bilmiş ol ki, şarihin gece namazını menduplardan saymasını el-Havi-I-Kudsî sahibi de benimsemiştir.

Muhakkık Kemâl b. Hümâm feth-ul-Kadir´de onun sünnet mi, mendup mu olduğunda tereddüt etmiştir. Çünkü kavlî deliller mendup olduğunu, fiilen devam ise sünnet olduğunu gösterir. Rasûlüllah (s.a.v.) bir nâfileye devâm buyurursa o nafile sünnet olur. Lâkin bu izâhat teheccüdün onun hakkında nafile namaz olmasına göredir. Nitekim bir tâife buna kâildir. Başka bir taife ise teheccüdün ona farz olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh onun devam buyurması bizim hakkımızda sünnet olduğuna delalet etmez. Lakin sahih´i Müslim ile diğer hadis kitablarında hazreti Âişe´den naklen açıkça beyân edildiğine göre teheccüd namazı vaktiyle farz olup sonradan nesh edilmiştir. Feth-ul-kadir sahibinin söylediklerinin hulâsası budur. Bunun ifade ettiği mânâ bizim hakkımızda sünnet olduğuna itimad etmekdir.

Zira Peygamber (s.a.v.) teheccüde farziyeti nesh edildikten sonra devam etmiştir. Onun için de Hılye sâhibi: «En münasibi sünnet olmasıdır.» demiştir.

«Cevhere´de beyân edildiğine göre bu namazın en azı sekiz rekattır.» Şârihin «Cevhere´de» diye kayıtlaması el´hâvi-l-Kudsî´de: «Kolayına geldiği kadar namaz kılar. Velev ki iki rekat olsun. Bu hususta sünnet dört selamla sekiz rekat kılmaktır.» denildiği içindir. Dört selamla kaydı imameynin kavline göredir.. İmam-ı A´zam´ın kavline göre bu kayıt yoktur. Nitekim Hılye´de zikir edilmiştir. Yine Hılye´de şöyle denilmektedir: «Bu söz Peygamber (s.a.v.) teheccüdü en az ikî, en çok sekiz rekat olduğuna göre söylemiş ve Serahsî´nin Mebsut´undan alınmıştır.» Bundan sonra Hılye sahibi üstâdı muhakkık ibn Hümâm´a uyarak mebsutta tayin edilen en çok miktarını gösteren hadisleri sıralamıştır. Peygamber (s.a.v.) teheccüdünün en az miktarının vitirden başka dört rekat olduğunu bildiren ebu Davud hadisini de zikir etmiştir. Bunun tamamı oradadır. Oraya müracâat et! Lâkin son olarak Peygamber (s.a.v.) den rivâyet olunan şu hadisi zikir etmiştir: «Her kim geceleyin uyanırda ailesini uyandırır ve iki rekat namaz kılarlarsa ikisi de Allah´ı çok zikir eden erkeklerle kadınlardan yazılırlar.» Bu hadisi Nisâî, İbn Mace, sahibinden ibn Hibbân ve Hâkim rivayet etmişlerdir. Münzirî: «Bu hadis şeyhaynin şartı üzere sahihtir.» demiştir.

Ben derim ki: Binaenaleyh teheccüd namazının en azı iki rek´at, ortası dört, en çoğu sekiz rekattır. demek gerekir. Allahu âlem. Bîr kîmse teheccüd namazını üçe bölerse, yani üçde birini kılıp üçte ikisinde uyumayı dilerse ortadaki üçdebir iki taraftakilerden efdaldir. Çünkü o kısımda gaflet daha tamamdır. İbâdetde daha ağırdır. «Yarıya bölerse sona kalan kısım efdaldir.» Yani yarısını namazla yarısını da uyku ile geçirmek isterse sona kalan kısmını namazla geçirmek efdaldir. Zira o kısımda ekseriyetle günahlar az olur. Bir de sahih bir hadiste: «Gecenin son üçde biri kaldığında Rabbimiz her gece dünyanın semasına nüzul buyurarak: Yok mu bana dua edecek duasını kabul edeyim. Yok mu benden isteyecek dilediğini vereyim. Yok mu benden afv dileyen onu afv edeyim! der.» buyurulmuştur. (nuzulün manası inmektir. Allah Teâlâ hakkında bu tasavvur olunamadığı için gelmeyi terceme etmeden aldık) Burada Allah´ın nüzûlünden murad: Emrinin inmesidir. Nitekim halef ile selef ulemanın büyüklerinden bazıları bunu böyle tevil etmişlerdir. Tamamı ibn Hacer´in Tühfesindedir. Orada beyân olunduğuna göre efdal olan ortadaki üçdebirin dördüncü ve beşinci altıda biridir. Çünkü muttefekun aleyh olan bir hadiste:

«Allah indinde en makbul namaz, Davud´un namazıdır. Gecenin yarısını uyur; üçde birinde namaz kılar; altıda birini uyurdu.» buyurulmuştur, Hılye sahibi kesinlikle buna kâil olmuştur.

T E T İ M M E : Yine Hılye´de bildirildiğine göre adet edinilen teheccüdü bir özür yokken terk etmek mekruhtur. Çünkü peygamber (s.a.v.) İbn Ömer hazretlerine: «Ya Abdullah, filan gibi olma! geceleyin namaz kılardı. sonra bunu terk etti.» buyurmuştur.

Bu hadis muttefekun aleyhtir. Binaenaleyh mükellef bir insanın yapabileceği işi yapması gerekir. Nitekim sahihaynda böyle sabit olmuştur. Onun içindir ki, Peygamber (s.a.v.): «Amellerin Allah´a en makbul olanı en devamlı yapılanıdır. Velev ki az olsun.» buyurulmuştur. Bu hadisi Buharî, Müslim ve diğer imamlar rivâyet etmişlerdir.

METİN

Bayram gecelerini, Şabanın yarılandığı geceyi, Ramazanın son on gecesini ve Zilhiccenin ilk on gecesini ihya etmek de mendubtur. Geceyi ihya bütün geceyi veya ekserisine âm ve şâmil olan her ibâdetle olur. Mendublardan biri de iki rekat istihara namazıdır.

İZAH

Şurunbulâlî İmdâd nâm eserinde bu gecelerin fazîleti hakkında varid olan hadisleri sıralamıştır. Oraya müracaat et!

Mütekaddiminden birinden - ki imam ebû Cafer Muhammed bin Ali olduğu söylenir - nakledildiğine göre gecenin ihyasını yarısını ibâdetle geçirmektir diye tefsir etmiş ve; «Her kim gecenin yarısını ihya ederse bütün geceyi «ihya etmiş olur.» demiştir. Hılye´de «zâhire bakılırsa hadislerin mutlak olun ifadeleri ibadetin bütün geceyi kaplamasını icap ediyor.» denilmiştir. Lâkin sahih-i Müslim´de hazreti Âişe´den rivâyet olunan bir hadiste Âişe (r.a.): «Ben Peygamber (s.a.v.) hiç bir gece sabaha kadar ibâdet ettiğini bilmiyorum.» demiştir. Bu suretle maksadın gecenin ekserisi veya yarısı olduğu tercih edilir. Ama ekserisi hakikata daha yakındır. Meğer ki yarıyı tercih ettirecek bir sebepbuluna.

İmdâd´ta beyân edildiğine göre gecenin ihyâsı muayyen bir sayıya bağlı olmaksızın yalnız başına nâfile namaz kılmak. Kur´an ve hadis okumak, onları dinlemek, tesbih, senâ ve salavat getirmekle olur. Bunlar gecenin yarıdan fazlasını kaplamalıdır; Bazıları bir saatin (cüz´ün) kafi geleceğini söylemişlerdir.

İbn Abbas (r.a.)´dan rivayet olunduğuna göre yatsıyı cemâatla kılmak ve sabah namazını da cemâatla kılmaya azim etmekle olur. Nitekim ulema bayram gecelerini ihya hakkında ayni şeyi söylemişlerdir. Müslim´in sahihinde şu hadis vardır.

«Rasûlüllah (s.a.v.): Yatsıyı cemaatla kılan gecenin yarısını namazla ihya etmiş gibi olur. Sabahı cemâatla kılan ise bütün gece namaz kılmış gibi olur. » buyurmuşlardır.

T E T İ M M E: İmdad sahibi «yalnız başına nafile namaz kılmak» demekle daha sonra kitabının metnindeki «bu gecelerden birini ihya için mescidlere toplanmak mekruhtur.» Sözüne işâret etmiştir. Tamamı onun şerhindedir.

«EI´Hâvi-l-kudsî» de bunun mekruh olduğu açıklanmış ve şöyle denilmiştir: «Bu vakitlerde kılınacağı rivayet olunan namazların teravihten geri kalanı yalnız kılınır.

Bahır sahibi diyor ki: Bundan anlaşıldığına göre Recebin ilk cuma akşamı kılınan Regaib namazını cemaatla kılmak mekruhtur; bu bid´attır. Rumeli halkının kerahet ve nâfileden kurtulmak için onu nezir etmeleri batıl bir çaredir.»

Ben derim ki: Bunu Bezzâziye sahibi açıklamıştır. Nitekim şârih bâbımızın sonunda söyleyecektir. Münye´nin iki şarihi bu hususta uzun uzadıya söz etmiş; ve bu babta rivâyet edilen sözlerin batıl, uydurmalar olduğunu izah etmişlerdir. Bilhassa Hılye´nin izahatı geniştir. Allame Nureddin Makdisî´nin bu babta güzel bir eseri vardır ki, ona «Red´ur Râgıp an salat-ül-Regâib» adını vermiş ve dört mezhebin gelmiş geçmiş ulemâsından ekserisinin sözlerini bu eserde toplamıştır.

İstihâre namazı hakkında Cabir bin Abdullah (r.a.) dan şu hadis rivâyet olunmuştur: «Bize Rasûlüllah (s.a.v.) bütün işlerde istihareyi, kur´andan bir sure öğretir gibi öğretir ve şöyle buyururdu: Birinizin başı dara geldi mi hemen iki rekat farz olmayan bir namaz kılsın! sonra:

Allahümme inni estehiruke biilmike ve estekdiruke bi kudretike. Ve es´elüke min fazlike´l azîm. Feinneke takdiru velâ ekdiru ve ta´lemu velâ a´lem. Ve ente allâmul guyup. Allahümme in künte ta´lemu enne hâzel emre hayrun lî fî dîni ve meâşî ve âkıbeti emrî - ev kal âcili emrî ve âcilihî -Fakdirhu lî ve yessirhü lî. Sümme bârik lî fîhi. Ve in künte Ta´lemu enne hâzel emre şerrun lî fî dîni ve meaşî ve âkıbeti emrî - ev kal âcili emri ve acilihi - Fasrifhu annî vasrifni anhu. Vakdir lî el´ hayre haysü kâne sümme radınî bihî.

Mânâsı şudur: Ya rabbî, senden senin ilminle hayra muvaffakiyet dilerim. Senden kudretinle kudret dilerim ve büyük fazlından nasip isterim. Çünkü sen kâdirsin; ben değilim. Sen bilirsin; ben bilmem. Sen gâibleri de bilirsin. Yarabbî! Eğer senin ilminde bu işde benim dinim, dünyam ve ahiretim için -yahud dünyâ ve âhiretim için- hayır varsa onu bana takdir buyur ve müyesser kıl! Sonra onda bana bereket ver! Eğer senin ilminde bu işde benim dilim, dünyâm ve âhiretim için -yahut dünyâ ve âhiretim için- kötülük varsa onu benden beni ondan ırak eyle! Hayır nerde ise onu bana takdir buyur! Sonra beni ondan razı et! »

Duâsını okusun. Hacetini de söylesin.» Bu hadisi Müslim´den maada bütün hadis imamları rivâyet etmişlerdir. Münye şerhi.

Tetmim: «Yâhud dünya ve ahiretim için» ifâdesi râvinin şübhesidir. Ulema ikisini de söylemesini yani «Ve âkıbeti emri âcilihî ve âcilihi» demesini lüzumlu görmüşlerdir.

«Hâcetini de söylesin!» Tahtavî diyor ki: «Bundan murad: Bu işde benim dînim ilh... yerine hâcetini söylemelidir.» demektir.

Ben derim ki: Yahud istihareden sonra: «Benim hâcetim şöyle şöyledir... demelidir. Hılye´de bildirildiğine göre bu duaya Allah´a hamd ve Resûlüne salavât getirerek başlamalı ve bitirmelidir.

Ezkâr´da ilk rekatta Kâfirun, ikincide ihlâs surelerinin okunacağı kayıt edilmektedir. Selefden biri ilk rekatta «ve rabbüke yahlügu ma yeşâû ve veyahtar» âyeti kerimesinin «ya´linûne» kadar; ikincide «ve mâkâne limü´minin velâ mü´minetin» âyeti kerimesinin okunacağını söylemiştir. İstihare yedi defa tekrarlanmalıdır. Çünkü ibn Sünnî´nin rivâyet ettiği bir hadiste:

«Yâ Enes başın dara geldiği zaman o hususta rabbine yedi defa istihare yap! sonra kalbine gelene bak! Zira hayır ondadır.» buyurulmuştur. Namaz kılmağa imkan bulamazsa dua ile istihare yapar.

Şır´a şerhinde şöyle deniliyor: «Ulemadan işitildiğine göre abdestle kıbleye karşı yatmalı, yatmazdan önce mezkûr duayı okumalıdır. Rüyâda beyaz veya yeşil görülürse o işin hayır olduğuna, siyah veya kırmızı görülürse şer olduğuna delâlet eder ki, kaçınmak gerekir.»

METİN

Dört rekat tesbih namazını üçyüz tesbih ile kılmak da mendubtur. Bunun fazîleti pek büyüktür. Dört rekat hâcet namazı da menduptur. Bazıları bunun iki rekat olduğunu söylemişlerdir. Hâvî adlı eserde mezkûr namazın bir selamla oniki rekat kılınacağı bildirilmektedir. Biz bunu Hazâin´de uzun uzadıya izah ettik.

İZAH

Tesbih namazı kerahet vakitlerinin dışında her zaman kılınabilir. Yâhud günle gecede bir defo kılmalı bu olmâzsa ´her hafta veya her cuma, bu da olmazsa her ay, bu da olmazsa ömürde bir defa kılınmalıdır. Bunu bildiren hadis hasendir. Zira tarikleri çoktur. Bu hadisin uydurma olduğunu söyleyen vehim etmiştir. Tesbih namazında sonsuz sevap vardır. Onun için bazı muhakkıklar: «Onun büyü.k faziletine kulak vermeyen ve onu terk eden ancak dîni tahkir edendir.» demişlerdir. «Tesbih. namazının mendup sayılmasında namaz nizâmını bozmak vardır.» diye dil uzatmak ancak onu isbat eden hadis zaif ise doğru olabilir. Hadis hasen derecesine yükselirse namaz nizamını bozsa da bu namazı isbat eder.

Tesbih namazı bir veya iki selamla dört rekat olarak kılınır. Bu namazda üçyüz kere: «Subhanellahi vel hamdülillâhi Velâ ilâhe illellâhu vallahu ekber.» denir. Bir rivayette «Velâ havle velâ kuvvete illâ billah» cümlesi ziyâde edilir. Bunlar her rekatta yetmişbeş kere söylenir. Subhâneke okunduktansonra onbeş; kıraattan sonra, rükûda, rükudan doğrulduktan sonra, secdelerde ve iki secde aralarında ise onar defa ve rükû sücûd tesbihlerinden sonra söylenir. Namazın bu şekilde kılınacağını Tirmizî Câmiinde Abdullah bin Mubarek´ten rivâyet etmiştir. Abdullah bin Mubarek İmam A´zam´ın arkadaşlarından biri olup ilim, zühd ve takvada ona ortaktır.

Kınye sahibi bu rivâyetle iktifa etmiş; ve bu husustaki iki rivâyetten muhtar olanın bu olduğunu söylemiştir.

İkinci rivâyete göre kıyâm halinde kıraattan sonra yalnız bir defa onbeş tesbih ile iktifa edilir. Kalan on tesbih ikinci secdeden kalktıktan sonra getirilir. EI´Havî´l-Kudsî Hılye ve Bahır sâhibleri bu kavli söylemekle yetinmişlerdir. Bu rivâyetin hadisi daha meşhurdur. Lakin Münye şârihi şöyle demiştir: «İbni Mubarek´in söylediği şekil Bahır´ın muhtasarında zikir edilendir. Bizim mezhebimize uygun olan şekil budur. Çünkü bunda istirahat oturuşuna hâcet yoktur. Bize göre bu oturuş mekruhtur.»

Ben derim ki: İhtimal kınye sahibi onu bundan dolayı tercih etmiştir. Lâkin biliyorsun ki bu rivâyetin hadisinin sabit olması bu şekli isbat etmiştir. Velev ki içinde bu istirahât celsesi olsun. Binaenaleyh bazan biran bazan ötekini yapmalıdır.

T E T İ M M E : İbn Abbas (r.a.)a: «Bu namazda okunacak sure biliyor musun?» diye sorulmuş. O da Tekâsür, asr, kâfirûn ve ihlâs sürelerinin okunacağını söylemiştir. Bazıları efdal olan hadid, haşr, saf ve tegabün gibi sûreleri okumaktır. demişlerdir.

Abdullah bin Mubarek´ten bir rivayete göre bu namazı kılan kimse evvela rükû ve sücûd tesbihlerinden işe başlar.

Sonra öteki tesbihlere geçer. Muallâ bu namazın öğleden evvel kılınacağını söylemiştir. Bunu Hindiye sahibi muzmerattan nakl etmiştir. İbn Mubarek´e: «Bu namazı kılan yanılır da sehiv secdesi yaparsa tesbihleri onar onar söyleyecek mi?» diye sorulmuş da: «Hayır! Bu tesbihler ancak üçyüz tesbihtir.» Cevabını vermiştir. Molla Aliy-yül-Kârî Mişkât şerhinde şunları söylemiştir: «Bundan anlaşılan şudur: Yanılır da muayyen bir yerden bir kaç tesbihi noksan bırakırsa matlup sayıyı tamamlamak için o tesbihleri başka bir yerde getirir.»

Ben derim ki: Anlaşıldığına göre o kimse yanıldığı yere dönemez. Bu açıktır. Ve Şafiîlerden birinin dediği gibi terk ettiği tesbihleri o rükunden sonra gelen rükün kısa değilse onun içinde getirmelidir. Meselâ: Rükûdan doğrulma tesbihlerini secdede getirir. Rükû tesbihlerini dahi secdede getirir. Doğrulduğu zaman getirmez; Çünkü kısadır.

Ben derim ki: Birinci secdenin tesbihlerini de ikinci secdede getirir. Celse halinde getirmez. Çünkü celseyi uzatmak evvelce geçtiği vecihle vaciplerde bize göre meşru değildir.

Kınye´de beyân edildiğine göre tesbihleri ezberden sayabilen parmaklarıyle saymaz. Ezberden saymazsa parmaklarını yumarak sayar.

Hanefilerden allâme ibn Tülun Dımeşki´nin «Semeru´t-terşih fi salat´t teravih» adlı bir risalesini gördüm. Orada kendi el yazısı ile İbn Abbas (r.a.) dan rivâyet edilen şu sözleri yazmış: «Tesbih namazında teşehhüdden sonra selamdan önce:

«Allahümme innî eselüke tevfika ehlil hüdâ ve e´mâle ehlil yakîn. Vemünâsamete ehlil tevbeti ve azme ehlil basari ve cidde ehlil haşyeti ve talebe ehlil rağbeti ve teabbüde ehlil verai. ve irfâne ehlil ilmi hattâ ehâfüke allahümme innî eselüke mehafeten tahcuruni an measîke hatta e´mele bitâatike amelen estehukku bihi rızâke ve hatta ünasıhake bittevbeti havfen minke ve hatta ehlüsalekennasıhate hubbenleke ve hatta etevekkele aleyke fil ümûri husne zânin bike subhane halikınnûr.» Duası okunur.

Hâcet namazı hakkında ise Şeyh İsmail Şunları söylemiştir: «Menduplardan biride hacet namazıdır. Bu namazı tecnis, Mülteka ve Hızânet´ül fetevâ sahipleriyle bir çok fetva kitabları, Havî ve Münye şerhi zikir etmişlerdir.

Havî´de bunun oniki rekat olduğu ve nasıl kılınacağı beyân edilmiştir. Fakat söz götürür. Tecnis ve diğer kitablarda ise yatsıdan sonra dört rekat olarak kılınacağı ve merfu bir hadise göre ilk rekatta bir fatiha, üç ayet´el-Kürsî; kalan üç rekatın her birinde birer fatiha, İhlas ve muavezeteyn okunacağı, Bunlar yapılırsa kılınan namaz kadir gecesinde kılınmış gibi olacağı kayt edilmiştir. Üstadlarımız: «Biz bu namazı kıldık ve hacetlerimiz görüldü.» demişlerdir. Bu. Mülteka, Tecnis ve bir çok fetva kitablarında, kezâ Hızânet´ül fetevâda zikir edilmiştir. Münye şerhinde ise hacet namazının iki rekat olduğu bildirilmiştir. Bu husustaki hadisler tergip ve terhip adlı eserdedir. Nitekim Bahır´da da mevcuttur.

Tirmizî´nin Abdullah bin Ebî Evfâ´dan rivâyet ettiği bir hadiste hazreti Abdullah şöyle demiştir: «Rasûlüllah (s.a.v.) buyurdular ki: Bir kimsenin Allah´dan veya beni Ademin birinden bir haceti olursa tertemiz bir abdest alsın; sonra iki rekat namaz kılsın; sonra Allah teâlaya senada bulunsun ve Peygambere salavat getirsin sonra şunu okusun :

«Halîm ve Kerim olan Allah´dan başka hiç bir ilah yoktur. Ulu arşın Rabbi olan Allah´ı tenzih ederim. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah´a mahsustur. Yârab, rahmetinin gereklerini, kesin affını, her iyiliğin ganimetini ve her kötülükten selâmeti dilerim. Af etmedik günah, çözmedik baş bırakma! Ve râzı olduğun bir hâceti mutlaka bitir ey acıyanlar acıyanı!»

«lâilahe illallahülhalimül kerim. subhanallahi rabbil arşil azîm. elhamdülillahi rabbil alemin. Eselüke mücebatin verahmetike veazâime ma´firetike vel ğanimete min külli birrin vesselâmete min külli ismin. la tede´ zenben illâ ğafertehü vela hemmen illa feractehü vela hâceten hiye leke rizan illâ gazeytehâ ya erhamerrahimin.»

Ben derim ki: Hılye sâhibi kitabının sonunda hâcet namazı için müstakil bir bölüm tahsis etmiş; orada hâcet namazının şekillerini, rivayetleri ve duaları beyan ile sözü hem uzatmış hem de iyi etmiştir. Nitekim merhumun âdeti budur. İsteyen oraya müracâat etsin!

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:19 am GMT +0200
H A T İ M E : Yolculuk eden bir kimsenin her konakta oturmazdan evvel iki rekat namaz kılması münâsıb olur. Nitekim Peygamber (s.a.v.) böyle yapardı. Bunu imam Serahsî Siyer-i kebîr şerhinde beyan etmiş; Kezâ şunu da belirtmiştir: Bir müslüman ölüme mahkum olursa iki rekat namaz kılması, ondan sonra Allah´a tevbe istiğfar etmesi müstehaptır. Tâ ki dünyada son ameli namaz veistiğfar olsun.

Şeyh İsmail´in Şır´a şer^inden naklen bildirdiğine göre tevbe namazı. anne baba namazı, yağmur yağdığı zaman iki rekat namaz, nifakı def için gizli bir yerde iki rekat namaz, evine girip çıkarken giriş çıkış fitnesinden korunmak için namaz kılmak ta mendublar cümlesindendir. AIIah´u Âlem.

METİN

Farzın iki rekatında mutlak olarak kıraat amelen farzdır. Kırâatın ilk iki rekata tayini ise meşhur kavle göre vâciptir. Yalnız kılan için nafilenin her rekatında kıraat da farzdır. Çünkü nafilenin her çift rekatı bir namazdır. Lâkin dört rekatlı sünnet müekkedelere şâmil değildir. İhtiyatan vitirin her rekatında kırâat da farzdır.

İZAH

Farzın iki rekatında kırâat amelen farzdır. İtikaden farz değildir. Binaenaleyh inkar eden kafir olmaz. Çünkü bu hususta ihtilaf edilmiştir. Ebu Bekir-ı Esâmm, Sufyan bin Uyeyne ve başkalarına göre sünnettir. Hasan Basrî, imam Züfer ve Malikîlerden Mugîre´ye göre bir rekatta kırâat farzdır. İmam Malik´ten diğer bir rivâyete göre üç rekatta farzdır. İmam Şafiî ile imam Ahmed´e ve Malik´in sahih kavline göre dört rekatta farzdır. Meselenin tamamı Hılye´dedir.

Kıraat «mutlak olarak» farzdır yani ilk rekatlarda veya son rekatlarda yahud her çiftin birer rekatında diye kayıtlanmamıştır. T.

Ben derim ki: Bazen dört rekatlı farzın bütün rekatlarında kırâat farz olur. Nitekim İstihlâf babında geçmişti ki imam kendi yerine iki rekatta mesbûk birini geçirir de ona ilk iki rekatta okumadığını işâret ederse bu halîfe imamın dört rekatta okuması farzdır.

Şârih «meşhur kavle göre» demekle «kırâat ilk iki rekatta farzdır.» diyenlerle «ilk iki rekatta kırâat efdaldir.» diyenlerin sözlerini red etmiştir. Lâkin namazın vacipleri bahsinde gördük ki ilk iki rekatta kırâat farzdır diyen yoktur. Bu mânâyı yalnız bahır sahibi bazı ibârelerden anlamıştır. Tahkikini orada yapmıştık!

Nâfile kılan kimse velev hükmen olsun yalnız kılarsa her rekatta kıraat kendisine farzdır. Meselâ: İmam reyinde yalnız ve başkasına tabi olmadığı için yalnız kılan hükmündedir. Bu kayıtla imama uyan hâriç kalır. Ona nâfilede kırâat farz değildir. Velev ki farz kılana uymuş olsun. Nitekim bunu imamlık bâbında beyân etmiştik.

«Lâkin bu, yani nafilenin her rekatında kırâat lazım gelmesi için yapılan ta´lil noksandır. Dört rekatlı sünnet müekkedelere şâmil değildir.» Zira musannıf evvelce beyân etmişti ki, dört rekatlı sünnet müekkedelerin ilk oturuşunu da salavât okunmaz. Üçüncü rekata kalkınca Subhaneke de okunmaz. Nafilenin her çift rekatı bir namaz olsa idi. salavât ve subhaneke de okunurdu. Bu itirazı yapan Bahır sâhibidir. Buna şarihin orada işaret ettiği şu sözü ile, cevap verilebilir. «Bu sünnetler kuvvetli oldukları için farza benzemişlerdir.» Yani kıyasa göre Bahır sâhibinin dediği doğrudur. Lakın farza benzeyince onlar hakkında iki tarafa riayet olunmuş ve fukaha onların her rekatında kıraatın vacip olduğunu söylemiş; ilk oturuşu unutan kalktığı rekatı secde ile kayıtlamadıkça kıyâm tamamolduktan sonra kaadeye dönebilir. demişlerdir. Dört rekatlı sünnet müekkedeyi bozan kimse zâhir rivâyete göre yalnız iki rekat kaza eder. Nitekim gelecektir. Buna aslına nazaran hüküm etmiş; vitirde yaptıkları gibi benzerliğine bakarak da salavât ve subhâneke okumasını men etmişlerdir. Halbuki evvelce geçtiği vecihle nâfilenin her çift rekatının bir namaz sayılması mutlak değil, bazı cihetlerdendir. Öyle olması dört rekatlı bir sünnetin ilk oturuşu terk edilmekle namazın sahih olmaması icap ederdi. Halbuki istihsânen farza kıyas edilerek bu sahihtir. İmam Muhammed buna muhaliftir. Evet, bir kimse altı veya sekiz rekat nafile namazı bir oturuşla kılsa esah kavle göre câiz olmaz. Nitekim Hulasa´da da böyle denilmiştir. Çünkü farzlar içersinde bir oturuşla edası sahih olan altı rekatlı namaz yoktur. Binaenaleyh iş kıyasa kalır. Nitekim Bedayi´de de böyle denilmiştir. Bu hususta imam Muhammed´in hilafının sahih kabul edildiği de ileride gelecektir.

METİN

Bir kimse kasten ihram tekbiri ile veya üçüncü rekata kalkmakla sahih olarak başladığı nâfile lazım olur. Ancak farz kılanın arkasında nâfileye niyet eder de sonra onu bozarak farzı kılmadığını hatırlar ve o farza niyet ederse yahud başka bir nâfile namaza veya zanla kılanın, ümminin, kadının veya abdestsizin namazına niyetlenirse yani niyetlenir de derhal bozarsa kazası lazım gelmez. Ama devamı tercih eder de sonra bozarsa kazası lazım gelir.

İZAH

Bir kimsenin kasten sahih olarak başladığı nâfile namazı lazım olur. Yani o namaza devam etmesi lazımdır. Hatta bozarsa kazası icap eder. Ve o namazı iki rekat olarak kaza eder. Velev ki daha fazlasına niyetlenmiş olsun. Nitekim gelecektir. Sonra bu hüküm namaza mahsus da değildir. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Bilmiş ol ki adamakla lazım gelen ve sıhhat hususunda başı sonuna bağlı olan nâfile bir ibâdete başlamak İmam Malik´le bize göre o ibâdeti tamamlamanın ve kazasının vücûbuna sebeptir. Ebu Bekir Sıddîk, İbn Abbas ve bir çok eshabı kiramın kavli bu olduğu gibi tabiînden Hasan Basrî, Mekhul, İbrahim Nehaî ve diğerlerinin kavilleri de budur.

"Adamakla lazım gelen" kaydıyle abdest, tilavet secdesi. hasta dolaşmak ve gaza yolculuğu gibi adamakta lazım gelmeyen şeyler hariç kalır. Çünkü bunlar bizzat maksut değillerdir. «Başı sonuna bağlı» kaydıyla da sadaka kıraat ve İmam Muhammed´in kavline göre itikâf gibi evveli sonuna bağlı olmayan şeyler hâriç kalır. Namaz, oruç, haç, umre, tavaf ve şeyhaynin kavline göre itikaf dâhil olur.

TENBİH : Ulemanın sözlerinden anlaşıldığına göre mücerred sahih olarak bir ibadete başlamakla kaza lazım gelir. Velevki derhal bozmuş olsun. Miraç´ta Suğra´dan naklen şöyle deniliyor: "Bir kimse nâfile orucu derhal bozarsa kazası lazım gelmez. Ama devâma niyet eder de sonra bozarsa kazası lazımdır."

Ben derim ki: Namaz da öyledir. Bir kadın nafile namaza başlar da sonra hayzını görürse kaza etmesi vacip olur. Bu sözün benzeri şeyh İsmail´in şerhinde de mevcuttur. Bu sözü Ebu´s Suud maznun olan nâfileye haml etmiştir. Kuhıstânî´nin sözü de buna delalet eder. Münehin sözü de öyledir. Nitekim gelecektir.

"Üçüncü rekata kalkmakla" ifadesinden murad: İlk çifti sahih olarak edâ etmişse demektir. İkinci çifti bozduğu vakit yalnız onun kazası lazım gelir. Birinciye sirâyet etmez. Çünkü her çift başlı başına bir namazdır. Bahır.

"Sahih olarak başladığı" kaydıyle şarih ümmi ve kadın gibi birine nâfile niyetle uymaktan ihtiraz etmiştir. Nitekim gelecektir. "Kasten" tabiri dahi üzerinde farz borcu var zan edip de aksi zuhur edenden ihtiraz içindir. Bu da gelecektir.

"Ancak farz kılanın arkasında nafileye niyet eder de sonra bozarsa onu kaza etmez.» Bedayi´de de beyan edildiği gibi bunu vechi şudur: O adam imamla yanlız bu namazı edâyi ilzam etmiştir. Gerçekten edâ da etmiştir. Zanla namaz kılmanın süretini Tatarhâniye sahibi uyundan, o da ibn Semaa tarikiyle imam Muhammed´den şöyle rivayet etmiştir : Bir adam öğleyi kılmadım zanniyle öğleye niyetlenirde başka biri nafile niyetiyle ona uyar: öğleyi kıldığını hatırlamayarak namazı bozarsa ikisine de bir şey lazım gelmez. Lâkin Bahır´ın imamlık bâbında beyân edildiğine göre bu surette cemaat olanın nafilesi ifsatla garantilidir. Kazâsı lazım gelir. İmamın namazı öyle değildir. Buna şöyle cevap verilebilir: Bahır sahibinin ifsattan muradı cemâat olanın namazını bozmasıdır. Bu takdirde onun namazı kaza etmesi lazım olur. İmamının bozmasiyle kaza etmez. Böyle olunca ifâde yukarıdaki beyâna aykırı düşmez. Ancak Sirac´ın sözünden anlaşılan imamın bozmasıdır. Çünkü şöyle demiştir: "Zanla kılan kimse namazdan çıkarsa üç imasmıza göre çıkmakla o namazın kazası vacip olmaz. Ona uyana ise kaza vaciptir." Sirâc´ın sözü de bizim söylediğimiz şekilde te´vil olunur. Aksi takdirde şarihin tercih etmediği ikinci bir rivâyet olur.

Ümminin namazına uyan kimse hakkında ebu-s-Suud «kaza vacip olması gerekir.» demiştir. Zira evvelce görüldüğü vecihle bu namaza başlamak sahihtir. Kıraatın yeri elince namaz bozulur.

«Yani niyetlenir de hatırladığında derhal bozarsa ...» sözü zan ile kılana mahsustur. Mineh´de şöyle deniliyor:. «Musannif kasten demekle zan ile namaza başlamaktan ihtiraz etmiştir. Meselâ: Bir farzı kılmadığını zannederek ona niyetlenir de sonra kıldığını hatırlarsa niyetlendiği namaz nafile olur. Tamamlaması vacip değildir. Hatta onu bozmuş olsa da yine vacip değildir.

Suğrada: «Bu hüküm nafile orucu derhal bozduğuna göredir. Oruca devamı tercih eder de sonra bozarsa kazası lazım gelir. Namaz da böyledir. Müçteba´da böyle denilmiştir.» ifâdesi vardır.

Ben derim ki: Bazı derkenar yazarları da bu sözü Timurtaşî´nin cami şerhine nisbet etmişlerdir. Lakin Tecnis sâhibi oruç meselesini şöyle illetlendirmiştir: «O kimse oruca devam edince sanki o anda devama niyet etmiş gibi olur. Zeval´den önce ise nâfile oruca başlamış sayılır. Ve üzerine vacip olur.»

Hulâsası: Hatırladığında oruca devamı tercih edince niyetin zamanı da geçmediğine göre yeniden niyetlenmiş gibi olur. Ve oruç kendisine lazım gelir. Namazda bu mümkün değildir. Binaenaleyh onu oruca katmak müşkildir.

METİN

Zâhir rivâyete göre nafileye velev ki güneş batarken, doğarken veya istiva halinde iken niyet etmişolsun. Bu namazı bozması haramdır. Çünkü Teâlâ hazretleri: «Amellerinizi bozmayın!» buyurmuştur. Ancak bir özürden dolayı bozulabilir. Kazası da vaciptir. Velev ki bozulması kendi fiili ile olmasın. Mesela:

Teyemmümlü bir kimsenin suyu görmesi, namaz kılan veya oruç tutan bir kadının hayz görmesi bu kabildendir. Bilmiş ol ki, kula kendi iltizamiyle vacip olan şeyler iki nevidir.

Birincisi: Sözle vacip olur. Bu nezirdir ki, imam bahsinde gelecektir.

İkincisi: Fiil ile vacip olur. Bu da nafile ibadetlere başlamaktır. Bunları şu beyt toplamaktadır:

«Nafilelerden yedi danesi vardır ki niyetlenene lazım gelirler.

Bu hüküm şeriat sahibinin sözünden alınmıştır;

Oruç, namaz, tavaf, dördüncüsü hac;

İtikâf, Umre, yedincisi de ihramdır.»

İZAH

İmam-A´zam´dan zâhir rivayete göre bir kimse nafile namaza mekruh vakitlerden birinde başlamış bile olsa tamamlaması icap eder. O namazı bozarsa haram işlemiş olur. İmam-A´zam´dan başka bir rivâyete göre mekruh vakitlerde oruca başlamaya kıyas ile bu vakitlerde başlanan nafile namaz niyetlenmekle lazım gelmez. Zâhire göre fark: O kimseye o anda oruçlu denmesinin sahih olması, namazda ise secde etmeksizin namazda demenin sahih olmamasıdır. Onun için oruç tutmayacağına yemin eden kimse mücerred niyetlenmekle yemini bozulur. Namaz kılmayacağına yemin eden böyle değildir. Nitekim gelecektir. Nehir.

Özür bulununca bu namazı bozmak haram olmaz. Bilakis bazen mubah, bazen müstehap bazen da vacip olur. Nitekim musannıf bunu namazın mekruhları ´bâbının sonunda beyan etmiş ve şöyle demiştir:

«Özürlerden biri de mekruh vakitte namaza başlamasıdır.

Bedayi´de bildirildiğine göre bizce efdal olan o namazı bozmaktır. Tamamlarsa isâet etmiş olur. Ama kazası lazım gelmez. Çünkü o namazı vacip olduğu sıfatta eda etmiştir. Bozarsa kazası lazım gelir.»

Bahır sahibi diyor ki: «Kerahet tahrimiyeden kurtulmak için o namazı bozmanın vacip olması gerekir. Bu ameli bozmak değildir. Çünkü daha mükemmelini yapmak içindir. Bu bozmak sayılmaz.»

«Kazâsı da vacibtir.» Yani velev ki bir özürden dolayı bozsun ve bildiğin gibi özür kerahet vaktinde kılması olsun.

Bahır´da şöyle denilmiştir: «O namazı başka bir kerahet vaktinde kaza etse câizdir. Çünkü nâkıs olarak vacip olmuştur. Ve vacip olduğu şekilde edâ etmiş olur. Bu câizdir. Nitekim o namazı nâkıs vakitte tamamlaması da câizdir.»

«Bunları şu beyit toplamaktadır.» Yani başlamakla vacip olan nafile ibâdetler şu manzumede sıralanmışlardır. Kâide şudur: Adamakla ifâsı lazım gelen ve sahih olmak için evveli sonuna bağlıolan her ibâdet başlamakla vacib olur. Nitekim az yukarıda Münye şerhinden naklen arz etmiştik. Buradaki nazmı ebu-s-Suud, Sadreddin bin İzzet´e nisbet etmiştir.

Mücerred niyetle tavâfa başlamak onu yedi şavt olarak tamamlamayı gerektirir.

İtikâfa gelince: Şârih itikaf babında musannıf ile başkalarından naklen bildirecektir ´ki, bazı muteber kitablarda: «Başlamakla itikafın lazım gelmesi zaif kavle istinad eder.» denilmiştir. Yani bu söz nafile itikaf bir gündür rivayetine göredir. Zâhir rivâyette itikafın en azı bir saattir ki, Buna göre başlamakla itikaf lazım olmaz. Belki mescidden çıkmakla sona erer.

Ben derim ki: Lâkin Bedayi´de beyân edildiğine göre itikafa başlamak edanın yetiştiği miktarda ilzam eder. Mescidden ancak o kadarcığı vacip olarak çıkınca fazlası kendisine lazım gelmez.

Evet, itikaf bâbında fetih´deh naklen beyân edilecektir ki. ramazanın on gününde itikafa girmek başlamakla lazım gelmelidir.

İhram meselesinde lübâb-ül-menâsik´te şöyle denilmiştir: «Bir kimse hac veya umre diye tayin etmeksizin ihrama niyet etse sahihtir. Ve kendisine lazım gelir. O kimse bunlardan birinin amellerine başlamazdan önce niyetini hangisine dilerse ona sarf edebilir.»

METİN

Dört rekatlı sünnet-i gayrı müekkedeye niyet eden kimse o namazı ilk iki rekat esnasında veya ikinci çiftte bozarsa Halebî ve başkalarının tercihlerine göre iki rekat olarak kaza eder. Yani iki rekatın teşehhüdünü yapmışsa iki rekat kaza eder. Aksi takdirde bütün namaz bilittifak bozulur. Kâideye göre her çift rekat bir namazdır. Ancak imama uymak, nezir ve ilk oturuşu terk etmek gibi bir arıza olursa iş değişir.

İZAH

Musannıfın «dört rekatlı» diye kayıtlaması, nâfileye başlar da sayı niyet etmezse bilittifak iki rekat koza etmesi lazım geleceği içindir. «Niyet eden» diye kayıtlaması ise, namaz kılmayı nezir edip dört rekata niyetlenirse bilittifak dört rekatın kazası lazım geleceği içindir. Nitekim Hulasa´da bildirilmiştir. Çünkü bunun sebebi vucubu vuzu edilmiş sigası ile nezirdir. Bahır.

İki rekat kaza etmesi zahir rivayeye göredir. Hulâsada imam ebu Yusuf´un evvela dört rekat kaza eder dediği sonradan imam-A´zam´la imam Muhammed´in kavline döndüğü sahihlenmiştir. Şu halde iki rekat kaza lazım gelmesi bilittifaktır. Çünkü başlamak sebebiyle vacip olmak, vaz´an sabit değil, belki edâ edileni korumak içindir. İki rekat Tamam olmakla edâ edilen korunmuştur. Şu halde zaruret yokken ziyade lazım gelmez. Bahır.

Halebî ve başkaları bu kavli tercih etmişlerdir. Halebî Münye şerhinde şöyle demektedir: «Ama öğleden önceki sünnete yahud cumanın ilk veya son sünnetine başlar da sonra birinci veya ikinci çift rekatlarda bozarsa bilittifak dört rekat kaza etmesi lâzım gelir. Çünkü bu namaz ancak bir selâmla meşru olmuştur. Rasûlüllah (s.a.v)´den böyle rivayet olunmuştur. Binaenaleyh bir namaz mesabesindedir. Onun için de ilk oturuşunda salavat okunmaz. Üçüncü rekata kalkınca Subhaneke ile başlanmaz.

Şafih bir kimse bu namazın ilk iki rekatında iken evin satıldığını haber alır da dördü tamamlarsa şuf´ası batıl olmadığı gibi muhayyerenin hak hıyarı da bâtıl olmaz. Keza ilk iki rekatta iken yanına karısı girer de dört rekatı tamamlarsa halvet sahih olmaz. O kadını boşarsa mihrinin tamamını ödemesi lâzım gelmez. Başka nafileler böyle değildir. Çünkü bu hükümler bir birinin aksinedir.»

Bahır´da bu kavli Fazlî´nin de ihtiyar ettiği bildirilmiştir. Nisab´ta bunun esah olduğu kayıt edilmiştir. Çünkü başlamakla bu namaz farz gibi olmuştur. Lâkin Bahır´da bundan önce şöyle denilmiştir. «Ulemamızdan nakl edilen zahir rivayete göre başlamakla bu namazdan yalnız iki rekatın kazası lâzım gelir. Zira nâfiledir.»

Ben derim ki: Hidâye ve diğer kitabların zâhirlerine bakılırsa onlar da bu kavli tercih etmişlerdir.

Şârihin «ilk iki rekat esnasında» diye kayıtlaması, ilk oturuşun sonu ile üçüncü rekata kalkış arasında bozarsa.bir şey lâzım gelmeyeceği içindir. Çünkü birinci çift oturmakla tamam olmuştur.

İkinciye henüz başlamamıştır.

«Veya ikinci çiftte bozarsa...» yani birinci çifti oturuşla tamamlar da ikinci çifte geçtikten sonra oturuştan evvel onu bozarsa yine iki rekat kaza eder. Burada birinci çift tamam olduğu için ikinci çifti kaza eder. Lâkin birinci iki rekatın tekrarlanması vacip olmak gerekir. Çünkü vacip olan selâmı terk etmiştir. Bu secde-i sehiv ile de tamamlanmaz. Nitekim bir vacibi terk edilerek kılınan her namazın hükmü budur. Bu söz ulemanın burada söylediklerine aykırı değildir. Zira onların sözleri kaza lâzım gelip gelmemek hususundadır. Bu da namazın bozulup bozulmadığına binâendir. Tekrar kılmak, sahih fakat kerahetle eda edilen fiili ikinci defa kerahetsiz olarak yapmaktır. «Yani ilk iki rekatın teşehhüdünü yapmışsa» ifadesinden murad: Teşehhüd miktarı oturmasıdır. Okuyup okumaması müsâvidir. «Aksi takdirde bütün namaz bozulur.» Yani ilk iki rekatta teşehhüd yapmaz da ikinci çiftte namazı bozarsa bütün namaz bozulur. Çünkü birinci çift ancak ilk oturuş bulunursa namaz sayılır. ilk oturuş bulunmazsa dört rekatın hepsi bir namaz olur. Bahır.

«Kâideye göre her çift rekat bir namazdır.» Yani o kimseye nâfilenin tahrimesi ile iki rekattan fazla bir şey lâzım gelmez. Velev ki fazlasına niyet etmiş olsun. Ulemamızdan nakl edilen zâhir rivayet de budur. Bahır.

İmama uymak ârızası, dört rekat namaz kılması gereken bir kimseye nâfile kılanın uymasıdır. Meselâ: Nâfile kılan kimse öğlenin farzını kılana uyar da sonra namazını bozarsa dört rekat kaza eder. Bu hususta namazın başında veya son oturuşta uyması fark etmez. Çünkü imamın namazını iltizam etmiştir. O da dört rekattır. Bunu Bahır ve Nehir sâhipleri Bedayi´den nakl etmişlerdir.

Bir kimse namaz kılmayı nezir eder de dört rekata niyetlenirse bilittifak dört kılması lâzım gelir. Nitekim Bahır´dan naklen evvelce arz etmiştik. Nihâye sâhibi bunu Mebsut´tan naklen şöyle ta´lil etmiştir: «Bu adam sözünün tahammül ettiği bir şeyi niyet etmiştir. Zira namaz ismi ikiye de dört rekata da şamildir; Ve sanki: Allah için dört rekat namaz kılmak boynuma borç olsun demiş gibidir.

Evvelce geçmişti ki, bir kimse bir selâmla dört rekat namaz kılmayı nezir eder de iki selâmla kılarsa nezrini ödemiş olmaz. Aksi böyle değildir. Buradakinin ifade ettiği mânâ ise, bir selâmlakayıtlamasa bile dört rekatı nezir etmenin dört lâzım gelmek için kâfi gelmesidir. Bu namazı iki selâmla kılarsa nezrini ödemiş olmaz.

İlk oturuşu terk etmekte müstesnalardan biridir. Çünkü her iki rekatın bir namaz sayılması ondan sonra gelen oturuşun farz olmasını iktiza eder; ve bu oturuş terk edilmesi ile namaz bozulur, Nitekim imam Muhammed´in kavli bu olduğu gibi kıyas da budur. Lâkin şeyhayn´a göre oturmadan üçüncü rekata kalkınca bu namaz farza benzeyen bütün bir namaz olmuş; farz oturuş, son oturuş olmuştur ki, istihsan da budur. Bu izâha göre bir kimse bir oturuşla üç rekat nafile namaz kılsa, akşam namazına kıyasla câiz olmak gerekirdi. Lâkin esah kavle göre bu caiz değildir. Zira oturuşun bitiştiği son rekat fâsid olmuştur. Bir rekatlık nafile namaz meşru olmamıştır. Binaenaleyh ondan evvelki de fâsid olur. Bir oturuşla altı rekat nâfile kılsa bazılarına göre câiz olmaz. Çünkü istihsan, farz kıyasla bir oturuşta dört rekatlık caiz olmasıdır. Ama bir oturuşta edâ edilen altı rekatlık farz yoktur. Şu halde mesele kıyasın aslına döner. Nitekim Bedayi´de böyle denilmiştir.

T E N B İ H : Mezkûr kaideden Halebî ile diğerlerinin tercihlerine göre sünnet-i müekkede de istisnâ edilmek gerekir.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:20 am GMT +0200
ONALTILI MESELELER

METİN

Nitekim her iki çift rekatta yahud yalnız birinci çiftte veya ikinci de, yahud ikinci çiftin bir rekatında veya birinci çiftin bir rekatında yahud ilk çift rekatla ikinci çiftin bir rekatında kıraatı terk etse sadece iki rekat kaza eder. Çünkü ilk çift bâtıl olunca ikinciyi onun üzerine bina etmek sahih olmaz. Bunlar dokuz şekil olup her birinde iki rekat kaza lâzım gelir.

İZAH

Musannıf dört rekatlı nâfilenin başka şeylerle bozulduğunu anlattıktan sonra kıraatı terk etmekle bozulan meselelerini izaha başlıyor. Bunlara sekizli meseleler ve onaltılı meseleler lâkabı verilmiştir. Mezkûr meselelerde esas şudur: Namazın ilk çiftine başlamak tahrîme ile, ikinci çiftine başlamak ise tahrîme baki olmak şartiyle ayağa kalkmakla sahih olur. İmam A´zam´a göre ilk çift rekatta kıraatı terk etmekle tahrîme kalmaz. Binaenaleyh ikinci çifte başlamak sahih olmaz ki, bozulduğunda kazası lâzım gelsin. Sadece ilk çifti kaza eder. Çünkü kıraatı terk etmekle o bozulmuştur. Kıraatı bir rekatta terk etmek bunun gibi değildir. Zira bu, tahrîmeyi değil, edâyı bozar.

Hattâ ilk çiftin kazası vâcip olur. İkinci çifte başlamak da sahih olur. İmam Muhammed´le Züfer´e göre çift rekatın birinde kıraatı terk etmek hem tahrîmeyi hem edâyı bozar. O kimse iki rekatta kıraatı terk etmiş gibi olur. Binaenaleyh ikinci çifte başlaması sahih olmaz. Bozulduğu takdirde kazası da lâzım gelmez. Yalnız ilk çifti kaza eder. İmam Ebu Yusuf´a göre bir veya iki rekatta kıraatı terk etmek yalnız edâyı bozar. Tahrîme bakidir, Binaenaleyh ikinci çifte başlaması mutlâk surette sahih olur.

Hâsılı: Kıraatı terk etmekle tahrîme Ebu Yusuf´a göre mutlâk surette bozulmaz. İmamMuhammed´le Züfer´e göre mutlâk surette bozulur. İmam-ı A´zam´a göre aslen terk etmekle yani iki rekatta da okumakla bozulur. Bir rekatta okumamakla bozulmaz.

Nâfile namazın her iki çift rekatlarında kıraatı terk eden kimse İmam-ı A´zam´la İmam Muhammed´e göre birinci çifti kaza eder. Çünkü tahrîme batıl olmuş; ikinci çifte başlamak sahih olmamıştır. İmam Ebu Yusuf´a göre dört rekat kaza eder. Zira ona göre tahrîme bakidir her iki çiftte kıraatı terk ettiği için eda bozulmuştur.

Kıraatı yalnız birinci çift rekatta terk eden kimse bilittifak iki rekat kaza eder. İmam-ı A´zam´la İmam Muhammed´e göre iki kaza etmesi tahrîme bozulduğu ve ikinci çifte başlaması sahih olmadığı içindir. Ebu Yusuf´a göre iki kaza etmesi, ikinci çifte başlaması sahih olsa bile o çiftte kıraat bulunduğundan bozulmadığı içindir. Binaenaleyh yalnız birinci çifti kaza eder. İkinci çift rekatta kıraatı terk eden de bilittifak iki rekat kaza eder. Zira birinci çift sahih olmuştur.

İkinci çifte başlaması sahihtir; bu kısımda kıraatı terk ettiği için edâsı bozulmuştur. İkinci çiftin bir rekatında kıraatı terk ederse yine bilittifak yalnız o çifti kaza eder. Bunun için de iki sûret vardır. Zira o rekat ikinci çiftin ya birinci yahud ikinci rekatıdır. Keza birinci çiftin bir rekatında kıraatı terk ederse bilittifak iki rekat kaza eder. Burada da iki sûret vardır. Çünkü bir rekatta kıraatı terk etmekle o çifti bozmuştur. İmam Muhammed´e göre tahrîme bozulmuştur. İkinci çifte başlaması sahih olmamıştır. Şeyhayn´a göre ise tahrîme bâkî, ikinci çiftin edâsı sahihtir.

İlk çift rekatla ikinci çiftin bir rekatında kıraatı terk ederse yine iki rekat kaza eder. Burada da iki sûret vardır. Yani ilk çiftte ve ikinci çiftin bir rekatında kıraatı terk ederse İmam-ı A´zam´la Muhammed´e göre ilk çifti kaza eder. Çünkü tahrîme bozulmuş; ikinci çifte giriş sahih olmamıştır.

İmam Ebu Yusuf´a göre dört rekat kaza eder. Zira ikinci çifte giriş sahihtir. Kıraatı terk ettiği için o çiftin edâsı da bozulmuştur.

«Çünkü ilk çift bâtıl olunca ikinciyi onun üzerine bina etmek sahih olmaz.» Bu ifade bütün sûretlerde İmam-ı A´zam´ın kavline göre yalnız iki rekat kaza lâzım geldiğinin ta´lilidir. Ve aslına işaret edilerek yapılmıştır. Aslı şudur: Namazın ilk çift rekatında kıraat terk edilerek namaz bâtıl olunca ikinci rekatı onun üzerine bina etmek sahih olmaz; zira bozulmuştur. Bunun mefhumunu alırsak, ilk çift bozulmazsa üzerine binâ sahih olur, mânâsı çıkar.

Malûmdur ki, namaza başlamak sahih olduktan sonra bir veya iki rekatta kıraatı terk etmek edayı bozar; kaza icap eder. Binaenaleyh mezkûr ta´lilin mantuki ile musannıf´ın «her iki çift rekatta kıraatı terk etse» yahud «yalnız birincide» ve «yahud ilk çift rekatla ikinci çiftin bir rekatında terk etse» ifadesiyle yalnız iki rekat kaza etmesi lâzım gelir demesinin vechini anlatmıştır. Çünkü bütün bu sûretlerde aslen kıraatı terk etmekle birinci çift rekatı bozmuştur. Burada tahrime bozulmuştur. Onun için o çiftin üzerine ikinci çift binâ edilemez. Binâ edilmeyince kazası da lâzım gelmez; yalnız birinci çiftin kazası lâzım gelir.

Mezkûr ta´lilin mefhumu ile de geri kalan sûretlerde yalnız iki rekat kaza etmesi lâzım gelmesinin vechini anlatmıştır.

Bu sûretler musannıfın «yahud ikinci çiftte, yahud ikinci çiftin bir rekatında veya birinci çiftin bir rekatında kıraatı terk etse» sözleriyle ifade ettikleridir. Bu sûretlerde birinci çift rekat imam-ı A´zam´a göre bâtıl olmamıştır, tahrîme bâkîdir ve ikinci çifte başlamak sahihtir. Lâkin o çiftte veya onun bir rekatında kıraatı terk ettiği için yalnız onun kazası lâzım gelir. İlk çiftin yalnız bir rekatında kıraatı terk edince yalnız o ciftin kazası Iâzım gelir. Zira ikinci çifti onun üzerine binâ etmesi ve edâsı sahihtir.

«Bunlar dokuz şekildir.» Musannıf kitabımızın metninde bunların altısını söylemiştir. Lâkin «çiftin bir rekatında» sözü üç yerde tekrarlanmıştır. Bu söz o çiftin birinci ve ikinci rekatına şâmildir. Bu sûretle üç şekil daha meydana gelir.

METİN

Altı sûrette de dört rekat olarak kaza eder. Bu sûretler: Kıraatı her çift rekatın birinde yahud ikinci çift ile birincinin bir rekatında terk etmesi halleridir. Bütün rekatlarda okuması halleriyle birlikte sütün sûretler onaltıya ulaşır. Lâkin hiç oturmadığı veya oturup üçüncü rekata kalkmadığı veya kalkıp da o rekatı secde ile kayıtlayıp kayıtlamadığı haller kalır,

Âgâh ol!. Ve iç içe girenleri. İmama uyanın hükmünü ayırt et ki velev teşehhüdde uysun imamın hükmü gibidir.

İZAH

Kıraatı her çift rekatın birinde terk etmek şöyle olur:

1 - İlk rekatla üçüncü rekatın,

2 - İlk rekatla dördüncü rekatın,

3 - İkinci rekatla üçüncü rekatın,

4 - İkinci rekatla dördüncü rekatın kıraatlarını terk eder. Böylece dört sûret meydana gelir.

«Yahud ikinci çift ile birincinin bir rekatında terk eder.» Burada da iki sûret hâsıl olur. Çünkü bu bir rekat o çiftin ya ilk rekatı yahud ikincisidir.

Bu sûretle meydana gelen altı sûrette İmam-ı A´zam´la Ebu Yusuf´a göre dört rekat, İmam Muhammed´e göre ise yalnız iki rekat kaza eder. Çünkü O´nun kaidesine göre ilk çift rekatın birinde kıraatı terk etmekle tahrîme bozulur. Bu altı surette ilk çift rekatın birinde kıraat terk edilmiştir.Binaenaleyh ona göre namazın ikinci çift rekatına başlamak sahih olmamıştır.

Şeyhayne göre tahrîme bozulmamıştır; ikinci çifte başlamak sahihtir. Şu halde her iki çiftin edasını bozduğu için ikisini de kaza etmesi lâzım gelir. İlk dört sûrette İmam-ı A´zam´a göre dört rekat kaza lâzım gelmesi adı geçen kaidesine uygundur. Lâkin Ebu Yusuf bunu İmam-ı A´zam´dan rivayeti inkâr etmiş; İmam Muhammed´e hitaben:

«Ben sana O´ndan iki rekat kaza lâzım geldiğini rivayet ettim» demiştir. Fakat İmam Muhammed bunu Ebu Yusuf´tan rivayet etmekten vazgeçmemiş; ve Ebu Yusuf´un unuttuğuna kâil olmuştur.

İmam Muhammed´in rivayet ettiği kavl zâhir rivayedir.Ulema ona itimad etmişlerdir. Ebu Yusuf´un İmam-ı A´zam´dan rivayet edip sonradan inkâr ettiği altı meseleden biri budur. Bunları İmamMuhammed «el´ cami - us - Sağîr» adlı eserinde İmam Ebu Yusuf´tan rivayet etmiştir. Tamamı Bahır´dadır.

«Bütün rekatlarda okuması halleriyle birlikte sûretler onaltıya ulaşır.» Şârihin okuma hallerinden bahis etmemesi namaz sahih olduğu içindir. Sözümüz kıraat terk edilmekle namaz bozulup kaza lâzım gelmesi hususundadır. Lâkin bu sûretler aklî taksimin tetimmesidir. Çünkü namazı kılan kimse ya dört rekatta kıraatı edâ etmiştir. Yahud dördünde de edâ etmemiştir. Yahud üçünde edâ etmemiştir ki, bunun için de dört sûret vardır. Bunların mecmuu altı suret eder. Yahud kıraatı iki rekatta terk etmiştir. Yani ya birinci ve ikinci rekatlarda yahud birinci ve üçüncü veya birinci ile dördüncü rekatlarda okumamıştır. Yahud ikinci ile üçüncü veya ikinci ile dördüncü rekatlarda okumamış; yahud üçüncü ve dördüncü rekatlarda kıraatı terk etmiştir. Bunlar da altı sûret eder. Yahud yalnız bir rekatta kıraatı terk etmiştir. Bunun için de dört sûret vardır.

Hepsinin mecmuu onaltı eder. Ben bu sûretleri bu tertip üzere bir cetvele çizdim. Kıraata «K» harfiyle, terk edildiğine «T» ile işaret ettim ve üç imamımıza göre kazası lâzım gelen rekatların sayısını her sûretin yanı başına yazdım. Onların kaidelerini iyi belledinse mânâyı çıkarman kolay olur. Cetvel şudur:

Ebû Hanîfe

Ebû Yusuf

Muhammed

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:20 am GMT +0200
TERAVİH NAMAZI



METİN

Teravih erkek ve kadınlara icmaan sünnet-i müekkededir. Çünkü Hulefâ-i Râşidin buna devam etmişlerdir. Vakti yatsı namazından sonra fecire kadardır. Vitirden önce ve sonra kılınabilir. Esah kavil budur. Bir kimse teravihin bir kısmını yetiştiremez de imam vitire kalkarsa imamla birlikte vitiri kılar; sonra yetiştiremediği kısmı tamamlar. Teravihi gecenin üçte birine yahut yarısına geciktirmek müstehaptır. Esah kavle göre bu vakitten sonraya bırakmak mekruh değildir.

İZAH

Teravih: Tervihanın cemidir Terviha istirahat oturuşudur. Teravihin her dört rekatından sonra oturulduğu için bu namaza terviha denilmiştir. Hazâin.

Musannıfın bu namazı diğer nafilelerden sonraya bırakması şûbeleri çok olduğu ve cemaatla edâ olunmak hususunda onlardan ayrıldığı için ve diğer bazı hükümler sebebiyledir. Bundan dolayıdır ki, imam Hüsâmüddin teravih hükümleri hakkında ayrıca bir eser yazmış; Allame Kasım´da ona tâbi olmuştur. Teravihin sünnet-i müekkede olduğunu Hidâye sahibi ve başakları sahihlemişlerdir. İmam A´zam´dan rivayet edilen de budur. İhtiyar´da zikir edildiğine göre ebu Yusuf imam A´zam´a teravihi ve hazreti Ömer´in fiilini sormuş; O da şu cevabı vermiştir: «Teravih sünnet-i müekkededir. Ömer onu kendiliğinden ortaya çıkarmamıştır. Bu hususta bid´at işlemiş de değildir. Onu ancak elindeki bir esasa ve Rasûlüllah (s.a.v.)´den bellediği bir bilgiye istinaden emir etmiştir.»

Kudurî´nin «teravih müstehaptır» demesi, Hidâye sahibinin anladığı gibi buna aykırı değildir. Çünkü O, cemaatın toplanması müstehaptır denilmiştir. Bu söz toplanmanın müstehap olduğunu gösterir. Onda teravihin müstehap olduğuna delâlet yoktur. İnâye ve Münyet´ül musallî şerhinde böyle denilmiştir. Bir çok kimseler teravihin sünnet olduğuna icma nakletmişlerdir. Meselenin tamamı Bahır´dadır.

Buradaki Hulefâ-i Râşidinden murad; hepsi değil ekserisidir. Çünkü teravihe devam, hazreti Ömer´in hilâfeti zamanında olmuştur. Bu hususta bilûmum eshab-ı kiram, Ömer (r.a.)´e muvafakat etmiş; onlardan sonra gelenler dahi günümüze kadar hiç bir itiraz eden çıkmaksızın bu yoldan yürümüşlerdir. Nasıl muvafakat etmesinler ki., Rasûlüllah (s.a.v.)´in: «Benim sünnetimle Raşidin´in sünnetine sarılın! bunun üzerine parmak basın!.» buyurduğu sabit olmuştur. Nitekim bu hâdisi ebu Davud rivayet etmiştir. Bahır.

Teravih erkek ve kadınlara icmâen yani toptan sünnettir. Şârih «icmaan» sözü ile râfizîlerin; «teravih yalnız erkeklere sünnettir» iddialarına kulak asmamak gerektiğine işaret etmiştir. Dürer ve Kâfi´de Râfizîler hakkında söylenen budur.

Fakat Nuh efendi hâşiyesinde bildirildiğine göre Râfizîlerin meşhur kavli teravihin astâ sünnet olmamasıdır. Çünkü Râfizîler bid´atcı bir fırkadır. Hava ve heveslerine tâbi olurlar. Kitaba sünnete bel bağlamazlar. Sahih hâdisleri inkâr ederler.

Musannıfın, teravihin vakti yatsıdan sonradır demeyip «yatsı namazından sonra» demesi, yatsıdan murad, vakti değil, namazı olduğuna işaret içindir.

Tetimme: Niyet bahsinde sünnetlerde tayin şart mıdır yoksa mutlak niyet kâfi midir şeklinde ihtilâf edildiğini ve esah kavle göre mutlak niyet kâfi geldiğini fakat tayin etmenin daha ihtiyat olduğunu görmüştük. Bu hususta sözün.tamamı o bahistedir, Müracaat edebilirsin. Burada şunu arzetmek isteriz: Acaba teravihin her çift rekatı için niyeti tazelemek şart mıdır?

Hülâsa´da buna; «evet sahih kavle göre şarttır, çünkü her çift rekat başlı başına bir namazdır» diye cevap verilmiştir.

Haniye´de ise; «esah kavle göre şart değildir. zira bütün teravih bir namaz mesabesindedir, Tatarhaniye´de de böyledir» denilmektedir.

Zâhirine bakılırsa hilâf niyetin aslındadır. Bana kalırsa sahih olan kavl birincisidir. Çünkü teravihi kılan kimse selâm vermekle hakikaten namazdan çıkmıştır. Binaenaleyh yeniden namaza girmek için mutlâka niyet lâzımdır.

Hilâftan kurtulmak için bunun daha ihtiyat olduğunda da şüphe yoktur. Evet, Hılye´de teravihin ilk iki rekatına başlarken bütün teravihe niyet ederse ikinci kavl tercih edilmiştir.

Teravih vaktinin fecirde sona ereceği hususunda hilâf yoktur. Nitekim Nehir´de beyan edilmiştir.

Esah kavle göre teravih vitir namazından önce ve sonra kılınabilir. Bu hususta üç kavl vardır.

Birinci kavle göre: Teravihin vakti bütün gecedir. Yatsıdan önce ve sonra, vitirden önce ve sonra kılınabilir. Çünkü gece namazıdır. Bahır sahibi; «bu kavli sahih kabul eden görmedim» demiştir. Zâhirine bakılırsa bu kavle göre teravihin vakti güneşin kavuşmasından itibaren girer.

İkinci kavle göre: Teravihin vakti yatsı ile vitir arasıdır. Hülâsa´da bu kavl sahih kabul edilmiştir. Gayet´ül beyan´da dahi; «öteden beri nesilden nesile rivayet edilegelen budur» diyenlerin bu kavli tercih edilmiştir.

Üçüncü kavl: Kenz´e tâbi olarâk musannıfın tercih ettiğidir. Bu kavli Kâfi sahibi cumhur ulemaya nisbet etmiş; Hidâye, Hâniye ve Muhit sâhipleri de sahihlemişlerdir. Bahır.

«Bir kimse teravihin bir kısmını yetiştiremez de imam vitire kalkarsa ilh...» ifadesi esah kavle göre bir tefri´dir. Ancak «vitir namazından efdal olan evde değil, mescidde cemaatla kılmaktır» kavline göredir. Halbuki bu mesele ihtilâflıdır; ileride gelecektir. Binaenaleyh şârihin; «Onunla birlikte vitiri kılar» sözü, efdal olan budur, mânâsınadır. Teravihin vakti hususundaki birinci kavle göre de öyledir. İkinci kavle göre ise evvelâ yetiştiremediği rekatları kılar. Hülâsa´da bunun illeti; «vitirden sonra kalan teravihi kılması mümkün değildir» şeklinde gösterilmiştir. Bu anlattıklarımızdan anlaşılır ki, Bahır sahibinin üçüncü kavle göre olan tefriî ikinci gibi yapması doğru değildir, doğrusu birinci gibi olacaktır. Nitekim şârihimiz burada öyle yapmıştır. Hilâfın semeresi şurada da zâhir olur: Bir kimse teravihi vitir namazından sonra kılar; yahut teravihin bir kısmını unutur da vitirden sonra hatırlayarak kılarsa birinci ve üçüncü kavillere göre sahih, ikinci kavle göre sahih değildir. «Esah kavle göre bu vakitten sonraya bırakmak mekruh değildir.» Mamafih «mekruhtur; çünkü yatsıya tâbidir, binaenaleyh yatsının sünneti gibi olur» diyenler de vardır.

Bunlara şöyle cevap verilmiştir: «Teravih yatsıya tabi olsa da o. gece namazıdır, Gece namazındaefdal olan gecenin sonunda kılmaktır. Şu halde gece namazı sayılan bir namazın geciktirilmesi mekruh değildir.» Ama en iyisi geciktirmemektir. Zira kaçırılacağından korkulur. Bunu İmdad´dan naklen Halebî söylemiştir. Bahır´daki, «sahih kavle göre geciktirmekte beis yoktur» sözü, kerahet-i tenzihiye sabit olduğuna delâlet etmez ki, şârihin «mekruh değildir» demesine «nefi edilen kerahet-i tahrimiyedir» diye cevap verilsin. Çünkü beis yoktur sözü, hilâfı daha iyidir mânâsına kullanılır. Hilâfı evlâ olan her şey kerahet-i tenzihiye ile mekruh değildir. Zira kerahitin mutlâka hususi bir delili bulunması gerekir. Nitekim bunu defalarca anlattık hattâ Allâme Kâsım´ın ve başkalarının risalelerinde şöyle denilmiştir: «Sahih kavle göre bunda beis yoktur. Müstehap ve efdal olan da budur. Çünkü teravih gece namazıdır.»

METİN

Vakti geçtiği zaman teravih aslâ kaza edilmez. Esah kavle göre yalnız başına da kaza edilmez. Şâyet kaza ederse nâfile ve müstehap olur; teravih olmaz. Ve akşam namazı ile yatsının sünnetleri gibi olur. Teravihi cemaatla kılmak esah kavle göre sünnet-i kifayedir. Bütün bir mescid halkı kılmazlarsa günahkâr olurlar. Bazıları terk ederse günahkâr olmazlar. Cemaatla kılınması meşru olan her namazı mescidde kılmak efdaldir. Bunu Halebî söylemiştir.

Teravih on selâmla yirmi rekattır. Bunun hikmeti tamamlayanın tamamlanana müsavî olmasıdır. Yirmi rekatı bir selâmla kılarsa her çift rekatta oturduğu takdirde kerahatle sahih olur. Oturmazsa iki rekat yerine geçer. Bununla fetva verilir.

İZAH

«Esah kavle göre yalnız başına da kaza edilmez.» Yani cemaatla kaza edilmediği gibi yalnız başına da kaza edilmez. T.

Bazıları, «ertesi akşamın teravih vakti girmedikçe yalnız başına kaza eder» demiş; bir takımları ramazan ayı geçmedikçe kaza edeceğini söylemişlerdir. Kâsım.

«Akşam namazı ile yatsının sünnetleri gibi olur.» Yani kazası lâzım gelmemek hususunda teravih dahi diğer sünnet-i müekkedeler gibi olur. Çünkü o da sünnet-i müekkededir. Kaza farzın ve şartlarını hâiz olan sabah namazının sünnetinin hassalarındandır.

«Teravihi cemaatla kılmak esah kavle göre sünnet-i kifayedir.» Bu İbâre asıl teravihin aynen sünnet olduğunu ifade eder. Onu bir kimse terk ederse mekruh olur. Cemaatla kılınması ise sünnet-i kifâyedir. Bütün belde halkı terk ederlerse isâet etmiş olurlar. Ama bir kişi terk eder de evinde kılarsa yalnız fazîletini terk etmiş olur. Bir kimse teravihi evinde cemaatla kılarsa mesciddeki cemaat sevabına nail olamaz. Farz namazlarda da hüküm böyledir. Acaba teravihi cemaatla kılmak bir beldede bulunan bütün mescidlerin halkına mı yoksa yalnız bir mescidin veya bir mahallenin halkına mı sünneti kifayedir? Şârihin sözünden anlaşılan birincisidir. Tahtavî ikinciyi daha zâhir bulmuştur. Bence üçüncüsü (yani mahalle halkına sünnet olması) daha zâhirdir. Çünkü Münye´de, «hattâ bir mahalle halkının hepsi cemaatı terk etseler sünneti terk etmiş ve isâette bulunmuş olurlar» denilmiştir.

Ulemanın buradaki sözlerinden anlaşılan: Mescidde cemaatla kılmanın sünnet-i kifaye olmasıdır. Hattâ halk evlerinde cemaatla kılsalar da mescidde cemaatla kılınmasa hepsi günahkâr olurlar. Münye´den naklettiğimiz söz cemaata gitmeyen bazı kimseler hakkındadır. Bazılarına göre teravihi cemaatla kılmak sünnet-i ayın´dır. Yalnız kılan isâet etmiş olur; velev ki mescidde cemaatla kılınmış olsun. Zâhiriddin bununla fetva verirmiş.

Bir takımları, «teravihin evde kılınması müstehaptır; yalnız sözü dinlenen büyük fâkîhin mescidde kılması sünnettir zira onun mescide gitmesi başkalarını teşvik olur» demişlerdir. Sahih olan kavl cumhurun sözüdür. Yani teravihi cemaatle kılmak sünnet-i kifayedir. Meselenin tamamı Bahır´ dadır.

Teravih yirmi rekattır. Cumhurun kavli budur. Doğuda batıda bütün müslümanlar bununla amel etmektedirler. İmam Malik´ten bir rivayete göre otuzaltı rekattır. Feth´ul Kadir´de beyan olunduğuna göre delilin muktezası sekiz rekatın sünnet olmasıdır. Kalanı müstehaptır. Tamamı Bahır´dadır. Ben ona yazdığım derkenarda bunun cevabını verdim.

«Tamamlayanın tamamlanana müsavî olması»ndan murad: Teravihle farzların tamamlanmasıdır. Tamamlayan teravih namazı, tamamlanan da farz ve vitir namazlarıdır. Vitirle birlikte bir günün farzları yirmi rekattır. Vitirden önce kılınmakla beraber teravihin vitiri tamamlayıcı olmasına bir mâni yoktur.

Nehir´de şöyle deniliyor: «Şüphesiz günlük sünnet-i müekkedeler dahi tamamlayıcı iseler de bu ayın Kemâli ziyade olduğundan onda bu tamamlayıcı daha da arttırılmış; böylece kemâlini bulmuştur.» T.

Yirmi rekat teravihi bir selâmla kılmak her çift rekatta oturmak şartiyle sahih fakat kasden yapmak mekruhtur. Sahih olan kavl budur. Nitekim Nisâb ve Hızanet´ül feteva´dan naklen Hılye´de böyle denilmiştir. Münye´de buna muhalif olarak kerahet olmadığı bildirilmiştir. Ancak söz götürdüğü meydandadır. Zira nakl ve geleneğe aykırıdır. Hem ulema mutlâk olarak gece kılınan nâfilede sekiz rekattan fazlasının mekruh olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh burada evleviyetle mekruhtur. Bahır.

«Bununla fetva verilir.» Burada açıkça bu sözü söyleyen görmedim. Nehir sahibi bu sözü Zâhidî´den naklen bir oturuşla ve bir selâmla dört rekat kılan hakkında söylemiştir. Yirmide bir selâm vermeyi ise Bahır sahibi buna kıyas etmiştir. Evet, Hâniye ve diğer kitaplarda açıklandığına göre yirmide bir selâm vermek sahihtir. Halbuki biz Bedâyi´ Hülâsa ve Tatarhaniye´den naklen evvelce bildirmiştik ki, bir kimse bir oturuşla üç, altı veya sekiz rekat kılsa esah kavle göre hem istihsânen hem kıyâsen namaz fâsid olur, vechini de beyan etmiştik. Demek oluyor ki bir oturuşla ve bir selâmla dört rekattan fazla kılınan namazın iki rekat yerine mi geçeceği yoksa fâsid mi olacağı hususunda sahihlenen kaviller muhteliftir.

FER´İ MESELELER: Bir cemaat teravihte dokuz selâm mı verdiler yoksa on mu diye şüphe ederlerse esah kavle göre ihtiyaten teravihi tamamlamak ve nâfileyi cemaatla kılmaktan korunmak için yalnızbaşlarına ikişer rekat daha kılarlar. Keza İbn-i Fazla göre vitir namazından sonra teravihten bir selâm noksan kıldıklarını hatırlarlarsa yine ayni şekilde ikişer rekat kılarlar. Sadr´ış Şehîd, «cemaatla kılınır demek caizdir» demiştir ki bu daha uygundur. Çünkü vakti içindeki teravih hakkında muhtar olan kavle ibtina eder.

İmam ilk iki rekatın birincisinde yanılarak selâm verir de sonra kalan rekatları kılarsa bazılarına göre yalnız ilk iki rekatı kaza eder. Çünkü sonraki rekatlara sahih olarak başlamıştır. Bir takımları bütün rekatları kaza edeceğini söylemişlerdir. Zira ilk selâmı onu namazın hürmetinden çıkarmamıştır. O bir hatadır. Ondan sonra vereceği her selâmın hükmü de budur ve ilk selâma ibtina eder. İmam bütün çift rekatlarda oturuşu terk etmiş olur ki bütün namazı fâsid olur. Meğer ki selâmı kasten vermiş olsun. Yahut selâmdan sonra namaza aykırı bir fiilde bulunsun veya yanıldığını anlasın. Meselenin tamamı Hünye şerhindedir. Bana ilk kavl daha tercihe şayan görünüyor. Çünkü imamın selâmı çıkarmasa da ikinci çift rekata intikal maksadiyle tekbir alması kendisini ilk çiftten çıkarır. Sonra Hilye´de bu kavl için, daha münasiptir denildiğini gördüm.

METİN

Her dört rekatta dört rekat miktarı oturmak menduptur. Beşinci teravihe ile vitir namazının arasında oturmak da menduptur. Cemaat tesbih kıraat, sükût ve yalnız başlarına namaz kılmak arasında muhayyerdirler. Evet, her iki rekattan sonra iki rekat namaz kılmak mekruhtur. Bir defa hatim sünnet, iki defa hatim fazîlet, üç defa hatim efdaldir.

İZAH

Burada oturmanın hakikatı murad edilmemiştir. Maksat beklemektir. Teravihi kılan zikir veya sükût ederek oturmakla yalnız başına nâfile namazı kılmak arasında muhayyerdir. Nitekim Şârih beyan etmiştir. Bu mahayyerlik Münye şerhi ile Bahır´da beyan olunmuştur. Kenz´in ifadesinden oturmanın sünnet olduğu anlaşılırsa da Zeyleî bunu tashih ederek, «sünnet değil. müstehabtır» demiştir. Hidâye´de açıklanan da budur.

Tesbih hakkında Kuhistânî şöyle demiştir: «Üç defa :

Subhanezilmülki velmeleküt. Subhanezil izzeti vel azameti vel kudreti vel kibriyai vel ceberut. Subhanelmelikelhiyellezi la yemütü. Subbuhu kuddüsün rabbul melaiketi verruhi. Lailahe illallah. Nestağfirullah neselükel cennete veneûzü bike minennâr. denilir . Nitekim minhac´ül ibad´da böyle denilmiştir.

Mânâsı şudur: Mülk ve şeref sahibi olan Allah´ı tenzih ederim. İzzet, azamet, kudret, büyüklük ve ceberût sahibi olan Allah´ı tenzih ederim. Ölmeyen diri meliki tenzih ederim. Kusurlardan temiz ve paktır. Meleklerin ve Cibril´in Rabbıdır. Allah´dan başka ilâh yoktur. Biz Allah´dan afv dileriz. Ya Rab, senden cenneti diler; cehennemden sana sığınırız.

Cemaatın yalnız başlarına namaz kılmalarından murad, dört rekatlık namazdır. Cemaat mendup oturuşlarda kendi kendilerine bu şekilde onaltı rekat namaz kılarlar. (Böylece imam Malik´in hilâfından da çıkılmış olur).

Allâme Kasım : «Cemaat yalnız başlarına bu onaltı rekatı ziyade ederlerse beis yoktur. Bu müstehaptır. Ama, imam Malik´in mezhebinde olduğu gibi cemaatla kılarlarsa mekruhtur...» demiştir.

Nehir´de ise: «Namaza gelince: Mekruh olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi sünnettir diyenler de vardır. Sirâc´daki: Mekke´liler tavaf ederler Medine´liler dört rekat namaz kılarlar. İfâdesinin mânâsı budur» denilmiştir.

«Her iki rekattan sonra iki rekat namaz kılmak mekruhtur.» Çünkü istirahat her çift rekat arasında değil, iki terviha arasında meşru olmuştur (bir tervihiye dört rekattır)

Ramazan boyunca teravihi bir hatimle kılmak sünnettir. Hâniye ve diğer kitaplarda bu sahihlenmiştir. Hidâye sahibi bu kavli ekser ulemaya, Kâfi sahibi ise cumhura nisbet etmiştir. Burhan´da, «ebu Hânife´den nakledilen bu; eserlerde rivâyet olunan da budur» denilmiştir.

Zeyleî diyor ki: «Ulemadan bazıları kadir gecesine rastlarlar ümidiyle ramazanın yirmiyedinci gecesi teravihi hatimle kılmanın müstehap olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu husustaki haberler birbirini takviye etmiştir. İmam Hasan ebu Hanîfe´den naklen teravihin her rekatında on âyet miktarı okunacağını söylemiştir. Sahih olan da budur. Çünkü sünnet bir defa hatim etmektir. O da bu miktarla rahatlıkla hâsıl olur. Zirâ bir ayda teravih rekatlarının miktarı altıyüzdür. Kur´an âyetlerinin sayısı da altı bin küsurdur.» Gerçi Hülâsa´da, «Her rekatta on âyet okunur, tâ ki yirmiyedinci gece bir hatim olsun» denilmiş; Feyz´de de buna benzer sözler söylenmiş ise de bu söz götürür. Çünkü onar onar tevzi hatmin otuz günde olmasını gerektirir. Meğer ki vitir namazı katılarak hesaplana! Fakat Hâniye ve diğer kitaplarda bunun teravihi mahsus olduğu kayıt edilmektedir. Meselenin tamamı Şeyh İsmail´in şerhindedir.

Münye şerhinde de şöyle denilmiştir: «Sonra Kur´ân-ı Kerîm ay sonundan önce hatim edilirse bazılarına göre kalan gecelerde teravihi terk etmek mekruh değildir. Çünkü teravih bir defa Kur´ân-ı hatim için meşru kılınmıştır. Bunu ebu Ali Nesefî söylemiştir. Bir takımları, «teravihi kılar ve dilediğini okur» demişlerdir. Bu Zahîre´de beyan edilmiştir.»

METİN

Cemaatın tembelliğinden dolayı hatim terk edilmez. Lâkin İhtiyar nâm eserde, «bizim zamanımızda efdal olan cemaata ağır gelmeyecek kadar okumaktır» denilmiş; Musannif ve başkaları da onu tasdik etmişlerdir.

Mücteba´da, «İmam A´zam´dan nakledildiğine göre farzda üç kısa veya bir uzun âyet okursa iyi yapmış olur, fena etmiş olmaz. Sen teravihi ne Zannediyorsun!» denilmektedir.

Zahidî´nin «Fezâil-i ramazan» bâbında şu ibare yardır: «Ebu´l Fadl Kirmanî ile Veberî fetva vermişlerdir ki, bir kimse teravihte fatiha ile bir veya iki âyet okursa mekruh işlemiş olmaz. Zamanın halkını bilmeyen câhildir.»

Her çift rekatta imam ve cemaat Subhanekeyi okurlar. İmam teşehhüdden fazla bir şeyler okur. Ancak cemaat bundan bıkarsa o zaman yalnız salavatla iktifa eder. Yani: «Allahümme salli alaMuhammed» demekle yetinir. Çünkü imam Şâfiî´ye göre farz olan budur. Duaları terk eder. Ama münkırattan, acele okumaktan, euzü besmeleyi terk etmekten. itminanı ve tesbihi istirahatı bırakmaktan kaçınmalıdır.

İZAH

El´ İhtiyar adlı eserde, «bizim zamanımızda efdal olan cemaata ağır gelmeyecek kadar okumaktır» denilmiştir. Çünkü cemaatı çoğaltmak kıraatı uzatmaktan efdaldir. Bunu Muhit´ten naklen Hılye sahibi söylemiştir. Bu gösterir ki mesele zamana göre değişen şeylerdendir. Birçok meselelerde yararlara göre zaman değiştikçe hükümler de değişmektedir. Onun için Bahır sahibi şöyle demiştir: «Hâsılı, mezhebin sahih kavline göre hafim sünnettir. Lâkin bundan hatım cemaata usanç verir ve bilhassa zamanımızda olduğu gibi bir çok mescidlerin kapanmasına sebep olursa yine terk edilemez mânâsı çıkmaz. Zâhire göre cemaata hafif gelen şekil tercih edilir.»

Mücteba´nın İmam A´zam´ın kavlini rivayet eder ibâresi şudur: «Müteehhirin ulema cemaat bıkmasın ve mescidlerin kapanması lâzım gelmesin diye bizim zamanımızda üç kısa veya bir uzun âyet okursa kâfidir diye fetva verirlerdi. Çünkü Hasan´ın İmam A´zam´dan rivayetine göre imam farz namazda fatihadan sonra üç âyet okursa iyi yapmış olur. İsâet etmiş sayılmaz. Farzda böyle olunca başkalarında ne olacağını sanıyorsun!»

«Bir veya iki âyet okursa ilh...» ifadesinden murad; üç kısa âyet miktarıdır. Buna delil, Mücteba´nın yukarıda geçen ibâresidir. Yoksa bundan aşağı olursa kerâhet-i tahrimiye ile mekruh olur. Zira Münye ve şerhinde namazın sıfatı bahsinde: «Fatiha ile birlikte bir veya iki kısa âyet okursa kerâhet-i tahrimeye hududundan çıkmış olmaz. Ama üç kısa âyet yahut bunlara denk bir veya iki âyet okursa kerâhet-i tahrimiye hududundan çıkar; ancak müstehap hududuna girmez. Bunda kerahet tenzihiye olmalıdır ilh...» denilmiştir. Yani sünnet olan miktar mufassallardan okumaktır, denilmek istenmiştir. Binaenaleyh buradaki mekruh olmaz sözü, tahrimen ve tenzihen mekruh değildir mânâsınadır. Velev ki farzlar da tenzihen mekruh olsun.

Şunu da arz edelim ki, Tecnis´de beyan olunduğuna göre ulemadan bazıları her rekatta ihlâs suresini bazıları da Fil suresini okumayı tercih etmişlerdir. Yani Fil suresiyle başlanır; sonra sureler bitince tekrarlanır. Kalbi rekat sayısıyle meşgul olmamak için bu daha iyidir.

Hılye sahibi diyor ki: «Memleketimiz mescidlerinin ekserisinde imamların amelleri bunda karar kılmıştır. Yalnız onlar ilk rekatta tekâsür suresinden başlar; ikincide ihlâsı okurlar. Bu minval üzere inerek ondokuzuncu rekatta «tebbet»i yirmincide ihlâsı okurlar.» Bahır´da ise şu ziyade vardır: «Son tervihiyenin ilk çiftinde bir sure ile ayırım yapıldığı zaman kerahet yoktur, çünkü kerahet meselesi farzlara mahsustur. Nitekim Hülâsa ve diğer kitaplardan anlaşılmaktadır.»

Ben derim ki: Lâkin ihtiyat olan son tervihiyenin ilk çiftinde nasr ve tebbet surelerini, ikinci çiftinde de muavvazeteyni okumaktır. Zamanımızın bazı imamları her tervihiyenin ilk çiftinde asır ve ihlâs surelerini, ikinci çiftinde de kevserle ihlâsı okuyorlar.

«Yani Allahümme salli alâ Muhammed demekle yetinir.» Minyet´üs Sağîr şerhinde «ve alâ âliMuhammed» de diyeceği ilâve edilmiştir. Galiba şârihimiz ta´lilden alarak yalnız birinciyi söylemiştir, zira imam Şafiî´ye göre âli Muhammed´e salâvat farz değildir. Belki ona göre bu son teşehhütte sünnettir. Bazıları vâcip olduğunu söylemişlerdir. İstirahattan murad, her dört rekattan sonra oturmaktır. Bunun mendup olduğu yukarıda geçmişti. Bundan anlaşılır ki, münkirattan zikir edilenlerin mecmuu kastedilmiştir. Ancak meşrua muhalif olan şeyler de kasr edilmiş olabilir.

METİN

Ayakta durmağa kudreti varken teravihi oturarak kılmak mekruhtur. Çünkü çok müekked bir sünnettir. Hattâ oturarak kılınamaz diyenler olmuştur. Nitekim münafıklara benzediği için kıyâmı imamın rukuuna kadar geciktirmekte mekruhtur. Farzı cemââtla kılmayanlar teravihi de cemaatla kılmazlar. Zira teravih farza tâbidir. Farzı yalnız başına kılan onu da beraber kılar. Bir kimse teravihi imamla kılmaz yahut başka imamla kılarsa vitir namazını beriki imamla kılabilir. Kaldı ki, teravihi bütün cemaat terk ederlerse acaba vitiri cemaatla kılarlar mı? araştırmalıdır.

Ramazanın haricinde vitir ve nâfile namazlar cemaatla kılınmazlar. Yani bu birbirlerini çağırmak suretiyle meselâ dört kişi bir kimseye uyarak yapılırsa mekruhtur. Nitekim Dürer´de beyan edilmiştir. imama uymanın sahih olduğunda hilâf yoktur. Zira mâni yoktur. Nehir.

İZÂH

Özür yokken teravihi oturarak kılmak tenzihen mekruhtur. Çünkü Hılye ve diğer kitaplarda bildirildiğine göre ulema özür yokken bunun iyi görülmediğine ittifak etmişlerdir. Zira seleften nakledilenin hilâfınadır. Hattâ «oturarak kılınmaz» diyenler olmuştur. Bunu söyleyenler teravihi imam-ı Hasan´ın sabah namazının sünneti hakkında İmam-ı A´zam´dan rivayet ettiği kavle kıyas etmişlerdir. Çünkü ikisi de sünnet-i müekkededir. Ama sahih olan, aralarında fark bulunmasıdır. Sabah namazının sünneti hilâfsız sünnet-i müekkededir. Teravih öyle değildir. Nitekim Haniye´de beyan olunmuştur, Hâniye´nin ibaresini sabah namazının sünneti bahsinde nakletmiştik.

«Nitekim kıyamı imamın rükûuna kadar geciktirmek de mekruhtur.» Zâhirine bakılırsa münâfıklara benzeyiş illetinden dolayı buradaki kerahet kerahet-i tahrimiyedir. Bahır´da Hâniye´den naklen şöyle denilmiştir: «İmama uyan kimsenin teravihte oturup da imam rükûa gideceği zaman kalkması mekruhtur. Çünkü bunda namaza karşı tenbellik göstermek ve münâfıklara benzemek vardır. Teâlâ hazretleri: «Münâfıklar namaza kalkarlarsa tenbel tenbel kalkarlar.» buyurmuştur.. T.

Hılye sahibi diyor ki: «Bu söz, tenbellikten değilde ihtiyarlık ve benzeri bir sebeple gecikirse mekruh olamayacağını gösterir ki öyledir.»

T E N B İ H : Tatarhâniye´de, «keza uyku basarak galebe çalarsa namaz kılması mekruhtur; bilâkis uyanıncaya kadar namazdan ayrılır» denilmiştir.

«Zira teravih farza tâbidir.» Yani teravihi cemaatla kılmak farz cemaatına bağlıdır. Zira teravih ancak farzı kılan cemaatla edâ edilir. Yalnız teravih cemaatla kılınırsa bu babtaki delillere aykırı olur. Ve meşru sayılmaz. Ama farzı kılan cemaatın teravihi de cemaatla kılması halinde bir adam farzı yalnız başına kılmış bulunursa o imamla teravihi kılabilir. Çünkü o cemaatın cemaatla kılmaları meşrudur. Mahzur olmadığı için o kimsenin de onlarla birlikte cemaat olması câizdir. Bu meseleyi izah hususunda benim anladığım budur.

«Bir kimse teravihi imamla kılmaz yahud ilh...» Bu mesele ile bundan önceki mesele Kınye´den naklen Bahır´da ve kezâ Dürer´in metninde zikir edilmiştir. Lâkin Tatarhaniye´de tetimmeden naklen şöyle denilmektedir: «Ali bin Ahmed´e: Bir.kimse farzı ve teravihi yahut yalnız teravihi kendi kendine kılarsa vitiri imamla kılabilir mi? diye sorulmuş ta hâyır diye cevap vermiştir.» Sonra gördümki Kuhistânî musannıfın söylediklerinin sahih kabul edildiğini bildirmiş: «Lâkin farzı imamla kılmamışsa vitirde ona tâbi olamaz» demiştir. Binaenaleyh musannıf´ın, «bir kimse teravihi imamla kılmazsa ilh...» sözü, «farzı imamla kılmışken» mânâsınadır. Fakat Kuhıstânî´nin «onunla birlikte» sözü teravihi yalnız kılmaktan ihtiraz olmak gerekir. Teravihi başkasiyle cemaat olarak kıldıktan sonra vitiri bu imamla kılarsa kerahet yoktur.

«Teravihi bütün cemaat terk ederlerse acaba vitiri cemaatla kılarlar mı?» Öyle anlaşılıyor ki, vitiri cemaatla kılmak teravihi cemaatla kılmaya tâbidir. Velev ki vitir namazı haddi zatında esas olsun. Çünkü vitirde cemaatın sünnet olması teravihe tâbi olarak eserle bilinmiştir. Şu da var ki ulema teravihten sonra vitirin cemaatla kılınmasının efdal olup olmadığında ihtilâf etmişlerdir. Nitekim gelecektir.

«Yani bu birbirlerini çağırmak suretiyle meselâ dört kişi bir kimseye uyarak yapılırsa mekruhtur.» Birbirlerini çağırmayı Vânî çoklukla tefsir etmiştir. Çokluk onun mânâsının tâzımıdır. Bir kişinin bir kişiye yahut iki kişinin bir kişiye uyması mekruh değildir. Kâfi´den naklen Bahır´da beyan edildiğine göre üç kişinin bir kişiye uyması ihtilâflıdır. Acaba burada imama uymakla cemaat fazîleti elde edebilir mi? Evvelce söylediğimiz «nâfile namazda cemaat sünnet değildir» sözünün zâhiri edilmeyeceğini göstermektedir.

Şimdi şu kalır: Bir kimseye bir veya iki kişi uyar da sonra bir cemaat gelerek onlar da uyarsa mekruh olur mu? Rahmetî diyor ki: «Kerahetin sonradan uyanlara olması gerekir.»

Ben derim kî: Bütün bunlar hepsinin nâfile kıldıklarına göredir. Fakat nâfile kılanlar farz kılana uyarlarsa kerahet yoktur. Nitekim bundan sonraki bâbın başında anlatacağız.

Şarih buradaki «mekruhtur» sözü ile ulemanın; «Kudurî´nin muhtasarındaki câiz değildir sözünden muradı kerahettir; cevazın aslı değildir» sözlerine işaret etmiştir. Lâkin Hülâsa´da Kudurî´nin «mekruh değildir» dediği rivayet edilmiştir. Hılye sahibi bu sözü Tahavî´nin Mansur´un Mahreme´den naklettiği şu eserle teyid etmiştir: Mansur: Biz Ebu Bekir (r.a.)´ı geceleyin defnettik. Ömer (r. a.) : Ben vitiri kılmadım. dedi ve kalkdı. Biz de arkasında saf olduk. Bize üç rekat namaz kıldırdı. Ve yalnız sonunda selâm verdi, demiştir.» Bundan sonra Hılye sahibi sözüne şöyle devam etmiştir: «Ama şöyle de denilebilir: Zâhire göre vitirde cemaat müstehap değildir. Sonra bu hazreti Ömer´in yaptığı gibi bazen yapılırsa mubah olup mekruh değildir. Devam üzere yapılırsa bid´at ve mekruh olur. Çünkü nakledilene aykırıdır. Kudurî´nin muhtasarında söylediği buna, başka yerde söylediği birinciye hamledilir. Allah´u âlem.»

Ben derim ki: Bunu Bedâî´nin şu sözü de teyid eder. «Nâfile namazda cemaat olmak yalnız ramazanda teravihte sünnettir.» Zira sünnet değildir demek mekruh olmasını gerektirmez. Evet, devam üzere yapılırsa bid´at ve mekruh olur.

Hayreddin Remlî´nin Bahır hâşiyesinde şu satırlar vardır: «Keraheti Ziyâ ve Nihâye sahipleri şöyle ta´lil etmişlerdir: Vitir namazı bir cihetten nâfiledir. Hattâ bütün rekatlarında kıraat vâciptir. Ve ezansız ikâmetsiz edâ edilir. Nâfileyi cemaatla kılmak müstehap değildir. Zira ashab-ı kiram bunu ramazandan başka hiç bir yerde yapmamışlardır.» Bu söz vitiri cemaatla kılmanın kerahet-i tenzihiye ile mekruh olduğunu hemen hemen açık olarak göstermektedir

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:21 am GMT +0200
METİN

Bezzâziye´den naklen Eşbah´ta bildirdiğine göre Regâip, Berâet ve Kadir namazlarında imama uymak mekruhtur. Meğer ki, «şu imamla cemaatla şu kadar rekat namaz kılmayı nezir ettim» demiş olsun.

Ben derim ki: Bezzâriye´nin imamlık bahsindeki ibaresinin tamamı şöyledir: «Mekruh bir şeyden dolayı bunca tekellüfü yapmaya lüzum yoktur.» Tatarhaniye´de. «İmam olmağa niyet etmezse imama kerahet yoktur» denilmiştir. Bellenmelidir.

Ramazanda vitir ve teravihi cemaatla kılar. Vitirde efdal olan cemaatla kılmak mıdır, yoksa evde yalnız kılmak mıdır? Bu hususta iki sahih kavl vardır. Lâkin Vehbâniye şârihi mezhebin kavli ikincisi olduğunu iktiza eden sözler nakletmiş; musannif ve başkaları da onu tasdik etmişlerdir.

İZAH

Hamavî´nin Eşbah hâşiyesinde beyan edildiğine göre Regaib namazı Recep ayının ilk cuma gecesi kılınan namazdır. İbn´ Hâc Medhal adlı eserinde: «Bu namaz hicretten dörtyüzseksen sene sonra ortaya çıkmıştır. Ulema onu red ve zem ve kılanın akılsız olduğunu anlatmak için kitaplar yazmışlardır. Bir çok şehirlerde çok kimselerin onu kıldığına aldanmamalı!» demektedir. Biz de bayram gecelerini ihyâdan bahsederken bu hususta biraz söz etmiştik.

Berâat gecesi şabanın yarılandığı gecedir. Kadir gecesinden zâhire göre ramazanın yirmiyedinci gecesi kastedilmiştir. Zira Zeyleî´den evvelce naklettiğimize göre bu babtaki haberler birbirini tutmaktadır.

Meğer ki şu imamla cemaatla şu kadar rekat ilh... diye nezir etmiş ola!» Zira bu takdirde namazı cemaatla kılmadıkça nezirden kurtulamaz. Şârihin sözünden anlaşılıyor ki, neziri imama uyan yapacaktır. İmam yaparsa nezir eden nezir edene uymuş olur ki, bu câiz değildir. Sonra kâviyi zaif üzerine binâ. kuvvet zâti olduğu vakit namaza mânidir. Burada olduğu gibi nezirle ârız olursa mâni değildir. Bundan dolayı Münye şerhinde «nezir nâfile gibidir» denilmiştir. Bunu Tahtavî ebu´s Suûd´dan nakletmiştir.

Şârihimiz Bezzâriye´nin ibaresini tam olarak nakletmemiştir. O´nun ibaresi şöyledir: «İlk asırda olmayan bir şeyi iltizam için bunca tekellüfe katlanarak mekruh bir şeyi yapmak uygun değildir; bu mekruhtan murad, birbirini çağırmak suretiyle nâfile namazı cemaatla kılmaktır. Bir kimse dînîşeâirden olmadığını halka bildirmek için bu gibi namazları terk ederse iyi yapmış olur.» Bu ibareden anlaşılıyor ki. nezir etmekle nafileyi cemaatla edâ etmekten çıkmış olmaz.

Tatarhaniye´de, «İmam olmağa niyet etmezse imama kerahet yoktur» denilmiştir. Tatarhaniye´nin Muhit´ten naklettiği ibare şudur: «Kadı imam Ebu Ali Nesefî´nin beyanına göre bir kimse yatsıyı, teravihi ve vitir namazını evinde kılar da sonra imamlığa niyet ederek başka bir cemaata teravih kıldırırsa mekruh işlemiş olur. Ama cemaata mekruh değildir, İmam olmağa niyet etmez de namaza başlar, ve cemaat kendisine uyarsa hiç birine mekruh olmaz.» Tahtavî diyor ki: «Acaba cumanın son sünnetini kılan bir Hanefî cumadan sonra öğleyi kılan bir Şafiîye uysa Hanefî´nin itikadına bakarak mekruh olur mu? Çünkü bu namaz Hanefîlerce mutemed olan kavle göre nâfiledir. Yoksa imamın itikadına bakarak mekruh değil midir? Araştırmalıdır.» Bana birinci kavl zâhir geliyor. Zira tercih edilen kavle göre itibar imama uyanın itikadınadır. Onun itikadına göre ise bu namaz mekruhtur.

Vitir namazının cemaatla mı yoksa yalnız mı kılmanın efdal olduğu hususunda iki sahih kavl vardır.. Kemâl İbn Hümâm cemaatla kılmayı tercih etmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) cemaata vitiri kıldırırdı. Sonra teravihde yaptığı gibi onlara özür beyan etti. Binaenaleyh vitir teravih gibidir. Teravihte cemaat sünnet olduğu gibi vitirde de sünnettir. Bahır.

Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Sahih kavl şudur: Vitirde cemaat olmak efdaldir. Şu kadar var ki o cemaatın sünnet oluşu teravih cemaatının sünnet oluşu gibi değildir.» Hayreddin-i Remlî. «bugün bilûmum insanların ameli buna göredir» demiş; Hâşiye yazarı da, «evvelce geçen cemaatla meşru olan her ibadette mescid evlâdır. sözünün muktezası budur» diyerek kendisini takviye ve te´yid etmiştir.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:22 am GMT +0200
FARZA YETİŞME BABI



METİN


Bir kimse yalnız başına edâ niyetiyle namaza başlar da sonra namaz ikâme edilir yani o namazgâhta cemaatla farza başlanırsa cemaat sevabını kazanmak özüründen dolayı namazı yarıda keser. Buradaki ikâme sözünden müezzinin ikâmeti kast edilmediği gibi kendisi bir yerde olup cemaatın başka yerde başlaması da kastedilmemiştir. Başlıktaki farz kaydı nâfileyi, nezir namazını ve kazayı hariç bırakmıştır. Çünkü bunları yarıda kesmez.

İZAH

Bu bâbın hakikatı kâmil edâda farzlara taallük eden dağınık meselelerdir. Bunların hepsi cami-i sağîr meseleleridir. Bahır, Fetih ve Mirac.

Ben derim ki: Hakikatta bu bâb imamlık bahsinin tatimmesidir. Onun için Kidâye sahibi Muhtaraf ün nevazil adlı eserinde onu imamlığın akabinde zikir etmiştir. Ve «cemaata yetişmek ve cemaatın fazîleti, faslı» başlığı ile onu imamlıktan ayırmıştır.

El´ mineh nâm eserde, «cemaatı kaçırmamak için yalnız kılınan namazı bozmak câizdir» denilmiştir. Bu tâlilin zâhiri, bozmanın müstehap olduğunu gösteriyor. Cevazdan murad, iki tarafı müsâvî olan değildir. Şöyle denilebilir: Cemaatı kaçırmamak en sahih kavle göre vâciptir. O halde yalnız kılınan namazı bozmak câiz değil vâcip olu.r. Buna da şöyle cevap verilebilir: Buna, amele başlamak aykırı düşmüştür. T.

Farz kaydıyle nâfile ve nezir namazları hariç kalırlar. Bunlar edâ kaydıyle de hariç kalırlar. Zira bundan sonraki bâbta izah edileceği veçhile edâ; vâcibi vaktinde yapmaktır. Nâfile ile nezrin vakti yoktur. Kaza; vâcibi vaktinin dışında yapmaktır. Halebî diyor ki: «Şu halde şârihin -ileride gelecek- Nâfileye başlayan kimse onu mutlâk surette kesmez, sözü, mefhumu açıklamaktır.» Bir kimse bir kaza namazına başlar da sonra imam edâya niyetlenirse namazını bozmaz. Bu mânâya hamletmemiz imam da onun kıldığı namazın edâsına başlarsa namazı bozarak imama uyması lâzım geldiği içindir. Nitekim bunu Bahır sahibi inceleme yaparak beyan etmiş;

İmdâd´ül fetah sahibi de katiyetle buna kail olmuştur. Ben derim ki: Buna Makdesîde katiyetle taraftardır.

T E N B İ H : Bir kimse kıldığı kaza namazını bitirmeden o andaki cemaatı kaçıracağından korkarsa sahib-i tertib olduğu takdirde kazasını tamamlar. Tertib sahibi değilse acaba; edâ vâcip olduğu şekilde mi olur?. Bir de, imam Malik´in hilâfından çıksın diye kazaya devam mı etmeli? -zira imam Malik´e göre bizim zikir ettiğimiz özürlerle tertip sâkıt olmaz- yoksa cemaat sevabını kazanmak için imama mı uymalı? Hayreddîn-i Remlî; «bunu bir yerde görmedim» diyor. Sonra Şâfiîlerin bu husustaki tercih hakkında ihtilâf ettiklerini naklederek imama uymayı daha uygun buluyor.

Ben derim ki: Bunun vechi meydandadır. Çünkü bize göre cemaat vâciptir. Yahut vâcip hükmündedir. Onun için cemaat sebebiyle - bize göre vâcip olduğu söylenen - sabah namazının sünneti terk edilir. İmam Malik´in hilâfına riayet etmek ise müstehaptır. Müstehap için vâcibi terk etmek münâsip değildir.

«O namazgâhta cemaatla farza başlanırsa ilh...» İmamlık bahsinde arz etmiştik ki: Fâsık ve âmâ gibi birine uymak yalnız kılmaktan evlâdır. Keza rükün ve şartlara riayet eden bir muhalifin arkasında kılmak yalnız kılmaktan evlâdır. Şu halde yalnız kılan namazını yarıda keserek o imama uyar. Çünkü illet cemaat fazîletini kazanmaktır. Bu nerede kerahetsiz olarak mümkünse namazı keserek imama uymak evlâdır. Yine arz etmiştik ki: Cemaatlar birkaç tane olur da Şâfiî cemaatı hepsinden önce davranırsa ne yapılacağı hususunda müteehhirin ulema ihtilâf etmişlerdir; bazıları bu ilk cemaatla kılmanın efdal olduğunu söylemiş; bir takımları mezhebine muvafık cemaat gelmesini beklemenin daha muvafık olacağına meyletmişlerdir.

Şuna binaen ki, muhalif mezhepten olan imam farzlarda riayet etse bile vâcip ve sünnetlerde cemaat olanın mezhebine riayet etmediğinden ona uymak mekruhtur. Biz orada namazı bozan bir hali görülmedikçe o imama uymakta bir kerahet olmadığını uygun görmüştük. Nitekim Hayreddin-i Remlî de buna meyletmiştir. Şu da var ki, bir kimse saflardan uzak bir yerde kendi mezhebinin imamını beklese cemaattan ayrılmak sayılmaz. Zira bu cemaattan daha mükemmel bir cemaat beklediği malûmdur. Şu izaha göre o kimse öğlenin sünnetine başlarsa onu dört rekat olarak tamamlar. Hattâ Kemâl´in aşağıda gelen sözüne göre dahi tamamlar. Şimdi şu kalır: Bir kimse imamlığı mekruh olan birine uyar da sonra imamlığı mekruh olmayan biri namaza başlarsa namazını bozup ona uyacak mıdır? Tahtavi´ye göre uygun olan, şayet birinci imam fâsik ise namazı bozmamak, muhalif mezhepten olup riayetinde şüphe ederse bozmaktır.

Ben derim ki: Uygun olan bunun aksidir. Çünkü ikincinin keraheti âmâ ve bedevide olduğu gibi kerahet-i tenzihiyeder. Fâsık bunun hilâfınadır. Onun kerahetinin tahrimiye olduğu Münye şerhinde daha muvafık görülmüştür. Çünkü ulema, «böylesini imamlığa geçirmekte kendisini ta´zim vardır. halbuki bize onu tahkir vâciptir; hattâ İmam .Malik´e ve bir rivayette İmam Ahmed´e göre onun arkasında namaz sahih değildir» demişlerdir.

«Buradaki ikâme sözünden müezzinin ikâmeti kastedilmemiştir.» Binaenaleyh müezzin ikâmete başlasa namazını bozmaz. Velev ki kıldığı rekatı secde ile kayıtlamış olmasın. Bilâkis o namazı iki rekat olarak tamamlar. Nitekim Gayet´ül beyan ve diğer kitaplarda beyan olunmuştur. Keza bir kimse evinde kılarken mahalle mescidinde veya başka bir mescidde kamet getirilse mutlâk surette namazı bozmaz. Bahır. Yani rekatı secde ile kayıtlasın kayıtlamasın bozmaz. Velev ki bozmakta cemaat sevabını kazanmak olsun. Çünkü burada göz baka baka cemaata muhalefet yoktur. Miraç. Yani bir mescidde olmaları bunun hilâfınadır. Zira orada namazı bozmamakta göz baka baka cemaata muhalefet vardır. Bu sözde Tahtavî´nin itirafının define işaret vardır. Tahtavî: «Ulema bir kimse bulunduğu mescidde cemaatı kaçırırsa başka mescidde cemaat arayacağını ve cemaatın vâcip olduğunu söylemişlerdir. Bu mahallesi mescidine bağlı değildir. Bir de, ikmâl için namaz bozmak ikmâl sayılır. Binaenaleyh fark açık değildir» demiştîr.

Tahtavî´nin itirazı şöyle def edilmiştir: Cemaat matlup ve vâcip ise de namazı bozmanın haram oluşu onun vücûbuna aykırı düşmüştür. Böylece vücup sâkıt olmuş ve ikmâl için namazı bozmakbozmamakta cemaata açık tan açığa muhalefet bulunduğu zaman tercih edilmiştir. Çünkü bu muhalefette yasaklanmıştır. Bundan dolayı namazı bozmak evlâdır. Mezkûr muhalefet bulunmazsa vücûp, namaz bozmanın haram olmasiyle sâkıt olarak kalır. Zira haram delîli mübah delîline tercih olunur. Burada mübah delilini tercih ettirecek bir şey de yoktur. Benim anladığım budur.

METİN

Nitekim hayvanı kaçar; kaynayan kabı taşar; malından bir dirhemin zayi olacağından korkar; veya nâfile namaz kılarken bir cenaze getirilir de namazını kaçıracağından korkarsa namazı bozar. Çünkü onu kaza imkânı vardır. Boğulanı veya yanan b!r kimseyi kurtarmak gibi bir sebepten dolayı namazı bozmak vâcip yani farzdır. Farz namaz kılarken anne ve babasından biri çağırırsa icâbet etmez. Meğer ki ondan imdad isteye! Nafile kılarken oğlunun namazda olduğunu bilerek çağırırsa icâbet etmez. Bilmeyerek çağırırsa ayakta bir tarafa selâm vererek icâbet eder. Esah kavil budur. Gaye. Çünkü oturuş namazdan çıkmak için şart kılınmıştır. Bu ise namazdan çıkmak değil, namazı bozmaktır. Onun için bir selâmla iktifa eder.

İZAH

Şârih hayvanı kaçmak, kabı taşmak ilh... meselelerini namazın mekruhları bahsinde anlatmışken burada tekrar etmiş; bununla ulemanın şu sözlerine işarette bulunmuştur: «Namazı dünya malı için bozmak câiz olur da sonra her tür ziyadesiz tekrarı iyi bir iş sayılırsa, daha mükemmel şekilde kılmak için bozmanın cevazı evleviyette kalır. Çünkü cemaatla kılınan namaz yalnız başına kılınan namazdan yirmibeş, bir rivayette yirmiyedi derece daha sevaptır.»

«Malından bir dirhemin zayi olacağından korkarsa namazı bozar,» Zahîriye sahibi diyor ki: «Kudurî´de az mal ile çok mal arasında fark gözetilmemiştir. Umumiyetle ulema bunu bir dirhemle takdir etmişlerdir. Şems´ül Eimme Serahsî şunları söylemiştir: «Bu söz, havâle ve kefâle bahislerinde alacaklı borçlusunu bir dânak (dirhemin altında biri veya) fazlası için hapis ettirebilir. Dememiş olsa yine güzeldir. Bir müslümanı bir dânak için hapis etmek câiz olunca namazı bozmanın câiz olması evleviyette kalır. Hem namazı kaza imkânı da vardır. Sahih olan kavle göre kendi malı ile başkasının malı arasında fark yoktur.»

«Farz namaz kılarken anne ve babasından biri çağırırsa icabet etmez.s Zâhirine bakılırsa icabet etmesi haramdır. Namazda olduğunu bilip bilmemesi fark etmez. T. «Meğer ki ondan imdad isteye.» Öyle anlaşılıyor ki, ölümle neticelenmeyen bir şey için de olsa imdadına koşmak lâzımdır. Bu hususta anne babadan başkalarının yardım istemesi de aynı hükümdedir. T. Hâsılı: Namaz kılan kimse imdad diye bağıran birini işitti mi velev ki kendini çağırmış olmasın veya bağıran ecnebi olsun ve keza başına gelenin ne olduğunu bilsin bilmesin kurtarmağa gücü yetecekse kıldığı namaz farz olsun nâfile olsun onu bozarak yardıma koşması farz olur.

«Nâfile kılarken oğlunun namazda ´olduğunu bilerek çağırırsa icabet etmez.» Tecnis´in Tahavî´den naklettiği ibare. «icabet etmemesinde beis yoktur» şeklindedir. Halebî diyor ki: «Bu, icabetin efdal olmasını iktiza eder.»

Ben derim ki: Bu sözün muktezâsı, namaz dışında dahi anne babasına icabetin evleviyetle vâcip olmasıdır. Zâhire bakılırsa bu icabetin yeri, terk edildiği takdirde bundan eziyet duymasıdır. Zira anne babaya isyan etmek olur.

Burada Rahmetî şu mânâda sözler söylemiştir: Anne babaya iyilik etmek farz olunca onlardan biri çağırdığı vakit icabet etmemekte beis olacağı zannedilirse işte Tahavî beis yoktur sözü ile bunu def etmiştir. O Allah Teâlânın ibadeti bozmama emrini tercih etmiştir. Çünkü oğlunun namazda olduğunu bildiği halde ona seslenmesi mâsiyettir (günâhtır). Allah´a mâsiyet işlemek için hiç bir mahlûka itâat yoktur. Binaenaleyh ona icabet câiz değildir. Ama namazda olduğunu bilmezse iş değişir. O zaman icabet eder. Çünkü Rahip Cüreyç kıssası mâlumdur. Annesine icabet etmemiş; o da kendisine bedduada bulunmuş; bunun üzerine başına türlü. belâlar gelmiştir. Buradaki «beis yoktur» sözü evlânın hilâfı mânâsına değildir. Zira bu mânâda mutlarid olmayıp bazan «icap eder» mânâsında kullanılır. Zâhire göre burada da o mânâyadır.

T E T İ M M E : Bahır sahibinin el yazısı ile derkenarında nakledilmiştir ki, namazı bozmak yerine göre haram, mubah, müstehap ve vâcip olur. Özürsüz bozmak haram, mal zayi olacağından korkulduğu zaman mubah. ikmâl için bozmak müstehap, can kurtarmak için bozmak vâciptir. Namazını bozacak kimse ayakta bir tarafına selâm verir. Esah kavil budur. Bazıları oturup selâm vereceğini söylemişlerdir. Ama Tahtavî´nin beyanına göre zâhir olan burada hilâf bulunmamasıdır. Ulema hilâfı üçüncü rekata kalkıp ta onun secdesine varmadığı zaman zikir etmişlerdir. O zaman «esah kavl budur» sözünün bir selâma ait olduğunu söylemek evlâ olur. Ancak Gayet´ül Beyan´da bu açıklanmamış sadece «lâkin bir selâm verir» denilmiştir.. Cami-i sağîr şerhlerinde de böyle denilmiştir. Namazı bozmak için dilerse ayakta tekbir alır.

Fahr´ul İslâm şöyle diyor: «Bu daha sahihtir. Ayakta tekbir aldığı vakit imamının namazına başlamayı niyet eder. Ona başlamanın zımnında ilk kıldığı bozulur. O kimse ellerini kaldırmakta muhayyerdir. İmam Hamidüd-din darir, şerhinde böyle demiştir.»

METİN

Ve imama uyar. Bu mesele ilk rekatı secde ile kayıtlamadığına yahut dört rekatlı olmayan bir namazda secde ile kayıtladığına veya dört rekatlı namazda olup o rekata vücûben bir rekat daha kattığına göredir. Sonra nâfile ve cemaat sevabına nâil olmak için tamamlar, dört rekatlı namazın üç rekatını kılmışsa o namazı yalnız olarak tamamlar. sonra nâfile niyetiyle imama uyar. Bu suretle cemaat fazîletine nâil olur. Havî.

Ancak ikindi namazında imama uymaz. Çünkü ikindiden sonra nâfile kılmak mekruhtur. Nâfile namaza başlayan kimse mutlâk surette namazı bozmaz. O namazı iki rekat olarak tamamlar. Öğlenin sünneti de böyledir. İmam hutbe okumağa başladığı veya kamet getirildiği zaman cumanın sünnetini râcih kavle göre dört rekat olarak tamamlar çünkü bu bir namazdır. Bozmak ta ikmal için değil, ibtal içindir.

İZAH

«İlk rekatı secde ile kayıtlamadığına göredir ilh...» bu meselenin hülâsası şudur: Bir kimse farz namaza başlar da ilk rekatın secdesine varmadan namaz cemaatle kılınmağa başlanırsa namazı bozarak imama uyar. İlk rekatın secdesine varmışsa kıldığı namaz dört rekatlı olduğu takdirde iki rekatı tamamlayarak imama uyar. Üçüncü rekatın secdesini yapmışsa namazını dört rekat olarak tamamlar ve imama nâfile niyetiyle uyar. Bundan yalnız ikindi namazı müstesnadır. Kıldığı namaz dört rekatlı değilse ikinci rekatın secdesine varmadıkça namazı bozarak imama uyar, ikinci rekatın secdesine varmışsa namazını tamamlar; imama da uymaz. H.

«Yahut dört rekatlı olmayan bir namazda secde ile kayıtladığına göredir.» Yani sabah ve akşam namazı gibi dört rekatlı olmayan bir namazda rekatı secde ile kayıtlarsa ikinci rekatın secdesine varmadıkça o namazı bozarak imama uyar. İkinci rekatın secdesini yapmışsa namazını tamamlar. İmama uymaz. Çünkü sabah namazından sonra nâfile namaz mekruhtur. Akşam namazında da üç rekatlı nâfile mekruhtur. O namazı dört kılsa bu sefer imamına muhalefet etmiş olur. Ama imama uyarsa o namazı dört rekat olarak tamamlar. Bu daha ihtiyattır. Zira üç rekatı nâfile kılmak kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. İmama muhalefet ise bazen meşrudur. Meselâ: Mesbûk kaza ettiği rekatlarda ve keza misafire uyan mukîm imama muhalefet ederler. Tamamı Bahır´dadır.

«Veya dört rekatlı namazda olup o rekata vücûben bir rekat daha kattığına göredir.» Yani dört rekatlı namazda olup ilk rekatını secde ile kayıtlamışsa p da bozarak imama uyar.Lâkin kıldığı rekata bir rekat daha kattıktan sonra bozar. Tâ ki kılınan bir rekatı bâtıl olmaktan korumuş olsun.

Nitekim ulema bunu açıklamışlardır. Bahır sahibi, «Bu yalnız bir rekat namazın bâtıl olduğunu açık açık göstermektedir. Zamanımız hanefîlerinin bazılarının tevehhüm ettiği gibi mekruh olarak sahih değildir» diyor. Nehir´de ise, «bu tevehhümün bâtıl olduğu izaha muhtaç değildir» denilmektedir. «Dört rekatlı namazın üç rekatını kılmışsa» yani üçüncünün i secdesine varmışsa o namazı yalnız olarak tamamlar.

Bahır sahibi diyor ki: «Üç rekatını diye kayıtlaması, şayet üçüncünün secdesine varmamışsa bozması lâzım geleceği içindir. Çünkü terk edecek yerdedir ve muhayyerdir; ister dönüp oturur ve selâm verir, isterse ayakta tekbir alarak imamın namazına girmeye niyet eder. Hidâye´de böyle denilmiştir. Muhit´te ise esah olan, ayakta bir tarafa selâm vermektir. Zira oturmak namazdan çıkmak için şart kılınmıştır. Bu, namazdan çıkmak değil, namazı bozmaktır. Çünkü öğleden iki rekatla çıkılmaz. Namazı bozmak için o kimseye bir selâm kâfidir, denilmektedir. Gayetü´l- Beyan sahibi Fahru´l- İslâm´a nisbet ederek bunu böyle sahihlemiştir. Bu namazı yalnız olarak tamamlaması vâciptir. Bozar da imama uyarsa günahkâr olur. Remlî.

Kuhistanî´de beyan olunduğuna göre burada çareye baş vurulmayacağına işaret vardır. Çareye baş vurmak Muhit´te beyan edildiği gibi dört rekatta oturmayıp altı rekat yapmak ve kıldığı namaz nâfileye inkılap etsin diye dördüncü rekatı oturarak kılmak gibi şeylerdir. Çünkü namazı tamamlamak farzdır. Nitekim Münye´de böyle denilmiştir.

«Sonra nâfile niyetiyle imama uyar.» Yani dilerse uyar ki, efdal olan budur. İmdâd. Buna itirazla«ramazan haricinde cemaatla nâfile namazı kılmak mekruhtur» denilmiş ve şöyle cevap verilmiştir: «Evet, hem imam hem cemaat nâfile kılarlarsa öyledir. Fakat imam farz kılar da cemaat nâfileye niyet ederlerse kerahet yoktur. Çünkü Peygamber (s.a.v.) iki zâta: Yüklerinizin yanında namaz kılar da sonra namaz kılan bir cemaatın yanına varırsanız onlarla da namaz kılın! ve onlarla kıldığınız namazınızı sübhâ (yani nâfile) yapın! buyurmuştur.» Kâfi´de böyle denilmiştir. Bahır.

«Bu suretle cemaat fazîletine nâil olur.» Bu sözün zâhirine göre bu şekilde imama uyarsa cemaat fazîletine yani yirmibeş veya yirmiyedi derece sevaba nâil olur. Çünkü bu da meşru bir cemaattır ki ya yetişemediğini tedarik yahut cemaata muhalefet etmiş olmamak için meşru kılınmıştır. Lâkin zâhire bakılırsa buradaki sevap katı, farzın değil. nâfilenin sevap katıdır. Araştırılmalıdır!. Şârihin işaret ettiği Havî kitabı Havi´1- Kudsî´dir. Nitekim Bahır´da bildirilmiştir. Havi´l- Hasirî yahut Kavi´l Zâhidi değildir.

«Nâfile namaza başlayan kimse o namazı mutlâk surette bozmaz.» Yani ilk rekatının secdesine varmış olsa da namazı bozmaz.

METİN

Kemâl bunun hilâfını tercih etmiştir. Namaz kılmayan bir kimsenin ezan okunan mescidden çıkması yasak. edildiği için kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. Musannıf burada ekseriyetle görülen hâle göre hareket etmiş tir. Maksat ezan okunsun okunmasın vaktin girmesidir.

İZAH

Kemâl bin Hümâm şöyle demiştir: «Bazıları iki rekatta bozacağını söylemişlerdir ki râcih kavil budur. Çünkü farzdan sonra onu kozaya imkânı vardır. İki rekatta selâm vermekle namazı bozulmuş olmaz. Binaenaleyh sebepsiz olarak hatibi dinlemek farzı ile en mükemmel şekilde edâ kaçırılmış olmaz.»

Ben derim ki: Hidâye´nin zâhirine bakılırsa Hidâye sahibi de bu kavli ihtiyar etmiştir. Mültekâ, Nuru´l- İzah, Mevahip, ed´Dürer ve Feyz sahipleri dahi ayni yoldan yürümüşlerdir. Şurunbulâliye´de bu kavil Burhan´a nisbet olunmuştur. Feth´ul Kadir´de beyan edildiğine göre Süğdî´nin bu kavli Nevadir´de İmam A´zam´dan rivayet edildiğini görünce buna döndüğü hikâye edilmiştir. Serahsî ile Bakalî de buna meyletmişlerdir. Bezzâziye´de, «Kadı Nesefî bu kavle dönmüştür» denilmektedir. Makdisî´nin sözünden anlaşılan da ona meyletmiş olmasıdır. Hılye sahibi Şeyhi Kemâl´in sözünü naklettikten sonra. «bu mesele onun dediği gibidir» demiştir. Şu var ki, musannıfın tercih ettiği kavlin sahih olduğunu Valvalciye ile Muhit ve Mubtegâ sahipleri, sonra Şumunnî beyan etmişlerdir.

Şurunbulâliye´nin cuma bahsinde «fetvâ buna göredir» denilmektedir. Bahir sahibi de şunları söylemiştir: «Zâhir olan bu ulemanın sahih kabul ettikleridir. Çünkü iki rekatta selâm vermenin sünnet vasfını ikmâl değil, ibtal olduğunda şüphe yoktur. Bunun câiz olmadığı evvelce geçmişti. Dört rekatlı namaza bir namaz hükmü verilmesi ve evvelce arzettiğimiz vecihle üçüncü rekata kalkınca Subhaneke ve eûzü gibi şeylerin bulunmaması da onların lehine şahittir.» Nehir sahibi deonu tasdik etmiştir.

Ben derim ki: Lâkin nâfileler bâbında geçtiğine göre bir kimse dört rekata niyet eder de namazı bozarsa iki rekat kaza eder. Ulemamızdan nakledilen zâhir rivayet budur. Metinler bunun üzerine yazılmıştır. Hülâsa´da imam ebu Yusuf´un bu kavle döndüğü sahihlenmiştir. Bahır´da ise bunun, öğlenin sünneti gibi müekked sünnetlere şâmil olduğu açıklanmış; hattâ bu namazı bozanın, zâhir rivayete göre iki rekat kaza edeceği, ulemadan bazılarının sünnet-i müekkedelerde ebû Yusuf´un kavlini tercih ettikleri bildirilmiştir. İbn-i Fadl bu kavli tercih etmiş; Nisab´da da bu kavl sahih kabul edilmiştir. Biz nâfileler bâbında arz etmiştik ki, Hidâye ve diğer kitapların ifadelerinden zâhir rivayeti tercih ettikleri anlaşılmaktadır. Metinler zâhir rivaye olan «sünnetlere başlamakla iki rekattan başka kaza lâzım gelmez» sözüne göre yazılınca dört rekat her cihetten bir namaz hükmünde değildir ve iki rekatta selâm vermek onu bozmak değildir. Sünnet vasfını iptal ise farzdan sonra kaza ederek tedariki mümkün olmakla beraber, daha kuvvetlisini yapmak niyetiyle olduğundan mahzurlu değildir.

Sonra bilmiş ol ki, bütün bunlar üçüncü rekata kalkmadığına göredir. Üçüncü rekata kalkar da onu secde ile kayıtlarsa Nevadirin rivayetine göre ona bir rekat daha katar ve selâm verir. Secde etmemişse Hâniye sahibi, «Bu hususta Nevâdir´de bir şey denilmemiştir. Ulema bunda ihtilâf etmiş; bazısı dört rekat olarak tamamlayacağını ve kıraatı hafif tutacağını söylemiş, bir takımları «ka´deye döner ve selâm verir» demişlerdir. Bu daha muvafıktır.» demiştir. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «En iyisi o namazı tamamlar. Zira dört rekatlı bir namaz ise mesele yoktur. Sair nâfileler gibi her çift rekatı bir namaz işe üçüncü rekata kalkması bir tahrîme gibidir. İlk tahrîme ile namaza başladığında nasıl çift olarak tamamlarsa burada da öyledir.»

«Yasak edildiği için ilh...» ifadesindeki yasaktan murad, İbn Mâce´nin rivayet ettiği hâdistir. Bu hâdiste, «Bir kimse mescidde iken ezan okunur da bir haceti yokken çıkar; dönmeğe de niyet etmezse o kimse münafıktır» buyurulmuştur. Buhari´den maada hâdis imamlarının Ebu´ş-Şa´sâ (r. a.)´ dan rivayet ettikleri bir hâdiste ebu´ş Şa´sâ şöyle demiştir: «Ebu Hüreyre ile birlikte mescidde idik. Müezzin ikindi için ezan okurken bir adam dışarı çıktı. Ebu Hüreyre, «Şu adam yok mu! Muhakkak ebu´l-Kâsım (Muhammed Mustafa) hazretlerine isyan etti» dedi.» Böyle yerlerde mevkuf hadis merfu gibidir. Bahır.

«Ezan okunan mescidden» ifadesi mutlaktır. Cami içinde iken ezan okunmaya ve ezan okunduktan sonra camiye girmeğe şâmildir. Nitekim Bahır ve Nehir´de beyan edilmiştir. «Maksat ezan okunsun okunmasın vaktin girmesidir.» Bu söz Bahır sâhibinin tetkikidir. O şöyle diyor: «Zâhire bakılırsa ulemanın camide ezan okunmasından muradları o kimse içeride iken vaktin girmesidir. Ezan ister o camide ister başka yerde okunsun. Nitekim namaz kılmadan çıkmak ifadesinden de cemaatla namaz kılmamak anlaşılır. İster dışarı çıksın isterse bazı fâsıklarda gördüğümüz gibi namaz kılmadan içeride dursun. Hattâ cemaat sabah namazında olduğu gibi namazı müstehap vakit girsin diye geciktirirler de mescidden çıkar; sonra dönerek onlarla birlikte namaz kılarsa mekruholmamak gerekir. Ama ben bütün bunların naklini görmedim.» Ulemanın sözleri buna delâlet ettiği için Nehir sahibi bütün bunları katiyetle ifade ve kabul etmiştir.

METİN

Ancak kendisiyle başka bir cemaatın işi görülen kimse müstesnâ olduğu gibi mahallesinin mescidinine gitmek için çıkıp da orada henüz cemaatla namaz kılmamışlarsa yahut hocasının dersinde bulunmak veya vaaz dinlemek için onun mescidine gider yahut dönmek niyetiyle bir hacet için çıkarsa mekruh olmaz. Keza öğle ve yatsıyı yalnız başına bir defa kılmışsa çıkması mekruh değildir. Mescidi cemaata terk eder. Ancak müezzin ikamete başlarken çıkmak mekruhtur. Çünkü özür yokken cemaata muhalefet etmiş olur. Böylesi nafile niyetiyle imama uyar. Sebebi yukarıda geçmişti. Sabah ikindi ve akşam namazlarını bir defa kılan kimsenin de mescidden çıkması mekruh değildir. İkamet getirilse bile mutlâk surette çıkabilir. Çünkü sabahla ikindiden sonra nâfile kılmak mekruhtur. Akşam namazında ise iki memnûdan biri yani ya büteyra´ (tek rekat) yahut tamamlamakla imama muhalefet lâzım gelir. Nehir´de, «çıkması vâcip olmak gerekir; çünkü namaz kılmadan durmasının keraheti daha şiddetlidir» denilmiştir. Ben derim ki: Kuhistanî´nin beyanına göre üç rekat nâfile kılmanın keraheti tenzihîdir. Mizmerat´ta bunda imama uyarsa isâet etmiş olur denilmiştir.

İZAH

Kendisiyle başka bir cemaatın işi görülen kimseden murad: İmam veya müezzindir ki. mescidde bulunmazsa cemaat dağılır. Çünkü sûreten mânânın tekmilini terk etmiştir. İtibar ise mânâyadır. Bahır. Sözün mutlak çalmasına bakılırsa ikâmete başlandıkta dahi çıkabilir. Bu, Dürer´in metninde, Kuhistâni´de ve Vikâye şerhinde açıklanmıştır.

Mahallesinin mescidine gitmek için kendisi imam ve müezzin olmasa bile çıkabilir. Nitekim Nihâye´de beyan edilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Bunun söz götürdüğü meydandadır. Çünkü mescidden çıkması tahrîmen mekruhtur. Mahallesinin mescidinde namaz kılması ile menduptur. Mendup için mekruh irtikab edilmez. Buna delâlet eden delil yoktur.»

Ben derim ki: Nihayenin ibaresinin tetimmesi şöyledir: «Zira ona vâcip olan, mahallesinin mescidinde kılmaktır. Bu mescidde kılsa dahi beis yoktur. Çünkü onun cemaatından olmuştur, Efdal olan çıkmamaktır. Çünkü itham olunur.» Mirac´da da bunun gibi denilmiştir.

Şârih sözünü Hidâye şerhine uyarak «orada henüz cemaatla kılmamışlarsa» diye kayıtlamıştır. Zira mahallesinin mescidinde cemaatla kılınmışsa bulunduğu mescidden çıkamaz. Oraya girmekle o mescidin cemaatından olmuştur. Nihaye.

Hocasının mescidine gitmek için de bulunduğu mescidden çıkabilir. Mi´rac´da şöyle deniliyor: «Sonra fıkıh okuyan talebenin hocasının dersini veya hadis yahut umumi vaazları dinlemek için onun mescidinin cemaatına devam etmesi bilittifak efdaldir. Bu iki sevabı birden kazanmağa yarar.» Nihâye´de de böyle denilmiştir. Zâhirine bakılırsa çıkması ancak dersi veya dersin bir kısmını kaçıracağından korkarsa câizdir. Aksi taktirde çıkamaz. Hem çıkmak dersin öğretilmesi vâcip olmasına da bağlı değildir. Ebu´ s-Suud hâşiyesinde bildirildiğine göre Bahır sahibinin mahallemescidi hakkında irâd ettikleri burada da vardır.

«Mescidi cemaata terk eder.» Yani kerahetin bulunmaması her yönden değildir. Belki murad, çıkışın zâtı itibariyle mekruh olmamasıdır. Sebebi itibariyle o mekruhtur. Sebebi o namazı yalnız başına kılmış olmasıdır. Şu mânâya ki dışarı çıkmak için yalnız başına kılarsa mekruhtur. Çünkü cemaatı terk etmek mekruhtur. Zira cemaat vâciptir. Yahut vâcibe yakın sünnet-i müekkededir.

TENBİH: Musannıfın buradaki sözü ile evvelce geçen «dört rekatlı namazın üç rekatını yalnız başına kılarsa o namazı tamamlar; sonra nâfile niyetiyle imama uyar...» ifadesinden anlaşılıyor ki, yalnız kılan kimseye o namazı cemaatla tekrarlaması emir edilmez. Halbuki ulema. «kerahet-i tahrîmiye ile edâ edilen her namazın iadesi vâciptir» demişlerdir. Kemâl bin Hümâm ve başkaları buna, «kerahet-i tenzîhiye ile edâ edilen namazın iadesi ise müstehaptır» ibaresini ilâve etmişlerdir. Cemaata sünnet de denilse vâcip de denilse terkinden dolayı kerahet lâzım geleceğinde şüphe yoktur. Çünkü her iki kavle göre de günah mevcuttur. Meğer ki buradakini özürden dolayı terk ettiğine hamlederek cevap verile. Ama bu ulemanın sözlerinden anlaşılanın hilâfınadır. Biz bu hususta sözün tamamını namazın vâcipleri bahsinde arzetmiştik. Bence sadra şafi cevap anlaşılamamıştır.

«Ancak müezzin ikamete başlarken çıkmak mekruhtur.» Bu ibareden anlaşılan, başka bir cemaat teşkili için de olsa mekruh sayılmasıdır. Çünkü çıkmasında töhmet vardır. Şeyh İsmail, «fetva kitaplarının bir çoğunda zikir edilen budur diyor.» Burada töhmet, namazı yalnız kılmasından ileri gelmektedir. Dışarı çıkınca bunu teyit etmiş oluyor. Dürer ile Vikâye şerhinden evvelce naklettiğimiz bunun hilâfınadır. Bunlar iki ayrı meseledir. Evvelce geçen namazı kılmamış olup ikamet getirilirken çıkarak cemaat teşkil eden hakkında idi. Buradaki ise namazı kılmış olan hakkındadır. Bazı şârihler bunu karıştırmışlardır. Cemaat teşkil eden kimseden murad, İmam ve müezzin gibi cemaat işini yoluna koyandır. Burada ondan maksat müezzindir. Çünkü imam yalnız başına kılarsa başka bir cemaat teşkil etmesi mümkün olamaz.

«Sebebi yukarıda geçmişti.» Yani şârih «hem nafileyi hem de cemaatı kazanmış olmak için» demişti. Burada da bu sebeple nâfile olmak üzere imama uyar.

«Büteyra» tek bir rekat demektir ki, ikincisi yoktur. Üç rekat Büteyrâyı istilzam eder. Fakat yalnızca tek bir rekat kılmak bâtıldır. Nitekim Bahır´dan naklen evvelce görmüştük. İmamla birlikte selâm vererek üç rekat kılarsa bazılarına göre bir şey lâzım gelmez. Bir takımları namazın bozulacağını ve üç rekat nezir ettiği zaman dört rekat kılması lâzım geldiği gibi burada da dört rekat kaza edeceğini söylemişlerdir. Nitekim Bahır´da beyan edilmiştir. Biz Bahır´dan naklen evvelce arzetmişti ki, bir kimse akşam namazında nâfile olarak imama uyarsa ihtiyaten o namazı dört rekat olarak tamamlamalıdır. Velev ki imamına muhalefet etmiş olsun. «Çünkü namaz kılmadan durmanın keraheti daha şiddetlidir.» Yani buradaki kerahet sabah ve ikindi namazlarından sonra kılınan nâfilenin ve büteyrânın kerahetinden fazladır. Zira Muhit´te şöyle denilmiştir: «Çünkü cemaata muhalefet etmek büyük vebaldir.»

Ben derim ki: Lâkin Muhtaratü´n- Nevâzil´de açıklandığına göre çıkmak evlâdır. Zira bu muhalefetin keraheti daha azdır.» Hâsılı namazı yalnız başına kılan kimsenin ezan okunduktan sonra mescidden çıkması bütün namazlarda değil. yalnız öğle ile yatsıda mekruhtur. Bunlarda müezzin ikamete başlayınca dışarı çıkmak mekruhtur. Daha önce çıkmak mekruh değildir.

T E N B İ H : Buradaki ikametten murad, müezzinin kamete başlamasıdır. Netekim Hidâye´de beyan edilmiştir. Yoksa evvelce görüldüğü vecihle namaza başlamak değildir.

Şârihin «ben derim ki» sözüyle anlattıkları, «akşam namazında iki memnûdan biri lâzım getir» ibaresiyle, «namaz kılmadan durmasının keraheti daha şiddetlidir» ifadesine itirazdır. Çünkü bu ifadenin mefhumu imamla kılınan namazın şiddetle mekruh olmasını iktiza eder ki o da kerahet-i tahrimiyedir. Lâkin Halebî´nin beyanına göre Kuhistanî´nin söylediği red edilmiştir. Çünkü Hidâye sahibi keraheti açıklamış; Gâyetü´l- Beyan sahibi bunun bid´at olduğunu söylemiş; Kadıhan ise Cami-i Sağîr şerhinde haram olduğunu bildirmiştir. Zâhir olan Hidâye´nin söylediğidir. Çünkü ulema Peygamber (s.a.v.)´in büteyrayı yasak etmesiyle istidtâl ederler. Bu hadis, sübûtu zannî, delâleti kat´î olan deliller kâbilindendir. Binaen aleyh bizim usulümüze göre kerahet-i tahrîmiye ifade eder.

Şârih, «Muzmeratta bunda imama uyarsa isâet etmiş olur denilmiştir» sözüyle Kuhistanî´nin söylediğini naklederek iddia ettiği kerahet-i tenzîhiye davasını teyid etmek istemiştir, isâetin mânâsı da budur. H.

Ben derim ki: Lâkin biz namazın sünnetleri bahsinde isâetin kerahetten aşağı mı yoksa ondan daha çirkin mi olduğu hususundaki hilâfı beyan etmiş ve. «İsâet, kerahet-i tahrîmiyeden aşağı, kerahet-i tenzîhiyeden daha çirkindir» diyerek aralarını bulmuştuk.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:23 am GMT +0200
METİN

Bir kimse sabah namazının sünnetini kıldığı takdirde farzını kaçıracağından korkarsa sünnetini terk eder. Çünkü cemaat daha kâmildir. Farzı kaçıracağından korkmaz da zâhir mezhebe göre bir rekatına yetişeceğini umarsa sünneti bırakmaz. Bazıları teşehhüdde yetişeceğini umarsa sünneti terk etmez demişlerdir ki, musannıf ve Bahır´da tâbi olarak Şurunbulalî bu kavle itimat etmişlerdir. Lâkin Nehir sahibi bu kavlin zaif olduğunu söylemiştir. sünneti yer bulursa mescid kapısının yanında kılar. Yer bulamazsa terk eder. Çünkü mekruhu terk etmek sünneti işlemekten önce gelir. Sonra şu bilinmeli ki; «sünnete niyetlenir, sonra farza tekbir alır» yahut «sünnete niyetlenir, sonra onu bozar ve kaza eder» diyenler olmuşsa da bunların sözleri «zararı def etmek, yararı celbetmekten önce gelir denilerek» reddedilmiştir.

İZAH

Sabah namazının farzını kaçıracağından korkan kimse sünnetini terkeder. Bundan anlaşılır ki kaçıracağına kanaat getiren evleviyetle terkeder. Nehir. Cemaatı kaçırma korkusuyla terkedilince; vaktin çıkacağından korkulursa haydi haydi terkedilir. Bunu Tahtavî ebu´s- Suud´dan nakletmiştir. Burada sünneti terk etmekten murad, başlamamaktır. Yoksa başladıktan sonra bozmak değildir. Çünkü evvelce geçtiği vecihle nâfile namaza başlayan kimse onu mutlak surette bozamaz. Nehirsahibinin burada «velev ki ikinci rekatı secde ile kayıtlamış olsun» demesi doğru değildir. Nitekim Şeyh İsmail buna tenbihte bulunmuştur.

«Çünkü cemaat daha kâmildir.» Zira cemaatla kılınan bir farz yalnız kılınandan yirmiyedi derecede daha fazîletlidir. Sabah namazının iki rekat sünneti bu derecelerden birine yetişemez. Çünkü bunlar farzın dereceleridir. Cemaatı terk eden hakkındaki tehdit, sabah namazının sünneti hakkındakinden daha serttir. Tamamı Fetih ve Bahır´dadır. «Ve Bahır´a tâbı olarak Şurunbulâlî bu kavle itimad etmiştir.» Burada şöyle denilebilir: Bahır sahibi «Kenz´in sözü teşehhüde şâmildir» dedikten sonra Cami-i

Sağîr´in ifadesine göre yalnız teşehhüdde imama yetişeceğini ümit ederse sünneti terk edeceğini söylemiş ve Hülâsa´dan bunun zâhir mezhep olduğunu nakletmiş; Bedayi´de bu kavlin tercih edildiğini bildirmiştir. Kâfi ile Muhit´ten de İmam A´zam´la Ebû Yusuf´a göre teşehhüdü okuyacağını, İmam Muhamed´in buna muhalif olduğunu nakletmiştir. Şu halde Bahır´da iki kavli hikâye etmekten başka bir şey yoktur. Bilâkis bundan önce zâhir rivayeti tercih ettiğini gösteren sözler söylemiş ve şöyle demiştir: «Bu mümkün olmazsa, meselâ iki rekatı kaçıracağından korkarsa en haklı olanı îfâ eder ki, o da cemaattır.» Lâkin Nehir sahibi bu kavlin zaif olduğunu belirterek.» bu söz zaif bir rey üzerine söylenmiştir» demiştir.

Ben derim ki: Lâkin Fethu´l- Kadir sahibi onu, aşağıda gelecek «bir kimse meselâ öğlenin bir rekatına yetişirse cemaat fazîletine yetişmiş ve sevabını almış olur» İfadesi sebebi ile kuvvetli bulmuştur. Nitekim bunu İmam Muhammed, şeyhiyle müttefik olarak söylemiştir. Keza imama teşehhüdde yetişirse hepsinin kavline göre cemaatın fazîletine yetişmiş olur.

Fethu´l- Kadir sahibi sözüne şöyle devam etmiştir: «Bir kimse teşehhüde yetişeceğini umarsa sabah namazının sünnetini kılmaz» sözü, böylece İmam Muhammed´in kavli gereğince hücuma uğruyor. Halbuki hak bunun aksinedir. Çünkü İmam Muhammed bunun zıddını söylemiştir.» Yani burada esas cemaat fazîletine erişmek meselesidir. Teşehhüde yetişmekle bu fazîlete erişildiğine imamlarımız ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh sünneti bilittifak kılar. Nitekim bunu Şurunbulâliye sahibi de izah etmiş; Münye ve Kenz şârihleri ile Dürer Haşiyesi´nde Nuh Efendi ve şerhinde Şeyh İsmail kabul etmişlerdir. Kuhistâni´de de bunun benzeri sözler vardır. Şârihimiz namazın vakitleri babında buna katiyetle kail olmuştur.

«Sünneti yer bulursa mescid kapısının yanında kılar.» Maksat kapının dış tarafında kılmaktır. Nitekim bunu Kuhistâni açık söylemiştir. İnâye´de şöyle denilmiştir: «Çünkü mescidin içinde kılarsa imam farzla meşgul olurken o nâfile kılmış olur ki, bu mekruhtur. Mescid kapısının dışında yer yoksa sünneti mescidin içinde bir direğin arkasında kılar, En şiddetli kerahet, sünneti saf arasında cemaata karışarak kılmaktadır.» Bu ifadenin bir misli Nihâye ile Mirac´ta da mevcuttur.

«Yer bulamazsa terk eder.» Fethu´l- Kadir´de şöyle deniliyor: «Şu halde yani sünnetin mescidde kılınması mekruh olduğuna göre mescidin kapısı dışında yer yoksa sünnet kılınmaması gerekir. Çünkü mekruhu terk etmek sünneti işlemekten önce gelir. Şu kadar var ki kerahetin derecelerimuhteliftir. İmam yazlık hücresinde ise sünneti kışlık hücrede kılmak kerahet itibariyle daha hafiftir. Aksi de böyledir. En şiddetli kerahet sof arasına karışarak kılmaktadır. Nitekim bir çok cahiller bunu yaparlar.»

Hâsılı sabah namazının sünneti hususunda sünnet vecihle hareket onu evde kılmaktır. Bu olmazsa mescidin kapısı dışında yer varsa orada kılar, yoksa mescidin yazlık kışlık diye iki yeri bulunduğu takdirde bunların birinde kılar. Bu da olmazsa safların arkasında bir direğin yanında kılar. Lâkin mescidde iki yer olur da imam bunların birinde bulunursa Muhit´te bildirildiğine göre bazıları, «cemaata muhalefet olmadığı için mekruh değildir» demiş; bir takımları mekruh olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bunların ikisi bir yer hükmündedir. Muhit sahibi şunu söylemiştir: «Ulema bu meselede ihtilâf edince efdal olan yapmamaktır. Nehir´de, «bunda kerahetin tenzîhî olduğu ifade edilmektedir» deniliyor. Lâkin Hilye´de, «Ben derim ki: Kerahet bulunmaması daha münasiptir. Buna delil, zikrettiğimiz haberlerdir» denilmiştir. Sonra bütün bu söylediklerimiz imam namazda olduğuna göredir. İmam namaza başlamazdan önce sünneti dilediği yerde kılabilir. Nitekim Münye şerhinde beyan olunmuştur.

Zeyleî diyor ki: «Sair sünnetlere gelince: Onları imam rükûa gitmeden kılmak mümkünse mescidin dışında kılar; sonra imama uyar. Bir rekat kaçıracağından korkarsa imama uyar.»

Şârihin, «sonra şu bilinmeli ki ilh...» diyerek anlattıkları hakkında Fethu´l- Kadir´de şöyle denilmiştir: «Fâkih İsmâil Zâhid´den nakledilen «sünnete başlayıp sonra bozmak gerekir, böylece kaza vâcip olur; o kimse namazdan sonra sünneti kazaya imkân bulur» sözünü İmam Serahsî reddetmiş; «niyet edip başlamakla vâcip olan bir ibadet nezirle vâcip olandan daha kuvvetli değildir. İmam Muhammed nezir edilen namazın fecirden sonra güneş doğmadan edâ edilemeyeceğini söylemiştir keza bu iş ibadete onu bozmak kasdiyle başlamaktır» ama bu, onu ikinci defa kılmak içindir» denilirse biz de deriz ki; «ameli bozmak yasak edilmiştir; zararı def etmek, yararı celbetmekten önce gelir» demiştir.»

«Sünnete niyetlenir, sonra farza tekbir alır.» İfâdesinden murad, «Evvelâ sünnete niyet ederek tekbir alır, sonra kalbiyle farza niyet eder ve dili ile tekbir alır. Bu suretle sünnetten farza intikal etmiş olur. Bunda zımnen sünneti ibtal etmek vardır» demektir. Fakat zâhire göre bu da yasak edilmiştir. Binaenaleyh Allâme Makdisî´nin, «Böyle yapar da o namazı güneş yükseldikten sonra kaza ederse zikir edilen itirazlardan biri vârid olmaz» sözü mânâsız kalır.

Sonra bu söylediğimi Münye şerhinde gördüm. Şârih şöyle diyor: «Buna Kenz´in namazı bozan şeyler babındaki şu sözü delildir: Öğlenin bir rekatını kıldıktan sonra ikindiye veya nâfileye niyetlenmek de bozar. Bu söz başkasına niyetlenmekle öğlenin bozulacağını açık olarak ifade etmektedir.»

Tenbih: Kınye´de şöyle deniliyor: «Bir kimse sabah namazının sünnetini gereğince kıldığı takdirde cemaata yetişemeyeceğinden korkar; bir fâtiha ve rükû ile secdelerde birer tesbih ile iktifâ ettiği takdirde yetişeceğine kanaat getirirse bu kadarcığı ile yetinebilir. Çünkü cemaata yetişmek içinsünneti terk etmek câizdir. Sünnetin sünnetini terketmen ise evleviyetle câiz olur. Kâdî Zerenceri´den nakledildiğine göre «bir kimse iki rekat farzı kaçıracağından korkarsa sünneti subhâneke ve eûzüyü, kıraatının sünnetini bırakarak bir âyetle kılar ki ikisini birden yapmış olsun; öğlenin sünnetinde de böyle yapar» demiştir. Yine Kâdî´nin eserinde, «Bir kimse sabah namazının sünnetini kılar da farzını kaçırırsa, onu kaza ederken sünnetini tekrarlamaz» denilmiştir.

METİN

Sabah namazının sünnetini ancak zevalden önce farzını kaza ettiği zaman ona tâbi olarak kaza ederse esah kavle göre zevalden sonra keza etmez. Çünkü sünnetin mühmel vakitte kaza edileceği hususunda kıyasa muhalif olarak haber vârid olmuştur. Binaenaleyh başkası ona kıyas edilemez. Öğlenin sünneti böyle değildir. Keza cumanın sünneti de bunun hilâfınadır.

İZAH

Sabah namazının sünneti ancak farzı ile beraber kaza edilir. Farzını o gün zevalden önce kaza ederse ona bağlı olarak sünnetini de kaza eder. Yalnız sünneti kalırsa güneş doğmadan bilittifak kaza edilmez. Zira sabah namazından sonra nâfile kılmak mekruhtur. Güneş doğduktan sonra Şeyhayn´a göre yine kaza edilmez.

İmam Muhammed, «Bence zeval vaktine kadar kaza edilse iyi olur» demiştir. Nitekim Dürer´de beyan olunmuştur. Derler ki: Bu söz ittifaka yakındır. Çünkü «bence iyi olur» ifadesi, kılmazsa kınanmayacağına delildir. Şeyhayn da «kaza etmez; ama ederse beis yoktur» demişlerdir. Habbaziye´de böyle denilmiştir. Bazıları imamlarımız arasında hakikaten hilâf olduğunu söylemiş ve; «hilâf, kılınan namazın yeni bir nâfile mi yoksa sünnet mi olduğundadır» demişlerdir. İnâye´de böyle zikir edilmiştir. Yani kaza edilen bu namaz Şeyhayn´a göre nâfile, İmam Muhammed´e göre sünnettir. Nitekim bunu Kâfî sahibi zikir etmiştir. İsmail.

«Sabah namazının sünneti ancak farzına tâbi olarak kaza edilir» ifadesinden, farzdan sonra kılınır mânâsı anlaşılmamalıdır. Evvelâ sünnet sonra farz kaza edilir. Esah kavle göre zevalden sonra kaza etmez. Bazıları, «zevalden sonra farza tâbi olarak kaza edilir, ama yalnız başına bilittifak kaza edilmez» demişlerdir. Nitekim Kâfi´de böyle denilmiştir. İsmail.

Bu hususta kıyasa muhalif olarak rivayet edilen haber, Sahih-i Müslim´ de olup uzundur. Mezkûr hadiste Peygamber (s.a.v.)´ın Ta´ris gecesinin ertesi günü güneş yükseldikten sonra sabah namazının sünnetini farziyle beraber kaza ettiği bildirilmektedir.

Ta´ris: yolcunun gecenin sonunda konaklamasıdır. Nitekim Mugrib´te beyan edilmiştir. İsmail.

Mühmel vakit; içinde farz namaz bulunmayan vakittir ki, güneş doğduktan zevale kadar devam eder. Bize göre bundan başka mühmel vakit yoktur. Sahih olan kavil budur. Bazıları, «gölgenin bir mislinden iki misline varıncaya kadar geçen vakit de bunun gibidir» demişlerdir.

Sabah namazının sünneti kıyasa muhalif olarak rivayet olunan hadisle kaza edilir. Zira kaza vâciplere mahsustur. Şârihin bundan sonraki bâbın başında söyleyeceği vecihle kaza; vâcibi vakti geçtikten sonra yapmaktır. Vâcipten başka namazlar ancak naklî delil ile kaza edilirler. Mezkûr delilsabah namazının sünnetinin kaza edileceğine delâlet eder. Biz de buna kâiliz. Öğlenin sünneti hakkında aşağıda gelecek hazreti Âişe hadisi de öyledir. Onun için, «Vakit içinde öğlenin sünneti kaza edilir; vakit çıktıktan sonra kaza edilmez» diyoruz. Fetih´te bildirildiği gibi bundan geri kalanları «kaza edilmez hükmü üzerine kalırlar.

Cuma namazının ilk sünneti hüküm itibariyle şüphesiz öğlenin ilk sünneti gibidir. Bahır. Zâhirine bakılırsa şârih bu cümleyi Bahır´da açık olarak görmüş değildir. Bunu Kuhistânî zikir etmiş lâkin kimseye nisbet etmemiştir. Sirâc-ı Hânuti, metinlerle diğer kitaplarda zikir edilenin müktezasının bu olduğunu söylemiştir. Lâkin Racezatü´l- Ulema´da şöyle denilmiştir:

«Cumanın sünneti sâkıt olur. Çünkü Rasûlüllah (s.a.v.)´in, «imam minbere çıktığı vakit farzdan başka namaz yoktur» buyurduğu rivayet olunmuştur.» Remlî.

Ben derim ki: Bu istidlâl söz götürür. Zira hadis yalnız imam minbere çıktıktan sonra namaz kılınmayacağına delâlet etmektedir. Namazın tamamiyle sâkıt olacağına ve farz kılındıktan sonra kaza edilmeyeceğine delâleti yoktur. Aksi taktirde öğlenin sünneti de kaza edilmemek lâzım gelir. Çünkü Müslim´in sahihi ile diğer hadis kitaplarında, «namaza kamet getirildikten farzdan başka namaz yoktur» hadisi rivayet olunmuştur. Evet. aralarındaki farkı göstermek için başka bir şeyle istidlâl edilebilir ki o da yukarıda geçtiği vecihle sünnetlerde kıyas olan kaza edilmemektir. Kadıhan öğlenin sünneti kaza edileceğine Hazreti Âişe (R. A.) hâdan rivayet olunan. «Peygamber (s.a.v.) öğlenin dört rekat ilk sünnetini kılamadığı zaman onu farzdan sonra kaza ederdi» hadisiyle istidlâl etmiştir. Şu halde onun kazası sabahın sünnetinde olduğu gibi kıyasın hilâfına hadisle sabit olmuş olur. Nitekim Fetih´te açıklanmıştır. Binaenaleyh «cumanın sünneti kaza olunur» sözü, hususi bir delile muhtaçtır. Bu izaha göre metinlerde «öğlenin sünneti» denilmesi, cumanın sünnetinin böyle olmadığını gösterir.

METİN

Çünkü öğlenin farzından bir rekata yetişemeyeceğinden korkan kimse bu sünneti bırakarak imama uyar; sünneti sonra kılar. Bunu öğlenin vaktinde kılmak sünnettir. İmam Muhammed´e göre son sünnetten evvel kılınır. Bununla fetva verilir. Cevhere.

Yatsının ilk sünneti ise mendup olup asla kaza edilmez. Dört rekatlı farzlardan birinin bir rekatına yetişen kimse bilittifak o namazı cemaatla kılmış olmaz. Zira bir kısmını yalnız kılmıştır. Lâkin cemaat faziletine yetişmiştir. Velev ki imama teşehhüdde yetişmiş olsun. Bu cihet ittifâkidir. Ancak ilk tekbiri kaçırdığı için sevabı müdrikin (imama yetişenin) sevabından azdır. Lâhik müdrik gibidir. Çünkü hükmen imama uymuştur,

İZAH

«Çünkü öğlenin farzından bir rekata ilh...» ifadesi, öğle ile sabahın sünnetleri arasındaki muhalefetin vechini beyandır. Ve mefhumu şudur: öğlenin farzından birinci rekata yetişeceğine aklı keserse mâni bulunmaksızın safların arasına karışmamak şartiyle sünneti kılar. Bu izaha göre evvelce namazın vakitleri bahsinde geçen, «farz namaza kamet getirilirken nâfile kılmakmekruhtur» sözü müşkil kalır. Lâkin orada birçok kitaplardan nakletmiştik ki, mezkûr kerahet cuma namazına kamet getirildiği zamana mahsustur. Aralarındaki fark; cuma namazında kalabalık çok olduğundan o anda nâfile kılanın ekseriyetle saflara karışmaktan hâlî kalmamasıdır. Sâir farz namazlar böyle değildir.

«Bunu öğlenin vaktinde kılmak sünnettir.» Yani bilittifak sünnettir. Hâniye ve diğer bazı kitaplarda İmam-ı A´zam´a göre nâfile. imameyne göre sünnet olduğu kaydedilmişse de bu, musannıfların yaptığı bir tasarruftan ibarettir. Çünkü bu meselede beyan edilen şey, önce veya sonra kılınması hususundaki ihtilâftır. Kazası hakkında ittifak vardır ki bu, onun sünnet olarak vâki olduğuna ittifaktır. Nitekim bunu Fetih sahibi tahkik etmiş; Bahır ve Nehir sahipleri ile Münye şârihi de ona tâbi olmuşlardır. Öğlenin vakti geçince bu sünnet gerek başkasına tab´an gerekse bizzat maksud olarak kaza edilmez. Sabahın sünneti bunun hilâfınadır. Bahır´ın ibaresinin zâhirine bakılırsa ulema bu hususta ittifak etmişlerdir. Lâkin Hidâye´de açıklandığına göre vakit çıktıktan sonra farza tab´an bu sünnetin kaza edilip edilmeyeceğinde ulemanın ihtilâfı vardır. Onun için Nehir´de, «Bahır´ın beyanı yanlıştır» denilmiştir. Şeyh İsmail buna cevap vermiş, «O bu sözü esah olan kavle göre söylemiştir» demiştir. «İmam Muhammed´e göre son sünnetinden evvel kılınır. Ebu Yusuf´a göre ise son sünnetinden sonraya bırakılır.» Hasamî´nin Cami-i Sağîr´inde böyle denilmiştir. Manzume ile şerhlerinde ise hilâf bunun aksinedir. Gâyetü´l- Beyan´da, «İhtimal her iki imamdan ikişer rivayet vardır» denilmiştir. Bunu Halebî Bahır´dan nakletmiştir. Fetva son sünnetinden evvel kılınacağınadır.

Ben derim ki: Metinler dahi buna göre yazılmıştır. Lâkin Fethu´l - Kadir´de son sünnetinden sonra kılınması tercih edilmiştir. İmdâd sahibi diyor ki: «Fetevâ-ı Attâbî´de muhtar olan kavl budur denilmiş; Şeyh´ul İslâm´ın Mebsut´unda bu kavlin esah olduğu bildirilmiştir. Çünkü hazreti Âişe hadisinde; «Peygamber (s.a.v.) öğlenin dört rekat ilk sünnetini kılamadığı zaman onu son sünnetinden sonra kılardı» denilmiştir. Ebû Hanîfe´nin kavli de budur. Kâdıhan´ın Câmi-inde böyle denilmektedir.» Bu hadis hakkında Tirmizî, «Hasan gariptir» demiştir. Fetih.

«Yatsının ilk sünneti ise mendup olup aslâ kaza edilmez.» Yani sabah, öğle ve cumanın sünnetlerinin hükmü anlaşıldı. Nâfilelerin farzdan önce kılınanlarından yalnız ikindinin sünneti kaldı. Malûmdur ki, ikindi namazından sonra nâfile kılmak mekruh olduğundan bu namaz kaza edilmez. Yatsının ilk sünneti de öyledir. Lâkin mendup olduğu için o da kaza edilmez.

Ben derim ki: Bu ta´lil söz götürür. Çünkü sabah ve öğlenin sünnetleri sünnet oldukları için kaza edilirler; mendup olsalar kaza edilmezlerdi, zannını verir. Halbuki öyle değildir. Zira bu namazların kazası kıyasa muhalif olarak sabit olmuştur. Binaenaleyh sair nâfilelerin «kaza olunmaz» hükmü bâkîdir. Nitekim Fetih´te açıklanmıştır. Hattâ mendubun kaza edileceğini bildiren bir nâs rivayet edilse biz onunla amel ederdik. Bu izahımızla sen İmdâd´ın şu sözünü anlamış olursun: «Yatsının ilk sünneti menduptur. O halde son sünnetinden sonra kazasına bir mâni yoktur.» Evet, bir kimse onu kaza ederse mekruh işlemiş olmaz. Bilâkis nâfile ve müstehap olur. Ama ulemanın teravih sünnetinde dedikleri gibi yerinde kılınmamış olduğu için müstehap değildir.

«Dört rekatlı farzlardan birinin bir rekatına yetişen kimse bilittifak o namazı cemaatla kılmış olmaz.» Şu halde öğleyi cemaatla kılmayacağına yemin etse bir veya iki rekatına yetişmekle bilittifak yemini bozulmaz. Üç rekatına yetişirse aşağıda beyan edileceği vecihle ihtilâf olunmuştur. Bu meselenin yeri yeminler bahsidir. Musannıfın onu burada zikir etmesi, «lâkin cemaat fazîletine yetişmiştir» sözüne hazırlık olmak içindir. Zira çok defa fazîletle cemaata yetişmek arasında birbirinin lâzımı olmak gibi bir mânâ anlaşılır. Bu zannı def etmek gerekmiştir. Bunu Nehir sahibi söylemiştir.

«Dört rekatlı farzlardan» tabiri ihtirâzî bir kayıt değildir. Zira iki ve üç rekatlı farzların hükmü de böyledir. Bunu zikir etmesinin sebebi aşağıda «üç rekata yetişen de öyledir» demesidir. H.

Namazın bir veya iki rekatına yetişemeyen kimse cemaata yetişmiş sayılmazsa da cemaatın fazîletine bilittifak yetişmiş sayılır. Çünkü bir namazın sonuna yetişen ona yetişmiş demektir. Onun için cemaata yetişemeyeceğine yemin eden kimse imama velev ki teşehhüdde yetişirse yemini bozulur. Nehir.

«Bu cihet ittifâkîdir. Yani İmam Muhammed´le iki Şeyhi arasında ittifaklıdır. Hidâye´de yalnız İmam Muhammed´in zikir edilmesi, ona göre cuma namazında imama teşehhüdde yetişen cumaya yetişmiş sayılmadığı içindir. Bu sözün muktezası burada da cemaatın fazîletine nail olamamaktadır. Zira namazın azına yetişmiştir.

Hidâye sahibi İmam Muhammed´i zikir etmekle bu vehmi ortadan kaldırmıştır. Nitekim Fetih´de ve Bahır´da beyan edilmiştir. «Ancak ilk tekbiri kaçırdığı için sevabı müdrikin sevabından azdır.» Yani bunun sevabı imama namazın başında yetişip te onunla birlikte tekbir almak fazîletine nail olandan azdır. Böylesi değil bir veya iki rekatı kaçırandan, sadece iftetah tekbirine yetişemeyenden bile fazîletlidir. Usul-u fıkıh ulemasının beyan ettiklerine göre mesbûkun fiili kasır edâdır. Müdrikinki ise böyle değildir. Onun fiili kâmil edâdır. «Lâhik müdrik gibidir.» Bahır sahibi şöyle diyor: «Lâhika gelince: ulema imamdan sonra onun kaza ettiği cüzün kazaya benzer edâ olduğunu açıklamışlardır. Zeyleî´nin sözüne bakılırsa o kimse hükmen imamın arkasında olduğundan müdrik gibidir. Onun için de kıraatı okumaz. Binaenaleyh cemaatla namaz kılmayacağına yemin ederse yemininin bozulması iktiza eder. Velev ki imama yetişemediği rekatlar daha fazla olsun.»

Ben derim ki: İstihlâf babında geçen de bunu te´yid eder. Orada; «imam son oturuştan sonra kasten abdest bozarsa mesbûkun namazı bozulur. müdrikin namazı bozulmaz; lâhik hakkında iki sahih kavl vardır» demiştik. Orada Bahır ve Nehir´in zâhirlerinden anlaşılan da bozulduğunu te´yid etmeleri idi. Biz bu kavli te´yid eden sözü dahi arzetmiştik.

METİN

Keza üç rekata yetişende en zâhir kavle göre cemaatla kılmış sayılmaz. Serahsi. «Ekser için kül (bütün) hükmü vardır» demişse de Bahır sahibi bunu zaif bulmuştur. Vakti kaçırmayacağından emin olan kimse farzdan önce dilediği kadar nâfile kılar. Aksi taktirde kılamaz. Bilâkis farzı kaçırdığı için nâfile kılması haram olur. Sünneti mutlak surette kılar. O tamamlayıcılardan olduğu için esah kavle göre yalnız başına kılsa bile bırakmaz. Sünnet, Peygamber (s.a.v.) hakkında derecelerininziyadeleşmesi için meşru olmuştur. Sonra Dürer sahibinin, «cemaatı kaçırsa bile sünneti kılar» sözü, yukarıda gecen beyanat sebebiyle müşkildir.

İZAH

Üç rekatlı namazın iki rekatına yetişen de cemaatla kılmış sayılmaz. İki rekatlı namazın bir rekatına yetişen hakkında ise zâhire göre hilâf yoktur. Nitekim dört rekatlı namazın iki rekatına yetişen hakkında da hilâf yoktur (yani bilittifak cemaatla kılmış sayılmaz). Bahır sahibi Serahsî´nin sözünü zaif bulmuştur. Çünkü ulema yeminler bahsinde, «bir kimse «şu ekmeği yemeyeceğim» diye yemin etse bütününü yemedikçe yemini bozulmaz zira ekser, kül yerini tutmaz» diye ittifak etmişlerdir. Fethu´l- Kadir´de beyan olunduğu vecihle kerahet bulunmamak suretiyle vakit müsait olursa bir kimse farzdan önce dilediği kadar nâfile kılabilir. Bilmiş ol ki, musannıfın ibaresi Kenz´in ibaresine müsavidir. Zeyleî, «Bu söz mücmeldir, izaha muhtaçtır» demiştir.

İmdi biz de diyoruz ki: Tetavvu iki kısımdır. Biri sünnet-i müekkede diğeri sünnet-i gayrı müekkededir. Sünnet-i müekkede, beş vaktin sabit sünnetleridir. Bunlardan maadası sünnet-i gayri müekkededir. Namaza duran kimse ya cemaatla yahut yalnız kılar. Cemaatla kılarsa sabit sünnetleri mutlaka kılar. Bunlar sünnet-i müekkede oldukları için imkân bulduğu zaman onları kılıp kılmamakta muhayyer olmaz, Namazını yalnız kılarsa bir rivayette cevap yine budur. Diğer bir rivayete göre muhayyerdir. Fakat birinci rivayet daha ihtiyattır. Çünkü farzlardan önceki sünnetler şeytanın tama´nı kırmak, farzlardan sonrakiler ise farzda yapılan noksanı tamamlamak için meşru olmuşlardır. Yalnız kılan buna daha muhtaçtır. Bu babtaki nâs yalnız kılanla cemaat arasında fark yapmamıştır. Binaenaleyh mutlak olarak kalır. Ancak vaktin çıkacağından korkarsa tatavvuu terk eder. Zira farzı vaktinde kılmak vâciptir. Ama beş vaktin sabit sünnetlerinden maadası hakkında namaz kılan mutlak surette muhayyerdir. Yani farzı cemaatla veya yalnız kılsın muhayyerdir. Öyle anlaşılıyor ki musannıf Kenz´in ibaresinde bu mücmel hâli görünce onu açıklığa kavuşturmak için «sünneti mutlak surette kılar, velev ki namazı yalnız başına kılsın» demiştir.

Dürer sahibinin sözü yukarıda geçen şu izahattan dolayı müşkildir: «Bir kimse sabah namazını imamla beraber kılamayacağından korkarsa sünneti terkeder, Öğle namazının bir rekatına yetişemeyeceğinden korkarsa sünnetini terk eder. Şu halde nasıl olur da «Cemaatı kaçırsa bile sünneti kılar» denilebilir?» Musannıf Mineh´deki bu ibareyi müşkil saymıştır. Nehir sahibi ile Şeyh İsmail dahi aynı ibareyi nakletmişlerdir. Bu söz son derece şaşılacak bir şeydir. Çünkü «Cemaatı kaçırsa bile» demenin mânâsı: «Mescide girdiğinde imamın namazdan çıktığını görür ve cemaatı kaçırdığı için yalnız kılmak isterse sünnet-i müekkedeyi kılar çünkü o tamamlayıcıdır. Yalnız kılan buna daha muhtaçtır» demektir. Dürer´in ibaresi bu mânâda açık olup şöyledir: «Bir kimse cemaata yetişemeyip farzı yalnız kılmak isterse sünnetleri kılar mı? Ulemamızdan bazıları kılmayacağını söylemişler ve «çünkü sünnetler ancak farz namaz cemaatla edâ edilirse kılınır» demişlerdir. Fakat esah olan onları kılmaktır. Velev ki cemaata yetişememiş olsun. Ancak vakit dar olursa o zaman sünnetleri terkeder. Bu ibareden cemaatı kaçırsa bile evvelâ sünnetlerin kılınacağı mânâsınıçıkarmak son derece tuhaftır. Bundan daha tuhafı Şurunbulâlî´nin Dürer üzerine yazdığı hâşiyede bu eşkâli beyâna girişmemesidir.

Hayreddin-i Remlî Dürer sahibinin sözünü bizim söylediğimiz şekilde izah etmiş; sonra şunları söylemiştir: «Bunu anla! Ve bu hususta basiretli ol! Çünkü Nehir ve Müneh sahipleri bu meseleyi karıştırmış ve büyük hata etmişlerdir!»

METİN

Rükuda bulunan bir imama uyarak namaza durur ve imamda başını kaldırırsa o rekata yetişmiş olmaz. Çünkü rüknün bu cüzünde ortak bulunmak şarttır. Burada bu yoktur. Ve o kimse mesbuk olur. îmam namazını bitirince o rekatı kılar. İmama ayakta iken yetişip onunla birlikte rükû etmemesi bunun hilâfınadır. Zira o rekata yetişmiş sayılır ve lâhiktir. O rekatı imam namazdan çıkmadan kılar. Her ne zaman rükûa imamla birlikte yetişemezse secdelerde imama tâbî olması vâcip olur. Velev ki onun namına hesaba katılmasına ve terk edilirse namaz bozulmuş olmasın. Rekata yetişemez imama da tâbî olmaz fakat imam selâm verdikten sonra kalkarak bir rekat kılarsa namazı tamamdır. Yalnız bir vâcibi terk etmiştir. Bunu Tecnis´den naklen Nehir sahibi söylemiştir. İmamdan evvel rükua giderde imamı kendisine rükûda erişirse rükûu sahihtir. Ama imam farz miktarı okumuşsa kerahet-i tahrîmiye ile mekruhtur. Aksi taktirde rükûu kâfi değildir. İmam birinci secdede iken cemaat olan kimse iki secde yapsa ikinci secdesi kâfi gelmez, Tamamı Hülâsa´dadır.

İZAH

İmama uyan kimse ayakta durmayıp eğilse de; o, rükua varmadan imam doğrulsa o rekata yetişmiş olmaz. Fetih. Bazı nüshalarda, «Özrü olmadığı halde ayakta dursa» ibâresi vardır. Yani «rüku imkânı varken ayakta durup rükua gitmese» denilmek istenmiştir. Bunun sebebi, meselede imam Züfer´in muhalif olmasıdır. O´na göre rüku imkânı varken rükua gitmezse o rekata yetişmiş sayılır. Zira kıyam hükmü verilen yerde imama yetişmiştir.

«Çünkü rüknün bir cüzünde ortak bulunmak şarttır.» Yani imama uymak ortaklık suretiyle ona tâbî olmaktır. Bu yapılanda ise gerek kıyamın hakikatında gerekse rükûda ortaklık tahakkuk etmemiştir: Binaenaleyh imama o rekatta yetişememiştir. Zira kendisinden «imama uymak» denilen şey henüz tahakkuk etmiş değildir. Kıyamda imama ortak olup rükûda ondan geri kalan kimse bunun gibi değildir. Çünkü mefhumunun bir cüzü tahakkuk etmekle ondan imama uyma işi tahakkuk etmiştir. Artık imamdan geri kalmakla namazı bozulmaz. Zira şeriatta lâhik adı verilen şey ittifaken tahakkuk etmiştir. O bununla tahakkuk eder. Bu olmazsa tahakkuk etmez. Fetih´te böyle denilmiştir.

Hâsılı şudur: Namaza başlarken imama uymak ancak kıyamın bir cüzüne yahut kıyam hükmünde olan şeyin -ki rükûdur- bir cüzüne yetişmekle sabit olur. Çünkü rekûun ekserisinde ortaklık mevcuttur. Bu tahakkuk edince sonra imamdan geri kalması zarar etmez. Hattâ imama kıyamda yetişir de ayakta durarak imam rükudan doğrulduktan sonra rükua giderse namazı sahihtir. Ziranamaza başlarken «imama uyma» denilen şey tahakkuk etmiştir. Lâhikin hakikatı budur. Aksi taktirde lâhikin ortadan kalkması lâzım gelir. Halbuki o şer´an tahakkuk etmiş bir şeydir.

«O rekatı namazdan çıkmadan kılar» maksat sonraki cüzlerde imama tâbî olmadan kılmaktır. Hattâ evvelâ imama tâbî olur (onun yaptığını yapar) sonra imam namazını bitirince yetişemediği cüzleri edâ ederse namaz sahih fakat vâcip olan tertibi terk ettiği için günahkâr olur.

«Her ne zaman rükûa imamla birlikte yetişemezse ilh...» yani metnin meselesinde imama yetişemeyince imama tabi olması vâcip olur, Hasılı: O kimse imama rükûda tâbî olmadığı yahut o rükû etmeden imam rükûdan doğrulduğu için rekata yetişemezse bazı cahillerin yaptığı gibi namazı bozması câiz olmaz. Zira namaza girişi sahihtir. İki secdede imamına tâbî olması vâciptir. Velev ki bu secdeler onun namazından hesap edilmesinler. Nitekim imama rükudan doğrulduktan sonra yahut secdede iken uymuş olsa hüküm yine budur. Bahır´da böyle denilmiştir. Secdelerin, onun namazından hesap edilmemesinden murad, yetişemediği rekattan sayılmamasıdır. Namazı bitirdikten sonra o rekatı tam olarak kılması lazım gelir. İki secdeyi terk etmekle namazı bozulmaz. Çünkü bunları yapması, «yalnız imama muhalefet etmiş olmasın» diye vâcipti. Nasıl ki mesbûkun oturuşta imama tâbî olması vâciptir. Velev ki o oturuş kendi namazının tertibine uymasın. Yoksa bu iki secde onun yetişemediği rekatının bir cüzü değildir. Zira secde ancak sahih rükuun üzerine tertip edilince sahih olur. Onun için tam bir rekat kılması lâzım gelir.

«Rekata yetişemez imama da tâbî olmaz» sözü kısadan kesmek için bu cümleleri atmak ve «fakat imam selâm verdikten sonra ilh...» ibaresini zikir etmek daha münâsip olurdu. «Yalnız bir vâcibi terk etmiştir» ki o da namaza başlarken secdede imama tâbî olmaktır. Maksat. imamın selâmından sonra tam bir rekat kılar da iki secdeyi de kaza etmezse. «bir vâcibi terk etmiş olur, demek değildir. Nitekim şârihin namazın vâcipleri bahsindeki anlayışı bu zannı vermektedir.

Şârih orada şöyle demişti: «Kavâid icabı bu iki secdeyi kaza eder.» Çünkü bu kavâide aykırıdır. Söylediklerimize Tecnis´in ibaresi de delâlet etmektedir. Tecnis sahibi, «Secdede imama tâbî olmaz da sonra namazın kalan cüzlerinde tâbî olur ve imam namazını bitirdikten sonra kalkarak yetişemediğini kaza ederse namaz câiz olur. Şu kadar var ki imam namazdan çıktıktan sonra o rekatı İki secdesiyle kılar. Velev ki namaza başladığı anda o secdede imama tâbî olmak vâcip olsun» demiştir. Biz bunu orada izah etmiştik ona müracaat et!

Bir kimse imamdan evvel rükua gider de imamı kendisine rükuda erişirse rükuu sahihtir. Çünkü namaza başlarken kıyamın bir cüzünde ortaklık bulunmakla imama uymak tahakkuk etmiştir. Artık ondan sonra imamdan geri kalması zarar etmez. Nitekim izahı yukarıda geçti, Bunun, kerahet-i tahrîmiye ile mekruh olması, imamdan önce yapmak yasak edildiği içindir.

Farz miktarı okumayı Zahîre sahibi üç ayetle takdir etmiştir. Yani vâcip olan miktardır. Ama zâhire bakılırsa bu bir kayıt değildir. Farz miktariyle yetinmek gerekir, Nitekim Nehir sahibi ile Hayreddîn-i Remlî bunu incelemiş; Şarih de onlara tâbî olmuştur. «Aksi takdirde rükuu kâfi değildir.» Yani imam rüku etmeden o başını rükudan kaldırır da imamı rükuda kendisine yetişemezse yahut yetişirfakat cemaat olanın rükuu imam farz miktarı âyet okumadan yapılmış olursa kâfi değildir. H. O kimsenin ikinci defa rüku etmesi gerekir. Aksi halde namazı bâtıl olur. Nitekim İmdâd´da beyan olunmuştur.

«İmam birinci secdede iken cemaat olan kimse iki secde yapsa secdesi ikinci secde nâmına kâfi gelmez.» Bu söz musannıfın ibaresindeki rükû kelimesinin bir kayd-ı ihtirâzî olmadığını, maksat, imama uyanın yetişemediği her rükün olduğunu ifade eder. Nitekim Bahır´da beyan edilmiştir. «Tamamı Hülâsa´dadır.» Ben bu meseleyi Hülâsa´da görmedim. Evet, Nehir´de zikredilen şu mesele Hülâsa´da mevcuttur: Hülâsa´da bildirildiğine göre cemaat olan kimse rüku ve sücudu imamından evvel yapsa mesele beş vecih arz eder. Hâsılı şudur: «O kimse bunları ya imamından´ önce yahut sonra yapar. Yahut rükûu imamla birlikte, secdeyi ondan önce veya bunun aksini yapar. Veya her ikisini imamdan önce yapar da bütün rekatlarda imama yetişir. Birinci veche göre bir rekat kaza eder. Üçüncüye göre iki rekat, dördüncüye göre dört rekat kaza eder. Ve hiç birinde kıraat okumaz. İkinci ile beşincide bir şey yapması gerekmez.» Yine Hülâsa´da beyan olunduğuna göre, «İmama uyan kimse imamından önce başını secdeden kaldırır veya imam secdeyi uzatınca onun ikinci defa secde ettiğini zannederek onunla birlikte secdeye varır ve bununla birinci secdeye niyet eder yahut bir niyeti bulunmazsa yaptığı secde birinci secde yerine geçer. Keza imama tâbî olmayı tercih ederek ikinci secdeye niyet ederse yine birinci secde yerine geçer. İmamına muhalefet olacağı için başkasına niyeti hükümsüz kalır. Yalnız ikinciye niyet edip başkasını aklından geçirmezse ikincinin yerine geçer.» Hâşiye yazarı birincinin izahını yapmıştır. Biz bu meseleyi imamlık bâbının sonlarında açıklayarak arzetmiştik. Allah´u âlem.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:24 am GMT +0200
GEÇMİŞ NAMAZLARIN KAZÂSI BÂBI



METİN


Musannıf, müslümana hüsn-ü zanda bulunarak terk edilen namazların kazası dememiştir. Çünkü özürsüz bir namazın vaktini geçirmek büyük günah olup kaza etmekle ortadan kalkmaz. Belki tevbe veya hac etmekle giderilir. Özürlerden bazısı düşman ve ebe kadının çocuğun ölmesinden korkmasıdır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Hendek harbinde namazı tehir etmiştir.

Sonra edâ, vâcibi vaktinde yapmaktır. Vakit içinde yalnız tahrîme yapmakla bize göre namaz edâ.olur. İmam Şafiî´ye göre ise bir rekat kılmakla edâ olur.

İZAH

Bu bâp geçmiş namazların kazası hükümlerini beyan hakkındadır. Bu hükümler kaza vesairenin keyfiyetine şâmildir. T. Musannıf terk edilen namazların kazası bâbı dememiştir. Çünkü geçmiş namazlar tabirinde geçmek, namazlara isnat edilmiştir. Bunda mükellefin bir taksiri olmadığına işaret vardır. Belki o, mubah kılan özürün melceidir. Terk edilen namazlar böyle değildir. Zira onlarda terk etmek mükellefe isnat edilir. Bu işe mükellefe yaraşmaz. Rahmetî.

Namaz bahsinin başında namazı inkâr eden, terk eden ve kılan kimsenin müslüman olmasının hükümleri hususunda söz geçmişti. «Özürsüz bir namazın vaktini geçirmek büyük günah olup kaza etmekle ortadan kalkmaz.» Kaza ile yalnız terk etmenin günahı giderilir ve namazı kaza edince bundan dolayı azap olunmaz. Fakat te´hirin günahı bâkîdir. T. O ancak kazadan sonra tevbe etmekle giderilir. Kaza etmeden tevbe sahih değildir. Çünkü te´hir bâkîdir, Zira tevbenin şartlarından biri şüphesiz ki masiyetten vazgeçmektir.

Yahut namaz vaktini geçirmenin günahı hac etmekle giderilir. Şuna binâen ki hacc-ı mebrur büyük günahlara kefarettir. Meselenin tamamı inşallah hac bahsinde gelecektir. T. Namazı vaktinden te´hir etmenin câiz olması için özürlerden biri düşman korkusudur. Geçmiş namazların kazası ise çoluk çocuğun nafakası uğurunda çalışırken geciktirilebilir. Nitekim musannıf beyan edecektir.

Düşmandan murad: Yolcunun hırsız veya yol kesicilerden korkmasıdır. Böyle bir korku anında vakit namazının te´hiri câizdir. Zira gecikme özürden dolayıdır. Bunu Bahır sahibi Valvalciye´den nakletmiştir. Ben derim ki; bu, astâ yapamadığına göredir. Ama hayvan üzerinde olursa koşarken bile olsa namazını kılar. Keza oturarak kılması veya Ka´be´den başka tarafa doğru dönmesi mümkün ancak ayağa kalktığı veya Ka´be´ye doğru döndüğü taktirde düşman görecekse kâdir olduğu şekilde namazını kılar. Nitekim ulema bunu açıklamışlardır. Ebe kadının korkması özür sayıldığı gibi çocuğun başı çıktığı zaman annesinin korkması da özürdür. Gerçi ulema, «Doğuran kadının namazını te´hir etmesi câiz değildir. Altına bir leğen koyarak kılar» demişlerse de bu şüphesiz onun hayatından korkulmadığı zamandır.

Hendek harbinde müşrikler Peygamber (s.a.v.)´i dört vakit namazdan alıkoymuşlar; hattâ gecenin de bir miktarı geçmişti. Nihayet Hazreti Bilâl´e emir buyurdular da ezan okudu. Sonra ikamet getirdi ve öğleyi kıldılar. Sonra kamet getirerek ikindiyi, sonra yine kamet getirerek akşam namazını, sonra tekrar kamet getirerek yatsıyı kıldılar. Bunu Halebî Fethu´l- Kadir´den nakletmiştir.

«Edâ; vâcibi vaktinde yapmaktır.» Malûmun olsun ki, ulema şöyle açıklamada bulunmuşlardır: Eda ve kaza memûrun bihin (emir olunan şeyin kısımlarındandır. Emirden bazan lâfzı yani (e.m.r.) harflerinden meydana gelen söz; bazan da sîgası kastedilir. Namazı dosdoğru kılın! gibi cumhura göre sîga kesin olan istek mânâsında; hakikat, başka mânâlarda mecâzdır. Emir lâfzına gelince: Bunda da ihtilâf etmişlerdir. Tahkika göre -ki cumhurun mezhebi de budur- kesin istek veya tercih edilen mânâsında hakikattır. Binaenaleyh vücûp veya nedip mânâsında kullanılan sîgaya emir adını vermek hakikattır. Şu halde mendup hakikaten memurbihtir. (emir olunmuştur. Velev ki onda sîganın kullanılması mecaz olsun. Bu itibarla mendup edâ ve kaza olur. Lâkin kaza kefaletli (garantili) fiillere hâs, nâfile ise terk edilince ödenmediğinden kaza vâcibe mahsus kalmıştır. Başlandıktan sonra bozulan nâfile de vâciplerden sayılır. Çünkü başlamakla vâcip olmuştur; binaenaleyh kaza edilir. Bu izahattan anlaşılır ki edâ vâcip ve menduba şâmildir. Kaza ise yalnız vâcibe mahsustur. Bundan dolayı Sadr´ış Şeria bu iki şeyi şöyle tarif etmiştir: «Edâ, emirle sabit olanın aynini, kaza ise emirle vâcip olanın mislini teslim etmektir.» Emirle sabit olandan murad: Sübûtu emirle bilinen şeydir. Ve nâfileye de şâmildir. Vücûbu emirle bilinen şey değildir. Edâ vakitle mukayyet olmayan zekât, Emânetler ve menzurlara da şâmil olsun diye Sadrı´ş- Şeria onu vakitle kayıtlamamıştır. Bunun tam tahkiki telvih´tedir. Bu izahtan anlaşılır ki şârihin edâ için Bahır sahibine uyarak yaptığı tarif tahkikin hilâfınadır.

«Vaktinde yapmaktır» ifadesinden murad; vâcibin vakti ister bütün ömür olsun ister olmasın hepsine şamildir. Bahır. «Vâcibi vaktinde yapmaktır» sözü vâcibin bütünü vakit içinde yapılmadıkça edâ sayılmamayı iktiza ettiği, halbuki yalnız tahrîmenin vakit içinde bulunması kâfi geldiği için şârih buna; «Vakit içinde yalnız tahrîme yapmakla bize göre namaz edâ olur» ifadesini eklemiştir. Halbuki «sonra edâ vâcibi vaktinde yapmağa başlamaktır» dese bu ifadeye hacet kalmazdı. Nitekim Bahır´da böyle denilmiştir. H. Tahrir sahibi de yalnız tahrîme yapmakla bize göre edâ olduğuna kesin olarak hükmetmiştir. Tahrir şârihi hanefîlerce meşhur kavlin bu olduğunu söyledikten sonra Muhit´ten naklen, «Vakit içinde yapılan edâ, bâkîsi kaza olur» demiştir. Tahtavî Mültekâ şerhinde şârihten üç kavl nakletmiştir. Oraya müracaat edebilirsin!.

METİN

İâde; fesattan başka bir kusurdan dolayı vâcibin mislini vakti içinde yapmaktır. Çünkü Ulema, «Kerhet-i tahrîmiye ile edâ edilen her namaz vakti içinde iâde edilir; yani iâdesi vâciptir. Vakit çıktıktan sonra iâdesi ise menduptur» demişlerdir.

İZAH

İâde; vakit içinde namazı tekrar kılmaktır. Tarifteki «vakti içinde» kaydını atmak daha iyidir. Çünkü iâde vakit dışında da olur. Buna delil, Şârihin «vakit çıktıktan sonra ise iadesi menduptur» sözüdür. Tarifteki «fesattan başka» tabirine Bahır sahibi, «Ve namaza başlamanın sahih olmamasından başka» ifadesini de katmıştır. Şârihimiz bu cümleyi bırakmıştır. Çünkü o fesattan umumi bir mânâ kastetmiştir ki, evvelâ mün´akit olup da sonra bozulanla hiç mun´akit olmayan namaz bu mânâyadahildir. Kenz sahibinin, «Erkeğin kadına uyması fâsit olur» sözü bu kabildendir. H. Sonra bilmelisin ki, burada iadenin tarifinde söyleneni Tahrir sahibi de benimsemiştir. Tahrir şârihinin beyanına göre iadeyi vakitle kayıtlamak bazı ulemanın kavlidir. Yoksa Mizan´da şöyle denilmiştir: «İâde; Şeriat örfünde ilk fiilin mislini kemâl sıfatiyle yapmaktır. Mükellefe kemâl sıfatiyle vasıflanan bir fiil vâcip olur da o bu fiili noksan sıfatiyle yapar. Noksanı fazla olunca iadesi vâcip olur. Şu halde iade ilk fiilin zâtını kemal sıfatiyle yapmaktır» Bu söz vakit çıktıktan sonra kılınan namazın da iade olacağını gösterir. Nitekim Keşif sahibi, «İade edâ ve kaza kısımlarının birinden hariç değildir» demiştir.

Ben derim ki: Lâkin Şeyh Ekmelü´d- Dîn´in Fahru´l- İslâm Pezdevî´nin usûlüne yazdığı şerhinde iadenin vakitle mukayyet olmadığı; işlenen kusurun fesattan başka olduğu ve iadenin bazan iki kısımdan hariç bulunduğu açıkça bildirilmiştir. Zira O iadeyi, «Bir nevi kusurla yaptığı ilk fiili ikinci defa yapmaktır» diye tarif etmiş; sonra şunları söylemiştir: «İlk fiil fâsit olmak suretiyle iade vâcip ise bu edâ veya kazaya dahildir. Vâcip değilse, meselâ: ilk fiil fâsit değil de nâkıs olmuşsa bu taksime dahil değildir. Çünkü bu vâcibin taksimidir. İade ise vâcip değildir. O kimse esah kavle göre ilk fiil ile borçtan kurtulur. Velev ki kerahetle yapmış olsun. İkinci fiil secde-i sehivde olduğu gibi tamir mesâbesindedir. Şârihin, «Çünkü ulema ilh...» diyerek gösterdiği ta´lil sakattır. Zira ulemanın bu sözleri fâsit olan namazın iade edilmeyeceğini ve iadenin vakte mahsus olduğunu göstermez. Bilâkis Şarih bu sözden sonra vakit dışında kılınan namazın da iade olduğunu açıklamıştır. Şu da var ki, Ulemanın, «İade edilir» sözlerinden anlaşılan iadenin vakit içinde ve dışında vâcip olmasıdır. Binaenaleyh münasip olan, Bahır sahibinin yaptığıdır. O, ulemanın bu sözünü tarifi bozmak saymış; vakitle yapılan tarife «halbuki ulemanın iade vâciptir sözleri mutlaktır» kaydını eklemiştir.

Ben derim ki: Bizim, evvelce Tahrir şerhi ile usûl Pezdevî şerhinden naklettiğimiz de bunu te´yit eder. Mezkûr kitaplarda vakit çıktıktan sonra iade yapılacağı açıkça beyan edilmiştir. «Vakit içinde iadesi vâciptir» sözünü, Bahır sahibinden başka bu şekilde izah eden görmedim. O bunu Kınye´nin sözünden çıkarmıştır. Kınye´de Veberî´den naklen şöyle denilmiştir «Bir kimse rüku ve secdesini tam yapmadığı zaman vakit içinde namazı iade etmesi emir olunur. Vakit çıktıktan sonra emir olunmaz.» Kınye sahibi bundan sonra Tercümanî´den naklen her iki halde iadenin evveli olduğunu söylemiştir. Bahır sahihi diyor ki: «Her iki kavle göre de vakit çıktıktan sonra iade vâcip değildir. Hâsılı bir kimse namazın vâciplerinden birini terk eder; yahut kerahet-i tahrîmiye ile mekruh olan bir şeyi yaparsa vakti içinde o namazı iade etmesi vâcip olur. Vakit çıkarsa günahkâr olur. Noksanı tamamlaması vâcip olmaz. Ama tamamlarsa daha iyi olur.»

Ben derim ki: Kınye´nin sözü, iadenin vâcip olup olmaması ihtilâfına göredir. Biz usûl-ü Pezdevî şerhinden açıkça nakletmiştik ki, iade fesattan başka bir kusurdan dolayı yapılırsa vâcip değildir. Mizan´dan da vâcip olduğunu nakletmiştik. Mirâc nam eserde şöyle deniliyor: «Cami-i Timurtaşî´de beyan edildiğine göre bir kimse üzerinde suret bulunan bir elbise içinde namaz kılarsa mekruh olur. O namazı iade etmesi vâciptir. Ebu´l Yusuf bu hükmün kerahetle kılınan her namaza şâmilolduğunu söylemiş tir. Mebsut´ta ise evlâ ve müstehap olduğuna delâlet eden sözler vardır. Zira kavme (rükûdan doğrulma) nin tarafeyne göre rükün olmadığını; binaenaleyh terk edilirse namazı bozmadığı fakat iadenin evlâ olduğunu söylemiştir.»

Ben derim ki: Bütün bu söylenenlerin hülâsası şudur: Tercih edilen kavle göre iade vâciptir. Biliyorsun ki bazılarına göre iade vakte mahsustur. Tahrir sahibi bu yoldan yürümüştür. Ona göre iade vakit içinde vâciptir, vakit çıktıktan sonra iade edilmez. Kınye´de Veberî´den nakledilen kavl buna hamledilir. «İade, vakit içinde ve dışında olur» diyenlere göre vakit içinde ve dışında namazın iadesi vâciptir. Nitekim yukarıda bunu Tahrir ve Pezdevî şerhlerinden nakletmiştik. İade müstehaptır diyenler varsa da bu kavl terk edilmiştir. Kınye´de Tercümanî´den nakledilen kavl buna hamledilir.

«Vakit içinde iade vâcip, vakit dışında menduptur» kavline gelince: Bunu Bahır sahibi böyle anlamış; kitabımızın şârihi de ona uymuş ise de buna bir delil yoktur. Hayreddin-i Remlî´nin Bahır hâşiyesinde Allâme Makdisî´nin yazısından naklettiğine göre Bahır sahibinin sözüne itimat olunmamak icabeder. Çünkü fukahanın, «Kerahetle kılınan her namazın çözüm yolu onu iade etmektir» sözü mutlaktır. Sonra bu söylediklerimiz namazdaki noksanın kerahet-i tahrîmiye ile mekruh olduğuna göredir. Fethu´l- Kadîr´in namazın mekruhları bâbında bildirdiğine göre hak tafsilata gitmektir. Yapılan kusur kerahet-i tahrîmiye ile mekruh ise namazın iadesi vâcip, kerahet-i tenzîhiye ile mekruh ise iadesi müstehaptır. Yani vaktin içinde ve dışında iade edilmesi müstehap olur.

TENBİH: iade sözünden ve iadenin yukarıda geçen tarifinden şu mânâ çıkarılır: Namazı tekrar kılan kimse, ikinci defada da farza niyet eder. Zira ilk kıldığı farz idi. İade onu ikinci defa tekrarlamaktır. «Farz ikinci ile sâkıt olur» diyenlere göre mesele açıktır. Diğer kavle gelince: Namazı ikinci defa tekrarlamaktan birincide yaptığı kusuru tamamlamaktır. İlk kıldığı nâkıs farzdır. İkincisi ise kâmildir. Yani zat itibariyle birincinin misli fakat kemâl vasfı ile ondan ziyâdedir. İkinci defa kıldığı nâfile olsa bütün rekatlarında kıraat vâcip olmak, cemaatla kılınması meşru olmamak lâzım gelirdi. Ulema böyle bir şey söylememişlerdir. Bu namazın farz olmasından, ilk kıldığı ile farzın sâkıt olmaması lâzım gelmez. Çünkü maksat, onun kılındıktan sonra farz olmasıdır. Kılınmazdan önce farz olan ilk kıldığıdır. Hasılı ilk. kıldığına farz hükmü verilmesi iade edilmemesine bağlıdır. Bunun benzerleri çoktur. Üzerinde secde-i sehiv borcu olan kimsenin selâm vermesi bu kabildendir ki, o kimseyi mevkuf olarak namazdan çıkarır. İki kavlin arasını bulmak bu suretle olmuştur. Zaten aralarındaki hilâf sözden ibarettir.

METİN

Kazâ, vacibi vakti geçtikten sonra yapmaktır. Vacip olmayan öğlenin ilk sünneti gibi namazlara kaza adını vermek mecazdır. Beş vaktin farzlariyle vitir namazı arasında edâ ve kaza yönünden tertip´ lâzımdır. Onun fevtiyle cevaz da ortadan kalkar. Çünkü meşhur bir hadisde, «Bir kimse bir namazı kılmadan uyuyup kalırsa ilh...» buyurulmuştur. Böyle bir hadisle amelî farz sabit olur. Farzın kazasıfarz, vacibin kazası vacip, sünnetin kazası sünnettir. Ömrün bütün vakitleri kaza için vakittir. Yalnız namaz vakitleri bâbında geçtiği vecihle üç yasak vakit müstesnadır.

İZAH

Bazıları kazayı; «Vacibin mislini yapmaktır» diye tarif etmişlerdir. Bu tarif terk edilen bir kavle göredir ki o da kazanın yeni bir sebeble vacip olmasıdır. Mezkûr kavle göre kaza edânın vacip olduğu delil ile vacip olmaz. Meselenin tamamı Bahır´da ve usul-ü fıkıh kitaplarındadır. «Vacib olmayan namazlara kaza adını vermek mecazdır.» Meselâ musannıfın. «Vacibin kazası vacip sünnetin kazası sünnettir» sözü ile Kenz sahibinin, «öğlenin ilk sünnetini, vakti içinde son sünnetinden önce kaza eder» sözü bu kabildendir. Keza fukahanın bozulan hacca kaza adını vermeleri de mecazdir Çünkü hac için çıkmasiyle haccın kazaya kalacağı bir vakit yoktur. Nitekim Bahır´da beyan edilmiştir. Nâfileye kaza denilememesinin vechini evvelce anlatmıştık. Velev ki nâfile hakikaten memûrun bihtir demiş olalım. Nitekim cumhurun kavli budur. Nâfileye hakikaten edâ da denilir. Nasıl ki öğlenin ilk sünnetini kılana sünneti edâ etti denilir. Bu sünneti farzdan sonra kılarsa kaza etmiş olur. Çünkü vakti değildir. Velev ki öğlenin vakti olsun.

«Beş vaktin farzlariyle. vitir namazı arasında edâ ve kaza yönünden tertip lâzımdır.» Bu üç sûrete şâmildir.

1 - Ya hepsi kazadır.

2 - Ya bazısı edâ bazısı kazasıdır.

3 - Yahut hepsi edâdır, meselâ yatsı ile vitir böyledir. T. Bunda cuma namazı da dahildir. Zira onunla sair namazlar arasında tertip lâzımdır. Bir kimse sabah namazını kılmadığını hatırlarsa imam hutbe okusa bile onu kılar. Bunu Şeyh İsmail Tahavî şerhinden nakletmiştir.

«Onun fevtiyle cevaz da ortadan kalkar.» Cevazdan murad; sahih olmaktır. helâl olmak değildir. Musannıf «lâzımdır» sözüyle daha kuvvetli olan amelî farzı murad etmiştir ki. buna vacip denilir. Sadrı´ş- Şeria gibi farz diyenlerin maksadı da bu olduğu gibi: şarttır diyen Muhit sahibi ile vaciptir diyen Mirâc sahibinin maksatları da budur. Nitekim Bahır´da izah olunmuştur.

Meşhur hadisin tamamı şöyledir: «Bir kimse bir namazı kılmadan uyuyup kalır veya unutur da onu ancak imamla birlikte namaz kılarken hatırlarsa içinde bulunduğu namazı kılsın. Sonra hatırladığını kaza etsin! sonra imamla kıldığını iade etsin!» Bu hadisi Halebî Dürer´den nakletmiştir. Fetih sahibi onu bazı lâfızları değişik olarak ve kimin rivayet ettiğini beyan ederek rivayet etmiş; bazı ravilerinin mevsûk olup olmadığı hususundaki ihtilâfı ve keza merfu mudur yoksa mevkuf mudur diye ihtilâf edildiğini bildirmiş; hadisin meşhur olması şöyle dursun merfu olduğu bile ihtilâflı olduğundan «meşhurdur» iddiasının reddedildiğini söylemiş ve sözü bir hayli uzatmıştır. Sözünün gelişinden anlaşılıyor ki delil yönünden Fetih sahibi Şafiî´nin «tertip müstehaptır» kavline meyletmektedir. Münye şerhi ile Burhan´da kendisine red cevabı verilmiştir ki, bu cevapları Nuh efendi kısaltmıştır. Dilersen oraya müracaat et!...

Musannıf «farzın kazası farzdır» sözünü bâbın başına geçirse yahut aşağıdaki fer´î meseledensonraya bıraksa daha münasib olurdu. Kezâ «Sünnetin kazası sünnettir» sözü, farz ve vacip gibi umum zannı veriyor. Halbuki öyle değildir. «Sünnetin, kaza olunanları» dese idi bu vehim ortadan kalkardı. Remlî.

Ben derim ki: Buna vitirle itiraz olunabilir. Çünkü vitir imameyne göre sünnettir. Kazası ise zahir rivayete göre vaciptir. Lâkin bu itiraza şöyle cevap verilir: Musannıfın sözü mezhebin sahibi İmam-ı A´zam hazretlerinin kavline göredir.

Vacip namazlara misal: Nezir edilen namazlar, kılmak için yemin edilen namazlar ve bozulan nâfilelerin kazalarıdır. T. Ömrün bütün vakitleri kaza için vakittir. Çünkü o vakitlerde kaza sahihtir. Velev ki özür müstesna olmak üzere kazanın acele yapılması lâzım gelsin, T. Bu mesele ileride gelecektir.

Üç yasak vakit: Güneş doğarken, istiva halinde (gök yüzünün ortasında) iken ve batarkendir. (Bunlarda namaz kılmak mekruhtur). Başlanıp ta bozulan nâfilenin yeri de bu vakitlerdir. T.

METİN

Binaenaleyh vitiri kılmadığını hatırlayan bir kimsenin sabah namazını kılması caiz değildir. Çünkü İmam-ı A´zam´a göre vitir vaciptir. Bu mesele lüzum üzerine tefri edilmiştir. Meğer ki müstehap vakit hakikaten daralmış olsun. Bu istisna, lüzumdandır. Yani bu taktirde tertip lâzım değildir. Zira geçmişi tedarik edeyim derken vakit namazını kaçırmak hükmünden değildir. Vakit bütün geçmiş namazlara dar gelirse esah kavle göre vakit namazını kılmak caizdir. Müctebâ. Yine Müctebâ´da beyan olunduğuna göre yatsıyı kılmamış olan bir kimse sabah namazı vaktinin daraldığını zannederek onu kılsa - halbuki vakit müsaid olsa - güneş doğuncaya kadar sabah namazını iade eder. Kıldığı farz, sonuncusudur.

İZAH

Vitir namazını kılmadığını namazda veya daha evvel hatırlayan kimsenin sabah namazını kılması caiz değildir. Kılarsa mevkuf olarak fâsit olur. Nitekim izahı gelecektir. «Meğer ki müstehap vakit hakikaten daralmış olsun.» Yani geçmiş namazlarla vakit namazına yetmesin. Geçmiş namazların birbirlerine nisbetle hususi vakti olmadığı için onlar hakkında vakit daralınca tertip sâkıt olması bahis mevzuu değildir. T.

Vakit namazını edâ etmek ancak kıraatı ve diğer namaz fiillerini kısa tutmak suretiyle mümkün olursa namazı caiz olacak miktarda kısa tutar ve tertip eder. Bunu Bahır sahibi Müctebâ´dan nakletmiştir. Fetih´te beyan olunduğuna göre vaktin darlığı namaza başlarken itibara alınır. Hattâ vakit namazına başlar da üzerinde kaza namazı olduğunu hatırladığı halde uzatır ve bu suretle vakit daralırsa caiz olmaz. Meğer ki o namazı bozup sonra yeniden başlaya. O namaza unutarak boşlar da mesele hâliyle olursa vakit daraldığında hatırladığı takdirde namazı caiz olur.

Müstehap vakitten murad; içinde kerahet bulunmayan vakittir. Kuhistanî. Bazıları asıl vakittir demişlerdir. Bu kavli, Tahavî Şeyhayna; birinci kavli de imam Muhammed´e nisbet etmiştir. Zâhire bakılırsa musannıf bununla ikindi namazında güneşin değişme vaktinden ihtiraz etmiştir. Çünkümeselâ kışın, öğleyi veya akşamı vaktinin evvelinden geciktirmekle tertip sâkıt olur demek ihtimalden uzaktır. Sonra gördüm ki Zeyleî hilâfı ikindiye tahsis etmiştir. Onun için Bahır sahibi şöyle demiştir: «Bunun semeresi şurada belli olur: Bir kimse öğleyi kılmadığını hatırlar da kıldığı taktirde güneş değişmeden yetiştireceğini, fakat ikindinin veya onun bir kısmının kerahet vaktine kalacağını bilirse birinci kavle göre evvelâ ikindiyi kılar; öğleyi güneş kavuştuktan sonraya bırakır. İkinci kavle göre evvelâ öğleyi sonra ikindiyi kılar.» Kâdıhân Câmî Şerhi´nde ikinci kavli tercih etmiştir.

Mebsut´ta, «Ekseri ulemamız bu kavlin üç imamımıza ait olduğunu söylemişlerdir» deniliyor. Muhit sahibi birinci kavli sahih kabul etmiştir. Zahîriye sahibi de onu tercih etmiş; sebep olarak da Müntekâ´nın, «Bir kimse ikindi namazına vaktinde niyetlenir de sonra güneş kızarır ve öğleyi kılmadığını hatırlarsa ikindiye devam eder» sözünü göstermiş; «Bu, müstehap vaktin itibara alınacağına nâsdır» demiştir. Bahır sahibi, «O halde ulemanın ihtilâfı kalmamıştır. Çünkü mesele zâhir rivayede zikredilmeyip başka bir rivayette sabit olduğuna göre o rivayetle amel taayyün eder» diyor.

Ben derim ki: Bu tercih söz götürür. Bunu Kadıhan´ın Cami-i Sağîr şerhindeki şu sözü izah eder: «Meselenin ikindi hakkında va´zedilmesi, vaktin sonunu bilmek içindir. Bize göre vaktin sonu tertibin hükmünde güneşin kavuşması, ikindi namazının te´hirinin caiz olmasında güneşin değişmesidir. İmam Hasan´ın kavline göre ise ikindi namazının vaktinin sonu, güneşin değişme zamanıdır. Ona göre her iki namazı, güneşin rengi değişmezden önce kılmak imkânı varsa tertip lâzımdır. İmkânı yoksa tertibe riayet lâzım değildir. Bize göre öğleyi güneşin rengi değişmezden önce kılması mümkün olur da ikindi yahut ikindinin bir kısmı değiştikten sonraya kalırsa tertibe riayeti lâzım gelir. Ama her iki namazı güneş batmazdan önce kılması mümkün olduğu halde güneşin rengi değişmeden öğleyi bitiremeyecekse tertibe riayet lâzım gelmez. Zira güneşin rengi değiştikten sonraki zaman hiç bir namazın vakti değildir. O zaman yalnız o günün ikindisi kılınabilir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Bundan anlaşılıyor ki Müntekâ´daki sözde hilâf yoktur. Çünkü o kimse öğleyi kılmadığını güneşin rengi değiştikten sonra hatırlayınca o namazı o anda kılmasına imkân yoktur. Onun için de ikindi namazı fâsid olmaz. Velev ki ona unutarak güneşin rengi değişmezden önce başlamış olsun. Zira itibar hatırlama vaktinedir. Yine anlaşılır ki mesele ulemanın ihtilâfına değil, rivayetin ihtilâfına bina edilmiştir. Mebsut´tan naklen az yukarıda arzettiğimiz gibi vaktin aslını itibara almak üç imamımızın kavlidir. Ulemanın ekserisi bu kavli tercih etmiştir. Metinlerin mutlak olan ibareleri de bunu iktiza etmektedir. Onun için Fâkihu´n- Nefs imam Kâdıhân bunu, «bize göre» diyerek cezmetmiştir. Bu söz onun mezhep olmasını iktiza eder. Onun için ikinci kavli imam Hasan´a nisbet etmiştir. Evet, Münye şârihi ila Zeyleî bu kavlin imam Muhammed´den rivayet edildiğini açıklamışlardır. Tahavî´den rivayet edildiğini bildirdiğimiz kavl buna hamlolunur. Evvelce geçmişti ki bir kimse cuma hutbesi okunurken sabah namazını kılmadığını hatırlasa onu kılar. Halbuki o anda namaz kılmak mekruhtur. Hattâ Tatarhaniye´de, «Şeyhayn´a göre cuma namazını imamla birlikte kılamayacağından korksa bile o namazı kılar. Sonra öğleyi kılar. İmam Muhammed; «Cumayı kılar; sonra sabah namazını kaza eder.» demiştir. Demek oluyor ki Şeyhayn, tertibi terk etmek hususunda cuma namazının kaçırılmasını özür saymamışlardır. İmam Muhammed özür saymıştır. Burada da öyledir» denilmektedir. Tatarhaniye´de Muhit´in ibaresi de zikredilmiştir. Fakat orada Bahır sahibinin söylediği «sahih kabul etme» meselesi yoktur. İtimada şâyan olan. ekser ulemanın tercih ettikleri kavildir ki, o da üç imamımıza göre asıl vaktin muteber olmasıdır. Allah´u âlem.

«Vakit bütün geçmiş namazlara dar gelirse ilh...» bu meselenin sureti şudur: Meselâ bir kimse yatsı ile vitir namazlarını kılmasa sonra sabah namazını dahi yalnız bir vitir namazı ile sabahın farzının sığacağı bir vakit kalıncaya kadar te´hir etse, vakit bu üç namaza dar gelince vitiri kılmadıkça sabah namazı sahih olmaz. Ulemanın, bu görüşü tercih ettikleri anlaşılıyor. Müctebâ´da açıklandığına göre esah olan kavil vakit namazının caiz olmasıdır. Bunu Halebî Bahır´dan nakletmiştir. Lâkin Rahmetî, «Benim Müctebâ´da gördüğüm «Esah olan kavil vakit namazının caiz olmamasıdır» diyor.

Ben derim ki: Ben Müctebâ´ya müracaat ettim ve orada Bahır sahibinin ona nisbet ettiği sözü gördüm. Kezâ Kuhistâni, «Sahih kavle göre vakit namazı caizdir» demiştir.

«Güneş doğuncaya kadar sabah namazını iade eder.» Yani her defasında vaktin iki namaza kâfi gelmeyeceğini zanneder de sonra kâfi geleceğini anlarsa; vaktin hakikaten ikisine kâfi gelmeyeceği anlaşılıncaya kadar sabah namazını ikinci, üçüncü ilh... tekrarlar durur. En sonunda vakit namazını iade eder; sonra kaza namazını kılar. Sabah namazını iade ettikten sonra vaktin ikisine de kâfi geleceği anlaşılırsa evvelâ kaza namazını sonra vakit namazını kılar. Nitekim Fethu´l- Kadir´de beyan olunmuştur.

METİN

Veya geçmiş namaz unutulursa yine tertip lâzım gelmez. Çünkü özürdür. Yahut itikâdi farzlardan altı farz geçerse esah kavle göre altıncının vakti çıkmakla tertip sâkıt olur. Zira güçlüğü iktiza eden tekrar, had safhaya ulaşmıştır. Velev ki kalan namazlar başka başka günlere âit veya eskiden kalmış olsunlar. Mûtemet kavil budur. Çünkü tercih muhtelif olunca, metinlerin mutlak olan kavli tercih edilir. Bahır.

İZAH

Unutmak meselesi şöyle hülâsa edilir: Bir kimse kazaya kalmış namazı olduğunu unutur da onun üzerine terettüp eden vakit namazını veya başka bir kaza namazını kılarsa tertip sâkıt olur. Keza iki vâkit namazından birini unutmakla da sâkıt olur. Meselâ yatsıyı kılmadığını unutarak vitiri kılsa da sonra yatsıyı kılsa vitiri tekrarlamaz. Çünkü ulema, «Bir kimse yatsıyı abdestsiz, vitirle sünneti abdestli kılsa yatsı ile sünneti tekrar kılar; vitiri kılmaz. Çünkü onu zimmetinde yatsı namazı olduğunu unutarak edâ etmiş; böylece tertip sâkıt olmuştur» demişlerdir. Bunu Halebî söylemiştir.

Ben derim ki: Yine bunun benzeri Bahır´da Muhit´ten nakledilen şu meseledir: «Bir kimse ikindiyikılar da sonra öğleyi abdestsiz kıldığı anlaşılırsa yalnız öğleyi tekrarlar. Çünkü o kimse unutan gibidir.»

«Çünkü bu bir özürdür.» Yani unutmak Allah tarafından gelme bir özür olup mükellef olmayı iskât eder. Zira onu yapmak kudreti dahilinde değildir. Bahır.

«Yahut îtikadî farzlardan altı farz geçerse esah kavle göre tertip sâkıt olur.» Yani kazaya kalan namazların sayısı altı olmadıkça kalan namazla vakit namazı arasında ve kezâ kalan namazlar arasında tertip lâzım değildir. Nehir´de böyle denilmiştir. Ama vitirle yatsı gibi iki vakit namazın arasında bu iskât sebebiyle belli ki tertip sâkıt olmaz. H. Musannıf altı namazı mutlak zikretmiştir. Binaenaleyh hakikaten kazaya kalanlarla hükmen kazaya kalanlara şâmildir. Nitekim Kuhistanî ile İmdad´da beyan edilmiştir. Hükmen kazaya kalana Misal: Bir kimsenin farz bir namazı bırakıp onu hatırladığı halde beş farz namaz kılmasıdır. İleride görüleceği vecihle bu beş namaz mevkuf (yani şartlı olarak) fâsit olur. Terk edilen namaz hem hakikaten hem hükmen kazaya kalmıştır. Mevkuf olarak bozulan beş namaz ise yalnız hükmen kazaya kalmıştır. Fetih ve Bahır´da beyan olunduğuna göre, «Bir kimse üç ayrı namazı, meselâ bir günün öğlenini, bir günün ikindisini ve başka bir günün akşam namazını terk eder de hangisini evvel bıraktığını bilemezse bazılarına göre terk edilen namazlar arasında tertip vaciptir ve onları yedi olarak kılar. Şöyle ki: Evvelâ öğleyi, sonra ikindiyi. sonra yine öğleyi kılar. Çünkü ilk kıldığı namazın son olma ihtimali vardır. Onun için onu tekrarlar. Sonra akşamı, sonra öğleyi, sonra ikindiyi, sonra yine öğleyi kılar. Zira akşam namazının ilk kalan namaz olması ihtimali vardır. Böylece ilk kıldığını tekrarlar. Bir takımları tertibin sâkıt olacağını ve o kimsenin yalnız üç namaz kaza edeceğini söylemişlerdir. Mûtemet olan kavil de budur. Çünkü bu namazlar arasında tertip vaciptir denilirse; bundan kalmış namazlarına mânen yedi imiş gibi olması lâzım gelir. Halbuki tertip altı namazla sâkıt olur. Yedi namazla sâkıt olması ise evleviyette kalır» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Tamamı oradadır. Şurunbulalî´nin bu mesele hakkında bir risalesi vardır.

«Îtikadî farzlardan» kaydiyle farz amelî olan vitir hariç kalmıştır. Çünkü vitirle başka namazlar arasında tertip farz olsa da kaza namazları ile birlikte hesap edilemez. H. Yani tertibin sukûtuna vardıran çokluk, onunla hâsıl olmaz. Zira vitir günle gecenin vazifelerinin tamamıdır. Çokluk ise ancak vakitler veya saatler yönünden bu vazifelerin üzerine ziyade ile hâsıl olur. Bunda vitirin tesiri yoktur. İmdad.

«Tekrar zıddına girmiştir.» Çünkü farzlardan biri tekrarlanmış olur. Bu da gerek o namazlarla başka namazın gerekse o namazların kendi aralarında vacip olan tertip düşerek hafiflemeye sebep olabilir. Dürer. Zira o zamanda tertip vacip olsa güçlüğe müeddi olur. Şârih «esah kavle göre» sözüyle Zeyleî´nin sahih kabul ettiği şu kavilden ihtiraz etmiştir: «Kazaya kalan namazdan sonra muteber olan araya altı namazın değil, altı vaktin girmesidir. Bir kimsenin bir namazı kazaya kalır da onu bir ay sonra hatırlayarak hatırında olduğu halde bir vakit namazı kılarsa vakitler itibariyle kıldığı namaz kâfi gelir. Çünkü iki namazın arasına altı vakitten fazla zaman girmiştir. Binaenaleyh tertipsâkıt olur. Yani unutmakla tertip sâkıt olduğu için o iki namazın arasındaki, namazlar sahihtir. Araya giren vakte değil namazlara itibar edilirse kıldığı namaz kâfi değildir. Zira kazaya kalan bir namazdır. Tertip ise ancak altı namazın araya girmesiyle bozulur.» Muhit´te bu kavlin zâhir rivaye olduğu açıklanmıştır. Kâfi´de de bu sahihlenmiştir. Metinlerde bildirilene muvafık olan da budur. Bununla Zeyleî ve başkalarının sahih buldukları kavîl defedilmiş olur. Tamamı Bahır´dadır. Şârih yine bu «esah kavle göre» sözü ile imam Muhammed´den rivayet olunan «altıncı vaktin girmesi itibara alınır» kavlinden ve Mirâc´daki «yedinci vaktin girmesi itibara alınır» ifadesinden ihtiraz etmiştir. Nitekim Bahır´da izah olunmuştur.

«Velev ki kalan namazlar eskiden kalmış olsunlar. Mutemed olan kavil budur.» Meselâ bir kimse tertip üzere bütün bir ayın namazını terk eder de sonra namaza başlar ve yeni bir namazı kazaya bırakırsa bu namazı hatırladığı halde vakit namazını kılması câizdir. Çünkü bu tek namaz, eskiden kalan namazlara katılmıştır. Onlar ise çoktur. Binaenaleyh Tertip vâcip değildir.

Ulemadan bazılar, «Tertibi düşüren eski namazlar değil, yeni bırakılanlardır. O kimseyi namazı tahkirden menetmek için geçmiş namazlar sanki yokmuş gibi tutulur ve onlar hatırında iken vakit namazı caiz olmaz» demişlerdir. Sadrı´ş- şehid bu kavli sahihlemiştir. Tecnis´de. «Fetva buna göredir» denilmiştir. Mücteba´da ise birinci kavlin esah olduğu kaydedilmiş; Mirac´da. «Fetva buna göredir» denilmiştir. Ve gördüğün gibi sahihleme ve fetva muhtelif olmuştur. Ama metinlerdeki mutlak beyanla amel etmek evlâdır. Bahır.

METİN

Yahut muteber bir zanda bulunursa bununla dahi tertibin lüzumu sâkıt olur. Meselâ bir kimse sabah namazını kılmadığını hatırladığı halde öğleyi kılarsa öğle namazı fâsit olur. Sabah namazını kaza eder de sonra öğleyi hatırladığı halde ikindiyi kılarsa ikindi caizdir. Çünkü onun. zanna göre ikindiyi edâ ederken üzerinde kaza namazı yoktur. Bu zan muteberdir. Zira üzerinde içtihat edilmiştir. Müctebâ´da, «Tertibin farz olduğunu bilmeyen kimse unutan hükmündedir» denilmiştir ki, Buhâra imamlarından bir cemaat bu kavli tercih etmişlerdir. Kınye´nin şu sözü de buna göre halledilir: «Bir çocuk fecir zamanında bülûğa erer de sabah namazını kılmadığını hatırladığı halde öğleyi kılarsa caiz olur. Bu özür sebebiyle kendisine tertip lâzım gelmez.»

İZAH

Mûteber bir zanda bulunmanın tertibi düşürmesi, tertibi iskât eden şeylerin dördüncüsüdür. Bunu Zeyleî söylemiş; Dürer sahibi dahi kesinlikle buna kâil olmuştur. Bahır sahibi ise bunu unutma hükmüne katmış ve, «Bu, tevehhüm edildiği gibi tertibi düşüren dördüncü şey değildir» demiş; sonra şunları söylemiştir: «Hidâye şârihlerinin bildirdiklerine göre namazın bozulması abdestsizlik gibi kuvvetli ise ondan sonra gelen namazı kendine tâbi kılar. Tertip bulunmamak gibi zaif ise tâbi kılmaz. Bunun üzerine iki fer´î mesele zikretmişlerdir ki biri şudur: Bir kimse öğleyi abdestsiz kılar da sonra bunu hatırladığı halde ikindi namazınıda kılarsa ikindiyi iâde eder. Çünkü öğlenin bozulması kuvvetlidir; ikindinin bozulmazı da icabeder. Velev ki tertip vacip olmadığını zannetsin. İkinciside şudur: Bu öğleyi bu ikindiden sonra kılar da ikindiyi tekrarlamadan akşam namazını kılar; ikindiyi tekrarlamadığını da hatırlarsa, tertibin vacip olmadığını zannettiği taktirde akşam namazı sahihtir. Çünkü ikindinin bozulması zaiftir, Zira ulemadan bazıları bozulmayacağını söylemişlerdir. Şu halde akşam namazının kendine tâbi olarak bozulmasını gerektirmez. İsbicâbi bunun için bir kaide zikretmiştir ki o da şudur: Eğer kazaya kalan namazının iadesi bilittifak vacip ise onu hatırladığı halde kıldığı namazın iadesi lâzım gelir. Kaza namazının iadesi bilittifak vacip olmazsa iadesi tâzım gelmez. Elverir ki kıldığının kâfi geldiğine kanaat getirsin.»

Fethu´l- Kadîr sahibi diyor ki: «Bundan şu hüküm çıkarılır: Mücerret bahis mevzuu olan yerin içtihat edilen bir yer olması bu hususta bilmeyenin zannının itibara alınmasını gerektirmez. Bilâkis içtihat edilen yer başlangıçta olursa zanna itibar yoktur. İçtihat edilen yere,bağlı ve onun üzerine binâ edilen bir şey olursa bu zan itibara alınır. Zira zaiflik fazladır. Başlangıçta içtihat edilen yer ikindinin bozulmasıdır. Akşamın bozulması onun sebebiyledir. Binaenaleyh muteberdir.» Yani burada bilmeyenin zannı muteberdir. Bundan açık olarak anlaşılır ki, bu zannın itibara alınıp alınmaması bilmeyen hakkındadır. Tertibin vacip olduğunu bilen hakkında değildir. Meselenin tamamı Nehir´dedir.

Şu da varki; Bahır sahibi yukarıda geçen iki fer´î meseleye itirazla şöyle demiştir: «Namaz kılan kimse birkaç şıktan hâli değildir. Ya Hanefîdir-ki bu durumda imamının mezhebine muhalif olan görüşüne itibar yoktur. Binaenaleyh akşam namazını kılması dahi lâzım gelir. Yahut Şâfiî´dir. Bu takdirde ona ikindiyi kılmak dahi lâzım değildir. Yahut avamdan olup mezhep sahibi değildir. Onun mezhebi müftisinin mezhebidir. Hanefî bir müftüye danışırsa her iki namazı iade eder. Şâfiî´ye sorarsa ikisini de kılmaz. Hiç bir kimseye sormaz da bir müctehidin mezhebine göre sahih olan şıka tesadüf ederse üzerine iade lâzım gelmez.» Şüphesiz bu itiraz, nakledilen kavî (hakkında bir incelemedir. Zira yukarıda Hidâye şerhlerinden naklen geçen iki fer´î meselenin hükmü imam Kadıhân´ın «el´ Câmiu´s-Sağîr» inde de zikredilmiştir. Zahire´de bunun, imam Muhammed´den rivayet olunduğu bildirilmektedir. Tatarhaniye sahibi onu imam Muhammed´in Asıl namındaki eserine nisbet etmiştir. Şurunbulâli dahi Bahır sahibine tâbi olmuştur. Lâkin o şöyle demektedir: «Meselenin mevzuu hiç bir müctehidi taklit etmeyen ve hiç bir fâkihe sormayan âmmî hakkındadır. Onun namazı sahihtir. Zira içtihat edilen yere tesadüf etmiştir. Ama o kimse Hanefî olursa imamının mezhebine muhalif zanna itibar yoktur. İlh...» ifadesi söz götürür. Çünkü o zaman ikindi ile akşam namazının arasında fark kalmaz. Şâfiî mezhebine göre her ikisi sahihtir. Belki bu ifade Hanefî bir müftüye soran yahut sahih olduğuna inanarak hanefî mezhebine göre ibadeti benimseyen âmmîye hamlolunur ki, evvelce bunu bilmeyip sonradan öğrenmiştir. Onun için Nehir sahibi şu mânâda sözler söylemiştir: Bahır sahibinin «onun imamına mahalif olan reyine itibar yoktur. ilh...» iddiasını kabul etmiyoruz. Çünkü imamı onun reyine itibar etmiş ve onun zannınca vacip olmayan tertibi ondan düşürmüştür. O bunu bilmez de sonradan öğrenirse akşam namazını tekrar kılması lâzım gelmez. Hanefî bir müftüye sorar da tekrarlaması lâzım geldiğine dair fetva verilirse bu fetva sahihdeğildir.» «Zira üzerinde içtihat edilm

Şârihin burada Mücteba´dan naklettiği ibare tertibi düşüren şeylerin beşincisi değildir, çünkü önceki zannın ancak bilmeyenden muteber olacağını biliyorsun. Şârih Müçtebâ´nin sözünü, yukarıda Bahır´dan naklen beyan ettiğimiz, «Mûteber olan zan, tertibi düşüren dördüncü âmil değildir. Zira o unutma hükmüne katılmıştır» ifadesine işaret için nakletmiştir. Yani tertibi düşüren şeyler ancak metin sahiplerinin zikrettikleri üç şeydir.

Kınye sahibinin fecir zamanında bülûğa eren çocuk hakkındaki sözü üzerine Halebî, «Çocuk için bu hükmün verilmesi ekseriyetle ahkâmı bilmediği içindir. Nitekim Nehir´de böyle denilmiştir» diyor. Ben derim ki: Lâkin bu izah açık değildir. Zira sabah namazı bilittifak kazaya kalmıştır. Şu halde onun bilmemesi itibara alınarak tertip nasıl lâzım gelmez? Halbuki bu mesele yukarıda geçen «yahut muteber bir zanda bulunursa» ifadesiyle anlatılan birinci meselenin eşidir. Zâhire göre bu mesele «bilmeyenin zannı mutlak surette muteberdir» sözüne ibtina etmektedir. Nitekim yakında gelecektir.

METİN

Kazaya kalan namazların çokluğu sebebiyle tertip düştükten sonra onların bir kısmını kaza ederek azaltmakla mutemed kavle göre tertibin lüzumu avdet etmez. Zira sâkıt olan bir şey geri dönmez. Keza, tertib bir defa sakıt olduktan sonra diğer tertip düşürenlerle -yani unutmak ve vaktin daralmasiyle- de geri dönmez. Hattâ vakit namazını kılarken vakit çıksa namaz fâsit olmaz. Esah olan kavil budur. Müçtebâ. Lâkin Nehir´de ve Dirâye´den naklen Sırâc´da, «Tertip unutmak veya vakit darlığı sebebiyle düşerde sonra hatırlar ve vakit te müsait olursa bilittifak avdet eder» denilmiştir. Eşbah´da, «sâkıt olan bir şey bir daha geri dönmez» kaidesi beyan edilirken dahi buna benzer sözler söylenmiştir. Tashih edilmelidir. Tertibi terk etmekle namazın aslı -Ebû Hanîfe´ye göre- tertibin vacip olduğunu bilsin bilmesin mevkuf başkasına bağlı olarak bozulur.

İZAH

Kalan namazların bir kısmını kaza etmekle tertip .geri dönmez. Meselâ bir adam kalmış bir aylık namazını kaza eder de bir namaz bırakır ve onu hatırladığı halde vakit namazını kılarsa sahih olur. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. «Kalan namazların bir kısmını» diye kayıtlamasının sebebi, hepsini kaza ettiği takdirde bütün imamlara göre tertip avdet edeceği içindir. Nitekim Kuhistaniye´de böyle denilmiştir.

«Mutemed kavle göre tertibin lüzumu avdet etmez.» iki rivayetin esah olanı budur. Kâfi, Muhti, Mirac ve diğer kitapların sahipleri de bu kavli sahih bulmuşlar hattâ Mirac sahibi ve başkaları «fetva buna göredir» demişlerdir. Bazıları tertibin avdet ettiğini söylemişlerdir. Hidâye sahibi bunu tercih etmiştir. Kâfi ve Tebyin sahipleri ise onu reddetmişlerdir. Bahır´da bu hususta uzun uzadıya söz edilmiştir. Gerçi «sâkıt olan bir şey bir daha geri dönmez» ama kalan namazların hepsini kaza ederse zâhire göre kendisine yeni tertip lâzım gelmez. Buna avdet etti denilmez.

«Hattâ vakit namazını kılarken vakit çıksa namaz fâsit olmaz.» Müçtebâ´nın bu husustaki ibaresişöyledir: «Tertip vaktin darlığından düşer de sonra vakit çıkarsa esah kavle göre artık geri dönmez. Hattâ vakit namazını kılarken çıksa esah kavle göre namazı bozulmaz. Yine esah kavle göre o kimse namazını kaza değil, edâ etmiş olur. Unutmakla düşer de sonra hatırlarsa yine tertip avdet etmez.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Şârihin ibaresindeki «Diraye» den murad: Miracu´d - Diraye adlı kitapdır. Kısaltma için ismin yarısını almıştır. Miracu´d Dirâye Kâfî´nin yazdığı Hidâye şerhidir. Çok defa yalnız Mirâc demekle ihtifa olunur. «Tashih edilmelidir.» Tashih şudur: Vaktin daralması hususundaki hilâf lafzîdir (lâfdan ibârettir). Zira Müçtebâ´da tertibin vakit çıktıktan sonra dönmeyeceği, Diraye´de ise vakit varsa döneceği açıklanmıştır. Binaenaleyh aralarında zıddıyet yoktur. Unuttuktan sonra hatırlama hususunda da öyledir. Çünkü Müçtebâ´nın sözü namazı bitirdikten sonra hatırladığına hamledilmiştir. Şu delil ile ki, on ikili meselelerde «bir kimse namazda iken kazaya namazı kaldığını hatırlarsa; teşehhüt miktarı oturmadan hatırladığı takdirde, namazı bilittifak bozulur. Teşehhüt miktarı oturup selâm vermezden önce hatırlarsa İmam-ı A´zam´a göre bozulur; imameyne göre bozulmaz» diye ittifak etmişlerdir. Dirâye´nin sözü namazdan çıkmadan hatırladığına hamledilmiştir. Bunu Halebî söylemiş; sonra şöyle demiştir: «Tahkik nâm eserde beyan olunduğuna göre vaktin daralması hakikatta tertibi düşürmez. Ancak her iki namazı kılmaktan âciz kalınca kuvvetinden dolayı vakit namazı öne alınır; tertip bâkîdir.» Nitekim bunu Bahır sahibi, Tebyin´den naklen açıklamıştır. Unutma hakkında da bunun mislini söylemek gerekir. Bu izaha göre vakit darlığından veya unutmaktan dolayı kalmış namazla vakit namazının arasındaki tertip düşerse o vakit namazından sonraki hakkında bâkîdir.

«Tertibi terk etmekle namazın aslı Ebû Hanîfe´ye göre mevkuf olarak bozulur.» Musannıf burada Nehir.sahibine tâbi olmuştur. (Bu hatâdır). Doğrusu, «namazın vasfı bozulur» demektir. Bahır sahibi diyor ki: «Namazın farziyeti bozulur diye kaydetmesi Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf´a göre namaz bozulmadığı içindir. İmam Muhammed´e göre ise namaz bozulur. Çünkü tahrîme farz için yapılmıştır. Farziyet bozulunca tahrimede aslından bozulur. Şeyhayn´ın delili şudur: Tahrîme namazın aslı için farz vasfı ile yapılmıştır. Vasfın bozulmasından aslın da bozulması zarureti hâsıl olmaz.» Nihâye´de böyle denilmiştir. Hilâfın faydası, kahkaha ile gülenin abdestinin bozulması meselesinde ortaya çıkar. İnâye´de böyle denilmiştir. H.

«Tertibi terk etmekle namazın vasfı İmam-ı A´zam´a göre mevkuf olarak» -imameyne göre ise kat´î surette- bozulur. Tertibin vacip olduğunu bilsin bilmesin farketmez. Ama Mecma´ şerhinde Muhit´ten naklen buna muhalif olarak «Namaz kılanın zannına göre tertip vacip değilse kıldığı namazı tekrarlamaz. Aksi taktirde bütün kıldıklarını iade eder» denilmiştir. Bahır sahibi bu sözün zaif olduğunu söylemiştir. Fethu´l- Kadîr´de: «İmam-ı A´zam´ın kavlini ta´lil edersek mutlak sözün (yani tertibin vacip olduğunu bilsin bilmesin demenin kat´î olduğu meydana çıkar» denilmiştir. Nehir sahibi bunu tasdik ve kabul etmiştir. Buna itirazla «Bu söz, evvelce geçen "Tertip muteber olan zanla düşer. Bilmeyen unutan hükmündedir..." ifadesine muhaliftir» denilemez. Çünkü bizşöyle diyoruz: Buradaki bir namaz, terk edip de sonra onu hatırladığı halde beş namaz kılan hakkındadır. İmdi buradaki «tertip vâcip değildir» zannı muteber değildir. Zira bu zan ancak fesad zaif olduğu zaman itibara alınır. Nitekim Hidâye şerhleriyle Fethu´l-kadîr´den naklen yukarıda geçti.

METİN

Bu şekilde kılınan namazlar çoğalır da kazaya kalan namazla birlikte altı olurlarsa beşinci namazın -ki kalanların altıncısıdır- vakti çıkmakla sahih oldukları anlaşılır. Zira altıncı namaz vaktinin girmesi şart değildir. Bir kimse bir günün sabah namazını terk ederek geri kalan namazları kılsa güneş doğduktan sonra bu namazlar sahiha inkılâp ederler. Aksi taktirde -yani kalan namazlar altı olmazsa- sahih oldukları anlaşılmaz. Belki nâfile olurlar. Bunlar hakkında; «Bir namaz vardır, beş namazı sahihler, başka bir namaz vardır, beş namazı bozar» denilir.

İZAH

Bu şekilde -yani tertibi terk ederek- kıldığı namazlar çoğalırsa meselâ: Vakit namazını bilerek kazaya kalandan önce kılar ve kalanla birlikte altı namaz olurlarsa bu namazların sahih olduğu meydana çıkar. Bu fer´î mesele yukarıdaki «mevkuf olarak bozulur» ifadesini açıklamak içindir. Şöyle ki: Bir kimsenin -Velev ki vitir olsun- Bir namazı kazaya kalırsa ondan sonra bu namazı hatırlayarak kılacağı her vakit namazı onun kazasına bağlı olmak üzere fâsit olur. Kıldığı namazların sayısı beş olmadan kalan namazı kaza ederse fesat kat´ileşir ve ondan kıldıkları nâfile namaz olur. Beşinci namazın vakti çıkıncaya kadar o kalan namazı kaza etmezse kalanla birlikte bozulanların sayısı altı olur ve hepsi sahiha inkılâp ederler. Çünkü çok oldukları meydana çıkar ve tertibi düşüren tekrar haddine varmış olurlar. Bunun vechi Bahır´da ve diğer kitaplarda beyan olunmuştur.

Malumun olsun ki, Mebsut, Hidâye, Kâfi, Tebyin vs. gibi kitaplarda umumiyetle beyan olunduğuna göre bütün namazların. sahih oluşu terk edilen namazdan başka altı namazın edâ edilmesine bağlıdır. Bahır sahibi bunun hata olduğunu iddia etmiştir. Fethu´l-Kadîr sahibinin tahkikine göre namazların sahih olması altıncı namazın edasına değil, vaktin girmesine bağlıdır. Nehir sahibi de ona itiraz etmiş; «terk edilen namazdan sonra altıncı namaz vaktinin girmesi şart değildir. Muteber olan beşinci namaz vaktinin çıkmasıdır» demiştir. Çünkü bununla kazaya kalanlar altı olur. Nitekim Miracu´d-Dirâye´de açıklanmış; Bilûmum kitaplardaki «altıncı namazın edâsı» ifadesinin behemehal şart olduğu için değil, kazaya kalanlar yüzde yüz altı olsunlar diye zikredildiği de beyan edilmiştir. Şurunbulâlide bunun benzerini Mirac´dan naklen İmadâd´da zikretmiş; Mecma´ar-Rivâyat, Tatarhaniye, Sağnâkî ve Kâdıhan dahi bahis mevzuu etmişlerdir. Bütün bunların hasılı şârih merhumun hülâsa ettiğidir. Şu da varki Nehir´de Mirac´dan naklen, «Beşinci namazı edâ eder de vakti çıkmadan bıraktığı namazı kaza ederse edâ edilen namazların fâsit olmaması gerekirdi. Bilâkis onlar sahih olmalı idi. Zira kaza ettiği câiz olmayarak kılınmıştır. Kalanlar onunla altı olur. Cevap şudur: Vakit bâki oldukça o namazın kazaya kaldığı söylenemez. Çünkü sahih olarak edâ edilmesi ihtimali mevcuttur» denilmektedir.

«Güneş doğduktan sonra bu namazlar sahiha inkılâp ederler.» Yani altıncının vaktinin girmesinebağlı kalmazlar. Altıncı namaz öğledir. Feth´in ibâresi buna muhaliftir. Altıncı namazın edâ´sına da bağlı kalmazlar. Umumiyetle kitapların ifadeleri bunun hilâfını îham etmektedir.

«Bir namaz vardır, beş namazı sahihler ilh...» Bunu Mebsût sahibi söylemiştir. Bu söz altıncı namazın edâsını şart kılan kavle göredir ki, umumiyetle kitaplar bunu tercih ettikleri gibi musannıfda onların yolundan gitmiştir. Bu altıncı namazı edâ edince ondan önce kıldığı beş namaz sahih olur. Beş namazı sahihleyen namaz budur. Kazaya kalan namazı, altıncı namazı edâ etmeden kılarsa önceki beş namaz fâsit olur. «Başka bir namaz vardır, beş namazı bozar» dediği de budur. Beşinci namaz vaktinin çıkmasını itibara alan kavle göre sahihleyen de bozan da bir namaz olup o da kazaya kalandır. Beşinci namazdan sonra vakti çıkmadan bunu kaza ederse ondan önceki beş namaz fâsit olur. Vakit çıkar da o namazı kaza etmemiş bulunursa önceki beş namaz sahih olur. Yani bununla beş namazın sahih olduğu tahakkuk eder. Yoksa hakikatta o namazları sahiha çeviren beşinci namazın vakti çıkmakla kazaya kalan namazların çok olmasıdır. Şârih bu kavli tercih etmiştir.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:25 am GMT +0200
METİN

Bir kimse üzerinde kazaya kalmış namazlar olduğu halde ölür de kefaret verilmesini vasiyet ederse fıtrada olduğu gibi her namaz için bu azabtan yarım sağ verilir. Vitir namazı ile orucun hükmü de böyledir. Kefaret ancak malının üçte birinden verilir.

İZAH

Kazaya kalan namazları velev ki imâ ile olsun edâya muktedir olarak terk ederse vasiyette bulunması lâzım gelir. Aksi taktirde altı namazdan az bile olsa vasiyet lâzım değildir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Buna gücü yetmezse Allah´dan ümit edilen, onun özrünü kabul etmesidir» buyurmuştur. Yolcu ve hasta ramazanda oruç tutamazlar da kaza etmeden ölürlerse hüküm yine budur. Tamamı İmdâd nâm eserdedir.

«Her namaz için buğdaydan yarım sağ (520 dirhem) verilir.» Bunu ölenin velisi yani vasiyet veya veraset sebebiyle malında tasarrufa hakkı olan kimse verir. Ve ölenin vasiyeti varsa malının üçte birinden verir. Vasiyeti yoksa vermesi lâzım gelmez. Çünkü kefaret bir ibadettir. Onda ihtiyar şarttır. Vasiyet etmeyince şart yok demektir. Binaenaleyh imkânsızlık sebebiyle dünya hükümleri hakkında sakıt olur. Kul hakları böyle değildir. Zira onlarda vacip olan hakkın sahibine ulaşmasıdır. Başka bir şey değildir. Onun içindir ki, alacaklı alacak bir şey bulursa hakimin hükmü olmaksızın ve rıza sorulmaksızın alır. Ve bununla vereceği borcundan kurtulmuş olur. İmdâd.

Sonra bilmelisin ki, ölen kimse oruç fidyesi vasiyet ederse kat´î surette câiz olduğuna hükmedilir. Çünkü nâssan delil vardır. Vasiyet etmezse mirasçı kendiliğinden verdiği taktirde imam Muhammed «ez´Ziyadât» nâm eserinde. «İnşaallah kâfi gelir» demiş; kâfi gelmeyi Allah´ın dilemesine bağlamıştır. Zira bu hususta nâs yoktur. Keza namaz fidyesi vasiyet ederse yine Allah´ın dilemesine bağlamıştır. Çünkü ulemamız namazı ihtiyaten oruca kıyas etmişlerdir. Oruç hakkındaki nâssın acizle ta´lil edilmiş olması ihtimali vardır. Böyle olunca illet namaza da şâmildir. Acizle ta´lil edilmemişse verilen fidye başlı başına hayır olur. Ve günahları gidermeğe yarar. Binaenaleyh kendisinde bir şüphe var demektir. Nitekim ölen kimse oruç fidyesi verilmesini vasiyet etmezse hüküm budur. Onun için İmam Muhammed oruç fidyesi verilmesini vasiyet ettiği zaman câiz olduğuna kat´î hüküm vermiş; vasiyet etmediği zaman ve namaz fidyesini vasiyet ettiğinde kat´î bir şey söyleyememiştir. Bundan anlaşılır ki namaz fidyesini vasiyet etmezse şüphe daha kuvvetlidir.

Şunu da bil ki, ulemamızın kitaplarında gerek asıl, gerekse füruğ olarak benim gördüğüm, oruç fidyesini vasiyet etmezse velisinin onun namına teberruda bulunabilmesidir. Veli ile kayıtlanmasından anlaşılıyor ki ecnebinin malından verilmesi caiz değildir. Bunun benzeri ulemamızın şu sözleridir: «Bir kimse farz olan haccını vasiyet ederde vârisi bir hac teberru ederse câiz değildir. Ama vasiyet etmez de vârisi ya kendisi gitmek yahut birini göndermek suretiyle hac teberruunda bulunursa kâfidir.» Bunun zâhirinden anlaşılan, varisden başkası teberru etmiş olsa kâfi gelmemektedir. Evet, Şurunbulâli´nin Nuru´l-İzah adlı eserinin şerhinde «vasi veya ecnebi biri» tabiri kullanılmıştır. Bu meselenin tamamı Şifaü´l-Alîl...» nâm risalemizin sonundadır.

Kefaret buğdaydan veya unundan yahut kavutundan yarım sağ, kuru hurma, kuru üzüm ve arpadan bir sağ veya onun kıymeti verilir. Bize göre kıymetini vermek efdaldir. Çünkü fakirin hacetini daha çabuk bitirir. İmdâd. Sonra yarım sağ; tepelemeye değil, silme olarak dörtte bir şam müddidir nitekim fıtır zekâtında izah edeceğiz. «Vitir namazının hükmü de öyledir.» Çünkü vitir İmam-ı A´zam´a göre amelî farzdır. İmameyn buna muhaliftir. T.

Tilâvet secdesi hakkında vacip olur veya olmaz diye bir rivâyet yoktur. Huccet nâm kitapta böyle denilmiştir. Sahih olan vacip olmamaktır. Nitekim sayrafiyye´de bildirilmiştir. İsmail.

«Kefaret ancak malının üçte birinden verilir.» Yani vasiyet, malının üçte birinden fazla tutsa velînin fazlayı vermesi lâzım gelmez. Ancak varislerin rızasıyle verilebilir. Kınye´de şöyle denilmektedir: «Bir kimse malının üçte birini ömrü boyunca bıraktığı namazlara vasiyet etse de ayrıca borcu bulunsa alacaklısı vasiyetini geçerli saysa bile câiz olmaz. Zira vasiyet borçdan sonra gelir. Câiz görmekle borç sâkıt olmaz.» Aynı kitapta şu da vardır: «Bir kimse ömrü boyunca terkettiği namazlara kefaret vasiyet eder de ne kadar yaşadığı bilinmezse bu vasiyet bâtıldır.» Sonra bu meseleye şöyle bir remiz yapılmıştır: Malının üçte biri namazlara yetmezse caizdir. Fazla gelirse caiz değildir. Öyle anlaşılıyor ki «yetmezse» tâbirinden murad, «kanâatına göre yetmezse» demektir. Çünkü ömrünün bilinmediği farzedilir. Meselâ üçte bir, on seneye kâfi gelir. Halbuki o kimse otuz yıl yaşamıştır. Bu ikinci kavlin vechi meydandadır. Zira üçte bir bütün ömrünün namazlarına yetmeyince vasiyet yüzde yüz bütün malının üçte birinden olur. Ondan fazlası mânâsız kalır. Yetmesi ve artması hâli bunun hilâfınadır. Çünkü namazların miktarı bilinmemesi sebebiyle vasiyetin miktarı da bilinmediğinden vasiyet bâtıl olur.

METİN

Ölen kimse mal bırakmazsa vârisi ödünç olarak meselâ yarım sağ buğday alarak bir fakire verir. Sonra o fakir de vârise verir. Böylece birbirlerine vere vere namazların sayısını tamamlarlar. Ölenin namazlarını onun emri ile vârisleri kaza etse kifayet etmez. Çünkü namaz bedenî bir ibâdettir. Hac böyle değildir. O niyabeti kabul eder. Vâris bir fakire yarım sağdan az buğday verse câiz değildir. Ama hepsini ona verirse câiz olur.

İZAH

Ölen kimse hiç mal bırakmaz yahut bıraktığı mal yetmezse vâris yarım sağ buğday alarak devir yapar. İmdâd sahibi buna, «Yahut hiç bir vasiyette bulunmaz da velî teberru etmek isterse ilh...» cümlesini eklemiştir. Teberru tabiri ile bu işin veliye vacip olmadığına işaret etmiştir. Tebyinü´l-Muharim adlı eserde bu nassan bildirilmiş ve şöyle denilmiştir: «Ölen kimse vasiyet etse bile devir yapmak veliye vacip değildir. Çünkü bu, teberru yapmasını vasiyettir. Ölen şahsa vacip olan, malının üçte biri devre yetecekse miktar vasiyette bulunmasıdır. Daha azını vasiyet eder de devir yapılmasını ister ve üçte birin geri kalanını varislerine bırakır veya başkalarına teberru ederse üzerine vacip olanı terk ettiği için günahkâr olur.» Zamanımızda yapılan vasiyetlerin hâli bundan anlaşılır. Adamın zimmetinde bir çok namaz zekât, kurban ve yemin gibi şeyler vardır. Bunlar için az bir miktar para vasiyet eder. Vasiyetin büyük bir kısmını hatim ve tehlil okunulmaya tahsis eder. Halbuki ulemamız bu gibi şeylere vasiyetin sahih olmadığını, dünyalık bir şey için Kur´ân okumanın caiz olmadığını bundan alanın da verenin de günahkâr olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu, Kur´ân okumak için ücretle adam tutmaya benzer. Sırf bu maksatla adam tutmak câiz değildir. Binaenaleyh ona benzeyen de caiz olmaz. Nitekim mezhebimizin bir çok meşhur kitaplarında bu açıklanmıştır. Müteehhirin ulema, ücretle adam tutmaya ancak Kur´ân öğretmek için cevaz vermişlerdir. Okumak için cevaz vermemişlerdir. Onlar bu işi zaruretle ta´lil etmişlerdir. Bu zaruret de Kur´ânın zayi olması korkusudur. Kur´ân okumak için ücretle adam tutmanın câiz olmasında bir zaruret yoktur. Nitekim ben bunu «Şifaü´l-AIîI...» de izah ettim. Bunun bir kısmı inşallah fâsit icare bâbında gelecektir.

Devir yapmak için ölenin varisi ödünç olarak meselâ yarım sağ buğday veya onun kıymetini alır. En iyisi ölenin namaz borcunu hesap ederek ona göre ödünç almaktır. Her ay veya her sene için yetecek miktar takdir edilir. Yahut erkek için oniki, kadın için dokuz sene çıkarıldıktan sonra kalan bütün ömrü hesap olunur. Zira oniki erkek için, dokuz da kadın için en az büluğ müddetidir. Gündüzle gecede altı namaz hesabiyle aylık veya senelik namazların kıymeti üzerinden tutarını bir fakire verir. Sonra ondan tekrar hîbe olarak alır. Sonra bu alma-vermeler kalan namazlar sayısınca tekrar edilir. Devir aylıksa her defasında bir aylık, senelik ise bir senelik kefaret ödenmiş olur. Bundan sonra devre oruç kefareti, daha sonra kurban daha sonra yemin için devam edilir. Yalnız yemin kefaretinde on fakir bulmak gerekir. Çünkü bir fakire birgün için yarım sağdan veya onun kıymetinden fazla bir şey vermek sahih olmaz. Zira yeminde sayı, nassan bildirilmiştir. Namaz fidyesi öyle değildir. Birkaç namazın fidyesini bir fakire vermek câiz değildir. Nitekim gelecektir.

Ulemanın sözlerinden anlaşıldığına göre ölen kimsenin zekât borcu varsa vasiyetsiz bu borç sâkıtolmaz. Çünkü fukaha onun vasiyetsiz vacip olmamasını, niyetin şart olmasiyle illetlendirmişlerdir. Zira zekât bir ibâdettir. Onda hakikî veya hükmî bir fiil bulunması mutlaka tâzımdır. Binaenaleyh bu hususta vâris ölenin yerini tutamaz. Sonra Sirâc´ın oruç bâbında «Varisin ölen namına zekât teberru etmesi câizdir» şeklinde bir açıklama gördüm. Bu açıklamaya göre velînin zekât için de devir çevirmesinde beis yoktur. Bütün bunlar tamam olduktan sonra o maldan veya ölenin vasiyet ettiğinden fakirlere bir şey vermek gerekir.

Ölenin vasiyeti üzerine, kalan namazlarını vârisinin kılması câiz olmadığı gibi; kalan orucunu tutması da câiz değildir. Yalnız namaz kılar ve oruç tutar da sevabını ölene bağışlarsa caizdir. Çünkü bizim mezhebimize göre bir kimse amelinin sevabını başkasına bağışlayabilir. Nitekim başkası nâmına yapılan hac bâbında inşallah görülecektir. Çünkü hac, bedenle maldan mürekkep bir ibâdet olduğundan niyabet kabul eder. ibadetler biri malî, biri bedenî biri de hem malî hem bedenî olmak üzere üç nevidir. Malî ibâdetler zekât gibidir. Bunlarda gerek kudret gerekse acz halinde niyabet sahihtir. Bedenî ibadetler namaz ve oruç gibi olup bunlarda niyâbet mutlak surette sahih değildir. Hem malî hem bedenî ibadetler hac gibidir. Bu ibâdet nâfile olursa niyabet mutlak surette caiz; farz olursa ancak ölünceye kadar devam eden bir hastalık sebebiyle sahih olur. Nitekim başkası namına yapılan hac bâbında gelecektir.

Bir fakire yarım sağdan az buğday vermek câiz değildir. Bu husustaki iki kavilden biri budur. Bunları Tatarhaniye sahibi tercih yapmaksızın nakletmiştir. Bahır sahibinin sözünden anlaşıldığına göre kendisi buna itimad etmiştir. İki kavlin birincisi sadaka-i fıtırda olduğu gibi câiz olmasıdır.

METİN

Bir kimse hastalığında namazı için fidye verse sahih olmaz. Oruç bunun hilâfınadır. Kazaya kalan namazları fevran (acele) ödemek vacip ise de çoluk çocuğun nafakasiyle uğraşmak, esah kavle göre hâcet peşinde koşmak gibi bir özürden; secde-i tilâvet ve nezir-i mutlaktan dolayı geciktirilmesi câizdir. Ramazanın kazası ise geniş vakitte caizdir. Ama Hulvani onun da acele vacip olduğunu söylemiştir. Dar-ı harpte müslüman olan bir harbî bir müddet orada kalırsa şer´î hükümleri bilmediğinden dolayı mazur olur. Üzerine kaza dahi lâzım gelmez. Çünkü hitap ancak ilimle veya ilmin delili ile lâzım gelir. Bunlardan biri bulunmamıştır. Nitekim dininden dönen bir kimse mürtedliği zamanındaki namazlarını kaza etmediği gibi daha önce kıldığı namazlarını da kaza etmez. Bundan yalnız hac müstesnadır. Zira o kimse irtidat etmekle aslî kâfir gibi olur.

İZAH

Tatarhaniye´de Tetimmeden naklen bildirildiğine göre Hasan b. Ali´ye, ölüm döşeğinde iken «namaz için fidye vermek câiz midir?» diye sorulmuş da, (hayır) cevabını vermiş. İmam Ebû Yusuf´a, Şeyhu Fâni (yani geçkin ihtiyar) nin oruç için sağlığında fidye verdiği gibi namazlar için de verip vermeyeceği sorulmuş; O da «Hayır» cevabını vermiştir. Kınye´de «hayatta iken namaz için fidye yoktur, oruç böyle değildir» denilmektedir.

Ben derim ki: Bunun veçhî şudur: Nas yalnız, şeyhu fâni hakkında vârid olmuş; oruç tutmayıphayatta iken fidye vermesi meşru kılınmıştır. Hattâ hasta veya yolcu oruç tutmazlarsa başka günlerde tutmaları lâzım gelir. Başka günlere yetişemezlerse kendilerine bir şey lâzım gelmez. Şayet yetişir de tutmazlarsa yetiştikleri günler için fidye verilmesini vasiyet etmeleri lâzımdır. Ulemanın söyledikleri budur. Bu sözün muktezası, Şeyhu fani olmayanların hayatta iken oruçları için fidye vermeye hakkı olmamalarıdır. Çünkü bu bâbta delil yoktur, Namaz da onun gibidir ki vechi şu olsa gerekir: O kimse imkân bulduğu zaman namazını kaza etmeğe memurdur. Fidye veremez. Meğer ki ölerek kaza etmekten âciz kaldığı tahakkuk etsin. Bu taktirde fidye verilmesini vasiyet eder. Şeyhu fâni böyle değildir. Onun orucu edâ ve kaza etmekten aczi, ölmeden tahakkuk etmiştir. Binaenaleyh sağlığında fidyesini verir. Ama namazdan aczi tahakkuk etmiş değildir. Zira gücü yettiği şekilde velev ki başiyle îmâ ederek olsun namazını kılar. Buna da gücü yetmezse kalan namazlar çoğalınca kendisinden sâkıt olurlar. imkân bulduğu zaman kazaları lâzım gelmez. Nitekim hastanın namazı bâbında gelecektir. Bu izahımızdan anlaşılır ki şârihin «oruç bunun hilâfınadır» yani «onun için sağlığında fidye verebilir» sözü, Şeyhu fâniye mahsustur.

Tertibi düşürecek kadar çok olan kaza namazlarını çoluk çocuğun nafakası vesair ihtiyaçlar sebebiyle geciktirmek câizdir. Her gün evvelâ çalışır sonra kılabildiği kadar kaza kılar. Namazları bitinceye kadar bu şekilde hareket eder. Nâfile namazlara gelince: Bu bâbta, Muzmirat´ta şöyle denilmiştir: «Geçmiş namazların kazasiyle meşgul olmak nâfilelerden daha evlâ ve mühimdir. Bundan yalnız farz namazların sünnetleriyle kuşluk ve tesbih namazları, bir de hakkında hadis rivayet edilen namazlar müstesnadır» T. Hakkında hadis rivayet edilen namazlar tahiyye-i mescid, ikindinin sünneti ve akşam namazından sonra altı rekat olarak kılınan sünnettir.

Secde-i tilâvet, namaz dışında geciktirilebilir. Namaz içinde ise hemen yapılması gerekir. Hılye´nin secde-i tilâvet bahsinde Zâhidî şerhinden naklen şöyle denilmektedir: «Bu secdeyi namazda derhal edâ gerekir. Ebû Yusuf´a göre namaz dışında da öyledir. İmam Muhammed´e göre namaz dışında geciktirilebilir. Namaz, oruç, kefaret, nezir-i mutlak, zekât, hac vesair vacipler hususunda ki hilâf da böyledir. İmam-ı A´zam´dan iki rivâyet! vardır. Bazılar «Namazın kazası bilittifak geciktirilebilir» demişlerse de esah olan bunun aksidir.» Vakit tayin edilerek yapılan muayyen nezri ise muallak (yani vakte bağlı) olduğu taktirde vaktinde yapmak vaciptir. Vakti geçince yapılırsa kaza olur. T.

«Ama Hulvanî onun da acele olduğunu söylemiştir.» Bahır´da bundan sonra şöyle denilmiştir: «Valvalci´nin oruç bahsinde bildirdiğine göre orucun kazası (hemen lâzım değil) gecikme ile câizdir. Namazın kazası ise hemen tâzım gelir. Meğer ki bir özür ola.» «Çünkü hitap ancak ilimle veya ilmin delili ile lâzım gelir.» Dar-ı harpte müslüman olan kimseye namaz hükümlerini bir kişi ulaştırırsa imameyne göre terkettiği namazları kaza etmesi gerekir. İmam-ı A´zam´dan nakledilen iki rivayetin biri de budur. İmam Hasan´ın naklettiği diğer rivayete göre haberi iki müslüman âdil erkek veya bir erkekle iki kadın ulaştırmadıkça koza etmesi tâzını gelmez.

Adâlete gelince: Mebsut´ta «imameyne göre adalet şarttır.» denilmiştir. Ebû Cafer´in Garibü´r-Rivâye adlı eserindeki rivâyete göre imameyn adaleti şart koşmamışlardır. Hattâ okimseye namazı, fâsık bir adam veya çocuk, yahut kadın veya köle dahi haber verse namaz kılması lâzım gelir. Tatarhâniye.

İlmin delili: O kimsenin islâm memleketinde bulunmasıdır. Çünkü farz olan şeyler orada şöhret bulmuştur. Binaenaleyh orada müslüman olan bir kimsenin terkettiği namazları kaza etmesi lâzımdır. Mürted (yani islâm dininden dönen) bir kimse mürtedliği zamanında kalan namazlarını kaza etmediği gibi daha önce kıldıklarını da iade etmez. Bundan yalnız hac müstesnadır. Zira Haccın vakti bütün ömürdür. Dinden dönmekle hac bâtıl olduğundan, sonra müslüman olarak vaktine erişince tekrarlanması lâzım gelir.

«Zira o kimse irtidat etmekle aslî kâfir gibi olur.» Aslî kâfir olan bir kimse müslüman olunca kâfir iken kılmadığı namazları kaza etmesi lâzım gelmez. Çünkü bize göre kâfirler şeriatlarla muhatap değillerdir. (Onlar asıl îmanla muhataptırlar). Nitekim Fethu´l - Kadîr´de beyan edilmiştir. Kâfire müslüman olduktan sonra vaktine yetiştiği namazları kılmak vaciptir. Haccın vakti bâkîdir. Binaenaleyh haccetmesi tâzım gelir. Nasıl ki hangi namaz vaktinde müslüman oldu ise o vaktin namazını edâ etmesi gerekir. Mürted de öyledir.

METİN

Onun içindir ki bir farzı edâ eder de arkasından dinden döner ve vakit içinde tövbe eder (yani müslüman olur)se o farzı tekrar kılması lâzım gelir. Çünkü dinden dönmekle bâtıl olmuştur. Allah-ü Teâlâ «Her kim îmana küfür ederse muhakkak ameli bâtıl olur» buyurmuştur. Şâfiî «kâfir olarak ölürse» âyeti kerimesiyle istidlâl ederek muhalefette bulunmuştur. Biz deriz ki: Bu âyet iki amel ve iki ceza ifade eder. Cezaların biri amelin bâtıl olması, diğeri cehennemde ebedî kalmaktır. Amelin bâtıl olması, dinden dönmekle, cehennemde ebedî kalmak ta, mürted olarak ölmekledir. Bu bellenmelidir.

Fer´î Meseleler: Bir çocuk yatsı namazından sonra bülûğa ererek fecir doğduktan sonra uyansa yatsıyı kaza etmesi lâzım gelir. Bir kimse sağlamken terkettiği namazı hastalığında teyemmüm ve îma ile kılsa sahih olur. Kıldığı sahih olursa onu iade etmez. Kazaya kalan namazlar çok olursa «ilk kazaya kalan» yahut «son kazaya kalan öğleye» diye niyet eder. İki ramazandan kalan oruçlara dahi böyle niyet edilir. Esah olan kavil budur. Namazı kaza ettiğini başkasına bildirmemek gerekir. Çünkü namazı geciktirmek günahtır. Onu meydana çıkarmamalıdır.

İZAH

İmam Şâfiî´ye göre kılınan farzın tekrarı lâzım değildir. Şâfiî, «iade lâzım gelmez çünkü âyette amelin bâtıl olması mürted olarak ölmeye bağlanmıştır» diyor. Bizim cevabımızın hülâsası şudur: Teâlâ hazretlerinin, «Sizden her kim dininden döner de kâfir olarak ölürse işte böylelerin amelleri dünyada ve âhirette bâtıl olur. Ve böyleleri cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır» ayeti kerimesinde iki amel zikredilmiştir. Bunların biri dinden dönmek, diğeri ölünceye kadar mürtedlikte devam etmektir. Ayette iki de ceza zikredilmiştir. Ve bunlar leffü neşir müretteb yolu ile amellere tevzi olunmuştur. Yani amellerin batıl kılınması dinden dönmenin, cehennemde ebedîkalmak ta mürted olarak ölmenin cezasıdır.

T E N B İ H: Dinden dönmenin cezası dünya ve âhirette amellerin bâtıl olmasıdır. Bize göre velev ki mürted olarak ölmesin. Bunun müktezası, o kimse müslüman olursa evvelce kazandığı sevapların avdet etmemesidir. Aksi taktirde cevaplar mürtedliğin ve mürted olarak ölmenin beraberce cezası olur. Nitekim Şâfiî rahimellah böyle demektedir.

Bahır´da ve Tatarhaniye´den naklen Nehir´in mürted bâbında tetimmeye nisbet olunarak şöyle denilmiştir: «Mürted tevbe ederse ulemamızdan Ebû Ali ile Ebû Haşim sevaplarının avdet edeceğini söylemişlerdir. Ebû Kasım el Ka´bî, «Avdet etmez» demiştir.

Biz de diyoruz ki: Bâtıl olan sevabı avdet etmez. Ama evvelce yaptığı taatı bundan sonraki sevabına tesir ederek avdet eder.» Bundan sonraki sevabına tesir etmenin mânâsı herhalde, «İslâma döndükten sonra Allah onun tâatına yeni bir sevap verir. Bu sevap bâtıl olan sevap değildir demek olacaktır. Yahut sevap, tâatın sayılması ve geçerli olması, ikinci defa yapılmasının istenmemesi mânâsınadır. Velev ki biz onun bâtıl olduğuna hükmetmiş olalım. Çünkü bu, Allah´ın ihsan buyurduğu bir fazilettir.

Şimdi şu kalır: Acaba mürted tekrar müslüman olunca dinden dönmezden önceki günahları sâkıt olur mu? Hâniye´den naklen yukarıda arzettiklerimize göre sâkıt olmaz. Muhakkık ulemadan birçoklarının kavli de budur. Umumiyetle fukahaya göre ise sâkıt olur. Nitekim bunu Kuhistani mürted bâbında açıklamıştır. Zâhir olan da budur. Çünkü bir hadis-i şerifte, «İslâm kendinden öncekini keser» buyurulmuştur. Bu hadisin umumi mürtedin müslümanlığına da şâmildir. Lâkin müslüman iken terkettiği namazların kazası lâzım geldiği hususunda hilâf olmamak gerekir. Hilâf ancak geciktirme günahın sükut edip etmeyeceğinde ve kul haklarından olan borcu uzatma hususundadır. Tahkiki inşallah yerinde gelecektir.

Yatsı namazını kıldıktan sonra uyku hâlinde bulûğa eren çocuk fecir doğduktan sonra uyanırsa yatsıyı kaza eder. Çünkü onun kıldığı yatsı nâfile namazdır. Yatsının vakti içinde bülûğa erince bu namaz kendisine farz olur. Zira uyku onun mükellef ve muhatap olmasına mani değildir. Binaenaleyh muhtar olan kavle göre kaza etmesi lâzım gelir. Onun için fecirden önce uyanırsa bilittifak o namazı tekrarlaması icabeder. Nitekim namaz bahsinin başında Hülâsa´dan naklen arzetmiştik. Zahîriyye´de şöyle deniliyor: «İmam Muhammed bin Hasan´dan rivâyet olunduğuna göre kendisi ilk defa ihtilâm olduğunda İmam-ı A´zam´a gelerek «Geceleyin yatsıyı kıldıktan sonra bulûğa eren çocuğa ne dersin? onu tekrar kılacak mı?» diye sormuş. Hazreti İmam (evet) deyince İmam Muhammed hemen mescidin bir köşesine giderek yatsıyı kaza etmiş. Bu onun, İmam-ı A´zam´dan öğrendiği ilk mesele olmuş. İmam-ı A´zam onun, ilmiyle amel ettiğini görünce anlamış ve «Bu çocuk işe yarar» demiş. Öyle de olmuştur.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

«Bir kimse sağlamken terkettiği namazı hastalığında teyemmüm ve îmâ ile kılsa sahih olur.» Çünkü kendisi o namazı o vakitte kılmakla memurdur. Binaenaleyh gücü yettiği şekilde kılması lâzım gelir. Ama özür yoksa kazaya kalan namazı kaldığı sıfatla kılması icap eder. Onun için yolcu, evinde iken kalan dört rekatlı namazını dört olarak kıldığı gibi mukim olan da seferde iken kalan namazını iki rekat olarak kaza eder. Çünkü kaza edâya benzer. Yalnız zaruret dolayısiyle ondan ayrılır. Kazaya kalan namazların çokluğuna misal: Perşembe, cuma ve cumartesi günlerinin namazlarını kılamamaktır. Bunları kaza ederken mutlaka tayin lâzımdır. Zira perşembenin sabah namazı cumanın sabah namazından başkadır. İşi kolaylaştırmak isterse meselâ. «İlk kazaya kalan sabah namazına» diye niyet eder. Çünkü onu kılınca ondan sonraki sabah namazı ilk kalan olur. Yahut son kazaya kalan sabah namazına diye niyetlenir. Zira ondan önceki sabah namazı da son olur. Tertibin aksine hareket etmek zarar etmez. Çünkü tertip, kazaya kalan namazların çokluğu ile sâkıt olmuştur. Bazıları bir ramazanın günlerinde olduğu gibi burada da tayin lâzım gelmediğini söylemişlerdir. Musannıf kitabın sonundaki muhtelif meseleler bâbında Kenz´e tâbi olarak bunu tercih etmiştir. Kuhistani dahi Münye´den naklen bu kavlin sahih olduğunu bildirmiştir. Lâkin Eşbah sahibi bunu müşkil saymış «bu ulemamızdan Kâdıhan ve başkalarının söylediklerine muhaliftir. Esah olan, tâyinin şart kılınmasıdır» demiştir.

Ben derim ki: Keza Mülteka´da da bu kavil sahih bulunmuştur. Bu daha ihtiyattır. Fethu´l-Kadîr sahibi kesin olarak buna kail olmuştur. Nitekim niyet bahsinde arzetmiştik. Burada Dürer sahibi dahi bu kavle cezm etmiştir.

«iki ramazandan kalan oruçlara da böyle niyet edilir.» Çünkü her ramazan ayı, kendi orucunun sebebidir. Binaenaleyh iki günün öğle namazları gibi olur. Bir ramazandan kalan iki gün böyle değildir. Onları kaza ederken birinci veya ikinci gün diye tayin etmese de niyet sahihtir.

«Namazı kaza ettiğini başkasına bildirmemek gerekir.» Ezan bâbında görmüştük ki kaza namazını mescidde kılmak mekruhtur. Şârih onu burada olduğu gibi «namazı geciktirmek günahtır. Binaenaleyh bunu meydana çıkarmamalı» diyerek ta´lil etmişti. Bundan anlaşılıyor ki, mescidde olsun başka yerde olsun memnu olan, başkasının bilmesidir. Nitekim, Mineh´te beyân edilmiştir.

Ben derim ki: Zâhire göre buradaki «gerekir» sözü «vaciptir» mânâsınadır. Ve karahet-i tahrîmidir. Çünkü günahı meydana çıkarmak günahtır. Bu bâbta Buhari ile Müslim´in rivâyet ettikleri bir hadiste, «Ümmetimin her ferdi afvolunur. Yalnız günahı âşikâre yapanlar müstesnâdır. Kişinin geceleyin bir iş yaparak -Allah onu ört bas etmişken- sabahleyin «ben akşam şöyle yaptım» demesi, âşikâreciliktir. Bu adam, Rabbi kendisini ört bas ederek yatmış; sabahleyin Allah´ın ört bas ettiğini meydana çıkararak kalkmıştır» buyurulmuştur. Allah´u âlem.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:26 am GMT +0200
SECDE-İ SEHİV BÂBI



METİN

Secde-i sehiv terkibi sebebine izafet kabilindendir. Musannıfın bu bâbı kaza namazlarının peşinden zikretmesi, bu da elden kaçırılan şeyleri ıslah için meşru olduğundandır. Fukahâya göre unutmakla yanılmak ve şek aynı mânâya gelirler. Zan. tercih edilen taraf; vehim ise tercih edilmeyen taraftır. Sehiv için bir tarafa selâm verdikten sonra iki secde vaciptir. Selâmı yalnız sağ tarafına verir, zira malûm olan budur. Esah olan kavle göre namazdan çıkmak bununla hâsıl olur. Bunu Bahır sahibi Mücteba´dan nakletmiştir. Bu izaha göre bir kimse iki tarafına selâm verirse kendisinden secde-i sehiv sâkıt olur. Selâm vermeden secde ederse câiz fakat kerahet-i tenzihiye ile mekruh olur. İmam Malik´e göre, secde noksandan dolayı ise, selâmdan önce; ziyadeden dolayı ise selâmdan sonra yapılır. Ve kaf kafla, dal dal ile ölçülür.

İZAH

Secde-i sehiv terkibi bir izafettir. Ve hükmü sebebine izafe etmek kabilindendir. İnaye´de şöyle denilmiştir: «İzafetlerde asıl olan hükmü sebebine izafettir. Çünkü izafet ihtisas içindir. Bunun en kuvvetlisi müsebbibin sebebine ihtisasıdır.» Lâkin buna şöyle itiraz edilmiştir: «Secde hüküm değildir. O hükmün taallûk ettiği şeydir. Burada hüküm vücûptur.» Bu itiraza da, «İbârede muzâf takdir edilir. Yani secde-i sehivin vücûbu mânâsınadır» diye cevap verilmiştir.

«Elden kaçırılan şeyler» den murad; vaciplerden yerinde yapılmayıp terk edilenlerdir. Nitekim namazları kaza dahi vakti geçenleri sonradan kılmakla elden kaçırılanları ıslâh için meşru olmuştur. Fukahaya göre yanılmak, unutmak ve şek aynı mânâya gelirler. Ama şek´i bunlara katmak söz götürür. Bahır´da Tahrir´den naklen şöyle denilmiştir: «Lügatta unutmakla yanılmak arasında fark yoktur. Unutmak hâcet vaktinde bir şeyi hatırlayamamaktır.» Remlî diyor ki: «Cemiu´l-Cevâmi´de beyan edildiğine göre yanılmak, bilinen şeyden gaflet etmektir ki, sahibi en küçük bir tenbih ile kendine gelir. Unutmak ise bilinen şeyin yok olmasıdır.» Hekimler yanılmayı, «Bir şeyin sureti hafızada kalmak şartiyle kuve-i müdrikeden (anlayan kuvvetten) silinmektir» diye tarif etmiş; «unutmak ise bir şeyin suretinin hem hâfızadan hem müdrikeden silinmesidir» demişlerdir ki, o zaman o sureti elde etmek için yeni bir sebebe ihtiyaç hâsıl olur.

«Zan, tercih edilen taraf, vehim ise tercih edilmeyen taraftır.» Bu sözün hâsılı şudur: Hatıra gelen bir şey yakin (yani yüzdeyüz) derecesine varırsa ona ilim (bilgi) denilir. İki tarafı müsâvi olursa şek adı verilir. Bir tarafı tercih edilirse ona zan, tercih edilmeyen tarafa da vehim derler. Tercih fazla fakat kesinlik derecesine varmazsa buna da galebe-i zan (kanaat getirme) denir.

Muhit´te Kudurî´den naklen secde-i sehivin sünnet olduğu bildirilmiştir. Fakat zâhir rivayete göre vaciptir. Bu, Hidâye ve diğer kitaplarda sahih kabul edilmiştir. Çünkü secde-i sehiv namazda hâsıl olan bir noksanı tamamlamak için meşru olmuştur. Binaenaleyh Hacdaki ceza kurbanları ki bu da vaciptir. Sahih hadislerde emir edilmesi ve Peygamber (s.a.v.)´in devam buyurması da bunu gösterir. Ulemanın sözlerinden anlaşıldığına göre secde-i sehiv yapmayan kimse hem vacibi hem de secde-i sehvi terk ettiği için günahkâr olur. Bahır. Ama bu iddia söz götürür. Belki sadecetamamlayıcıyı yani secde-i sehvi terk ettiği için günahkâr olur. Çünkü yanılana günah yoktur. Evet, kasten terk ederse günaha gireceği meydandadır. Bu günahın sevdeyi iade ile ortadan kalkması gerekir. Nehir.

Sehiv için bir tarafa selâm verilmesi cumhur ulemanın kavlidir ki, Şeyh´ul-İslâm ile Fahru´l-İslâm´da bunlar meyânındadır. Kâfi´de, «Doğrusu budur. Cumhur bunu tercih etmişlerdir. Asıl´da İmam Muhammed de buna işâret etmiştir» denilmiştir. Şu kadar varki Fahru´l-İslâm bu selâmın başını çevirmeden yüzünün olduğu tarafa verilmesini tercih etmiştir. Bazıları iki selâm verileceğim söylemişlerdir. Semsü´l - Eimme ile Fahru´I - İslâm´ın.kardeşi Sadru´l - İslâm bu kavli tercih etmişlerdir. Hidâye, Zahîriye, Müfid ve Yenâbi´ sahipleri bunu sahih bulmuşlardır. Münye şerhinde böyle denilmiştir. Bahır´da «Bu kavli Bedâyi sahibi ulemanın umumuna nisbet etmiştir. Şu halde cumhurdan nakledilen kaviller birbirine zıddır» deniliyor

Hılye´de beyan edildiğine göre Kerhi, Fahru´l-islâm, Şeyhu´l-islâm ve izah sahibi secde-i sehiv için bir selâm verilmesini tercih etmişlerdir. Muhit sahibi bu kavlin en doğru olduğunu. Kâfi sahibi ise doğru olduğunu söylemişlerdir. Fahru´l-İslâm «Bu izaha göre bu selâmı verirken başını çevirmemek gerekir. Yani yüzünün olduğu tarafa bir defa selâm verir. Bu kavli tercih edenlerden Fahru´l-İslâm´dan başkalarına göre hassaten sağ tarafına bir defa selâm verir» demiştir. Hâsılı, bir selâm verir diyenler, sağ tarafına vereceğini söylemişlerdir. Yalnız Fahru´l-İslâm yüzünün baktığı tarafa vereceğine kâil olmuştur. Hidâye şerhlerinde de Mirac, İnâye ve Fethu´l-Kadîr´de olduğu gibi bu açıklanmıştır.

Bahır sahibinin Mücteba´dan naklettiği ibare şöyledir: «İtimada şayan olan kavil Mücteba´nın sahih gördüğüdür ki, o da yalnız sağ tarafına selâm vermesidir.» Bahır sahibi ve ona uyarak Nehir sahibi ve başkaları bunun üçüncü bir kavil olduğunu sanmışlardır. Buna sebep, ikinci kavli tercih edenlerin hepsinin «selâmı yüzünün baktığı tarafa verir» demeleridir. Halbuki bildiğin gibi bunu yalnız Fahru´l-İslâm söylemiştir. Şu halde bu sözü Müctebâ´ya nisbet etmeğe hâcet yoktur ki «Müctebâ´nın sahih kabul etmesi cumhurun kavline uymuyor. Cumhurun kavli daha çok sahih kabul edilmiş onun hakkında daha doğrudur denilmiştir» şeklinde bir itiraz varid olabilsin!..

«Bu izâha göre bir kimse iki tarafına selâm verirse kendisinden secde-i sehiv sâkıt olur.» Bahır sahibi bu sözü dördüncü bir kavil olarak izah etmiştir. Nehir sahibi ise bunun, «bir selâm verir» kavline göre yazılmış fer´î bir mesele olduğunu daha uygun görmüştür. Kitabımızın Şârihi de ona uymuştur. Bunu şu da te´yid eder: «Bir selâm verir» sözünü izah ederken ulema, «Birinci selâm iki şeye yarar. Birincisi namazdan çıkmak ikincisi tahiyyedir. İkinci selâm ise yalınız tahiyyeye yarar. (Yani kalan cemaatı selâmlamak içindir). Zira namazdan çıkmak tekerrür etmez. Burada tahiyye mânâsı selâmdan ayrılır. Çünkü selâm ihramı keser. Binaenaleyh ikinci selâm abes olur...» demişlerdir. Hılye sahibi bu sözü Fahru´l-İslâm´a nisbet ettikten sonra şunları söylemiştir. «Ama bir kimse iki selâm verirse ihramı kesmiş olur. Hatta ondan sonra secde-i sehiv yapmaz. Nitekim Zâhire sahibi bunu Şeyhu´l-İslâm´dan nakletmiş, Kâfi sahibi ile başkaları da bu yoldan gitmişlerdir.» Mirac´da şöyle deniliyor: «Şeyhu´l-İslâm, «Bir kimse iki selâm verirse ondan sonra secde-i sehiv yapmaz; çünkü bu konuşmak gibidir» demiştir.»

Ben derim ki: Bu izaha göre ikinci selâmı terketmek vâcip olur. «Selâm vermeden secde ederse caiz fakat kerahet-i tenzihiye ile mekruh olur.» Zâhir rivayet budur. Muhit´te beyan edildiğine göre ulemamızdan, bunun kâfi gelmediği rivayet olunmuştur. Secdeyi iade eder. Bahır. «Kaf kafIa, dal dal ile ölçülür» cümlesi buradaki arapça ibareye göre söylenmiştir. İbarede «kable» ve «ba´de» sözleri vardır. Kabl: önce; ba´de; sonra mânâsınadır. İmam Malik; «secde noksandan dolayı yapılırsa selâmdan önce, ziyadeden dolayı ise selâmdan sonra yapılır» demiştir. Buna bakarak şârih ediyor ki: Kable kelimesinin «kaf» ını noksan kelimesinin «kaf» ı ile karşılaştıracak ve noksandan dolayı secde edeceksen selâmdan önce yapacaksın. Keza ba´de kelimesinin «dal» ını da ziyâde kelimesinin «dal» ı ile karşılaştıracaksın. Ve ziyadeden dolayı secde edeceksen selâmdan sonra yapacaksın!. Bu suretle secde-i sehivi ne zaman selâmdan önce ne zaman sonra yapacağını anlamış olacaksın (bu şöyle kısaltılabilir: Noksan = kabl, Ziyade = ba´de).

METİN

Vakit elverişli olursa teşehhüt ve selâm da vacip olur. Çünkü secde-i sehiv teşehhüt okumayı kaldırır; ka´de (oturuş) kuvvetli olduğundan onu kaldıramaz. Namaz secdesi böyle değildir. O hem teşehhüdü hem de ka´ deyi kaldırır. Muhtar kavle göre tilâvet secdesi de öyledir. Yine muhtar kavle göre son oturuşta Peygamber (s.a.v.)´e salavât getirir ve dua okur. Bazıları ihtiyaten her iki oturuşta okuyacağını söylemişlerdir. Sabah namazında iken güneş doğar yahut ikindiyi kaza ederken güneşin rengi kızarırsa veya selâm verdikten sonra namaza binâ etmeğe mânî bir hali zuhur ederse secde-i sehiv sâkıt olur. Fetih. Kınye´de «Nâfile namazı yanıldığı farz üzerine binâ ederse secde etmez» denilmiştir.

İZAH

Vakit o namazı kılmağa elverişli olursa teşehhüdü okumak ve selâm vermek vacip olur. Çünkü secde-i sehiv teşehhüd okumayı kaldırır. Hattâ bir kimse iki sehiv secdesini yaparak başını kaldırdığı gibi selâm verse namazı sahih olur. Ama vacibi terk etmiş sayılır. Secde-i sehiv selâmı da kaldırır. İmdâd. Ka´de daha kuvvetli olduğundan onu kaldıramaz. Zira o farzdır. Namaz secdesi ise ka´de ile teşehhüdün ikisini de kaldırır. Zira o rükün olduğu için ikisinden de kuvvetlidir. Ka´de, rükünleri tamamlamak için meşru olmuştur. İmdâd. Yahut namaz secdesi aslî rükûn, ka´de zâid (fazladan) rükündür. Nitekim namazın sıfatı bahsinde geçmişti. Yahut şöyle denilebilir: Ka´de ancak rükünlerin sonunda olur ondan sonra namaz secdesi yapılırsa son olmaktan çıkar.

«Tilâvet secdesi de öyledir.» Çünkü kırâatın eseridir. Kırâat ise rükündür. Binaenaleyh o da secdeden sonra kıraat hükmüne geçer. Bahır. Secde etmezden önce vaciptir. Hattâ secde etmeden selâm verse namazı sahihtir. Namaz secdesi böyle değildir. O her cihetten aslî rükündür. Nitekim gelecektir. Söylediklerimiz içinde bunun benzeri şudur: Bir kimse sure okumayı unutur da rükûda hatırlayarak döner okursa farz hükmünü alır. Rükû hükümsüz kalır. Ve iadesi lâzım gelir.

T E N B İ H: Tatarhaniye´de bildirildiğine göre son oturuşta teşehhüd unutulduğu vakit dönerek onu okumak secde-i tilâvette olduğu gibi ka´deyi kaldırır. Nitekim bunu Hulvâni ile Serahsî söylemişlerdir. İbn-i Fadl ise kaldırmadığını bildirmiştir. Natıfî´nin Vakıat namındaki eserinde fetvânın buna göre olduğu beyan edilmiştir.

«Namazı kaza ederken güneşin rengi kızarırsa secde-i sehiv sâkıt olur.» Fetih, Bahır, Zâhire ve başka kitaplarda böyle denilmiştir. Bunun mefhumu şudur; O kimse ikindiyi edâ ederken güneşin rengi kızarsa secde-i sehiv sâkıt olmaz. Çünkü bu vakit o namazı edâya elverişlidir. Böyle olunca onun secde-i sehivine de elverişli olur. Kâmil vakitte vacip olan kaza namazı böyle değildir. Lâkin İmdâd´da Diraye´den naklen açıklandığına göre kerahetten korunmak için kılınan namaz kaza olsun edâ olsun selâmın akabinde güneşin kızarmasiyle secde-i sehiv sâkıt olur. Bunun muktezasınca buradaki kaza lâfzı ihtirazî kayıt değildir. Kınye´nin şu sözü de bunu tey´id eder: «Bir kimse ikindiyi kılarken secde-i sehiv icabetse güneş de sararsa secde-i sehivi yapmaz.» Sonra bunu Bedayi´de gördüm. Bedayi sahibi şöyle ta´lil yapmış: «Secde meydana gelen noksanı tamamlar. Ve kaza yerine geçer. Bu namaz kâmil olarak vacip olmuştu. Binaenaleyh nâkısla kaza edilemez.»

Namaza binâ etmeğe mâni hal, kasden abdestini bozmak ve namaza ızd bir iş yapmak gibi şeylerdir. İmdâd. Selâm verdikten sonra böyle bir hal meydana gelirse secde-i sehiv sakıt olur. Çünkü secdeye dönmekle namazın hürmetine avdet etmiş olur. Halbuki bunun sahih olmasının şartı, güneşin doğması veya ikindiyi kazada renginin kızarması yahut namaza mâni halin zuhuruyla elden gitmiştir. Cuma ve bayramlarda vaktin çıkması da bunun gibidir. Edâda ise namaza kerahetsiz olarak başlanmışken mekruh vakte kalmasın diye sâkıttır.

Şimdi şu kalır. Secde-i sehiv sâkıt olduktan sonra iade lâzım gelir mi gelmez mi? Zira evvelâ edâ ettiği tamamlayıcısı bulunmaksızın nâkıs kılınmıştı. Burada gereken şudur ki, kasten abdestini bozmak gibi kendi fiili ile sâkıt oldu ise iade lâzımdır. Kendi fiili ile sâkıt olmadı ise iade lâzım değildir. Kınye´de «Nâfile namazı yanıldığı farz üzerine binâ ederse secde etmez» denilmiştir. Ben derim ki; Kınye´nin ibaresi Necmû´l - Eimme´nin remzi ile şu şekildedir: «Bir kimse iki rekat nâfile namaz kılar da yanılır; sonra onun üzerine iki rekat binâ ederse secde-i sehiv yapar. Farzın üzerine nâfile binâ ederse farzda yanıldığı taktirde secde etmez.» Zâhire göre ikisinin arasında fark şudur: Nâfileyi nâfile üzerine binâ etmek o namazı bir namaz yapar. Nâfileyi farz üzerine binâ etmek böyle değildir. Onun için farz üzerine binâ mekruhtur. Çünkü nâfile farzdan ayrı bir namazdır. Bir namazın secde-i sehivini bizzat maksûd olan başka bir namazda yapmak mümkün değildir. Velev ki farzın tahrîmesi bâki olsun. Bundan dolayı secde etmez. Yahut şöyle denir: O kimse nâfileyi kasten binâ edince selâmı kasten yerinden geciktirmiş olur. Kasten yapılan bir işi secde-i sehiv tâmamlayamaz. Belki burada iade lâzım gelir. İade vacip olunca farzda yanıldığı için tâzım gelen secde-i sehiv de sâkıt olur. Zira namazı tekrarlayınca yanıldığını da edâ etmiş olur. Secde-i sehiv, yapılamayan şeyi tamamlar ve iade yerine geçer. İade vacip olunca secde sâkıt olur. Bu izaha göre aşağıda gelecek olan «Dördüncü rekatta oturur da sonra kalkarak secdesiyle bir rekat kılarsa birrekat daha ilâve ederek rekat sayısını altıya çıkarır. Bu suretle kıldığı son iki rekat onun için nâfile olur» ifadesiyle itiraz varit olamaz. Çünkü bu nâfile maksud değildir. Ve sanki başka bir namaz değilmiş gibidir. Bir de bu adam farzın selâmını kasten geciktirmemiştir. Binaenaleyh ona iade vacip değildir. Onun için secde-i sehiv lâzımdır. Benim anladığım budur. Allah´u âlem.

METİN

Secde-i sehiv, namazın sıfatı bâbında geçen, vaciplerden birini yanılarak bırakmakla vacip olur. Kasden terk edilenlerde secde yoktur. Yalnız dört yerde olduğu söylenir. Bunlar, ilk oturuşun ve oturduğunda Peygamber (s.a.v.)´e salavatın terk edilmesi, kasden düşünceye dalarak bunun kendisini bir rükünden meşgul etmesi ve ilk rekatın secdesini namazın sonuna geciktirmesi halleridir. Nehir. Yanılmak tekerrür etse de secde-i sehiv tekerrür etmez. Çünkü onun tekrarı meşru olmamıştır. Vacibin terkine misal, vacip olan kıraattan evvel rükua gitmektir. Zira kıraatın önce okunması vaciptir.

İZAH

Vaciplerden murad, namazın aslî vacipleridir. Yoksa her vacip değildir. Zira surelerin tertibini terk etmekle bir şey lâzım gelmez. Halbuki tertip de vaciptir. Bahır. Buna şöyle itiraz olunur. Tilâvet secdesini yerinden geciktirirse secde-i sehiv icabeder. Nitekim Hülâsa sahibi muhalifine itimat edilmiyeceğini kesin bir ifade ile beyan ederek bunu söylemiştir. Valvalciye´de dahi bu kavil sahih kabul edilmiştir. İtiraza şöyle cevap verilebilir: Yukarıda geçtiği vecihle bu secde kıraatın eseri olduğu için onun hükmünü almıştır. Musannıf (vacip) kelimesiyle (sübhâneke) ve eûzü besmele gibi sünnetlerle farzdan ihtiraz etmiştir. Şarih, «Yalnız dört yerde olduğu söylenir» demekle bu sözün zaif olduğuna işaret etmiş burada Nuru´l-izah sahibine tâbi olmuştur. Nuru´l-İzah sahibi bu secdeye secde-i sehiv denilmesi hususunda meşhur bu secdeye özür secdesi adını vermiş olsunlar. Bu sözü Allâme Kâsım reddetmiş ve «Bunun rivayette bir aslı bilinmediği gibi dirayet´te de bir vechi yoktur» demiştir. Hılye´de kasten düşünceye dalmak meselesinde secde-i sehiv lâzım gelmesine cevap verilmiş, «Bu secdenin vacip olması kasten düşünceye dalmaktan bir vacibin terki lâzım geldiği içindir ki, o da rüknün geciktirilmesi yahut vacibin üst taraftakinden geri bırakılmasıdır. Zira bu da bir nevi yanılmadır. Binaenaleyh secde kasten bir vacibi terkten dolayı değildir» denilmiştir.

«İlk rekatın secdesini namazın sonuna bırakması ilh...» ifadesinden anlaşılan, bu kaydın buna kâil olanlarca bilittifak kabul edilmiş olmasıdır. Aksi taktirde birinci rekat ile diğerleri arasında fark yapmak tahakküm olur. Kezâ secdeyi namazın sonuna bırakmasının da bir vechi görülemiyor; çünkü secdeyi ikinci rekata geciktirirse hükmün yine bu olacağı anlaşılmaktadır. T.

Namazda yanılmak tekerrür etse de secde-i sehiv tekerrür etmez. Hattâ bir kimse yanılarak namazın bütün vaciplerini terk etse yalnız iki secdeden ibaret olan secde-i sehivi yapması lâzım gelir. Bahır. Zira secde-i sehivin tekrarı meşru olmamıştır. Yalnız ileride geleceği vecihle mesbuk secde-ı sehivde imamına tâbi olur. Sonra imama yetişemediği yerleri kazaya kalktığında yanılırsayine secde eder. Şu halde secde-i sehiv tekerrür ediyor demektir? Bu suale Bedayi sahibi cevap vermiş; «Mesbûk kaza ettiği rekatlarda yalnız kılan gibidir. Onun kıldığı hükmen iki namaz sayılır. Velev ki tahrîmesi bir olsun» demiştir. Tamamı Bahır´dadır.

«Zira kıraatın evvel okunması vaciptir.» Yani kıraatın vacip miktarını öne almak vaciptir. Yoksa farz miktarını rükûdan önce yapmak farzdır. O secde-i sehiv ile tamamlanmaz. Meselenin tahkiki şudur: Mutlak surette rükûu kıraattan önce yapmak secde-i sehiv yapmayı gerektirir. Lâkin rüku eder de sonra kalkarak kıraatı okursa rükûu tekrar yaptığı taktirde namazı sahih olur. Aksi taktirde sahih olmaz, bozulur. Hiç okumadan rükû ederse cevap bellidir. Fakat fâtihayı okuyarak rükû eder de sureyi terkettiğini hatırlayarak onu da okur ve rükûu tekrarlamazsa ikinci kıraatı birinciye katılır. Okuduklarının hepsi farz yerine geçer. Rükû terk edilmiş olur. Ve onu tekrarlanmazsa namazı bozulur. Evet, fatiha ye sureyi okur da sonra başka bir sure okumak için dönerse rükûu hükümsüz kalmaz. Nitekim bunu Hılye sahibi Zâhidî´den ve başkalarından nakletmiştir. Böylece anlaşılır ki, kıraatı hiç okumadan yahut vacip miktarını okumazdan önce rükû ederse secde-i sehiv lâzım gelir. Ama rükûu tekrarlamazsa namaz bozulacağı için secde-i sehiv sâkıt olur. Rükûu tekrarlarsa namazı sahih olur, Ve secde-i sehiv yapar. şu izaha göre şârihin başkalarına uyarak namazın vacipleri bâbında kıraatla rükû arasında tertibi vacip sayması, yanılarak yaptığının tekrarına bakmayarak mücerret takdim - te´hire göredir. Hidaye şarihleri ile diğerlerinin, «Rukûu kıraattan evvel yaparsa namazı bozulur» sözleri ise yanılarak yaptığı ile iktifa ederek o fiili tekrarlamadığına göredir. Binaenaleyh sözlerinin arasında çelişki yoktur.

METİN

Sonra kıraatı terketmek ancak secde ile tahakkuk eder. Terkettiğini velev rükudan doğrulduktan sonra hatırlasın kıraatı okumak için kıyama döner. Sonra rükûu tekrarlar. Şu kadar var ki fatihayı okumadığını hatırladığı vakit sûreyi de tekrarlar. Teşehhüt üzerine bir rükün miktarı ziyade etmek suretiyle üçüncü rekata kalkmayı geciktirmek, gizli okunacak yerde imamın âşikâre okuması ve esah kavle göre her namaz kılanın bunun aksini yapması dahi vacibin terkine misaldir. Bazıları teşehhüt üzerine bir harf ziyade etmekle secde-i sehiv lâzım geleceğini söylemişlerdir. Zeyleî´ de secdenin, «Allahümme salli alâ Muhammed» demekle vacip olacağı bildirilmiştir. Esah kavle göre gizli ve aşikâr okumanın ikisinde de miktar, namaz caiz olacak kadar olmalıdır.

İZAH

«Sonra rükûu tekrarlar» çünkü dönüp kıraatı okuyunca kıraat farz olur. Bir rekatta bir ayetin farz, fazlasının vacip ve sünnet olması buna aykırı düşmez, Çünkü bunun mânâsı, «farzın en az miktarı bir ayettir» demektir. Bu farzın fatiha ile birlikte bir sure sayılması icabeder. Surenin, mufassal surelerin uzunlarından veya ortalarından yahut kısalarından olması sünnettir. Hattâ bütün Kur´ânı okusa farz yerine geçer. Nasıl ki, bir tesbih miktarı rükû farzdır. Üç tesbih miktarı uzatmak ise sünnettir. Nitekim Münye şârihi bunu tahkik etmiştir. Biz bunu kıraat faslında arzetmiştik. Hâsılı: Okuduğu kıraat rükûdan önce okuduğuna katılır. O rükû hükümsüz kalır. Tekrarlaması lâzım gelir. Tekrarlamazsa namazı bozulur. Hattâ Münye şerhinde beyan edildiğine göre bir kimse kıraat için ayağa kalkar da sonra hatırlayarak secde eder, ve kıraatı okumaz, rükûu tekrarlamazsa bazılarına göre namaz bozulur. Çünkü kıraat için kalkıp doğrulunca rükûu hükümsüz kalır. Velev ki bazıları bozulmaz demiş olsunlar.

Bütün bu söylenenler kunutu rükû´da hatırlamasının hilâfınadır. Sahih kavle göre onu iade etmez. Döner de tekrarlarsa rükûu hükümsüz kalmaz. Secde-i sehiv lâzım gelir. Zira kunut tekrar edildiği zaman farz değil, vacip olur. Nitekim Münye şerhinde beyan edilmiştir. Fakat başka bir sure okumak için dönerse yukarıda beyan ettiğimiz gibi rükû hükümsüz kalmaz. Çünkü bu rükû tam bir kıraattan sonra ve yerinde yapılmıştır. Kıraata dönmesi meşru değildir. Nasıl ki kunuta döndüğünde de öyledir hattâ ondan evlâdır. Allah´u âlem.

Fatihayı okumadığını hatırladığı vakit sureyi de okumaması, kıraatın tertip üzere olması içindir. Üçüncü rekata kalkmayı geciktirme meselesi, secde-i sehivin vacip olması salâvat getirmeye mahsus olmadığına işaret içindir. O, vacibi terkten dolayı yapılır ki, bu vacip, teşehhütten sonra fasıla vermeksizin hemen ayağa kalmaktır. Hattâ susmuş olsa secde-i sehiv yapması lâzım gelir. Nitekim bunu namaza giriş faslında arzetmiştik.

Makdisî diyor ki: «Nitekim burada veya rükûda Kur´an okusa secde-i sehiv yapması lâzım gelir. Halbuki Kur´ân Allah´ın kelamıdır. Ve nitekim teşehhüdü kıyam halinde okusa yine secde-i sehiv yapması lâzım gelir. Halbuki teşehhüd Allah´ı tevhidden ibarettir.» Menâkıb´da bildirildiğine göre İmam-ı A´zam rahmetullahı aleyh rüyasında Peygamber (s.a.v.)´i görmüş. Efendimiz ona; «Sen bana salâvat getiren bir kimseye nasıl secde-i sehiv vaciptir diyebildin?» demiş. Hazreti imam, «Çünkü o sana yanlışlıkla salâvat getirdi» cevabını vermiş. Ve Rasûlüllah (s.a.v.) bu cevabı beğenmiş. Zeyleî´de secdenin. Allahümme salli alâ Muhammed» demekle vacip olacağı bildirilmiştir. Musannıf buna, «metinin namaza şuru´» faslında kesinlikle kâil olmuş ve «mezhep budur» demişti. Bahır sahibi dahi. Hülâsa ve Hâniye´ye uyarak bu kavli tercih etmişti. Zâhire bakılırsa musannıfın buradaki bir rükün sözü ile oradaki sözü birbirine aykırı değildir.

Evvelce arzetmişti ki, Kadı imama göre «Ve atâ âli Muhammed» demedikçe secde-i sehiv lâzım gelmez. El´münyetü´s-sağîr şerhinde ekser ulemanın kavlinin bu olduğu bildirilmiştir. Esah olan da budur. Hayreddin Remlî, «şahih kabul edilen kavil muhteliftir. Kadı imam´ın kavlini tercih gerekir» demiştir. Tatarhaniye´de Hâvi´den naklen «imameynin kavline göre «hamîdün mecîd» cümlesine varmadıkça secde-i sehiv vacip olmaz» denilmiştir.

«Gizli okunacak yerde imamın âşikâre okuması ve esah kavle göre her namaz kılanın bunun aksini yapması dahi vacibin terkine misaldir.» Bu ibare tersine çevrilmiştir. Doğrusu, «gizli okunacak yerde her namaz kılanın âşikâre okuması; imam olanın bunun aksini yapması vacibin terkine misaldir» şeklinde olacaktır. H. Bedâyi ve Dürer sahiplerinin sahih kabul ettikleri, Fethü´l - Kadîr sahibi ile Münye şârihinin Bahır, Nehir ve Hılye sahiplerinin Hidâye Zeyleî ve diğerlerine muhalif olarak meylettikleri kavil budur. Hidâye sahibi ile arkadaşları, «âşikâre ve gizli okumak imamamahsus olarak vaciptir. Yalnız kılana vacip değildir» demişlerdir. Hâsılı: Âşikâre okunan namazlarda yalnız kılan kimseye âşikâre okumak bilittifak vacip değildir. Hilâf yalnız gizli okunan namazlarda gizli okumanın vacip olmasındadır. Zâhir rivayete göre vacip değildir. Nitekim Tatarhaniye´de Muhit´ten naklen açıklanmıştır. Kezâ Zâhire´de Nihâye ve Kifâye, İnâye ve Miracü´d- Diraye gibi Hidâye şerhlerinde dahi beyan edilmiştir. Bu zevat, gizli okunacak yerde âşikâre okursa, o kimseye secde-i sehiv vacip olmasının Nevâdir´in rivayeti olduğunu söylemişlerdir. Zâhir rivayete göre yalnız kılan bir kimse gizli okunacak yerde âşikâre okursa secde-i sehiv lâzım değildir. O yalnız imama vaciptir.

«Esah kavle göre gizli ve âşikâre okumanın ikisinde de miktar, namaz caiz olacak kadar olmalıdır.» Bu kavli Hidâye, Fetih, Tebyin ve Münye sahipleri sahihlemişlerdir. Çünkü âşikâre ve gizli okumanın az miktarından korunmak mümkün değildir. Çoğundan korunmak mümkündür. Namaz sahih olacak miktar çoktur. Şu kadar varki bu İmam-ı A´zam´a göre bir ayet, imameyne göre üç ayettir. Hidaye.

METİN

Bazıları -ki murad Kâdıhan´dır- «âşikâre ve gizli okumakla mutlak surette yani az olsun çok olsun secde-i sehiv vacip olur» demişlerdir ki zâhir rivayet de bu kavildir. Hulvani de buna itimat etmiştir. Secde-i sehiv yalnız kılana vacip olduğu gibi imamı secde ederse onun yanılması sebebiyle cemaata da vaciptir. Çünkü imama tâbi olmak vaciptir. Cemaat olanın yanılmasiyle asla vacip olmaz.

İZAH

Kâdıhan, «Âşikâre ve gizli okumak sebebiyle az olsun çok olsun secde-ı sehiv lâzım gelir» demiştir. Yani bir kelime dahi ziyade veya noksan yapsa secde lâzım gelir. Kuhistâni diyor ki: «Bundan hatıra gelen, secdenin gizli okunacağını unutarak kasten âşikâre okumasıdır. Gizli okumak lâzım geldiğini bilir de kelimeyi acık teleffuz etmek için âşikâre okursa bir şey lâzım gelmez.» Zâhir rivayete göre az olsun çok olsun âşikâre ve gizli okumak sebebiyle secde-i sehiv vacip olur. Bu hususta Bahır sahibi şunları söylemiştir: «Fetva sahiplerinin, sözüne güvenilir zevatın naklettikleri zâhir rivayetten ayrılmamak gerekir.» Musannıf Mineh adlı eserinde bu söze şunları ilâve etmiştir: «Biz ancak Hidâye´ye tâbi olarak birinci kavli tercih ettik. Ben birçok kâmil zevata şaşıyorum! Nasıl oluyor da mezhep sahibinin nassan sözü mesabesindeki zâhir rivayeti bırakıp ta şaz rivayet derecesinde olanı tercih ediyorlar!.»

Ben derim ki: Hidâye sahibi, Zeyleî ve Kemâl b. Hümâm gibi kâmil zevata zâhir rivayetten ayrıldılar diye şaşılmaz. Çünkü zâhir rivayette güçlük vardır. Onlar öteki rivayeti ümmete kolaylık olsun diye sahih kabul etmişlerdir. Bunun nice benzerleri vardır. Onun için Kuhistanî, «Secde-i sehiv bir kelimeyi gizli okumakla vacip olur. Lâkin bunda şiddet vardır» demiştir. Münye şerhinde de şöyle denilmektedir: Sahih olan kavil zâhir rivayettir ki, o da fark gözetmeksizin caiz olacak miktarla takdir etmektir. Çünkü gizli okunacak yerde azıcık âşikâre okumak ta afvedilmiştir. Sahihayndaki Ebû Katâde hadisinde, «Peygamberimiz (s.a.v.) öğle namazının ilk iki rekatında fatiha ile iki sure; son iki rekatında yalnız fatihayı okurdu. Bazan ayeti bize de işittirirdi» buyurulmuştur. Bundan açıkça anlaşılıyor ki. Hidâye´de sahihlenen kavil, aynı zamanda zâhir rivayettir. Bu sabit ise söz yoktur. sabit değilse sahihlemenin vechi bizim söylediğimizdir. Bunu sahihayn hadisiyle de te´yid ederiz. Namazın vacipleri bahsinde Münye şerhinden naklen arzetmiştik ki: Dirâyete (yani delile) rivayet de, uygun düşerse delilden ayrılmamak gerekir.

TETİMME: Ulemanın bildirdiklerine göre bir kimse yanlışlıkla dua ve senalardan -velev ki teşehhüt olsun- bir şeyi âşikâre okursa secde-i sehiv yapması icabetmez. Hılye´de şöyle denilmiştir: «Teşehhütte buna kail olmak teemmülden hâli değildir.» Bahır sahibi de onu tasdik etmiştir. Biz kıraat faslında âşikâre okumanın hududunu bildirmiştik. Oraya müracaat edebilirsin!.

İmam yanılır da secde-i sehiv yaparsa cemaatın onunla birlikte secde etmeleri vacip olur. Şayet konuşmak, kasten abdestini bozmak ve mescitten çıkmak gibi bir sebeple imamdan secde-i sehiv sâkıt olursa cemaattan da sâkıt olur. Bahır. Zâhire göre secde kastî fiil ile sükût ederse imama olduğu gibi cemaata da iade vacip olur. Zira özür bulunmadığı halde noksan takrir etmiştir. Tamamlayıcı da yoktur.

«Cemaat olanın yanılmasiyle asla secde vacip olmaz.» Bazıları buradaki «asla» kelimesinin bir faidesi olmadığını, bunun yalnız «vacip olmadığını te´kid»´e yaradığını söylemişlerdir. Zira cümlenin mânâsı şöyledir: Selâmdan önce ona secde-i sehiv lâzım gelmez. Çünkü yaparsa imamına muhalefet lâzım gelir.Selamdan sonra da lâzım gelmez. Zira imamın selâm vermesiyle o da namazdan çıkar. Çünkü bu selâm, üzerinde secde-i sehiv bulunmayan kimsenin kasten verdiği bir selâmdır. Nitekim Bahır´da böyle denilmiştir. Lâkin Nehir sahibi şöyle demiştir: Bir mu´teriz şöyle diyebilir «İmamın selâmiyle cemaatın da namazdan çıktığını biz teslim etmiyoruz. Yukarıda secde-i sehiv icap etmeyen hakkında hilâf olduğunu görmüştük. Şu halde üzerinde secde-i sehiv borcu olan kimse nasıl namazdan çıkmış sayılır? O zaman bu tamamlayıcıyı yapması mümkündür.»

Ben derim ki: Şârih, abdesti bozan şeyler bâbında, «Bir kimse imam konuştuktan veya kasten selâm verdikten sonra kahkaha ile gülse esah kavle göre abdesti bozulur» demişti. Biz de orada bu kavlin Fetih ve Hâniye´de sahih kabul edildiğini, Hülâsa´da ise buna muhalif olarak bozulmaz diyen kavlin sahihlendiğini söylemiştik. Şüphesizki abdestin bozulması imamının selâmı veya konuşmasıyle namazdan çıkmış sayılmadığına göredir. Buradaki ise Hülâsa´da sahih olarak kabul edilen kavle göredir. Onun için Mirâc´da meselenin ta´lili yapıldıktan sonra, «İmamın selâmiyle namazdan çıkar» denilmiştir. Ama bunda teemmül edilecek cihet vardır. Bilâkis evlâ olan İbn Ömer´in Peygamber (s.a.v.)´den rivayet ettiği, «İmamın arkasında olana secde-i sehiv yoktur» hadisiyle amel etmektir.

T E N B İ H : Nehir´de, «Sonra ulemanın sözlerinin muktezası o namazı iade etmektir. Çünkü tamamlamak imkânı olmaksızın kerahet sabit olmuştur» deniliyor.

METİN

Mesbûk mutlak surette imamla birlikte secde eder. Yanılmanın imama uymazdan evvel veya sonraolması farketmez. Sonra imama yetişemediği yeri kaza eder. Bu esnada yanılırsa tekrar secde-i sehiv yapar. Lâhik de öyledir. Yalnız o namazının sonunda secde eder. İmamiyle beraber secde ederse o secdeyi tekrarlar. Misafir imama uyan mukim, mesbuk gibidir. Lâhik gibi olduğunu söyleyenler de vardır.

İZAH

Mesbuk´u, «imamla birlikte secde eder» diye kayıtlaması, selâmda imamına tâbi olmadığı içindir. O imamla birlikte secde eder; teşehhüt okur. İmam selâm verince kalkarak yetişemediği yerleri kaza eder. Şayet selâm verirse kasten verdiği taktirde namazı bozulur. Kasten vermezse bozulmaz. İmamdan önce veya onunla beraber yanılarak selâm verirse secde-i sehiv yapması tâzım gelmez. Fakat imamdan sonra selâm verirse secde lâzımdır. Çünkü o zaman yalnız sayılır. Bahır. «Birlikte» sözünden, musannıf beraberliği kastetmiştir ki, vuku itibariyle bu nadirdir. Nitekim Münye şerhinde bildirilmiştir. Yine orada beyan olunduğuna göre selâm vermek icabediyor zanniyle selâm verse kasten selâm sayılacağından o namazın üzerine binâ etmeğe mâni olur.

«Yanılmanın imama uymazdan evvel veya sonra olması farketmez» ifadesi imama iki secdeden birinde uyduğu hale de şâmildir. Bahır sahibi diyor ki: «O kimse imama ikinci secdede tâbi olur. Birinciyi kaza dahi etmez. Nitekim imam her iki secdeyi yaptıktan sonra ona uymuş olsa bu secdeleri kaza etmez.»

«Sonra imama yetişemediği yeri kaza eder.» Secdede imama tâbi olmaz da yetişemediği yerleri kazaya kalkarsa istihsânen namazının sonunda secde eder. Çünkü tahrîme birdir. Ve kıldığı bir namaz gibi olur. Bunu Bahır sahibi ve başkaları söylemişlerdir.

«Bu esnada yanılırsa tekrar secde-i sehiv yapar.» Yani imam namazdan çıktıktan sonra kaza ettiği kısımda yanılırsa ikinci defa secde-i sehiv yapar. Zira bu kısımda o yalnızdır. Yalnız kılan kimse yanılınca secde-i sehiv yapar. İmam secde-i sehiv yaptığı vakit mesbuk onunla secde etmez. Sonra kendisi de yanılırsa iki yanılmadan dolayı bir defa (iki secdeden ibaret olan) secde-i sehiv kâfidir. Çünkü secde-i sehiv tekrar edilmez. Tamamı Münye şerhindedir. «Lâhik de öyledir» yani imamı yanılınca ona da secde-i sehiv vacip olur. Zira lâhik bütün namazında imama uymuştur. Buna delil de, «kendisine kıraat lâzım gelmemesi» dir. Binaenaleyh kaza ettiği kısımda secde-i sehiv de lâzım gelmez. Bahır.

«Yalnız o namazın sonunda secde eder» yani evvelâ yetişemediği yerleri kaza eder; ve namazının sonunda secde-i sehiv´ini yapar. Zira imama uyduğu yerde onun gibi kılmak hususunda kendisine tâbi olmayı üzerine almıştır. Bir de imama bütün namazda uymuştur. Binaenaleyh bütün namazda imam nasıl kılarsa o şekilde ona tâbi olur. İmam rekatları sırasınca kılmış; namazının sonunda secde-i sehiv yapmıştır. Lâhik de öyle yapar. Mesbuk ise imama uymakla imamın namazı miktarınca ona tâbi olmayı iltizam etmiştir. İmama o kadarcık yetişmiştir. Ve o miktar tâbi olur. Sonra yalnız kılar. Bahır.

«İmamiyle birlikte secde ederse o secdeyi tekrarlar.» Çünkü yerinde yapılmamıştır. Ama namazıbozulmaz. Çünkü yalnız iki secde ziyade etmiştir. Üç rekatta mesbuk, bir rekatta lâhik olur da imamı secde-i sehiv yaparsa, o kimse kıraatsız bir rekat kaza eder. Zira lâhiktir. Teşehhüdü okuyarak secde-i sehiv yapar. Çünkü burası imamının secde yeridir. Sonra kıraatla bir rekat kılarak oturur. Zira bu, onun ikinci rekatıdır. Aksine olursa üçüncü rekattan sonra secde-i sehiv yapar. Muhit´de böyle denilmiştir. Bahır.

«Misafir imama uyan mukim, mesbuk gibidir.» Bahır´da beyan olunduğuna göre misafire uyan mukim, imama secde-i sehivde tâbi olma hususunda mesbuk gibidir. Sonra namazını tamamlamakla meşgul olur. Ama namazını tamamlamasına kalkar da yanılırsa Kerhî´nin beyanına göre lâhik gibidir. Secde-i sehiv yapması lâzım gelmez. Buna delil «kendisine kıraat lâzım gelmemesi»dir. İmam Muhammed´in Asıl nâm eserinde ise secde-i sehiv yapması lâzım geleceği bildirilmiştir. Bedâyi sahibi bu kavli sahihlemiştir. Çünkü o kimse imama ancak onun namazı miktarınca uymuştur. İmamın namazı bitince yalnız kılan hükmüne geçer. Namazını tamamlarken okumaması, kıraat ilk iki rekatta farz olduğu içindir. O rekatlarda imam okumuştur. Nehir sahibi, «Bundan anlaşılırki, o kimse yalnız kıraat hakkında lâhik gibidir» diyor. Ben derim ki: Mesbuk ve lâhik meselelerinin geri kalan kısımları istihlâf bâbından az önce geçmiştir.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:26 am GMT +0200
METİN

Bir kimse farzın -velev ameli farz olsun- ilk oturuşunu yanlışlıkla terk eder de sonra hatırlarsa ona döner. Ve teşehhüdü yapar. Esah kavle göre secde-i sehiv de icap etmez. Zâhir mezhebe göre dönüş, kalkıp doğrulmadıkça yapılır. Esah olan budur. Fetih. Nâfilede ise kalktığı rekatı secde ile kayıtlamadıkça ka´deye döner. Aksi taktirde (yani kalkarak doğrulursa) geri dönmez. Çünkü kıyam farzı ile meşguldür. Artık ka´de vacibini terkettiği için secde-i sehiv yapar. Bundan sonra ka´deye dönerse farz olmayan bir şey için farzı terkettiğinden namazı bozulur.. Zeyleî bu kavli sahihlemiştir. Bazıları, «Namazı bozulmaz; isâet etmiş olur. Ve vacibi terkettiği için secde-i sehiv yapar» demişlerdir. Bu kavil daha uygundur. Nitekim Kemâl onu tahkik etmiştir. Bahır´da, «Hak olan budur» denilmiştir.

İZAH

Ameli farz, vitir gibidir. Böyle bir namazda tamamen doğrulduktan sonra geri dönmez. İmameynin kavline göre döner. Çünkü vitir onlara göre nâfilelerdendir. T. Farz namazda kalkıp iyice doğrulmadıkça ka´deye dönmesi vacip olur.

«Esah kavle göre secde-i sehiv de icap etmez.» Yani iyice doğrulmayıp kad´eye daha yakın ise döndüğünde secde-ı sehiv lâzım gelmez. Esah kavil budur. Ekser ulema bu kavli tercih etmişlerdir. Valvalciye sahibi secdenin vacip olduğunu ihtiyar etmiştir. Ama kıyama daha yakın doğrulursa secde-i sehiv lâzım gelir. Nitekim Nuru´l - İzah ile şerhinde bu meselede hilâf zikredilmeden naklolunmuştur, Fetih´de bunun kâfi´deki, «vücûdun alt kısmı doğrulur da sırtı eğilmiş olursa o kimse kıyama daha yakındır. Doğrulmamışsa oturuşa daha yakındır» ifadesiyle ölçülmesinin doğru olacağı bildirilmiştir.

Sonra bilmelisin ki, îmâ ile kılan hasta hakkında kıraat hali kıyamın yerini tutar. Hattâ hasta ilk teşehhüt halinde iken bunu kıyam hali sanarak kıraatı okur da sonra hatırlarsa teşehhüde dönmez. Nitekim Bahır´da Valvalciye´den naklen beyan olunmuştur.

«Zâhir mezhebe göre dönüş, kalkış doğrulmadıkça yapılır.» Bu kavlin mukabili Hidâye´nin naklettiği, «ka´deye daha yakın ise döner ve esah kavle göre kendisine secde-i sehiv lâzım gelmez. Kıyama daha yakın ise dönmez. Ve secde-i sehiv lâzım gelir» sözüdür. Bu kavil imam Ebû Yusuf´tan rivayet olunmuştur. Buhâra ulemasiyle Kenz ve benzeri metinlerin sahipleri bunu tercih etmişlerdir. Nuru´l-İzah sahibi Mevahibu´r-Rahman ile Şerhi Burhan´a uyarak musannıfın yaptığı gibi birinci kavli tercih etmiş, «çünkü Ebû Dâvud´un rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (s.a.v.) açıkça, "İmam iki rekat kılınca ayağa kalkarsa iyice doğrulmadan hatırladığı taktirde hemen otursun. İyice doğrulursa oturmasın. İki sehiv secdesi yapsın!" buyurmuştur» demiştir.

Ben derim ki: Lâkin Hılye´de, «Bu hadis bu bâbta nasdır. Ve tayin üzere bununla amel tâzım geldiğini ifade eder. Ama sübûtunda söz edilmiş olmasa idi! Zira senesinde şia ulemasından Cabir´u-Cu´fi vardır. Bu zatı cerh edenlerin sayısı sîka kabul edenlerden çoktur. Onun hakkında imam Ebû Hanîfe, «Ben bu adamdan daha yalancı kimse görmedim.» demiştir. Şu halde üstadımız Takrib nam eserinde, «Bu adam zaif bir râfizîdir.» dedi ise çok görülmemelidir. Onun hadisinden hüccet olmaz» denilmiştir.

«Nâfile de ise kalktığı rekatı secde ile kayıtlamadıkça ka´deye döner.» Mirâc ve Sirâc sahipleri kesinlikle buna kail olmuşlardır. İbn-i Vehban bu kavli şöyle ta´lil etmiştir. Nafilenin her çift rekatı ayrı bir namazdır. Bahusus «nâfilenin ilk oturuşu farzdır» diyen İmam Muhammed´in kavline göre bu açıktır. Binaenaleyh ilk oturuş son oturuş gibidir. Son oturuşta kalksa bile oturur. Muhit´de bu hususta hilâf nakledilmiştir. Keza Timurtâşî şerhinde bazılarının «döner»; bazılarının «dönmez» dedikleri beyan olunmuştur. Hülâsa´da «Öğle namazından önceki dört rekat nâfile gibidir. İmam Muhammed´e göre vitir namazı da öyledir» denilmiştir. Tamamı Nehir´dedir. Lâkin Tatarhaniye´de Attabiye´den naklen. «Bazıları nâfile namazda kalktığı rekatı secde ile kayıtlamadıkça geri döner» demişlerdir. «Sahih olan dönmemesidir» denilmiş; İmdâd sahibi bunu tasdik etmiş; fakat metin sahibi ona muhalefette bulunmuştur.

«Bazıları namazı bozulmaz; ama isaet etmiş olur. Ve vacibi terk ettiği için secde-i sehiv yapar» demişlerdir. İsaet etmekten murad günaha girmiş olmasıdır. Nitekim Fetih´de beyan edilmiştir. Ka´deye dönen imam ise, muhalefeti tahkik ettirmek için cemaat onunla birlikte dönmez. Ve derhal ayağa kalkması lâzım gelir. Bunu Kınye´den naklen Münye şarihi kaydetmiştir. şarih, «Vacibi terkettiği için» diyeceğine, «farzı (yani kıyamı) geciktirdiği» yahut «vacip olan oturuşu terk ettiği için secde eder» dese daha iyi olurdu. T.

«Nitekim Kemâl onu tahkik etmiştir.» Kemâl´in tahkiki şöyle hülâsa edilir: Ka´deye dönmek helâl değilse de namazın sıhhatine halel de vermez. Zira bir rekattan az olan ziyadenin namazı bozmadığı malûmdur. Az yukarıda arzettiğimiz Münye şarihinin sözü de bunu takviye eder. Çünkü mezkûrsöz kadeye dönmekle namazın bozulmadığını ifade eder. Bahır sahibi dahi bunu Mirâc´ın Müçtebâ´dan naklettiği şu sözle teyit etmiştir: «Doğrulduktan sonra yanılarak ka´deye dönerse bazılarına göre teşehhüt yapar. Çünkü kıyamı bozmuştur. Sahih olan kavle göre teşehhüt yapmaz. Belki kalkar ve emir olunmayan bu oturuşla kıyamı bozulmuş olmaz. Nasıl ki başka bir sure okumak için rükûu bozmakla rükû bozulmuş olmaz.» Bu hususta Nehir´de inceleme yapılmıştır. Oraya müracaat edebilirsin!.

«Bahır´da, «Hak olan budur» denilmiştir. Galiba bunun vechi yukarıda Fetih´te naklettiğimiz yahut Mübtegâ´daki şu ifade olacaktır «Namaz bozulur demek: hatadır. Çünkü bu terketmek değil, tehirdir. Nitekim sureyi yanılarak terkeder de rükua giderse rükuu hükümsüz bırakır ve kıyama döner; kıraatı okur. Ve nasıl ki kunutu unutarak rükua giderse dönüp kunutu okuduğu taktirde esah kavle göre namazı bozulmaz.» Lâkin Bahır sahibi bu hususta farkı göstererek inceleme yapmıştır. Fark şudur: O kimse dönerek sureyi okursa bu farz olur. Ve farzdan farza dönmüş sayılır. Kunutta da öyledir. Zira kunutun Kur´ân olmak şüphesi vardır. Yahut bir farza dönmüştür ki o da kıyamdır. Çünkü uzun tuttuğu her farz, farz yerine geçer. Nehir sahibi ile Makdisî şarihi bunu kabul etmişlerdir.

Ben derim ki: Bu, söz götürür. Zira Kur´an olup neshedildiği söylenen kunut hususî duadır ve sünnettir. Onu okumak şart değildir. Bazan başkasını da okuyabilir. Kıyamdan ibaret olan farza dönmesi kabul edilemez. Belki o kimse rükûdan doğrularak yapılan kıyama dönmüştür. Buna delil; kunut için dönmesiyle rükûun hükümsüz kalmamasıdır. Binaenaleyh burada farzın terki değil, te´hiri vardır. Bu tıpkı meselemizdeki oturuşa dönmesi gibidir. Evet kıraata dönmesi hakkındaki incelemesini teslim ederiz. Allah´u âlem.

METİN

Bu, imama uymayan hakkındadır. İmama uyan ise behemehal döner. Velev ki üçüncü rekatı kaçıracağından korksun. Çünkü oturmak ona mutabaat (imama tâbi olma) hükmü gereğince farzdır. Sirâc. Bunun zâhiri şunu gösterir ki, dönmezse namaz bâtıl olur. Bahır. Ben derim ki: Bu söz götürür. Zâhire göre imama tâbi olmak farz namazda farz, vacip namazda vaciptir. Nehir. Bizim buna dair geniş bir risalemiz vardır. Ona müracaat edebilirsin!.

Son oturuşun bütününü veya bir kısmını yanlışlıkla terk ederse o rekatı secde ile kayıtlamadıkça geri döner. Çünkü bir rekattan az olan namaz terketmeğe elverişlidir. Oturuşu geciktirdiği için secde-i sehiv yapar. Her iki oturuşun teşehhüt miktarı olması kâfidir. O rekatı ister kasten veya unutarak; ister hata ve yanlışlıkla olsun secde ile kayıtlarsa imam Muhammed´e göre alnını yerden kaldırmakla farzı nâfileye döner. Bununla fetva verilir. Çünkü bir şeyin tamamı sonu iledir.

İZAH

«Bu imama uymayan hakkındadır.» Yani buraya kadar zikredilen kıyamdan sonra ka´deye dönmek ve dönerse namazın bozulması hakkındaki hilâf ancak imam veya yalnız başına kılan hakkındadır. İmama uyan kimse kadeyi yanlışlıkla terkederek ayağa kalkar da imam oturursa geri dönmesilâzım gelir. Zira o kimsenin imamından evvel kalkması muteber değildir. Onun geri dönmesinde farzı hükümsüz bırakmak yoktur. Belki Münye şerhinde Kınye´den naklen şöyle denilmiştir: «İmama uyan kimse ilk oturuşta teşehhüt okumayı unutur da ayağa kalktıktan sonra hatırlarsa dönerek teşehhüdü okuması icab eder. İmam ve yalnız kılan bunun hilâfınadır. Çünkü bu adamın imamını takip etmesi lâzımdır. İmama ilk oturuşta yetişip de onunla birlikte oturan ve teşehhüde başlamadan imamı ayağa kalkan mesbuk nasıl imamının teşehhüdüne tâbi olarak teşehhüt okursa bu da öyledir.»

«Bunun zâhiri» yani Sirâc sahibinin «oturuş farzdır» diye ta´lilde bulunması ve keza Kınye´nin beyan ettiğimiz ta´lili şunu gösterir ki, dönmezse namaz batıl olur. Şârih «İmama tâbi olmak (yani onun yaptığını yapmak) farz namazda farz, vacip namazda vaciptir» demiş; sünnetlerde ona tâbi olmanın hükmünü bildirmemiştir. Zâhire bakılırsa tâbi olmak sünnetlerde de sünnettir. Çünkü namazda yapılması istenen, sünnetlerde ekseriyetle, imam, yalnız kılan ve cemaat olan müsavidir. Şârihin, «Farz namazda farzdır» sözünün mânâsı o farzı imam yaptıktan sonra da olsa ifa eder demektir. «İmamdan önce yapar» demek değildir. Maksat farzın bir cüzünde ortaklık değildir. T.

Ben derim ki: Şârihin Nehir sahibine uyarak uygun gördüğü bu şekle göre o kimse imamla beraber farz olan kıyama giriştikten sonra teşehhüdü okumağa dönmesi müşkil kalır. Ben şârihin risalesini görmedim. Lâkin biz namazın vacipleri bâbının sonunda imama tâbi olmak ve onu takip hakkında bir parça söz etmiştik. İnşallah o kâfidir.

«Son oturuş» tabirinden musannıf farz olan oturuşu yahut namazın sonundaki oturuşu kastetmiştir ki, sabah namazı gibi namazlara da şâmildir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Oturuşun bir kısmından murad; teşehhüt miktarından daha az hafifçe oturmaktır. Döndüğünde ilk oturuşu hesaba katılır. Hattâ her iki oturuş teşehhüt miktarı olur da sonra konuşursa namazı caizdir. Bahır.

«O rekatı secde ile kayıtlamadıkça geri döner» demekle musannıf o rekat için rükusuz secde etmekten ihtirazda bulunmuştur. O zaman geri döner. Çünkü bu secdeye itibar yoktur. Nitekim Nehir´de beyan edilmiştir. Bunun muktezası o rekatta mutlaka kıraatı okumuş olmasıdır. Hülâsa´ da ise bunun hilâfı bildirilmiştir. Onun için Bahır sahibi, «Nâfile namazda kıraatsız bir rekat sahih değildir. Binaenaleyh bir rekattan az ziyade etmiştir. Bu ise namazı bozmaz» diyerek meseleyi müşkil görmüştür. Nehir sahibi diyor ki: «Ancak bu adam imama uyan gibi rekatı kıraatsız tamamlamayı ahdetmiştir. «Rükusuz rekat böyle değildir» diyerek fark gösterilirse o başka!».

«Oturuşu geciktirdiği için secde-i sehiv yapar.» Şârih burada ka´deye daha yakın iken mi yoksa kıyama daha yakın iken mi secde edeceğini belirtmemiştir. Ka´deye yakın iken döndüğünde secde-i sehiv lâzım gelmemesi icabederdi. Sa´diye savaşında şöyle denilmiştir: «Aralarında fark yapmak mümkündür. Şöyle ki: Oturuşa yakın olan kimseye oturan hükmü vermek mümkün ise de o kimse hakikaten oturmuş değildir. Binaenaleyh ikinci oturuşta yanıldığı taktirde hakikat tarafı itibara alınır (yanı oturan hükmü verilmez.) Ve farzla vacibin arasında fark olduğunu göstermek için birinci oturuşta yanıldığında oturan hükmü verilir.» Nehir. Şârihin, «İmam Muhammed´e göre» sözübütün metne raci gibi gözüküyor. Bu taktirde, «Farzı nâfileye döner» diyen imam Muhammed oluyor. Halbuki öyle değildir. Çünkü farz batıl olmuştur. İmam Muhammed´e göre farz batıl oldu mu asıl da batıl olur. Şu halde «İmam Muhammed´e göre» sözü alettayin «alnını yerden kaldırmakla» ifadesine racidir. Ve metinde asıl namazın batıl olmaması hususunda Ebû Hanîfe ile İmam Ebû Yusuf´un kavlini; secdenin ancak başını yerden kaldırmakla tamam olduğu hususunda İmam Muhammed´in kavlini tercih etmiş demektir. Bu izaha göre namaza altıncı rekatı eklemek yalnız şeyhayn´ın kavline göredir. Nitekim Hılye ve Bedâyi´de beyan olunmuş; illet olarak İmam Muhammed´e göre tahrimenin batıl olması gösterilmiştir. Şârihin ifadesindeki müphemlik musannıfın ifadesinde dahi mevcuttur. En güzeli Kenz´in ibaresidir ki; «Başını kaldırmakla farzı batıl olup namaz nâfileye inkılâb eder» demiştir.

«Çünkü bir şeyin tamamı sonu iledir.» Yani başını kaldırmak secdenin sonunda olur. Zira bir şey ancak zıddı ile son bulur. Onun için imamından önce secde eder de imamı kendisine secdede yetişirse caizdir. Başını yere koymakla secde caiz olur denilemezdi. Çünkü imamdan önce edâ ettiği her rükün caiz değildir. Bahır.

METİN

Secdeden başını kaldırmadan abdesti bozulsa abdest alarak namazına binâ eder. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir. «Oh ne iyi! Namaz bozulmuş, abdestin bozulması onu ıslah etmiş!» demiştir. Muteber olan imamdır. Hattâ imam döner de cemaat onu bilmeden secde ederlerse kasten secde etmedikçe namazları bozulmaz. Burada şöyle bir lügaz yapılır: Hangi namaz kılandır o kimse ki son oturuşu terk ederek beşinci rekatı secde ile kayıtladığı halde farzı bozulmaz? Dilerse ikindi ve sabah namazında bile olsa altıncı rekatı ilâve eder, Çünkü kerahet ve tamamlamak kasten yapmaya mahsustur.

İZAH

Secdeden başını kaldırmadan abdesti bozulup tekrar abdest aldıktan sonra o namazın üzerine binâ etmesi secdenin alnını yere koymakla mı yoksa yerden kaldırmakla mı tamam olacağı hususundaki hilâfın semeresidir. Çünkü abdest bozulunca secde batıl olmuş ve sanki o adam hiç secde.etmemiştir. Onun için abdest alarak namazına devam eder ve farzını tamamlar. İmdâd. İmam Muhammed´in bu babtaki kavli Ebû Yusuf´a arzedilince; «Oh ne iyi! Namaz bozulmuş; abdestin bozulması onu ıslah etmiş!» demiştir ki, bu sözü kızdığı ve şaştığı için söylemiştir. Münye şerhi. «Namaz bozulmuş» sözü, bozulmağa yaklaşmış mânâsınadır. Yahut Ebû Yusuf ona kendi mezhebine göre bozulmuş adını vermiştir. Kalktıkları rekatın secdesine varmadan olsun secdeden sonra olsun muteber olan imamdır. T.

«Kasten secde etmedikçe namazları bozulmaz.» Çünkü imam ka´deye dönünce rükûu hükümsüz kalır. Binaenaleyh ona tâbi olarak cemaatın rükuları da hükümsüz kalır. Zira onların rukûu imamın rükûuna bağlıdır. Yalnız cemaatın fazla olarak bir secdeleri vardır. Bu ise namazı bozmaz. Bunu Muhit´ten naklen Bahır sahibi söylemiştir. Ama bu, imam rükû edip de döndüğüne göredir. Rükûdan önce döner de cemaat rükû ve secde yaparlarsa namaz bozulur. Çünkü görünüşe göre bir rekat ziyade etmişlerdir. Fetih´de, «İmam ayağa kalkarsa cemaat ona tâbi olmazlar; dönerse onlar teşehhüdü tekrarlamazlar» denilmiştir. T.

Şârihin «kasten secde etmedikçe» diye kayıtlaması Müçtebâ´da: «imam secdeden önce ka´deye döner de cemaat olan kimse kasten secde ederse namaz bozulur. Yanılarak secde etmesi ihtilâflıdır. İhtiyat olan tekrarlamaktır» denildiği içindir. Bahır.

Ben derim ki: Yukarıda geçen «imamın rükûu hükümsüz kalınca cemaatın rükûu da hükümsüz kalır» şeklindeki ta´lilin gerektirdiği, kastla başka hal arasında fark bulunmamaktır.

TETİMME: Yine şârihin, «Muteber olan imamdır» sözü üzerine Bahır´da Hâniye´den nakledilen şu fer´î meselede ibtinâ eder. Cemaat olan kimse beşinci rekatı secde ile kayıtlamadan teşehhüdü okur ve selâm verir de sonra imam secdeye varırsa hepsinin namazları bozulur.

«İkindi ve sabah namazında bile olsa altıncı rekatı ilâve eder» ifadesi, altıncıdan murad fazla rekat olduğuna göre söylenmiştir. Yoksa bu ilâve rekatla sabah namazının rekat sayısı dört olur. Şârih bunu Sirâc ile Kâdıhan´ın sözlerini mübalağa ile reddetmiş olmak için söylemiştir. Sirâc ikindiyi Kâdıhan ise sabah namazını istisna etmişlerdir. Çünkü onlardan sonra nâfile kılmak mekruhtur. Bahır sahibi her ikisine itirazda bulunmuş ve «Aşağıdaki meselede dördüncü rekatta oturur da beşinci rekatı secde ile kayıtlarsa mekruh vakitlerde bile olsa altıncı rekatı ilâve eder. Aralarında fark yoktur» demiştir. Nehir sahibi dahi itirazla, «Oturmayarak farzı batıl olursa ikindide nasıl altıncı rekatı ilâve etmez; ondan evvel nâfile kılmakla kerahet yoktur!» demiş; sonra, «Bunu, ikindiyi kıldıktan sonra başka bir ikindiyi veya öğleyi kaza ederken şekline hamletmek mümkündür» diye cevap vermiştir.

TENBİH: Şârih sabah ve ikindiyi söylemiş fakat akşam namazını açıklamamıştır. Halbuki Kuhistani onu da açıklamıştır. Mezkur açıklama gereğince akşam namazında dördüncüye beşinci bir rekat daha ilâve eder. Lâkin Hılye´de ona beşinci rekatın ilâve edilemeyeceği kaydedilmiştir. Çünkü ulema akşam namazından evvel nâfile kılmanın mekruh olduğunu ve nâfile namazın mutlak surette tek rekatla bitirilmesinin kerahatini açıklamışlardır.

Ben derim ki: Bunun muktezası dördüncü rekatta secde edince hemen selâm vermek ve oturmamaktır. Tâ ki akşam namazından önce nâfile namaz kılmış olmasın. Şârihin işaret ettiği şekilde de cevap verilebilir. Ve, «Kerahet maksut olan nâfileye mahsustur. O halde selâm vererek namazı kesmeğe bir zaruret yoktur» denilir. Akşam namazına beşinci rekatı ilâve edememesi açıktır ve tek rekatla nâfile kılmış olmasın diyedir. En iyisi şarihin yaptığı gibi akşam namazını anmamaktır. Sonra İmdâd´da gördüm ki «Akşam namazı sükûtu geçilmiş; çünkü o dört rekat olmuştur; ona ilâve yapılamaz» demiş.

Musannıfın «dilerse» demesi, ilâvenin vacip olmadığına işarettir. İlâve menduptur. Nitekim Mebsut´a tâbi olarak Kâfi´de böyle denilmiştir. Asıl nâm eserde vacip olduğunu anlatan sözler vardır. Ama menduptur demek daha münasiptir. Nitekim Bahır´da böyledir.

«Çünkü kerahet ve tamamlamak kasten yapmaya mahsustur» ifadesi bir mukadder sualin cevabıdır. Sual şudur: İkindi ve sabah namazlarından sonra nâfile kılmak mekruhtur. Sair namazlardan sonra mekruh değilse de başlayınca tamamlanması vaciptir. Şu halde sen nasıl velev ki ikindi ve sabah namazından sonra olsun diyebildin? Ve o kimsenin muhayyer olduğunu, dilerse bir rekat ilâve edebileceğini; dilemezse etmeyeceğini söyledin? Cevap : O kimse bu nâfileye kasten başlamamıştır. Senin söylediğin kerahet ve tamamlamanın vacip oluşu kasten nâfile kılmaya mahsustur. Lâkin burada rekat ilâvesi evlânın hilâfıdır. Nitekim bunu ifade eden sözler gelecektir.

METİN

Esah kavle göre secde-i sehiv yapmaz. Zira bozulmaktan ileri gelen noksan tamamlanmaz. Meselâ dördüncü rekatta teşehhüt miktarı oturur da sonra kalkarsa dönerek selâm verir. Ayakta selâm vermesi de sahihtir. Sonra esah olan, cemaatın imamı beklemeleridir. Geri dönerse ona tâbi olurlar. Beşinci rekatın secdesine giderse selâm verirler. Çünkü onun farzı tamam olmuştur. Zira selâmdan başka bir vazifesi kalmamıştır. İmam beşinci rekata altıncıyı da ilâve eder. Velev ki ikindide olsun. Akşam namazında beşinci rekatı, sabah namazında dördüncüyü ilâve eder. Bununla fetva verilir. Tâ ki o iki rekat kendisi için nâfile namaz olsun. Burada ilâve daha kuvvetlidir. Ama namazı bozarsa mes´uliyet yoktur. Mutemet olan kavle göre o namazı kerahet vaktinde tamamlamasında beis yoktûr. Her iki surette secde-i sehiv yapar. Çünkü birincide selâmı geciktirmekle, ikincide ise terketmekle farzı noksan olmuştur.

İZAH

«Zira bozulmaktan ileri gelen noksan tamamlanmaz» ifadesinden murad «son oturuşu terketmekle hasıl olan noksan, secde-i sehivle tamamlanmaz» demektir. Bu namaz farz olarak bozuldu ise de nâfile olarak sahihtir. Nâfilede yanılarak ka´deyi terk eden kimseye secde-i sehiv vacip olur. Bu cihete bakarak «neden burada secde-i sehiv vacip olmadı?» dersen ben de derim ki: O kimse ka´deyi terkederken namaz henüz nâfile değildi. Nâfile olması ancak o rekatı secde ile kayıtladıktan ve bir rekat daha ilâve ettikten sonra tahakkuk etti. Binaenaleyh nâfile oluşu ârızidir. T. «Meselâ: Dördüncü rekatta ilh...» üç rekatlı namazın üçüncü rekatında yahut iki rekatlı namazın ikinci rekatında oturup sonra secde etmeden kalkarsa hüküm yine budur. Yani dönerek selâm verir. H. Zira yukarıda geçtiği vecihle bir rekattan aşağısı hükümsüz bırakmaya mahaldir. Burada teşehhüdü tekrarlayamayacağına işaret vardır. Bahır´da bu açıklanmıştır. İmdâd sahibi şöyle demektedir: «Oturarak selâm vermek için geri dönmek sünnettir. Zira selâmın sünneti, otururken vermektir. Ayakta selâm vermek mutlaka, namazda özürsüz meşru değildir. Binaenaleyh onu meşru şekilde verir. Ayakta selâm verirse namazı bozulmaz ama sünneti terk etmiş olur.»

«Sonra esah olan cemaatın imamı beklemeleridir.» Çünkü bid´atta imama tâbi olmak caiz değildir. Bazıları imam dönsün dönmesin cemaatın mutlak surette ona tâbi olmaları lâzım geldiğini söylemişlerdir. «Geri dönerse» yani beşinci rekatın secdesine varmadan dönerse selâm vermekiçin cemaat kendisine tâbi olurlar. «Çünkü onun farzı tamam olmuştur. Selâmdan başka bir vazifesi kalmamıştır.» Şarih bu sözü ile farzının tamam olmasından murad, bozulmamış olduğuna işaret etmiştir. Yoksa o kimsenin namazı nâkıstır. Nitekim az sonra «birincide selâmı geciktirmekle, ikincide ise terketmekle farzı noksan olmuştur» diyecektir, Bahır´da buna işaret edilmiştir. H. İmamın beşinci rekata altıncıyı ilâve etmesi en makbul kavle göre menduptur. Bazıları vacip olduğunu söylemişlerdir. Bunu Bahır´dan Halebî nakletmiştir.

«Velev ki ikindide olsun» sözü rekat ilâvesinin meşru olması hususunda mekruh vakitlerle başka vakitler arasında fark olmadığına işarettir. Zira yukarıda görüldüğü vecihle o vakitlerde nâfile kılmak ancak kasten kılınırsa mekruhtur. Kast yoksa kerahet de yoktur. Sahih olan kavil bâtıl dur. Zeyleî. Fetva bunun üzerinedir. Müçtebâ. Bu söz aynı zamanda ikindide mekruh olmadığı gibi sabah namazında da mekruh olmadığına işarettir, Onun için Fetih´te ikisi eşit sayılmıştır. Zeyleî Buna muhaliftir. Tecnis´te «fetva, rekat ilavesinde kerahet bulunmaması hususunda ikisi arasında fark yoktur diye verilmiştir» denilmiştir.

«Burada ilave daha kuvvetlidir.» Çünkü farzı tamam olmuştur. Secde-i sehiv yapmayarak bu iki rekatı bozsa vacibi terketmesi lâzım gelir. Kıyamdan oturarak secde-i sehiv yapsa bu secdeyi sünnet vecihle yapmamış olur. Binaenaleyh altınca rekatı ilâve etmesi mutlaka lâzımdır. İki rekatı tamamlayınca oturur ve secde-i sehiv yapar. birinci mesele bunun hilâfınadır. Zira orada farz sıfatı kalmamıştır ki noksanını gidermeğe muhtaç olsun. Bu cümle Dürer´den alınmıştır.

«O namazı kerahet vaktinde tamamlamasında beis yoktur.» Yani ikindi ve sabah gibi mekruh vakitte rekat ilavesi yaparsa bazılarına göre mekruh işlemiş olur. Fakat sahih kabul edilen mutemet kavle göre bunda bir beis yoktur. Bahır´da, «Bu, terk edilmesi evlâdır manâsına gelir. Zahirine bakılırsa bunun vücubunu veya müstehap olduğunu söyleyen yoktur» denilmiştir. Şöyle denilebilir: Mekruh vakit, içinde namaz kılmakta beis vardır zannı verdiği için ulema bunda beis olmadığını söylemişlerdir. Yoksa terki evlâ olduğu için değildir. Bilâkis evlâ olan terki değil fiilidir. Buna delil ulemanın şu sözleridir: Bir kimse nâfileye niyet ederek bir rekat kılsa do arkasından fecir doğsa evlâ olan o nâfileyi tamamlamasıdır. Çünkü o kimse fecir doğduktan sonra kasten nâfile kılmış değildir. Ancak şöyle bir fark yapılabilir: Burada nâfileye başlamak maksuttur. Binaenaleyh onun hürmeti vardır. Meselemizdeki bunun gibi değildir. Lakin buna da şöyle itiraz edilebilir: Burada tamamlamamaktan vacip olan secdeyi terk yahut sünnet vecihle. yapılmamak lâzım gelir. Bu izaha göre birinci meseledeki mekruh vakitlerde rekat ilâvesi evlânın hilâfına olur. Çünkü o vakitlerde secde-i sehiv yoktur. Nitekim geçmişti «Her iki surette secde-i sehiv yapar. Yani beşinci rekatın secdesini yapsın yapmasın secde-i sehiv lâzımdır.» Çünkü birincide selâmı geciktirmekle, ikincide ise ona mahsus olan selâmı terketmekle farzı noksan olmuştur. Farzın kendisine mahsus selâmı, farz olan oturuşla selâm arasında namaz bulunmamaktır. Burada ise altı rekatta selâm vermesi her ne kadar kendisini bütün namazdan çıkarırsa da o namaza mahsus olan selâm elinden gitmiştir. H.

METİN

Bu iki rekat farzdan sonraki müretteb sünnetin yerini tutmaz. Esah olan budur. Çünkü o iki rekata devam ancak yeni tahrîme ile idi. O kimseye biri bu iki rekatta uyarsa onları da kılar. Bozarsa onları kaza eder. Bununla fetve verilir. Nihâye. Nâfile namazda yanılarak ilk oturuşu terk ederse secde-i sehiv yapar Ve istihsanen namaz bozulmaz. Çünkü nâfile namaz iki rekat meşru olduğu gibi dört rekatta meşru olmuştur. Evvelce arzetmiştik ki, üçüncü rekatın secdesine varmadıkça geri döner. Bazıları dönmez demişlerdir. Bir kimse farz veya nâfile iki rekat namaz kılar da bunlarda yanılırsa selâm verdikten sonra secde-ı sehiv yaparak o namazın üzerine iki rekat binâ etmek istediği taktirde bunu yapamaz. Yani zaruret yokken secdesi bâtıl olmasın diye binâ etmesi kerahet-i tahrîmiye İle mekruh olur.

Bu mesele aynen nâfileler babında geçmiştir. İbn-i Âbidin orada bundan söz etti. İsteyen müracaat edebilirler.

İZAH

Musannıf birinci meselede nâfileye dönen namazın hükmünü söylememiştir. Acaba bu namaz öğlenin ilk sünnetinin yerini tutar mı? Bazı zevat «evet tutar» demişlerdir. Buna meselenin buradaki ta´lili ile itirazı edenler olmuştur. Ama itiraz söz götürür. Çünkü evvelce geçen de namaza başlayış yeni bir tahrîme ile idi. Olsa olsa kasten başladığı vasfı nâfileye inkılâb etmişti. Buradaki iki rekat öyle değildir. Zira bunlara kasten başlamamış; yeni bir tahrîme de yapmamıştır. Nâfileler babında geçmişti ki, bir kimse iki rekat teheccüt namazı kıldıktan sonra bunların fecir doğduktan sonra kılındığı anlaşılırsa sahih kavle göre sabah namazının sünneti yerine kâfidir. Ama dört rekat kılar da sonra bunlardan ikisinin fecir doğduktan sonra kılındığı anlaşılırsa iş değişir. Çünkü bu iki rekat yeni tahrîme ile kılınmış değildir.

«O kimseye biri bu iki rekatta uyarsa onları da kılar» yani dört rekatta oturup da sonra beşinci rekata kalkan ve altıncıyı ilâve eden kimseye bir başkası uyarsa dört rekatla birlikte bu iki rekatı da kılar. Daha doğrusu bu iki rekatla birlikte dört rekatı da kılar demeli idi. Çünkü iki rekatı kılacağı ittifaken sabittir. İmam Ebû Yusuf´a göre bu adam yalnız iki rekat kılacaktır. Çünkü nâfileye intikal etmekle farzın ihramı kesilmiştir. İmam Muhammed´e göre altı rekat kılacaktır. Esah olan da budur. Zira tahrime kesilmiş olsa o kimse yeni bir tekbire muhtaç olur ve bütün rekatlara başlamış sayılır. Bunu Halebi kısaltarak Bahır´dan nakletmiştir.

«Bozarsa onları kaza eder.» Yani cemaat olan kimse o iki rekatı bozarsa yalnız onları kaza eder. Çünkü kendisi bu iki rekat nâfileye kasten başlamıştır. Binaenaleyh ödemesi lâzım gelir. İmam bunun hilâfınadır. Zira o yanılarak başlamıştır. Bütün bu izahat imam dördüncü rekatta oturduğuna göredir. Şayet oturmazsa cemaat olan altı rekat kılar. Nitekim bozarsa yine altı rekat kaza eder. Kuhistani´de Muhit´ten naklen böyle denilmiştir. Çünkü o adam imamın namazını üzerine almıştır. Onun kıldığı nâfile ise altı rekattır. Nitekim Bahır´da beyan olunmuştur.

TETİMME: O kimse teşehhüt miktarı oturduktan sonra beşinci rekata kalkar da farz kılan birisikendisine uyarsa sahih olmaz velev ki ka´deye dönsün, Çünkü beşinci rekata kalkınca nâfileye başlamıştır. Ve farz kılan nâfile kılana uymuş olur. Teşehhüt miktarı oturmazsa uyması sahihtir. Zira o rekatı secde ile kayıtlamadan farzdan çıkmamıştır. Bunu Bahır Sirâc´dan nakletmiştir.

«Evvelce arzetmişti ki...» cümlesinden murad; metindeki «bir kimse farzın ilk oturuşunu. yanlışlıkla terkederde sonra hatırlarsa ona döner» ifadesidir. Bazıları, «İyice doğrulduktan sonra farzda olduğu gibi geri dönmez» demişlerdir. Bu kavlın Tatarhaniye´de sahih kabul edildiğini evvelce bildirmiştik. Münye şerhinde, «hilâf dört rekat niyetle namaza başladığına göredir. İki rekat niyetle başlarsa bilittifak döner» denilmiştir.

«Selâm verdikten sonra secde-i sehiv yaparak o namazın üzerine iki rekat binâ etmek isterse bunu yapamaz.» Selâm vermeden secde-i sehiv yaparsa hüküm yine aynıdır. Nitekim şârihin yaptığı ta´lilden de bu anlaşılmaktadır. Galiba musannıf «selâm verdikten sonra» kaydını Hülâsa´ya uyarak koymuştur. Çünkü bize göre secde yerinde sünnet budur. Yoksa bazılarının dediği gibi selâm verdikten sonra secde-i sehiv yapması, evlâdır diye kayıtlamamıştır.

«Yani zaruret yokken secdesi batıl olmasın diye binâ etmesi kerahet-i tahrime ile mekruh olur.» Vacibi bozmak caiz değildir. Meğer ki onu sahih kabul etmek ondan daha kuvvetli olanın bozulmasını gerektirsin. Bunu Fetih´ten naklen Bahır sahibi söylemiştir. Yani aşağıdaki yolcu meselesinde olduğu gibi demek istemiştir. Halebi diyor ki: «Şeyhimiz bunun nâfile üzerine yapılan binaya mahsus olduğunu söyledi. Farz üzerine yapılan binâda ise iki başka kerahet daha vardır. Bunların birincisi farz namazda selâm vermek, ikincisi yeniden niyetlenmeden nâfileye başlamaktır.» Tahtavi´nin beyanına göre sonuncu kerahet evvelâ iki rekata niyet edip de üzerine onun mislini bina ederse nâfilede de mevcuttur.

METİN

Yolcu mukim olmağa niyet ederse bunun hilâfınadır. Günkü binâ etmezse namazı batıl olur. Bir kimse namaza hakkı olmayan binâyı yapsa tahrime bakî olduğu için binâsı sahihtir. Muhtar kavle göre o kimse de yolcu gibi secde-i sehivi tekrarlar. Zira namaz esnasında olduğu için bu secde batıl sayılır. Üzerinde secde-i sehiv olan kimsenin selâm vermesi kendisini mevkuf (şartlı) olarak namazdan çıkarır. Secde ederse namaza dönmüş olur. Secde etmezse dönmüş olmaz. Bu izaha göre o kimse secde-i sehiv yaparsa kendisine uymak sahih olur. Kahkaha ile gülerse abdesti bozulur. Ve mukim olmağa niyet etmekle farzı dört rekat olur. Secde yapmazsa zikredilen hükümler sabit olmaz. Bilumum kitaplarda böyle denilmiştir. Ama bu hüküm son iki mesele hakkında yanlıştır. Doğrusu secde etsin etmesin abdestinin bozulmaması ve farzının değişmemesidir. Çünkü secde kahkaha ile sakıt olmuştur. Keza niyetle de sakıttır. Tâ ki secde-i sehiv namaz arasında yapılmış olmasın. Meselenin tamamı Bahır ile Nehirde´dir.

ÎZAH

«Yolcu mukim olmağa niyet ederse bunun hilâfınadır» yani yolcu bir kimse secde-i sehiv yapar da sonra mukim olmağa niyet ederse caizdir; Çünkü binâ etmezse ikamet niyetiyle namazıtamamlamak lâzım geldiği halde namazı batıl olur. Binâ ederse vacibi bozmuş olur. Vacip farzdan aşağıdır. Binaenaleyh ondan üstün olanı korumak için buna katlanılır. Bahır.

«Muhtar kavle göre o kimse de yolcu gibi secde-i sehivi tekrarlar.» O kimseden murad, namazı binâya hakkı olmayandır. Bu mutlak ifade farz kılana da şâmildir. Şârihin bu bâbın başında Kınye´den naklettiği. «Bir kimse nâfileyi. yanıldığı bir farzın üzerine binâ ederse secde etmez» ifadesi buna muhaliftir. Biz orada söyleyeceğimizi söylemiştik. Bazıları secde-i sehivi tekrarlamayacağını söylemiş, «Çünkü bu secde yapıldığı zaman namazı tamamlamak için yapılmıştır. Binaenaleyh geçerlidir» demişlerdir. Bunu imdâd´dan naklen Halebî söylemiştir.

«Üzerinde secde-i sehiv olan kimsenin selâm vermesi kendisini şartla namazdan çıkarır.» Bu hüküm şeyhayn´a göredir. îmam Muhammed´e göre ise aslâ namazdan çıkarmaz. Nitekim Bahır´da ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. «Secde ederse namaza dönmüş olur.» Bu ifadeye göre mevkuf (yani şartlı) olmanın mânâsı, «selâm vermek, namazdan çıktıktan sonra secde-i sehiv yapmak suretiyle tekrar namazın hürmetine dönmek ihtimaliyle bîrlikte o kimseyi her vecihle namazdan çıkarır» demektir. Ulemanın bu hususta başka bir tefsiri daha vardır ki şudur: Secde etmezden evvel o kimsenin hali, âkıbetinin anlaşılmasına bağlıdır. Secde ederse selâmının onu namazdan çıkarmadığı, secde etmezse selâmdan itibaren namazdan Çıkardığı anlaşılır. Tamamı Fetih´tedir.

Mukim olmağa niyet etmekle farzının dört rekat olması selâm verdikten sonra secde etmeden niyet ettiğine göredir. Nitekim mesele bu şekilde kurulmuştur. Selâm vermezden önce secde ederse farzının dört rekat olacağında şüphe yoktur. Çünkü bu secde onu bilittifak namazın hürmetinden çıkarmamıştır. Selâm verip secde ettikten sonra dahi hüküm budur. Zira yine bilittifak namazın hürmetindedir. imam Muhammed´in kavline göre bu meydandadır. Şeyhayn´ın kavline göre de namazın hürmetindedir. Çünkü secde etmekle namazın hürmetine dönmüştür. Musannıfın, «Yolcu bunun hilafınadır» dediği bu son meseledir.

«Bilumum kitaplarda böyle denilmiştir» ifadesinin yerine bazı nüshalarda, «Gayetü´l - Beyan´da böyle denilmiştir» cümlesi vardır ki doğrusu da budur. Çünkü Hidaye ve şerhlerinde, Kâfî, Kadıhân ve diğer bilumum kitaplarda zikredilen abdestin bozulmaması ve şeyhayn´a göre farzın dört rekat olmamasıdır. Secdeye dönüp dönmemek hususunda tafsilat yoktur. Onlar bu tafsilatı sadece imama uyma meselesinde zikretmişlerdir. Zira başkalarında mümkün değildir. Musannıfın yaptığı gibi tafsilâtı üç meselenin üçünde de yürütmek ise yalnız Gayetü´l - Beyan´da zikredilmiştir. Nitekim bunu ondan Bahır sahibi nakletmiştir. Keza Vikâye´nin metninde, Dürer´de ve Mültekâ´da dahi mevcuttur. Bu zevatın yanıldıklarına birçok ulema tenbihte bulunmuşlardır. Kuhistâni dahi, «imama uyma meselesinden başkaları hilâfın teherruatından değildir. Meğer ki iki kazıye-i şartıye sakıt ola! Burada Vikâye´nin meşhur bir hatası vardır» demiştir. Kuhistâni´nin iki kazıye-i şartıyeden muradı, «Secde ederse namaza dönmüş olur; secde etmezse dönmüş olmaz» cümleleridir. Hâsılı doğru ifade İbn Kemâl´in dediği gibi; «üzerinde secde-i sehiv olan bir kimsenin selâm vermesi şeyhaynagöre kendisini şartla namazdan çıkarır. imam Muhammed buna muhaliftir. Sonra secde ederse o kimseye uymak sahih olur. Secde etmezse sahih olmaz. Kahkaha atarak gülmekle abdesti bozulmaz. Mukim olmağa niyet etmekle farzı da dört rekat olmaz» demektir. İmam Muhammed´e göre o kimseye uymak mutlak surette sahihtir. Kahkaha ile abdesti bozulur. Farzı ikamete niyetle dört rekat olur. Şu halde hilâf üç meselede mevcuttur. Lâkin birinci meselede şeyhayna göre zikredilen tafsilat vardır, Son iki meselede tafsilat yoktur. Musannıfın yaptığı gibi tafsilatı üç meseleye şamil tutmak hatadır. Kitapların umumuna muhaliftir.

«Son iki mesele» den murad, kahkaha ile mukim meseleleridir, Bunlarda iki kaziye-i şartıyeyi zikretmek yani «secde ederse abdesti bozulur; ve farzı dört rekat olur da secde etmezse abdesti bozulmaz, ve farzı dört rekat olmaz; demek» hatadır. Çünkü şeyhayna göre bunlarda tafsilat yoktur. Tafsilat yukarıda beyan ettiğimiz gibi yalnız ilk meselededir. Kahkahaya gelince: Namazın hürmeti kalmadığı için o bütün imamlarımıza göre secdenin sükûtunu gerektirir: Zira kahkaha sözdür. Hükmü de İmam Muhammed´e göre abdesti bozmak, şeyhayna göre bozmamaktır. Nitekim bu Muhit ile Tahâvî şerhinde açıklanmıştır. Bahır. Yani İmam Muhammed´e göre o kimse selâm vermekle namazın hürmetinden çıkmamıştır. Binaenaleyh kahkaha ile abdesti bozulur. Şeyhayna göre ise her vecihle namazdan çıkmıştır, artık o kimsenin secde ile namaza dönmesine imkân yoktur. Çünkü namaza zıt olan kahkaha mevcuttur. Kahkaha sözdür. Nasıl selâmdan sonra kasten selâm verse veya kasten abdestini bozsa namazdan çıkmış sayılır. Zira abdesti bozulduktan sonra onun selâmı şarta bağlı kalmaz.

İkamete niyet meselesinde Muhit´de ve diğer kitaplarda şöyle denilmiştir: «O kimsenin farzı değişmez ve kendimden secde-i sehiv sakıt olur.» Mirâc´da «ister secde etsin ister etmesin» kaydı vardır. Çünkü secde ile farz değişse ondan önce buna niyet etmesi sahih olurdu. Niyet sahih olunca secde namazın ortasında yapılmış olur ve itibara alınmazdı. Şu halde hiç secde etmemiş gibi olurdu. Bu namaz sahih olsa secdesiz sahih olurdu. Bahır ve Nehir. Bu sözün hülâsası şudur: O kimsenin secdesi sahih olsa batıl olur. Bir şeyin sahih kabul edilmesi iptaline sebep olursa o şey batıldır. Bunda devir de vardır. Bunu Bezzâziye sahibi şöyle izah ediyor: «O kimse şeyhayna göre namazdan çıkmıştır. Namazına dönmesi ancak secdeye dönmekle mümkün olur. Secde-i sehive dönmek ise ancak namaz tamam olduktan sonra mümkündür. Namazını tamamlamak ise ancak secde-i sehive döndükten sonra mümkündür. Böylece devir meydana gelir. (Devir, bir şeyin kendine bağlı olan şeye bağlanmasıdır. Meselâ tavuğun meydana gelmesi yumurtaya bağlıdır. Yumurtanın meydana gelmesi de tavuğa bağlıdır. Demek böylece o buna, bu ona bağlıdır diye devam etmek devirdir.) Bezzâziye sahibi diyor ki: «Bunun izahı şudur: O kimsenin secdesine dönmesi mümkün değildir. Çünkü onun secdesi tamamlayıcı olan şeydir. Nasla beyan edilen tamamlayıcı ise namazın sonundaki secdedir. Tamam olmadan namazın sonu yoktur. Binaenaleyh devri kesmek için. "o kimsenin namazı tamam olmuştur. O kimse namazdan çıkmıştır" deriz.»

Hâsılı o kimseye bildiğin sebepten dolayı secdeye dönmek mümkün olmayınca namaza dönmek de mümkün değildir. O halde selâm vermekle kat´î olarak namaz dışında kalmıştır. Hattâ secde etmiş olsa secdesi hükümsüz kalır. Nitekim bundan önceki meselede kahkaha ile güldükten sonra secde etse yahut kasten abdestini bozduktan sonra secdeye gitse hüküm budur. Onun için Kemâl ve diğer Nihaye ve İnâye sahipleri gibi şarihlerle Kadıhan o kimsenin mukim olmağa niyet etmekle farzının değişmeyeceğini açıklamışlardır. Çünkü niyet namazın hürmeti esnasında hasıl olmamıştır. Bu izahdan anlaşılır ki İmdâd Sahibinin bu meselede Gayetü´l-Beyan´ı müdafaa sadedinde söyledikleri itibardan sakıttır.

METİN

Secde-i sehiv kıbleden dönmedikçe veya konuşmadıkça -velev ki namazdan çıkmak niyetiyle selâm verirken olsun- yapılır. Çünkü meşru bir şeyi değiştirmeye niyet etmek hükümsüzdür. Kıbleden döner veya konuşursa tahrîme batıl olur. Secde-i sehivi veya namaz secdesini yahut tilâvet secdesini unutursa mescidde bulunduğu müddetçe bu secdeyi yapması tâzımdır. Meselâ öğle namazını kılan bir kimse onu tamamladığını zannederek İki rekatta selâm verirse dört rekat olarak tamamlar; ve secde-i sehiv yapar. Zira yanılarak verilen selâm namazı bozmaz. O bir vecihle duadır. Öğlenin farzını iki rekat zannederek selâm vermesi bunun hilâfınadır. Bu kendisini yolcu veya kıldığı namazın cuma olduğunu sanmakla olur. Yahut Müslümanlığı yeni kabul etmiştir de öğlenin farzını iki rekat zanneder. Veya yatsıyı kılar da onun teravih olduğunu zannederek selâm verir. Veya üzerinde bir rükün olduğunu bilerek selâm verir. Bu taktirde namazı batıl olur. Çünkü kasten selâm vermiştir. Bazıları, «Bu selamla bir insana söz söylemeyi kastetmedikçe namaz bozulmaz» demişlerdir.

İZAH

Musannıfın buradaki secdeyi secde-i sehiv diye kayıtlaması diğer secde ve kıraatların hükmü başka olduğu içindir. Bir kimse üzerinde secde-i tilavet yahut son oturuşun teşehhüdü olduğunu bilerek selâm verirse bunlar sakıt olur. Çünkü kasten selâm vermiştir. Binaenaleyh namazdan çıkar; ve namazı bozulmaz, zira üzerinde namazın rükünlerinden bir şey kalmamıştır. Yalnız vacibi terkettiği için namazı nakıs olur keza üzerinde secde-i tilavet ve secde-i sehiv olduğunu bilerek yahut yalnız secde-i tilâveti hatırlayarak selam verirse her iki secde sakıt olur. Meğer ki teşehhüt yapmadığını hatırlasın. Bir kimse üzerinde yalnız namaz secdesi veya hem namaz hem sehiv secdesi olduğu halde selâm verse de selâm verirken her ikisini veya yalnız namaz secdesini hatırlasa namazı bozulur. Üzerinde secde-i tilâvetde bulunur da onu, yahut namaz secdesini hatırlayarak selâm verirse yine namazı bozulur. Namaz secdesi hakkında bu hüküm açıktır. Zira mezkûr secde rükündür. Tilavet secdesine gelince: Yukarıda geçen izahatın muktezası bozulmamaktı. İmam Ebû Yusuf´tan fıkıh yazanların rivayeti de budur. Çünkü o kimsenin selâmı rükün hakkında yanlış; vacip hakkında kasdî selâmdır. Bunların ikisi de namazın bozulmasını icabetmez. Lâkin zahir rivayet bozulacağını ifade etmektedir. Zira yanılarak selâm vermek namazdan çıkarmaz. Fakat kasten selâm vermek çıkarır. Binaenaleyh ihtiyaten çıkarması tercihedilmiştir, İmam Muhammed´in kavli çok güzeldir. O, «her iki vecihde yani gerek tilavet secdesini gerekse namaz secdesini hatırlasın namaz bozulur. Çünkü hatırında olanı selâmdan sonra kaza edemez. O kimseye unuttuğunu kaza lâzımdır denirse hatırladığını da kaza etmesi lâzım gelir» demiştir. Meselenin tamamı Fetih ile Bedâyi´ dedir.

«Kıbleden döner veya konuşursa tahrime batıl olur.» Bazıları, «Konuşmadıkça veya mescidden çıkmadıkça sırf kıbleden dönmekle namazı bozulmaz» demişlerdir. Nitekim Nihâye´den naklen Dürer´de böyle denilmiştir. İmdâd.

«Secde-i sehivi veya namaz secdesini yahut secde-i tilaveti unutursa mescidde bulunduğu müddetçe yapması gerekir.» Bu yedi surete şâmildir. Şöyle ki: O kimsenin üzerinde ya sadece secde-i sehiv, ya sadece namaz secdesi yahut sadece secde-i tilâvet vardır. Yahut üçü birden veya ikisi birden yani namaz secdesi ile tilâvet secdesi veya secde-i sehiv ile yahut bunlardan biri ile bulunur. Bu suretlerin hepsinde üzerinde olan secdelerin tamamını yahut secde-i sehivden maadasını unutarak selâm verir de hatırlar fakat bu hatırlama namazdan çıkmak için selam verdikten sonra olmazsa hatırladığını yapması lâzım gelir. Ve secdeler arasında tertibe riayet eder. Hattâ üzerinde secde-i tilâvetle namaz secdesi varsa onları tertip üzere kaza eder. Bu, kaza edilen secdelerde niyetin vacip olduğunu ifade eder. Nitekim Fetih´te beyan edilmiştir. Sonra teşehhüdünü yaparak selâm verir; sonra secde-i sehivi yapar. «Secde-i sehivden maadasını» diye kayıtlamamız şundandır: Secde-i sehivi hatırlar da değerlerini unutarak selâm verirse yine lâzım gelir. Çünkü secde-i sehivi hatırlayarak selâm vermek namazı bozmaz. Diğer secdeleri hatırlamak böyle değildir. Onları hatırlamak evvelce gecen tahsilata göre namazı bozar.

«Mescidde bulunduğu müddetçe yapması gerekir.» Yani yüzü kıbleden dönmüş bile olsa istihsanen secdeyi yine yapar. Çünkü mescidin her yeri bir mekan hükmündedir. Onun için mescidde imamla cemaatın aralarında boşluk bulunsa bile imama uymak sahih olur. Fakat ovada olursa arkasındaki veya sağındaki solundaki safları geçmeden hatırladığı taktirde borcunu kazaya döner. Zira bu yer mescide mülhaktir. Öne doğru yürürse esah kavle göre secde ettiği yere yahut süresine itibar olunur. Nitekim Bedâyi´de ve Fetih´de beyan edilmiştir.

T E N B İ H : Şarih burada «mescidde bulunduğu müddetçe» demiştir Daha önce, «kıbleden dönmedikçe» ifadesini kullanmıştı. Fark şu olsa gerektir. Buradaki selâm yanlışlıkla verildiği için mücerret kıbleden dönmek mâni sayılmamıştır. Evvelce bahsettiğinde selâm kasten verildiği için iki kavilden birine göre mâni sayılmıştır ki, musannıfın tercih ettiği kavil de budur. Zira Bedâyi´de «secde selâmla sakıt olmaz. Velev ki kasten verilmiş olsun. Ancak konuşmak, kahkaha ile gülmek, kasten abdestini bozmak, mescidden çıkmak ve secdeyi hatırladığı halde yüzünü kıbleden çevirmek gibi namaza devama mâni bir iş yaparsa sakıt olur. Zira secdenin yeri geçmişti. Onun yeri namazın tahrîmesidir. Binaenaleyh yerinin geçmesi zaruretiyle secde de sakıt olur» denilmektedir.

«Öğle namazını kılan bir kimse onu tamamladığını zannederek iki rekatta selâm verirse dört rekat olarak tamamlar.» Ancak cenaze namazından başka namazlarda ayakta selâm verirse bu yanılmaafvedilmez. Çünkü ayakta durmak cenaze namazından başka namazlarda selâmın yeri değildir. Nitekim musannıf bunu namazı bozan şeyler bâbında anlatmıştı. Selâm bir vecihle duadır. Onun için konuşma hükmünde değildir. Konuşmak yanılarak da olsa namazı bozar.

«Çünkü kasten selâm vermiştir.» Allâme Makdisî bu cümle ile ondan önceki arasındaki farkı müşkil saymıştır. Zira önceki de kasten selâmdır.

Ben derim ki: Münye şerhinde fark şöyle anlatılmıştır: Birincide o kimse dört rekatı tamamladım zanniyle selâm vermiştir. Binaenaleyh onun selâmı yanlıştır. Burada ise iki rekat kıldığını bilerek selam vermiştir. Buradaki selâmı kasdî olmuştur. Ve namazı bozar. O namazın üzerine bina edilemez.

Tatarhaniye´de beyan edildiğine göre yanılma namazın aslında olursa namazın bozulmasını gerektirir. Vasfından olursa bozulması icap etmez. Birinciye misal; sabah namazı ve cuma namazı kılıyorum yahut seferiyim zanniyle iki rekatta selâm vermektir. İkinciye misal de, dördüncü rekatı kılıyorum zanniyle iki rekatta selâm vermektir. Yani sayı, vasıf mesabesindedir.

Hâsılı: kıldığı namazın meselâ; sabah namazı olduğunu zannederse iki rekatta selâm vermeyi kastetmiş oluyor. Ve böylece başladığı namazı tamamlamadan ondan kasten çıkmış sayılıyor. Tamamladım zannıyle selâm vermek böyle değildir. O bu selâmı vermeyi ancak dört rekattan sonra kastetmiş fakat yanlışlıkla dörtten evvel vermiştir. Hülâsa, selâm zati itibariyle her iki namazda kasdî, yeri itibariyle başka başkadır.

Bazıları, «Bu selâmla bir insana söz söylemek istemedikçe namaz bozulmaz demişlerdir.» Bunu Bahır sahibi inceleyerek anlatmış ve Müçtebânın şu sözünden almıştır: «Namaz kılan kimse namazı tamam olmadan kasten selâm verirse bazılarına göre namaz bozulur; bazılarına göre bununla bir insana söz söylemek istemedikçe bozulmaz.» Bunun üzerine Bahır sahibi! «o halde ikinci kavle göre bu meselelerde namazın bozulmaması lâzım gelir» demiştir, Bu sözün bir misli de Nehir´dedir. Şeyh İsmail «Zâhir olan budur. Ama birinci kavil birçok mutemet kitaplarda kesinlikle ifade edilmiştir» diyor.

METİN

Bayram ve cuma namazlarında, farz ve nâfilelerde yanılmak müsavidir. Müteehhirin ulemaya göre muhtar olan kavil bayramla cumada fitneyi def için yanılmanın nazar-ı itibara alınmamasıdır. Nitekim Bahır´ın cuma bahsinde beyan edilmiştir. Musannıf da onu kabul etmiş; Dürer sahibi kesinlikle buna kail olmuştur.

Yanılmak adeti olmayan bir kimse namazda iken kaç rekat kıldığında şek ederse namaza aykırı bir amelde bulunarak onu yeniden kılar. Oturarak selâm vermekle namazı yeniden kılması evlâdır. Çünkü namazdan çıkaran şey selâmdır. Bazıları yanılmak adeti olmayan birine «büluğa erdikten sonra hiçbir namazda şek etmeyen kimse» demişlerdir. Ekseri ulema bu kavli tercih etmişlerdir. Bunu Hülâsa´dan naklen Bahır sahibi söylemiştir.

İZAH

Zâhire göre başka namazlarda cemaat fazla olursa hüküm cuma ve bayram namazlarındaki gibidir. Nitekim bunu bazıları tetkik etmiştir. T. Bunu Rahmeti de incelemiş ve «Bahusus bizim zamanımızda» demiştir. Ebu´s-Suud haşiyesinin cuma bahsinde Azmiye´den naklen bildirildiğine göre bundan maksat «caiz olmaz» demek değil; «cemaat fitneye düşmesin diye terki evlâdır» demektir, Dürer sahibi cuma ve bayram namazlarında secde-i sehivin sakıt olduğuna kesinlikle hükmetmişse de Dürer haşiyesini yazan Vâni bunu «fazla kalabalık olursa» diye kayıtlamıştır. Aksi taktirde secdeyi terketmeye sebep yoktur. T.

«Yanılmak adeti olmayan bir kimse namazda iken kaç rekat kıldığında şek ederse namaza aykırı bir fiilde bulunarak onu yeniden kılar.» Şek evvelce de beyan ettiğimiz gibi olmakla olmamanın müsavi bulunmasıdır. Fethu´l-Kadîr sahibi diyor ki: «Şârihin "namazda iken" diye kayıtlaması. namazdan çıktıktan yahut teşehhüt miktarı oturduktan sonra şek ederse nazar-ı itibara alınmayacağı içindir. Meğer ki sadece tayinde şek etmiş olsun. Bu da namazdan çıktıktan sonra bir farzı terkettiğini hatırlayarak hangi farz olduğunu tayinde şek etmekle olur. Ulema bu kimsenin bir secde yapıp oturacağını sonra iki secde ile bir rekat namaz kılacağını sonra oturacağını ve arkasından secde-i sehiv yapacağını söylemişlerdir. Terkedilen farzın rükû olması ihtimalî vardır. Rükûsuz bir secde hükümsüz kalacağı için iki secde ile bir rekat namaz kılmak behemehal lâzımdır.» Bahır sahibi tayinde şek meselesine itiraz ile şunları söylemiştir: «Bu istisnaya hacet yoktur. Çünkü sözümüz namazdan çıktıktan sonra şek etmesindedir. Bu adam bir rüknü terkettiğini yüzde yüz bilmiş; yalnız tayininde şek etmiştir. Evet, Hülâsa´da bildirilen istisna edilir. Orada şöyle denilmiştir: Selâm verdikten sonra adil bir kimse, "sen öğleyi üç rekat kıldın" diye haber verir de onun doğru söylediğinde şek ederse ihtiyaten namazını yeniden kılar. Zira o kimsenin doğru söylediğinde şek etmek namazda şek sayılır.»

«Namazda yanılmak âdeti olmayan» ifadesi Şemsü´l-Eimme Serahsî´ nindir. Bedâyi sahibi de bunu tercih etmiştir. Zâhire´de «Kahkaha en lâyık kavil budur» denilmiş; Hılye´de de «evet öyledir» diye tasdik edilmiştir. Fahru´l-İslâm ise bunun yerine «bu namazda yanılmak adeti olmayan» tabirini kullanmış; İbn Fazl bu kavli ihtiyar etmiştir, Bazıları «büluğa erdikten sonra hiç bir namazda şek etmeyen» demişlerdir. Bu. hilâfın semeresi şurada ortaya çıkar: Bir kimse namazında ilk defa yanılır da onu yeniden kılar; sonra senelerce yanılmazsa bilahare yanıldığında Serahsî´nin kavline göre namazını yeniden kılar. Çünkü yanılmak onun adeti değildir. O yalnız bir defa başına gelmiştir. Âdet ise ilk yaptığına dönmekten alınmıştır. Yani şart, bu namazdan evvel yanılmak adeti olmamaktır. Fahru´l - İslâm´ın kavline göre de namazını yeniden kılar. Sirâc´da araştırılması tâzim geldiği kaydedilmiştir ki buna muhaliftir. Nitekim üçüncü kavle göre de araştırma lazımdır, Bunu Bahır sahibi bildirmiştir. Nehir´in buradaki ibaresi hatadır. Ondan kaçınmalısın!.

«Kaç rekat kıldığında» ifadesiyle musannıf şekkin rekat sayısında olduğuna işaret etmiştir, Şek hakkında olursa meselâ: Öğlenin ikinci rekatında ikindi kıldığından, üçüncü rekatında nâfile kıldığından dördüncüde öğle kıldığından şek ederse ulema bu namazın öğle namazı olduğunusöylemişlerdir. Şekke itibar yoktur. Tamamı Bahır´dadır.

Şek eden kimse namaza aykırı bir amelde bulunarak onu yeniden kılar. Sırf niyet etmekle namazdan çıkmaz. Ulema böyle söylemişlerdir. Zâhirine bakılırsa amel mutlaka lâzımdır. Namaza aykırı bir amelde bulunmaz da zan galibine göre o namazı tamamlarsa namazı batıl olmaz. Yalnız kıldığı namaz nâfile olur. Ve farzı edâ etmesi tâzım gelir. Kıldığı namaz nâfile ise muktezası lâzım gelmelidir velevki onu tamamlamış olsun. Çünkü onu yeniden kılması kendisine vacip olmuştur. Bunu Bahır sahibi söylemiş; Nehir sahibi ile Makdisî de kabul etmişlerdir.

METİN

Şek etmesi çok zan hasıl edebildiği taktirde zan galibi ile amel eder. Çünkü yüzde yüz bilerek amel teklif edilse güçlük lâzım gelir. Zan galibi yoksa en az miktarla amel eder. Zira onu yüzdeyüz bilir. Oturulacak zannettiği her yerde oturur. Velev ki vacip olsun. Tâ ki farz veya vacip olan oturuşu terketmiş sayılmasın. Bilmiş ol ki, bu şek kendisini meşgul eder de bir rükün edâ edecek kadar düşünür ve Zahîre´de bildirildiğine göre şek halinde kıraat veya tesbih ile meşgul olmazsa bütün şek suretlerinde secde-i sehiv yapması vacip olur.

İZAH

Şekkinin çok olmasından murad, ekser ulemaya göre ömründe iki defa başına gelmesidir. Fahru´l - İslâm´ın tercih ettiği kavle göre ise namazın da iki defa başına gelmesidir. Mücteba´da, «bazıları senede iki defa başına gelmesidir demişlerdir» ifadesi vardır. Bahır ve Nehir´de «İhtimal bu Serahsî´nin kavline göredir» denilmiştir. «Zan galibi yoksa» kıldığı rekatın öğle namazının birinci veya ikinci rekatı olduğunda şek ettiği taktirde onu birinci rekat kabul eder. Ama ikinci rekatı olması da ihtimal dahilinde bulunduğundan oturur. Sonra bir rekat daha kılarak yine ayni ihtimalden dolayı oturur. Sonra bir rekat daha kılarak oturur. Zira bu rekatın dördüncü olmak ihtimali vardır. Sonra bir rekat daha kılarak oturur. Böylece dört oturuşla dört rekat namaz kılar. Bu oturuşlardan üçüncü ile dördüncü farz, ikisi vaciptir Kıldığı rekatın ikinci mi yoksa üçüncü mü olduğunda şek ederse o rekatı tamamlayarak oturur. Sonra bir rekat daha kılarak oturur. Sonra dördüncü rekatı kılarak oturur. Tamamı Bahır´dadır. Şârih aşağıda Sirâc´dan, secde-i sehiv yapacağını söyleyecektir. «Velev ki vacip olsun» cümlesi mahzuf üzerine atıf edilmiştir. Yani oturuş farz olsun vacip olsun, demektir. Hidaye ve Vikaye´de, «Namazının sonu zannettiği her yerde oturur» denilmesi ikinci ve üçüncü rekatlarda oturmayacağını gösterir. Onun için Fethu´l - Kadîr´de bu bir kusur sayılmıştır. Bahır´da ise meselede hilâf olduğu bildirilerek Hidaye sahibi namına özür dilenmiş; ve «İhtimal Hidaye sahibi sözünü iki kavilden birine binâ etmiştir. Velev ki zâhire göre mutlak olarak oturmak lâzım gelsin» denilmiştir.

Ben derim ki: Lâkin Kuhistani´de Muzmerattan naklen beyan edildiğine göre sahih olan kavil ikinci ve üçüncü rekatlarda oturmamaktır. Çünkü o kimse ya vacibi terketmek veya bidatı işlemek zorundadır. Vacibi terketmek bidatı işlemekten evlâdır. Bundan sonra Kuhistani «Lâkin burada ulemasının ihtilâfı vardır» demiştir. Ben derim ki: Fethu´l - Kadîr´in sözünü ulemanın birçokkitaplarda açıkladıkları «bidatla vacip arasında mütereddit kalan bir şey ihtiyaten yapılır. Bid´atla sünnet arasında mütereddit kalan böyle değildir; o yapılmaz» ifadeleri teyit eder. Musannıfın «bilmiş ol ki ilh...» ifadesinin yerine Münye ile Münye´nin küçük şerhinde şöyle denilmiştir: «Sonra düşünmekte asıl şudur: Bir veya üç ayet okumak, rükû veya sücud gibi bir rüknü veya oturuş gibi bir vacibi edâ etmesine mâni olursa secde-i sehiv lâzım gelir. Zira bu vacibin terkini gerektirir. Bu vacipten murad rükûu veya vacibi yerinde edâdır. Düşünmek bunlardan birine mâni olmaz da bütün rükünleri edâ ederek düşünürse secde-i sehiv lâzım değildir. Ulemadan bazıları "düşünmek kendisini kıraattan veya tesbihten alıkoyarsa secde-i sehiv yapması lâzım gelir. Aksi taktirde lâzım gelmez" demişlerdir. Bu kavle göre meselâ rükûda düşünmek rükû tesbihine mâni olursa secde-i sehiv lâzım gelir. Birinci kavle göre lazım gelmez. Esah olan da budur.»

Bu izahattan anlaşılır ki, musannıf, «tesbih ile meşgul olmazsa» sözü esah kavlin hilâfınadır. Bu kavil bazı ulemanın sözüdür. «Veya oturuş gibi bir vacibi edâ etmesine mâni olursa» ifadesinde selâm vermekten alıkoyan şey de dahildir. Çünkü Zahîriye´de, «teşehhüt miktarı oturduktan sonra üç rekat mı yoksa dört mü kıldığında şek eder de bu kendisini selam vermekten alıkoyarsa sonra yüzde yüz bilip namazını tamamladığı taktirde secde-i sehiv yapması lâzım gelir» denilmiştir. Bedayi sahibi bunu «çünkü vacibi yani selâmı geciktirmiştir» diye ta´lil etmiştir. Bu sözün zahirine göre o kimse dua ve salavat okumakla meşgul olsa bile secde-i sehiv lâzımdır. Bu söz Şemsü´l-Eimme´nin kavline binâ edilmiştir. Yani murad; bir rükün veya vacibi edâdan alıkoyan düşünme değildir. Çünkü bu bilittifak secde-i sehivi icabeder. Murad, beden rükünleri edâ ile meşgul olurken kalbin düşünmesidir. Bu sözün bir misli de Zahîre´dedir. Orada şöyle denilmektedir: «Rükû veya secdede iken uzun uzadıya düşünür ve düşünmekle bulunduğu halden değişirse istihsanen secde-i sehiv yapması lâzım gelir. Çünkü o kimsenin düşünmesi sadece kıyâmı veya rükûu sücudu uzatmaktan ibaret ve bu zikirler sünnet de olsa başka bir vacibi veya rüknü geciktirmiştir. Bu geciktirme sünneti yerine getirmesi sebebiyle değil düşünmesi sebebiyledir. Düşünmek ise namaz amellerinden değildir.»

Ben derim ki: Hâsılı secde-i sehivi icabeden düşünme hakkında ihtilaf olunmuştur. Bazıları «Bundan murad: Bir vacibin veya rüknün yerinden gecikmesine sebep olan ve onu bir rükün edâ edecek kadar geciktiren düşünmedir» demişlerdir ki, esah olan da budur. Diğerleri kalbi meşgul eden mücerret düşünceden ibâret olduğunu söylemişlerdir. Velev ki peşpeşe devamcı mâni olmasın. Bütün bu izahat, kılmakta olduğu namazın fiillerini düşündüğüne göredir. Daha önceki namazı kılıp kılmadığını düşünürse Muhit´de bu hususta şöyle denilmiştir: «Rivayetlerin birinde belirtildiğine göre bir fiili geciktirse bile o kimseye secde-i sehiv lâzım değildir. Nitekim dünya işlerinden birini düşünerek bir rüknü geciktirmek bu kabildendir. Diğer bir rivayete göre secde lâzımdır. Zira namazında noksan hasıl olmuştur. Çünkü o kimsenin bu namazı bellemesi icabeder, Tâ ki caiz olup olmadığını bilsin. Dünya işleri böyle değildir. Onları bellemek vacip değildir. Hılye sahibi bu rivayeti zâhir ve muvafık bulmuştur. Şu sebeple ki, şayet dünya işlerini düşünmekle vacibin terki lâzımgelseydi secde-i sehiv de lâzım gelirdi. Birinci kavli de zâhir bulmuştur. Çünkü secdeyi gerekli kılan şey, bir vacibi veya rüknü yerinden geciktirendir. Zira edâ ile birlikte sırf düşünmekle asla vacibi terk yoktur. Bu husustaki sözün tamamı Hılye´de ve´ Allâme Kâsım´ın fetvalarındadır.

METİN

Bu hususta taharri (araştırma) ile amel etmesi veya kıldığı en az miktara binâ etmesi müsavidir. Çünkü rüknü tehir etmiştir. Fethu´l - Kadîr. Lâkin Sirâc´da «En az miktarla amel ederse mutlak surette; galebe-i zan ile amer ederse bir rükün miktarı düşündüğü taktirde secde-i sehiv yapar» denilmiştir.

F E R ´ İ M ES E L E L E R : Namaz kılana âdil bir kimse dört rekat kılmadığını haber verir de onun doğru söyleyip söylemediğinde şek ederse ihtiyaten namazını yeniden kılar.

İmamla cemaat ihtilâf ederlerse imam ne kadar kıldığını yüzde yüz bildiği taktirde namazını iade etmez. Aksi taktirde cemaatın sözlerine bakarak iade eder.

Bir kimse kıldığı rekatın vitir namazının ikincisi veya üçüncüsü olduğunda şek etse kunut yapar ve oturur. Sonra bir rekat daha kılarak yine kunut yapar. Esah olan kavil budur. Bir kimse iftetah tekbiri alıp almadığında, abdestini bozup bozmadığında, başını mesh edip etmediğinde ve üzerine pislik bulaşıp bulaşmadığında şek ederse bu hal başına ilk defa geldiği taktirde namazı yeniden kılar. Aksi taktirde namazı iade etmez. Hac fiillerinde şek ederse ihtilâf olunmuştur. Zâhir rivayete göre en az miktar üzerine binâ eder. «Yakîn şek ile zail olmaz» kaidesi için «El´ Eşbah» nâm esere müracaat etmelisin!.

İZAH

Taharri ile amelden murad; mesela kıldığı rekatın ikinci rekat olduğuna gönlü yatarsa onunla, gönlü yatmazsa kıldığı en az miktarla amel etmesidir.

Sirâc´ın sözü Fethu´l-Kadîr´e istidrak (düzeltme) tır. Fethu´l-Kadîr´de her iki surette secde-i sehiv lâzım geleceği bildirilmiştir (yani her iki surette ayni derecede değil). Az miktarla amel ederse bir rükün miktarı düşünsün düşünmesin mutlak surette; galebe-i zan ile amel ederse bir rükün miktarı düşündüğü taktirde secde-i sehiv yapar. Zahire göre bu tafsilât tâzımdır. Çünkü galebe-i zan yüzdeyüz bilgi mesabesindedir. Taharri edip gönlü bir tarafa yatarsa onunla amel etmesi lâzım gelir, Yukarıdaki tafsilata göre «düşünmesi uzun sürmezse ona secde-i sehiv vaciptir» demenin bir vechi yoktur. Kıldığı en az miktar üzerine binâ etmesi böyle değildir. Çünkü bunda ziyade ihtimal vardır. Nitekim Bahır´da beyan edilmiştir.

Namaz kılana adıl bir kimsenin haber vermesi meselesi müstesna bir zarurettir, Çünkü evvelce görüldüğü vecihle namaz dışındaki şek muteber değildir. Şârihin «adil bir kimse» .diye kayıtlaması, iki olurlarsa onların kavliyle amel lâzım geleceği içindir. Bu taktirde o kimsenin şekkine itibar yoktur. İmdâd´da bildirildiğine göre haber veren kimse adil değilse sözü kabul edilmez.

«İhtiyaten namazını yeniden kılar» sözünden, zâhiren anlaşılan mânâ vücubtur. LâkinTatarhaniye´de «İmam şek eder de kendisine iki adil kimse haber verirlerse onların sözüyle amel etmesi vacip; bir adil kimse haber verirse onun sözüyle amel etmesi müstehap olur» denilmiştir.

İmamla cemaat ihtilâf ederler, meselâ cemaat üç rekat kıldık, imam ise dört kıldım derse imam ne kadar kıldığını yüzdeyüz bildiği taktirde o namazı yeniden kılmaz. Ama cemaat kendî aralarında ihtilâf ederler.de imam bir tarafla beraber olursa velev ki tuttuğu taraf bir kişi olsun imamın sözü ile amel olunur. Cemaattan biri namazın tamam olduğunu, biri de noksan kaldığını yüzdeyüz bilir de imamla geri kalan cemaat şek ederlerse, namazı yalnız noksan kaldığını iddia eden tekrarlar. İmam namazın noksan kaldığını yüzdeyüz bilirse hepsi namazı iade ederler. Yalnız içlerinde namazın tamam olduğunu bilen varsa o zaman tekrarlamaz. Cemaattan biri namazın noksan kaldığını bilir de imamla cemaat şek ederlerse vakit müsait olduğu taktirde evla olan ihtiyaten o namazı tekrar kılmalarıdır. Noksanlığı haber veren iki adil kimse olursa namazı tekrar kılmaları lâzım olur. Bu satırlar Hülâsa ile Fethu´l - Kadîr´den alınmıştır.

T E T İ M M E : İmam şek eder de bunu bildirmek için göz ucu ile cemaata bakarsa cemaat kalktıkları taktirde o da kalkar. Kalkmazlarsa o da oturur, Bunda bir beis yoktur. Secde-i sehiv de icabetmez. Namazda iken namaza abdestsiz durduğu veya meshetmediği hatırına gelir de buna kalbi kanaat getirir, sonra aksi zuhur ederse bir rükün edâ etmişse o namazı yeniden kılar. Etmemişse namazına devam eder. Tatarhaniye.

«Sonra bir rekat daha kılarak yine kunut yapar.» Bazıları «yapmaz» çünkü ikinci rekatta kunut bid´attır» demişlerdir. Cevap şudur: Bir şey bid´atla vacip arasında mütereddit ise ihtiyaten yapılır. Nitekim evvelce geçmişti. Şimdi şu kalır: Yanlışlıkla kunutu birinci veya ikinci rekatta okursa ne yapar? Musannıf vitir babında üçüncü rekatta kunut okumayacağını söylemişti. Ama biz hilâfının tercih edildiğini görmüştük.

«Bir kimse iftetah tekbiri alıp almadığında... şek ederse» Zahîre ve diğer kitaplarda bildirildiğine göre bu şek namaz esnasındadır. Ve zâhirine bakılırsa burada zikredilen meselelerin hepsine şâmildir. Buna delil, Zahîre´de ibarenin sonunda «Bu ilk defo başa geliyorsa namazı yeniden kılar. İlk defa değilse namaza devam etmesi caizdir, abdest alması ve elbiseyi yıkaması lâzım gelmez» denilmesidir. Hülâsa´nın ifadesi bunun hilâfınadır. Orada şöyle denilmiştir: «Bir kimse abdestin bir yerinde şek ederse bu hal başına ilk defa geldiği taktirde şek ettiği yeri yıkar. Çok defa başına gelirse kulak asmaz. Bu abdest alırken şek ettiğine göredir. Abdest aldıktan sonra şek ederse ehemmiyeti yoktur.» Lâkin Allâme Kâsım´a feteva adlı eserinde. «Bir kimse namaz kılarken abdestli olup olmadığında şek ederse hükmü ne olur?» diye sorulmuş da, «bu hal ilk defa başına geliyorsa hem abdestini hem namazını tekrarlar. İlk defa değilse namazına devam eder» cevabını vermiştir.

«Hac fiillerinde şek ederse ihtilâf olunmuştur. Zâhir rivayete göre en az miktar üzerine binâ eder.» Bahır sahibi bunu bu şekilde Bedayi´ye nisbet etmiştir. Ama ben Bedayi´de görmedim. Araştırılsın! «Lübabü´l menâsik» de şöyle deniliyor: «Rükun tavafınan şavt sayısında şek ederse tavafı yeniden yapar. Zan galibine göre binâ etmez. Namaz bunun hilâfınadır. Bazıları bu hal çok başına gelirse taharri yapar (araştırır) demişlerdir.» Lübab´ta kat´î bir lisanla anlatılan bu kavli Bahır sahibi ulemanın umumuna nisbet etmiştir.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:27 am GMT +0200
HASTANIN NAMAZI



METİN

«Hastanın namazı» tabiri, fiili failine yahut failinin mahalline izafet kabilindendir. Münasebeti hastalığın ârızi ve ilâhi olmasıdır. Tilâvet secdesi zaruret icabı geriye bırakılmıştır.

Bir kimse namazdan önce veya farz namazda hakikaten hasta olur da ayakta durmaktan tamamen aciz kalırsa -ki bunun haddi ayakta durunca bir zarar görmesidir. Fetva buna göredir.- veya hastalığının ziyadeleşmesinden yahut geç düzelmesinden veya başının dönmesinden korkmak; yahut şiddetli ağrı duymak veya ayakta kıldığı taktirde sidiğini tutamamak yahut evvelce geçtiği vecihle orucunu tutamamak suretiyle hükmen hasta sayılırsa mezhebe göre oturarak dilediği şekilde namazını kılar. Velev k bir yastığa veya insana dayansın. Zira muhtar kavle göre bu ona lâzımdır. Çünkü hastalık o kimseden rükünleri ıskat etmiştir heyetleri ıskat etmesi ise öncelik arz eder, İmam Züfer; «teşehhüt yapan gibi oturur» demiştir. Fatvanın bununla verildiği söylenir.

İZAH

«Hastanın namazı» tabiri fiili failine yahut failinin mahalline (yerine; izafet kabilindendir. Her fail mahaldir. Fakat her mahal fail değildir. Meselâ hasta, namaz için mahaldir ve onun failidir. Ama odun hareket içir mahal olduğu halde onun faili değildir. H. Şârih hastanın namazını ne içir secde-i sehivden sonraya bıraktığını söylememiştir. Bahır sahibi onu şöyle beyan etmiştir: «Secde-i sehiv hastaya ve sağlama şâmil olduğundan yeri itibariyle daha umumidir. Binaenaleyh onun beyanına ihtiyaç daha fazla olduğu için evvelâ onu beyan etmiştir.» H.

«Tilâvet secdesi zaruret icabı geriye bırakılmıştır.» Yani onun hakkı Secde-i sehiv ile beraber zikredilmekti. Çünkü her ikisi de namazın cüzü gibi olmakla yahut ikisi de namazın ardından gelen bir şeye terettüp eden secdeler olmakla aralarında münasebet vardır. Ancak secde-i sehiv namaza mahsustur. Secde-i tilâvet namazın dışında da yapılır. H.

Şârihin ayakta durmayı «tamamen» diye tefsir etmesi ileride metinde «ayakta durmanın bir kısmına kâdir olursa ayakta kılar» denileceği içindir. H. Hakiki hastalık hakkında Bahır´da şöyle denilmiştir: «Musannıf âcizlikten, ayağa kalktığı taktirde düşecek olan hakiki âcizliği kaydetmiştir. Buna delil hükmü âcizliği bunun üzerine atıf etmesidir. Hükmü imkânsızlık hastalığının ziyadeleşmesinden korkmaktır. İmkânsızlık hakkında ulema ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, «Oruç tutmayı» bazıları da «teyemmümü mubah kılan şeydir» demiş; bir takımları «kalktığı taktirde düşmektir», diğerleri «hâcetlerini görmesine mâni olan şeydir» diye tarif etmişlerdir. Esah olan kavil kalktığı taktirde zarar görmesidir. Nihaye, Müctebâ ve başka kitaplarda böyle denilmiştir»

Musannıfın «namazdan önce veya farz namazda hakikaten hasta bulunur da ilh...» sözü hastalığın sıfatıdır. Namazda iken ârız olan hastalık ileride metinde gelecek; musannıf orda: «Hastalık kendisine namazda iken ârız olursa kâdir olduğu şekilde tamamlar» diyecektir. «Farz namazda hakikaten hasta bulunur da» sözü «tamamen aciz kalırsa» ifadesine aykırı değildir. Çünkü bu taktirde murad, hastalık ârız olduktan sonra ayakta durmanın tamamen imkânsız olmasıdır.

Şârih «veya farz namazda» demekle vitir namazı gibi vaciplere ve sabah namazının sünneti gibivacip hükmünde olan sünneti müekkedelere şâmil olan namazı kastetmiştir ki bunlarla sair nâfilelerden ihtirazda bulunmuştur. Zira sair nâfileler özürsüz de oturarak kılınabilirler.

Kalkınca hastalığın ziyadeleşmesi veya geç düzelmesi, ya eskiden tecrübesi bulunmakla yahut müslüman ve kâmil bir doktorun haber vermesiyle bilinir. İmdâd.

«Orucunu tutamamak» ibaresinin yerine «oruç tuttuğu için ayağa kalkmamak» denilse daha iyi olurdu. Burada Bahır´ın ibaresi şöyledir: Ramazan orucunu tutarsa namazı oturarak kılacak, tutmazsa ayakta edâ edebilecek olan kimse "hükmen âcizlik"e dahildir. Böyle bir kimse orucunu tutar; namazını da oturarak kılar.»

«Evvelce geçtiği vecihle» sözüyle şârih, namazın sıfatı bâbını kastetmektedir. Orada şöyle demişti: «Bazen oturmak farz olur. Meselâ kalktığı taktirde yarası akar veya sidiği boşanır, yahut avret yerinin dörtte biri görünür, veya asıl kıraatı okumaktan yahut ramazan orucunu tutmaktan âciz kalırsa oturarak kılması farz olur. Cemaata gitmek ayakta kılmasına mâni olursa evinde yalnız başına kılar. Bununla fetva verilir. Eşbah sahibi buna muhaliftir. H.»

Ben derim ki: Biz de orada şunları söylemiştik: Bir kimse oturarak imâ ile namaz kılamazsa meselâ oturarak kıldığı taktirde sidiği veya yarası akar; arka üstü yatarak kıldığında akmazsa ayakta rükû ve secde yaparak kılar. Çünkü özür yokken arka üstü yatmak abdestsiz kılınan namaz gibi caiz değildir. Binaenaleyh rükünleri edâ edebildiği şekil tercih edilir. Nitekim Münye şerhinde beyan edilmiştir.

Hükmen acizliğin bir şekli de doğan çocuğun bir kısmının çıkması annesinin vaktin çıkacağından korkmasıdır. Bu kadın çocuğa zarar vermeyecek şekilde namazını kılar. Ayakta kılarsa düşmandan korkmak, çadırda kılarsa belini doğrultamamak dışarı çıkarsa yağmurdan veya çamurdan namaz kılamamak dahi hükmen acizliktir. Az bir illeti olup vasıtadan inerse yolda kalacağından korkan kimse, farzını vasıtasının üzerine kılar. Vasıta üzerindeki hastanın hükmü de budur. Ancak indirecek kimse bulunursa inerek yerde kılması icabeder. Bahır. Hastanın yastığa veya insana dayanarak kılması kendisine zarar vermemekle mukayyettir.

İnaye ile Fethu´l - Kadîr´de ve başka kitaplarda «insana dayanarak-yerine «hizmetçisine dayanarak» ifadesi kullanılmıştır. Halebî diyor ki: «Burada şu vardır: Başkasının kudretiyle kâdir olan kimse İmam-ı A´zam´a göre acizdir. Meğer ki "başkasından", hizmetçiden başkası kastedilmiş ola.

Ben derim ki: Biz teyemmüm bâbında şöyle demiştik: Bizzat suyu kullanmaktan aciz olan kimse kölesi. çocuğu ve çırağı gibi kendisine itaati lâzım gelen birini bulursa abdest olması bilittifak lâzımdır. Zâhir mezhebe göre çağırdığında yardımına gelecek olan başkaları da bu hükümde dahildir. Kıbleye dönmekten veya pis olan döşekten başka yere geçmekte âciz olan kimse bunun hilâfınadır. İmam-ı A´zam´a göre böylesine, kıbleye dönmek ve yatak değiştirmek lâzım değildir. Fark şudur: Kıbleye döner veya yer değiştirirse hastalığının artmasından korkulur. Bu sözün muktezası, hastalığın artmasından korkmazsa bunların tâzım gelmesidir. Nâfilelerin hayvan üzerinde namaz kılmak bahsinde Mücteba´dan naklen şunu söylemiştik: Ayakta kılmağa veyahayvanından inmeğe yahut abdest almağa yardımsız kadir olamazsa hizmetçisi bulunduğu taktirde imame ne göre «yardım etmesi» ve bunları yapması lâzımdır. İmam-ı A´zam´ın kavli söz götürür. Esah olan abdest için konulan suda olduğu gibi kendisine itaat edecek ecnebi bulunduğunda dahi lâzım gelmesidir. Şüphesiz ki bu ayakta durmak kendisine zarar verdiğine göredir. Az yukarıda arzettiğimiz buna aykırı değildir. Bununla anlaşılır ki insandan murad, kendisine itaat eden kimsedir. Bu hizmetçi de olabilir; ecnebi de, İmam-ı A´zam´a göre başkasının kudreti ile kâdir olmanın nazar-ı itibara alınmaması herhalde mutlak değil, bazı yerlerde olsa gerektir. Nitekim Tahtavî bunu söylemiştir. Onun için de Mücteba´da «İmam-ı A´zam´ın kavli söz götürür» denilmiştir. Yahut onun sözü bunun ancak güçlükle mümkün olacağı hale hamledilir. Ve o kimseye beklemek tâzım gelmez.

«Oturarak dilediği şekilde namazını kılar» ifadesinden murad; oturmak zarar vermeksizin nasıl kolayına gelirse öyle kılar. Bağdaş kurar veya başka şekilde oturur, demektir. İmdâd. Mezhebin bu olduğuna Gurer ve Nuru´l-İzah´ta kesin söz edilmiş; Bedayi Mecma´ şerhinde bu sahih kabul edilmiş; Bahır ve Nehir sahibleri de bunu tercih etmişlerdir.

«Hey´etleri ıskat etmesi evleviyette kalır.» Burada hey´etten murad oturmanın keyfiyetidir. Tahtavî diyor ki: «Burada şöyle bir itiraz varid olabilir: Rükünler ancak güçlüklerinden dolayı sükût etmişlerdir. Hey´etler böyle değildir.»

«Fetvanın bununla verildiği söylenir.» Tecnis, Hülâsa ve Valvalciye´de, «Çünkü bu kavil hastaya daha kolaylıktır» denilmiştir. Bahır sahibi buna itirazla şöyle demiştir: «Bunun söz götürdüğü meydandadır. Bilâkis daha kolay olan hiçbir şekil ile kayıtlamamaktır. Binaenaleyh mezhep birinci kavildir. Bundan önce teşehhüt halinde bilittifak teşehhüt için oturduğu gibi oturur demişti.»

Ben derim ki: Şöyle demek gerekir: Teşehhüt için oturduğu gibi oturmak başka oturuşlardan daha kolay gelir, veya onlara müsavi olursa o şekilde oturmak evlâdır. Aksi taktirde bütün hallerde kolayına geleni seçer. Galiba her iki kavlın yorumlandığı mânâ bu olacaktır. Allah´u âlem.

METİN

Hasta bu namazı rükû ve secde ile kılar. Velev bir sopaya veya duvara dayanarak olsun bir parça ayakta durmağa kâdir olursa ayakta durur. Bunu yapabildiği kadar yapması lâzımdır. Mezhebe göre velev ki bir ayet veya bir tekbir miktarı olsun. Çünkü cüzün hükmü bütünün hükmü gibidir. Rükû´la secdenin ikisi de imkânsız -her ikisinin imkânsızlığı şart değil, secdenin imkânsızlığı kâfidir- fakat ayakta durmak mümkün ise oturarak îma ile kılar. Bu. ayakta îma ile kılmaktan efdaldir. Çünkü yere daha yakındır. Secdeye benzer. Fetih.

İZAH

Mezhebe göre velev bir ayet veya bir tekbir miktarı olsun ayakta durabilirse bunu yapması lâzımdır. Hulvâni şerhinde Hindvânî´den naklen şöyle denilmektedir: «Hasta kıyamın tamamına değil de bir kısmına kâdir olur veya bir ayetin bütününü değil, bir kısmını okuyacak kadar ayakta durabilirse ayakta tekbir alıp okuyabildiği kadar kıraatı okuması emrolunur. Sonra aciz kalırsaoturur. Sahih olan mezhep budur. Ulemamızdan bunun hilâfı rivayet olunmamıştır. Bunu terkederse namazının caiz olmamasından korkarım.»

Kâdî şerhinde «Dosdoğru ayakta durmaktan aciz kalırsa dayanarak ayakta durur. Ona bundan başkası caiz değildir. Keza dosdoğru oturmaktan aciz olursa dayanarak oturur. Bundan başkası caiz değildir» denilmiş. yine Kâdî, Timurtaşi şerhinden naklen şöyle demiştir: «Bunun benzeri İnâye´de de mevcuttur. Şu cümle de ziyade edilmiştir: Keza bir sopaya dayanmağa kâdir olur veya hizmetçisi bulunur da ona dayandığı taktirde ayakta durabilirse bunu yapması gerekir.» «Çünkü cüz´ün hükmü bütünün hükmü gibidir.» Yani tam olarak kıyama kadir olan kimseye nasıl ayakta durmak lâzım gelirse kısmen kıyama muktedir olana da lâzımdır.

«Her ikisinin imkansızlığı şart değil, secdenin imkânsızlığı kâfidir.» Bu cümleyi Bahır sahibi Bedayi´den ve diğer kitaplardan nakletmiştir. Zahîre´de şöyle denilmektedir: «Bir adamın boğazında yara bulunur da secde ettiği zaman akar fakat bu adam rükû, kıyam ve kıraata kadir olursa oturarak ima ile namazını kılar. Ayakta rükû ile kılar da oturarak secdeyi ima ile yaparsa kâfi gelir. Ancak birinci şık efdaldir. Çünkü kıyamla rükû bizzat ibadet olmak üzere değil secdeye vesile olmak üzere meşru olmuşlardır.»

Bahır sahibi diyor ki: «Secde değil de yalnız rükû yapması mümkün olmazsa ne hüküm verileceğimi bir yerde görmedim. Galiba bu vaki değildir.» Yani rükûdan aciz kılan secdeden de acizdir. Nehir.

Halebî şunu söylemiştir: «Ben derim ki: Bunun tasvirini mümkün farz edersek sakıt olmaması icabeder Zira rükû secdenin vesilesidir. Vesile imkânsız olmakta maksut ibadet sakıt olmaz. Nasıl ki kıyam imkansız oldukta rükû ile secde sakıt olmazlar.

«Oturarak ima ile kılarlar.» İmanın hakikatı başı eğmektir. «Sırf hareket ettirmesidir» diye de rivayet olunmuştur. Tamamı İmdât´tadır. O da Bahır ile Makdisî´den nakletmiştir. Eve oturarak ima ile kılar. Çünkü kıyamın rükün olması secdeye ulaşmak itindir. Onsuz secde vacip olmaz. Böyle demek bazılarının «Oturarak kılar. Zira kıraat için ayağa kalkması farzdır. Rükû ve secde zamanı gelince oturarak ima eder.» -Nehirde böyledir- demesinden daha iyidir.

Ben derim ki: «Oturarak kılar» tabiri Hidaye, Kuduri ve diğer kitaplar da mevcuttur. Fakat ayağa kalkmasının farz olduğunu elimdeki mezhebimiz kitablarında Nehir sahibinden başka söyleyen görmedim. Bilâkis bütün kitaplar «kıyam sakıttır» diye ta´lilde ittifak etmişlerdir. Çünkü kıyam secdeye vesiledir. Hattâ Hılye´de açıkça «Bu mesele hakiki veya hükmi aciz bulunmadığı halde kıyamın farz oluşu sakıt olan meselelerdendir» denilmiştir. Onun söylediğine göre yalnız secdeden aciz kalırsa ayakta rükû etmesi lâzım gelir. Bu az yukarda gördüğün gibi nassan bildirilenin hilâfınadır. Evet, Kuhistâni´nin Zahîdiye´den naklen bildirdiğine göre o kimse rükû için ayakta, secde için oturarak ima yapar. Bunun aksine hareket ederse esah kavle göre caiz olmaz. Valvalci kesin olarak buna kaildir. Lâkin Nehir sahibi bunu söyledikten sonra «Ancak mezhep mutlaktır» demiştir. Yani «ikisinde de oturarak veya ayakta ima eder» demektir Zâhire bakılırsaburada söylenen yanlıştır. Buna dikkat et!.

«Oturarak ima ile kılmak ayakta ima ile kılmaktan efdaldir.» Münye Şarihi diyor ki: «Hilâftan çıkmak için ima ile kılmak efdaldir; denilse güzel olurdu. Lâkin ben bunu söyleyeni görmedim.»

METİN

Sücudunu rükûundan daha aşağı eğilerek yapar. Bu lâzımdır. Üzerine secde etmek için yüzüne bir şey kaldırmaz. Bu tahrîmen mekruhtur. Fakat yapılır da o kimse başını secdesi için rükûundan dahi fazla eğerse sahih olur. Halbuki bu secde değil, imadır. Meğer ki yerin sertliğini hissetsin. Başını eğmezse imaı bulunmadığı için sahih olmaz. Oturmak velev hükmen olsun imkânsız ise arka üstü yatarak ima yapar. Ayaklarını kıbleye verir yalnız dizlerini diker. Çünkü ayaklar kıbleye doğru uzatmak mekruhtur. Başı kıbleye dönmüş olmak için onu biraz kaldırır.

«Sücudunu rükûundan daha aşağı eğilerek yapar.» Musannıf bu sözüyle biraz eğilmenin rükû için kâfi geldiğine işaret etmiştir. Yüzünü yaklaştırabildiği kadar yere yaklaştırmak: tâzım değildir. Nitekim Bahır sahibi Zâhidi´den naklen bunu izah etmiştir. Secde etmek için yüzüne bir şey kaldırmak tahrîmen mekruhtur.

Bahır sahibi şöyle diyor «Muhit´de kerahet için Peygamber (s.a.v.)´in yasaklamasiyle istidlâl edilmiştir. Bu, kerahet-i tahrîmiye olduğunu gösterir.» Nehir sahibide ona tabi olmuştur.

Ben derim ki: Bu hüküm, secde etmek için yüzüne bir şey kaldırdığına göredir. Yere bir şey konması bunun hilâfınadır. Zahîre´nin sözü bunu gösterir. Zahire sahibi Asıl nâm kitaptan kerahetin birincide (yani kaldırdığında) olduğunu nakletmiş; sonra şunları söylemiştir: «Yastık yere konur da onun üzerine secde ederse namazı caiz olur. Sahih rivayetle sabit olmuştur ki, Ümmü Seleme (r.anha) kendisinde bulunan bir hastalıktan dolayı önüne konan bir yastığın üzerine secde edermiş. Rasûlüllah (s.a.v.) onu bundan menetmemiştir. Zira bu karşılaştırma ile bu istidlâlin ifade ettiği manâ yüksek yere konulan şey üzerine secde etmenin mekruh olmamasıdır. Sonra Kuhistani´nin bunu açıkladığını gördüm. «Meğer ki yerin sertliğini hissetsin. Bu istisnâ yüzüne bir şey kaldırmaz» sözü, yere konan şeye de şâmil olduğuna göredir. Halbuki bu sözden bu mânâ çıkmaz. Bilâkis bu sözden anlaşılan, kaldırılan şeyin kendi eliyle yahut başkası tarafından taşınır cinsden olmasıdır. Şu halde istisna, munkatıdır, Zira bu istisna yere konan şeye mahsustur. Bundan dolayıdır ki Zeyleî «şöyle demek icabederdi: Yere konulan şeyin üzerine secde sahih olursa yapılan secde olur. Aksi taktirde imadır» demiştir. Münye şarihi kesinlikle buna kail olmuş fakat Nehir sahibi kendisine itiraz ederek şunları söylemiştir: «Bence bu söz götürür. Çünkü rükû ederek başı eğmek imadan başka bir şey değildir. Malumdur ki, rükûsuz sücud sahih olmaz. Velev ki yere konulan şey üzerine secde câiz olanlardan olsun.»

Ben derim ki: Doğrusu tafsilata gitmektir. Tahsilat şudur: Eğer rükû belini eğmekten mücerret başının iması ile yaparsa bu rükû değil imadır. Ondan sonraki secdesi mutlak surette ima ile olur. Rukûunu eğilerek yaparsa muteber rükû sayılır. Hattâ bu şekil rükû kıyama kudreti olan nâfile kılan tarafından yapılsa sahih olur. O zaman bakılır: Yere konulan şey taş gibi üzerine secde sahih olanşeylerden olup yüksekliği bir veya iki kerpiç miktarını geçmezse onun üzerine yapılan secde hakiki secdedir. Ve o kimse namazını ima ile değil, rükû ve sücudüyle kılmıştır. Hatta ayakta kılan bir kimse ona uyabilir. Namazı esnasında kıyama kadir olursa namazını ayakta kılarak tamamlar. Yere konulan şey, üzerine secde sahih olanlardan değilse namazını ima ile kılmış sayılır. Ayakta kılanın ona uyması sahih olmaz. O namazda kıyama kadir olursa namazı yeniden kılar. Hattâ bana öyle geliyor ki, o kimse yere, secde edilebilecek bir şey koymağa kadir ise koyması tâzımdır. Çünkü hakikaten rükû ve sücuda kadirdir. Rükû ve sücudun hakikatını yapmak elinde iken ima ile yapması sahih değildir. İma ile kılmanın şartı. rükû ve sücudun imkânsız olmalarıdır. Nitekim meselenin mevzuu da budur.

«Başını eğmezse ima bulamadığı için sahih olmaz.» Yani başını hiç eğmez de kaldırdığı şeyi rükû ve secde için alnına yapıştırır; yahut başını rükû ve secde için müsavi şekilde eğerse sahih olmaz. Çünkü ya her ikisi için yahut yalnız secde için ima yoktur.

Hükmen oturmanın mümkün olmaması: Hakikatta oturmağa kudreti varken doktor, gözünden ameliyatla su alarak bir kaç gün sırtüstü yatmasını tavsiye etmesiyle olur. Böyle bir kimsenin arkaüstü yatarak namazlarını ima ile kılması caizdir. Zira azanın hürmeti nefsin hürmeti gibidir. Bunu Bedâyi´den naklen Bahır sahibi söylemiştir. İleride gelecektir.

«Ayaklarını kıbleye verir.» Bahır nam kitapta Hülâsa´dan naklen şöyle denilmiştir: «Kıbleye döner ve başını doğuya, ayaklarını batıya verir.» Ben derim ki: Bu şekil Buhara gibi şark memleketlerinde tasavvur edilir. Çünkü onların kıbleleri batıya düşer. Batı memleketlerinin aksinedir. Bizim yurdumuz olan Şam´da ve benzerlerinde ise kıbleye dönerek arkaüstü yatarsa batı sağ tarafına, doğu da soluna gelir. Bununla bazı muhakkıkların Hülâsa´ya yaptıkları itiraz defedilmiş olur. Kıbleye karşı ayak uzatmanın keraheti kerahet-i tenzîhiyedir. T.

Bazı muhakkıklardan murad, İbn Emir Hacc´dır. İtirazını Hılye nâm eserinde yapmış.

«Başı kıbleye dönmüş olmak için onu biraz kıldırır» yani başının altına yastık koyar. Zira sırtüstü yatmanın hakikatı sağlamların bile ima yapmasına mânidir. Hastalar nasıl yapabilirler! Bahır.

METİN

Yahut sağ veya sol tarafına yatarak yüzünü kıbleye çevirir. Mutemet olan kavle göre sırtüstü yatmak evlâdır. Başiyle ima yapmağa imkân olmaz da kozaya kalan namazlar bir gün bir geceden fazla olmak suretiyle çoğalırsa o kimseden kaza sakıt olur.

Zahir rivayete göre velev ki aklı. başında olsun. Fetva buna göredir. Nitekim Zahîriye´de beyan olunmuştur. Çünkü hitabın teveccüh etmesi için mücerret akıl kâfi değildir. Musannıf «erkanın sükûtu» sözüyle aciz zamanında şartların bilevvelinin sakıt olacağını ifade etmiştir. Zâhir rivayete göre namazı iade etmez. Bedayi. Bir hasta uykusu geldiği için rekat ve secdelerin sayısını şaşırırsa kendisine edâ lâzım gelmez, Bunları başkasının telkini ile edâ ederse kâfi gelmesi icabeder. Kınye´de de böyle denilmiştir.

İZAH

Yan üstü yattığında sağ tarafına yatmak efdaldir. Bu hususta hadis vardır. İmdâd. Ama sırtüstü yatmak daha efdaldir. Çünkü sırtüstü yatanın iması kıbleye doğru olur. Yan üstü yatan ise kıbleden döner. Bahır. Mutemet kavlin mukabili Kınye´de bildirilmiştir. Buna göre en açık kavil sırtüstü yatabilen kimseye yan üstü yatmanın caiz olmamasıdır. Nehir sahibi bu kavlin şâz olduğunu söylemiştir.

Bahır sahibi, «Bu "en açık" sözü. kapalıdır. En açık kavil caiz olmasıdır» demiştir. Mutemet kavlin bir mukabili de İmam-ı A´zam´dan rivayet olunan kavildir ki, buna göre efdal olan sağ tarafına yatarak kılmasıdır. Eimme-i selâsenin kavilleri de budur. Hılye sahibi bu kavli tercih etmiştir. Çünkü ona göre bunun delili açıktır. Bununla beraber Hılye sahibi meşhur kitaplarda ve meşhur rivayetlerde sırtüstü yatmanın zikredildiğini de itiraf etmektedir.

Kazaya kalan namazlar bir günle bir gece namazlarından fazla iseler sakıt olurlar. Fakat o kimsenin aklı başında olduğu halde bir gün bir gecelik namazları kalırsa sakıt olmazlar. Onları bilittifak kaza etmesi gerekir. Bu izahat iyileştiğine göredir. Namaz kılmağa kudret bulamadan ölürse kaza lâzım değildir. Hattâ oruç tutmayan yolcu, mukim olmadan ölürse fidye verilmesini vasiyet etmesi lâzım gelmediği gibi bunun da namazları için vasiyette bulunması lazım gelmez. Zeyleî´de böyle denilmiştir. Bahır sahibinin beyanına göre şöyle demek icabeder: «Bu, o kimsenin hastalığı esnasında başıyla imaya kudreti olmazsa diye yorumlanır. Aczinden sonra buna kudreti bulursa kozası lâzımdır. Velev ki vakti geniş olsun. Böyle denilirse kendisi için fukaraya yiyecek verilmesini vasiyet etmesinin faydası anlaşılır.»

Ben derim ki: Bu söz Fetih´den alınmıştır. Çünkü Fetih´de şöyle denilmiştir: «Bir kimse ulemamızın usuldeki ta´lilerini incelerse zihninde bu hastaya bir gün ve bir geceye kadar kaza icabı meselesi çıkar. Hattâ yolunu bulursa vasiyet etmesi lâzım gelir. Fazla olursa sükût eder!»

«Zahir rivayete göre velev ki aklı başında olsun.» Bazıları, «Aklı ererse kaza sakıt olmaz. Tehir edilir» demişlerdir. Hidaye sahibi bu kavli sahihlemiştir. Kendisi tercih ehlindendir. Fakat Tecniz adlı kitabında kendisi kendisine muhalefet ederek birinci kavli sahih bulmuştur. Nitekim Kâdıhân, Muhit sahibi, Şeyhu´l İslam ve Fahru´l - İslâm gibi ehli tercih zevatın umumu da birinci kavli sahih demişlerdir. Ehli tahkikden Kemâl b. Hümâm da az yukarıda naklettiğimiz ibaresinde buna meyletmiş; musannıf dahi bu yoldan yürümüştür. Çünkü bu kavil zâhir rivayettir. Bir de İmdâd´da «Kaide ekseriyetin tercih ettiği kavil ile amel etmektir» denilmiştir.

T E N B İ H : Sirâc´ta bu mesele dört vecihe ayrılmıştır: Hastalık bir gün bir geceden fazla sürer ve hastanın aklı başında olmazsa bilittifak kaza lâzım gelmez. Bu kadar devam etmez de hastanın aklı başında olursa iyileştiğinde bilittifak namazlarını kaza eder. Bir gün bir geceden fazla devam eder de aklı başında olursa yahut bir gün bir geceden fazla devam etmez de aklı başında olmazsa ihtilâflıdır.

T E T İ M M E : Bahır´da Kınye´de naklen «Hayatta iken namazlar için fidye verilmez. Oruç bunun hilâfınadır» denilmiştir. Şarihimiz bu meseleyi bu babtan az önce bahis mevzuu yapmış; biz deorada izah etmiştik. «Hitâbın teveccüh etmesi için mücerret akıl kâfi değildir.» Yani Allah´ın emriyle mükellef olmak için yalnız aklı başında olmak kâfi değildir. Onunla birlikte kudret de lâzımdır. Şerâitin sükûundan murad; kıbleye dönmek, avret yerini örtmek, pislikten temizlenmek gibi şeylerin sakıt olmasıdır. Vakit ve keza hadesten taharet bunun hilafınadır. Çünkü İmam-ı A´zam´a göre temizlenmek için su veya toprak bulamayan kimse namazını tehir eder. İmameyne göre ise kendisim namaz kılanlara benzetir (onlar gibi yatıp kalkar). Benzetme yapan namaz kılmış sayılmaz. Bunu Rahmetî söylemiştir. Lâkin ileride görüleceği vecihle elleri ve ayakları kesilmiş kimsenin abdestsiz namaz kılacağı sahih kabul edilmiştir. Kendisinden namazın rükünleri sâkıt olan kimseden namazın şartları evleviyetle sâkıt olur. Zira şartları yapmaktan aciz kalmak. rükünleri yapmaktan aciz kalmaktan daha üstün değildir. Hasta bizzat veya başkası vasıtasiyle kıbleye dönemezse o haliyle namazını kılar. İyileştikten sonra kaza etmesi de lâzım gelmez. Zâhir olan cevap budur. Nitekim rükünleri edadan aciz kaldığında da öyledir. Bedayi. Meselenin tamamı Bahırdadır. Altında pis elbise bulunan kimsenin hükmü bu bâbın sonunda gelecektir.

«Zâhir rivayete göre namazı iade etmez.» Yani Allah´dan gelen bir özürden dolayı şart veya rükünlerin sakıt olması namazın kazasını gerektirmez. Ama evvelce temizlik bahsinde görüldüğü vecihle kul tarafından gelen özür böyle değildir. İlâhî özür kıraattan aciz kalmaya da şâmildir. Bahır´da Kınye´den naklen şöyle denilmiştir: «Bir kimsenin bir gün bir gece dili tutulur da namazını dilsiz gibi kılar; sonra dili söylerse namazlarını iade etmesi tâzım gelmez.»

Hasta, uykusu geldiği için rekat ve secdelerin sayısını şaşırırsa kendisine kaza lâzım gelmez. Bundan maksat kendini tutamayacak hale gelmektir. Yoksa mücerret şek ve şüphe değildir. Çünkü şüphe sağlamların da başına gelir. Namazını başkasının telkini ile eda ederse kâfi gelmesi icabeder. Tahtavî diyor ki; «Buna şöyle itiraz edilebilir: Bu bir öğretme ve öğrenmedir, ve namazı bozar. Nasıl ki mushaftan okusa veya namazda, iken biri kendisine öğretse namazı bozulur.»

Ben derim ki: Buna da şöyle itiraz edilir: Bu öğretme ve öğrenme değil bilâkis hatırlatma ve bildirmedir. Müezzinin imamın intikal tekbirlerini cemaata bildirmesine benzer.

METİN

Kaşı gözü ve kalbi ile ima yapamaz. İmam Züfer buna muhaliftir. Bir kimseye hastalık, namaz kılarken arız olursa mutemet kavle göre nasıl kadir olursa namazını öyle tamamlar. Namazını oturarak rükû ve sücudla kılarken iyileşirse kılmaya devam eder. İma ile kılarken iyileşirse o namazın üzerine binâ edemez. Meğer ki rükû ve secdeyi ima ile yapmadan iyileşmiş olsun. Nitekim yan üstü yatarak ima ile kılarken oturmağa kadir olur da rükûa sücuda kadir olamazsa muhtar kavle göre o namazı yeniden kılar. Çünkü oturuş hali daha kuvvetlidir. Onun için zaif üzerine binâsı caiz değildir. Nâfile namaz kılan kimse yorulunca sopa ve duvar gibi bir şeye kerahatsız olarak dayanabilir. Yorulmadan dayanması mekruhtur. Ama ayakta niyetlendikten sonra oturarak kılması mutlak surette mekruh değildir. Esah kavil budur. Bunu Kemâl ve başkaları söylemişlerdir. Bir kimse hareket halindeki gemide farz namazı özürsüz oturarak kılsa sahih olur. Çünkü acz galiptir. Ama isaet etmiş olur. İmameyn. «Özürsüz oturarak kılmak sahih değildir» demişlerdir. Bu kavil daha zâhirdir. Burhan.

İZAH

İmam Züfer´e göre kaşı ile ima eder. Kaşı ile yapamazsa gözü ile, onunla da yapamazsa kalbi ile ima yapar. Bahır. Hastalık namazda arız olursa namazını yapabildiği şekilde tamamlar. Velev ki oturarak veya sırtüstü yatarak ima ile kılsın. Mutemet olan kavil budur. İmamı A´zam´dan bir rivayete göre namazını yeniden kılar. Çünkü o kimsenin tahrîmesi rükû ve sücud icabedecek şekilde bağlanmıştı. Binaenaleyh ima ile caiz olamaz. Nehir sahibi «Sahih ve meşhur olan birinci kavildir. Zira zaifi kavi üzerine binâ etmek bütün namazı zaif kılmaktan evladır» demiştir.

«Namazı oturarak rükû ve sücudla kılarken iyileşirse kılmaya devam eder» Ve şeyhayna göre o namazı ayakta tamamlar. İmam Muhammed´e göre yeniden kılar, Şuna binaen ki ona göre ayakta kılanın oturana uyması sahih değildir, Bu evvelce geçmişti. Nehir.

«İma ile kılarken iyileşirse o namazın üzerine binâ edemez.» Yani gerek ayakta veya oturduğu yerde; gerekse sırt veya yan üstü yatarak ile kılarken ayakta veya oturarak rükû ve secdeye kadir olursa o nar binâ edemez. Çünkü rükû ve sücudla namaz kılanın ima ile kılana uyması caiz değildir. Binâ etmesi de öyledir. Dürer.

«Meğer ki rükû ve secdeyi ima ile yapmadan iyileşmiş olsun.» Zira kimse ima ile bir rükün edâ etmemiştir. Onun yaptığı mücerret tahrîmedir. Binaenaleyh kaviyi zaif üzerine binâ etmiş sayılmaz. Bahır. O adam namaza ima kastiyle ayakta veya oturduğu yerde başlar da sonra ima yapmadan ayakta veya oturduğu yerde rükû ve sücuda kâdir olursa bu söz zahirdir. Ama sırtüstü veya yan yatarak namaza başlar da sonra ima yapmadan rükû ve sücuda kadir olursa namazını yeniden kılar. Nitekim bu mânâ şârihin «Zira oturuş hali daha kuvvetlidir» sözünden de anlaşılmaktadır. H.

«Nitekim yan üstü yatarak ima ile kılarken oturmağa kadir olur da rükû ve sücuda kadir olamazsa muhtar kavle göre o namazı yeniden kılar.» Rükû ve sücuda kadir olursa evleviyetle namazı yeniden kılar. Nafile namaz kılan kimse yorulunca bir şeye dayanabilir. Bunun vechi şu olsa gerektir: Nafile namaz bazen teheccüt gibi uzun tutulabilir. Bu da yorgunluğu mucip olur. Onun için dayanması mekruh değildir. Farz öyle değildir. Onun zamanı azdır. Aksi taktirde farz kılan kimse aciz kalırsa hükmünün ne olacağı evvelce geçmişti. Yorulursa zâhire göre onun dayanması da mekruh değildir. Nâfile kılanın yorulmadan bir şeye dayanması bilittifak mekruhtur. Zira edepsizliktir. Bunu Münye şerhi ile diğer kitaplar kaydetmişlerdir. Zâhirine» bakılırsa bu hususta nâs bulunmadığı için bu kerahet tenzihidir.

«Mutlak surette mekruh değildir» ifadesinden murad, özürlü olsun olmasın oturabilir demektir. Özürlü kimse bilittifak oturabilir. Özürsüz ise Hidaye sahibinin tercihine göre İmam-ı A´zam mekruh saymış: Fahru´l-´İslâm´ın tercihine göre saymamıştır. Esah olan da budur. Çünkü o kimse namaza başlarken ayakta durmakla oturmak arasında muhayyerdir. Sonu itibariyle de öyledir. Dayanmaya gelince: Namaza başlarken özür yoksa İmam-ı A´zam bunda muhayyerlik tanımamıştır. Bilâkismekruhtur. Sonu itibariyle de öyledir. İmameyne göre ise. namaza ayakta başladıktan sonra özürsüz onu oturarak tamamlamak caiz değildir. Ama bu hüküm ilk veya ikinci rekatta oturduğuna göredir. Son iki rekatta ise öğle ve cumanın sünnetlerinden maada nâfilelerde onlara göre de caiz olması gerekir. Meselenin tamamı Münye şerhindedir. Hareket halindeki gemide farz namazı özürsüz oturarak kılmaktan maksat, rükû ve sücuduyla eda etmektir. Yoksa ima ile kılmak değildir. Bu hususta ulema ittifak etmişlerdir.

«Çünkü acz galipdir.» Yani gemide ekseriyetle insanın başı döner. Galip olan şey tahakkuk etmiş hükmündedir, Ve onun yerine geçer. Nasıl ki yolculuk meşakkat yerine geçirildiği gibi uyku da abdestsizlik yerine geçmiştir. Münye şerhi. Onun için fukaha, gemide namaz meselesini hastanın namazı bâbında zikretmişlerdir. «Ama isaet etmiş olur» sözü ile musannıf ayakta kılmanın efdal olduğuna işaret etmiştir. Çünkü hilâf şüphesinden uzaktır. Mümkünse hilâftan sakınmak efdaldir. Zira bu suretle kalbi daha müsterih olur. Bunu Bahır ve Münye şarihi kaydetmişlerdir.

«İmameynin kavli daha zâhirdir.» Hılye sahibi delilleri serdettikten sonra şöyle demiştir: «En zâhir olan şudur ki, imameynin kavli daha muvafıktır. Binaenaleyh el´Hâvi´l-Kudsî´de "Biz bununla amel ederiz" denildi ise çok görülmemelidir»

METİN

Sahilde bağlı duran gemi esah kavle göre sahil hükmündedir. Enginlerde demir atmış gemiyi rüzgâr şiddetle sallarsa yürüyen hükmündedir. Şiddetle sallanmazsa duran gemi gibidir. Namaza niyetlenirken kıbleye dönmek lâzımdır. Gemi başka tarafa yöneldikçe yine kıbleye dönmek icabeder. Bir kimse birbirine bağlı iki gemide bulunan cemaata imam olursa imamlığı sahihî gemiler bağlı değilse sahih değildir. Bir kimse bir gün bir gece delirir veya bayılırsa -velev yırtıcı hayvan veya insandan korktuğu için olsun- beş namazı kaza eder; altıncı namazın vakti buna ilâve edilirse kaza etmez. Çünkü bunda güçlük vardır. Müddet içinde ayılırsa ayılmasının belli bir zamanı olduğu taktirde kaza eder. Belli zamanı yoksa kaza etmez. Ban otu, şarap veya ilâçla aklı giden kimsenin bu hal uzun sürse bile namazlarını kaza etmesi lâzımdır. Çünkü bu, kulların fiiliyle olur. Nasıl ki uyku da kazayı iskat etmez.

İZAH

Sahilde bağlı duran gemi esah kavle göre sahil hükmündedir. Binaenaleyh o gemide oturarak namaz kılmak bilittifak caiz değîldir. Hidaye ve diğer kitapların zahirlerinden anlaşıldığına göre ayakta kılmak mutlak surette caizdir. Yani gemi iyice yere çökerek karar kılsın kılmasın içinde ayakta namaz kılınır. İzah nam kitapta gemi karar kılmadığı surette çıkmak mümkünse bunun memnu olduğu açıklanmıştır, İzah sahibi böyle bir gemiyi hayvan hükmüne ilhak etmiştir. Nehir. Muhit´de Bedayi sahipleri bu kavli ihtiyar etmişlerdir. Bahır. imdâd sahibi dahi bu kavli Musaffa´dan naklen Mecma´ar-Rivayat´ın kaydettiğini söylemiş; Nuru´l İzah sahibi de kesinlikle buna kail olmuştur. Şu halde gemi yürürken içinden karaya çıkmak imkânı varsa o gemide namaz kılmanın caiz olmaması gerekir. Bu meseleden insanlar gafildir. Münye şerhi.

Şarihin burada «esah» tabirini kullanması bazılarının «yürüyen gemi ile yürümeyen arasında fark yoktur. Nitekim Nehir´de böyle denilmiştir» sözlerinden ihtiraz içindir.

«Şiddetle sallanmazsa duran gemi gibidir.» Yani rüzgar gemiyi hafifçe saflarsa onun hükmü duran gemi gibidir. Ayakta durmağa kudreti varken onun içinde oturarak namaz kılmak caiz değildir. Nitekim İmdâd´da böyle denilmiştir. «Namaza niyetlenirken kıbleye dönmek lâzımdır.» Yani bu hususta bütün ulemanın ittifakı vardır. Bahır. Mecmaa´r-Rivâyat´dan naklen İmdâd´da bildirildiğine göre kıbleye dönmekten aciz kalan kimse namaz kılmaktan vazgeçer. Herhalde maksat. «vaktin çıkacağından korkmadığı müddetçe bekler» demektir. Zira tekerrür etmiş bir kaidedir ki kıbleye dönmekten aciz olan kimsenin kıblesi dönebildiği taraftır. Bu da öyledir. Yoksa fark ne olabilir?. O kimseye kıbleye dönmenin lâzım gelmesi onun hakkında gemi ev gibi olduğundandır. Hattâ rükû ve sücuda iktidarı varken o gemide nâfile namazı ima ile kılmak caiz değildir. Hayvan üzerinde bulunan böyle değildir. Münye şerhi ve Kâfi´de böyle denilmiştir.

«Birbirine bağlı iki gemi» den murad; yan yona olmalarıdır. Çünkü yan yana gelince bir şey gibi olurlar. Birbirlerinden ayrı olurlarsa caiz değildir. Zira aralarındaki boşluk nehir mesabesindedir. Bu da imama uymağa mânidir. İmam duran gemide, cemaat ta sahilde iseler aralarında yol veya büyük nehir kadar boşluk bulunduğu taktirde uymaları caiz değildir. Hayvan ve sedye üzerinde namaz kılmanın hükmü nâfileler bâbında geçmişti.

«Bir kimse bir gün bir gece delirir veya bayılırsa beş namazı kaza eder.» Delirmek aklı gideren bir hastalıktır. Bayılmak ise aklı örten bir afettir. T.

Vakitlerle ziyadenin itibar edilmesi imam Muhammed´in kavline göredir ki esah olan da budur. İmam Ebû Yusuf´a göre saatlerle itibar edilir. Bu kavillerin herbiri İmam-ı A´zam´dan rivayet edilmiştir. Delilik veya baygınlık zevalden önce başına gelir de ertesi gün zevalden sonra vakit çıkmadan ayılırsa Ebû Yusuf´a göre kaza sakıt olur. İmam Muhammed´e göre sakıt olmaz. Bahır.

Saatlerden murad; zamanlardır. Astronomi bilginlerinin örfüne göre olan saatler delildir. Dürer. Onlara göre bir saat onbeş derecedir. Şu halde Ebû Yusuf´a göre murad: biraz zaman ziyadesidir. Velev ki, az olsun. Nitekim Gurerü´l-Efkar´da ve Bercendî´de böyle denilmiştir. İsmail. Ayılmanın belli zamanı şöyle olur: Meselâ sabahleyin hastalığı hafifler de biraz ayılır. Sonra tekrar yapılır. işte bu ayılma nazar-ı itibara alınır. Ondan önceki baygınlığın devamı bir gün bir geceden az ise hükmü batıl olur. Ayrılmasının belli zamanı olmaz da ansızın ayılır ve sağlam insanlar gibi konuşur ve sonra yine bayılırsa bu ayılmaya itibar yoktur. Bunu Bahır´dan naklen Halebî söylemiştir.

«Çünkü bu kulların fiili ile olur.» Yani delilik ve baygınlık Allah tarafından gelirse kaza lâzım gelmeyeceği eserle (delil ile) bilinir. İnsanın fiili ile gelenler buna kıyas edilemez. İmam Muhammed´e göre ban otu ve ilâçla gelen baygınlık kazayı ıskat eder. Çünkü bunlar mübahtır.Ve o kimse hasta gibi olur. Nitekim Bahır ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir. Zâhire bakılırsa ban otundan murad, onu ilâç için içmektir. Sarhoş olmak için içerse şarap gibi kendi fiili ile meydana gelen bir ma´siyet olur. Şarabı dahi mübah bir yol ile, meselâ zor kullanılmak suretiyle içerse o daban otu gibi olur. Ve o da bu ihtilâfa girer. Bu ta´lile «Yırtıcı hayvan veya insandan korkmakla neden kaza sakıt oluyor?» diye itiraz edilemez. Çünkü ulema bunun sebebinin kalp zaifliği olduğunu söylemişlerdir. Bu bir hastalıktır. Yani Allah´dan gelme bir afettir.

«Nasıl ki uyku da kazayı iskat edemez.» Çünkü ekseriyetle uyku bir gün bir gece devam etmez. O halde kaza etmekte bir güçlük yoktur. Baygınlık öyle değildir. O âdeten uzun süren şeylerdendir. Bahır.

METİN

Bir kimsenin elleri dirseklerinden, ayakları topuklarından kesilmiş olup yüzünde de yara bulunsa abdestsiz ve teyemmümsüz namaz kılar. Sonra kaza da etmez. Esah olan kavil budur ki, teyemmümde geçmişti. Bazıları, «O kimseye namaz borç değildir» demiş; bir takımları da kesilen yeri yıkaması lâzım geldiğini söylemişlerdir.

F E R ´ Î M E S E L E L E R: Suya batan kimse amel-i kesir sayılmayacak ima ile namaz kılmak imkânı bulursa edâ etmesi lâzım-gelir. Aksi taktirde edâ lâzım değildir. Bir kimseye doktor gözünden su almak için arkası üstü yatmasını emrederse namazını ima ile kılar. Çünkü âzanın hürmeti nefsin hürmeti gibidir. Bir hastanın altında pis elbise bulunur da üzerine yayılan her şey hemen pislenirse o hali ile namaz kılar. Pislenmezse hüküm yine böyledir. Ancak elbiseyi hareket ettirdiği için zorlanırsa o başka.

İZAH

Yüzünde yara bulunmayı Kâfi, Fethu´I-Kadîr, Bahır ve Nehir zikretmişlerdir. Binaenaleyh bu bir kayıt değildir. Nitekim gelecektir. «Bazıları "o kimseye namaz borç değildir" demişlerdir.» Dürer sahibi kitabının metin ve şerhinde bu kavli tercih etmiş ve şöyle demiştir: Bir kimsenin eller dirseklerinden ayakları da topuklarından kesilmiş olsa o kimseye namaz borç değildir. Kâfi´de böyle denilmiştir. Bazıları «Abdest aldıracak birini bulursa yüzünü ve kesilen yerleri yıkamasını, ve başını meshetmesini ona emreder; bulamazsa başını ve yüzünü suya daldırır; yahut yüzünü ve kesik yerlerini bir duvara sürterek namazını kılar» demişlerdir. Tatarhaniye´de böyle denilmektedir. Dürer sahibinin «yahut yüzünü ve kesik yerlerini bir duvara sürterek namazını kılar» sözünün mânâsı. yüzünde yara bulunmamakla beraber onu su ile yıkamağa kudreti yoksa demektir. Bundan anlaşılır ki musannıfın «yüzünde de yara bulunsa» sözü bir kayıt değildir. : Çünkü meselenin esası abdest almaktan aciz kalmaktır. Onun için Kadıhan, «Başıyla imadan aciz kolan hastadan namaz sakıttır. Hitabın teveccühü için mücerret akıl kâfi değildir» derken elleri dirseklerinden, ayakları topuklarından kesilen kimse hakkında imam Muhammed´in kavlini şahit göstererek «O kimseye namaz farz değildir» demiştir.

Amel-i kesir sayılmayacak şekilde ima; tutunacak bir şey bulmak yahut yüzücülükte mâhir olmakla yapılır. Bahır.

Doktordan murad, kâmil müslüman hekimdir. Nitekim fukaha bunu, oruç meselesinde söylemişlerdir.

Elbisenin hemen pislenmesinden murad da; abdest alıp namaz kılsa namazını bitirmeden mani pisliğin meydana çıkmasıdır. Nitekim izahını pislikler bâbından az önce yapmıştık.

«Ancak elbiseyi hareket ettirdiği için zorlanırsa o başka.» Burada Bahır´ın Hülâsa´dan naklettiği ibare. «Ancak hastalığı ziyadeleşir» şeklindedir. Zahirine bakılırsa bu bir kayıt değildir. Nitekim şarih de buna işaret etmiştir. Maksat zarar ve meşakkat hasıl olmaktır. Bunun benzeri bâbın başından geçen kıyam meselesidir.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:28 am GMT +0200
SECDE-İ TİLÂVET BÂBI



METİN

Secde-i tilavet terkibi hükmü sebebine izafet kabilindendir. Bu secde ondört secde ayetinden bir ayeti yani ayetin ekserini secdenin harfleriyle birlikte okumak sebebiyle vacip olur. Bunların dördü mushafın ilk yarısında, on tanesi ikinci yarısındadır. Secde-i tilâvetlerden biri hac süresinin ilk secde ayetinde yapılır. Aynı surenin ikinci secdesi rüku´la birlikte yapıldığı için namaz secdesidir. Diğer bir secde ayeti de sâd suresindedir. Şâfiî ile imam Ahmed buna muhaliftirler. İmam Malik mufassal surelerin secdelerini lüzumlu görmemiştir.

İZAH

Secde-i tilavetin neden secde-i sehivden sonraya bırakıldığı bundan önceki bâbda anlatılmıştı. Burada hüküm secde değil, secdenin vacip oluşudur. Şârih «hükmü sebebine izafet» diyeceğine «fiili sebebine izafet kabilindendir» dese daha iyi olurdu. Yahut hüküm mahkûm bih (yani kendisiyle hüküm verilen şey) mânâsınadır. T.

«Vacip olur» ifadesinden murad, namazdan başka yerlerde her zaman yapılması caiz olmak üzere vacip olur demektir. Nitekim gelecektir. Ölmek üzere bulunan kimsenin bu secdeyi vasiyet etmesi vacip değildir. Bazıları vacip olduğunu söylemişlerdir. Kınye. Vacip olur demek kaidelere daha lâyıktır. Nehir. Vasiyetle zâhire göre o kimse bir farz namazı ve bir günün orucu gibi bu secdeden kurtulur. Çünkü bellidir. Rahmeti. Sonra Tatarhaniye´de, vacip olmadığı sahih bulunarak böylece açıklandığını gördüm. «Okumak sebebiyle» ifadesi kaydı ihtirazidir. Bununla secde ayetini yazmaktan veya heceleyerek harf harf okumaktan ihtiraz olunmuştur. Çünkü yazana ve heceleyene secde vacip değildir. Nitekim gelecektir.

«Yani ayetin ekserisini ilh...» ifadesi, Nuru´l-İzah sahibinin kesinlikle kail olduğu sahih kavle muhaliftir. Sirac´da şöyle denilmektedir; «Acaba secde, ayetin bütününü okumak şartıyle mi yoksa bir kısmını okumakla mı vacip olur? Bu hususta ihtilâf vardır. Sahih olan kavle göre secde kelimesini ve ondan önce yahut sonra bir kelime daha okursa secde etmek vacip olur Aksi halde vacip değildir.» Bazıları, «Secde kelimesîyle birlikte ayetin ekserisini okumadıkça vacip olmaz» demişlerdir. Bir kimse bütün secde ayetini okur da son kelimesini bırakırsa kendisine secde vacip olmaz.

T E N B İ H : Neml suresinde secde «hüve rabbül arşil azîm» ayetinde yapılır bu, umumiyetle kıraat imamları bundan önceki ayeti, «ella yescüdû» şeklinde şedde ile okudukları içindir. Kısası mezkûr ayeti «ela yescüdû» okuduğundan onun kıraatına göre bu ayette secde yapılır. «sâd» suresinde «ve hüsne meâb» de secde edilir. Bu kavil Zeyleî´nin «ve enâbün» de secde edilir sözünde daha güzeldir. Sebebini sonra söyleyeceğiz. «hâ mîm» de secde «vehüm la yesemûn» de yapılır. İbn Abbas ile Vali bin Hücr (v.a.)´dan rivayet edilen bu dur. İmam Şafiî´ye göre ise «inküntüm iyyahü ta´budûn» de secde edilir. Hazreti Ali´nin mezhebi budur. İbn Mes´ud ile ibn Ömer (v.a.)´dan da bu rivayet olunmuştur. Eshabın mezhebleri muhtelif olunca biz ihtiyaten birinciyi tercih etmişizdir. Çünkü secde «ta´budûn» kelimesinde vacip olursa «la yesemûn»a kadar geciktirmek zarar etmez.

Aksi böyle değildir. Zira secde, vücubun sebebi yokken yapılmış olur. Ve namaz secdesi ise namazın noksan kalmasını icabeder. Bizim söylediğimizde ise asla eksiklik yoktur. Bu cümleler kısaltılmak suretiyle İmdâd´dan alınmış; Bedayi´den naklen «Bahır´da da böyledir» denilmiştir. İmdâd sahibi geri kalan ayetlerde de secde yerlerini beyan etmiştir. Oraya müracaat edebilirsin!

Zâhire bakılırsa bu ihtilaf, secdenin vucubuna sebep, ayetin tamamı olduğuna göredir. Nitekim metinlerdeki mutlak ifadelerden de bu anlaşılmaktadır. Ayetten murad da bir ve iki ayete şâmildir. Şu şartla ki ikinci ayet, secde ayetine bağlı olacaktır. Bu söz yukarıda Sirac´dan naklettiğimize aykırıdır. Sirac´ın sözünde secde kelimesiyle ondan bir kelime önce veya sonra okunursa secdenin vacip olduğu sahih kabul ediliyordu. «Sirac´da beyan edilen asıl vücubun yeridir. imdâd´dan nakledilen ise eda vacip olan yerdir. Yahut bu husustaki sünnetin yerini beyandır» denilemez. Çünkü biz ayet okunur okunmaz hemen eda vacip değildir diyoruz. Nitekim gelecektir. Bizim mezhebimizi tercih hususunda ulemanın söyledikleri gösteriyor ki bizimle İmam Şâfii arasındaki hilâf asıl vücubun yeri hakkındadadır. «hâ mîm» suresinde secde ihtiyaten ancak ikinci ayet bittiği vakit vacip olur.. Nitekim bu cihet Hidaye ve diğer kitaplarda açıklanmıştır. Çünkü vücup ancak sebebi bulunduktan sonra sabit olur. Bir kimse burada secdeyi ilk ayeti okuduktan sonra yapsa kafi gelmez. Zira sebebi yokken yapılmıştır. Bu izahattan anlaşılır ki, Sirac´ın ifadesi şarihlerle metin sahiplerinin tercih ettikleri mezhebin hilafınadır.

«Aynı surenin ikinci secdesi rükula beraber yapıldığı için namaz secdesidir.» Bedayi´de beyan olunduğuna göre secde-i tilâvet ne zaman rükû ile birlikte yapılırsa namaz secdesi sayılır. Nitekim Tealâ hazretlerinin «vescudi verkeî» ayeti kerimesinde hal böyledir.

İmam Şâfii ile imam Ahmed (rahimehümüllah) hac suresinin her iki secdesini muteber saymış; Sad suresinin secdesini muteber saymamışlardır. Nitekim Gureru´l Efkâr´da beyan edilmiştir. İmam Malik rahimellah ise mufassal surelerin secdelerini lüzumlu görmemiştir. Mufassal sureler hucurat´tan sona kadar olanlardır. Bunlardan necm, inkişâ ve alâk surelerinde secde vardır. (İmam Malik bunları kabul etmeyince) ona göre secde onbir surede yapılır.

METİN

Secde, ayeti işitmek şartıyle vacip olur. Binaenaleyh sebep, ayeti okumaktır. Velev ki sağırın okumasında olduğu gibi işitme bulunmasın. İşitmek okuyandan başkası hakkında şarttır. Farsça tercümesini bile işitseler secde ayeti olduğu haber verilince secde etmesi vacip olur. Yahut secde ayetini okuyana uymak şartıyla vacip olur. Çünkü secdenin vacip olmasına bu da sebeptir. Velev ki ayeti işitmemiş ve okunurken bulunmamış olsun. İmama tabi olduğu için kendisine bu secde vacip olur.

İZAH

Ayeti işitme şart olduğu için işitmeyen kimse okunan meclisde bulunsa bile kendisine secde vacip olmaz. «Binaenaleyh sebep ayeti okumaktır» yani sahih tilâvettir. Bundan maksat temyiz ehliyetini hâiz kimsenin oku.masıdır. Nitekim bunu birçok ulema söylemişlerdir. Hılye. Bununla neden ihtirazolunduğu musannıfın «Kâfire secde vacip olmaz ilh...» sözünde gelecektir.

Ben derim ki: Bir kayıt daha ziyade etmek gerekir o da «secde hakkında mâni bulunmamalı» kaydıdır. Bu kayıt. imama uyan kimsenin ve rükuunda sücudunda teşehhüdünde secde ayetini okuyan kimsenin tilavetinden ihtiraz içindir. Bunlara.secde-i tilâvet vacip değildir. Çünkü secdelerine mani vardır. Nitekim gelecektir. Sonra bilmiş ol ki, ayeti okumak, okuyanın da dinleyenin de secdesine sebeptir. İşitme hakkında ihtilâf edilmiştir. Bazıları «bu işiten hakkında sebep değil, şarttır» demiş; Kâfi, Muhit ve Zahirîye sahipleri bu kavli sahih bulmuşlardır. Bir takımları da «işitmek işiten hakkında ikinci sebeptir» demişlerdir. Hidaye ve Bedayî sahibleri de bunu tercih etmişlerdir. Şârih bu kavli tercih ettiğine tenbihte bulunacaktır. Müctebâ´da beyan olunduğuna göre secde üç şeyden biri ile vacip olur. Bunlar okumak. işitmek ve imama uymaktır. Zâhirine bakılırsa bunlar üç sebeptir. Hılye sahibi bunu açıkça ifade etmiştir. Musannıf Kâfi´nin sözünün benimsemiş ve ona bir sebep daha ilâve etmiştir. O da imama uymaktır. Şu halde ona göre sebep iki şey olup bunlar da okumak ve imama uymaktır. Nasıl ki bunu Mineh sahibi açıklamıştır. Mineh sahibi işitmenin okuyandan başkası hakkında şart olduğunu da açıklamış; şarihimiz metnin sözünü izah ederken ona tâbi olmuştur. Lâkin şarihin sözü işitmek gibi imama uymanın da şart olduğunu ifade etmektedir. Nitekim az sonra anlaşılacaktır.

«Velev ki sağırın okumasında olduğu gibi işitme bulunmasın» yani fiilen işitmesin. Yoksa bir arıza bulunmadığı zaman kendi işiteceği yahut kulağını ağzına yaklaştıran kimsenin işiteceği kadar okuması şarttır. Nitekim Hinduvahî´nin mezhebi budur. Sahih olan da budur. Kerhî buna muhalefet ederek harfleri doğru okumakla yetinmiştir. H.

Ben derim ki : Hâniye sahibi de bunu söylemiştir.

«İşitmek okuyandan başkası hakkında şarttır.» Yani imama uymak yoksa işitmek şarttır. İmama uyarsa işitmesi şart değildir. Hattâ biraz ileri de geleceği vecihle imam secde ayetini okurken orada bulunması da şart değildir. Şârihin bu kaydı terketmesi, arkasından musannıfın onu zikretmesine güvendiği içindir.

«Secde ayeti okunduğu haber verilince» onu anlasın anlamasın secde etmesi vacip olur. Bu İmam-ı A´zam´a göredir. İmameyne göre ise işiten kimse okuyanın Kur´ân okuduğunu bilirse secde etmesi lâzım. bilmezse lazım değildir. Bahır. Feyz´de «bununla fetvâ verilir» denilmiştir. Nehir´de Sirac´dan naklen İmam-ı A´zam´ın bu kavli bırakıp imameynin kavline döndüğü ve buna itimat edildiği bildirilmiştir.

«İşiten kimse okuyanın Kur´ân okuduğunu bilirse» ifadesinden murad; ayetin mânâsını anlamasıdır. Nitekim Mecma´ şerhinde beyan edilmiş ve şöyle denilmiştir: «İmam-ı A´zam´a göre ayetin mânâsını anlasın anlamasın secde etmesi vacip olur. İmameyn, "mânâsını anlarsa vaciptir. anlamazsa vacip değildir çünkü mânâsını anlarsa bir vecihten Kur´ân´ı işitmiş: bir vecihten işitmemiş olur" demişlerdir» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Fakat ayet arapça okunursa anlasınanlamasın bilittifak secde vacip olur. Ancak arap olmayan kimse Kur´ân olduğunu bilmedikçe üzerine secde vacip olmaz. Nitekim Fetih´te söyle denilmiştir. Yani mânâsını anlamazsa da Kur´ân olduğunu bilmesi yeterlidir.

«Yahut secde ayetini okuyana uymak şartıyle vacip olur.» Yani imam secde ederse o da eder. İmam secde etmezse okuduğunu işitse bile secde etmesi lâzım gelmez. Münye şerhi.

«Çünkü secdenin vacip olmasına bu da sebeptir.» cümlesinin doğrusu «bu da vacip olmasının şartıdır» şeklinde olacaktır. Tâ ki «okuyana uymak şartiyle vacip olur» ifadesine uygun düşsün.

«İmama tabi olduğu için kendisine bu secde vacip olur.» Bahır´da Tecnis´den naklen şöyle denilmiştir: «Okuyanla dinleyenin herbiri kendi itikadına bakar. İmdi hac suresinin ikinci secde ayeti bize göre secde değildir. Şâfiî buna muhaliftir. Çünkü hakikatte işiten okuyana tabi değildir ki, onun reyiyle amel etmesi lâzım gelsin. Aralarında ortaklık yoktur. «Bu sözün zâhirine bakılırsa namazda olduğu taktirde hakikaten imama tabi bulunduğundan secde hususunda imama tabi olur.» Bunu Tahtavî söylemiştir. Namazın vacipleri bâbında görmüştük ki, içtihat götüren yerde imama tabi olmak vaciptir. Kati olarak neshedildiği veya cenazede beşinci tekbirin, sabah namazında kunutun ziyade edilmesi gibi sünnet olmadığı bilinen yerde imama tabi olmak vacip değildir. Orada bunun üzerine söz etmiştik. Zâhire bakılırsa bu secde içtihat götüren yerlerdendir.

METİN

Secde ayetini imama uyan kimse okursa namazda olan kimse namaz içinde ve namazdan çıktıktan sonra asla secde etmez. Namaz dışında olanın okuması bunun hilâfınadır. Çünkü secdeden men, iki mânâ için sabît olmuştur. Binaenaleyh onları geçemez. Hattâ o kimse bu cemaatın namazına iştirak etse secde kendisinden sakıt olur. Rükuunda, sücudunda veya teşehhüdünde secde ayetini okuyan kimseye secde vacip değildir. Çünkü bu yerlerde o kimse kıraattan men edilmiştir.

İZAH

Secde ayetini imama uyan kimse okursa aynı namazda müşterek olan kimseye secde lâzım gelmez. Secde ayetini ister imama uyan okusun ister imam veya o imama uyan başka bir cemaat okusun farketmez. Buna delil ileride metinde gelecek olan «secde ayetini işiten aynı namazda müşterek ise imama uyanın okuması da secdeyi gerektirmez» sözüdür. Şârih «namazda olan kimse» ifadesini hiç kullanmasa daha iyi olurdu. Tâ ki zamir doğrudan imama uyan okuyucuya raci olsun. Bir de «namazda olan kimse» tabiri başka namaz kılana, ona uyana ve yalnız kılana da şâmildir. Halbuki bunlar hiç namaz kılmayan gibi namaz dışında olan hükmündedirler. Nitekim bunu Halebî beyan etmiştir. Yani namazdan çıktıktan sonra secde-i tilaveti yaparlar. Nitekim metinde de gelecek «namaz kılan kimse secde ayetini başkasından işitirse namazda secde etmez; namazdan sonra secde eder» denilecektir. Bu hususta sözün tamamı da orada görülecektir.

«Çünkü secdeden men, iki mânâ için sabit olmuştu.» Onlar da imam ve beraberindekilerdir. Burada şöyle bir itiraz varit olabilir: imam bu namazda kıraattan men edilmemiştir. Men edilen yalnız imama uyanlardır. Binaenaleyh en iyisi Münye şerhiyle diğer kitaplarda yapıldığı gibi ta´lil yapılmalı ve «İmam secde ederse matbuun tabie inkılâb etmesi lâzım geldiği gibi, secde etmezse cemaatınimama muhalefeti lâzım gelir» demelidir. O namazda kendileriyle müşterek olmayanlar bunun hilâfınadır. Çünkü okuyan kimse onlara nazaran men edilmiş değildir. Onlar hakkında okuyan şahıs namazda değilmiş gibidir. Hattâ namaz dışındaki kimse o cemaatla birlikte aynı namaza iştirak etse onlara teb´an kendisinden secde-i tilâvet sakıt olur. Zâhirine bakılırsa secde ayetinin okunduğu rekattan başka bir rekatta bile iştirak etse secde sakıttır.

«Rüku, sücud ve teşehhüdünde secde ayetini okuyana secde vacip değildir. Çünkü bu yerlerde o kimse kıraattan men edilmiştir.» Merginani «Bence secde vaciptir ve o yerde eda edilir» diyor. Bunu Bahır sahibi Zeyleî´den nakletmiştir.

Ben derim ki: Makdisi, «teşehhüt söz götürür» demiştir. Yani «secde-i tilâvetin rüku veya sücud zımnında yapılması mümkündür. Teşehhüt bunun hilâfınadır» demek istiyor. Merginanî´nin «o yerde eda edilir» sözünden murad; secdeyi okuduğû yerde eda eder; sonraya bırakmaz manâsı olabilir. Lâkin İmdâd´da şöyle denilmektedir. "Merginanî; o kimseye secde lâzım gelir. Bu secde içinde bulunduğu rükû ve sücudla eda edilmiş olur" diyor. Dîrî şerhinde böyle denilmiştir. Bu izaha göre secde ayetini teşehhüdde okursa secde eder.»

Ben derim ki: Bu söz birinciyi te´yid eder. Sonra âşikârdır ki, ona secde vaciptir demek daha münasiptir. Çünkü o kimse cünüb gibi orada secde ayetini okumaktan nehyedilmiştir. İmama uyan gibi mahcur (yani men edilmiş) değildir. Ulema cünüb ile imama uyan kimse arasında fark görmüş. «cünüb olana kıraat nehyedilmiştir. Binaenaleyh ona secde-i tilâvet vaciptir. Zira nehi vücuba aykırı değildir. İmama uyan ise mahcurdur. Çünkü imamın tasarrufu onun hakkında geçerlidir. Mahcur kimsenin tasarrufu hükümsüzdür» demişlerdir.

Hayızlıya gelince: Secde ayetini okumakla kendisine secde vacip olmaz. Çünkü namaza ehil değildir. Cünüb böyle değildir. Aşikârdır ki meselâ rükuunda secde ayetini okuyan bir kimse vücuba ehildir onu secdeden meneden imam da yoktur. Binaenaleyh o kimseye secde vacip olduğunu tercih gerekir. İhtimal imam Merginanî´nin tercihinin vechi budur. Sonra Medeni hâşiyesinde gördüm ki, şeyhi Merginanî´nin Zeyleî hâşiyesinden Merginanî´nin sözünü bizim dediğimiz gibi tercih ettiğini nakletmiş. Allah´a hamdolsun. Zâhire göre Feyz´in naklettiği şu söz de bu kabildendir: «Bu kimse secde-i tilâvet yapar da secdesinde ikinci bir secde ayeti okursa kendisine secde vacip olmaz.»

METİN

Secde-i tilâvet evvelce geçen namaz şartlarıyle vacip olur. Bundan yalnız tahrime ile niyetin tayini müstesnadır. Namazı bozan şeyler secde-i tilâveti de bozar. Rüknü sücud veya onun bedelidir. Meselâ namaz kılanın rükuu, hasta ve hayvan üzerinde kılanın iması sücudun bedelidirler. Secde-i tilâvet âşikâre alınan iki sünnet tekbir ile, müstehap iki kıyam arasında yapılan bir secdedir. Onda el kaldırmak teşehhüt ve selâm yoktur. Ama esah kavle göre sücud tesbihi vardır.

İZAH

Secde-i tilavet namaz şartlarıyle vacip olur. Çünkü namaz cüzlerinden bir cüzüdür. Binaenaleyhnamaz secdelerine kıyas edilir. Onun için teyemmümle eda edilmesi caiz değildir. Meğer ki su bulunmaya. Zira su varken teyemmümün abdest sayılmasının şartı, namazı kaçırma korkusudur. Bunda böyle bir şey, yoktur. O terahi ile (yani geniş zaman içinde) vacip olmuştur. Keza secde-i tilâvet için vakit de şarttır. Hattâ bir kimse secde ayetini mekruh olmayan bir vakitte okur veya işitirse mekruh vakitte eda etmesi caiz olmaz. Çünkü kâmil olarak vacip olmuştur. (Kâmil vakitte edası gerekir.) Ancak mekruh vakitte okur diyene, o vakitte yahut başka bir mekruh vakitte eda ederse caizdir. Zira vacip olduğu şekilde eda etmiştir. Niyet de öyledir. Çünkü bu secde, bir ibadettir. İbadet niyetsiz sahih olmaz. Bedayi.

Hılye´de şöyle denilmiştir «Ancak namazda okur da hemen secde ederse niyete hacet kalmaz. Nitekim ulema bunu açıklamışlardır. Bu herhalde namazdan bir cüz olduğu ve namazın niyeti ona da şâmil bulunduğu içindir. Secde-i tilâvette tahrime şart değildir. Çünkü tahrime muhtelif fiilleri birleştirmek içindir. Burada muhtelif fiiller yoktur Bedayi, Hılye ve Bahır. Yani namaz kıyam, kıraat, rüku ve sücuddan mürekkep muhtelif fiillerdir. Tahrime ile bu fiiller bir fiil haline getir. Secde-i tilâvetin mahiyeti ise bir fiilden ibarettir. Binaenaleyh tahrimeye hacet yoktur.

Niyetin tayininden murad; filân ayetin secdesi olduğunu tayindir. (Bu tayin şart değildir.) Bunu Kınye´den Nehir sahibi nakletmiştir. Fakat tilavetten dolayı yapıldığını tayin şarttır. Nitekim namazın şartlarından niyet bahsinde geçmişti. Ancak biliyorsun ki; namazda okur da derhal secde ederse tayine hacet yoktur. Kasten abdesti bozmak, konuşmak ve kahkaha ile gülmek gibi şeyler namazı bozduğu gibi secde-i tilâveti de bozarlar. Bu taktirde tekrarlanması gerekir. Bazıları bunun İmam Muhammed´in kavli olduğunu söylemişlerdir. Çünkü ona göre rükû´nün tamamına itibar olunur ki o da secdeden başını kaldırmaktır. Ebû Yusuf´a göre başını yere koymaya itibar olunur. Şu halde bozmaması gerekir. Haniye´de bildirildiğine göre cevabın zahirine bakılırsa bilittifak bozar. Şu kadar varki, kahkaha ile gülmekte abdest tazelemesi icabetmez. Keza, kadınla bir hizaya durmak ta; cenaze namazında olduğu gibi secde-i tilâveti bozmaz. Bir kimse secde-i tilâvet esnasında uyusa; sahih kavle göre namaz secdesinde olduğu gibi burada da abdesti bozulmaz. Bahır.

Şârihin «namaz kılanın rükûu» diye kayıtlaması namaz dışında okur da rükû ederse, secde namına kıyasen ve istihsanen kâfi gelmediği içindir. Nitekim Bedayi´de beyan edilmiştir. Zâhir´de rivayet edilen de budur. Bunu Bezzaziye sahibi kaydetmiştir. Şârihin ileride Bezzaziye´den nakledeceği kavl tahriften ibarettir. Bu hususta O, Nehir sahibine tâbi olmuştur. Nitekim göreceksin,

Hastanın îmâ´sı, ayeti sağlamken okumuş olsa bile secdenin bedelidir. Nitekim, Münye şerhinde beyan olunmuştur. Hayvan üzerinde kılanın îmâsı da öyledir. Yani şehir dışında secde ayetini hayvan üzerinde okur veya işitirse, ondan sonra inerek tekrar binse bile yine îmâ ile secde eder. Ama, secde yerde iken vacip olursa hayvan üzerinde caiz olmaz. Çünkü tam olarak vacip olmuştur (nâkıs olarak eda edilemez). Aksi bunun hilâfınadır (yanı nâkıs olarak vacip olursa tam olarak eda edilebilir.) Bahır´da böyle denilmiştir.

«Secde-i tilâvet, âşikare alınan iki sünnet tekbir ile iki müstehap kıyam arasında yapılır.» Bu ikitekbirin biri secdeye giderken. diğeri de kalkarken getirilir. Bahır. Zâhir rivayet budur. Bedayi sahibi bunu sahih bulmuştur. İmam-ı A´zam´dan bir rivayete göre hiç tekbir alınmaz. İmam-ı A´zam´la imam Ebû Yusuf´tan bir başka rivayete göre secdeye giderken tekbir alınmaz; kalkarken alınır. Ebû Yusuf´tan diğer bir rivayete göre bunun aksine olarak secdeye giderken tekbir alınır; kalkarken alınmaz. Hılye. Tatarhaniye sahibi diyor ki: «Huccet´de şöyle denilmiştir: Bazı ulema hiç tekbir almadan secde eden kimsenin bu mesuliyetten kurtulduğunu söylemişlerdir ama bu, bilinir de yapılmaz. Çünkü bunda selefe muhalefet vardır.»

Tekbirin âşikâre alınmasından murad; yalnız kılarsa kendisine, cemaatla kılarsa başkalarına işittirmesidir. T.

İki kıyamdan murad da; biri secdeye kapanmak, tahakkuk edebilmek için secdeden önce, diğeri de secdeden sonra ayağa kalkmaktır. Bu kavli Bahır sahibi Muzmerat´a nisbet etmiş ve «İkinci kıyam gariptir» demiştir. Hayreddin Remli´nin musannıfın el yazısından naklettiğine göre Muzmirat sahibi bu kavli Zahiriye´ye nisbet etmiştir. Fakat kendisi Zahiriye nüshasına müracaat etmişse de orada ikinci kıyamı bulamamıştır.

Ben derim ki: Ben kendi nüshamda bu kavli buldum. «Secdeden başını kaldırınca ayağa kalkar; sonra oturur» diyor. Tatarhaniye ile Münye şerhinde dahi bu kavl Zahîriye´ye nisbet edilmiştir. Zahire bakılırsa musannıfın nüshasından bu cümle düşmüş olacak.

Bu sözün garip olmasına gelince: «Secdeden sonra kalkar» diyen yalnız Zahîriye sahibi olmuştur. Onun için de sonraki ulema bu kavli yalnız ona nisbet etmişlerdir.

T E T İ M M E: Secde ayetini işiten kimsenin okuyandan önce başını secdeden kaldırmaması menduptur. Ama bu hakikatta ona uymak değildir. Onun için de okuyanın secde yapmak üzere öne geçmesi, dinleyenlerin saf olmaları emir edilemez; ve okuyanın secdesi bozulursa dinleyenlerin secdeleri bozulmaz. Nevâdir´de, okuyanın secde için öne geçeceği, işitenlerin arkasına saf olacakları kaydedilmiştir. Meselenin tamamı İmdâd´dadır.

«Esah kavle göre secde-i tilavette sücûd tesbihi vardır.» Fethu´l - Kadir sahibi şöyle demektedir: «Şârihin sahihlediği kavil umumî olmamak gerektir. Çünkü eğer secde namazda yapılırsa farz namazda «subhane rabbiyel a´lâ» denilir. Nafile namazda ise menkûl tesbihlerden birini okur. Meselâ:............... der. Yahût: duasını okur. Namaz dışında ise bu hususta vârid olanların hepsini okur. Hılye, Bahır ve Nehir sahipleri ile diğer ulema Fethu´l-Kadîr sahibini tasdik etmişlerdir.

METİN

Secde-i tilâvet namazın farz olmasına eda veya kaza cihetinden ehil olan kimseye vaciptir. Çünkü namazın cüzlerindendir. Eda cihetinden ehil olmak secde ayetini okumakla sağırın secde etmesi; kaza cihetinden ehil olmak ta cünüb, sarhoş ve uyuyan kimseye secde lazım gelmesidir. Binaenaleyh kâfir, sabi, deli, hayz ve nifaslılar ayeti okur veya işitirlerse kendilerine secde vacip olmaz. Çünkü namaza ehil değillerdir. Bunların daimî deliden gayrisinin okumasiyle işitenlere secde vacip olur. Delinin okumasiyle vacip olmaz. Çünkü ehliyeti yoktur. Deliliği kısa sürerse -birgün bir gece yahut daha az devam ettiği taktirde- gerek ayeti okumuş gerekse işitmiş olsun secde etmesi lâzım gelir, Bir gün bir geceden daha fazla devam ederse kendisine değil; Molla Hüsrev´in beyanına göre işitene secde lâzım getir. Lâkin Şurunbulâli rivayetin muhtelif olduğunu kesin söylemiş; secde ayetini deliden işitmekle secdenin vacip olduğunu Feteva-i Suğra ile Cevhere´den nakletmiştir. Ben derim ki, Kuhistani de kesinlikle bunu kail olmuştur.

İZAH

«Çünkü namazın cüzlerindendir» ifadesinden murad; namazın cüzleri cinsindendir, yahut bazı yerlerde namazın cüzlerindendir demektir. Nitekim ayet namazda okunursa, secde namazın cüz´ü olur.

Bahır ve diğer kitaplarda «Secde-i tilâvetin vacip olması için, islâm, büluğ, hayz ve nifastan temiz olmak gibi namazın vücubuna ehil olmak şarttır» denilmiştir.

Şârih «Sağırın secde etmesi» demekle en hatıra gelmeyene tenbihte bulunmuştur. Tâ ki başkaları evleviyetle bilinsin. H. Sağır secde ayetini okursa secde eder. Fakat secde eden bir cemaat görürse onun da secde etmesi tâzım gelmez. Bunu Tatarhaniye´den naklen İmdâd sahibi nakletmiştir. Zârihin cünübü, sarhoş ve uyuyanla beraber zikretmesinden, zâhiren onun vücubu edaya ehil olmadığı anlaşılırsa da Rahmetlî böyle olmadığını söylemiştir. Evet sarhoşla uyuyanın bu halleri bütün bir namaz vakti devam ederse edaya ehil değildirler.

Sarhoşu bu halden vazgeçirmek için aklının hükmen yerinde olduğuna itibar edilmiştir. Onun için ibadetler kendisine lâzım gelir. Nitekim Muhit´de böyle denilmiştir. Bundan şu anlaşılıyor ki, mubah bir şeyden sarhoş olur da mesela içki ile boğazında kalan lokmayı geçirir yahut zorla içirilirse o halde iken secde ayetini okuduğu veya işittiği taktirde. söylediğini ve işittiğini anlamayacak derecede olursa; hattâ ayıldıktan sonra da hatırlayamazsa secde etmesi vacip değildir. Hılye. Uyuyan kimse uyandıktan sonra, uyurken secde ayetini okuduğu kendisine haber verilirse secde etmesi vacip değildir. Esah olan kavil budur. Tatarhâniye.

Dirâyede «Secde etmesi lâzım değildir. Sahih olan budur» denilmiştir, İmdâd. Demek ki bu hususta sahihlemeler muhteliftir. Secde ayetini uyuyandan yahut bayılandan işitene secde lâzım gelmesi hakkında ise Şurunbulaliye´de nakledildiğine göre hem rivayet hem de sahihlemeler muhteliftir. Deliden işitmek de böyledir. Yakında gelecektir. Kâfir, sabi, deli hayz ve nifaslıya okusalar da işitseler de secde vacip değildir. Çünkü bunlar namazın vücubuna ehil değillerdir. Bazı nüshalarda «eda ve kazaya ehil değillerdir» denilmiştir. Daimi deli hakkında bu meydandadır. Ama deliliği bir gün bir geceden fazla sürmeyen.kimse hakkında bunun muktezası vücubtur. Nitekim gelecektir. «Bunların daimi deliden başkasının okumasıyle, işitenlere secde vacip olur» Bedayi´den naklen Bahır sahibinin tercih ettiği kavil budur.

Fethu´l-Kadîr´de şöyle deniliyor: «Lâkin Şeyhu´l-İslâm´ın beyanına göre secde ayetini deliden, uyuyandan veya kuştan işitmekle secde vacip olmaz. Çünkü secdeye sebep sahih olan tilâveti işitmektir. Tilâvetin sahih olması ise temyizledir. Burada temyiz (ayırma) yoktur. Bu ta´lil sabihakkında tafsilat ifade ediyor. Öyle ise sabi kârı zararı ayırırsa ondan işitmekle secde muteber oluversin. Sabi mümeyyiz değilse muteber değildir.» Hılye sahibi bunu beğenmiştir.

Daimi delilik hakkında Kemâl bin Hümam Et´Tahrir ve Fethu´l-Kadîr adlı eserlerinde şunları yazmıştır: «İmam Muhammed´e göre namazları ıskat eden uzun sure kalan namazların altı olmasıdır. Oruçta gecesiyle gündüzü ile bütün bir ayı doldurmak; zekâtta ise bütün bir seneyi kaplamaktır.» Bahır sahibi de Kemâl bin Hümâm´a tâbi olmuştur. Gerek Kemâl´in ifadesinden gerekse musannıfın «namazın vücubuna ehil olan» sözlerinden anlaşılıyor ki, bu hususta tilavet namaz gibidir.

Lâkin Dürer´in ve ona tâbi olarak Şârihin sözlerinden anlaşıldığına göre burada ondan murad; bir gün bir geceden fazla devam eden ve iyileşmeyendir. Çünkü Dürer sahibi deliliği üç dereceye ayırmıştır.

Birincisi: Kâsır deliliktir. Ve bir gün bir geceden fazla devam etmez.

İkincisi: Kâmil fakat daimi değildir. Bu bir gün bir geceden fazla devam eder. Lâkin bazen iyileşir.

Üçüncüsü: Kâmil ve daimidir. Bu bir gün bir geceden fazla devam eder ve iyileşmez.

Dürer sahibini bu taksime sevk eden şey, ulemanın sözlerinin arasını bulmaktır. Zira kendisi Telhisû´l-Cami´den naklettiğine göre deliden secde ayeti işitene secde-i tilâvet vacip değildir. Haniye´den naklettiği rivayete göre vaciptir. Nevâdir´den naklettiğine göre müddet kısa olur da bir gün bir gece yahut daha az devam ederse ayetini okusun veya işitsin secde etmesi lâzım gelir. Yani kendisine secde vacip olunca ondan işitene evleviyetle vacip olur. Sonra Dürer sahibinin bildirdiğine göre kâsırda delinin ayeti okumasıyla hem kendine hem işitene secde-i tilavet vacip olur. Nevâdir´de bahsedilen budur. Daimi olmayan kâmil delilikte delinin okumasıyla kendine birşey lâzım gelmez. İşitene, secde vacip olur. Hâniye´de bahsedilen budur. Kâmil ve daimi delilikte ne deliye ne de ondan işitene secde vacip değildir. Telhis´de bahsedilen de budur. Şârih bu taksım ve birleştirmeye göre hareket etmiştir.

«Delinin okumasıyla vacip olmaz» cümlesinden murad; "kendisine vacip olmadığı gibi ondan işitene de vacip olmaz" demektir.

«Gerek ayeti okumuş gerekse işitmiş olsun secde etmesi lâzım gelir.» Çünkü o kimse namazın kazası vacip olmasına ehildir. Secde kendisine lâzım gelince ondan işitene evleviyetle lâzım gelir. Nasıl ki yukarıda geçmişti. Şeyh İsmâil´in şerhinde şöyle denilmektedir: «Kime başkasından işitmekle secde-i tilâvet lâzım gelirse başkasının da ondan işitmesiyle üzerine secde vacip olur. Aksi yoktur.»

«Bir gün bir geceden fazla devam ederse kendisine değil. Molla Hüsrev´in beyanına göre işitene secde lâzım gelir.» Yani mukabele karinesi ile bir gün bir geceden fazla devam eder de delilik daimi olmazsa demektir. Bu üçüncü kısımdır. Şurunbulâli burada Molla Hüsrev´in yukarda geçen sözüne istidrakte bulunmuştur. Şurunbulâli Dürer üzerine yazdığı haşiyede şunları söylemiştir: «Molla Hüsrev´in, deliliği üçe taksim etmesi usul-u fıkıh ulemasının sözlerine aykırıdır. Onlar deliliğibiri daimi diğeri daimi olmayan namiyle iki kısma ayırmışlardır. Molla Hüsrev´in daimi deliliği "iyileşmeyen" diye tefsir etmesini teslim edemeyiz. Çünkü hiçbir saat geçmez ki deliliğin iyileşmesi ümit edilmesin. Deliden secde ayeti işitme hususunda, sahihlenmiş iki rivayet vardır ki bunları Cevher´e sahibi nakletmiştir. Şu halde arabulmak için yapılacak iş, Hâniye´nin sözünü bir rivayete, Telhis´in sözünü de başka bir rivayete hamletmektir.»

Ben derim ki: Zâhire göre bu iki rivayet daimi delilik ile diğerleri hakkındadır. Nuh efendinin haşiyesi ile Şeyh İsmail´in şerhinde daimi delilik ile kayıtlanması buna muhaliftir. Delilimiz Fetih´ten naklen yukarıda arzettiklerimizdir. Cevhere´deki de böyledir. Orada şöyle denilmiştir: «Bir kimse secde ayetini uyuyandan veya baygından yahut deliden işitirse bu hususta iki rivayet vardır. Bunların esah olanına göre secde vacip değildir.» Zira daimi deli olmayan kimsenin hali uyuyan ile bayılandan aşağı değildir. Binaenaleyh bunlarda cereyan eden hilâh onda da cereyan eder. Zira hepsi vücuba ehildirler. Şu halde Zâhire göre söz mutlak bırakılmalı, daimi olup olmamakla kayıtlanmamalıdır

METİN

Ayet-i sadânın aksetmesinden veya kuştan işitmek ile harf harf okumak ve hecelemek ile secde vacip olmadığı gibi; işiten kimse aynı namazda olmak şartıyle cemaat olanın okumasını işitmekle de vacip olmaz. Namaz dışında olanın okumasını işitmek bunun hilâfınadır. Nitekim geçmişti. Namaz içinde değilse muhtar kavle göre secde-i tilâvet mühletli olarak vacip olur. Ama geciktirilmesi tenzihen mekruhtur. Tayin etmeksizin üzerindeki tilâvet sayısınca secde etmek kâfidir. Bununla borcunu eda etmiş olur. Secde-i tilâvet hayz ve riddetle (dinden dönmekle) sâkıt olur.

İZAH

Sadânın aksetmesi; sesin geri tepmesidir, Bundan murad; bağlara, ormanlara ve benzerlerine seslenildiği zaman aynı sesin dönüp kulağa gelmesidir. Nitekim Sıhah´ta böyle denilmiştir. Kuştan işitmekle dahi secde vacip olmaz. Esah kavil budur. Bunu Zeyleî ve başkaları beyan etmişlerdir. Bazıları ayeti kuştan işitmekle secde lâzım geleceğini söylemişlerdir. Huccet nâm kitapta «sahih olan budur» denilmiştir. Tatarhaniye.

Ben derim ki: Ekser ulema birinci kavli sahih bulmuşlardır. Nuru´l-izah sahibi de kesinlikle buna kail olmuştur.

Harf harf okumak veya hecelemekle de secde icabetmez. Çünkü heceleyen kimse için bu adam Kur´an okuyor denilemez; hece okuyor denilir. Bir kimse bunu namazda yapsa namazı bozulmuş olmaz. Zira bunlar Kur´andaki harflerdir; kıraat yerini tutmazlar; o kimse Kur´an okumamıştır. Bunu Tecnis ve Hâniye´den naklen İmdâd sahibi söylemiştir. Secde ayetini yazmakla secde vacip olmaz. Bahır.

«Muhtar kavle göre secde-i tilâvet mühletli olarak vacip olur.» Nehir ve imdâd´da dahi böyle denilmiştir. Ama bu, imam Muhammed´e göredir. Ebû Yusuf´a göre mühletsiz olarak derhal vacip olur. Bu iki kavil İmam-ı A´zam´dan da rivayet olunmuşlardır. İnâye´de böyle denilmiştir. Nehir sahibidiyor ki: «Hilâfın yeri günah olup olmaması hakkında olmalıdır. Hattâ bir kimse secde-i tilâveti bir müddet sonra eda etse kaza değil, bilittifak eda etmiş sayılır.» Şeyh İsmail «Bu söz götürür» demiştir. Yani "mühlet siz" sözünden anlaşılan mânâ, geciktirmemenin kaza sayılmasıdır; demek istiyor.

Ben derim ki: Lâkin şârih hac bahsinde, geciktirirse eda sayılacağına icma-i ümmet olduğunu söyleyecektir. Bununla beraber fevrî (yani mühletsiz) olması tercih edilmiştir; geciktirmekle günaha girmiş olur. Bu izahat buradakinin benzeridir. Secdeyi geciktirmek tenzihen mekruhtur. Çünkü uzun zaman geçmekle unutulabilir. Geciktirmek kerahet-i tahrimiye ile mekruh olsa idi secde mühletsiz vacip olurdu. Halbuki mühletli vacip olmuştur. Onun içindir ki namazdaki secde-i tilâveti kıraat vaktinde geciktirmek kerahet-i tahrimiye ile mekruh olmuştur. İmdâd. Gecikmenin mekruh olmasından, yalnız güneşin doğması gibi mekruh vakitler istisna edilmiştir.

FERİ BİR MESELE: Tatarhaniye´de bildirildiğine göre ayeti okuyanın veya işitenin secde etmesi mümkün değilse: «semi´nâ ve eta´nâ ğufraneke rabbenâ ve ileykel masîr» demesi müstehap olur.

«Hayzla secde-i tilavet sâkıt olur.» Şarih burada Nehir sahibine tâbi olmuştur. Nehir sahibi şöyle demiştir: «Ulemanın açıkladıklarına göre kadın secdeyi geciktirir de hayz görürse secde sâkıt olur. Keza secde ayetini okuduktan sonra irtidat ederse secde sâkıt olur. Hâniye´de böyle denilmiştir.» Hâniye´nin ibaresi şudur: «Kadın namazda secde ayetini okur da secde etmez ve sonra hayz görürse kendisinden secde sâkıt olur.» Bu ibarenin bir mislini de şarih Hülâsa´dan nakledecektir. Bu suretle anlaşılıyor ki bu secdeden murad, namazdaki secde-i tilâvettir ki, metinde «Ancak hayz görmeksizin bozarsa ilh...» ibaresinin zımnında gelecektir. Binaenaleyh burada onu beyana lüzum yoktur. Evet, Tecnis´te bu secdenin mutlak surette hayzla sâkıt olduğunu gösteren sözler vardır. Orada şöyle denilmiştir: «Kadın secde ayetini okur da secde etmez ve sonra hayz görürse secde sâkıt olur. Çünkü hayz iptidaen secdenin vücubuna aykırıdır. Devamı itibariyle de öyledir. Bu mesele şunun nazîridir: Bir müslüman secde ayetini okur da sonra dinden dönerse kendisinden secde sâkıt olur. Sonra tekrar müslüman olursa secde etmesi vacip olmaz. Zira küfür iptidaen secdeye aykırıdır. Devam itibariyle de öyledir.»

«Riddet yani dinden dönmek ile de secde-i tilâvet sâkıt olur.ı» Burada şöyle bir itiraz varit olur: Secde-i tilâvetin vakti bütün ömürdür. Vakti bâki olan bir ibadet, müslüman olan mürtedden sâkıt olmaz. Nasıl ki haccetse veya namaz kılsa da sonra irtidat etse ve arkasından vakit içinde tekrar müslüman olsa hüküm budur.

Bazı kâmil zevat buna şöyle cevap vermişlerdir: Namazda sebep, müslüman olduktan sonra tahakkuk etmiştir. Fakat secde-i tilâvet böyle değildir. Keza müslüman olduktan sonra hacda zad ve rahleye kudreti olmak itibara alınır. T. Yine burada şöyle bir itiraz varit olabilir: Sözümüz secdeyi yapmayandan secdenin sükutu hakkındadır. Secdeyi yapana tekrarı vacip olmadığı hususunda değildir. Bilâkis bahsettiğimiz hususun nazîri terk edip, dinden dönendir. Secde-i sehiv babından az önce arzetmiştik ki mürtede de müslüman olduktan sonra irtidat etmezden önce terkettiğiibadetle vaciptir. Bunun muktezası burada da secde-i tilâvetin lâzım gelmesidir.

METİN

Secde-i tilâvet namaza ait ise fevran (derhal) vacip olur. Çünkü namazın bir cüzü olmuştur. Namaz kılan onu geciktirmekle günahkâr olur. Ve namazın hürmeti içinde bulunduğu müddetçe onu kaza eder. Velev ki selâm verdikten sonra olsun. Fetih. Sonra bu nisbet doğru olan nisbettir. Bazılarının salâtiye diye yaptıkları nisbet hatadır. Bunu musannıf söylemiştir. Lâkin Gaye nâm kitapta beyan olunduğuna göre bu söz kullanılan bir hatadır. Fukahaya göre kullanılan hata nâdir olan sevaptan daha hayırlıdır. Bir kimse secde ayetini bir imamdan işitir de imam onun için secde etmeden kendisine uyarsa -velev ki okuyan kimse o şahsın kendisine uyması sebebiyle imam olsun- imamla birlikte secde eder. İmam secde ettikten sonra uyarsa asla secde etmez. Kenz sahibi asla tâbi olarak böyle mutlak ifade etmiştir. O kimse bu imama hiç uymazsa secdeyi yapar. Keza Pezdevî ve diğerlerinin tercih ettiklerine göre o imama başka bir rekatta uysa hüküm yine budur. Hidaye´den anlaşılan budur. Ayeti namazda okursa secdeyi de namazda yapar. Namaz haricinde yapmaz. Sebebi yukarıda geçti. Bedayi´de bildirildiğine göre secde etmezse günahkâr olur. Tevbe etmesi tâzım gelir.

İZAH

Fevr´in tefsiri ileride görüleceği vecihle okunan secde ayeti ile secdenin arasında iki veya üç ayetten fazla okuyacak kadar uzun müddet geçmemektir. Hılye.

Secde-i tilâvet namaz içinde derhal yapılmak icabeder. Çünkü namaz fiillerinden olan kıraat sebebiyle vacip olmuştur. Ve namazın bir cüzü sayılır. Onun için hemen edası vaciptir. Nitekim Bedayi´de beyan olunmuştur. Bundan dolayıdır ki, muhtar olan kavle göre bir kimse üzerinde secde-i sehiv olduğunu, yeri geçtikten sonra hatırlarsa kendisine secde-i sehiv vacip olur. Nitekim bunu secde-i sehiv bâbında arzetmiştik. Şu halde bu secdeyi tehir etmek, namaz secdesini yerinden geciktirmek gibi olur. Namaz secdesi kaza olunur. Bunun bir.misli de "kıraat ilk iki rekatlarda vaciptir" diyenlere göre -ki mutemet kavil budur- kıraatı son iki rekata tehir etmektir. "İlk rekatlarda vacip değildir" diyenlere göre ise, son rekatlarda okunması da edadır. Bunu namazın vacipleri babında tahkik etmiştik.

«Velev ki selâm verdikten sonra olsun.» Yani mescit içinde bulunduğu müddetçe velev unutarak selâm vermiş olsun. Unutarak selâm verdikten sonra secde etmeyeceği de rivayet olunmuştur. Tatarhaniye. «Sonra bu nisbet doğru olan nisbettir.» Yani musannıfın namaza ait olan mânâsına gelen «saleyyeh» diye yaptığı nisbet doğru olan nisbettir.

«Bir kimse secde ayetini bir imamdan işitir de onun için secde etmeden kendisine uyarsa imamla birlikte secde eder.» İmama uymaya nazaran işitmek şart değildir. Şart olan uymaktır. Velev ki işitmesin ve orada bulunmasın. Nitekim şârih bunu anlatmıştı. Lâkin ondan aşağıdaki tafsilâta imkân bulmak için bunu işitmekle kayıtlamıştır. «Velev ki okuyan kimse o işiten şahsın kendisine uyması sebebiyle imam olsun.» Meselâ yalnız kılarken ayeti okumuştur, sonra imama uymuştur. «Böylesi imamla birlikte secde eder.» İmamla birlikte diye kayıtlaması imam secde etmezse ona uyan da secde etmeyeceği içindir. Velev ki ayeti işitmiş olsun. Çünkü namazda yalnız başına secde ederse imamına muhalefet etmiş olur. Namazdan sonra secde ederse caiz değildir. Zira namaza ait secdedir; namaz dışında kaza edilemez. Bahır.

«Kenz sahibi asla tâbi olarak böyle mutlak ifade etmiştir.» Yani «imam secde ettikten sonra uyarsa asla secde etmez» demiştir. Bu söz, ayeti okuduğu rekatta yahut ondan sonrakinde uymuş olmasına şâmildir. Nehir sahibi diyor ki: «Birincisi bütün rivayetlerin ittifakiyledir. İkinciye gelince; aslın mutlak sözüne bakılırsa o da öyledir. Çünkü o secde imama uymakla namaza ait olmuştur. Binaenaleyh namaz dışında kaza edilemez. Pezdevî, hükmü birinciye tahsisi tercih etmiş; ıtlakı da ona hamleylemiştir. Hidâye´nin Zâhirinden anlaşılan da budur. Orada «çünkü o kimse rekata yetişmekle secdeye yetişmiş olur» denilmiştir. «Keza Pezdevî ve diğerlerinin tercihlerine göre o imama başka bir rekatta uysa hüküm yine budur» Yani secde eder. Lâkin namazdan çıktıktan sonra eder. Bu cümle «Kenz sahibî böyle mutlak ifade etmiştir» cümlesinin mukabilidir. Nihâye sahibi buna cezmen kail olmuştur. Fetih sahibi ile Münye şârihi ve keza Mevâhib sahibi de bunu kat´î olarak kabul etmişlerdir.

Mevâhib´te «bu kavil en zahir olan kavildir» denilmiş, Nuru´l-İzah sahibi de ona tâbi olmuştur. Biliyorsun ki Kenz ve Asıl sahiplerinin mutlak ifadeleri de buna hamledilmiştir. Kenz sahibi mutlak ifadenin buna hamledileceğini Kâfi namındaki eserinde açıklamıştır. Atalar sözü: «Ev sahibi evinde olanı herkesten daha iyi bilir.»

«Ayeti namazda okursa secdeyi de namazda yapar.» Maksat imama uymadan namaz kılan kimsedir. Çünkü bundan önce «imama uyan kimse secde ayetini okursa asla secde etmez» demişti. «Sebebi yukarda geçti.» Yani namazın bir cüzü olduğu için derhal yapılması vacip olur.

«Secde etmezse günahkâr olur» cümlesi, bu secdeyi kaza etmeyeceğini gösterir. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Namazda vacip olup da eda edilmeyen her secde sâkıttır. Yani yeri geçtiği için o secde artık meşru değildir.»

Ben derim ki: Bu derhal rükûa gitmediğine göredir. Aksi taktirde niyet etmese bile secdede dahildir. Nitekim gelecektir. Bir de bu selâm verinceye kadar secdeyi kasten terketmekle kayıtlıdır. Ama yanılırda selâmdan sonra olsun hatırlarsa namaza aykırı bir fiilde bulunmadıkça hem bu secdeyi hem de sehiv secdesi yapar. Nitekim evvelce arzetmiştik.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:29 am GMT +0200
METİN

Meğer ki namaz, hayzından başka bir sebeple bozulmuş olsun. Bu taktirde secdeyi namaz dışında yapar. Çünkü namaz bozulunca sadece tilâvetten başka bir şey kalmaz. Ve bu secde namaza ait olmaz. Namaz hayızla bozulursa secde sâkıt olur. Bunu Hülâsa sahibi söylemiştir. şayet namaz secde-i tilâveti yaptıktan sonra bozulursa o secdeyi tekrarlamaz. Bunu Kınye sahibi bildirmiştir. Haniye´nin ibaresi buna muhaliftir. Bir kimse secde ayetini nâfile namazda okur da namazını bozarsa.yalnız namazı kaza eder; secdeyi kaza etmez. Meğer ki secdeyi yaptıktan sonrabozduğuna hamledile. Secde-i tilavet namaz içinde namazın rükû ve secdesinden başka bir rükû veya secde ile eda edilir. Rivayetin zahirine göre namaz dışında dahi rükû, bu secdenin yerini tutar. Bezzaziye. Esah kavle göre secde-i tilâvete niyet etmek şartiyle namazın rükûu bir veya iki ayet okur okumaz hemen yapılırsa bu secde namazın rükûu ile de eda olunur. Zâhire göre üç ayet okuduktan sonra rükûu giderse hüküm yine böyledir. Nitekim Bahır´ da beyan olunmuştur.

İZAH

Meğer ki namaz, hayzından başka bir sebeple bu secdeyi yapmadan bozulmuş olsun, Kasten bozmak da bozulmak gibidir. Bu taktirde secde-i tilaveti namaz dışında yapar.

«Namaz secde-i tilaveti yaptıktan sonra bozulursa o secdeyi tekrar yapmaz» zira bozan şey bütün namaz cüzlerini değil, sadece yetiştiği cüzleri bozar ve o namazın üzerine bina etmek imkânı kalmaz. Bunu Kınye´den naklen Bahır sahibi söylemiştir. «Hâniye´nin ibaresi buna muhaliftir.» Yani metindeki ifadeye muhaliftir. Buradaki bahis ve cevap Nehir sahibine aittir.

«Meğer ki secdeyi yaptıktan sonra bozduğuna hamledile.» Burada Hâniye´nin ibaresi açıktır. İbare şudur: «Nâfile namaz kılan bir kimse secde ayetini okur da secde eder ve sonra namazı bozulursa namazını kaza etmesi vacip olur. O secdeyi tekrarlaması lâzım değildir.» Bu ibarenin bir misli de Feyz ile Bezzaziye´dedir.

«Secde-i tilâvet, namaz bahsinde, namazın rükû ve secdesinden başka bir rükû veya secde ile eda edilir.» Hılye sahibi diyor ki: «Bu secdenin edası esasen sücudla olur. Bu efdaldir. Ama ayeti okuduğu gibi hemen rükû ederse rükûla da caiz olur. Aksi taktirde caiz olmaz.» Yanı derhal yapmazsa rükûla eda edilmiş olmaz. Velev ki namazın hürmeti içinde olsun. Bedayi. Bu taktirde hassaten onun için secde yapmak icabeder. Nitekim metinde naziri gelecektir.

Hılye´de şöyle denilmiştir: «Sonra hassaten tilâvet için hemen secde veya rükû yaparsa tekrar ayağa kalkar. Müstehap olan arkasından hemen rükûa gitmeyip iki üç ayet okumak, sonra rükûa gitmektir.» Şayet secde surenin sonunda ise başka sureden okur; sonra rükûa gider. Meselenin tamamı İmdâd ve Bahır´dadır.

«Namaz dışında dahi rükû bu secdenin yerini tutar.» Bu kavil zaiftir. Çünkü Bedayi´den naklen evvelce bu ne kıyasen caizdir; ne de istihsanen» demiştik. Şârih. Bezzâziye´ye nisbet ettiği bu sözde Nehir sahibine tâbi olmuştur. Burada nakilde hata vardır. Çünkü benim Bezzaziye´nin iki nüshasında gördüğüm şöyledir: «Zâhir olmayan rivayete göre namaz dışında da rükûun secde-i tilâvet yerini tutacağı bildirilmiştir Şu halde Bezzaziye´nin ibaresinden «olmayan» kelimesi düşmüştür (yani zâhir olmayan denileceği yerde zâhir olan rivayete göre denilmiştir). Bahır´da Kâdıhan´ın. «bu rükû secde-i tilâvetin yerini tutar" kavlini tercih ettiği bildirilmiş ise de buna şöyle cevap verilir Hâniye´nin ibaresi şudur «Bunun caiz olduğu rivayet edilmiştir.» şüphesiz ki bu söz onun tercih ettiğini değil, bu kavli zaif bulduğunu göstermektedir. Buna dîkkat et.

«Namazın rükûu bir veya iki ayet okur okumaz hemen yapılırsa bu secde namazın rükûu ile de eda olunur.» Ama acele rükû etmezse namaz içinde iken mutlaka ona mahsus olmak üzere bir secdeyapması lâzım gelir. Bedayi sahibi bunun illetini şöyle beyan etmiştir: «Secde-i tilâvet borç olmuştur. Borç aleyhine değil, lehine olan şeyle ödenir. Rükû, sücud o kimsenin aleyhinedir. Binaenaleyh onlarla borç ödenmez.»

«Zâhire göre üç ayet okuduktan sonra rükûa giderse hüküm yine böyledir.» Bahır´da Bedayi´den naklen böyle denilmiştir. îbareden anlaşılan, bunun zâhir rivayet değil Bedayi sahibinin zâhir görmesidir. İmdâd nâm kitapda «İhtiyat olan Şeyhu´l - İslâm Hâherzâde´nin sözüdür. Ona göre fevr (yanı mühletsiz acele) üç ayetle inkıtaa uğrar. Şemsü´l - Eimme Hulvani üç ayetten fazla okumadıkça fevrin kesilmeyeceğini söylemiştir. Kemâl bin Hümân, "Hulvanî´nin sözü rivayetin kendisidir demiştir" şeklinde izahat vardır.»

Ben derim ki: Münye şerhinde bu kavlin rivayet yönünden en sahih olduğu açıklanmıştır. Zira İmam Muhammed nassan bildirmiştir ki: Secde-i tilavet yapıldıktan sonra inşikak ve benî İsrail surelerinde olduğu gibi surenîn sonunda bir kaç ayet kalırsa o kimse muhayyerdir. İsterse sureyı bitirip secde-ı tilâvet için rükûa gider. Dilerse evvelâ secde-i tilâveti yapar; sonra kalkarak sureyi tamamlar ve rükûa gider. Bu ifadenin bir misli de Fethu´l-Kadîr´dedir. Lâkin Bahır´da Mücteba´dan şöyle denilmiştir: «Rükû, niyet ve üç ayetle ayırmamak şartıyle secde-i tilâvetin yerini tutar. Meğer ki üç ayet surenin sonunda ola.» Bu sözün muktezası hilâfın sure ortası hakkında olmasıdır, ve bu ittifakidir. Hılye´de Asıl´dan ve başkalarından naklen bu şekilde açıklanmıştır. Evet, bundan sonra Hılye sahibi farkın vechl anlaşılamadığını söylemiştir.

Ben derim ki: Şöyle izah edilebilir: Surenin sonunda üç ayet okumak. ayırmamak değildir. Zira bu, o sureyi tamamlamamaktır. Geri kalanını bırakmak değildir. Binaenaleyh okumasında ziyadeyi talep vardır. Bu ayırmaz. Surenin ortasından üç ayet okumak böyle değildir. Çünkü bunda ziyadeyi talep yoktur ve fasıla (ayırıcı) sayılır.

«Râcih kavle göre secde-i tilâvete niyet etmek şartıyla namazın rükûu bir veya iki ayet okur okumaz hemen yapılırsa bu secde namazın rükûu ile de eda olunur.» Bazıları rükû hemen yapılırsa niyete hacet olmadığını söylemişlerdir. Kuhistani bu kavlin İmam Muhammed´den rivayet olduğunu söylemiştir. Sonra niyetin yeri rükûa gidileceği zamandır. Tilâvet secdesi yerine geçmesini, rükûda niyet ederse bazıları caiz, bazıları caiz olmadığını söylemişlerdir. Rükûdan doğrulduktan sonra niyet ederse bilittifak caiz olmaz. Bedayi.

METİN

Keza derhal yaparsa niyet etmese bile namazın secdesi ile dahi bilittifak eda edilir. İmam secde-i tilâvete rükûunda niyet ederde cemaat niyet etmezse imamın niyeti ona kâfi değildir. İmam selâm verdikten sonra secde eder. Ve ka´deyi tekrarlar. Ka´deyi terkederse namazı bozulur. Kınye´de böyle denilmiştir. Ama bunu âşikâre okunan namaza hamletmek gerekir. Evet, namaz için anında hemen rükû ve secde yaparsa niyet etmeksizin secde-i tilâvet yerini tutar. İmam tilavet için secde eder de cemaat rükûa gitti zannına varırsa rükûa varan onu terkedip tilâvet için secde eder hemrükû ve hem de secde yapan için secde-i tilâvet namına bu yaptığı kâfidir. Rükû ve iki secde yapanın namazı bozulur. Çünkü tam bir rekatı yalnız başına kılmıştır. Zira secdelerin biri tilâvet içindir. Diğerleriyle de rekat tamam olur. T.

İZAH

Şârih derhal yapmak şartıyla niyet etmese bile secde-i tilavetin namaz secdesiyle dahi bilittifak eda edileceğini söylüyor. Bedayi´de de böyle denilmişse de Fethu´l-Kadîr sahibi bunu reddederek hilâfın burada da sabit olduğunu söylemiştir.

«İmam secde-i tilâvete rükûunda» yani ayeti okur okumaz. niyet ederse -bunu Halebi Bahır´dan nakletmiştir- cemaat olan niyet etmediği taktirde imamın niyeti olan kâfi gelmez. Secdesinde cemaat niyet etse bile artık imamla beraber sayılmaz. Çünkü imam rükûunda secde-i tilâvete niyet edince rükû onun için taayyün etmiştir. Bunu Halebi söylemiştir.

Kuhistani´de ise şöyle denilmektedir: «Ulema, imamın niyetinin kâfi gelip gelmeyeceği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Nitekim Kâfi´de beyan edilmiştir. İmama uyan kimse secde-i tilâvete niyet etmezse bir kavle göre secde-i tilavet yerine geçmez. İmam selâm verdikten sonra secde-i tilâveti yapar ve son oturuşu tekrarlar. Nitekim Münye´de böyle denilmiştir.»

«Ka´deyi terk ederse namazı bozulur.» Çünkü secde-i tilâvet, namaz secdesi gibi ka´denin hükmünü kaldırır. Secde-i sehiv böyle değildir. Nitekim secde-i sehiv bâbında geçmişti.

«Bunu âşikâre okunan namaza hamletmek gerekir.» Bu tetkik Nehir sahibine aittir. Vechi şu olsa gerektir: Tatarhaniye´de zikredildiğine göre imam secde ayetini gizli okunan namazda okursa evlâ olan cemaatı şaşırmamak için rükû yapmamasıdır. Âşikâre okunan namazda okursa secde etmesi evlâdır. Bu gösteriyor ki, cemaat imamın gizli olarak ne okuduğunu bilmediği için imamın niyeti kâfidir. Secde-i tilâvet namına rükû kâfi gelmese cemaatın şaşırması daha çok olur. Ve bu secde için rükûyu tercih etmenin bir faydası kalmaz. Binaenaleyh burada Kınye´nin sözü âşikâre okunan namaza hamledilir. Tâ ki cemaat olan tilâveti yapsın. Şâyet imamı anında rükûa giderse ihtiyaten bu secdeye rükûda niyet etmesi lâzım gelir. Çünkü imamın da rükûda niyet etmiş olması ihtimali vardır. Rükûda niyet etmezse imamı selâm verdikten sonra secde eder. Gizli okunan namazda ise imama uyan mazurdur. İmamının niyeti ona kâfidir. Zira imamının secde ayetini okuduğunu bilmez ki; kendisine imam selâm verdikten sonra secde emredilsin.

Halebi buna şöyle cevap vermiştir: İmam selâm verdikten sonra cemaat olan konuşmadan ve mescidden çıkmadan secde ayetini okuduğunu ve rükûda bu secdeye niyet ettiğini kendisine haber vermesi mümkündür.; En iyisi, "imamın niyeti cemaatın niyeti yerini tutar" diyen kavle hamletmektir, Kuhistani´nin yukarıda gecen sözünden anlaşılan, esahın hilâfı olmasıdır. Çünkü «bir reye göre» demiştir.

«Evet, namaz için anında hemen rükû ve secde yaparsa niyet etmeksizin secde-i tilâvet yerini tutar.» Yani cemaat olan kimsenin secdesi imamına tâbi olarak niyet etmeksizin secde-i tilâvet yerini tutar. Zira az yukarıda gördün ki, bu secde anında yapılan namaz secdesiyle -niyet etmese bile- eda edilmiş olur. Zâhire göre bu istidraktan maksat, imamın secde-i tilâvete rükûda niyetetmesi tâzım geldiğini tenbihtir. Çünkü rükûda niyet etmez de secdede niyet eder; yahut hiç niyet etmezse cemaat olana birşey lâzım gelmez. Zira burada asıl olan secdedir. Rükû böyle değildir. İmam secde-i tilâvete rükûda niyet eder de cemaat etmezse caiz olmaz. «İmam tilâvet için secde eder ve cemaat rükûa gitti zannına varırsa ilh...» ifadesi ekseri nüshalarda, «İmam tilâvet için rükû eder de...» şeklindedir. Doğrusu ve Bahır´ın ifadesine uygu olanı buradakidir. Bunu Halebî söylemiştir.

METİN

Namaz kılan kimse secde ayetini başkasından işitirse namazda secde etmez. Çünkü bu secde namaza ait değildir.. Belki onun için namazdan sonra secde eder. Zira onu mahcur olmayan birinden işitmiştir. Namazda iken secde caiz olmaz. Çünkü nakıstır, sebebi nehiydir. Binaenaleyh bu nakısla kâmil eda edilemez. Ve secdeyi tekrarlar. Sebebi yukarıda geçti. Ancak ayeti imama uyandan başka biri namazında okursa tekrarlamaz, Velev ki ayeti işittikten sonra olsun. Sirâc. Namazı tekrarlamaz. Çünkü bir rekattan az olan ziyade namazı bozmaz. Meğer ki namaz kılan ayeti okuyana tâbi olsun. Bu taktirde imamından başkasına tâbi olduğu için namazı bozulur. İşittiği secde ayeti için bu tâbi olma kâfi değildir. Bunu Tecnis ve diğer kitaplar kaydetmiştir. Bir kimse secde ayetini namaz dışında okur da secde ederse sonra namazda onu tekrar okuduğu taktirde bir secde daha yapar. Evvelâ secde etmezse bir secde kâfidir. Zira namaza ait olan secde başkalarından daha kuvvetlidir. Ve onları kendine tâbi kılar. Velev ki meclis muhtelif olsun.

İZAH

Namaz kılan kimse imam olsun cemaat olsun yahut yalnız kılsın secde ayetini başkasından yani aynı namazda müşterek olmayan birinden işitirse namazda secde etmez. İşittiği kimsenin başka bir imam veya o imama cemaat olması; yahut yalnız kılması veya hiç kılmaması hükümde müsavidir. Bu izahatın bir misli de Kuhistâni´dedir. Bu açık olarak gösteriyor ki secde-i tilâvet namazda olan kimseye kendi imamından başkasına uyandan işitmekle de vacip olur. Kendi imamına uyandan işitmek böyle değildir.

Lâkin İmdâd´da «Secde ayetini aynı namazı kıldıran imamdan veya başka bir imama uyandan işiten kimseye secde vacip değildir» denilmiştir. Evet, Nihâye ile Münye şerhinde «Secde ayetini başka bir imamla kılandan işitirse bilittifak secde vacip olur» ibaresi vardır. Bu kavil birinciye muvafıktır. Bedayi´de hülâsa olarak şöyle denilmektedir: «Secde ayetini imama uyan kimse okursa namaz içinde secde etmesi bilittifak vacip değildir. Keza ayeti imamla cemaat ondan işitirlerse hüküm yine budur. Namazdan çıktıktan sonra ise Şeyhayna göre hüküm yine aynıdır. İmam Muhammed´e göre secde etmeleri lâzımdır. Çünkü sebep tahakkuk etmiştir. Bu sebep, imama uyan hakkında sahîh okuyuş, imamla cemaat hakkında ise işitmektir. Onun içindir ki, bu ayeti o namazda olmayan biri işitirse secde etmesi lâzım gelir. Şu kadar var ki namaz içinde eda etmeleri mümkün değildir. Binaenaleyh namaz dışında vacip olur. Nasıl ki hariçten birinden işitseler vacip olurdu.

Şeyhaynın delili şudur: Bu secde namaz fiillerindendir. Çünkü imama uyanın okuması namazındansayılır. Velev ki onun yerine imamın okuması kâfi gelsin. Şu halde namazdan sonra eda edilemez. Ulemamızdan bazıları «Bu kıraat yasak edilmiştir. Binaenaleyh hükmü yoktur; yahut o kimse namazda kıraattan mahcurdur» şeklinde ta´lilde bulunmuştur. Birinci ta´lili yapanlara göre başka bir imama uyan kimseden işitene secde vaciptir. Zira onun hakkında bu secde namaz fiillerinden değildir. Son iki ta´lili yapanlara göre ise secde vacip değildir, Görülüyor ki tarikler muhtelif olduğundan ulema bu hususta ihtilaf etmişlerdir. Zâhire bakılırsa ikinci kavil zaiftir. Onun için Nihâye sahibi ona itimat etmemiş; hattâ bildiğin gibi bu hususta icma nakletmiştir. İhtimal İmdâd´ın ibaresi buna istinat etmektedir.

«Çünkü bu secde namaza ait değildir.» Burada «işiden hakkında sebep işitmektir; okumak değildir. O kimse namazda iken ayeti işitmiştir. Binaenaleyh sebep ecnebi olmadığı için ayette ecnebi değildir» şeklinde bir sual varit olursa şöyle cevap veririz: «İşitmek namaz fiillerinden değildir. Binaenaleyh ecnebi bir fiildir okumak öyle değildir.» Münye şerhi.

«Sebebi nehiydir» sözü «çünkü nakıstır» ifadesinin illetidir. Bu şöyle izah olunur: O kimsenin içinde bulunduğu rüknü tamamlamakla memur olup başka rükne geçmesi, namaz haricinden gelen bir sebeple vacip olan şeyin edasiyle meşgul olmanın yasaklanmasını iktiza eder. Şu halde yasaklama zımnen sabittir. Nitekim Gurerü´l - Efkâr´da beyan edilmiştir. .

«Sebebi yukarıda geçti.» Bununla «çünkü nakıstır» sözünü kastediyor. «Velev ki ayeti işittikten sonra olsun.» Yani namaz kılan kimse secde ayetini okur do secdesini yaparsa başkasından işitmeden yaptığı taktirde secdeyi tekrarlaması lâzım gelmez. Zâhir rivayet budur iki rivayetten birine göre ayeti işittikten sonra yaparsa yine secdeyi tekrarlamaz. Sirac sahibi buna kesinlikle kail olmuştur. Bahır.

«Namazı tekrarlamaz.» Zahir rivayet budur. Sahih olan da budur. Nevadir´in rivayetinde ise bununla. namaz bozulur, Fakat bu kavil doğru değildir. Bazıları «bu kavil imam Muhammed´indir. Şeyhayna göre namazı tekrar kılmaz» demişlerdir. İmdâd. Zâhire göre kerahet-i tahrimiye ile mekruh olduğundan namazın tekrarı vaciptir. Nitekim mezkûr nehyin muktezası da budur.

«Bu taktirde imamından başkasına tabi olduğu için namazı bozulur.» Çünkü namaz kılan kimsenin -imamı olsun olmasın- imamından başka birine tâbi olması namazını bozar. Tâbi olma buradadır. Velev ki hakikatta imama uyma sayılmasın. Onun için namazda kadının tâbi olması ve ayeti işiten kimsenin okuyanın önüne geçmesi sahihtir. Lâkin mutebaat her şeyde yerine göredir. Yerinde muteber sayılan mutebaat tahakkuk edince hakiki imama uyma şüphesi hasıl olur. Ve namazı bozar. Zira namaz kılan kimsenin imamdan başkasına tâbi olması namazını bozar. Bundan dolayıdır ki. Bahır sahibi bu meseleyi Tecnis, Müctebâ ve Valvalciye´ye nisbet ettikten sonra «evvelce söylemiştik ki, imamından başkasına tâbi olmak niyetiyle ziyade edilen bir secde, namazını bozar» demiştir. «Evvelâ secde etmezse bir secde kâfidir.» Zâhir rivayet budur. Nevâdir´in rivayetine göre bir secde kâfi değildir. Bu hilâfın menşei namazla meclisin değişip değişmemesidir. Nehir.

«Velev ki meclis muhtelif olsun.» Bedayi´den naklen Nehir´de böyle denilmiştir. Bu ibarenin birmisli de Dürer´dedir. Bahır sahibi meclisin bir olmasını şart koşmuştur. Remlî haşiyesinde «bunun bir misli de Gayetü´i -Beyan. Nihâye ve Zeyleî´dedir. Zâhire bakılırsa burada ihtilâf vardır. Ve Bahır´ın kavlini tercih gerekir» diyor.

Ben derim ki: Şuurunbulaliye´de hilâf olmadığını bildiren sözler vardır. Orada şarihin «Velev ki meclis muhtelif olsun» sözü, "bilfarz Nevâdir´in rivayeti teslim edilmiş olsa" mânâsına alınmıştır. Nevâdir´in rivayeti şöyle izah olunur: Meclis namaz kılmakla hükmen değişir. Zira ayetin okunduğu yer, namazın kılındığı yer değildir. Binaenaleyh biri diğerini kendine tâbi kılamaz. Zâhire göre ise meclis hem hakikaten hem hükmen birdir. Namaza ait olmayan bir fiil ile hükmen olsun bir sayılmasa ondan önceki namaz fiili kâfi gelmez. Nitekim Gayetü´l-Beyan ve Zeyleî´de açıklanmıştır.

METÎN

Namazda secde etmezse esah kavle göre ikisi de sâkıt olur. Ve evvelce geçtiği vecihle o kimse günahkâr olur. Ayeti iki mecliste tekrarlarsa secde de tekrarlanır. Bir mecliste tekrarlarsa secde tekerrür etmez; bir secde kâfi gelir. Secdeyi ilk okuyuştan sonra yapmak evladır. Kınye.

Bahır´da ise; «Tehir etmek daha ihtiyattır» denilmiştir. Esas şudur: Secdenin temeli. güçlüğü gidermek, ayetle meclis bir olmak şartiyle tedahüle (iç içe girmeğe) dayanır.

İZAH

Namaz içinde secde etmezse esah kavle göre her iki secde sâkıt olur. Çünkü namaz dışındaki secde de namaz secdesi hükmüne geçmiş ve ona tâbi olarak sükut etmiş olur. H. Esah kavle göre diyoruz; çünkü nevâdir´in rivayetine göre namaz dışındaki secde sâkıt olmaz. Bu rivayete göre namaz secdesi onu kendine tâbi kılamaz. Bunu Şurunbulaliye´den Halebî söylemiştir.

«Evvelce geçtiği vecihle» ifadesinden murad; bunu iki yerde söylediğine tenbihtir.

Birincisi; «secdeyi geciktirmekle günahkâr olur.»

İkincisi; «günahkâr olur ve tevbe etmesi lâzım gelir» cümleleridir evvelce geçmişlerdi. H.

T E T İ M M E : Şarih metindeki meselenin aksini söylememiştir. Yani secde ayetini namazda okur da secde eder ve selâm verdikten sonra secde ayetini tekrarlarsa ne hüküm verileceğini bildirmemiştir. Bazıları burada ikinci bir secdenin vacip olduğunu söylemişlerdir. Zeyleî «Bu, Nevâdir´in rivayetini teyit eder» diyor. Bir takımları ikinci bir secdenin vacip olmadığını bildirmişlerdir. Fakih Ebûl - Leys iki kavlin arasını bulmak için, birinciyi konuşma haline hamletmiştir. Zira konuşmak meclisin hükmünü bozar. İkinciyi de konuşmadığı hale yormuştur ki, sahih olan da budur. Binaenaleyh te´yit yoktur. Nehir. Secde ayetini okur da selâm verinceye kadar secde etmez; sonra tekrar okursa bir secde yapar. Birinci secde kendisinden sâkıt olur. Bu, Hâniye´den naklen Münye şerhinde beyan olunmuştur.

«Ayeti iki mecliste tekrarlarsa secde de tekrarlanır.» Esasen vücub ancak üç şeyden biri ile tekrar eder. Bu üç şey: başka başka ayetleri okumak, başka başka zamanlarda işitmek ve bir ayeti başka başka meclislerde okumaktır. Bunların ilk ikisinden murad; okunan ayetlerle işitme zamanlarının başka başka olmalarıdır. Hattâ bir kimse bütün secde ayetlerini bir veya birkaç mecliste okusaveya işitse hepsi için ayrı secde vacip olur. Sonuncuya yani bir ayeti başka başka meclislerde okumaya gelince; bu iki kısımdır. Biri hakikidir. Diğeri de hükmîdir.

Hakikî olan, bir yerden başka yere iki adımdan fazla intikal etmekle olur. Nitekim birçok kitaplarda böyle denilmiştir. Yahut üç adımdan fazla intikal ile olur. Muhit´de böyle denilmiştir. Şu şartla ki, mescid. ev, gemi -velev ki hareket halinde olsun- ve namazda hayvan üzerinde okuyana nisbetle o ova gibi iki yer bir yer hükmünde olmamalıdır.

Hükmî olan; bu da, örf ve adette evvelkini bozacak sayılan bir amelde bulunmaktır. Meselâ secde ayetini okur da sonra bir hayli yemek yer veya yaslanarak uyur; yahut kadın çocuğunu emzirir; veya alışveriş, nikâh gibi bir muameleye girişirse hükmen meclis değişmiş sayılır. Fakat bir yerde uzun zaman oturması, Kur´ân okuması, tesbih ve tehlilde bulunması, bir lokma ekmek veya bir yudum su içmesi, oturarak uyuması, ihtilâflı olmakla beraber otururken kalkması, dururken iki üç adım yürümesi yahut ayakta iken oturması veya yerde iken o yerde bulunan hayvana binmesi böyle değildir. Bunlarla meclis değişmiş sayılmaz. Bu satırlar kısaltılarak Hılye´den alınmıştır.

«Ayeti bir mecliste tekrarlarsa secde tekerrür etmez; bir secde kâfidir.» Tekrarı mendup da değildir. Peygamber efendimize salâvat getirmek bunun gibi değildir. Nitekim gelecektir. Bahır´da «Secdeyi tehir etmek daha ihtiyattır» denilmiştir. Zira ulemadan bazıları «secdede tedahül, sebebte değil, hükümdedir. Hattâ ilk secde ayetinden dolayı secde eder de ayeti tekrar okursa tekrar secde etmesi lâzım gelir. Bu içki ve zina haddi gibidir demişlerdir. Bunu Müctebâ sahibi nakletmiştir. Bahır.

Remli buna şöyle cevap vermiştir: «İbadete acele etmek evlâdır, Bazılarının kavli buna mani olamaz. Çünkü zaiftir.» Şeyh İsmail´in şerhinde de bunun misli sözler vardır. O, «Bahusus oradakilerin bazılarının gitme ihtimali varsa acele etmek evlâdır. Nitekim derslerde bu olur» demiştir. Secdenin temelinin tedahüle istinat etmesi istihsanendir. Kıyasa göre tekerrür etmeli idi çünkü vücubuna sebep, ayeti okumaktır. Şurunbulaliye.

Tedahül, güçlüğü gidermek içindir. Çünkü bir secde ayetini her okudukça secde vacip olursa bundan bilhassa öğretenlerle öğrenenler için güçlük doğar. Güçlük ise nasla kaldırılmıştır. Bahır.

Tedahül için ayet ve meclisin bir olması şarttır. Yani bir mecliste aynı ayet tekrar edilmiş olmalıdır. Bir mecliste iki ayrı secde ayeti yahut iki mecliste bir secde ayeti okursa tedahül yoktur (her iki surette ikişer secde vacip olur. Burada şârih şuna işaret ediyor. Ayet ve meclis bir olursa vücup tekrar etmez. Hem tilâvet hem de işitmek -velev ki bir cemaatten olsun-bir araya gelirse Bedayi´nin beyanına göre secde tekerrür etmez. Velev ki iki sebep vücup yani tilâvetle işitme bir arada bulunsun. Meselâ evvelâ okur; sonra işitirse yahut evvelâ İşitir; sonra okursa; yahut sebep vücubun biri tekrar ederse secde tekrarlanmaz. Bezzâziye´de şöyle denilmiştir:

«Bir kimse secde ayetini ayrı ayrı iki kişiden işitir; kendisi de okursa esah kavle göre bir secdekâfidir. Çünkü ayet ve meclis birdir.» Haniye´de dahi bunun benzeri izahat vardır. Şu hale göre secde ayetini bir cemaat okur da birbirlerinden işitirlerse bir secde yapmaları kâfidir.

METİN

Bu, sebebte tedahüldür. Ayetler bir ayet okumuş gibi tutulur, ve biri sebep olur. Diğerleri ona tâbi sayılır. Bu ibadete daha lâyıktır. Çünkü sebebi mevcut iken ibadetin terkedilmesi çirkindir, Hükümde tedahül değildir. Bu her tilâveti bir secde için sebep yapmakla olur. Ve secdeler birbirinin içine girerek bir tanesiyle iktifa olunur. Çünkü bu ceza için daha layıktır. Zira ceza, menetmek içindir. O kimse bir tanesiyle vazgeçer: maksat da hasıl olur.

Kerim olan ALLAH, cezanın sebebi meydanda iken de afveder. Musannıf iki tedahül arasındaki bu farkı, şu sözü ile ifade etmiştir. «Binaenaleyh sebebin tedahülünde bir tanesi hem kendinden öncekilerin hem de kendinden sonrakilerin yerini tutar. Hükmün tedahülünde ise yalnız kendinden öncekilerin yerini tutar. Hattâ zina eder de kendisine dayak vurulur; sonra o mecliste tekrar zina ederse ikinci defa had vurulur. Gidip - gelerek elbisenin erişini çözmek bir daldan başka dala atlamak ve bir nehir veya havuzda yüzmek, meclis veya ayeti değiştirmek sayılır. Binaenaleyh başka bir veya birkaç secde vacip olur. Bir mescit ve evin köşeleri ile yürüyen geminin içi bunun gibi değildir.

İZAH

Biz ibadetlerde hükümde tedahüle kail değiliz. Çünkü bundan ibadeti terketmek lâzım gelir. Bu ise çirkin bir şeydir. İbadetin sebebi mevcut olunca çoğaltılması matlubtur. İşte bu çirkinliği def için, okunan bütün secde ayetlerini bir sebep saymışızdır. Zira ibadete bu daha lâyıktır.

Cezalara gelince: Bunlar afv ve safha müstenid şeylerdir. Onları sebepleri mevcut olduğu halde terketmekten çirkin iş lâzım gelmez. Bilakis dünyada onlardan maksut olan vazgeçirme işi bir ceza ile hasıl olur. Bununla beraber teâlâ hazretlerinin âhirette afvetmesi de caizdir. Velev ki sebep bir kaç tane olsun.

«Sonra o mecliste tekrar zina ederse ikinci defa had vurulur.» Çünkü sebebi mevcuttur. Hem maksadın hasıl olmadığı anlaşılmıştır. Maksat ilk haddın vurulmasıyle zindan vazgeçmesi idi. Kazf haddi bunun hilâfına dır. Bir kimse bir defa kazf eder (zina iftirasında bulunur de kendisine had vurulursa sonra defalarca kazf etse bir daha had vurulmaz. Çünkü yalanı meydana çıktığı için birinci haddın vurulmasıyle ar ortadan kalkar. Bahır.

«Gidip gelerek elbisenin erişini çözmek.» (ki buna bez çözmek derler) Bez çözmek gidip gelmek suretiyle değil de oturduğu yerden daire şeklinde döndürmek suretiyle yapılırsa tekerrür etmez. Bunu Bahır sahibi inceleyerek Fetih´ten nakletmiştir. Ama söz götürür. Az aşağıda gelecektir. Daldan dala atlamak da sahih kavle göre meclisi değiştirir. Dalların birbirine uzak veya yakın olması hükmü değiştirmez. Vâkıat-ı Hüsâmiye´de «yere inmeden daldan dala geçmesi mümkün ise bir secde kâfidir. Çünkü meclis birdir. Aksi taktirde meclis değişeceğinden bir secde kâfi gelmez» denilmiştir. Tahtavî´nin Celebî´ye ait Zeyleî haşiyesinden nakline göre Şemsü´l - Eimme ve diğer imamların verdikleri fetva budur. İmam Muhammed´in «Havzın uzunluğu genişliğî mescidin uzunluğu ve genişliği kadar olursa vücup tekerrür etmez» dediği rivayet edilmişse de sahih kavlegöre tekerrür eder. Hâniye.

«Meclis veya ayeti değiştirmek sayılır.» Yani okuyan hakkında meclis, işiten hakkında ayet değişmiş sayılır. Şârihin Mültekâ şerhinde böyle denilmiştir.

Ben derim ki: Zâhire göre ayet yerine tilâvet denilmelidir. Çünkü işiten hakkında sebep tilâvettir. Nasıl ki yukarıda geçmişti. Bir de bu tabir musannıfın aşağıda gelecek olan «aksi mekruh değildir» sözüne aykırıdır. Çünkü musannıfın sözü işitmenin secdeye sebep olmasına göredir. Binaenaleyh ayet yerine işitmek tâbirini kullanması münasip olurdu. Ama buna şöyle cevap verilebilir: Bu söz dahi işitmenin sebep olmasına göredir. İşitmek işitilen şeye göre değiştiği için şarih «yahut işitmenin değişmesi» diyeceği yerde «veya ayeti değiştirmek» demiştir.

«Başka bir veya birkaç secde vacip olur.» Yani okunan ayetlerin sayısınca secde lâzım gelir. En muteber kavle göre mescit büyük bile olsa köşeleri biryer hükmündedir. Ev de öyledir. Hâniye ile Hülâsa´da «Meğer ki hane, sultanın sarayı gibi büyük ola!» denilmiştir. Hılye.

Bu sözün zâhirinden anlaşılıyor ki, ondan daha küçük olan haneye ev hükmü verilir. Velev ki o hanede evler dahi bulunsun. Sonra Hılye´de şöyle denilmiştir: «Hâniye ve Hülâsa´da beyan olunduğuna göre bir tarafında namaz kılan kimseye uymak sahih olan her yere biryer hükmü verilir, Orada vücup tekerrür etmez. Böyle olmazsa biryer hükmünde değildir. Bu izaha göre ağaç üstü veya iplik çözümü yahut harmanda veya değirmen taşının etrafında dönmek gibi biryer hükmünde olan yerler mescid gibidirler. Oralarda okunan ayetin tekrariyle vücup tekerrür etmemek gerekir.»

Ben derim ki: Bu güzel bir incelemedir. Lâkin ulemanın mutlak olan sözlerinin zahiri bunun hilâfınadır. İhtimal ki bunun vechi şudur: Bir daldan başka dala geçmek, iplik çözmek ve benzeri şeyler daha çok ecnebi fiillerdir. Bunlarla, konuşmak ve çok yemekte olduğu gibi hükmen meclis değişir. Zira yukarıda geçmişti ki, örf ve adette kendinden öncekini bozmak sayılan bir amele başlamakla hükmen meclis değişir. Şüphesiz bu fiiller de öyledir. Velev ki mescidde veya evde olsunlar. Hattâ bunlarla meclis hakikatta da değişir. Zira mescit hükmen biryerdir. Bir yerden bir yere değişmeye şâmil olan bu fiillerle ise meclis hakikaten değişir. Yemek yemek bunun hilâfınadır. Onda değişme, hükmendir. Bunların herbirinde vücup tekerrür eder. Onun için Vâkıât sahibi daldan başka dala geçmeyi «yere inmeğe muhtaç olursa» diye kayıtlamıştır. Nitekim arzetmiştik. Yani bunu ameli kesir olmak için söylemiştir.

Hâsılı: Mescit ve ev gibi biryer hükmü verilen yerde örf ve adette harman döğmek, iplik çözmek gibi kendinden öncekini bozmak sayılan ecnebi bir fiil ile birlikte olmadıkça üç adımdan fazla yer değiştirmek zarar etmez. Hiçbir amel olmaksızın mücerret yürümek bunun hilâfınadır. Bilâkis fukahanın bu babtaki mutlak sözleri çok yemek yemek ve alış veriş yapmak gibi ecnebi olan bu amelin burada zarar verdiğini göstermektedir. Velev ki yürümeden başka yere değişmeden olsun. Zira bunu mescit ve evden başka bir şeyle kayıtlamamışlardır. Bunun muktezası ise iki tilâvetin arasını mescidde veya evde bir yerde bile olsa dikicilik ve dokumacılık gibi dünyevî bir işle ayırırsavücubun tekrarıdır. Bundan dolayı Bedayi sahibi meclisin alış veriş ve emsaliyle hükmen değiştiğini tahkik ederken «Görmezmisin ki, cemaat ilim öğrenmek için oturuyorlar; bu bir ders meclis» oluyor. Sonra nikâhla meşgul oluyorsa; nikâh meclisi oluyor; sonra satışla meşgul oluyorsa; satış meclisi oluyor. Sonra yemekle meşgul oluyorlar; yemek meclisi oluyor. Binaenaleyh meclisin bu fiillerle değişmesi gidip gelmekle değişmesi gibi olur» demektedir.

Şu halde Fetih´ten yukarıda naklettiğimiz «iplik çözmeyi oturduğu yerden daire şeklinde bir yerde döndürürse orada vücup tekerrür etmez» ibaresi söz götürür. Meğerki iki tilâvetin arasını bu söylenenlerden bir amel-i kesir ile ayırmadığına hamledile. Aksi taktirde dönen ,bir şeyi çok döndürmekle çok yemek ve çocuğu emzirmek gibi şeylerin orasında ne fark olabilir? Burada şöyle denilebilir: O kimse bez çözmeğe oturduğu zaman defalarca secde ayetini okursa bez çözmek bir fasıla olmaz. Çünkü meclis onun içindir. Bu izaha göre aynı şey yemek ve benzerlerinde de söylenebilir. Burada yazmak için benim hatırıma gelen budur. ALLAH´u âlem.

METİN

İki lokma yemek gibi az fiil; ayağa kalkmak ve selâm almak da bunun hilâfınadır. Keza üzerinde namaz kıldığı yürüyen hayvan da öyledir. Çünkü namaz yerleri bir araya toplar. Namaz kılmazsa secde tekerrür eder. Nitekim içitenin meclisi değişir de okuyanın değişmezse işitene secde tekerrür eder. Hattâ ayeti hayvan üzerinde namaz kılarken tekrarlar da hizmetçisi yürürse secde hizmetçiye tekerrür eder. Hayvan üzerindekine tekerrür etmez. Bunun aksi suretinde fetva verilen kavle göre tekerrür yoktur. Bundan murad; okuyanın meclisinin değişmesi, işitenin değişmemesidir. Bu da işitme sebebinin tercih edilmesini gösterir.

Peygamber (s.a.v.)´e salavat getirmek meselesine gelince: Mutekaddimine göre o da aynı hükümdedir. Müteehhirin, tekerrür edeceğini söylemişlerdir. Çünkü kul haklarında tedahül yoktur. Aksırmak ise esah kavle göre üçten fazla olduğu takdirde teşmiti gerektirmez. Hülâsa. Secde ayetini bırakıp surenin geri kalan yerlerini okumak mekruhtur. Çünkü bunda Kurân´ın nazmını kesmek, te´lifini bozmak vardır. Kurân´ın hem nazmına hem te´lifine tâbi olmak emredilmiştir. Bedayi. Bundan anlaşılan, kerahetin. tahrimiye olmasıdır.

İZAH

İki lokma yemek, durduğu yerde ayağa kalkmak, iki veya üç adım yürümek, selâm almak, aksırana teşmit etmek (yani yerhamükellah demek) gibi az fiiller meclisi değiştirmezler. Fakat çok konuşmak. çok su içmek, nikâh veya satış akdi yapmak böyle değildir. Onlar meclisi değiştirir. Ve o kimseye bir secde kâfi gelmez. Münye Şerhi. «Namaz, yerleri bir araya toplar.» Bu zaruridir. Çünkü yerlerin değişik olması namazın sıhhatına mânidir. Bu şunu gösterir: Tekrar bir rekatta olsun fazlasında olsun müsavidir. Bu kavil İmam Ebû Yusuf´undur. Esah olan da budur. imam Muhammed buna muhaliftir. Ona göre iki rekatta ayetin tekrariyle vücup da tekerrür eder. Münye Şerhi.

«Namaz kılmazsa secdeyi tekrarlar» Çünkü hayvanın yürüyüşü sahibine muzaftır. Hattâ hayvan birşey itlâf ederse sahibinin ödemesi vacip olur. Geminin yürümesi böyle değildir. Bunu halebî Dürer´den nakletmiştir.

«Nitekim işitenin meclisi değişir de okuyanın değişmezse işitene secde tekerrür eder.» Aksi de böyledir (yani okuyanın meclisi değişir de işitenin değişmezse secdeyi tekrarlamak yalnız okuyana düşer.

Hâsılı: Okuyanla işitenden hangisinîn meclisi değişirse secdenin tekrarı o´na vacip olur.

«Hizmetçisi yürürse» ifadesi hakkında ben derim ki: Onunla beraber hayvan üzerinde olsa da hüküm birdir. Çünkü Telhisu´l-Cami şerhinde şöyle denilmiştir: «Namaz kılan kimse hayvan üzerinde bir mahmelde olup secde ayetini birkaç defa okusa onun hakkında bir secde vacip olur. Mahmelin öteki tarafında bulunan hakkında ise müteaddit secde lâzımdır. Zira içiten hakkında yer değişmiştir.» Meğer ki ona uymuş ola!.

Hâniye´de şöyle deniliyor: «Hayvan üzerinde bulunan iki kişi yalnız baçlarına namaz kılsalar ve biri bir secde ayetini iki defa diğeri başka bir secde ayetini bir defa okusa da birbirlerinin okuduklarını işitseler birinciye iki secde vacip olur. Biri secde ayetini okuduğu için namazda diğeri arkadaşından işittiği için namazdan çıktıktan sonra lâzım gelir. Zira bu secde namaza ait değildir. İkinci şahsa secde ayetini okuduğu için bir secde namazda, Nevâdir´in rivayetine göre iki secde de namazdan çıktıktan sonra vacip olur. Çünkü arkadaşının iki defa okuduğunu işitmiştir. Zâhir rivayet göre ise namazdan sonra bir secde vacip olur. İtimat bu rivayetedir. Zira işitenin yeri birdir. Okuyana da bir secde vaciptir»

«Bunun aksi suretinde fetva verilen kavle göre tekarrür yoktur.» Yani işitene tekrar secde lâzım gelmez. "Fetva verilen kavil" sözü yalnız aksi surete aittir. Mukabili, Kâfi´de açıklanandır ki işitene de tekrar lâzım gelmesidir. Çünkü tilâvet onun hakkında da sebeptir. Lâkin işitmek şartiyledir. Hidâye ve Haniye sahipleri birinci kavli sahih bulmuşlardır. Yenâbi´de «Fetva buna göredir» denilmiştir. Münye şârihi «Biz bununla amel ederiz» diyor.

Mütekaddimin ulemaya göre Peygamber (s.a.v.)´e salavat getirmek de secde gibidir. İki meclisde ismi zikredilir ve zikiri işitilirse tekerrür eder. Bir mecliste ise tekerrür etmez. Münye şerhinde şöyle deniliyor: «Bilmiş ol ki, "Peygamber (s.a.v.)´in ismi zikredilince salavat getirmek vaciptir" diyenlere göre bir mecliste vücubun tekerrür etmemesi hususunda salavatın hükmü secde gibidir. Lâkin salavatın tekrarı mendup, secdenin tekrarı mendup değildir. Fark şudur: Rasûlüllah (s.a.v.)´e ayrıca salavat getirmekle ALLAH´a ibadet yapılır. Velevki ismi zikredilmemiş olsun. Secde böyle değildir. Ayeti okunmadan onunla doğrudan doğruya ibadet yapılmaz. Müteehhirin ulema tekerrür edeceğini söylemişlerdir.»

Bahır sahibi «biz bunun tercih edildiğini söylemiştik» diyor. Bu bahis evvelce geçmişti. Biz orada birinci kavlin tercih edildiğini söylemiştik. Kâfi´de burada o kavl sahihlenmiş; Kemâl b. Hümâm da Zâde´l-Fakir adlı» eserinde kesinlikle buna kail olmuştur.

Aksırık hakkında ise bazıları bir defa olursa, bazıları ona kadar, diğerleri de her aksırışta teşmitlâzımdır demişlerdir. H. Teşmit «yani yerhamükellah» (demek) ancak aksıran kimse ALLAH Teâlâya hamdettiği zaman vacip olur. Nitekim bu, Telhisü´l-Cami şerhinde kaydedilmiştir.

«Secde ayetini bırakıp surenin geri kalan yerlerini okumak mekruhtur.» İmam Muhammed bu hususta Camiu´s-Sağîr adlı kitabında şöyle demiştir: «Zira bunda Kur´ân´dan bir şeyi terketmek vardır. Bu ise müslümanların işi değildir. Bir de bu. secdeden kaçmaktır. Bu da müslüman ahlâkından değildir.» Nehir.

«Kur´ân´nın hem nazmına hem te´lifine tâbi olmak emredilmiştir.» Teâlâ Hazretleri «Biz melek vasıtasiyle Kur´ân´ı okuduğumuz vakit sen de onun Kur´an´ına (yani te´lifine) tâbi ol» buyurmuştur. Bunu Bedayi´den Fethu´l-Kadîr sahibi nakletmiştir.

METÎN

Aksi mekruh değildir. Lâkin secde ayetinden önce veya sonra bir veya iki ayet daha katmak mendup olur. Tâ ki üstün tutma vehmi defedilmiş olsun. Çünkü ALLAH´ın kelâmı olması yönünden bütün ayetler bir mertebededir. Velev ki ALLAH´ın sıfatlarına şâmil olmakla bazılarının fazîleti ziyade olsun. Secde için hazır olmayan kimselerden secde ayetini gizlemek müstahsen görülmüştür. Bir işle meşgul olduğu için secde ayetini işitmeyen kimseye secdenin vacip olup olmadığı hususunda sahih kabul edilen kaviller muhteliftir. O kimseyi ALLAH´ın kelâmını dinlemeyip boş vermekten menetmek için vacip olması tercih edilmiş ve işitmiş sayılmıştır. Zira işitebilecek yerdedir.

Bir kimse secde ayetini herbirinden bir harf işitmek suretiyle bir cemaattan dinlerse secde etmez. Çünkü onu okuyandan işitmemiştir. Hâniye Bu ta´lil ile Hâniye sahibi okuyanın bir olmasının şart kılındığını ifade etmiştir.

İZAH

Bedayi´de şöyle denilmiştir: «Bir kimse surenin içinden yalnız secde ayetini okusa zarar etmez. Çünkü bu ayet Kur´ân´dandır. Kur´ân´dan olan bir şeyi okumak, sureler arasından bir sure okumak gibi tâattır.» Bu sözün zâhirine bakılırsa yalnız secde ayetini okumak tahrimen veya tenzihen mekruh değildir. Zira Bedayi sahibi secde ayetini okumayı bir sure okumaya benzetmiştir. Bir sureyi okumakta ise asla kerahet yoktur. O halde bir ayeti okumakta da kerahet yoktur.

Musannıfın «lâkin secde ayetinden önce veya sonra ona bir veya iki ayet katmak mendup olur» ifadesine gelince: Defalarca söyledik ki, mendubu terk etmekten, tenzihen mekruh olmak tâzım gelmez. Meğer ki bir delil buluna!. Şu da var ki, Bahır´da beyan edildiğine göre Hâniye´de, kerahet bulunmaması namazda olmamakla kayıtlanmıştır. Namazda ise mekruhtur. Kuhistanî.

Ben derim ki: Zahîre´de bunun vechi şöyle beyan edilmiştir: «Ulema "namaz halinde mekruh olması icabeder" demişlerdir. Çünkü namazda Yalnız bir ayetle yetinmek mekruhtur.» Bu sözün muktezası bumdaki kerahetin kerahet-i tahrimiye olmasıdır. Zira vacibi yani üç ayet okumayı terketmiştir. Yoksa şerhde zikredilen üstün tutma illetinden dolayı değildir. Şârih önce veya sonra» diyerek tamimde bulunmuş ve bunu Hâniye´nin şu sözünden almıştır «Secde ayeti ile birlikte bir veya iki ayet okursa iyi olur.» Bedayi´de de böyle denilmiştir. Halbuki İmam Muhammed«bence secde ayetinden önce bir veya iki ayet okuması iyidir» demiştir. Nitekim Bahır´da beyan edilmiştir. Galiba fukaha bu tamimi umumi ta´lilden almış olacaklardır. Zira vehmi defetmek üst tarafındakini okumaya mahsus değildir. Zâhire bakılırsa secde ayetinden bir ayet evvel bir ayet sonra okumak da böyledir. Hâniye´nin ibaresi buna şâmildir.

Ayetler arasında fazîlet farkı ALLAH´ın sıfatlarına şâmil olup olmamak itibariyledir. Kur´ân´dan olması itibariyle değildir. Bahır. O halde ayetlerin birbirinden fazîletli olduğunu bildiren rivayetlerde değişiklik kalmaz. Nitekim ihlâs suresinin Kur´an´ın üçte birine denk olduğunu bildiren rivayet ve benzerleri varit olmuştur.

«Secde için hazır olmayan kimselerden secde ayetini gizlemek müstahsen görülmüştür.» Çünkü âşikâre okursa onlara ihtimal tembellik edecekleri bir şeyi vacip yapmış olacak; o kimseler de günaha gireceklerdir. Fakat secde için hazır iseler onu âşikâre okur. Bunu Bedayi´den naklen Bahır sahibi söyleniştir. Muhit´de «Bu, kalbine secdeyi eda etmenin, cemaata meşakkat vermeyeceği kanaatı gelmek şartıyledir. Meşekkat vereceğine kanaat getirirse gizli okur» denilmiştir. Cemaatın hallerini bilmezse gizli okuması münasip olur. Nehir.

«Secdenin vacip olup olmadığı hususunda sahih kabul edilen kaviller muhteliftir.» Zahîre, Tatarhâniye ve keza Muhit´den naklen Kuhistani´de vacip olmadığı sahihlenmiş; Hılye sahibi de bunu tercih etmiştir. Evet, musannıf «el´Mineh» nâm eserinde şöyle demiştir: «Ulema secdenin vacip olması hususunda ihtilâf etmişlerdir. Sahih kavl; vacip olmasıdır. Bazı zevat bunun müşkil olduğunu söylemiş ve «çünkü işiten kimse hakkında işitmek şart yahut vücubuna sebeptir; bu yoktur; Binaenaleyh meşrut veya müsebbep olan vücup da yoktur» demişlerdir. Onların verdiği cevap şudur: «Esah olan vacip olmamaktır. Nitekim Mecmau - Fetevâ´da bildirilmiştir, öyle ise mutemet kavil bir oluversin!» Buna şöyle cevap verilmiştir: Başka işle meşgul olan kimse işitmiş mesabesindedir. Çünkü işitebilecek yerdedir. Böylesine lâyık olan, kendisini ALLAH´ın kelâmına boş vermekten menetmek için, secdenin vacip olmasıdır.» Minah´ın ibaresi kısaltılarak alınmıştır.

«Bir kimse secde ayetini herbirinden bir harf işitmek suretiyle bir cemaatten dinlese secde etmez.» Çünkü evvelce görüldüğü vecihle secdeyi icap eden miktar secde kelimesiyle birlikte ayetin ekserisini okumaktır.

Zâhire bakılırsa harfden murad; kelimedir. Hakiki harf evleviyetle anlaşılır. Biz bu husustaki sözümüzün tamamını orada arzetmiştik,

METİN

Her mühimmeye yarayışlı bir mühimme: Kâfi´de beyan olunduğuna göre «bir kimse bir mecliste bütün secde ayetlerini okur da hepsi için secde ederse başındaki sıkıntı için Allah ona kâfi gelir» denilmiştir. Zâhirine bakılırsa ayetleri peşi peşine okur; sonra secdeleri yapar. Her ayet için ayeti okuduktan sonra secde etmesi de bir ihtimaldir ve mekruh değildir. Nitekim geçmişti.

İZAH

«Her mühimmeye yarayışlı bir mühimme» ifadesinden murad: "bu mühim bir faidedir. öğrenmekiçin himmet sarfetmeye değer ve başa gelen her sıkıntı ve hüznü gidermeğe yarar" demektir. Bu işi için ondört secde ayeti sırasıyle okunacak; sonra ondört secde yapılacaktır.

«Her ayet için ayeti okuduktan sonra secde etmesi de bir ihtimaldir» sözü, Kemâl b. Hümam´ın itirazına cevaptır. İtiraz şudur: «Bütün ayetleri bir mecliste okursa Kur´ân´ın nazmını değiştirmiş olması lâzım gelir. Yukarıda gördük ki, Kur´ân´ın nazmına tâbi olmak emir buyurulmuştur!».

Bahır sahibi buna şöyle cevap vermiştir: «Bir sureden bir ayet okumak mekruh değildir. Nitekim Bedayi´den naklen ta´lili yukarıda geçti.» Ama bu cevap söz götürür. Çünkü yukarıda geçen sözümüz ayeti okumak hususunda idi. Bütün secde ayetlerini okur da bunları birbirine ilâve ederse bundan nazmı değiştirmek ve yeni bir te´lif meydana getirmek lâzım gelir. Nasıl ki bunu Remlî Makdisî´den nakletmiştir. Onun için şârih, Nehir sahibine uyarak Kafî´nin sözünü her ayeti okudukça arkasından secde etmeye yormak suretiyle cevap vermiştir. Zira bu mekruh değildir. Her iki ayetin arasını bir secde ile ayırdığı için bundan nazmın değiştirilmesi lâzım gelmez. Hepsini birden okuyup sonra hepsi için secde etmek bunun gibi değildir o mekruhtur.

Ben derim ki: Kıraat faslından az önce geçtiği vecihle namazın akabinde ayet´el-kürsî´yi ve muavezat´ı okumak müstehaptır. Eğer bir ayet başka yerdeki bir ayete katmak mekruh ise ayet´el-kürsî´yi muavezat´ı katmak da mekruh olmalı; çünkü bu nazmı değiştirir. Halbuki mekruh değildir. Buna delil, her namaz kılanın fatiha´yı veya başka bir sureyi yahut başka ayetleri okumasıdır. Bu nazmı değiştirmek olsa mekruh sayılırdı. En iyisi Münye şerhindeki ibare ile cevap vermektir. Orada şöyle denilmiştir. «Nazmı değiştirmek ancak bazı kelime veya ayetleri sureden Iskat etmekle olur. Bir kelime veya bir ayet zikretmekle olmaz. Nasıl ki Kur´ân´ın içinden ayrı ayrı sureleri okumak nazım ve te´lifi değiştirmek sayılmıyorsa her sureden bir ayet okumak da değiştirmek sayılmaz.»

Bunun hülâsası şudur: Mekruh olan, secde ayetini sureden atıp ondan sonra geleni ondan öncekine katmaktır. Çünkü bu nazmı değiştirmektir. Fakat ayrı ayrı ayetleri birbirine katmak mekruh değildir, Nasıl ki ayrı ayrı sureleri birbirine ilâve etmek de mekruh değildir. Buna delil namazdaki kıraattır. Nitekim arzettik. şu halde secde ayetlerini peşpeşe okumakta kerahet yoktur. Binaenaleyh Kafi´nîn sözü zâhirine hamledilir. Allah´u âlem.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:30 am GMT +0200
ŞÜKÜR SECDESİ



METİN

Şükür secdesi müstehaptır. Bununla fetva verilir. Lâkin namazdan sonra yapılması mekruhtur. Çünkü cahiller onun sünnet veya vacip olduğuna itikat ederler. Buna müeddi olan her mubah mekruhtur. İmamın secde ayetini gizli namazlarla, cuma ve bayram namazları gibi cemaatı kalabalık namazlarda okuması mekruhtur. Meğer ki namazın rükûu veya secdesiyle eda edilecek şekilde olsun. Ayeti minberde okursa secde eder. İşitenler de secde ederler.

İZAH

Şârih secde-i şükürü bahsin sonuna alsa daha iyi olurdu. T. şükür secdesi yeni bir nimete nail olan veya Allah Teâlâ kendisine mal, evlât ihsan eden, yahut bir musibetten kurtulan kimselere müstehaptır. Bu secde için kıbleye dönülür ve Allah Teâlâya şükür için secde edilir. Secdede Allah´a hamd ile tesbih ve tekbir getirilir. Ondan sonra secde-l tilâvette olduğu gibi secdeden baş kaldırılır. Sirâc. Şârihin «bununla fetva verilir» sözü imameynindir.

İmam-ı A´zam´a gelince: Muhit´de onun «Ben bu secdeyi vacip görmüyorum. Çünkü vacip olsa her an vacip olurdu. Zira Allah Teâlân´ın kuluna verdiği nimetler birbiri ardınca devam eder. Bunda güç yetmeyecek şeyî teklif vardır:» dediği rivayet olunmuştur. Zâhîre´de imam Muhammed´ den rivayet olunduğuna göre ise İmam-ı A´zam secde-i şükürü bir şey saymazmış. Mütekaddimin ulema bunun mânâsı hakkında söz etmiş; bazıları «Onu sünnet saymazdı» demek olduğunu; bir takımları da «tam şükür olmazdı» demek istediğini söylemişler ve «çünkü şükürün tamamı Mekke´nin fethi gününde Peygamber (s.a.v.)´in yaptığı gibi iki rekat namazla olur» demişlerdir. «İmam-ı A´zam bu sözü ile secde-i şükür vacip değildir demek istemiştir» diyenler olduğu gibi «Meşru değildir. Yapılması mekruhtur. Ondan dolayı sevap verilmez; bilâkis terki evlâdır» mânâsına geldiğini söyleyenler de olmuştur. Musaffa sahibi bu kavli ekser ulemaya nisbet etmiştir. Ekser ulemanın bu kavli İmam-ı A´zam´dan sübut bulmuş bir rivayete dayanıyorsa mesele yoktur. Aksi taktirde yukarıdaki iki ibaresinden her bir ihtimallidir. En zâhir mânâ müstehap olmasıdır. Nitekim bunu İmam Muhammed hassan bildirmiştir. Çünkü bu babta birçok hadisler varit olmuş; bu işi Ebû Bekir Ömer ve Ali (r.a.) hazeratı yapmışlardır. Peygamber (s.a.v.)´in fiilinden, "mensuhtur" diye bahsetmek doğru olamaz. «Hılye´de böyle denilmiştir» ibaresi kısaltılmıştır. Sözün tamamı Hılye ile İmdât´dadır. Onlara müracaat edebilirsin!.

Münye şerhinin sonunda şöyle denilmektedir: «Bu hususta Peygamber (s.a.v.)´den bir çok rivayetler varit olmuştur. Binaenaleyh ondan men edilmez. Çünkü onda tevazu vardır. Fetva buna göredir.»

Eşbah´ın çeşitli meseleler bahsinde şu satırlar vardır: «Secde-i şükür İmam-ı A´zam´a göre vacip değil, caizdir. Ondan rivayet edilen "Secde-i şükür vacip olarak meşru değildir" sözünün mânâsı da budur. İtimad edilen kavle göre hilâf onun caiz olup olmadığında değil, sünnet olmasındadır.»

«Lâkin namazdan sonra yapılması mekruhtur.» Zâhidî´nin Kudurî şerhinden son kitabı olan Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Sebepsiz olursa ibadet değildir. Ama mekruh da sayılmaz. Namazınardından yapılan secde mekruhtur. Çünkü cahiller onun sünnet veya vacip olduğuna itikat ederler. Buna müeddi olan her mubah mekruhtur.»

Hülâsa şudur: Sebepsiz yapılan secde cahillerin sünnet olduğuna itikadına müeddi olmazsa mekruh değildir. Ben vitir namazından sonra bu secdeye devam eden birini gördüm. Bunun aslının ve senedinin olduğunu söylüyordu. Kendisine biradakini söyledim. Hemen secdeyi terketti. Bundan sonra Münye şerhinde şöyle denilmiştin «Müzmerât´ta Peygamber (s.a.v.)´in Fatıma (r. a.)´ya, "Hiç bir erkek veya kadın mü´min yoktur ki iki secde yapın da... ilh..." buyurduğu rivayet olunmuşsa da bu hadis uydurma ve batıldır; aslı yoktur.»

«Namazdan sonra yapılması mekruhtur» ibaresinin zahirinden bu kerahetin, kerahet-i tahrimiye olduğu anlaşılıyor. Çünkü o kimse dinden olmayan bir şeyi dine alıyor demektir. T.

Cemaatı kalabalık olan namazlarda imamın secde ayetini okuması mekruhtur. Çünkü secde-i tilâveti terketse bir vacibi terketmiş olur. Secdesini yapsa cemaatı şaşırtır, Münye şerhi. Şarih «cuma ve bayram» sözleriyle, cemaatı kalabalık olduğu zaman öğle namazı ve emsalinin de aynı hükümde dahil olduğuna işaret etmiştir. Halebi´de böyle demiştir.

«Meğer ki namazın rükûu veya secdesiyle eda edilecek şekilde olsun.» Meselâ secde ayeti surenin sonunda veya sonuna yakın olursa namazın rükû veya sücudu ile eda edilir. Yahut surenin ortasında olur da onun için hemen rükû eder. Nitekim evvelce izahı geçmişti.

Halebî diyor ki: «Lâkin secde-i tilâvete rükûuda niyet etmemek gerekir. Çünkü bunda yukarıda Kınye´den naklettiğimiz mahzur vardır.» Yani imama uyan kimse de rükûda secde-i tilâvete niyet etmezse imam selâm verdikten sonra secde edip oturuşu tekrarlaması lâzım gelir. Secde ayetini hatip mimberde okursa mimberin üzerinde veya altında secde eder. Tatarhaniye. Hatipten bu ayeti işitenler de secde ederler. İşitmeyenlere secde lâzım değildir. Namaz bunun hilâfınadır. Tatarhaniye.

Bedayi´de bu hususta şöyle denilmiştir: «Cuma günü secde ayetini hatip mimberde okursa secde-i tilâveti yapar. Onunla birlikte işitenler de secde ederler. Çünkü rivayete göre Peygamber (s.a.v.) mimberde secde ayetini okumuş ve inerek secde etmiş; cemaat da onunla birlikte secde etmişlerdir. Allah´u âlem.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:31 am GMT +0200
MİSAFİRİN NAMAZI BABI



METİN

"Misafirin namazı" terkibi, bir şeyi şartına veya mahalline izafet kabilindendir. Âşikârdır ki tilâvet ârızidir. Ve ibadettir. Yolculuk da ârızidir; fakat mübahtır. Meğer ki bir ârıza sebebiyle değişe! Onun için musannıf yolcu namazını secde-i tilâvetten sonraya bırakmıştır. Bu baba misafir namazı adının verilmesi erkeklerin ahlâkını ıslâh ettiği içindir.

Bir kimse -kâfir bile olsa- senenin en kısa günlerinden üç gün üç gecelik bir mesafeyi kastederek yaşadığı yerin mâmurelerinden çıkarsa şehrin öbür tarafından hizasına gelen evleri geçmese bile çıktığı taraftan yolcu hükmüne girer.

Hâniye´de «şehrin kenarı ile şehir arasında bir ok atımından az mesafe bulunur da aralarında ekinlik olmazsa o veri geçmesi şarttır. Böyle olmazsa şart değildir» denilmiştir; Kast olmaksızın bir kimse dünyayı dolaşsa namazını kısaltmaz.

İZAH

Misafir, yolcu demektir. Sefer lügatta; miktar tayin etmeksizin mesafe katetmek manâsına gelir. Burada maksat hususi seferdir ki onunla hükümler. Namaz kısaltılır: oruç tutmamak mubah olur. Mestler üzerine mesh müddeti bir gün bir geceden üç gün üç geceye uzar. Cuma ve bayramlarla kurbanın vücubu sâkıt olur. Hür kadının mahremsiz yola çıkması haram olur. Bunu Tahtavî İnâye´den nakletmiştir.

«Bir şeyi şartına izafet» ten murad; namazı, misafir´e izafettir. Zira misafir namazın şartıdır. Halebî. Burada «şart olan misafir değil, seferdir» diye bir itiraz varit olabilir. Bunu Hamâvî´den naklen Tahtavî söylemiştir. «Veya mahalline izafet» ten murad da misafirdir. Çünkü misafir, namazın mahallidir. Yahut buradaki izafet fiili failine izafet kabilindendir. Hastanın namazı babının başında arzetmişti ki, her fail mahaldir. Aksi yoktur. H. (yani her mahal fail değildir.

Şârih «âşikârdır ki tilâvet arızidir» sözü ile yolcu namazının neden secde-i tilâvetten gen" bırakıldığını anlatmağa boşlamıştır. Münasebet bundan anlaşılır. Bu münasebet her ikisinde kul tarafından gelen arızadır. Secde-i sehiv ve hastalık böyle değildir; Onların ikisi de semavi (Allah tarafından gelme) arızadır.

«Meğer ki bir arıza sebebiyle değişe» bu istisna ibadetten ve «mubahtır» sözünden yapılmıştır. Yani secde-i tilâvette asıl ibadet olmaktır. Meğer ki riya ve şöhret yahut cünüblük gibi bir arıza ola. Bu taktirde ma´siyet olur. Yolculukta asıl mubah olmaktır. Meğer ki hac ve cihad gibi bir arız ola. Bu taktirde yolculuk tâat olur, Yahut yol kesmek gibi bir arıza bulunursa masiyet olur.

«Onun için musannıf yolcu namazını secde-i tilâvetten sonraya bırakmıştır.» Yani.seferde asıl mubah olmasıdır. Bundan dolayı bu bahsi geriye bırakmıştır. Zira aslen mubah olan bir şey aslen ibadet olandan aşağıdır. «Bu baba misafir namazı adının verilmesi, erkeklerin ahlâkını ıslah ettiği içindir. (Çünkü misafir kelimesi sefire fiilinden alınmadır.) Sefire; ıslah etti demektir. Aynı fiil "açtı" mânâsına da gelir. Bu taktirde misafir namazı denilmesi sefer yer yüzünü açtığı içindir. «Bir kimse kafir bile olsa» sözüne şöyle itiraz edilebîlir: Bu söz sebiye de şamildir. Halbuki fer´î meselelerdegeleceği vecihle onun seferi niyet etmesi muteber değildir. Nitekim bunu orada izah edeceğiz.

«Senenin en kısa günlerinden uç gün üç gecelik bir mesafeyi...» ifadesi Bahır ve Nehir´de de buradaki gibidir. Mirâc sahibi onu Attabî, Kâdıhân ve Muhit sahibine nisbet etmiştir. Hılye sahibi bu hususta inceleme yapmış ve «Zâhire göre günleri mutlak bırakmalıdır. Onların uzunluğu kısalığı orta derece diye tahdit edilmediği taktirde uzun veya kısa günlerin hangisine tesadüf ederse ona göre hüküm vermelidir» demiştir.

Ben derim ki: Orta uzunluktaki günler güneşin kuzu veya mizan burçlarına girdiği zamandır. (Kuzu burcu mart ayına, mizan burcu ise sonbaharın başlarına tesadüf eder.) Kuhistânî bunu tercih etmiş; sonra «Tahavî şerhinde bildirildiğine göre bazı ulema yolculuğu senenin en kısa günlerine takdir etmişlerdir» demiştir. Evlâ olan bu ibareden «üç gece» tabirini hazfetmektir, Nitekim Kenz ve Cami-i Sağîr´de hazfedilmiştir. Çünkü günlerle birlikte geceleri de yürümek şart değildir. Onun için Yenâbi sahibi «günlerden murad gündüzlerdir. Çünkü gece istirahat içindir. O muteber değildir» demiştir. Evet «üç gün yahut üç gecelik» dese daha iyi olurdu. Bununla geceleyin seferi kastetmenin sahih olacağına ve günlerin bir kayıt olmadığına işaret etmiş sayılırdı.

Musannıf «kastederek çıkarsa» tabirleriyle kastetmeksizin çıkan yahut kastedip çıkmayan kimsenin misafir (yolcu) olmayacağına işaret etmiştir. H.

Bahır´da şöyle denilmiştir: «Bir de niyetin mutlaka namazdan önce yapılacağına işaret etmiştir. Onun için Tecnis sahibi şunu söylemiştir: Bir kimse gemi deniz sahilinde dururken namaza niyetlenir de rüzgâr gemiyi naklettiği zaman sefere niyet ederse İmam Ebû Yusuf´a göre namazını mukim olarak tamamlar. İmam Muhammed buna muhaliftir. Çünkü bu namazda dört kılmayı icab ettiren sebeple bunu meneden sebep bir araya gelmiştir. Şu halde ihtiyaten dört kılmayı icabedeni tercih ederiz.» Ancak kastın şart olması sefer edecek kimse reyinde serbest olduğuna göredir. Şayet başkasına tâbi olursa itibar matbuunun niyetinedir. Nitekim gelecektir. Tecnis´in ifadesini Bahır sahibi buna hamletmiştir. Tecnisin ifadesi şudur: «Bir kimseyi başkası alıp gitse de o kimse nereye götürüldüğünü bilmese üç gün gitmedikçe namazını tamam kılar. Üç gün olunca kısaltır. Çünkü namazı kısa kılmak o kimseye götürüldüğü andan itibaren tâzım gelmiştir. Götürüldüğü günden itibaren namazlarını kısa kılsa sahih olur. Yalnız üç günden az mesafeye götürürse sahih olmaz. Zira mukim olduğu anlaşılır. Birincide o kimse misafirdir.» Bununla sefer kasdıyle çıkmanın kâfi olduğuna işaret etmiştir. Velev ki sefer tamam olmadan dönmüş olsun. Nitekim gelecektir. Hattâ bir gün özürden dolayı namaz kılmadan yürür de sonra geri dönerse namazlarını kısa olarak kaza eder. Nitekim Allâme Kâsım bununla fetva vermiştir.

Musannıf «yaşadığı yerin mamurelerinden çıkarsa» ifadesi ile çadırlara da şamil olan bir mânâ kastetmiştir. Zira onlar yerleri itibariyle mamurdurlar. imdâd sahibi şöyle diyor: «Binaenaleyh o çadırlardan ayrılmak şarttır. Velev ki dağınık olsunlar. Çadır halkı bir su başına veya ormana konmuş olsalar ondan ayrılmak muteberdir. Mecma´ar-Rivayat´ta böyle denilmiştir. Herhalde bu orman pek büyük olmamalıdır.» Keza su kaynağı uzaklarda bulunan bir nehir olmamalıdır. Musannıfşehrin mülhakatı (banliyö) gibi oturduğu yere tâbi olan kısımlardan ayrılmanın şart olduğuna da işaret etmiştir. Zira bunlar da şehir hükmündedir. Mülhakata bitişik köylerin hükmü dahi sahih kavle göre böyledir. Bahçeler böyle değildir. Velev ki binalara bitişik olsunlar, Çünkü onlarda şehir halkı bütün sene veya birkaç zaman otursalar bile şehirden sayılmazlar. Bekçi ve koruyucuların oturdukları yerler bilittifak itibara alınmazlar. İmdâd.

Sahaya gelince: Bundan murad at gezdirmek, cenaze gömmek ve toprak atmak gibi o beldenin faydalanması için hazırlanan yerdir. Şehre bitişik olursa onu geçmek nazar-ı itibara alınır. Bir ok atımı uzak veya bir tarla ile şehirden ayrılmış ise itibar edilmez. Nitekim gelecektir. Cuma bunun hilâfınadır. Tarlalar şehirden ayrılmış bile olsa sahada cuma namazı kılınabilir. Çünkü cuma beldenin işlerindedir. Sefer öyle değildir. Nasıl ki bunu Şurunbulalİ, risalesinde incelemiştir; Babında da gelecektir. Mülhakata değil de şehrin sahasına bitişik köyün geçilmesine sahih kavle göre itibar edilmez. Nitekim Münye şerhinde böyle denilmiştir.

Ben derim ki: Bunu bilince Dımeşk´teki Meydanü´l - Hasan´ın şehrin mulhakatından olduğunu; Babu´l - Allah´ın dış tarafı Karye el´Kadem´e varıncaya kadar sahası sayılacağını anlarsın. Çünkü bu saha evlere bitişen namazgâhı içine almaktadır. Ve hacıların konaklaması için hazırlanmıştır. Zira hacılar namazgâhtan mezkur köyün hizasına kadar olan yeri kaplarlar. Şu halde orada namazı kısaltmaları sahih olamaz. Sadrü´l - Baz´ı geçmemek şartıyle el´Mercetü´l - Hadra da öyledir. Zira o da elbise yıkamak, hayvan gezindirmek ve askerin inmesi için hazırlanmıştır. Çünkü Şurunbulali´nin risalesinde yaptığı incelemeye göre saha, şehrin büyüklüğüne küçüklüğüne göre değişir. Binaenaleyh bir ok atımı diye takdire lüzum yoktur. Bir ok atımı imam Muhammed´den rivayet olunmuştur. Bir mil veya iki mil diye taktire de lüzum yoktur Bu da İmam Ebû Yusuf tan rivayet .olunmuştur.

«Çıktığı tarattın yolcu hükmüne girer.» Münye şerhinde şöyle deniliyor: «Binaenaleyh çıktığı taraftan evleri geçmedikçe yolcu olmaz. Hattâ orada evvelce şehre bitişik, fakat şimdi ayrılmış olan bir mahalle bulunsa onu geçmedikçe yolcu olamaz. Şehirden çıktığı taraftan evleri geçer de şehrin öbür tarafında hizasında bir mahalle bulunursa yolcu olur. Çünkü muteber olan çıktığı taraftır.» Buradaki iki meselede mahalleden murad, mamur yerdir. Harap olup üzerinde ev kalmamışsa birincide onu geçmek şart değildir. Velev ki şehre bitişik olsun Nitekim bu açıktır. Sonra ikinci meselede mahallenin mutlaka bir taraftan olması lâzımdır. Her iki tarafta evler bulunursa mutlaka onları geçmek lâzımdır. Çünkü İmdâd´da «iki taraftan yalnız biri o kimsenin hizasına gelirse zarar etmez. Nitekim Kâdıhan ve başkalarında beyan edilmiştir» denilmektedir. Zâhire göre bitişik sahanın hizasında olmak evlerin hizasında olmak gibidir. (Bir ok atımı diye terceme ettiğimiz) galve üçyüzden dört yüz arşına kadar olan mesafedir. Esah kavil budur. Bunu Müçtebâ´dan naklen Bahır sahibi söylemiştir

METİN

Her gün akşama kadar Yürümek şart değildir. Bilâkis yürümek zeval vaktine kadar devam eder. Mezhebe göre fersahlara itibar yoktur. Sefer mutad istirahatlar dahil olmak üzere orta yürüyüş ile yapılır. Hattâ bir kimse koşarak üç günlük yolu iki günde alsa namazlarını kısa kılar. Bir yerin iki yolup olup biri sefer müddetini doldurur: diğeri daha az olursa birincîde namazlarını kısa kılar; ikincide kısaltmazlar.

İZAH

«Her gün akşama kadar yürümek şart değildir.» Çünkü yolcunun yiyip içmek ve namaz kılmak için mutlaka bir yere inmesi lâzımdır. Günün ekserisi için bütün hükmü vardır. Yolcu birinci gün erken davranır da zeval vaktine kadar yürür; konak yerine vararak istirahat için oraya iner ve orada geceleyip ertesi gün yine erken davranır da zeval geçinceye kadar yürür; ve konaklarsa; üçüncü gün yine erkenden yola çıkarak zeval vaktine kadar yürüyerek varacağı yere varırsa Şemsü´l-Eimme serahsî «bu adam sahih kavle göre niyet ettiği an yolcu olur» demiştir. Nitekim Cevher´e, Burhan ve İmdâd´da böyle denilmiştir. Bu sözün bir misli de Bahır, Fethu´l-Kadîr ve Münye şerhindedir.

Ben derim ki: «Konak yerine varırsa» sözünde şuna işaret vardır: Evvelinde istirahatı terkettiği gün mutlaka sair istirahatla yürüdüğü günlerdeki mutad yolu yürüyecektir. Bundan anlarsın ki. senenin en kısa günleri ile taktirden murad; ancak mutedil memleketlerdir. O memleketlerde zikredilen konak en kısa günlerinde günün ekserisinde alınır. Binaenaleyh «Kutup bölgelerinde senenin en kısa günü bazen bir saat veya fazla yahut eksik olur. O halde oralarda sefer mesafesi üç saat yahut daha az olmak lâzım gelir» şeklinde bir itiraz varit olamaz. Çünkü pek uzun gibi pek kısa da nazar-ı itibara alınamaz. İbareler mutlak bırakılırsa şayi ve galip olan mânâya hamledilir. Nadir ve gizli mânâya hamledilmezler. Bu söylediklerimize Hidaye´nin şu sözü delâlet eder: «Ebû Hanîfe´den bir rivayete göre takdir konaklarla olur. Bu da birinciye yakındır.» Nihaye sahibi diyor ki: «Yani üç konakla takdir üç günle takdire yakındır. Zira her gün mutad olan Yürüyüş bir konaktır. Bâhusus senenin en kısa günlerinde bu böyledir. Mebsut´da böyle denilmiştir. Fethu´l-Kadîr´deki ifade dalı böyledir. Orada şöyle denilmiştir: «Bazılarına göre bu mesafe yirmidir fersah bazılarına göre onsekiz Fersah olarak takdir edilir. Onbeş fersah, diyenler de vardır. Bu miktarları takdir edenlerin herbiri mesafenin üç günlük olduğuna itikat ederler.» Yani bu sözler memleketlerin muhtelif olmasına göredir. Takdiri yapanların herbiri kendi memleketindeki en kısa günleri nazar-ı itibara almıştır. Yahut en kısa veya en uzun yahut orta günlere itibar etmişlerdir. Herhalde bu söz, günlerden, mutad olan yol yürüme kasdedildiği hususunda açıktır.

«Yürümek zeval vaktine kadar devam eder.» Çünkü zeval vakti şer´an muteber olan gündüzün ekserisidir.

Şer´î gün; fecirden güneş kavuşuncaya kadardır. Zeval felekî günün yarısıdır. Felekî gün güneşin doğmasından batmasına kadar devam eder. Sonra fecirden zevale kadar senenin en kısa günlerinde mısır ve onun arzındaki memleketlerde yedi saattan bir çeyrek noksan zaman vardır. Üç günün mecmuu ise yirmi saat bir çeyrek eder. Bu hesap muhtelif arzlardaki memleketlerdedeğişiktir. H.

Ben derim ki: Dımeşk´de üç günün mecmuu aşağı yukarı yirmi saatten yirmi dakika noksandır. Zira fecirden zevale kadar en kısa günlerde bizde altı saat kırk dakikadan bir çok derece noksan zaman vardır. Bunu orta günlerle hesap edersek takriben mecmuu yirmiikibuçuk saat olur. Çünkü fecirden zevale kadar takriben yedibuçuk saat vardır.

«Mezhebe göre fersahlara itibar yoktur.» Bir fersah üç mil, bir mil de teyemmüm babında geçtiği vecihle dörtbin arşındır. Mezhebe göre diyoruz. Çünkü zâhir rivayette zikredilen üç günün nazar-ı itibara alınmasıdır. Nitekim Hılye´de beyan edilmiştir .Hidaye sahıbi umumiyetle fukahanın kavillerinden ihtiraz için «sahih olan budur» demiştir. Fukahanın bazısı mesafeyi fersahlarla takdir etmiş; sonra ihtilafa düşmüşlerdir. Bazısı yirmibir fersah. diğerleri onsekiz, daha başkaları onbeş fersah olduğunu söylemişlerdir. Fetva ikinci kavle (yani 18 fersah diyenlerin kavline göredir. Zira ortadadır.

Mücteba´da «Fetva Harizm ulemasınca üçüncü kavle göredir. Sahih kavlin vechi şudur: Fersahlar düz yerde, dağda, karada ve denizde yollara göre değişir. Konaklar böyle değildir. Mirâc.» denilmiştir.

«Orta yürüyüş» den maksat. deve yürüyüşü ile yaya yürüyüşüdür. Dağda ona münasip bir yürüyüşe itibar edilir. Çünkü dağ inişli yokuşlu. dar geçitli ve sert olur. Orada deve ve insanın yürüyüşü düz yerdekinden daha ağır olur. Denizde ise fetvaya göre rüzgârın orta kuvvette esmesine (şimdi-orta hızla seyreden gemilere) itibar edilir. İmdâd. Böylece her yerde mutad olan yürüyüş muteber olur. Bu hususî insanlarca malûmdur. Şaşırma halinde onlara müracaat olunur. Bedayi.

Araba çeken öküzün ve benzerinin yürüyüşü bundan hariçtir. Çünkü en ağır yürüyüştür. Nitekim en hızlı yürüyüş de at ve posta yürüyüşüdür. Bahır.

«Bir kimse koşarak üç günlük mutad yolu iki günde alsa namazlarını kısa kılar.» Zâhirine bakılırsa keramet göstererek o yere az zamanda varsa hüküm yine aynı olmalıdır. Lâkin Fethu´l-Kadîr sahibi bunu ihmalden uzak görmüştür. Çünkü bunda meşekkat yeri yoktur. Namazı kısaltmakta illet ise budur.

«Bir yerin iki yolu olup biri sefer müddetini doldurursa o yoldan giden namazını kısa kılar.» Yani velev ki o yolu sahih bir maksatla tutmuş olmasın. İmam Şafiî buna muhaliftir. Nitekim Bedayi´de beyan edilmiştir.

METİN

Yolcu dört rekatlı farzı iki rekat kılar. Böyle kılması vaciptir. Çünkü İbn Abbas «Şüphesiz Allah, Peygamberinizin dilinden mukimin namazını dört, yolcunun namazını iki rekat olarak farz kılmıştır» demiştir. Onun için musannıf da ulemanın «kısaltır» tabirini bırakarak dört rekatlı farzı iki rekat kılar demiştir. Çünkü iki rekat bize göre hakikatta kısaltma değil. onun farzının tamamıdır. Namazı dört rekat olarak ikmal o kimse hakkında ruhsat değil bilâkis isaettir.

Ben derim ki: Buhari şerhlerinde şöyle denilmektedir: «Bütün namazlar seferde olsun hazarda olsun isrâ gecesinden ikişer rekat farz kılınmıştır. Yalnız akşam namazı müstesnadır. Peygamber (s.a.v.) hicret edip Medine´ye yerleşince rekat sayısı arttırılmıştır. Ancak kıraatı uzun olduğu için sabah namazı bir de gündüzün vitiri olduğu için akşam namazı arttırılmamıştır. Dört rekatlı namazların farzıyeti karar kılınca Teâlâ hazretlerinin «Namazı kısaltmanızda size bir beis yoktur» ayeti kerimesi inerek yolculukta dörtlü farzlar hafifletilmiştir. Namazın kısaltılması hicretin dördüncü senesinde olmuştur. Bununla delillerin arası bulunmuş olur.» Buharî şarihlerinin sözü burada sona erer.

İZAH

Musannıf «farz» tabiri ile sünnetlerden ve vitir namazından; «dört rekatlı» tabiri ile de sabah ve akşam namazlarından ihtiraz etmiştir. Yolcunun dört rekatlı farzı iki kılması vacip olduğu için dört kılması bize göre mekruh olur. Hattâ rivayete göre İmam-ı A´zam «Kim yolda namazını dört rekat kılarsa isaette bulunmuş ve sünnete muhalefet etmiştir» demiştir. Münhe Şerhi. Bu hususta ileride tafsilât gelecektir.

İbn Abbas hadisinin lâfzı sahih-i Müslim´den naklen Fethu´l-Kadîr´de şöyledir: «Allah namazı Peygamberiniz (s.a.v.)´in dilinden hazarda dört. seferde iki. korku anında da bir rekat olarak farz kılmıştır.» Yine Fethu´l-Kadîr´de beyan olunduğuna göre Buhari ile Müslim´in rivayet ettikleri hazreti Âişe hadisinde Âişe (r.a.), «Namaz ikişer rekat olarak farz kılınmıştır. Sonra seferde olduğu gibi bırakılmış; hazar namazına ziyade edilmiştir» demiştir. Buhari´nin bir rivayetinde ise «Namaz ikişer rekat olarak farz kılındı. Sonra Peygamber (s.a.v.) hicret etti. Ve namaz dört rekat olarak farz oldu. Sefer namazı ise ilk şekliyle bırakıldı» demiştir.

«Çünkü iki rekat bize göre hakikatta kısaltılma değildir.» Bahır sahibi diyor ki: «Ulemamızdan bazıları bu meseleyi (kısaltmak bize göre azîmet, ikmâl ise ruhsattır) diye lakâblandırmışlarsa da Bedayi sahibi "bu lakâblandırma bizim kaidemize göre hatadır" demiştir. Çünkü iki rekat yolcu hakkında bize göre hakiki kısaltma değildir. Bilâkis yolcunun farzının tamamıdır. İkmal (dört kılmak) dahi onun hakkında ruhsat değil, isaet ve sünnete muhalefettir. Bir de ruhsat bir arızadan dolayı asli hükmü değişip hafifletilen ve kolaylaştırılan şeydir. Yolcu hakkında doğrudan doğruya değiştirme mânâsı yoktur. Çünkü namaz aslında iki rekat olarak farz kılınmış; sonra mukim hakkında hazreti Âişe (r.a.)´nin rivayet ettiği şekilde ziyade edilmiştir. Mukim hakkında değiştirme olmuş; fakat kolaylık değil. şiddet ve sertlik getirilmiştir. Binaenaleyh bu onun hakkında da ruhsat değildir. Ruhsat denilse bile bu kelime mecazdır. Çünkü hakikat mânâlarından biri olan değiştirme mevcuttur.»

Akşam namazına «gündüzün vitiri» denilmesi gündüze yakın olduğundandır. Yoksa o gündüz değil, gece namazıdır.

«Bununla delillerin arası bulunmuş olur.» Yani delillerin bazısı yolculukta dört rekatlı farzları iki kılmanın asıl olduğuna, bazıları da bunun ârızi olduğuna delâlet etmektedir. Bu deliller zamanların değişmesine hamledilince çelişki ortadan kalkar. Lâkin âşikârdır ki Buhari şarihlerinden naklettiğibu ara bulma Şâfiî mezhebine göredir. Şâfiî´ye göre iki rekat olarak kılmak ikmal değil kısaltmadır. Çünkü bu iş nasıl karar kılındı ise ona göre amel edilegelmiştir. Karar kılması ise namazın seferde olsun hazarda olsun evvelâ dört rekat olarak farz kılınması, sonra seferde kısaltılmış olmasıdır. Şâfiî´nin mezhebi bu yoruma göredir. Bu bizim mezhebimize muhaliftir. Hem bu yorum yukarıda hazreti Âişe´den rivayet ettiğimiz muttefekunaleyh hadise de aykırıdır. Zira o hadis sefer namazında kesinlikle ziyade yapılmadığına delâlet etmektedir. Ayete gelince: Bu ayetteki kısaltmadan murad; namazın şeklini ve fiilini korku zamanında kısaltmaktır. Nitekim bunu Münye şârihi ve başkaları izah etmişlerdir.

METİN

Yolcu, seferi sebebiyle âsi bile olsa yine namazını kasreder. Çünkü mücâvir kubh meşruluğu ortadan kaldırmaz. O kimse sefer müddetini yürüdü ise yolculuğun hükmü yaşadığı yere dönünceye kadar devam eder. Yürümedi ise mücerret dönmek niyetiyle namazını tamam kılar. Zira sefer muhkemleşmemiştir. Yahut namazda bile olsa hakikaten veya hükmen yarım ay oturmaya niyet edinceye kadar seferîdir. Bu namazın henüz vakti çıkmamış ve kendisi de lâhik olmamış bulunmak şartıyledir. Hükmen ikamete niyet hakkında Bezzâziye ve diğer kitaplarda şöyle deniliyor: «Bir hacı Şam´a girer de oradan ancak kafile ile birlikte şevvalin ilk yansında çıkacağını bilirse namazını tamam kılar çünkü ikamete niyet eden gibidir.»

İZAH

Sefer sebebiyle âsi olmak. sefere isyan için çıkmakla olur. Meselâ yol kesmek niyetiyle yola çıkar. Burada Şâfiî rahimellah muhaliftir. Bu mesele seferde âsi olanın hilâfınadır. Ma´siyet sefer esnasında ârız olursa mesele ittifakidir.

«Çünkü mücavir kubh meşruluğu ortadan kaldırmaz» hasen; güzel. kabih: çirkin fiil demektir. Güzel ve çirkin fiiller nevilere ayrılırlar. Çirkin fiil kabih liaynihi ve kabih ligayrihi olmak üzere iki kısımdır. Kabih liaynihi: çirkinliği kendinden olan fiildir. Kabih ligayrihini ise çirkinliği başkasındandır. Bu çirkinlik fiilin yanında ise ona mücâvir kubh derler. Mücâvir kubh fiilinden.ayrılabilir. Meselâ cuma ezanı okunurken alış veriş yapmak, cumaya gitmeyi terk olduğundan çirkindir. Ama saîden yani cumaya gitmekten ayrılabilir. Zira cumaya gitmek bulunur da alış veriş bulunmayabilir. Aksi de öyledir. İşte burada da kubh mücavirdir. Çünkü yol kesmek ve hırsızlık bulunur da sefer bulunmayabilir. Bunun aksi de olabilir. Kabih liaynihi böyle değildir. O gerek küfür gibi vazan kabih, gerekse hür insanı satmak gibi şer´an kabih olsun meşruiyeti tamamen ortadan kaldırır. Meselenin tam izahı usul-ü fıkıh kitaplarındadır.

«Yaşadığı yere dönünceye kadar» ifadesinden murad; evlerinden ayrıldığı şehirdir. Oraya gelip geçmek niyetiyle veya bir iş görmek için girsin farketmez. Çünkü yaşadığı şehir oturmak için taayyün etmiştir. Ona niyet etmeğe hacet yoktur. Cevhere «yaşadığı yer» tabirinde yanılıyor gibi ona mulhak olan yerde dahildir. Nitekim bunu Kuhistânî ifade etmiştir.

«Yürümedi ise mücerret dönmek niyetiyle namazını tamam kılar.» Velev ki sahrada olsun. Bunakıyasen ramazanda orucunu yemesi helâl olmamak gerekir. Velev ki bulunduğu yerle şehri arasında iki günlük mesafe bulunsun. Çünkü bu, muhkemleşmeden bozulmayı kabul eder. Henüz illet olması muhkemleşmemiştir. Binaenaleyh mukim olmak arızi olan seferi bozar. Namazı tam kılmanın iptidaen illeti değildir. Bunu Fethu´l-Kadîr sahibi belirtmiş, sonra inceleyerek şunları söylemiştir: «Şayet; "illet, üç günlük yolu kastederek şehrin evlerinden ayrılmaktır. Üç günlük seferi tamamlamak değildir. Buna delil; Mücerret bu maksatla sefer hükmünün sübut bulmasıdır. Sefer hükmünün illeti tamam olmuştur. Binaenaleyh mukim olmak hükmü sabit olmadan bunun hükmü sabit olur". denilirse cevaba muhtaç olur.» Bahır sahibi bu tetkiki kuvvetli bulduğu ve cevabı bilemediği için «öyle anlaşılıyor ki. şehre girmesi mutlaka lâzımdır» demiştir. Nehir sahibi buna itirazla «Muayyen bir delili iptal etmek medlülü ibtal etmeyi gerektirmez» demiştir.

Ben derim ki: Bana, şöyle cevap verilecek gibi geliyor: Hakikatta illet meşakkattır. Sefer onun yerine geçirilmiştir. Lâkin meşakkatın illet oluşu ancak iptidaen ve bekaen illet olması şartıyledir. İptidaen illet olması üç günlük yola gitmeyi kastederek şehrin evlerinden ayrılmasıdır. Bakaen (yani devam itibarıyle) illet olması üç günlük yolu tamamlamasıdır. Birinci şart bulunduğu vakit illetin hükmü iptidaen sabit olur. Onun için yolcu şehrin evlerinden mücerret niyetiyle ayrılmakla namazını kısaltır. Ama hükmü ancak ikinci şartla devam eder. İlletin muhkemleşmesi için bu şarttır. Yolcu sefer müddetini tamamlamadan dönmeye niyet ederse illetin illet olarak kalması bâtıl olur. Zira muhkemleşmeden bozulmayı kabul eder. İptidadaki fiili ise sahih olmakta devam eder. Çünkü onun şartı mevcuttur. Bundan dolayıdır ki, bir özür sebebiyle üç günlük mesafeye ulaşamayıp geri dönerse namazı kısa olarak kaza eder. Nitekim evvelce arzetmiştik.

«Namazda bile olsa» ifadesi, namazın başında. ortasında, sonunda bulunma hallerine ve keza yalnız başına veya imama uyarak kıldığı müdrik ve mesbuk hallerine şâmil olduğu gibi üzerinde secde-i sehiv bulunup selâm ve secdeden önce veya sonra mukim olmağa niyet ettiği hallere de şâmildir. Ama selâmla secde arasında niyet ederse bu namaza nisbetle izah yeti sahih olmaz. Farzı dört rekata değişmez. Nitekim bunu. babında izah etmiştik.

«Bu, namazın henüz vakti çıkmamış» yani mukim olmağa niyet etmeden önce vakti çıkmamış olmak şartıyledir. Çünkü bir rekat kıldıktan sonra mukim olmağa niyet eder de sonra vakit çıkarsa farzı dört rekata döner. Ama namazda iken vakit çıkar da sonra mukim olmağa niyet ederse o namaz hakkında hüküm değişmez. Nitekim Hülâsa´dan naklen Bahır´da böyle denilmiştir,

«Kendisi de lâhik olmamak şartıyledir.» Misafir imama uyan lâhik, namazın başına yetişir de abdesti bozulur veya uyur da imam namazını bitirdikten sonra uyanır ve mukim olmağa niyet ederse namazını dört rekat üzerinden tamamlamaz. Çünkü hüküm itibariyle lâhik imamın arkasında gibidir. İmam namazdan çıkınca farz muhkemleşmiştir. Artık imam hakkında değişmez, lâhik hakkında da öyledir. Bunu Hülâsa´dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. O lâhikin hükmünü «imam namazdan çıktıktan sonra» diye kayıtlamış. şârih ise bunu terketmiştir.

«Bir hacı Şam´a girer de oradan ancak kafile ile birlikte şevvalin yarısında çıkacağını bilirse namazınıtamam kılar.» Yani şevvalin başında veya daha önce Şam´a girer de hac kafilesinin oradan ancak onbeş gün sonra çıkacağını bilir ve onlarla birlikte çıkmaya niyet ederse namazını dört rekat üzerinden tamam kılar. Bunu Muhit´den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Bu hakikaten değil, mukim olmağa niyet sayılır. Çünkü onbeş günden sonra yola çıkmağa niyet etmiştir. Bu, o müddet zarfında orada mukim olmağa niyeti tazammun eder.

METİN

Yarım ay oturmağa niyet ettiği yer bir olup oturmağa elverişli kasaba, köy veya islâm diyarının sahrası, kendisi de çadır halkından olmalıdır. Buna yani yarım aydan daha az oturmağa niyet ederse namazlarını kısa kılar. Yahut yarım ay oturmağa niyet eder; fakat o yer deniz veya ada gibi oturmağa elverişli olmazsa veya elverişli yerde oturmağa niyet eder; ancak Mekke ve Mine gibi iki müstakil yer olursa misafir namazı kılar. Bir hacı Zilhicce´nin on gününde Mekke´ye girerse mukim olmağa niyeti sahih olmaz. Çünkü Mina´ya ve Arafat´a çıkacaktır. Binaenaleyh mukim olmağa yerinde niyet etmemiş gibi olur. Mina´dan döndükten sonra niyeti sahih olur. Nitekim birinde gecelemeye niyet etse yahut hükmen bir oldukları için sakinlerine cuma farz olacak şekilde biri diğerine tâbi olsa hüküm yine budur.

İZAH

Yarım ay oturmağa niyet ettiği yer bir olup oturmağa elverişli olacaktır. Bu hüküm üç gün yürüdüğüne göredir. Üç gün yürümezse sahrada bile olsa ikamet niyeti sahihtir. Burada evvelce bahsettiğimiz inceleme vardır. Bahır.

Biz bunun cevabını da vermiştik. Hâsılı müddet tamam olmadan mukim olmağa niyet etmek seferi bozar. Meselâ memleketine dönmeye niyet etmek böyledir. Sefer muhkemleşmeden bozulmayı kabul eder.

«İslâm diyarının sahrası» tabiri dar-ı harbin sahrasından ihtiraz içindir. Dar-ı harbin sahrasına girenin hükmü onların toprağına giren askerin hükmü gibidir. T.

«Kendisi de çadır halkından olmalıdır» ifadesi «islâm diyarının sahrası» nin kaydıdır. Esah olan budur. Nitekim metinde kendisinden ihtiraz ettiği şeyle beraber gelecektir.

«Yarım aydan daha az oturmağa niyet ederse namazlarını kısa kılar.» Zâhirine bakılırsa velev bir saat az olsun. Bu ifade ile yukarıda geçen ihtirazı kayıtların nelerden ihtiraz olduğunu beyana başlamaktadır. T.

Deniz oturmağa elverişli bir yer değildir. Müçtebâ sahibi şöyle diyor: «Denizci misafirdir. Ancak imam Hasan´a göre misafir değildir. Onun gemisi de vatan değildir.» Bahır. Bu ibarenin zâhirine bakılırsa velev ki denizcinin ailesi ve malı kendisiyle beraber gemide olsun gemi vatanı değildir. Sonra bunu Mirac´ta açık olarak gördüm. Adadan maksat; insan yaşamayan adadır.

«Ancak Mekke ve Mina gibi iki müstakil yer olursa misafir namazı kılar.» Bu hususta iki şehirle iki köy ve bir şehirle bir köy arasında fark yoktur. Bahır.

«Bir hacı Zilhiccenin on gününde Mekke´ye girerse...» bu mesele hacının Şam´a girmesimeselesinin aksinedir. Çünkü Şam´a giren mukim olmağa niyet etmese bile hükmen mukim olur. Bu ise ikamete niyet etse bile hükmen misafirdir. Zira onbeş gün geçmeden çıkmak niyetinde olunca onun*seferi sona ermemiştir. Bunu Rahmetî söylemiştir.

Derler ki: İsa. b. Ebâ´nın fakih olmasına sebep bu meseledir. İsa daha evvel hadis okumakla meşgulmüş. Hikâyeyi kendisi şöyle anlatmış: «Zilhiccenin ilk on gününde bir arkadaşımla Mekke´ye girdim. Ve orada bir ay kalmağa niyet ettim. Namazlarını da dört rekat üzerinden tamamlamağa başladım. Derken Ebû Hanife´nin ashabından biri bana rastlayarak, "Sen hata ediyorsun; çünkü Mina´ya ve Arafat´a çıkacaksın" dedi. Mina´dan döndüğümde arkadaşım çıkmağa niyet etti. Ben de ona arkadaşlık etmek istedim ve namazları kısa kılmağa başladım. Ebû Hanîfe´nin talebesi bana yine. "Hata ettin; çünkü sen Mekke´de mukimsin. Oradan çıkmadıkça misafir olamazsın." dedi. Kendi kendime, "Ben meselede iki yerde hata ettim" dedim. Ve imam Muhammed´in ilim meclisine dönerek fıkıhla meşgul oldum.» Bedayi sahibi diyor ki: «Biz bu hikâyeyi ancak ilmin kıymeti bilinsin de talebenin rağbetine sebep olsun diye naklettik» Bahır.

Ben derim ki: Bu hikâyeden şu anlaşılıyor. İsa´nın ikamete niyet etmesi ancak Mekke´ye döndükten sonra yürürlüğe girmiştir. Çünkü o esnada çıkma niyeti olmaksızın onbeş gün bulunmuştur. Arafat´a çıkmazdan öncesi böyle değildir. Zira onbeş gün tamam olmadan çıkmağa niyetli olunca mukim sayılamaz. İhtimal ki, döndükten sonra ikamet niyeti yenilenmiştir. Bu izahatla Allâme Aliyyülkâri´nin lübab şerhinde yaptığı itiraz sâkıt olur. itiraz şudur: «Ebû Hanîfe´nin talebesinin sözünde çelişki vardır. Zira evvelâ İsa´nın misafir olduğuna, sonra mukim olduğuna hükmetmiştir. Halbuki mesele hali ile birdir. Metinlerden anlaşıldığına göre birinde yarım aya niyet etmiş olsa sahihtir. O zaman Arafat´a çıkması zarar etmez. Çünkü hiç çıkmayacak şekilde peşi peşine yarım ay olması şart değildir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

İtirazın sâkıt olması şöyledir: Peşi peşine olması, niyeti başka yere çıkmak olmadığına göredir. Zira iki yerde oturmağa niyet etmiş olur. evet, Mina´dan döndükten sonra niyeti sahihtir. Çünkü bir yerde yarım ay kalmağa niyet etmiştir. Allah´u âlem.

«Nitekim birinde gecelemeye niyet etse hüküm budur.» Evvelâ gündüz oturmaya niyet ettiği yere girerse mukim olmaz. Gecelemeye niyet ettiği yere girerse mukim olur. Sonra oradan başka yere çıkmakla misafir olmaz. Çünkü kişinin ikamet yeri gecelediği yerdir. Hılye.

«Biri diğerine tâbi olsa hüküm yine budur.» Şehre yakın olup ezanı işitilen köy böyledir. Nitekim cuma bahsinde gelecektir.

Bahır´da şöyle denilmiştir: «İki yer bir şehirden yahut bir köyden madud olursa niyet sahihtir. Zira bu iki yer hükmen birdir. Görmez misin ki o yere misafirliğe gitse namazlarını kısaltmaz.» T.

METİN

Yahut köle ve kadın gibi reyinde müstakil olmazsa veya bir beldeye girip de ikamet müddetini orada geçirmeğe niyet etmez bilâkis yarın öbürgün yolculuğu bekler durursa bu minval üzere senelerce orada kalsa misafir hükmündedir. Meğer ki yukarıda geçtiği gibi kafilenin yarım aygecikeceğini bilmiş olsun. Keza dar-ı harbe giren veya orada bir kaleyi muhasara altına alan asker de (dört rekatlı namazları) iki rekat kılar. Dâr-ı harbe pasaportla giren kimse bunun gibi değildir. O namazını tam kılar. Yahut asker islâm memleketinde bâğileri şehirden başka bir yerde muhasara edip sefer müddetine niyet etmiş bulunursa yine namazını iki rekat olarak kılar. Çünkü kararla firar arasında tereddüt halindedir. Bedevîlerle Türkmenler gibi çadırlarda yaşayanlar bunun hilafınadır. Bunlar çölde ikamete niyet ederlerse esah kavle göre caiz olur. Yanlarında ikamet müddetince kendilerine yetecek kadar su ve o yerde çimen bulunursa fetva bununla verilir. Çünkü mukim olmak asıldır. Meğer ki aralarında sefer müddeti olan bir yere gitmeye kastetsinler. Bu taktirde sefere niyet ederlerse namazları kısa kılarlar. Aksi taktirde tam kılarlar. Onlarla birlikte başkaları ikamete niyet ederse esah kavle göre sahih olmaz.

İZAH

Köle ve kadın gibi reyinde müstakil olmayanın sureti: Tâbi olanın ikamete niyet edip matbuun niyet etmemesi, yahut halini bilmemesidir. Böylesi, namazlarını kısaltarak kılar. H. Bu mesele şartları ve hilâfı beyan edilmek suretiyle ileride gelecektir.

Musannıf «veya orada bir kaleyi muhasara altına alan asker» sözü ile muhasarada şehre girdikten sonra şehirle kale arasında bir fark olmadığına işaret etmiştir. Nitekim Bahır´da da böyle denilmiştir. Bunun bir misli de, şehri muhasara deniz sathından yapılmasıdır. Çünkü deniz sathına da dâr-ı harb hükmü verilir. Bunu nazmı Hâmilî şerhinden Hamevî nakletmiştir. T.

Dâr-ı harbe pasaportla giren namazını tamam kılar. Çünkü verdikleri eman ve serbesti sebebiyle küffar ona taarruz etmezler. Bunu Bahır sahibi Nihaye´den nakletmiştir. T.

«Şehirden başka bir yerde» kaydı burada olduğu gibi el´Camiu´s-Sağîr, Hidâye, Kenz ve diğer kitaplarda da vardır. Bu kayıt şehre inerek orada bir kaleyi muhasara ederlerse mukim olmağa niyet edebilirler zannını vermektedir.

Mirâc sahibi diyor ki: «Lâkin Mebsut´un mutlak ifadesi böyle olmadığını gösteriyor.» Mirâc sahibi bunun izahı hususunda sözü hayli uzatmıştır. İnâye´de dahi bunun bir kayıt olmadığı bildirilmiştir. Nitekim aşağıdaki ta´lil de bunu iktiza eder. Şurunbulâlî Mebsut´un ibaresini zikretmiş; metninde dahi bu yoldan yürümüştür.

«Çünkü kararla firar arasında tereddüt halindedir.» Yani kaçıp kaçmamak arasında mütereddit olduklarından halleri azîmet haline aykırıdır. Bu mutlak ibare zafer islâm askerinin olması haline de şâmildir. Zira küffar üzerine. yardım yetişmesi veya pusu kurmuş olmaları ihtimal dahilindedir. Nitekim Fethu´l-Kadîr´de böyle denilmiştir.

Bahır´da Tecnis´den naklen şöyle denilmektedir: «Müslümanlar harbettikleri şehri alırlar da yurt edinirlerse namazlarını (dört rekat olarak) tamam kılarlar. Böyle olmaz da orada bir ay yahut daha fazla kalmak isterlerse namazlarını kısaltırlar. Zira orası hala dâr-ı harbtir. Kendileri orada harbetmektedirler. Birinci böyle değildir.»

T E N B İ H : Kâfirlerden bir esir kaçarak bir mağaraya yerleşir ve orada yarım ay kalmaya niyetederse mukim olmaz. Nitekim kâfirler onun müslüman olduğunu anlar da onlardan kaçarak sefer mesafesi bir yere gitmek islerse niyeti muteber ´olmaz. Hülâsa ve Hâniye´de böyle denilmiştir. Birincinin vechi Fethu´l - Kadîr´in ifadesinden anlaşıldığı gibi halinin mütereddit olmasıdır. Çünkü müddet tam olmadan fırsat bulursa çıkar. ikincisi müşkildir. Münye şerhinde «niyeti muteber olmaz» sözü sefere değil, «ikamete niyeti muteber olmaz» mânâsına hamledilmiştir. Yoksa Tatarhaniye´de Muhit´den naklen açıklandığına göre o kimse namazını seferi olarak kılar. Keza Zahîre´de ikinci meselenin hükmühükmü gibi verilmiştir. Böylece her iki surette namazı kısaltmak lâzım geldiği anlatılmıştır. Çadırlarda yaşayanlar çölde ikamete niyet ederlerse esah kavle göre caiz olur. Bazıları namazlarını seferi olarak kılacaklarını söylemiş «çünkü çöl o anda ikamet yeri değildir» demişlerdir.

«Çünkü mukim olmak asıldır» cümlesi, «esah kavle göre caizdir» ifadesinin illetidir. Bahır´da şöyle denilmiştir: «Bedayi sahibinin sözünden anlaşılıyor ki, çadırlarda yaşayanlar mukim olmak için niyete muhtaç değildirler. Çünkü ovaları onlar için şehir ve köyler hükmünde tutmuştur. Bir de insan için mukim olmak asıldır. Sefer ârızidir. Çadırlar halkı sefere niyet etmezler. Onlar ancak bir su başından diğerine, bir meradan başka meraya intikal ederler.» «Onlarla birlikte başkaları ikamete niyet ederse esah kavle göre sahih olmaz.» İmam Ebû Yusuf´dan bir rivayete göre mukim olur. Bunu Halebî Bahır´dan nakletmiştir.

METİN

Hasılı: Namazı tam kılmanın şartları altıdır. Bunlar: Niyet, müddet, reyinde müstakil olmak, yürümeyi terketmek, yerin bir olması ve yerin ikamete elverişli bulunmasıdır. Kuhistanî.

Yolcu. namazını dört rekat üzerinden tamamlarsa ilk oturuşta oturduğu taktirde farzı tamam olur. Lâkin bunu kasten yaparsa selâmı te´hir, vacip olan kısaltmayı ve vacip olan nâfile iftitah tekbirini terkettiği ve nâfileyi farza karıştırdığı için isaet etmiş olur. Bu zikredilenler helâl değildir. Nitekim Kuhistânî isaeti günaha girmek ve cehenneme müstehak olmak diye tefsir ettikten sonra bunu izah etmiştir.

İZAH

Hasılı musannıfın sözünden mukim olmanın şartları anlaşılmıştır. Ancak yürüyüşü terketmenin şart olduğu anlaşılmamıştır. Hılye´de bu şartlara bir şart daha ilâve edilmiştir ki, o da halinin. niyetine zıt olmamasıdır. Nitekim ulema bunu birçok meselelerde açıklamışlardır. Meselâ bir beldeye hacet için giren meselesiyle asker meselesi böyledir. Sonra bu şartlar sefer müddeti tahakkuk ettikten sonra namazı tam olarak kılmanın şartlarıdır. Yoksa üç günlük yolu yürümeden seferi yarıda bırakmak niyetiyle memleketine dönmek isterse evvelce görüldüğü vecihle namazlarını tamam kılar. Keza unuttuğu bir haceti almak için memleketine dönerse hüküm yine budur. Nitekim ileride bundan bahsedeceğiz.

«Yürümeyi terk etmek» ten murad; ovada olup gireceği şehir veya köyde ikamete niyet etmektir. Ama konacak yer aramak için giderken bir şehire veya köye girer de bu şeyler bulunursa niyetininsahih olması gerekir. Hılye.

«İlk oturuşta oturduğu taktirde farzı tamam olur.» Çünkü yolcunun iki rekatta oturması farzdır. Bu onun namazının sonudur. Bahır sahibi şöyle diyor: «Musannıf bununla kıraatın mutlaka ilk iki rekatta okuması lâzım geldiğine işaret etmiştir. İlk iki rekatta yahut bunların birinde terk eder de son rekatlarda okursa farzı sahih olmaz.» Bahır sahibi sözünü mutlak olarak söylemiştir, Binaenaleyh dört veya iki rekat kılmaya niyet ettiği hallere şâmildir.

Dürer´in ifadesi buna muhaliftir. Dürer´de «iki rekata niyet etmek şarttır» denilmiştir. Bahır sahibinin sözünü mutlak bırakması. Şurunbulâliye´de «Rekat sayısına niyet etmek şart değildir» denildiği içindir. Bir de Zeyleî´nin secde-i sehiv babında açıklandığına göre yanılan kimse namazdan çıkmak için selâm verse secde-i sehiv yapar. Çünkü meşru olan bir şeyi değiştirmek istemiştir. Binaenaleyh niyeti hükümsüz kalır. Nasıl ki öğle namazına altı rekat diye niyetlense yahut misafir öğleye dört rekat olarak niyetlense niyeti hükümsüz kalır. Bunu. Ebû´s - Suud şeyhinden nakletmiştir.

Ben derim ki: Lâkin Cevhere´de bunun Ebû Yusuf´a göre sahih olduğu İmam Muhammed´e göre sahih olmadığı kaydedilmektedir. «Vacip olan kısaltmayı» ifadesinden açıkça anlaşılıyor ki, misafirin dört rekatlı farz iki rekat kılması tarz değil, vaciptir. Nitekim Münye şerhinden bu manâda sözler nakletmiştik. Buradaki vacip tabiri farz mânâsına olsa idi otursa bile sahih olmazdı. Sonra vacip olan kısaltmayı terketmek, selâmı, nâfile tekbirini terketmeyi ve nâfileyi farza karıştırmayı istilzam eder. Şârihin sözünden anlaşılan. bunlardan fazla olarak kısaltmayı terkettiği için ayrıca günaha girmesidir. «Ve vacip olan nâfile iftitah tekbirini terkettiği için isaet etmiş olur.» Çünkü nâfileyi farz üzerine bina etmek (eklemek) mekruhtur. Nâfileyi farza karıştırmak da budur. Rahmeti.

Lâkin şârihin «Nâfileyi farza karıştırdığı için» demesi bunun öncekinden başka olmasını iktiza eder. Ve şöyle olması lâzım gelir: Nâfile namaza yeni bir tekbirle boşlamak vaciptir. Halbuki nâfileyi nâfileye eklemek mekruh değildir. Bunu Tahtavi söylemiştir.

Kuhistâni isaeti günaha girmek diye tefsir ettiği gibi Bahır sahibi de günaha girmek olduğunu açıklamıştır. Bundan anlaşılır ki, burada isaetten murad, kerahet-i tahrimiyedir. Rahmetî. Cehenneme müstahak olması tevbe etmediğine yahut Teâlâ Hazretleri afvetmediğine göredir. T.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:31 am GMT +0200
METİN

İki rekattan fazlası nâfiledir. Ve sabah namazını dört rekat kılan gibi olur. İlk oturuşta oturmazsa farzı bâtıl olur. Ve kıldığı rekatların hepsi nâfile olur. Çünkü farz olan oturuşu terketmiştir. Ancak üçüncü rekatın secdesine varmadan mukim olmağa niyet ederse iş değişir. Lâkin kıyam ve rükûu tekrarlar. Zira nâfile olarak yapılmışlardır. Farzın yerini tutamazlar. Secdede mukim olmaya niyet ederse namazı nâfile olur.

Vakit içinde ve dışında mukimin misafire uyması sahihtir. Esah kavle göre mukim namazını tamamlamaya kalktığında kıraatı okumaz; secde-i sehiv de yapmaz. Çünkü o lâhik gibidir. Her iki oturuş ona farzdır. Bazıları değildir, demişlerdir Kınye.

İZAH

«Ve kıldığı rekatların hepsi nâfile olur.» Yani üçüncü rekatın secdesine gitmekle nâfile olur. Çünkü secdeden evvel geri dönebilirdi. Bu hüküm Şeyhayna göredir. Şuna binaen ki vasıf bâtıl olunca asıl bâtıl olmaz. İmam Muhammed buna muhaliftir.

«Çünkü farz olan oturuşu terketmiştir.» Bu söz farzın bâtıl olmasının illetidir. Sonra oturuş nâfilede dahi farz ise de, namaz kılan kimse onu çift rekatın sonunda yapmayınca farz son oturuş olur. Nitekim bunu nâfileler babında beyan etmiştik.

«Ancak üçüncü rekatın secdesine varmadan mukim olmaya niyet ederse iş değişir.» Yani mukim olmaya üçüncü rekatın secdesinde niyet ederse niyeti sahih olur. Ve farzı dört rekata döner. Sonra ilk iki rekatta kıraatı okuduysa son rekatlarda okuyup okumamakta muhayyerdir. Okumadıysa ilk rekatların kıraatını kaza olmak üzere okur. Bütün bu hususlarda ilk oturuşta oturup oturmaması müsavidir. Şu halde istisna iki meseleye racidir. Ama üçüncü rekatın secdesine vardıktan sonra niyet ederse bakılır: Şayet ilk oturuşta oturduysa biliyorsun ki iki rekatla onun farzı tamam olmuştur artık değişmez; o rekata bir rekat daha ilâve eder. Bozarsa da bir şey lâzım gelmez. İlk oturuşta oturmadıysa farzı bâtıl olur. Kıldığı rekata bir rekat daha ilâve ederek dört rekat nâfile olur. Yukarıda geçtiği vecihle İmam Muhammed buna muhaliftir. Tahtavi´nin Bahır´den naklettiği ibarenin hülâsası budur. Şârih bu istisna ile şunu anlatmış oluyor ki, musannıfın «Farzı bâtıl olur» sözü, "katî olarak değil, mevkuf olarak bâtıl olur"; mânâsınadır. Aksi taktirde niyeti sahih olmaz.

«Secdede mukim olmaya niyet ederse namaz nâfile olur.» Yani üçüncü rekatın secdesinde niyet ederse namaz nâfile olur. Bu hüküm İmam Ebû Yusuf´un mezhebine göredir. Ona göre secde, alnını yere koymakla tamamlanır. Sahih olan İmam Muhammed´in mezhebidir ki, secde ancak alnını yerden kaldırmakla tamam olur. Bu surette farzı esah kavle göre dört rekata inkılabeder. H. Yani ister ilk oturuşta otursun ister oturmasın farketmez. Ebû Yusuf´un kavline göre ise oturduğu taktirde farzı iki rekatla tamam.olur. Aksi taktirde bütün namaz nâfileye inkılabeder. Binaenaleyh «nâfile olur» sözü, oturmadığı zamana mahsustur.

«Esah kavle göre mukim namazını tamamlamağa kalktığında kıraatı okumaz.» Yani misafir imam selâm verdikten sonra kalktığında okumaz. Daha evvel kalkar da üçüncü rekatın secdesine gitmeden imam ikamete niyet ederse kıldığı rekat hükümsüz kalır; ve imama tâbi olur. Bunu yapmazsa namazı fâsit olur. Üçüncü rekatın secdesini yaptıktan sonra imam ikamete niyet ederse ona tâbi olmaz. Olursa namazı bozulur. Nitekim Fethu´l-Kadîr´de beyan olunmuştur. Esah kavil kıraatı okumamasıdır. Hidaye´de de böyle denilmiştir. Secde-i sehiv gibi kıraat da vaciptir» diyenler olmuşsa da bu kavil zaiftir. Buna secde-i sehivin vacip olmasını şahit getirmek zaif ile istişhad olur ve meselenin muttefekunaleyha olduğu zannını verir. Şurunbulâliye.

«Bazıları "değildir" demişlerdir.» Yani bazıları «ilk oturuş ona farz değildir» demişlerdir. H.

METİN

Esah kavle göre iki tarafa selâm verdikten sonra imamın «siz namazınızı tamamlayın! Çünkü benmisafirim» demesi menduptur. Bu söz.Hâniye ve diğer kitaplardakine muhaliftir. Onlarda imamın halini bilmek şarttır denilmiştir. Lâkin Hindî´nin Hidâye haşiyesinde «şart olan imamın halini kısmen bilmektir. İptida halinde bilmek şart değildir» deniliyor. İrşâd şerhinde; «İmam namaza başlamadan cemaata haber vermesi gerekir. Aksi taktirde selâm verdikten sonra haber verir» denilmektedir. imamın bunu demesi yanıldı zannını defetmek içindir. İmam -hakikatta değil de- mukim olan cemaatın namazını tamamlamak için ikamete niyet ederse mukim olmaz. Misafirin mukime uyması ise vakit içinde sahih olur; ve o namazı tamam kılar. Değişen namazlarda vakit çıktıktan sonra uyamaz. Çünkü ilk iki rekatta oturuş hakkında farz kılan nâfile kılana uymuş sayılacağı gibi son rekatlarda ise kıraat hakkında farz kılan nâfile kılana uymuş olur.

İZAH

Musannıfın buradaki sözünün Haniye ve diğer kitaplardakine muhalif olmasının vechi şudur: İmama uymanın sahih olması için onun. misafir mi mukim mi olduğunu bilmek şart olursa, imamın «siz namazınızı tamamlayın!» demesinin bir faydası kalmaz. Çünkü akla hemen gelen, şartın namaza boşlarken bulunmasıdır. Yanıldı zannını def için imamın bu sözü söylemesinin müstehap olduğuna bütün ulemanın ittifak etmesi, iptidada halini bilmenin şart olmasına aykırıdır.

Şârihin «Lâkin Hindî´nin Hidaye şerhinde şöyle denilmiştir ilh...» ifadesini Nihâye, Sirâc ve Tatarhâniye sahipleri sual şeklinde iradetmiş; sonra buradaki cevap mânâsında sözler söylemişlerdir. Bunun hülâsası; imamın halini bilmenin şart olduğunu kabuldur. Yalnız bunun namaza başlarken olması lâzım değildir. Namaza başlarken cemaat imamın halini bilmediklerine göre imamın haber vermesi mendup olmuştur. O zaman muhalefet yoktur.

Cemaatın namazlarını ıslah, bu bildirme ile hasıl olur. Böyle olunca. bildirmek imama vacip olmak lâzım gelirken burada vacip olmaması taayyün etmediği içindir. Zira cemaatın namazlarını tamamlayıp sonra sormaları gerekir. Nitekim Bahır´da beyan edilmiştir. Yahut imam iki rekatta selâm verince onun bu hali misafir olduğunu gösterir. Çünkü müslümanın halini salâha hamletmek icabeder. Onun için haber vermek vacip değil, mendup olmuştur. Zira İnâye´de denildiği gibi. bu fazladan bir bildirmedir.

Ben derim ki: Lâkin imamın halini salâha hamletmek, bilmenin şart olmasına aykırıdır. Evet. Bahır´da Mebsut ve Kınye´den naklen kısaca şöyle denilmiştir: «İmam bir şehir veya köyde namazı iki rekat kılar da cemaat onun halini bilmezlerse namazları fasit olur Velev ki yolcu olsunlar. Çünkü zâhire göre mukim yerinde olan bir kimsenin hali mukim olmaktır. Hükmü zâhire göre vermek aksi zuhur edinceye kadar vaciptir. Fakat şehir haricinde kılarsa namazları fasit olmaz. Böyle yerde sefer zâhir olduğundan onunla amel etmek caizdir. Hâsılı: İmam, mukim yerinde cemaata namazı iki rekat kıldırırsa cemaatın onun halini bilmeleri şarttır. Aksi taktirde şort değildir.

«İmamın, namaza başlamadan cemaata haber vermesi gerekir.» Çünkü cemaat arasında onun halini bilmeyenler bulunabilir. Şayet imam selâm verdikten sonra haber verirse o haber vermeden bunlar namazı bozuldu zannıyle konuşabilirler.

Bazıları «İmam bir tarafına selâm verdikten sonra halini cemaata haber verir» demişlerdir. Makdisî «Bizim namazımızda bu kavli tercih gerekir» diyor, T.

«İmam hakikatta değilde mukim olan cemaatın namazını tamamlamak için ikamete niyet ederse mukim olmaz. Bu taktirde mukim olan cemaat onunla birlikte namazlarını tamamlarlarsa namaz bozulur. Çünkü bu, farz kılanın nâfile kılana uyması sayılır. Zahiriye. Yani cemaat imama tâbi olmak maksadıyla namazlarını tamamlarsa namaz bozulur. Fakat ondan ayrılmaya niyet eder de şeklen muvafakatta bulunurlarsa bozulmaz. Bunu Hayreddin Remlî söylemiştir.

Misafirin mukime uyması meselesi metindekinin aksidir. Bu meseleyi Kenz ve diğer kitaplar zikretmişlerdir. (Şârihimiz de onlardan almıştır. Musannıf ise onu imamlık bâbında beyan ettiği için burada bahse lüzum görmemiştir.

«Misafirin mukime uyması vakit içinde sahih olur.» Vakit ister o namaza kâfi gelsin isterse tamamlanmadan çıksın farketmez. Çünkü imama tâbi olmakla o kimsenin namazı değişmiştir. Şayet o namazı bozarsa değiştirici kalmadığı için iki rekat kılar. Ama mukime nâfile niyetiyle uyarsa iş değişir. O zaman namazı bozduğu taktirde dört rekat olarak kılar. Zira imamın kıldığı namazı iltizam etmiştir. Ve ilk oturuş cemaat olan misafir hakkında da vacip olur. Hattâ onu imam kasten bile olsa terkederse misafir kendisine tâbi olduğu taktirde fetvaya göre namazı bozulmaz. Bozulur diyenler de olmuştur. Sirac´da böyle denilmiştir. Ama bunun bir vechi yoktur. Nehir.

Vakit çıktıktan sonra ise mukime uyması sahih olamaz. Çünkü sebep yani vakit geçtiği için artık değişme yoktur, Fakat bu hüküm namaz hem imam hem cemaat hakkında kazaya kaldığına göredir. Yalnız imam hakkında kazaya kalırsa ona uyabilir. Bu, bir Hanefî´nin öğle namazında Şâfi´ ye uyması yahut eşyanın gölgesi zevalden sonra bir misli olup iki misli olmazdan önce imameynin kavli ile amel etmesi gibi olur. Nitekim Sirâc´da beyan olunmuştur.

Bahır sahibi diyor ki; «Bu güzel bir kayıttır. Lâkin evlâ olan, namazın yalnız cemaat olan hakkında kazaya kalmasını şart koşmaktır. îmamın namazı kalsın kalmasın farketmez. Meselâ bir kimse öğle namazının bir rekatını kıldıktan sonra vakit çıkar da misafir ona uyarsa bu namazın yalnız misafir hakkında vakti geçmiştir. Mukim hakkında geçmemiştir.» Yani imama uymak sahih olmaz. Lâkin namazın yalnız cemaat hakkında kazaya kalması şart değildir. Her ikisi hakkında kazaya kalması da evleviyetle öyledir.

«Çünkü ilk iki rekatta oturuş hakkında farz kılan nafile kılana uymuş sayılır.» İlk oturuş cemaat olan hakkında farz. imam hakkında farz değildir. Nâfileden murad da budur. Zira nâfile farzın mukabili olan şeydir. Binaenaleyh vacip olan oturuş da onda dahildir. Bahır.

«Yahut son rekatlarda ise kıraat hakkında farz kılan nâfile kılana uymuş olur.» Çünkü son rekatlarda kıraat imam hakkında nafile; cemaat olan hakkında farzdır. İmam ilk iki rekatta kıraat terk eder de misafir kendisine son iki rekatta uyarsa bu hususta iki rivayet vardır. Metinlerin muktezası mutlak surette sahih olmamaktır. Muhit´de şöyle denilmiştir: «Zira son rekatlarda kıraat ilk rekatlardakinin kazasıdır. Kaza, mahalline iltihak eder. Ve son rekatlar için kıraat kalmaz.» Bahır.

TENBİH: Zeyleî burada «yahut tahrime hakkında» ifadesini ziyade etmîştir. Bu sözü Sirâc sahiib haşiyelere nisbet etmiştir. Şu halde son oturuşta imama uyması buna dahildir. Bu da sahih değildir. Çünkü tahrimesi ilk oturuşun ve kıraatın nâfile oluşuna şâmildir. İmam bunun hilâfınadır Sirâc sahibinin «Zira cemaat olanın tahrimesi yalnız farza şâmildir; başkasına şâmil değildir.» sözünün mânâsı budur. Bahır sahibinin «bu söz zahir değildir» demesi, zâhir değildir. Tamamı Nehir´dedir.

Ben derim ki: O halde tahrimeyi zikretmek, oturuşu ve kıraatı söylemeye hacet bırakmaz. Ta´lil ona da şâmildir. Zira imama uymak namazın bütün cüzlerine şâmildir. Yalnız son oturuşa mahsus değildir.

METİN

Emniyet ve karar halinde olursa misafir sünnet namazları kılar. Aksi taktirde yani korku ve firar halinde onları kılmaz. Muhtar kavil budur. Çünkü bu, özürden dolayı terketir. Tecnis.

Bazıları «bundan yalnız sabah namazının sünneti müstesnadır.» demişlerdir.

Farzı değiştirmede muteber olan vaktin sonudur. ki o da tahrime sığacak kadar zamandır. Eğer mükellef bir kimse vaktin sonunda misafir ise iki rekat. misafir değilse dört rekat kılması vacip olur. Zira daha evvel eda edilmediği taktirde sebep olmak hususunda muteber olan vaktin sonudur.

Vatan-ı aslî: Kişinin doğduğu veya evlendiği yahut yerleştiği yerdir. ilk vatanında kimsesi kalmadığı zaman bu vatan yalnız misli bir bâtıl olur. İlk vatanında ailesinden kolanlar varsa bâtıl olmaz. Her iki vatanda namazlarını tamam kılar.

İZAH

Sünnet namazlarından murad; beş vaktin sünnet-i müekkedeleridir. Bu namazlarda neleri okuyacağından bahsetmemiştir. Çünkü kıraat faslında bunlardan bahsetmişti. Musannıf metinde «sefer halinde mutlak olarak fatihayı ve herhangi bir sureyi okumak sünnettir» demişti. Hidaye´de karar hali ile firar hali arasında fark yapıldığını evvelce görmüş; bu hususta söz etmiştik.

Buna şöyle cevap verilebilir: Kadın için, mehri muaccelini almak üzere bulunduğu beldeden çıkmak hakkı sabit olunca bir şehir veya köye vardığında dahi bu hak sabit olur. Binaenaleyh orada oturmak için niyeti sahih olur. Zira bu taktirde kadın kocasına tâbi değildir. Velev ki sahrada iken ona tâbi olsun.

Mükateb olmayan köle sahibi ile beraber tâbidir,» Bahır sahibi diyor ki: «Musannıf köleyi mutlak zikretmiştir. Binaenaleyh halis köleye, müdebber ve ümm-ü velede şâmildir. Mükatebin ise sahibine tâbi olmaması gerekir. Zira onun sahibinden izin almadan sefere çıkmaya hakkı vardır. Sahibine itaatı lâzım değildir.»

«Rızkı, kumandan veya beytu´l - Mal tarafından verilen asker kumandanı yanında tâbidir.» Kınye ve diğer kitaplarda sadece «rızkı kumandan tarafından verilen asker» denilmiştir. Münye şerhinde ise «keza rızkı beytu´l - Maldan verilir de sutlan, ordu kumandanı ile çıkmasını emrederse asker kumandana tâbi olur. Evet, Zâhire´de bildirildiğine göre cihanda gönüllü iştirak eden asker valiyetâbi değildir. Bu açıktır» denilmektedir. Asker mefhumunda halîfe ile beraber kumandan da dahildir. Bunu Hülâsa´dan naklen Bahır sahibi söylemiştir.

Çırak aylık veya yıllık tutulmuşsa patronuna tâbidir. Nitekim Tatarhâniye´de beyan edilmiştir. Fakat yevmiyeci ise. günün sonunda akdi feshedebilir. Binaenaleyh itibar niyetedir. Bahır sahibi şöyle demiştir: «Yedekcisi ile beraber âmâya gelince :

Tatarhâniye sahibi şöyle demektedir: «Seferde bütün namazlarda kıraatı hafif tutar. Sahih rivayete göre Peygamber (s.a.v.) sefer halinde sabah namazında kâfirun ve ihlâs surelerini okumuştur. Halbuki kıraatı en uzun olan namaz sabah namazıdır. Tesbihlere gelince: Onları üçten az bırakmaz.»

«Muhtar kavil budur.» Bazıları ruhsata bakarak sünnetleri terketmenin efdal olduğunu; bir takımları da Allah´a takarrub için kılınmasının daha münasip olduğunu söylemişlerdir.

Hindvâni; «bir yerde konaklanırsa kılmak, seyir halinde ise bırakmak evlâdır» demiştir. «Yalnız sabah namazının sünnetini kılar» diyenler olduğu gibi «Sabah namazı ile akşam namazının sünnetlerini kılar» diyenler de vardır. Bahır. Münye şerhinde «en doğrusu Hindvânî´nin sözüdür» denilmiştir.

Ben derim ki: Zâhire göre metindeki de budur.

«Emniyet ve karar» dan murad konaklamak, «korku ve firar» dan maksat ta yürüyüştür. Lâkin. evvelce kıraat faslında görmüştük ki. musannıf «firar» kelimesiyle aceleyi ifade etmiştir. Zira sefer halinde yürüyüş ekseriyetle korkudan olur.

«Farzı değiştirmede, yani iki rekattan dörde, dörtten ikiye geçmekte muteber olan, vaktin sonudur. Bundan murad: Tahrime sığacak kadar zamandır. Şurunbulaliye, Bahır ve Nehir´de böyle denilmiştir. Münye şerhinde, «Tahrime sığacak kadar vakit kalmamaktır. İmam Züfere´e göre namazın edası sığmayacak kadar vakit kalmaktır» şeklinde tefsir edilmiştir. Mükellef olan bir kimse vaktin sonunda misafir bulunursa iki rekat, misafir değilse dört rekat üzerinden kılar. Velev ki vaktin evvelinde ve âhirinde mukim olsun. Nehir sahibi şöyle diyor: «Buna göre ulema şunu söylemişlerdir: Bir kimse öğle namazını dört rekat olarak kılar da sonra vakit içinde sefere çıkar ve ikindiyi iki rekat olarak kıldıktan sonra bir hacetten dolayı evine döner; ve bu iki namazı abdestsiz kıldığını hatırlarsa öğleyi iki rekat, ikindiyi ise dört rekat üzerinden kılar. Çünkü o kimse öğle vaktinin sonunda misafir. ikindi vaktinde mukim idi.»

«Daha evvel eda edilmediği taktirde sebep olmak hususunda muteber olan vaktin sonundur.» Hâsılı sebep edanın yetiştiği vakit cüzüdür; yahut daha önce eda edilmedi ise vaktin son cüzüdür. Vakit çıkıncaya kadar namaz eda edilmezse sebep vaktin bütünü olur. Bahır sahibi diyor ki: «Bunun son cüze izafe edilmesinin faydası, o anda mükellefin halini itibara almaktır. Şayet vaktin sonunda bir çocuk bülûğa erer veya kâfir müslüman olur; yahut deli ayılır, hayz ve nifaslı temizlenirse bu namaz kendilerine lâzım olur. Velev ki çocuk vaktin evvelinde o namazı kılmış olsun. Vakit içinde delirir veya hayz görürse bunun aksinedir. Zira sebep bulunduğunda ehliyet yoktur. Vakit çıkıncaya kadar namaz eda edilmezse bütün vaktin sebep olmasının faydası. güneşin rengi kızardığı zamandünkü ikindinin kazası caiz olmamaktır. Tahkikin tamamı usulü fıkıh kitaplarındadır.

Vatan-ı aslî´ye, vatan-ı ehlî, vatan-ı fıtrat ve vatan-ı karar odları da verilir. Bunu Halebî Kuhistanî´den nakletmiştir. Bir kimsenin evlendiği veya yerleştiği yer de vatan-ı aslîsidir. Münye şerhinde şöyle denilmektedir: «Misafir kimse bir beldeden evlenirde orada kalmaya niyet etmezse bazı ulemaya göre mukim olmaz. Bazılarına göre olur ki, bu kavil daha güzeldir. Her iki beldede ailesi bulunursa hangisine girse mukim olur. İki beldenin birindeki karısı ölür de kendisinin orada haneleri ve akarı kalırsa bazılarına göre o yer artık vatanı değildir. Çünkü muteber olan hane değil, ailedir. Nasıl ki bir beldeden evlenip oraya yerleşse orada evi olmadığı halde vatanı olur. Bazıları o yerin vatanı olarak kalacağını söylemişlerdir.»

«Birleştiği yer» den murad; oradan evlenmese bile oturmaya niyet ederek kaldığı yerdir. Akıl baliğ bir kimsenin doğduğu yerden başka bir beldede anne ve babası olur da orada evlenmezse vatanı sayılmaz. Meğer ki orada yerleşmeye azmederek evvelki vatanını terk ede. Münye Şerhi.

«İlk vatanında kimsesi kalmadığı zaman vatan-ı aslî yalnız misli ile baâtıl olur.» Nehir sahibi diyor ki: «Bir kimse ailesini ve eşyasını naklederse o yerde evleri olsa bile artık vatanı sayılmaz. Bazıları sayılacağını söylemişlerdir. Muhit ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir. İki vatan arasında sefer müddeti bulunsun bulunmasın vatan-ı aslî misli ile bâtıl olur. Bu hususta hilâf yoktur. Nitekim Muhit ve Kuhistânî´de beyan olunmuştur.»

Misli ile» diye kayıtlaması şundandır Bir kimse asli vatanından, başka yere göçmek maksadiyle ayrılırda sonra başka bir beldeye yerleşmeye karar verir ve ilk vatanına uğrarsa namazlarını tamam kılar (misafir sayılmaz). Çünkü başka yerde vatan tutmamıştır. Nehir.

«Her iki vatanında namazlarını tamam kılar» yani orada oturmaya niyet etmese bile mücerret o yere girmekle namazlarını mukim olarak kılar. T.

METİN

Vatan-ı ikamet ya misli ile ya vatan-ı aslî ile veya oradan sefere çıkmakla bâtıl olur. Esasen bir şey ya misli ile ya kendinden üstün olanla bâtıl olur. Kendinden aşağı olanla bâtıl olmaz. Musannıf, faydası olmadığı için vatan-ı süknayı zikretmemiştir. Vatan-ı süknâ, yarım aydan az oturmaya niyet etliği yerdir. Zeyleî´nin tasvir ettiği meseleyi Bahır sahibi reddetmiştir.

İZAH

Vatan-ı ikamete, vatan-ı müstear ve vatan-ı hâdis dahi derler. Aslî vatan ile aralarında sefer mesafesi bulunsun bulunmasın vatan-ı ikamet. kişinin yarım ay oturmak için gittiği yerdir. Bunu ibn-i Semâa imam Muhammed´den rivayet etmiştir. İmam Muhammed´den. diğer bir rivayete göre mesafe şarttır. Ekser fukahaya göre muhtar olan kavil birincisidir. Kuhistânî.

Vatan-ı ikamet misli ile bâtıl olduğu gibi vatan-ı aslî ile ve oradan sefer etmekle de bâtıl olur. Nitekim bir kimse yarım ay Mekke´de oturur da sonra Minâ´da evlenirse Mekke´deki vatanı bâtıl olur. Bunu Kuhistânî söylemiştir. Vatan-ı ikametten sefere çıkmak da, bu vatanı iptal eder. Kezâ başka bir yerden çıkıp sefer müddetini yürüyüp bitirmeden oraya uğramazsa vatan-ı îkamet yinebâtıl olur. Fethu´l - Kadîr´de şöyle denilmiştir: «Vatan-ı ikametî bozan sefer, yolculuk esnasında vatan-ı ikamete uğranmayan seferdir. Yahut sefer müddeti tamamlandıktan sonra uğranan seferdir.»

Ben derim ki: Bunu, Kâfi ve Tatarhâniye´deki şu ibare izah eder: «Bir Horasan´lı yarım ay oturmak için Bağdat´da, bir Mekkeli de aynı maksatla Kûfe´ye gelir de sonra her ikisi İbn Hübeyre kasrına giderlerse kasrın yolunda namazlarını tamam kılarlar. Çünkü Bağdat´dan Kûfe´ye kadar dört günlük yol vardır. İbn Hübeyre kasrı ikisinin ortasındadır. Eğer kasırda yarım ay otururlarsa Bağdad ve Kûfe´deki vatanları bâtıl olur. Çünkü kasır bunların mislidir. Sonra kasırdan Kûfe´ye giderlerse yine namazlarını tamam kılarlar. Orada meselâ bir gün kalırlar da sonra Bağdad´a müteveccihen yola çıkar ve kasra uğramak isterlerse kasra kadar yolda namazlarını tamam kılarla. Kasırda ve kasırdan Bağdad´a kadar da tamam kılarlar. Çünkü kasr onların vatan-ı ikameti olmuştur. Bağdad´a girmek isterlerse sefer mesafesini kastetmedikleri taktirde seferleri sahih değildir. Hattâ Bağdad´a girmek İstemezlerse namazlarını seferi olarak kılarlar. Nasıl ki -sefer mesafesini kastettikleri için- Kûfe´den çıksalardı namazı seferi kılarlardı.

Şayet Mekke´li Kûfe´den çıktığında Bağdad´a yahut Horasan´lı Kûfe´ye gitmek ister de kasırda karşılaşırlarsa ve bir gün kalmak için Kûfe´ye çıkarlar; sonra Bağdad´a dönerlerse Kûfe´ye kadar namazlarını seferi kılarlar. Bağdad´a kadar dahi seferi kılarlar. Çünkü her biri sefer müddetini kastetmiştir. Horasan´lı yoluna devam ettiği için, Mekke´li de yola çıkmakla Kûfe´deki vatanı bozulduğu için sefer müddetini kastetmiş sayılırlar. Kasr bunların vatanı olmayınca oraya uğramayı kastetmek, seferin sıhhatına mâni değildir.»

«Mekke´li de yola çıkmakla Kûfe´deki vatanı bozulduğu için ilh...» ifadesi gösteriyor ki, vatan-ı ikametten sefere çıkmak bu vatanı iptal eder. Velev ki tekrar oraya dönsün. Onun için Bedayi´de şöyle denilmiştir: «Bir Horasan´lı Kûfe´de yarım ay otursa da sonra oradan Mekke´ye gîtse ve üç günlük yol yürümeden bir hacet için Kûfe´ye dönse namazlarını seferi kılar. Çünkü onun vatanı seferle bâtıl olmuştur.»

El hasıl: Sefere çıkmak vatan-ı ikametten olursa o vatanı bozar. Başka yerden olursa sefer esnasında vatan-ı ikamete uğramaz; yahut üç günlük yol yürüdükten sonra uğrarsa hüküm yine böyledir. Üç günlük yol yürümeden uğrarsa vatan bâtıl olmaz. Sadece sefer bâtıl olur. Zira vatanın mevcut olması seferin sıhhatına mânidir. Allah´u âlem.

«Esasen bir şey, ya misli ile bâtıl olur.» Nitekim vatan-ı aslî vatan-ı aslî ile; vatan-ı ikamet vatan-ı ikametle; ve vatan-ı süknâ vatan-ı süknâ ile bozulur. «Yahut kendinden üstün olanla bâtıl olur.» Nasıl ki, vatan-ı ikamet vatan-ı aslî ile bozulduğu gibi vatan-ı süknâ da vatan-ı aslî ve vatan-ı ikametle bozulur. Burada «zıddı ile de bozulur» ifadesini ziyade etmek lâzımdır. Meselâ vatan-ı ikamet veya vatan-ı süknâ seferle bozulur. Çünkü Bahır sahibi bunu «zira onun zıddıdır» diye illetlendirmiştir.

«Kendinden aşağı olanla bâtıl olmaz.» Nitekim vatan-ı aslî vatan-ı ikametle bâtıl olmadığı gibi vatan-ı süknâ ve sefere çıkmakla da bâtıl olmaz. Keza vatan-ı ikamet vatan-ı süknâ ile bozulmaz. H.

Zeyleî´nin tasvir ettiği mesele şudur: «Bir adam hâcet için kendi kasabasından bir köye gider de seferi kastetmez ve orada onbeş günden az oturmaya niyet ederse namazlarını tamam kılar. Çünkü mukimdir. Sonra o köyden sefere niyet etmeksizin çıkar da kasabasına girmeden ve başka bir yerde bir gece kalmadan sefere niyet ederek yola çıkarsa namazlarını seferi kılar. şayet o köye uğrar da içine girerse namazlarını tamam kılar. Çünkü ikameti bozacak üstün veya dengi bir şey bulunmamıştır.» H.

Bahır sahibi bunu şöyle reddetmiştir: «Sefer bâkidir. Onu bozacak bir şey bulunmamıştır. Vatan-ı süknâ itibara alınır farz etsek. sefer onu bozar. Çünkü seter vatan-ı ikameti bile bozar. Vatan-ı süknâyı nasıl bozmasın! Binaenaleyh Zeyleî´nin; "çünkü ikameti bozacak bir şey bulunmamıştır" sözü kabul edilemez.»

Halebi diyor ki: «Buna üstadımız itiraz etmiştir. Vatan-ı süknâ ile vatan-ı ikameti bozan şey her iki vatandan yapılan yeni seferdir. Bu vatanlardan, sefer müddetinden daha az bir yolculuğa çıkar da sonra sefere niyet ederse her iki vatan bâtıl olmaz. Onlara uğrarsa namazlarını tamam kılar.» Hayreddin-i Remlî de bunun mislini bir zatın yazmasından nakil ile kabul etmiştir.

Halebî şöyle demiştir: «Bu söz güzeldir. Çünkü bir kimse bir yerde yarım ay oturmaya niyet eder de sonra sefer murad etmeyerek oradan çıkar; bilâhare sefer murad ederek döner ve o yere uğrarsa namazlarını tamam kılar. Halbuki o kimse bu yeri vatan-ı ikamet yaptıktan sonra yeni bir sefer ortaya çıkarmıştır. Bu suretle yeni seferin vatan-ı ikameti iptal etmediği sabit olur meğer ki yeni seferi o vatandan yapmış olsun. Varsın vatan-ı süknâ da öyle oluversin Binaenaleyh Zeyleî´nin tasviri sahihtir. Onun tasvirinden anlarsın ki, vatan-ı aslî ile vatan-ı süknâ arasında mutlaka sefer müddetinden az mesafe bulunması lâzımdır. Vatan-ı ikametle vatan-ı süknâ arasındaki mesafe dahi böyle olmalıdır. »

Ben derim ki: Vatanı bozan seferin o vatandan başlaması şart olmadığını gördün. O vatandan da başka yerden de başlayabilir. Elverir ki üç günlük yol yürümeden o vatana uğramasın. Lâkın burada sefer müddetini yürümeden vatana uğramış oluyor. Zahiriye sahibi vatan-ı süknâyı muteber tutan ekser fukahanın kavlini teyit etmiş; imam Serahsî´nin buna delâlet eden bir mesele zikrettiğini söylemiştir.

Mesele şudur: «Bir Kûfe´li bir hâcet için Kadisiye´ye gitse ve aralarında sefer mesafesi bulunmasa, sonra oradan Şam´a gitmek isteyerek Hîre´ye varsa ve oraya yaklaşınca Kadisiye.ye dönerek oradan eşyasını alıp Şam´a gitmek; Küfe´ye uğramamak aklına gelse namazlarını Kadisiye´den yola çıkıncaya kadar istihsanen tamam kılar. Çünkü Kadisiye onun vatan-ı süknâsı idi. Hireye girmedikçe oraya gitmeyi istemekle kendisine başka bir vatan-ı süknâ zuhur etmiş değildir. Binaenaleyh Kadisiye´deki vatanı bâkidir. Bu çıkışla o vatan bozulmaz. Nitekim cenaze teşyi etmek gibi bir işle oradan çıksa yine bozulmaz.» Mesele kısaltılarak alınmıştır.

Ben derim ki: İki kavlin arası şöyle bulunabilir; O kimse vatan-ı süknâyı sefer tahakkuk ettikten sonra edinmişse bilittifak itibara alınmaz. Aksi olmuşsa bilittifak itibara alınır. Bir yolcu bir beldeyegirerek orada meselâ bir gün kalmaya niyet etse, sonra oradan çıkarak tekrar oraya dönse orada namazlarını seferi olarak kılar. Nasıl ki çıkmazdan önce de seferi kılardı. Muhakkıkların kavli buna hamledilir. Zira Bahır sahibi «Muhakkıklar bunda bir faide olmadığını söylemişlerdir. Çünkü o kimse orada hâli üzere misafir kalır. Böylece varlığı ile yokluğu müsavi olur» demiştir. Ulemanın; «çünkü o kimse orada hâli üzere misafir kalır» sözleri, o yeri vatan edinmezden evvel misafir olduğu hususunda zahirdir. Umumiyetle fukahanın sözleri ise sefere çıkmazdan önce o yeri vatan ittihaz ettiğine hamlolunur. Nitekim Zeyleî ile İmam Serahsî böyle tasvir etmişlerdir. Benim anladığım budur. Allah´u âlem.

METİN

Muteber olan matbuun niyetidir. Çünkü asıl odur. Tabiin niyetine itibar yoktur, Meselâ mehr-i muaccelini verdiği kadın kocasıyla, mükâteb olmayan köle sahibi ile, rızkı kumandan veya beytu´l - Mal tarafından veri!en asker kumandanı, ile; çırak, esir, borçlu ve talebe patronu ile beraber olursa tabidirler. (Musannıf burada laffü neşri müretteb yapmışsa da daha iyi anlaşılması için biz yapmadık).

Ben derim ki: İmdi beraberlik kaydı tâbi olma işi tahakkuk edebilmek için dikkate alındığı gibi bunu tahakkuk ettiren diğer şort daha dikkate alınır. O da asker meselesinde rızıklanmak, kadın meselesinde mehrin verilmesi ve kölenin mükateb olmamasıdır. Binseksen senesindeki, "Girit adası hadisesi"nın cevabı bununla açığa kavuşur.

İZAH

(Matbuğ: kendisine tâbi olunan Kimse demektir). Matbu´ asıldır. Mukim olmak veya sefere çıkmak onun elindedir. Mehr-i muaccelini (peşin olan mehrini) alan kadın kocasına tabidir, Fakat bu mehri almadığı ise tâbi değildir. Çünkü kocası mehr-i muaccelini verinceye kadar ona nefsini teslim etmeyebilir. Mehr-i müeccelde (yari veresiye mehirde) buna hakkı yoktur.

Bahır´da «Mehr-i muaccelini almadan kadın kocasının iskân ettiği yerde oturmayabilir» deniliyor.

Ben derim ki: Aynı eserde şu da vardır: «Bu şart iki kavilden birine göre kadını evinden çıkarmak ve sefere götürmek hakkı sabit olmak içindir. Bizim sözümüz bundan sonradır. Onun için Münye şerhinde "En iyisi kadın mutlak surette kocasına tâbidir demektir. Zira kadın kocasıyle sefere çıkınca artık ona muhalefet hakkı kalmaz" deniliyor.» Eğer yedekçi ücretli ise itibar âmânın niyetindedir. Ücretsiz ise yedekçinin niyetine itibar olunur.»

Esir meselesinde Münteka´da şöyle denilmiştir: «Bir müslümanı düşman esir aldığı zaman şayet üç günlük yola gitmek niyetinde bulunursa namazlarını seferi olarak kılar. Niyeti bilinmezse kendisine sorar. Söylemezse düşman mukim olduğu taktirde namazlarını o da tamam kılar. Düşman misafir ise o da seferi olarak kılar. Ama bu hükmün, o kimsenin misafir olduğu tahakkuk ettiğine göre verilmesi gerekir. Aksi taktirde zalim eline düşen gibi olur ve üç günlük yol yürümeden seferi olamaz. Matbuu tarafından kendisine sorulan her tabiin hükmü böyle olmak icabeder. Tabi bir şey söylerse matbuu onunla amel eder. Söylemezse kendisinin bulunduğuikamet veya sefer haline göre amel eder. Aksi zuhur edinceye kadar hüküm budur. Sormak imkânı bulunmamak, sorup da cevap alamamak gibidir. Münye Şerhi.

Borçludan murad: Zengin borçludur. Bahır´da Muhit´den naklen şöyle denilmiştir: «Borçlu misafir olarak bir şehre gider de alacaklısı kendisini ele geçirerek hapis ederse, fakir olduğu taktirde namazlarını seferi olarak kılar. Çünkü ikamete niyet etmemiştir. Alacaklının onu hapis etmesi helâl değildir Zengin ise borcunu ödemeye azmettiği veya hiç bir şeye niyet etmediği taktirde seferi olarak kılar. Borcunu ödememeye azim ve itikat ederse tamam kılar» Borcunu ödemeye azmettiği cümlesinden murad; onbeş gün geçmeden ödemektir. Nitekim Fetih´de böyle denilmiştir.

Talebenin hocasına tabi olması, rızkını hocası temin ettiğine göredir. Rahmetî.

Talebeden murad; mutlak surette öğrenci ile öğreticidir yoksa hassaten bir ilimin öğrencisi ile üstâdı değildir.

Ben derim ki: Akıl baliğ olan terbiyeli çocukla babası dahi evleviyetle bunun gibidir.

Şârih «çırak, esir, borçlu ve talebe patronu ile» diyeceğine «çırak patronuyle, esir kendisini esir alanla, borçlu alacaklısı ile ve talebe hocasıyle» demeli idi. H.

Girit adası hadisesi şudur: Ordu hezimete uğramış ve asker her tarafa dağılmıştı. Bu suretle beraberlik ve rızıklanma ortadan Kalkmış; herkes başına buyuruk olmuş; tabilik kalmamıştı. Rahmeti.

METÎN

Tâbi olan kimse mutlaka matbuun niyetini bilmelidir. Matbu mukim olmaya niyet eder de tâbi bunu bilmezse öğreninceye kadar seferidir. Esah kavil budur. Feyz´de, «Fetva bununla verilir» denilmiştir. Nitekim Muhit ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Bu ondan zararı def içindir. Gerçi Hülâsa´da, «bir köle sahibine imam olur da sahibi mukim olmaya niyet ederse namazını tamam kıldığı taktirde ikisinin namazları da sahihtir. Tamam (yani dört rekat üzerinden) kılmazsa sahih olmaz» denilmişse de bu söz esah kavlin hilâfınadır. Kaza seferde olsun hazarda olsun edaya benzer. Çünkü bir defa karar kıldıktan sonra artık değişmez. şu kadar varki hasta, sağlamken kalan namazlarını hastalığı anında gücü yettiği nisbetinde kılar.

İZAH

Esah kavle göre, tâbi olan kimse matbu´unun niyetini öğreninceye kadar misafir sayılır Bazıları «namazlarını mukim olarak kılması lâzımdır. Bu müvekkilin ölümü ile vekilin hükmen azledilmiş sayılması gibidir» demişlerdir ki bu kavil daha ihtiyattır. Nitekim Fetih´te beyan edilmiştir. Hülâsa´da Bahır´dan nakledildiğine göre zahir rivayet de budur.

«Bu o kimseden zararı def etmek içindir.» Çünkü kendisi namazlarını seferi olarak kılmakla me´murdur. Tam olarak kılmaktan menedilmiştir. Binaenaleyh muztar ve mecburdur. Şayet o bilmeden matbuunun mukim olmasıyle farzları dört rekat olsa kendisine her cihetle başkası tarafından büyük bir zarar gelmiş olurdu. Bu ise şer´an defedilmiştir. Satışa vekil böyle değildir. Zira o satmayabilir. Ve böylece zararı defetmek imkânını bulur. Müvekkilin zahirî emrine bakaraksatarsa zarar bir cihetten onun tarafından, bir cihetten de müvekkil tarafından gelmiş olur. Ve kasten değil de hükmen azl sahih olur. Bunu, Bahır sahibi kısaltarak Muhit ve Tahavî şerhinden nakletmiştir.

«Bu söz esah kavlin hilâfınadır.» Bahır sahibi diyor ki: «Keza (seferde köle, sahibi ile beraber bulunur da köle namazda iken sahibi onu mukim birine satarsa namazı dört rekata inkılab eder. (Hattâ iki rekatta selâm verse o namazı tekrar kılması icabeder). Demek kölenin bilmediği farzedilirse sahih olmayan kavle ibtina eder. Yahut bildiği farzedilirse bütün ulemanın kavillerine ibtina eder.»

«Kaza, seferde olsun hazarda olsun edaya benzer.» Yani bir namaz seferde kazaya kalırsa hazarda (yani mukim olduğunda) onu iki rekat üzerinden kılar. Nitekim eda etmiş olsa böyle kılacaktı. Mukim iken kazaya kalan namazlar da öyledir. Onları da seferde dört rekat üzerinden kaza eder, Çünkü bir defa karar kıldıktan sonra artık değişmez. Karar kılması vaktin çıkmasıyle olur. Zira vakit çıktıktan sonra farz bir daha değişmez. Vakit çıkmadan ise mukim olmak niyetiyle yahut sefere çıkmakla veya misafirin mukime uymasıyle değişebilir.

«Şu kadar var ki ilh...» Fethu´l - Kadîr´de şöyle denilmiştir: «Buna göre hastanın ayağa kalkamadığı hastalığında kalan bir namazı müşkil sayılamaz. Çünkü onu iyileştikten sonra ayakta koza etmesi gerekir. Zira vücub ayakta durmak kaydıyle mukayyettir. Ancak hastaya özrü halinde bunu gücünün yettiği nisbetinde yapmasına ruhsat verilmiştir. Hasta bu namazı özür halinde eda etmeyince ruhsatın sebebi ortadan kalkar. Ve, asıl taayyün eder. Onun için hasta bunu sağlamken bırakırsa hasta iken oturarak kılar. Yolcunun namazına gelince: O iptidadan yalnız iki rekattır. Hatanın menşei ruhsat kelimesinin müşterek oluşudur.

METİN

FER´İ MESELELER: Sultan sefere çıkarsa namazlarını seferi olarak kılar. Yolcu. bir beldeden evlenirse en münasip kavle göre mukim olur. Hayzlı bir kadın temizlenir de varacağı yere iki günlük mesafe kalırsa sahih kavle göre bülûğa eren çocuk gibi namazlarını tamam kılar. Müslüman olan kâfir bunun hilâfınadır. Mukim ile misafirin, aralarında müşterek olan bir köle için sahipleri nöbetleştikleri taktirde, misafir nöbeti sırasında namazını seferi olarak kılar. Nöbetleşmezlerse namazın ilk oturuşu kendisine farz olur. Ve ihtiyaten namazı dört rekat üzerinden kılar. Mukim imama asla uyamaz. Bu, hakkında lugaz yapılan meselelerden biridir.

Bir kimse kadınlarına; "sizden hanginiz günle gecede kaç rekat farz olduğunu bilmese boş olsun" der de biri, "yirmi rekattır"; diğeri "onyedidir"; üçüncüsü "onbeştir"; dördüncüsü "onbirdir" diye cevap verirse hiç biri boş düşmez. Çünkü birincisi vitir namazını katmış; ikincisi onu terketmiştir. Üçüncüsü cuma gününün farzlarını; dördüncüsü de misafirin farzlarını söylemiştir. Allah´u âlem.

İZAH

Sultan sefere niyet ederse misafir olur ve namazlarını seferi olarak kılar. Münye şerhinde şöyle deniliyor: «Bazıları kendinin vilâyeti dahilinde olmadığı zaman seferî olacağını söylemişlerdir. Vilâyeti dahilinde dolaşırsa onlara göre seferi olmaz. Fakat esah olan fark gözetmemektir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ile hulefa-i Râşidin Medine´den Mekke´ye sefer ettikleri zaman namazlarını seferi olarak kılmışlardı.

«Seferî olmaz» diyenin muradı Bezzaziye´de açıklandığı vecihle halkın hallerini soruşturmak ve maksadı hasıl olunca geri dönmek maksadıyle çıkmış olması; sefer müddetini kastetmemesidir. Hattâ sefer mesafesi giderek, dönerse dönüşte namazlarını seferi olarak kılar. Bazıları sultanın bütün vilâyetlerini kendi şehri hükmünde olmakla illetlendirmişlerse de buna itibar yoktur. Çünkü bu ta´lil nas mukabilindedir. Bununla beraber üç imamımızdan bu hususta bir rivayet de yoktur. Binaenaleyh nazar-ı itibara alınmaz.

«Yolcu bir beldeden evlenirse en münasip kavle göre mukim olur.» Yani orasını vatan ittihaz etmese bile yahut onbeş gün oturmağa niyetlenmese bile mücerret evlenmekle mukim olur. Yolcu kadın ise mücerret evlenmekle bilittifak mukim olur. Nitekim Kuhistani´de beyan olunmuştur. H.

Zeyleî bu «en münasip kavli», "denilmiştir" sözüyle hikâye etmiştir. Öyle görünüyor ki kendisi mukabil kavli tercih etmiştir. Şu halde tercih muhtelif demektir. T.

Ben derim ki: Şöyle denilebilir: Muradı yarım aydan önce çıkmak değilse mukim olmaz. Hayızlı bir kadın temizlenir de varacağı yere iki günlük mesafe kalırsa sahih kavle göre namazlarını tamam kılar. Zahîriye´de böyle denilmiştir.

Tahtavî, «herhalde geçen müddet zarfında namaz kendisinden sâkıt olduğu için o müddette sefer hükmü muteber sayılmamıştır, edaya ehliyet kazanınca o andan itibaren sefer hükmü itibara alınmıştır» diyor.

Sabi de öyledir. Sabi yolda bulûğa erer de varacağı yere üç günden az mesafe kalırsa mukim namazı kılar. Geçen müddete itibar edilmez. Çünkü o müddette mükellef değildir. T.

«Müslüman olan kâfir bunun hilâfınadır.» Yani o namazlarını seferi olarak kılar. Dürer´de şöyle denilmiştir: «Zira onun niyeti muteberdir. Binaenaleyh baştan misafir sayılır. Çocuk öyle değildir. O bülûğa erdiği vakitten itibaren misafir olur. Bazıları her ikisinin mukim olarak. bazıları ikisinin de misafir olarak namaz kılacaklarını söylemişlerdir.» Muhtar olan kavil birincisidir. Nitekim Hülâsa´dan naklen Bahır´da ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir.

Şurunbulaliye´de şu satırlar vardır: «Âşikârdır ki, hayzlı kadın müslüman olan kâfirin derecesinden daha aşağı düşmez. Binaenaleyh onun hakkı da müslüman olan gibi seferi kılmaktır.»

«Nehecü´n - Necât sahibi buna. «Kadının manii semavidir (Allah´tan dır). Öteki öyle değildir» diye cevap vermiştir. Yani "velev ki ikisi de niyet ehli olsunlar" demek istemiştir. Çocuk böyle değildir. Lâkin kadını namazdan kendi fiili olmayan birşey menetmiştir. Bu sebeple niyeti evvelden hükümsüz kalmıştır. Kâfir böyle değildir. O ibtida da manii gidermeğe kadirdir. Onun için niyeti sahih olur. Kölenin sahipleri onun hizmetini nöbete sokmazlarsa iki rekatta oturması farz olur. Ama ihtiyaten yine mukim namazı kılar. Çünkü kendisi bir vecihten misafir bir vacihten mukimdir. Münye Şerhi.

«Mukim imama asla uyamaz.» Münye şerhinde bu hususta şöyle deniliyor: «Şu hale göre bu kölenin mukim imama uyması mutlak surette caiz değildir. Bu bilinmelidir.» Yani ne vakit içinde, ne vakit dışında, ne ilk iki rekata ne de son iki rekatta uyamaz. Herhalde bunun vechi üstadımızın ifade buyurdukları gibi kölenin ihtiyaten mukim namazı kılmasının muktezası, onun hakkında ikinci oturuşun farz olmasıdır. Bu onu mukime ilhak etmek içindir.

Biz de demiştik ki: Ona ilk oturuş dahi farzdır. Bu da onu Misafire ilhak içindir. Mukim imama uyarsa farz kılanın ilk oturuş hakkında nâfile kılana uyması lâzım gelecektir.

Ben derim kî: Lâkin Münye şarihinin «şu hale göre ilh...» demesinden anlaşılıyor ki, bu tefri incelemeye göre kendi tarafından yapılmıştır. Aksi taktirde benim Hüccet´ten naklen Tatarhaniye´de gördüğüm şudur: İki sahibi o köleyi nöbetleşerek istihdam etmezler ve köle ellerinde bulunursa kölenin yalnız başına kıldığı her namaz dört rekat üzerinden olur. İki rekata oturur. Son iki rekatta kıraatı okur ve keza misafire uyarsa onunla iki rekat kılar. İki rekatta okuyup okumayacağı ihtilâflıdır. Ama, mukime uyarsa bilittifak dört rekat kılar.

«Bu, hakkında lügaz yapılan meselelerden biridir.» Yani bunun hakkında birkaç cihetten lügaz yapılır. Ve «hangi şahıstır o ki, farzını dört rekat olarak kılar da ikinci oturuş gibi ilk oturuş da kendisine farz olur?» «Hangi şahıstır o ki, vakit içinde mukim imama uyması sahih değildir?» «Hangi şahıstır o ki, ne mukimdir; ne misafir?» denilir. Nöbetleşme halinde dahi «hangi şahıstır o ki, bir gün mukim bir gün misafir namazı kılar?» denilir. T.

«Çünkü birincisi vitir namazını katmıştır.» Ve doğru söylemiştir, Zira vitir namazı farz-ı amelidir. Kocanın sözündeki tarz, amelîye de şâmil olmak için «fiili lâzım olan» mânâsına hamledilir. T.

Üçüncüsü cuma gününün farzlarını söylemiştir.» Yani o günün kat´î olan farz namazlarını söylemiş, vitiri nazar-ı itibara almamıştır. Dördüncüsü de öyledir. Allah´u âlem.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:32 am GMT +0200
CUMA BABI



METİN

Bu kelime cumu´a ve cum´a şekillerinde okunabilir. Cuma namazı farz-ı ayın olup inkâr eden kâfir olur. Çünkü kat´i delil ile sabit olmuştur. Nitekim bunu Kemâl tahkik etmiştir. Bu namaz müstakil bir farz olup öğle namazından daha kuvvetlidir. Onun bedeli değildir. Nitekim bunu Bâkanî Seriyyüddîn ibn Şıhne´ye nisbet ederek yazmıştır.

Bahır´da şöyle denilmiştir: «Cuma namazının farz olmadığına itikat edilir korkusuyla, cumadan sonra zuhr-u âhir niyetiyle kılınan bir namaz olmadığına ben defalarca fetva vermişimdir.» Zamanımızda ihtiyat olan da budur Ama böyle mefsedetten korkusu olmayan için onu evinde gizlice kılmak evlâdır.

Cumanın sahih olması için yedi şart vardır:

Birincisi: Şehir olmaktır. Şehir, en büyük mescidi, cuma ile mükellef olan halkını almayacak kadar büyük yerdir. Ekser fukahanın fetvaları buna göredir. Mücteba: Çünkü Ahkâm hususunda gevşeklik zuhur etmiştir.

İZAH

Cuma namazının yolculukla münasebeti. her ikisinde bir arızadan dolayı namazın iptidaen yarıya indirilmiş olmasıdır. Ancak burada indirme yalnız öğleye mahsus olarak yapılmıştır. Yolculukta ise her dört rekatlı namaza âmm ve şâmildir. Onun için yolculuğu evvel zikretmiştir.

Cuma namazı kat´i delil ile sabittir. Bu delil Teâlâ hazretlerinin: «Ey iman edenler Cuma günü namaz için ezan okununca hemen Allah´ın zikrine koşun!» ayeti kerimesidir. Bu namaz sünnet ve icma-i ümmetle de sabittir.

«Nitekim bunu Kemâl tahkik etmiştir.» Kemâl tahkikini bitirince şunları söylemiştir: «Bu hususta bir nevi sözü uzatmamızın sebebi şudur: İşitiyoruz ki, bazı cahiller cuma namazının farz olmadığını Hanefî mezhebine nisbet etmektedirler. Bunların yanılması. Kudurî´nin, «bir kimse cuma günü öğleyi özürsüz olarak evinde kılarsa mekruh olur. Ama namazı caizdir» sözünden neşet etmiştir. Halbuki Kudurî "özürsüz evinde kılarsa haram olur. Ama namazı câizdir" demek istemiştir.» Sebebi ileride gelecektir.

Cuma namazı öğleden daha kuvvetlidir. Çünkü cuma hakkında varit olan tehdit öğle hakkında varit olmamıştır. Cuma hakkında varit olan tehdit, Peygamber (s.a.v.)´in şu hadisidir: «Bir kimse zaruret yokken üç defa cuma namazını terk ederse Allah o kimsenin kalbini mühürler.» Bu hadisi imam Ahmed ve Hâkim rivayet etmişlerdir. Hâkim onu sahihlemiştir. Binaenaleyh cuma namazını terkeden, öğleyi terkeden daha şiddetli azap göreceği gibi sevabı da öğlenin sevabından fazladır. Bir de cumanın bir takım şartları vardır ki bunlar öğle namazında yoktur.

«Cuma namazı öğlenin bedeli değildir.» Ancak bu söz musannıfın niyet bahsinde söylediğine aykırıdır. Oradaki ibaresi şerhi ile birlikte şöyle idi: «Vakit devam ederken şu vaktin farzına diye niyet etse caizdir. Yalnız cuma namazında caiz değildir. Çünkü o bedeldir. Meğerki onun do vaktin farzı olduğuna itikad eder. Nitekim bazı ulemanın reyi budur. Bu taktirde sahih olur.» Biz oradaMünye şerhinden naklen vaktin farzı bize göre cuma değil, öğle namazı olduğunu, ancak öğleyi ıskat için cuma namazı emir olunduğunu yazmıştık. Onun içindir ki. bir kimse cuma namazının vakti geçmeden öğleyi kılsa bize, göre caiz olur. İmam Züfer´le eimme-i selâse buna muhaliftirler. Velev ki yalnız onunla iktifa etmek haram olsun.

Hasılı vaktin farzı bize göre öğle; imam Züfere göre cumadır. Nitekim bunu Fethu´l - Kadîr sahibi ile başkaları ileride göreceğimiz şekilde açıklamışlardır. Hattâ Bâkânî de Mültekâ şerhinde izah etmiştir. Şarihin Bâkânî´den naklettiği ihtimal, Bâkânî şerhinde Nikâye´den naklen söylemiştir. Su söylediklerimizle o sözün zaif olduğu anlaşılır.

«Cuma namazının sahih olması için yedi şart vardır.» Bu hususta Nehir´de şöyle denilmiştir: "Cumanın vücup ve edası için birtakım şartlar vardır. Bunların bazısı namaz kılanda. bazısı başkasında aranır. Fark şudur: Şartları bulunmazsa eda sahih olmaz. Fakat vücubunun şartları bulunmazsa eda sahih olur.

Bu şartları bir zat nazma çekerek şöyle demiştir:

«Cumanın vacip olması içindir; hür, sağlam, bâliğ, erkek, mukim ve akıl sahibi olmak.»

«Edası için de: Şehir, sultan, vakit, hutbe. izn-i âm ve cemaat şarttır.»

Bunu Tahtavî Ebu´s - Suud´dan nakletmiştir. Şarihin şehir hakkındaki tarifi birçok köylere de uymaktadır. T.

«Cuma ile mükellef olan» kaydı ile musannıf, kadın, çocuk ve yolculardan ihtiraz etmiştir. Bunu Kuhustanî´den naklen Tahtavî söylemiştir.

«Ekser fukahanın fetvaları bunu göredir.» Ebû Şucâ «bu söz bu babta söylenenlerin en güzelidir» demiş. Valvalciye´de «bu sahihtir» denilmiştir. Bahır. Vikâye´de, muhtar metinde ve şerhinde bu kavil tercih edildiği gibi Dürer metninde dahi diğer kavilden önce zikredilmiştir. Zâhirine bakılırsa Dürer sahibi onu tercih etmiştir. Sadrı´ş - Şeria dahi «çünkü şer´î ahkâm hususundaki gevşeklik zuhur etmiştir. Bâhusus şehirlerde hudud-u şer´iyeyi tatbik hususunda bu kendini göstermektedir» diyerek bu kavli teyit etmiştir.

METİN

Zâhiri mezhebe göre şehir: Âmiri ve hudud-u şer´iyeyi tatbike kadir hakimi bulunan her yerdir. Nitekim Mültekâ üzerine yazdığımız derkenarda biz bunu kaydetmişizdir.

Kuhistanî´de: «Hâkimin köylerde cami yapılmasına izin vermesi Serahsî´nin söylediğine göre bilittifak cuma için izindir» denilmiştir... Buna hüküm de eklenince muttefekun aleyh olur.

İZAH

Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Sahih tarif Hidâye sahibinin yaptığıdır ki, o da âmiri, ahkâmı infaz ve hudud-u şer´iyeyi tatbik eden hâkimi bulunan yerin şehir olmasıdır. Sadrı´ş - Şeria şer´î hükümlerde gevşeklik zuhur ettiği için yukarıdaki tarifi tercih eden Vikâye sahibi namına itizarda bulunurken bu sözü çürütmüşse de asıl çürütülen Sadrı´ş - şeria´nin sözü olmuş ve, «Murad; cumayı kılmağa muktedir olmaktır» denilmiştir. Zira Tuhfe´de Ebû Hanife´den naklen beyanolunduğuna göre şehir; büyük belde olup içerisinde çarşı ve sokakları vardır. Şehirin köyleri de olur. İçinde heybet ve ilmi ile mazlumun hakkını zalimden alabilecek valisi bulunur ki halk günlük hadiselerde ona müracaat eder. Esah olan budur. Yalnız Hidaye sahibi sokak ve köyleri zikretmemiştir. Çünkü amir ile hükümleri infaz ve hadleri tatbike kudret olan hakim ekseriyetle böyle beldelerde olur.

Âmir ve hakimden murad; o yerde oturandır. Nahiye hakimi adı verilen ve bazan şehire gelen hakime itibar yoktur. şârih hakimle iktifa ederek müftüyü söylememiştir. Zira ilk asırlarda hakimlik müctehitlerin vazifesi idi. Hattâ vali ve hakim müftü değilse. müftü bulundurmak şart idi. Nitekim Hülâsa´da beyan olunmuştur.

Kudurî´nin tashihinde «Âmir namına hakim ile iktifa edilir» denilmiştir. Mülteka şehri.

Şeyh İsmail diyor ki: «sonra âmirden murad; insanları koruyan, müfsitlere mâni olan ve şeriatın hükümlerini takviye eden kimsedir.» Rekaik nâm eserde de böyledir. Bunun hasılı; İnâye´de tefsir edildiği gibi mazlumun hakkını zalimden almağa kadir olmaktır.

Şeyh İsmail´in şerhinde Dehlevî´den naklen şöyle denilmektedir: «Murad, bilfiil bütün hükümleri tenfiz değildir. Çünkü cuma namazı insanların en zâlimi olan haccac devrinde kılınmıştır. Haccac bütün hükümleri tenfiz etmezdi. Belki murad; Allah´u âlem buna muktedir olmasıdır.» Bu sözün bir mislini Ebu´s-Suûd efendi haşiyesinde allâme Nuh efendinin risalesinden nakletmiştir.

Ben derim ki: Bunu şu da teyit eder: Zâhir rivayet olan bu kavle göre bazı hükümlerin tenfizinin ihlâl edilmesi beldenin şehir olması hükmünü bozarsa, şu zamanda hattâ daha önceki zamanlarda hiçbir islâm beldesinde cuma namazının sahih olmaması lâzım gelir. Binaenaleyh muradın hükümleri tenfize iktidarı olması taayyün eder. Lâkin hükümler deyince onların ekserisi kastedilmelidir. Aksi taktirde bazan hakim onların bir kısmını da tenfiz edemez. Çünkü Hâkimi tayin eden hükümdar bunları menedebilir. Nitekim fitne günlerinde bu olur. Beldenin şaşkınları birbirlerine yahut hakime karşı taassup gösterirler de aralarında ahkâmın tenfizine imkân bulamaz. Başkaları arasında ve askeri içinde ahkâmı tenfize kadirdir. Şu var ki bu arızidir; nazar-ı itibara alınmaz. Onun için vali ölür veya bir fitneden dolayı hazır bulunmaz da cumayı kıldırmağa hakkı olan bir kimse de bulunamazsa zaruretten dolayı halk kendilerine bir hatip tayin eder. Nitekim gelecektir. Halbuki burada ne âmir vardır ne de hâkim!. «Fitne günlerinde cuma kılmak sahih değildir» diyenlerin cehli bundan anlaşılır. Halbuki ileride beyan edeceğimiz vecihle cuma namazı kâfirlerin istilâ ettikleri beldelerde bile kılınabilir. Şarih Kuhistanî´nin sözü ile metnin ibaresini teyit etmiştir. Kuhistanî´nin ibaresi şöyledir: «Kasabalarla çarşıları olan büyük köylerde kılınan cuma farz yerine geçer. Ebû´l - Kasım "Vali yahut hâkim büyük cami yapılıp içinde cuma kılınmasına izin verirse bunda hilâf yoktur" demiştir. Çünkü bu içtihat götüren bir yerdir. Buna hüküm de eklenince müttefekunaleyh olur. Bizim söylediğimizde hâkimi, minberi ve hatibi bulunmayan küçük köylerde cuma kılmanın caiz olmayacağına işaret vardır. Nitekim Muzmeratta beyan olunmuştur. Zâhire bakılırsa bununla kerahet kastedilmiştir. Çünkü cemaatla nâfile kılmak mekruhtur. Görmüyormusun Cevahir nâm kitapta "Köylerde kılarlarsa öğleyi eda etmeleri tâzım gelir" deniliyor. Bu, izne hüküm eklenmediğine göredir. Çünkü Fetevâ´d dinarı nâm eserde beyan edildiğine göre bir kimse hükümdarın emriyle köyde bir mescit inşa etse Serahsî´nin söylediği vecihle bu bilittifak cuma için emir sayılır.»

Kuhistanî´den naklettiğimiz ibareden anlaşılıyor ki, sultan veya hakimin mücerret «mescid yapılsın ve içinde cuma kılınsın» emri. hilâfı davası; ve hadisesiz ortadan kaldıran bir hükümdür. El´eşbah nâm kitabın kaza bahsinde şöyle denilmektedir: »Hâkimin emri hükümdür. Meselâ "Had vurulanı davacıya teslim et!" demesi ve borcunu vermesini keza hapsin emir etmesi bu kabildendir.»

(Eşbah sahibi) İbn Nüceym «Hâkimin küçük bir kızı evlendirmesi hilâfı ortadan kaldıran bir hükümdür. Başkasının bu hükmü bozmaya hakkı yoktur» demiştir.

«Buna hüküm de eklenince müttefekunaleyh ölür» (bu ibareye hacet yoktur) biliyorsun ki, mücerret emrine, hilâfı ortadan kaldırdığı hususunda Kuhistanî´nin ibaresi açıktır. Bu, mücerret emri hüküm demek olduğuna binaendir.

METİN

Yahut şehrin sahasıdır. Bundan maksat, şehre bitişsin veya -İbn-i Kemâl ile başkalarının kaydettikleri gibi- bitişmesin cenaze gömmek ve at koşturmak gibi şehrin yararına kullanılan. yerdir. Fetva için tercih edilen kavil bir fersahla takdir edilmesidir. Bunu Valvalci söylemiştir.

İkincisi Sultandır. Velev ki mütegallib (kahran başa geçen) veya kadın olsun. Kadının cuma kıldırması caiz değil fakat kıldırmak için emir vermesi caizdir. Veyahut cuma kıldırmak için sultanın memuru olsun. Bu şahıs bir nahiyenin işlerine bakan bir köle de olabilir. Velev ki kıydığı nikâhları ile verdiği hükümleri caiz olmasın.

İZAH

İbn-i Kemâl şöyle demiştir: «Bazıları yetişme kaydını muteber tutmuşlardır. Zâhire sahibi bunu hatalı görmüş ve şunları söylemiştir: bu zatın sözüne göre Buhara´daki bayram namazgâhında cuma namazı caiz değildir. Çünkü namazgâhla şehir arasında ekinlikler vardır. Bu mesele bir defa vaki olmuş ve zamanımızın bazı uleması caiz olmadığına fetva vermişlerdir. Lâkin doğru değildir. Zira Buhara´daki bayram namazgâhında bayram namazının caiz olduğunu ne gelmişlerden ne de geçmişlerden hiçbir kimse inkâr etmemiştir. Ve nasıl ki şehir veya sahası cuma namazı caiz olmak için şart ise, bayram namazının caiz olması içinde şarttır.»

«Fetva için muhtar olan kavil, bir fersahla takdir edilmesidir.» Bilmiş ol ki, ehli tercihten bazı muhakkıklar mesafe ile takdire< muhaliftir. tarfie edilen ittifak olduğuna uygun denilmeğe hazırlanmış için yararları şehrin tahdit, ile mesafe Binaenaleyh mümkündür. yerlerde gibi Bulak Evet, uzaktır. fersahlarca taraftan her Turp ve Karafe gelen sonra Nasır´dan - Bâbı´n Zira değildir. sahih yerde Mısır takdir mil veya atımı Ok ki: Şöyle göredir. küçüklüğüne büyüklüğüne O bulunmaz. şehirde tahdit Çünkü güzeldir. daha tahdiden etmek tarif Ama sıralanır. olarak işitimi ezan bir işitimi, ses üç fersah, iki mil, atımı, ok Bir Bunlar: dokuzdur. sekiz mecmuu kavillerin hususundakiBunu etmişlerdir. ise Bazıları yapmıştır. öyle de Muhammed imam yazıcısı Mezhebimizin vermişlerdir. adını

İmamlarımız sahanın, cenaze gömmek, at ve hayvan gezdirmek asker toplamak, atışa çıkmak ve emsali şehir ihtiyaçları için hazırlanmış yer olduğunu hassan bildirmişlerdir. Mısır´ın askerlerini içine alacak, atlarına ve süvarilerine meydan olacak ok ve ateşli silah ile topları denemeye elverecek hangi yer mesafe ile tahdit edilebilir, bu fersahların ötesine geçer. Binaenaleyh tahdidin şehirlere göre yapılacağı meydana çıkar. Bu satırlar allâme Şurunbulalî´nin Tuhfe adlı eserinden kısaltılarak alınmıştır. Şurunbulâlî bu eserinde Sebil allan mescidinde cuma kılmanın sahih olduğuna kesin olarak hüküm vermiştir. Bu mescidi zamanının emirlerinden biri yaptırmış olup şehrin sahasında bulunmaktadır. Şehirle mescid arasında bir fersahın dörtte üçünden biraz fazla mesafe vardır.

Ben derim ki: Bununla Dımeşk´ın mecrasındaki Sultan Selim Tekkesinde cuma kılmanın sahih olacağı anlaşılır. Dımeşk´ın Salhiyesindeki Sultan Selim mescidinde dahi hüküm budur. Zira Salhiye dağ eteğindeki kabristanı ile birlikte Dımeşk´ın sahasından maduttur. Velev ki Dımeşk´ten ekinliklerle ayrılmış olsun. Ona yakındır. Çünkü şehre üçtebir fersâh uzaklıktadır. Burası müstakil bir köy sayılsa da musannıfın tarifine göre şehirdir. Şu da var ki, mescid sultanın emri ile yapılmıştır. Melik El Eşref´in yaptırdığı Mescidi´l - Hanabile adı ile meşhur eski mescidi de öyledir. Yukarıda geçtiği vecihle cumanın sahih olması için sultanın emri kâfidir.

Bilmiş ol ki, kadından sultan olma, Meğer ki kahran (zorla başa geçmiş ola. Çünkü imamlık bâbında imamın erkek olmasının şart olduğunu görmüştük. Şârihin «Velev ki bu mütegallib kadın olsun» demesi icabederdi. H.

Mütegallibten murad, halk razı olsa bile kendisinde imamlık şartları bulunmayan kimsedir.

Hülâsa´da «Mütegallib, ahdı yani fermanı olmayan kimsedir. Halk arasında emirler gibi hareket eder; vâliler gibi hüküm verirse onun huzuruyla cuma kılmak caizdir» denilmektedir. Bahır.

«Yahut cuma kıldırmak için sultanın memuru olsun.» Bu memuriyet delâleten emre de şâmildir. Bahır´da şöyle demliyor: «Kimseye gizli değildir ki, bir şehirde Ammenin işleri kendisine havale edilen kimse cumayı kıldırabilir. Velev ki bunu sultan kendisine açık olarak havale etmesin. Nitekim Hülâsa´da da böyle denilmiştir. Nazarı itibara alınacak cihet, nâibin namaz vaktinde ehil bulunmasıdır. Naip tayin edilirken ehil bulunması değildir, hattâ çocuk e zımmiye emir eder de cuma namazını kendilerine havale kılarsa çocuk bulûğa erdiği, zımmi de müslüman olduğu taktirde cuma namazını kıldırabilirler. Çünkü kendilerine cumayı sarahaten havale etmiştir. Sarahaten havale etmezse iş değişir. Ancak Hâniye´nin ifadesinden anlaşıldığına göre bu hüküm bazı ulemanın kavlidir. Tercih edilen kavle göre fark yoktur. Zira havale batıldır. Buna göre muteber olan, naip tayin edildiği vakitte ehil olmasıdır.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Ben derim ki: Lâkin Şurunbulâlî´nin risalesinde Hülâsa´dan naklen şöyle denilmektedir: «Muteber olan, izin verirken cumayı kılarken ehil bulunmasıdır. Velev ki bazı ibarelerde bunun aksini iktizaeden sözler bulunsun»

«Velev ki nikahları ile verdiği hükümleri caiz olmasın.» Çünkü bunlar velâyete istinat ederler. Kölenin ise başkasına şöyle dursun kendine velâyeti yoktur. Bir de hüküm vermenin şartı hür olmaktır. T.

METİN

En büyük imam (Şeyhu´l İslâm) veya onun nâibi tarafından tayin edilen hatibin, hutbede yerine başkasını geçirmeye hakkı olup olmadığı hususunda ihtilâf edilmiş; bazıları mutlak surette yani zaruret bulunsun bulunmasın hakkı olmadığını, yalnız kendisine bu havale edilmişse caiz olduğunu, bir takımları zaruret varsa caiz, yoksa caiz olmayacağını; diğerleri zaruretsiz mutlak surette caiz olacağını söylemişlerdir. Çünkü cumanın eda zamanı muvakkat olduğundan çabuk geçer. Binaenaleyh memura cuma kıldırmak için emir vermek, yerine başkasını geçirmek için delâleten izin sayılır. Kaza böyle değildir. Ulemanın ibarelerinden anlaşılan da budur.

Bedayi´de «cuma kıldırmaya hakkı olan her şahsın, kendi yerine başkasını geçirmeye de hakkı vardır» denilmiş; İbn-i Cürübaş´ın «en Nüc´a fi tâ´dâdi´l cum´a» adlı eserinde de «cuma kıldırmak için izin ancak mescid yapılırken şarttır. Ondan sonra izin şart değildir. Belki her hatiple birlikte izin vardır» şeklinde izahatta bulunulmuştur. Tamamı Bahır´dadır.

İZAH

Buradaki ihtilâf ehli tahric veya ehli tercih mezheb uleması arasında değil, müteehhirin ulemanın bu zevatın ibarelerini anlamak hususundaki ihtilâflarıdır. Hatibin hutbede yerine başkasını geçirmesi sultanın izni olmadığı zaman ihtilâflıdır. Sultanın izni varsa caiz olacağında hilâf yoktur.

«Bazıları mutlak surette caiz olmadığını söylemişlerdir.» Bunu söyleyen Dürer sahibidir ve şöyle demiştir: «Hatip için yerine başkasını geçirmek asla caiz olmadığı gibi iptidaen namaz için de caiz değildir. Belki imamın abdesti bozulduğu zaman caiz olur. Meğer ki başkasını yerine geçirmek için sultan tarafından kendisine izin verilmiş ola»

«Bir takımları zaruret varsa caizdir demişlerdir». Bunu söyleyen de ibn-i Kemâl paşadır. Ve şöyle demiştir: «Bu, cuma namazını vaktinde kıldırmaktan aciz kalmak için bir zaruretten dolayı olursa başkasına havale caizdir. Aksi taktirde caiz olmaz.» Yani hiç zaruret yoksa yahut bir özürden dolayı fakat özür giderilebilecek gibi olup ondan sonra vakit çıkmadan cuma kılınabilecekse cumayı başka bir hatibe havale etmek caiz değildir. İbn-i Kemâl bundan sonra şunları söylemiştir: «Cumayı kılmak iki şeyden yani hutbe ve namazdan ibarettir. İzne bağlı olan birincisidir. İkincisi izne bağlı değildir. Binaenaleyh cuma kılmak için yerine başkasını geçirmekten murad bazılarının tevehhüm ettiği gibi namaz için değil hutbe içindir.» Bu satırları kısaltarak Müneh sahibi nakletmiştir.

«Diğerleri zaruretsiz mutlak surette caiz olacağını söylemişlerdir.» Bunu söyleyen Kâdı´l - Kudât Muhyiddin ibn-i Cürübaş´tır. Müneh. Münye şârihi Burhan İbrahim Halebî ve keza Bahır ve Nehir sahipleri ile Şurunbulâlî, musannıf ve şârih de buna kaildirler. Mutlak mânâ daha iyi anlaşılmak için şârihin burada «zaruretsiz bile olsa» demesi gerekirdi. T.

İmdâd sahibi biraz söz ettikten sonra şöyle demiştir: «Hutbe ve namaz için mutlak surette istihlâfın yani özürlü veya özürsüz kendi orada olsun olmasın yerine başkasını geçirmenin caiz olduğunu ve keza yalnız namaz veya yalnız hutbe için istihlâf yapılabileceğini öğrendikten sonra şunu da bil ki, hastalık ve benzeri bir sebepten dolayı yerine başkasını geçirirse geçen kimse cemaata hutbe okuyarak namazı kıldırır. Bu mesele açıktır. Fakat abdesti bozularak yalnız namaz kıldırmak için geçirirse bu, ya namaza başladıktan sonra veyahut önce ölür. Namaza başladıktan sonra olursa kendisine uyması sahih olan her şahsı yerine geçirebilir. Fakat namazdan önce hutbeden sonra olursa kendisi.ne uyma ehliyeti ile beraber halîfenin hutbenin tamamında veya bir kısmında bulunması şarttır»

«Çünkü cumanın eda zamanı muvakkat olduğundan çabuk geçer.» Bu ibare Hidâye´nin edebül-Kadî bahsinden alınmıştır. Yani cuma namazı bir vakitle sınırlandırıldığı için vakit geçmekle kaçırılmak tehlikesine maruzdur. Bu açıklamayı Dürer sahibi Hidâye´ şerhinden nakletmiştir. Demek oluyor ki, bu hal istihlâfa delâleten izin sayılır. Çünkü memura hastalık ve abdestinin bozulması gibi namaza mani haller ârız olabileceğini bilir. Nitekim Bedayi´de böyle denilmiştir. Kaza böyle değildir. Zira o her zaman yapılabilir. Binaenaleyh kaza için verilen emir delâleten istihlâfa izin sayılamaz. Kâdı´l-Kudât Muhibbiddin ibni Cürübaş Bahır sahibinin üstadlarının üstadlarından biridir. H.

«İzin ancak mescid yapılırken şarttır.» Bu sözün neticesi şudur: Sultanın izni ancak işin başında bir defa şarttır. O, cumayı kıldırmak için bir şahsa izin verdi mi o şahıs da başkasına o da başkasına ilh... izin verebilir. Maksat, sultan bir camide cuma kılınmasına izin verdi mi artık orada her şahıs veya her hatip cuma kıldırmağa mezundur. "Sultanın yahut sultan tarafından mezun olan kimsenin iznine hacet yoktur" demek değildir. Ama İbn-i Cürübaş´ın ibaresi bu vehmi vermektedir. Bizim bu söylediklerimize İbn-i Cürübaş´ın Bahır´da nakledilen şu ibaresi de delâlet etmektedir: «Bunu öğrendikten sonra anlarsın ki zamanımızda yapılanlar bununla bağdaşır. Yeni yapılan bir camide cuma kılınmak için sultandan izin, alınır. Ve sultanın cami sahibine orada cuma kıldırmak için izin vermesi, cami sahibinin de tayin edeceği hatibe izin vermesini sahih kılar. Artık bu hatip de icabında yerine başkasını geçirmeye mezundur.

Bunun hülâsası şudur: Cuma kıldırmak ancak vasıtalı veya vasıtasız olarak sultan tarafından mezun kimseye caizdir. İzin yoksa caiz değildir. Nitekim şârihin Sirâciye´den naklen beyan ettiği sözlerde bu açıktır. Evet, İbn-i Şilbî´nin fetevasında şârihin iham ettiğini îham eden sözler vardır. Çünkü kendisine şöyle bir sual sorulmuştur: «Bir hududda hatipleri olan camiler bulunsa fakat hiçbir hatibin açık olarak sultandan izni olmasa yalnız sultan bu hududu ve oradaki camilerde cuma ve bayram namazları kılındığını bilse bu delâleten izin sayılır mı?» İbn-i Şilbî bu suale şu cevabı vermiştir: «Müslümanların işleri doğruya yorumlanır, âdet öyle cereyan etmiştir ki, bir kimse bir cami yaptırır da orada cuma kıldırmak isterse hükümdardan izin ister. İlk defa izin çıkdı mı artık bununla maksat hâsıl olmuştur. Ondan sonraki izin de verilmiş sayılır.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Lâkin bu sözü yukarıda geçene hamletmek mümkündür. Yani ikinci defa sultanın iznişart değildir. Belki her hatip ilk alınan izinle iktifa ederek yerine başkasını geçirebilir. Allah´u âlem.

METİN

Zeyleî´nin kaydettiği sözün delili yoktur. Molla Hüsrev ve diğerlerinin söylediklerini ise ibn-i Kemâl hususi bir risale ile reddetmiş; o risalede izin şartı olmaksızın cuma kılmanın caiz olduğuna delil getirmiş; fakat çok iyi yapmış; birçok faydalardan bahsetmiştir.

Mecmua´l Enhur´da, «İstihlâf bizim zamanımızda mutlak surette caizdir. Çünkü dokuzyüzkırkbeş tarihinde umumi izin çıkmıştır. Fetva buna göredir» denilmektedir.

İZAH

Zeyleî´nin kaydettiği «istihlâf yapması caiz değildir» sözünün delili yoktur. Meğer ki hatibin abdesti bozulsun. Bahır´da, «bu sözün delili yoktur. Ulemanın ibarelerinden anlaşılan mutlak caiz olmasıdır» deniliyor.

Ben derim ki: Bu hususta Zeyleî´ye Dürer sahibi molla Hüsrev de tâbi olmuştur. Nitekim yukarıda arzetmiştik. Lâkin Molla Hüsrev daha sonra kendi sözünü nakzederek «Hatipden başkası cuma kıldırmamalı; çünkü hutbe ile cuma birşey gibidir. Onları iki kimse icra etmemelidir. Ama yapılırsa caizdir» demiştir. Bu ise hatibin istihlâf yapmasıyle (yerine başkasını geçirmesiyle) olur. Molla Hüsrev bundan sonra şunu da söylemiştir: «Sultanın izniyle bir çocuk hutbe okur da bülûğa ermiş biri namazı kıldırırsa caiz olur. Hülâsa´da böyle denilmiştir. Risalesinde Şurunbulâlî diyor ki: "İşte bu söz, abdesti bozmaksızın ve namaza başlamadan namaz için istihlâfın caiz olduğuna onun tarafından nastır. Nitekim bu gibi nasları evvelce beyan etmiştik.» Bu ifade söz götürür ki ondan bâbın sonunda bahsedeceğiz.

T E N B İ H : Bazıları Zeyleî namına cevap vererek «Onun sözü, "zarurette yerine birini geçirmek caizdir" kavline göredir» demişlerse de bu cevap doğrusu şaşırtıcıdır. Zira zarurette birini kendi yerine geçirmek caizdir sözü, bildiğin gibi ibn-i Kemâl paşaya aittir. Metinde zikredilen üç kavil ise mezhebin nakledilmiş kavilleri olmayıp Zeyleîden sonraki müteehhirin ulemanın ihtilâfıdır. Bunlardan birine Zeyleî´nin sözü nasıl binâ edilebilir! Kaldıki zaruretten dolayı yerine birini geçirmenin şart kılınması yalnız hutbe içindir. Namaz için değildir. Nitekim İbn-i Kemâl´in ibaresinde arzetmiştik, Burada sözümüz namaz hakkındadır. Zira abdest bozulması hutbe için birini yerine geçirmeyi icab etmez. Hutbe abdestsiz de sahih olur.

«Molla hüsrev ve diğerlerinin» söylediklerinden murad; «Hatip yerine başkasını geçiremez. Meğer ki bu hak kendisine havale edilmiş olsun» ifadesidir. H.

Ben derim ki: Metindeki ilk kavil budur. Bunu ibn-i Kemal reddettiği gibi Münye şârihi, Bahır, Nehir, Mineh ve İmdâd sahipleri ile daha başkaları da reddetmişlerdir. İbn-i Kemâl risalesinde sultandan izin olmaksızın cuma kıldırmanın caiz olduğuna delil getirmiş; bu hususta bazı kavillere istinad etmiştir ki onlardan biri de Hülâsa´nın şu ibaresidir: «İmamlık fermanında istihlâf kaydı olmasa bile imam yerine birini geçirebilir.»

Münye şerhinde «hiçbir inkar eden bulunmaksızın ümmetin ameli buna göre olmuştur» deniliyor. Evet, İbn-i Kemâl bu risalesinde istihlâf caiz olabilmek için zarureti şart koşmuştur. Arzettiğimiz gibi metindeki ikinci kavil budur. Zamanımızda yapılanların fasit olduğunu buna binaen söylemiştir. Zamanımızda yapılanlar; sultanların camiye geldiklerinde hiç özürleri yokken cumayı kıldırmak için yerlerine başkalarını geçirmeleridir. Şurunbulâlî bir risale ile İbn-i Kemâl´e reddiye yazmış; bu risalede Tatarhâniye´nin Muhit´den naklettiği şu meseleyi öne sürmüştür: «İmam hutbe okumak için başkasını yerine geçirir de kendisi dahi hutbede bulunur ve onu azletmeden başka bir adama cumayı kıldırmasını emreder; o da kıldırırsa caiz olur. Çünkü kendisi hutbe okunurken orada bulununca hutbeyi bizzat okumuş gibi olur. Namazı kıldıran kişi birinci naibin hutbesinde bulunarak susar do cemaata namazı kıldırır; o da bunun geldiğini bilirse kıldırdığı namaz caizdir. Çünkü azlettiği anlaşılmadıkça o kimsenin üzerine aldığı vazife de bâkidir.»

Şurunbulâlî «bu, naibin huzurunda asilin namazı sahih olduğuna nâsdır. Zira azledildiğini bilir» diyor.

Ben derim ki: Bu da söz götürür. Çünkü birincisi onun naibi değildir. O vazifesinde bâkidir. Zira «azlettiği anlaşılmadıkça» sözünün mânâs» «onu bilfiil azletmedikçe» demektir. Yoksa azlettiğini bilmesi değildir. Aksi taktirde yukarıdaki «geldiğini bilirse» ifadesi karşısında çelişkiye düşmüş olur. Reddiye hususunda en açık söz Bedayi´de Nevâdir´den nakledilen şu ifadedir: «O kimse ikinci naib geldiğini öğrenince azledilmiş olur. Ve ikinci naip birinciye hutbeyi tamamlamasını emrederse caiz olur. Böyle yapmayıp tamamlayıncaya kadar susar; yahut birincisi hutbeyi bitirdikten sonra gelirse cuma caiz olmaz. Çünkü bu hutbe, azledilen sultanın hutbesidir. ikincisinin geldiğini bilmezse iş değişir. Bu taktirde hutbeyi okur ve namazı kıldırır; birincisi de susarsa cuma caizdir. Çünkü kendisi vekilde olduğu gibi ancak bilmekle azledilmiş olur» Bu ifade. asil mevcut iken vekilin hutbesiyle namazının sahih olduğunu açık olarak gösterir.

«Münyetü´l-Müftü» de beyan olunduğuna göre bir kimse hatibin izni olmadan namazı kıldırırsa caiz olmaz. Meğer ki kendisine cuma hakkında söz sahibi biri uymuş olsun. Şârihin Sirâciye´den naklen söyleyecekleri de bunun gibidir.

«Umumi izin» den murad, her hatibin yerine başkasını geçirebileceğine dair izindir. Yoksa herkesin istediği mescidde hutbe okuması için izin değildir. H.

Ben derim ki: Buna izin veren sultanın vefatından sonra o izin bugüne kadar devam etmez. Meğer ki zamanımızın sultanı dahi kendisine izin vermiş ola. Nitekim ben bu ciheti «Tenkihu´l - Hâmidiye» adlı eserimde beyan ettim. Bayram bâbında Münye şerhinden naklen buna delâlet eden şeyler söyleyeceğiz.

Mecmaa´l-Enhur sahibinin «fetva buna göredir» sözünden murad, herhalde zamanının uleması tarafından verilen fetva olsa gerektir. Bu muteber bir sahihleme değildir. Çünkü onun zamanı alimleri tashih ehlinden değillerdir.

METİN

Sirâciye´de şu ibare vardır: «Bir kimse hatibin izni olmaksızın cuma kıldırırsa caiz olmaz. Meğer ki kendisine cuma hakkında söz sahibi uymuş olsun. Nâfileyi cemaatla eda lâzım gelmesi de bunute´yit eder.» Şeyhu´l-islâm bunu kabul etmiştir.

Bir şehrin vâlisi ölür de cumayı onun halifesi veya emniyet âmiri yani siyasî hâkim yahut kendisine bu hususta izin verilmiş olan kadı kıldırırsa caiz olur. Çünkü bu gibi kimselere âmme işlerini havale etmek cuma kıldırmak hususunda delâleten izin sayılır.

İZAH

Sirâciye´nin ibaresinden anlaşılıyor ki, hatip hutbeyi kendisi okur da diğeri onun izni olmadan namazı kıldırırsa caiz olmaz. Hatibin izni olmaksızın hutbe okuması da böyledir. Çünkü Hâniye ve diğer kitaplarda şöyle denilmektedir: «Bir kimse imamın izni olmaksızın hutbe okur; imam da orada bulunursa caiz olmaz.» Yukarıda Tatarhaniye´den naklettiğimiz «Hutbede orada bulununca onu kendisi okumuş gibi olur» sözü buna aykırı değildir. Çünkü orada hutbeyi okuyan bu babta söz sahiplerinden idi. Nitekim arzetmiştik.

«Cuma hakkında söz sahibi biri» ifadesi izinli hatibe de şâmildir. Çünkü ona uymak delâleten izindir. Ama camiye gelir de ona uymazsa mezun sayılmaz. Yukarıda geçen Hâniye´nin ibaresi buna hamledilir. Sonra imama uymadan camide bulunuşu izin sayılmayınca bundan başkasının izinsiz hutbe okumasının caiz olmayacağı evleviyetle anlaşılır. Bazılarının bundan cevaz anlaması buna muhaliftir. Bunu Tahtavî söylemiştir.

«Nâfileyi cemaatla eda lâzım gelmesi de bunu te´yit eder.» Yani ona uyduğu zaman caiz olacağını te´yit eder. Şuna binaen ki, ona uyması, izin verdiğine delildir. Çünkü o cemaat cumaya diye niyet etseler de şartı bulunmayınca namaz nâfile olarak mün´akit olur. Söz sahibi zatın o imama uyması izin sayılmasa bundan o cemaatla birlikte kendisinin de nâfileyi cemaat olarak eda etmesi lâzım gelir. Halbuki bu caiz değildir. Müslümanın işi ancak kemâle hamlolunur. Binaenaleyh imama uyması onun filine cevaz vermek sayılır. Zira icazet lâhika izn-i sâbık gibidir (yani sonradan müsaade etmek baştan izin vermek gibidir). Bunun benzeri Fuzûlî´nin nikâhıdır. Bir kimse fuzuli birinin kıydığı nikâhı fiilen caiz kabul ederse nikâh sahihtir. Ama mücerret orada bulunup da akit esnasında susarsa bu onun razı olduğuna delalet etmez.

Valinin fitne sebebiyle camiye gelememesi de Ölümü gibidir. Bedayi. Cuma hususunda emniyet amiri veya siyasî hakimden murad, o beldenin amiridir. Buharâ amiri gibi. Fakat bunun o zaman insanlarının adetine göre olduğu söylenir. Çünkü o zaman din ve dünya işleri polise aitti. Bugün öyle değildir.

Musannıfın «kendisine izin verilmiş olan kadı» diye kayıtlaması Hülâsa´da izinsiz kadının cuma kıldıramayacağı beyan edildiği içindir. Orada şöyle denilmiştir: «Kadıya cuma kıldırmak emir olunmamışsa kıldıramaz. Ama siyasî hâkim emir olunmasa da kıldırabilir. Bu o zamanın örfüne göredir.

Zahiriye sahibi diyor ki: «Günümüze gelince: Kadı cumayı kıldırabilir. Çünkü halifeler bunu emrederler. Bazıları bununla şark ve garbın kadısı denilen Kadı´l-Kudât´ı kasdettiğini söylemişlerdir. Bizim zamanımızda ise kadı ile siyasi hâkim bu işe kimseyi tayin edemezler.»

Bahır sahibi şunları söylemiştir: «Bu izaha göre Mısır´daki Kadı´l-kudât, hatipleri tayin edebilir. Ve hiç bir izne de bağlı olmaz. Nitekim kendisine izin verilmese bile kadılık için yerine birini halîfe tayin edebilir. Halbuki sultanın izni olmaksızın kadının, yerine halife tayinine hakkı yoktur. Zira kadı´l-kudât mevkiine tayin etmek delâleten buna izin vermektir. Nitekim Fethu´l-Kadîr´de açıklanmıştır. Bu iş paşa adı verilen Hâkimin tasdikine bağlı değildir. Lâkin Tecnis´de bildirildiğine göre kadının tayini hakkında iki rivayet vardır. Bizim memleketimizde şayet kadıya emir olunmamış ve fermana yazılmamışsa «caiz değildir» rivayeti ile fetva verilir. Ama Tecnis´in sözünü «kadı´l-kudât tayin etmemişse» diye yorumlamak mümkündür. O tayin ederse bunu söylemeye hacet kalmaz. Nehir.

METİN

Şu halde Şam´daki kadı´l-kudât´ın cuma kıldırmaya; sarahaten izin ve paşadan tasdik olmadan hatip tayin etmeye hakkı var demektir. Ulema cumayı evvelâ beldenin amiri, sonra siyasi hâkim, sonra kadı. sonra kadı´l-kudât´ın tayin ettiği hatip kıldırır demişlerdir. Bu zikredilenler varken avam kısmının hatip tayini muteber değildir. Fakat bunlar yoksa zaruretten dolayı onların tayini de caiz olur.

İZAH

Şârihimiz Şam´daki kadı´l-kudât meselesini bildiğin gibi Bahır´ın sözünden almıştır. Lâkin buna şöyle itiraz edilebilir: Buna hakkı olan kadı´l-kudât. Zahîriye´den naklen yukarıda gördüğümüz gibi şark ve garp kadısıdır. Şam ve Mısır kadılarının hakları ise bu umumi kadıdan alınmıştır. Bunların istihlâfa (yani kendi beldelerinde yerlerine naip tayinine) hakları olmaları, cuma kıldırmak için izin vermelerini icabetmez. O umumi kadı bunun hilâfınadır. Ona sultan, din işlerini yoluna koymak ve diğer beldelerde kadılar tayin etmek için izin vermiştir. Onun için de kendisine kadı´l-kudât (kadılar kadısı) denilmiştir. Buna şu da delâlet eder ki, Osmanlı devletinde hatiplik vazifesi alan kimsenin evrakı tasdik için mutlaka sultan tarafına gönderilmesi adet olmuştur. Eğer kadının veya paşanın tayine hakkı olsa idi hatip tayin etmesi sahih olurdu. Hasılı burada esas izindir. Bu da mezun tarafından bilinir. Şayet "Ben bu hususta me´zunun" derse tasdik edilir. Çünkü mücerret kadılık veya amirlik vazifesinin verilmesi müftabih kavle göre hatip tayini için izin değildir. Nitekim Tecnis´den naklen yukarıda geçti. Meğer ki sultan o zamanlarda olduğu gibi kendisine dünya ve ahiret işlerini havale etmiş olsun. Nitekim Mugrib ve Zahîriye´den naklen görmüştük. Sonra Nehecü´n-Necat musannıfın risalesine nisbet edilmiş olarak gördüm ki: «Şüphesiz bu ancak kendisine umumi işler havale edilen kadı hakkında doğrudur. Ama mezhep imamının sahih olan kavliyle hüküm vermek üzere sultanın bir beldenin kadılığını havale ettiği kimse hakkında doğru değildir. Çünkü onun hakkında sarahaten veya delâleten bir izin yoktur» deniliyor. Bu bizim söylediğimiz hususta açıktır. Allah´u âlem.

Şarih ulemanın sözleriyle metnin ibaresini kayıtlamıştır. Zira metinde musannıf cuma kıldıracakların tertibini beyan etmemiştir. Mânâ şudur: Cuma kıldıracak kimseler bir kızıevlendirmek hususunda asabe olanların tertibi gibi sıralanır. Ve evvelâ en yakın olan, o yoksa daha uzak ilh... geçirilir. Benim anladığım budur. Bahır´ın Nüc´a´dan naklettiğinin ifadesi de budur. Lâkin siyasi hâkimi kadıya tercih etmek.ulemanın cenaze namazında açıkladıklarına aykırıdır. Orada "kadı siyasi hâkime tercih edilir" demişlerdir.

«Bu zikredilenler varken avamın hatip tayini muteber değildir.» Yani "bu zikredilenler mezun oldukları taktirde" demek istiyor. Nitekim yukarıda gördük ki bunlar umumi izinle cuma kıldırmaya mezundular. Zamanımızda ise mezun değillerdir. Avamın hatip tayini zaruret dolayısıyle caiz olur. Zarurete bir misal de sultanın bir şehir halkını kendilerine zarar vermek için inat üzerine cuma kılmaktan menetmesidir. Böyle bir zamanda halk kendilerine cuma kıldıracak birini tayin edebilirler. Ama herhangi bir sebeple o şehri şehir olmaktan çıkarmak isterse hatip tayın edemezler. Nitekim Bahır´da da böyle denilmiştir. Bu satırlar kısaltılarak Hülâsa´dan alınmıştır.

T E T İ M M E : Mirâcü´d Dirâye´de Mebsut´dan naklen şöyle deniliyor: «Kâfirlerin elindeki beldeler islâm beldeleridir. Harp beldeleri değildir. Çünkü kâfirler orada küfrün hükmünü ortaya atmamışlardır. Belki oradaki kadılar, valiler müslümandırlar; kâfirler onlara zaruret dolayısıyle yahut zaruretsiz itaat ederler. Müslümanlar tarafından valisi olan her şehirde cuma namazı ile bayramları kılmak ve had vurmak, kadı tayin etmek caizdir. Çünkü müslümanlar kâfirleri istilâ etmişlerdir. Şayet valiler kâfir olurlarsa müslümanların cuma namazı kılmaları caizdir. Kadı, müslümanların seçimi ile kadı olur. Ve müslümanlara kendilerine müslüman bir vali aramak vacip olur»

METİN

Mina´da cuma namazı yalnız hac mevsiminde caizdir. Çünkü halife yahut Hicaz veya Irak yahut Mekke emiri oradadır. Mina´nın çarşı ve sokakları vardır. Halifenin misafir olduğu binaların hepsi öyledir. Mina´da bayram kılınmaması tahfif içindir. Mevsim emirinin cuma kıldırması caiz değildir. Zira hac işlerinde onun velâyeti tam değildir. Ama kendisine izin verilmişse caiz olur.

Arafat´ta da cuma kılınmaz; çünkü çöldür. Mezhebe göre bir şehirin birçok yerlerinde cuma kılmak mutlak surette caizdir. Fetva buna göredir. Aynî´nin Mecma şerhi ile Fethu´l - Kadîr´in imamlık bahsinde böyle denilmiştir. Sebebi güçlüğü defetmektir. Buradaki terkedilen kavle göre cuma tahrimeyi önce yapanındır. Tahrime beraber yapılır veya şüpheli kalırsa cuma fasit olur,

İZAH

Mina hacıların toplantı yeri ve çarşılarıdır, Burada hac mevsiminden başka zamanlarda cuma sahih olmaz. Çünkü bazı şartları yoktur. Halife en büyük sultandır. Kâmus. Hicâz emiri ise Mekke´nin sultanıdır. Dürer´de´ böyle denilmiştir. Yani Mekke şerifi, Mekke Medîne. Tâif ve diğer Hicâz topraklarının hakimidir. Mezun olduğuna göre hac mevsiminde Irak ve Bağdat emîri gibilerin bulunmasıyle de Minâ´da cuma kılınır.

«Halîfe´nin misafir olduğu binaların hepsi öyledir.» İnâye sahibi diyor ki: «Hıdâye´nin sözünde halîfe ve sultan, velâyeti dahilinde dolaşırsa cuma günü uğradığı her şehirde cuma kıldırması icabettiğine işaret vardır. Çünkü başkalarının imamlığı ancak onun emri ile caiz olur. Kendisinin imam olmasıyolcu bile olsa evleviyette kalır.»

Ben derim ki: Bu sözün muktezası şudur: Musannıfın ibaresindeki «Mina´da caizdir» sözü. "vaciptir" mânâsınadır. Halbuki cumanın vacip olmasının şartlarından biri mukim olmaktır. Halîfenin orada imam olmasının caiz görülmesinden yolculuğunda dahi cuma kıldırmanın kendisine vacip olması lâzım gelmediği gibi cumayı kıldırmak için mukim olan birine emir etmesi de lâzım gelmez. Keza uğradığı şehrin kendi velayeti şehirlerinden olması o şehire varmakla mukim sayılmasını gerektirmez. Mukim sayılması ancak zaif bir kavle göredir ki, biz onu geçen bâbta söylemiştik.

Sonra gördüm ki, el´Havaşi´s - Sa´diye sahibi buna itirazla şöyle demiş: «Hidâye sahibinin "Halife velâyeti dahilinde dolaşırsa uğradığı her şehirde cuma kıldırması icabeder" sözünün, iddiasına delâleti zâhir değildir.» Bundan anlaşılır ki musannıfın ibaresindeki «caizdir» sözü kendi mânâsındadır (vaciptir mânâsında değildir). Fethu´l - Kadîr´in şu sözü de buna delildir: «Halîfe hac seferinde niyet etse bile sefer ancak terketmesi hususunda ruhsattır. Cumanın sahih olmasına mani değildir».

«Mina´da bayram kılınmaması tahfif içindir» yani orada bayram kılınmaması şehir olmadığı için değil, hacılara kolaylık içindir. Çünkü o gün onlar taş atmak, tıraş olmak ve kurban kesmek gibi hac işleriyle meşgul olurlar. Cuma böyle değildir. O her sene taş atma günlerine tesadüf etmez. Bayram her sene bu şekilde olur. Sirâc. Keza cuma öğle vaktinin sonuna kadar devam eder. O vakte kadar ekseriyetle hacılar hac işlerini bitirmiş olurlar. Bayramın vakti böyle değildir. Bu sözün muktezası şudur: Mina´da cuma kılınırsa mukim olan Mekke´liler hacca çıktıklarında onlara da vacip olur. Münye şerhinde bahsedilen buna muhaliftir. Belki zâhire göre cumayı kılmaları onlara vaciptir.

TENBİH: Ta´lilin zâhirinden Mekke´de bayram kılmanın vacip olduğu anlaşılıyor. Bîrî, kurban bahsinde kendisinin ve yetişdiği ulemanın Mekke´de bayram namazı kılmadıklarını söylemiş; «AIIah´u âlem acaba bunun sebebi nedir?» demiştir. Ben derim ki: İhtimal sebep, kıldırmak vazifesiyle mükellef olan zatın hac için Mina´da bulunmasıdır.

«Mevsim emirinin cuma kıldırması caiz değildir.» Mevsim emirine «Emir-i hâc» derler. Nitekim Mecma´al - Enhur´da beyan edilmiştir.

Ben derim ki: Osmanlı padişahlarının adeti Şam emirinden ayrı olarak yalnız hac işlerinin tedvir için bir emir göndermek idi. Şimdi Şam emiri ile hac emirini birleştirdiler. Buna göre mevsim emiri ile Irak emiri arasında fark yoktur. Çünkü ikisinin de umumi velâyetleri vardır. Umumi velâyetine göre kendi memleketinde cuma kıldırmaya salâhiyeti varsa Mina´da kıldırmaya da vardır. Sadece hac emiri olan böyle değildir. Bu söylediklerimizi şarihin başkalarına teb´an «zira hac işlerinde onun velâyeti tam değildir» sözü izah etmektedir.

«Mezhebe göre bir şehrin birçok yerlerinde cuma kılmak mutlak surette caizdir.» Yanı şehir büyük olsun küçük olsun, ortasından Bağdad´da olduğu gibi büyük nehir geçsin geçmesin; köprüsü kaldırılsın kaldırılmasın; cuma iki veya fazla mescidde kılınsın farketmez. Fethu´l-Kadîr´den bu anlaşılır. Bunun muktezası; çokluğun, ihtiyaç miktarı olması lâzım gelmemektir. NitekimSerahsî´nin aşağıdaki sözü buna delâlet etmektedir.

İmam Serahsi şöyle demiştir; «Ebû Hanîfe´nin mezhebinden sahih rivayete göre bir şehrin bir veya fazla mescidinde cuma kılmak caizdir. Biz bununla amel ederiz. Zira «cuma ancak şehirde kılınır» hadisi mutlaktır. Yalnız şehiri şart koşmuştur.

Bu söylediklerimizle Bedayi´nin sözü hükümsüz kalır. Bedayi´de; «Zahir rivayete göre cuma bir şehirde iki yerde caiz olur. Fazlasında caiz değildir. İtimat bunadır» denilmiştir. Zira mezhebimize göre mutlak surette caizdir. Bahır.

«Sebebi, güçlüğü defetmektir.» Çünkü "bir yerde kılınması lazımdır" denilirse bunda açık açık güçlük vardır. Cumaya gelenlerin ekserisinin uzun mesafe yol yürümesini gerektirir. Halbuki müteaddit yerlerde kılınmasının caiz olmadığına delil yoktur. Bilâkis zaruret meselesi böyle bir şart bulunmamasını gerektirir. Bâhusus şehir bizimki gibi büyük olursa böyle bir şart bahis mevzuu olamaz. Nitekim Kemâl de böyle demiştir. T.

«Buradaki terkedilen kavil» yukarıda Bedayi´den naklettiğimiz «İki yerden fazlasında caiz değildir» sözüdür. Mezkur kavle göre cuma tahrimeyi önce yapanındır. Bazıları «namazı önce bitirenindir» demiş; bir takımları önce tahrime yapıp önce bitirenin olduğunu söylemişlerdir. Birinci kavil daha sahihtir. Bunu Kınye´den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Yani bu kavil terkedilen kavil sahibince daha sahihtir. Hılye sahibi şöyle diyor: «Ben şeyhimize (yani Kemâl´e) bu bâbta yazı ile müracaat etmiştim. Bana şu cevabı yazdı: Önceliğin, çıkmakla itibara alınacağında bence şüphe yoktur. Onunla birlikte namaza giriş de itibara alınacak mıdır. Hatırımda tereddüt hasıl etmektedir. Çünkü "şöyle geçti" sözü, "tamamı önce vücut buldu" mânâsına da, "bitmesi önce oldu" mânâsına da kullanılabilir.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:33 am GMT +0200
METİN

Binaenaleyh cuma namazından sonra âhir zuhru kılar. Bunların hepsi mezhebin hilâfınadır. İtimada şayan değildir. Nitekim Bahır´da yazılmıştır. Mecma´al-Enhur´da ise matluba nisbet edilerek: «En ihtiyatı "vaktine eriştiğim son öğlene" diye niyet etmelidir» denilmiştir.

İZAH

Şârihin, âhir zuhur meselesini terkedilen kavil üzerine tefri etmesi, tercih edilen «bir şehirde müteaddit yerlerde cuma kılınabilir» kavline göre âhir zuhur kılınmayacağını gösterir. Şuna binaen ki, yukarıda Bahır sahibinin «cuma farz değildir zannedilir korkusuyla ben defalarca bununla fetva verdim» sözünü nakletmişti. Bahır sahibi «Ahir zuhuru kılmakta ihtiyat yoktur, Çünkü iki delilin kuvvetli olanıyle amelden ibarettir» demiştir.

Ben derim ki: Bu ifade söz götürür. Belki ihtiyat olan onu kılmaktır. Bu, mesuliyetten yüzdeyüz çıkmak mânâsına gelir. Zira müteaddit yerlerde kılmanın caiz olması delil itibariyle daha kuvvetli olsa da bunda kuvvetli bir şüphe vardır. Çünkü Ebû Hanife´den hilâfı da rivayet edilmiş; bu rivayeti Tahavî, Timurtâşî ve Muhtar sahibi tercih etmişlerdir; Attâbi ise onu daha zâhir bulmuştur. İmam Şâfiî´nin mezhebi bu olduğu gibi İmam Malik´in meşhur olan kavli ve imam Ahmed´den rivayetedilen iki kavilden biri de budur. Nitekim Makdisî bunu «Nuru´ş-Şem´a fî Zuhuru´l - Cum´a» adlı eserinde zikretmiştir. Hattâ Şâfiîlerden Subkî, ekser ulemanın kavli bu olduğunu müteaddit yerlerde cuma kılmanın caiz olduğu hiçbir sahibi veya tabiîn´den nakledilmediğini söylemiştir. Biliyorsun ki Bedayi´de «zahir rivayet budur» denilmiştir. Münye şerhinde Cevâmiu´l - Fıkıh´tan naklen «bu kavil İmam-ı A´zam´dan gelen iki rivayetin en zahir olanıdır» denilmiştir, Nehir ile el´Hâvi´l-Kudsi´de «fetva bunun üzerinedir» denilmektedir.

Râzî´nin tekmilesinde de : «Biz bununla amel ederiz» ibaresi vardır. Şu halde bu kavil mezhepde itimat edilen bir kavildir. Zaif bir kavil değildir. Onun içindir ki, Münye şerhinde «İhtiyat olan birinci rivayettir. Çünkü müteaddit yerlerde caiz olup olmadığı hilâfı kuvvetlidir. Cevazın sahih oluşu fetva zaruretinden dolayıdır ki takva için ihtiyatın meşruluğuna mâni değildir» denilmiştir.

Ben derim ki: Bu kavlin zaif olduğu teslim edilse bile onun hilâfından kurtulmak evlâdır. Bunca imamların hilâfından nasıl kurtulunmaz! Müttefekunaleyh bir hadiste «Her kim şüphelerden korunursa dinini ve ırzını kurtarmıştır» buyurulmuştur. Onun için ulemadan biri hiç namazını bırakmayan birinin ömrü boyunca bütün namazlarını kaza etmesi hakkında «Mekruh değildir. Çünkü bu ihtiyatla ameldir» demiştir. Kınye´de ise «namazlarında müctehitlerin hilâfı varsa bu daha iyidir» denilmektedir. Bize yukarıda naklettiğimiz hilâf kâfidir. Makdisi´nin Muhit´den nakline göre Şehir hükmünde olduğunda şüphe edilen her yerde cumadan sonra cemaatın ihtiyaten âhir zuhur niyetiyle dört rekat namaz kılmaları gerekir. Tâki cuma namazı yerini bulmamışsa son öğleyi kılmakla vaktin farzını eda etmiş olsunlar. Kâfi´de de bunun benzeri sözler vardır.

Kınye´de beyan olunduğuna göre Merv denilen şehirde iki yerde cuma kılınıp kılınmayacağı hususunda ulema ihtilâf ettikleri vakit imamları cumadan sonra dört rekat âhir zuhur kılmalarını halka ihtiyaten vacip olmak üzere emretmişlerdir. Bu hadiseyi Hidâye şarihlerinden birçoklarıyla diğerleri nakletmiş ve ele almışlardır. Zahîriye´de namaz borcundan yüzdeyüz kurtulmak için Buhâra ulemasının bunu tercih ettikleri bildirilmiştir. Sonra Makdisî Fetih´den naklen, «bir kimse bulunduğu yerin şehir olduğunda tereddüt eder veya o yerin bir kaç mescidinde cuma kılınırsa cumadan sonra "vaktine erişip edası müyesser olmayan son farza niyet ettim" diyerek dört rekat namaz kılmalıdır» demiştir. Muhakkıklardan ibn-i Cürübaş da bunun benzerini söylemiş sonra şöyle demiştir: «Bunun faydası mevhum veya muhakkak olan hilâftan çıkmaktır. Şayet, müteaddit yerde kılınan cuma sahih ise bu kılınan namaz zaruri olmayan bir faydadır.» Bundan sonra yapılmaması vehmini veren sözleri sıralamış bunları en güzel şekilde defetmiştir. Nehir´de beyan edildiğine göre Âhir zuhurun mendup olduğunda tereddüt etmemek gerekir. Bu, «cuma müteaddit mescidlerde kılınabilir» diyen kavle göre hilâftan kurtulmak içindir. Bâkânî şerhinde, «sahih olan kavil budur» denilmiştir.

Hasılı: cumadan sonra bu dört rekatın kılınması gerektiği sabit olmuştur. Şimdi bu dört rekatın vacip mi yoksa mendup mu olduğunu tahkik kılmıştır.

Makdisi şöyle diyor: «İbn-i Şıhne dedesinden naklen mendup olduğunu söylemiş ve bundan şöylebahsetmiştir: Âhir zuhuru mücerret tevehhüm edildiği zaman kılmalıdır. Şayet şek edilir veya cumanın sahih olup olmadığında da şüpheye düşülürse zâhire göre onu kılmak vacip olur. İbn-i Şıhne Üstadı Kemâl bin Hümâm´dan da bu mânâda sözler nakletmiştir. Bu namazın sünnet yerini tutup tutmadığı bununla anlaşılır. Ve şek edilirse sünnet yerini tutmaz; şek edilmezse tutar denilir. Bu tafsilâtı Timurtaşî´nin «mutlaka lâzımdır» demesi ile Kınye´nin mezkur sözü de te´yit eder.» Bu makamın tahkiki Makdisî´nin risalesindedir. İmdâda´l - Fetah´da bundan bir nebze bahsedilmiştir. Bizim bu hususta sözü uzatmamızın sebebi, şarihin Bahır sahibine uyarak âhir zuhur mutlaka kılınmamalı vehmini veren sözlerini defetmektir. Evet âhir zuhuru kılmak bir mefsedete müncer olacaksa âşikâr olarak kılınmaz. Ama sözümüz mefsedet olmadığına göredir. Onun için Makdisî. «Biz bu namazı bu avam gibi emir etmiyoruz. Belki onu havasa gösteriyoruz. Velev ki onlara nisbetle olsun!» demiştir. Allah´u âlem.

METİN

Çünkü öğlenin ona vacip olması vaktin sonundadır. Dikkatli ol!

Üçüncüsü; öğlenin vaktinde kılınmaktır. Öğle vaktinin çıkmasıyle cuma mutlak surette bâtıl olur. Velev ki uyku veya kalabalık özrü ile lâhik olsun. Mezhep budur. Çünkü vakit edanın şartıdır. İftetahın şartı değildir.

İZAH

Öğlenin vaktinin sonunda vacip olması hususunda Hılye sahibi şunları söylemiştir: «Bu ta´lil söz götürür. Çünkü mezhebe göre öğle namazı güneşin zevale ermesiyle ikindiye kadar devam eden geniş bir zamanı kaplamak üzere vacip olur. Şu kadar var ki sebep, edanın bitiştiği vakit cüz´üdür.

Bir kimse öğleyi vaktin sonuna kadar eda etmezse vaktin son cüzü sebep olarak taayyün eder.»

Ben derim ki: Buna şöyle cevap vermek mümkündür: Mecmaa´l-Enhur sahibinin, «En ihtiyat» demesi âhir zuhura niyet ederken «Vaktine eriştiğim âhir zuhura niyet ettim» ifadesini kullanması «edası üzerime vacip olan» yahut «zimmetimde sabit olan âhir zuhura» diye niyetlenmekten daha ihtiyatlıdır. Çünkü cuma namazının sahih olmadığı anlaşılırsa bu tabir âhir zuhuru ifade etmez. Zira öğlenin edasının vacip olması yahut zimmetinde sübûtu ancak vaktin sonunda veya vakit çıktıktan sonra olacaktır. Evet, «Bana vacip olan» derse ahir zuhuru ifade eder:

Çünkü namazın vacip olması vaktin girmesi iledir. Edasının vacip olması öyle değildir. Tavzih nâm usul-ü fıkıh kitabında vücup ile vücup eda arasındaki farkın tahkiki yapılmıştır. Lâkin evla olan bu niyete «Kılamadığım» yahut «eda edemediğim» sözünü ilâve etmektir. Nitekim Fetih´den nakli yukarıda geçmişti (yani "niyet ettim Allah rızası için vaktine erişip hâtâ edası müyesser olmayan âhir zuhura" diye niyetlenmelidir). Çünkü üzerinde kalmış son öğle varsa kıldığı bu cuma sahih olduğu taktirde âhir zuhur o öğlenin yerine geçer. Bu ziyadeyi yapamazsa son öğle yerine geçmeyip nâfile namaz olur. Zira eriştiği son öğle, cuma gününün öğlesidir. Yukarıda gördük ki asıl itibariyle cuma günü vakit bize göre öğlenindir. Buna imam Züfer muhaliftir. Keza "o kimseden cuma gününün öğlesi cuma namazı ile sâkıt olmuştur" dersen, perşembe günü yetiştiği öğledensonra bu öğle en son öğle namazı olur. Binaenaleyh daha önce kazaya kalan öğleye şâmil olmaz. Meğer ki «kılmadığım» tabirini ziyade etmiş ola! İhtimal şârih «dikkatli ol» sözü ile buna işaret etmiştir.

T E T İ M M E : EI´Münyetü´s - Sağîr şerhinde şöyle denilmiştir: «Evla olan, cumadan sonra sünnetini bu niyetle yani "vaktine erişip edası müyesser olmayan âhir zuhura" diye niyetlenerek kılmaktır. Ondan sonra iki rekat vakit sünneti kılınır. Şayet cuma namazı sahih olmuşsa sünneti de lâzım geldiği gibi kılınmış olur. Cuma sahih değilse öğleyi sünnetiyle kılmış olur. Üzerinde kaza namazı yoksa bu dört rekatta fatihadan sonra sure okumalıdır, Namaz farz yerine bile geçse sure okumak zarar etmez. Namaz nafile ise zaten her rekatında sure vaciptir». Demek istiyor ki, üzerinde kaza borcu varsa son rekatlarda sure ilâve etmez. Çünkü bu dört rekat herhalde farzdır.

Ben derim ki: Bunun hülâsası şudur: Cuma namazından sonra on rekat namaz kılınır. Bunun dört rekatı sünnet, dört rekatı âhir zuhur. iki rekatı da vaktin sünnetidir. Yani farz öğle namazı olmak ihtimaline göre iki rekat vakit sünneti kılınır ve bu iki rekat son sünnet yerine geçer. Zâhire göre cuma namazı sahih olursa kılınan âhir zuhura niyet etmek cumanın dört rekat sünneti yerine geçer. Zira itimat edilen kavle göre sünnetlerde tayin şart değildir. Cuma sahih değilse farz öğledir. Ve cumadan evvel kılınan dört rekat öğlenin ilk sünneti yerine geçer. Lâkin araya giren cuma namazı ve hutbe uzun zaman aldığı için dört rekat daha kılınır. Binaenaleyh evlâ olan on rekat kılmaktır.

«Dikkatli ol!» bazı nüshalarda bu sözün yerine «Kınye» denilmiştir. Bu da doğrudur. Çünkü zikredilen söz nassan Kınye´nin ibaresidir.

Cumanın üçüncü şartı, öğle vaktinde kılınmasıdır. Burada şöyle bir sual varit olabilir: Vakit sebeptir, şart değildir. Ve diğer namazlarda da mutlaka lâzım mıdır? Cevap : Vakit vücubunun sebebi, eda edilen namazın sahih olmasının şartıdır. Vaktin cuma için şart olması, başka namazlara şart olması gibi değildir. Çünkü vaktin çıkmasıyle cuma namazının ne eda ne de kaza olmak üzere sahih olması mümkün değildir. Sair namazlar böyle değildir. Sa´diye.

«Öğle vaktinin çıkmasıyle cuma namazı mutlak surette bâtıl olur.» Yani velev ki teşehhüt miktarı oturduktan sonra çıksın. Nitekim sabah namazı kılarken güneş doğarsa hüküm budur. Bunu oniki meselelerde beyan etmiştik.

«Mezhep budur» sözü, Nevâdir´in ifadesine reddiyedir. Nevâdir´de şöyle denilmiştir: «İmama uyan kimseyi cemaat sıkıştırır da imam namazdan çıkıncaya kadar rükû ve secdeye imkân bulamaz; ikindinin vakti de girerse o kimse cumayı kıraatsız olarak tamamlar.» Bunu Halebî Bahır´dan nakletmiştir.

METİN

Dördüncüsü; vakit içinde hutbe okumaktır. Vakitten önce hutbe okur da vakit içinde namazı kılarsa sahih olmaz.

Beşincisi; hutbenin namazdan önce okunmasıdır. Zira bir şeyin şartı o şeyden öncedir. Hutbekendileriyle cuma kılınabilecek cemaat huzurunda okunur. Velev ki sağîr uykuda olsunlar, Hatip yalnız başına hutbe okursa esah kavle göre caiz olmaz. Nitekim Zahîriye´den naklen Bahır´da böyle denilmiştir. Çünkü zikre koşmak emri, ancak onu dinlemek için verilmiştir. Emir olunanlar ise cemaattır. Hülâsa sahibi bir kişinin kâfi geleceğine kesinlikle kail olmuştur. Farz olan hutbe için hutbe niyetiyle bir tahmid, bir tehlil veya bir tesbih kâfidir. Yalnız mekruhtur. İmâmeyn. «Mutlaka uzun bir konuşma lâzımdır. Bunun en azı vacip olan teşehhüt miktarıdır" demişlerdir.

İZAH

Vakit içinde hutbe okumak tabiri Kenz´in «cumadan önce hutbe okumak» demesinden daha güzeldir. Çünkü onun sözünde hutbenin vakit içinde okunması şart olduğuna işaret yoktur.

T E N B İ H : Bahır´da Mücteba´dan naklen şöyle denilmiştir: «Hatibin cumada imamlık yapmaya ehil olması şarttır.» Lâkin bu sözden önce buna aykırı konuşmak ve, «ulemanın tefri ettikleri meselelerden anlaşılıyor ki imamın aynı zamanda hatip olması şart değildir. Hülâsa´da açıklandığına göre sultanın izniyle bir çocuk hutbe okuyup bâliğ bir adam da cuma namazını kıldırsa caiz olur» demişti. Şârih ileride bu kavlin muhtar olduğunu söyleyecektir,

T E T İ M M E : Musannıf namazın sıfatı bâbında hutbenin arapça olmasının şart koşulmadığını söylediği için burada bu kayda lüzum görmemiştir. İmam-ı A´zam´a göre arapçaya kudreti olsa bile hutbeyi arapça okumak şart değildir. İmameyn buna muhaliftir. Onlara göre arapça okumak şarttır. Meğerki arapça okumaktan aciz ola. Buradaki hilâf namaza boşlamak hususundaki hilâf gibidir.

«Beşincisi hutbenin namazdan önce okunmasıdır.» Bu sözden maksat; fazla ara vermemek şartıyle önce okunmasıdır. Nitekim gelecektir. Bu her cuma kılan değil tahrimesini cuma için yapan hakkında namazın mün´akit olmasının şartıdır. Onun için ulema «İmamın abdesti bozulur da hutbeye yetişemeyen birini ileri geçirirse caizdir. Çünkü o adam tahrimesini, yapılan bu tahrime üzerine binâ etmiştir. Yerine geçen namazını bozsa kıyasa göre cemaata yeniden cuma kıldırması gerekmez» demişlerdir. Lâkin ulema cevazı istihsanen kabul etmişlerdir. Zira halîfe imam ilk imamın yerine geçince hükmen ona katılmıştır. Şayet ilk imam namaza başlamadan abdestini bozar da hutbede bulunmayan birini yerine geçirirse caiz olmaz. Bunu kısaca Fethu´l - Kadîr kaydetmiştir.

«Hutbe kendileriyle cuma kılınabilecek cemaat huzurunda okunur.» Bunlardan murad; akıl bâliğ erkeklerdir. Velev ki sefer veya hastalık sebebiyle mazur olsunlar. Yahut sağır veya uykuda bulunsunlar. Bu son kayıtla musannıf cemaatın hutbeyi işitmelerinin şart olmadığına işaret etmişlerdir. Orada bulunmaları kâfidir. Hattâ hatipten uzak bir yerde bulunsalar veya uyusalar okunan hutbe kâfidir. Zâhire bakılırsa hutbenin yakında olanlarca işitilecek kadar âşikâr okunması şarttır. Elverir ki mâni bulunmasın. Münye şerhi.

«Hatip yalnız başına hutbe okursa esah kavle göre caiz olmaz.» Hılye sahibi dahi Mirac ve Mübtega sahiplerinin bunu sahihlediklerini söylemiştir. Bedayi ve Tebyin sahipleriyle Münye şârihi kesinlikle buna kail olmuşlardır.

Hılye´de şöyle denilmiştir: «Lâkin bu kavil üç imamımızdan nakledilen iki rivayetin biridir. Diğerrivayete göre cemaat şart değildir. Hattâ hatip yalnız başına hutbe okursa caizdir. Şeyhimiz (yani Kemâl) bu rivayete itimat ettiğini söylemiştir.

«Çünkü zikre koşmak emri, ancak onu dinlemek için verilmiştir.» Nehir´de de böyle denilmiştir. Ama buna şöyle itiraz edilebilir: Şart olan, dinlemek değil, orada bulunmaktır. Nitekim yukarı da geçti. şu halde münasip olan; «çünkü cumaya gitmekle memur olan cemaattır» demektir.

«Hülâsa sahibi bir kişinin kâfi geleceğine kesinlikle kail olmuştur.» Nuru´l - izah sahibi de bu yolu takibetmiş; şerhinde «Bizim bunu tercihimize sebep mantuk olmasıdır. Mantuk mefhuma tercih edilir» denilmiştir. Yani fukahanın «cemaat huzurunda okunması şarttır» demelerinden, bir kişinin huzurunda okunmasının sahih olmadığı anlaşılır. Hülâsa sahibinin, «bir veya iki kişi gelir de hatip hutbe okuyarak üç kişiye namaz kıldırırsa caiz olur» sözü mantuktur demek istiyor. Fakat bu söz götürür. Çünkü cemaatın huzurunda okunmasının şart kılınması da mantuktur. Zira cemaat içtimadan alınmadır. Binaenaleyh birliğe aykırıdır. Cemaat şart kılınmıştır. Şart; kendisi bulunmazsa hüküm de bulunmayan şeydir.

«Hutbe niyetiyle bir tahmid... Kâfidir» cümlesi ile musannıf hutbenin şartlarını beyan ettikten sonra rüknünü beyana başlıyor. Çünkü «Allah´ın zikrine koşun!» ayetinde emredilen zikir mutlak olup aza da çoğa da şâmildir. Peygamber (s.a.v.)´den rivayet olunan hadis bu bâbta beyan olamaz. Zira zikir sözünde mücmellik (anlaşılmazlık) yoktur. Yalnız bir tahmid veya tesbihle iktifa etmek mekruhtur. Kuhistanî´nin ifadesinden anlaşıldığına göre buradaki kerahet, kerahet-i tenzihiyedir.

«Hutbenin en azı, vacip olan teşehhüt miktarıdır.» inâye´de «bu, Kerhî´ye göre üç ayet miktarıdır. Ama teşehhüt miktarıdır yani "Et´tehıyyat´tan... abdühü verasuluhu´ya kadar okuyacak miktarıdır" diyenler de vardır» denilmiştir.

METİN

Hatip aksırdığı için veya şaşarak hamdederse mezhebe göre hutbe yerini tutmaz. Nitekim hayvan keserken besmele meselesinde de öyledir, Lâkin kesilen hayvanlar bahsinde musannıf bu hamdin hutbe yerini tutacağını söylemiştir.

Mezhebe göre aralarında üç ayet okuyacak kadar oturarak hafif iki hutbe okumak sünnettir. Bunları uzun surelerden birinden fazla uzatmak mekruhtur. Bu oturuşu terkeden esah kavle göre isaet etmiş olur. Nasıl ki hutbede üç ayet miktarı okumayı terketmek de böyledir. İkinci hutbeyi de âşikâr okursa da birinci kadar değildir. Hatip hutbeye gizlice Eûzü çekerek başlar. Hulefâ-i Râşidîn-´i ve Rasûlüllah (s.a.v.)´in iki amcasını anmak menduptur. Sultana dua etmek mendup değildir.

İZAH

«Yahut şaşarak hamdederse» yerine «yahut şaşarak tesbih ederse» dese daha iyi olurdu. T.

Aksırdığı veya şaştığı için hamdetmesi mezhebe göre hutbe yerini tutmaz. Ama İmam-ı A´zam´dan bir rivayete göre hutbe yerini tutar. H.

Kesilen hayvanlar bâhsinde musannıf şöyle demiştir: «Bir kimse hayvan keserken aksırır da elhamdülillah derse esah kavle göre bununla o hayvan helâl olmaz. Hutbe bunun hilâfınadır.» Gerçekten bu ifadeden aksırık için yapılan hamdin; hutbe namına kafi geleceği anlaşılmaktadır.

Halebî diyor ki: «Buna şöyle cevap vermek mümkündür: Bu söz yukarıda naklettiğimiz rivayete göredir.» İki hutbenin sünnet olması yukarıda geçen «hutbe şarttır» sözüne aykırı değildir. Zira sünnet olan cihet iki defa tekrarlanmasıdır. Şart ise bunlardan biridir.

«Nasıl ki hutbede üç ayet miktarı okumayı terketmek de böyledir.» Yani hutbede yalnız bir tesbih veya tehlil ile iktifa etmek mekruhtur. Çünkü bunlar üç ayet miktarı uzun zikir olmadıkları gibi vacip olan teşehhüt miktarı da değillerdir. Maksat, "üç ayet okumayı terketmek mekruhtur" demek değildir. Çünkü Mültekâ, Mevâhib Nuru´l - İzâh ve diğer kitaplarda açıklandığına göre ayet okumak hutbenin sünnetlerindendir. İmdâd sahibi şöyle diyor: «Muhit´de bildirildiğine göre hatip hutbede Kur´ân´dan bir sure veya âyet okur. Peygamber (s.a.v.)´in, hutbesinde Kur´an okuduğuna dair haberler mütevatirdir. O´nun hutbesi bir sûre veya ayetten hali kalmazdı.» Bundan sonra İmdâd sahibi sözüne şöyle devam etmiştir: «Hatip. tam bir sûre okuyacağı zaman eûzü besmele çeker. Bir ayet okursa bazılarına göre yine eûzü besmele çeker; Ekser ulema «Eûzü çeker; besmele çekmez» demişlerdir, Hutbeden başka yerlerde Kur´an okumak hususundaki ihtilaf da böyledir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Bundan anlaşılır ki, bir ayetle iktifa etmek mekruh değildir.

T E N B İ H : Hatibin, ayeti okuyacağı zaman eûzü çekmezden önce «Allah şöyle buyurdu» demesi adet olmuştur. Ondan sonra eûzü çekerek ayeti okur. Bu hareketi ile eûzünün de okuduğu ayetten olduğunu îham eder. Bazı hatipler ise bundan çekinerek «kalâllahû tealâ kelâmen etlühü ba´de kavli eûzübillâhi» derler. Mânâsı: «Allahü Teâlâ bir ayet buyurdu ki onu eûzü çektikten sonra okuyacağım» demektir. Lâkin, sünnet olan eûzü çekmenin bununla yerine gelmesi söz götürür. Çünkü hatipten istenen eûzü çekmektir. Onun yaptığı ise eûzü çekmek değil, lafzını murad ederek onu hikayeden İbarettir.

Bittabiî bu, eûzü çekmeye aykırıdır. Binaenaleyh evlâ olan «Kalellahü Teâlâ» dememektir. Üstadlarımızın üstadı Buharî şârihi Allâme İsmâil Cerrahî´nin bu mesele hakkında bir risalesi vardır fakat o risalede ne dediği şu anda hatırıma gelmiyor. Ona müracaat et.

Hatip birinci hutbeye gizli olarak eûzü ile başlar. Sonra Allah´ü Teâlâya Hamdü sena eder. İki şahadeti getirir ve Peygamber (s.a.v.)´e salavat getirir. Vaaz eder. Hatırlatma yapar ve Kur´an okur. Tecnis´de «ikinci hutbe de birinci gibidir. Şu kadar varki onda vaaz yerine müslümanlara dua eder» deniliyor.

Bahır sahibi; «Zâhirine bakılırsa ikinci hutbede de birincide olduğu gibi ayet okumak sünnettir» demiştir.

T E N B İ H : Bazı hatipler ikinci hutbede Peygamber (s.a.v.)´e salavat getirirken yüzlerini sağa sola çevirirler. Ben ulemadan böyle bir şey söyleyen görmedim. Öyle görünüyor ki bu bir bid´attır. Terki lâzımdır. Tâ ki sünnet olduğu zannedilmesin. Sonra Nevevî´nin Minhac´ında gördüm; şöyle diyor: «Hutbenin hiçbir yerinde sağa sola bakılmaz. İbn-i Hacer, şerhinde bunun bid´at olduğunu söylemiştir.» Bu bizde Bedayi´nin şu sözünden alınır: «Hatibin yüzünü cemaata; arkasını kıbleyedönmesi sünnettir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) bu şekilde hutbe okurlardı.»

Rasûlüllah (s.a.v.)´in iki amcasından murad; Hamza ile Abbas radıyellahu anhumâdır.

METİN

Kuhistanî bunu caiz görmüştür. Ama Sultanı, ondan olmayan vasıfla anması kerahet-i tahrimiye ile mekruh olur. Hatibin hutbe esnasında konuşması mekruhtur. Meğer ki iyiliği emir babında konuşmuş olsun. Çünkü bu hutbeden sayılır.

Sünnetlerden bazıları da hatibin minberin sağındaki maksuresinde oturmasıdır. Siyah giyinmesi ve minbere çıktıktan namaza gidinceye kadar selâm vermeyi terketmesidir. İmam Şâfiî «Minber üzerinde doğrulduğu vakit selâm verir» demiştir. Müçtebâ.

İZAH

Kuhistanî´nin ibaresi şudur: «Sonra zamanın sultanına adalet ve ihsan duasında bulunur. Onu methederken, ulemanın küfür ve hüsran saydıkları şeylerden sakınır. Nitekim "Tergib ve diğer kitaplarda da böyledir" denilmiştir.»

Şârih Kuhistanî caiz görmüştür» sözüyle onun «sonra zamanın sultanına duada bulunur» ifadesini mendup değil, caiz mânâsına almak lâzım, geleceğine işaret etmiştir. Çünkü mendup, şer´î bir hükümdür. şer´î hüküm mutlaka bir delil ister. Gerçekten Bahır´da da; «Bu müstehap değildir. Zira rivayete göre bu mesele Atâ´e sorulmuş da; "Bu yeni çıkma bir şeydir. Eskiden Hutbe ancak hatırlatmadan ibaretti" cevabını vermiştir» deniliyor.

Şârihin buradaki söylediği imamlık bâbında söylediklerine aykırı değildir. Orada «sultana salah duasında bulunmak vaciptir» demişti. Çünkü sözümüz hassatan hutbede duanın müstehap olmaması hakkındadır. Hattâ hutbede dahi müstehap olmasına bir mâni yoktur. Nasıl ki umum müslümanlara dua edilir, Zira Sultanın salâhı âlemin salâhı demektir.

Bahır´daki «bu yeni çıkmadır» sözü buna aykırı değildir. Çünkü bu zamanın sultanı kendisine ve ümerasına salâh ve düşmanlarına zafer duasına daha muhtaçtır. Bazen bid´at vacip veya mendup olur. Sabit olmuştur ki Ebû Musa El´aş´ari hazretleri Küfe emiri iken hazret-i Ömer´e, Ebû Bekir (r.a.)´dan önce dua edermiş. bundan hazret-i Ömer´e şikayet vâki olmuş. şikayetçiyi çağırmışlar Ömer (r. a) ona sormuş: «Ben ancak senin Ebû Bekir´den önce zikredilmene karşı çıktım» demiş. Bunun üzerine hazret-i Ömer ağlamış ve ondan afv dilemiş, Eshab-ı kiram o zaman çokmuş. Onlar bid´ata karşı susmazlar. Meğer ki o bid´ata şeriatın kaideleri şahit ola.

Eshaptan hiçbiri duaya karşı çıkmamıştır. Onlar yalnız hazret-i Ömer´ in önce zikredilmesine itiraz etmişlerdir. Bir de minberlerde sultana dua etmek şu zamanda saltanatın şiarı olmuştur. Onu terkeden hatibin mes´ul tutulacağından korkulur. Onun içindir ki ulemadan biri şöyle demiştir: «Bunun terkinde ekseriyetle fitne olduğu için "sultana dua etmek vaciptir" denilse fena olmaz. Nitekim insanların birbirine ayağa kalkması hakkında bu denilmiştir.»

Zâhire bakılırsa mutekaddimîn ulemanın bunu menetmeleri onların zamanında sultanın tavsifinde ölçüsüz davranıldığı içindir. Meselâ sultana, Adil, Ekrem, Şehinşahu´l-Âzam, Malik-i rikâb-ı ümemgibi tabirler kullanırlardı. Tatarhaniye´nin riddet bahsinde beyan olunduğuna göre Saffar´a; «Bu caizmidir?» diye sormuşlar da; «Hayır! Çünkü kelimelerinin bazısı küfür, bazısı yalandır» cevabını vermiştir. Ebû Mansur da şunları söylemiştir: «Bazı icraatı zulüm olan padişaha bir kimse "âdil" derse kâfir olur. Şehinşah kelimesi e´zamsız bile Allah Teâlânın hasâisındandır. Kulları onunla vasıflamak caiz değildir. Malik-i rikab-ı ümem´e gelince, bu bir yalandır».

Bezzâziye sahibi «bu sebeptendir ki, Harzem imamları bayram ve cuma günleri mihraptan uzaklaşırlardı» demiştir. Zamanımızda Osmanlı padişahlarına yapılan «Sultanu´l - Berreyn ve´l - Bahreyn ve Hadimü´l - Haremeyn eş´Şerefeyn» gibi dualara gelince; buna bir mani yoktur. Allah´u âlem.

Hatibin namazdan evvel minberin sağındaki hücresinde oturması sünnetdir. Bahır´da beyan edildiğine göre orada hücre yoksa o tarafta bir yerde oturur, Hutbeden önce mihrapta namaz kılması mekruhtur. Hulefâ-i Raşidine ve asırlar boyunca şehirlerde devam edegelen âdete uyarak siyah elbise giymesi de sünnettir. Bunu EI´Havi´l - Kudsi´den naklen Bahir sahibi söylemiştir.

Ben derim ki: Zâhire göre, bu hatibe mahsustur. Yoksa nassan bildirilen, cuma ve bayramlarda herkesin en güzel elbisesini giymesidir. Mülteka şerhinin libas faslında beyaz giymenin müstehap olduğu bildirilmekte, «Siyah da böyledir. Çünkü Abbasoğullarının alâmetidir. Peygamber (s.a.v.) Mekke´ye, başında siyah bir sarık olduğu halde girmiştir» denilmektedir.

İbn-i Adiyy´in bir rivayetinde, «Rasûlüllah (s.a.v.)´in siyah bir sarığı vardı. Onu bayramlarda giyer; ve arkaya doğru sarkıtırdı» deniliyor.

Hatibin, minbere çıktıktan namaza başlayıncaya kadar selâmı terk etmesi dahi sünnettir. Gariptir ki Sirâc´da İmam minbere çıkıp cemaata karşı döndüğü vakit onlara selâm vermesi müstehaptır. Çünkü minbere çıkarken cemaata arkasını dönmüştür» denilmiştir. Bahır.

Ben derim ki: Cevhere´de onun ibaresi şöyledir: «Selâm vermesinde bir beis olmadığı rivayet edilir. Çünkü minbere çıkarken cemaata arkasını dönmüştür.»

METİN

Hutbe esnasında abdestli bulunmak. avret yerini örtmek, ayakta durmak da sünnettir. Acaba hutbe iki rekat namaz yerine geçer mi? Esah kavle göre geçmez. Bunu Zeyleî söylemiştir. Belki sevap hususunda namazın yansı gibidir.

Hatip cünüp olarak hutbe okusa da sonra yıkanıp namazı kıldırsa caiz olur. Eğer aralarını ecnebi bir fiil ile ayırırsa bakılır; eğer evine dönerek yemek yer veya cimâ ederek yıkanır da böylece ayırma işi uzarsa hutbeye yeniden başlar. Hülâsa.

Yani hutbe bâtıl olduğu için yeniden okuması lâzımdır. Sirâc. Lâkin ileride görüleceği vecihle imam ya hatibin aynı kimse olması şart değildir.

Altıncısı; cemaattır. Cemaatın en azı, imamdan başka üç erkek bulunmaktır. Velev ki hutbede bulunan üç kişiden başkaları olsun. Bu nasla sabittir. Çünkü «AIIah´ın zikrine şıtab edin!» nassı ile, bir zikir eden -ki hatiptir- üç de ondan başkası mutlaka lâzımdır. Bu üç kişi imam secde etmedennamazdan ayrılırlarsa namaz bâtıl olur.

İmameyn «Tahrimeden önce ayrılırlarsa» demişlerdir. Üç erkek kalırsa yahut cemaat, imam secde ettikten sonra giderler de tekrar dönerek imama rükûda iken yetişirler; veya hutbeden sonra giderler de imam namazı diğerlerine kıldırırsa namaz bâtıl olmaz. İmam o namazı cuma olarak tamamlar.

İZAH

Bu üç şeyi (yani abdestli olmayı, avret yerini örtmeyi ve ayakta durmayı) Münye şârihi Halebî, vaciplerden saymıştır. Bununla beraber yine kendisi Mültekâ metninde abdestli olmanın ve ayakta durmanın sünnet olduğunu söylemiştir. Nitekim birçok muteber kitaplarda da böyle denilmiştir. Avret yerini örtmenin sünnet olduğunu Nuru´l - İzah ve Müvâhib sahipleri de söylemişlerdir. Mecma´ ve diğer kitaplarda ise bu üç şeyi terketmenin mekruh olduğu açıklanmıştır.

Sahih kavle göre kimsenin görmediği tenha bir yerde namaz haricinde bile avret yerini örtmek farz olduğu halde burada sünnet olmasının mânâsı herhalde rüzgâr ve saire ile açıldığı takdirde örtülü sayılarak namazı yeniden kılmanın lâzım gelmemesi olsa gerektir. Mescide girmek için cünüplükten temizlenmek de öyledir. O kimsenin hutbe okuması caizdir. Velev ki bunu kasten yaptığı takdirde günahkâr olsun. Bu söylediklerimize Bedayi´in şu ifadesi delildir: «Abdestli bulunmak bize göre sünnettir; şart değildir. Hattâ imam cünüp veya abdestsiz olarak hutbe okusa bu, cumanın cevazına şart olmak üzere muteber sayılır.» Yani cuma sahih olmak için muteber bir şart sayılır. Velev ki özürsüz olursa bir haramı irtikâb etmiş olsun.

Feyzu´l - Kadîr´de şöyle denilmiştir: «İmam abdestsiz veya cünüp olarak hutbe okusa caiz; fakat, hatibin mescidde ikameti gibi günah olur.» .Böylelikle anlaşılır ki, sünnet oluşun mânâsı, şartın mukabilidir. Şu cihetten ki, abdestsiz hutbe okumak sahihtir. Velev ki söylediğimiz gibi hadd-i zatında abdest farz olsun. Bunun benzeri, terkinden dolayı kurban icabettiği için abdesti, tavafın vaciplerinden saymasıdır. Halbuki abdest bütün hac yerlerinde vaciptir. Lâkin terkinden dolayı yalnız tavafta kurban lâzım gelir. Benim anladığım budur.

Münye şerhinde şöyle deniliyor: «Yüzdeyüz malumdur ki Peygamber (s.a.v.) örtünmeden, abdest almadan hiçbir zaman hutbe okumamıştır denilirse biz de deriz ki; evet, ama bunu âdeti, nezaketi ve terbiyesi icabı yapardı. Bunu hassaten hutbe için yaptığına bir delil yoktur.» Esah kavle göre hutbe iki rekat namaz yerine geçmez. Onun için istikbal-i kıble, temizlik ve sair namaz şartları hutbe için şart kılınmamışlardır.

«Belki hutbe, sevabı hususunda namazın yarsı gibidir.» Bu söz, «hutbe namazın yarısı gibidir» hadisinin te´vilidir. Zira hadse göre hutbe öğlen iki rekat namaz yerini tutmalı idi. Nasıl ki cuma namazı onun iki rekatının yerini tutar. Bu takdirde namazın şartları hutbe için de şart olmalı idi. Nitekim imam Şâfiî´nin kavli budur. Hatip hutbeyi cünüp olarak okusa da sonra yıkanıp namazı kıldırsa caiz olur. Yıkanmak fâsıla sayılmaz. Çünkü namaz amellerindendir. Lâkin evlâ olan hutbeyi yeniden okumaktır. Nitekim hutbeden sonra nâfile kılsa yahut cuma fasit olsa hutbeyi tekrarlar. Bahır´da böyle denilmiştir. Zâhire bakılırsa araya giren fasılanın uzunluğu. başına gelenin kanaatına göredir. T.

«Lâkin imam ve hatibin aynı kimse olması şart değildir.» Bu cümle, hutbeyi tekrarlamanın lüzumuna istidraktır. Yani bazen tekrar lâzım gelmeyebilir. Meselâ hatip evine dönmeden, başka birini yerine geçiriverir (bu takdirde tekrar lâzım değildir).

«Cuma kılmak için cemaatın en azı, imamdan başka üç erkek bulunmaktadır.» Bu söz mutlaktır; ve cumada imam olmak için kölelere, yolculara, hastalara, okumak bilmeyenlere ve dilsizlere şâmildir. Bu saydıklarımız ya herkese imam olabilirler yahut okumak bilmeyenle dilsiz yalnız kendi gibilere imam olabilirler. Ama kendilerinden üstün olanlara uyabilirler. Musannıf "erkek" kaydıyle kadın ve çocuklardan ihtiraz etmiştir. Çünkü yalnız onlarla cuma kılmak sahih değildir. Onlar.hiçbir vecihle cumada imam olmaya salâhiyettar değillerdir. Bunu Muhit´den naklen Bahır sahibi söylemiştir,

«Velev ki hutbede bulunan üç kişiden başkaları olsun.» Bu, hutbede üç kişinin bulunmasını şart koşan rivayete göredir. Hiç şart koşmayan yahut bir kişinin bulunmasını kâfi gören rivayete göre ise mesele açıktır. İmamdan başka üç kişinin bulunması İmam-ı A´zam´a göre şarttır. Şarihler onun delilini tercih etmiş; Mahbubî ile Nesefî onu seçmişlerdir. şeyh Kâsım´ın tashihinde böyle denilmiştir.

«Bu üç kişi imam secde etmeden namazdan ayrılırlarsa namaz bâtıl olur.» Yani imamla birlikte namaza başladıktan sonra ayrılırlarsa cuma bâtıl olur. Nehir.

Bu tefri´den maksad; bu şaftın yani cemaatın namaz sonuna kadar devam etmesi lâzım gelmediğini anlatmaktır. İmam Züfer buna muhaliftir. Çünkü cemaat in´ikadın şartıdır. Hutbe gibi devamın şartı değildir. Yani imameyne göre tahrimenin mün´akit olması için, İmam-ı A´zam´a göre ise edanın mün´akit olması için şarttır. Eda ancak bütün erkânla yani kıyam, kıraat, rüku ve sücud bulunmakla tahakkuk eder. Cemaat tahrimeden sonra ve secdeden evvel dağılırlarsa cuma fasit olur. İmam-ı A´zam´a göre yeni baştan öğleyi kılar. imameyne göre ise cumayı tamamlar. Meselenin tamamı Bahır ve diğer kitaplardadır.

«Üç erkek kalırsa» ifadesinden anlaşılıyor ki, üç kadın veya üç çocuk kalmış olsa onlarla birlikte bir veya iki erkek bulunsa bile nazar-ı itibara alınmaz (namaz fâsit olur). Musannıf «üç erkekden biri giderse» dese daha iyi olurdu. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. En iyisi ve en kısası sadece «Kalırsa» demektir. Tâ ki zamir «namazdan ayrılırlarsa« cümlesindeki zamirin raci olduğu üç erkeğe raci olsun.

«İmam o namazı cuma olarak tamamlar.» Yani cemaat dönmezler, başkaları da gelmezse imam yalnız başına tamamlar.

METİN

Yedincisi; hükümdardan izn-i âmmdır, İzn-i Âmm (umumi izin), gelenlere camiin kapılarını açmakla hasıl olur. Kafi. Binaenaleyh düşman korkusu ile veya eski bir adet sebebiyle kale kapılarını kapamak zarar etmez. Çünkü kalede oturanlar için umumi izin kararlaşmıştır. Kaleyi kapamaknamaz kılanı değil, düşmanı menetmek içindir. Evet, kapanmasa daha iyi olur. Nitekim Mecmaa´l Enhur´da Uyuni´l - Mezâhib´e nisbet edilerek bildirilmiş ve «bu Bahır ile Müneh´tekinden daha iyidir» denilmiştir.

Bir kumandan kaleye veya kalenin kasrına girer de kapısını kapayarak maiyetindekilerle cuma kılarsa cuma mün´akit olmaz. Ama açarda cemaatın girmesine izin verirse caiz fakat mekruh olur. İmdi imam din ve dünyasında ammeye muhtaçtır. İhtiyaçtan münezzeh olan Allah´ü Zülcelal´i tenzih ederim.

İZAH

İzn-i Âmm, cuma kılması sahih olan kimselerden hiçbirini menetmemek şartıyle namaz kılınan yere herkesin girmesine umumi olarak izin vermektir. izn-i Âmm; "şöhret bulmaktır" diye tefsir edenlerin muradı da budur. Bercendî´de dahi böyledir. İsmail. İzn-i âmmın şart kılınması şundandır: Allah-ü Teâlâ cuma namazı için ezanı «Allah´ın zikrine şitab edin!» buyurarak meşru kılmıştır. Ezan, iştihar (yani bilinmek) içindir. Keza o güne cuma isminin verilmesi cemaatlar bir araya geldiği içindir. Bu ise ismin hakikî mânâsını göstermek için bütün cemaatların girmesine izin vermeyi iktiza eder. Bedâyi.

Bilmiş ol ki, bu şart zahir riayette bildirilmemiştir, Onun için Hidâye" de ondan bahsedilmemiştir. O sadece Nevadir´de zikredilmiştir. Kenz, Vikâye, Nikâye. Mültekâ ve diğer birçok muteber kitaplarda hep bu yoldan yürünmüştür. ,

«Hükümdardan izn-i âmm» diye kaydetmesi, ondan sonra gelen misale bakaraktır. Yoksa murad, orada oturanların izin vermesidir. Çünkü Bercendî´de «bir cemaat camiin kapısını kapayarak içinde cuma kılsalar caiz olmaz» denilmiştir. İsmail.

Şârihin «izn-i âmm, gelenlere camiin kapılarını açmakla hasıl olur» sözü, izn-i âmmın husulü için sarahaten izin vermenin şart olmadığına işarettir. T.

«Gelenler» den murad; mükelleflerdir. Binaenaleyh fitne korkusu ile kadınları menetmek ve benzerleri zarar etmez. T.

«Çünkü kalede oturanlar için umumi izin kararlaşmıştır.» En iyisi çünkü şehirde oturanlar için» demektir. Zira yalnız kalede oturanlara izin vermek kâfi değildir. Belki şart Bedai´den naklen yukarıda geçtiği gibi bütün cemaatlara izin vermektir.

«Evet, kapanmasa daha iyi olur.» Çünkü kapamamak şüpheden daha uzak kalmaktır. Zâhire göre izin, namaz vakti şarttır. Daha önce şart değildir. Zira ezan yukarıda geçtiği gibi bildirmek içindir. Halbuki kalede yaşayanlar onun kapısını ya ezan okunurken yahut biraz önce kaparlar. Ezanı işitip de oraya gitmek isteyen olursa içeriye giremez. Şu halde namaz vaktinde menetme tahakkuk. etmiştir. Onun için şeyh İsmail sahih olmamasını daha zâhir görmüştür. Bilahare Nehecü´n Necat´tan Allaâme Abdi´l Ber ibn-i Şıhne´nin risalesine atfen bu sözün mislini gördüm. Allah´u âlem.

Bahır ile Mineh´deki beyanat, kitabımızın metnindeki «bir kumandan kaleye veya kalenin kasrına girerse ilh...» meselesidir.Yani «kapanmasa daha iyi olur» demek kesinlikle «mun´akit olmazdemekten daha iyidir. Zeyleî, Dürer ve diğer bazı kitaplarda burada olduğu gibi« veya kalenin kasrına girerse...» denilmiştir. Vân´ı ise Dürer hâşiyesinde şuhu söylemiştir: «Sözün gelişine münasip olan, "kasrına" değil "mısrına (şehirine)" demektir.»

Ben derim ki: Bu sözün siyaktan uzaklığı kimseye gizli değildir. Kâfi´ de bunun yerine «Hane» tabiri kullanılmıştır. İbaresi şudur: «İzn-i âmm, caminin kapıları açılıp halka izin vermektir. Hattâ bir cemaat cami içinde toplanıp kapıları kapar ve cuma kılarlarsa caiz olmaz. Sultan da maiyetindekilerle kendi hanesinde cuma kılmak isterse hüküm yine budur. Kapısını açar da halka umumi olarak izin verirse namazı caiz olur. Amme gelsin gelmesin farketmez. Hanesinin kapılarını açmaz da bilâkis kapayarak gelenleri içeri girmekten menedecek kapıcılar tutarsa cuması caiz değildir. Çünkü cuma için sultanın şart koşulması halka cumayı kaçırtmamak içindir. Bu ise ancak izn-i âmm ile olur.»

Ben derim ki: Münakaşa konusunun cuma yalnız bir yerde kılındığı zaman ortaya çıkması gerekir. Birçok yerlerde kılınırsa böyle bir şey olmamalıdır. Çünkü ta´lilin de ifade ettiği gibi bu taktirde cumayı kaçırtmak yoktur.

«Bir kumandan kaleye gider de kapısını kapayarak maiyetindekilerle cuma kılarsa cuma Mun´akit olmaz» ifadesi, halkı oraya girmekten menettiği surete hamlolunur. Binaenaleyh düşman korkusu ile veya adete binaen kapaması zarar etmez. Nitekim yukarıda geçmişti. T.

Ben derim ki: Bunu Kâfî´nin «kapıcılar tutarsa ilh...» sözü de te´yit etmektedir.

«Ama açar da cemaatın girmesine izin verirse caiz fakat mekruh olur.» Bu ifade cemaatın bilmelerinin şart olduğunu gösteriyor. Minahü´l - Gaffar nâm kitapta şöyle deniliyor: «Keza sarayında maiyetindekilere cuma namazı kıldırır da kapısını kapamaz, kimseyi menetmez; ancak bunu halk bilmezlerse cuma sahih olmaz.» İzin verdiği takdirde caiz fakat mekruh olması, büyük camiin hakkını vermediğindendir. Zeyleî ve Dürer.

METİN

Cuma namazının farz olması için ona mahsus olmak üzere dokuz şey şart kılınmıştır.

Birincisi; şehirde oturmaktır. Şehirden ayrı yerde oturursa imam Muhammed´e göre ezanı işittiği takdirde üzerine cuma farz olur. Bununla fetva verilir. Multekâ´da dahi böyle denilmiştir. Bunun bir fersahla takdir edileceğini evvelce Valvalciye´den nakletmiştik. Bahır´da ise evine zahmetsizce dönebilmenin itibar edileceği tercih olunmuştur.

İkincisi; sıhhattır. Hastabakıcı ile şeyh-i fâni (fazla ihtiyar) de hasta hükmünde tutulmuşlardır.

Üçüncüsü; hürriyettir. Esah kavle göre mükâteb ile bir kısmı köle olana ve ücretle çalışana cuma farzdır. Cami uzak ise hesap edilerek ücretinden düşülür. Uzak değilse düşülmez. Köleye sahibi izin verirse cuma farz olur. Bazıları muhayyer kalacağını söylemişlerdir. Cevhere. Bahır sahibi muhayyerliği tercih etmiştir.

İZAH

Şârihin, dokuz şeyi cumaya mahsus diye tavsif etmesi, metinde bunlar onbir gösterildiği içindir. Lâkin bu onbirden akıl ile bülûğ cumaya mahsus değildir. Nitekim şârih buna tenbihte bulunmuştur. H.

Şehirde oturmak kaydıyle yolcu ve şehirde oturmayan hariç kalmıştır. Yalnız «ezanı işittiği taktirde» diyerek istisna ettikleri hükümde dahildir. H. Ezanı işitmekten murad; minarelerde en yüksek sesle okunanı duymaktır. Nitekim Kuhistanî´de beyan olunmuştur. Valvalciye´nin sözüne şöyle itiraz edilebilir: Onun sözü, içinde cuma namazını kılmak sahih olan cami sahası hakkında idi. Burada ise cuma kılmak için şehre gelmek icabeden yerin tahdidi hakkındadır. Evet, Tatarhaniye´de Zâhire´den naklen bildirildiğine göre bir kimsenin bulunduğu yerle şehir arasında bir fersah mesafe varsa cumaya gitmesi lâzım gelir. Fetva için muhtar olan kavil budur.

«Bahır´da evine zahmetsizce dönebilmenin itibar edileceği tercih olunmuştur.» Bedayi sahibinin beğendiği kavil de budur. Mevahibü´r - Rahman sahibi ise imam Ebû Yusuf´un kavlini sahih bulmuştur. Ebû Yusuf´a göre ikamet hududu içinde bulunanlara cuma farzdır. Bundan maksat o yerdir ki bir kimse oradan ayrılınca misafir, yine o yere gelince mukim olur. Burhan nâmındaki şerhinde bunun ta´lilini yaparak «Cumanın farz olması şehirlilere mahsustur. Bu hududun dışında olanlar şehir halkı sayılmazlar» demiştir.

Ben derim ki: Metinlerin zâhiri de. bunu göstermektedir. Mirâc´da «Söylenenlerin en sahihi budur» denilmiş; Hâniye´de şu satırlar vardır: «şehir kenarlarından bir yerde oturan kimse ile şehirin binaları arasında ekinlik gibi bir aralık bulunursa ona cuma farz değildir. Velev ki ezanı duysun. Uzaklığı bir ok atımı veya bir mil ile takdir etmek bir şey ifade etmez. Bunu ebû Cafer imameyn´den böylece rivayet etmiştir. Hulvani de bunu ihtiyar etmiştir. Tatarhaniye´de de şöyle denilmiştir: Sonra imamlarımızdan nakledilen zâhir rivayete göre cuma ancak şehirde yahut şehre bitişik bir yerde oturana farzdır. Şehre yakın bile olsa köyde oturanlara cuma farz değildir. Bu bâbta söylenenlerin en doğrusu budur.» Tecnis´de bu kavil kesin olarak kabul edilmiştir.

İmdâd´da şöyle denilmiştir: «TENBİH; Hadis ve eserin nassı ile, üç imamızdan nakledilen rivayetlerle ve ehli tercihin muhakkıklarının ihtiyariyle gördün ki, ezanın işitilmesine, ok atımına ve millere itibar yoktur. Binaenaleyh başkasının muhalefetinden sana bir şey lâzım gelmez. Velev ki sahihtir desin.»

Ben derim ki: Hâniye ile Tatarhaniye´nin sözlerini «şehrin sahasında değilse» diye kayıtlamak gerekir. Zira evvelce görüldüğü vecihle saha şehirden ekinliklerle ayrılmış bile olsa orada cuma kılmak sahihtir. Sahada -şehire mülhaktır diye- cuma sahih olunca orada oturanlara da cuma farz olur. Çünkü onlar şehirlidir. Nitekim Burhan´ın ta´lilinden de bu anlaşılır.

Muvaffakiyet Allah´tandır.

Cumanın vacip olmasının şartlarından ikincisi sıhhattır. Nehir sahibi şöyle diyor: «Binaenaleyh mizacı bozuk fakat tedavisi daha mümkün görülen hastaya cuma farz değildir. Bununla kötürüm ve âmâ hariç kalmıştır. Onun için musannıf onları hasta üzerine atfetmiştir. Şu halde Bahır sahibinin tevehhüm ettiği gibi onun sözünde tekrar yoktur.» Hasta kendisini vasıtaya bindirecek birinibulursa; Kınye´de «yedekçi bulan âmâ gibi ihtilâflıdır» denilmişti; bazıları, kötürüm gibi ona da bilittifak cumanın farz olmayacağını söylemişlerdir. "Yürümeğe kâdir olan gibidir" diyenler de olmuştur. Onların kavline göre kendisine cuma farz olur. Fakat Surûcî bunu tenkit etmiş «cumanın farz olmadığını sahih kabul etmek gerekir. Çünkü hastanın vasıtaya binmesiyle ve cumaya gelmesiyle hastalığı artar» demiştir.

Ben derim ki: Hasta hakkında mesele böyle olursa farz olmamasının sahih kabul edilmesi icabeder. Hılye. Hastabakıcının hasta hükmünde olması cumaya gittiği taktirde hasta perişan olduğuna göredir. Esah kavil budur. Bunu Hılye ve Cevhere sahipleri söylemişlerdir.

«Esah kavle göre mükâtebe ile bir kısmı köle olana cuma farzdır» Bunu Sırâc sahibi söylemiştir. Fakat Bahır´da, «bunun söz götürdüğü meydandadır» denilmiştir. Yani bunlarda kölelik vardır denilmek istenmiştir. Bir kısmı köle olandan maksat; bir kısmı âzad olup. kalan kısmını ödemek için çalışan köledir. Nitekim Hâniye´de beyan edilmiştir. Şârih «Ücretle çalışana da cuma farzdır» dediğine göre iş sahibi onu cumadan menedemez. Bu husustaki iki kavilden biri budur. Metinlerin zahiri de buna şahittir. Nitekim Bahır´da beyan olunmuştur. Cami uzak ise hesap edilerek ücretinden düşülür. Yani, gidip gelinceye kadar, günün dörtte biri geçerse ücretinin dörtte biri kesilir. Tatarhaniye´de bildirildiğine göre ücretli, namazla meşgul olduğu vaktinin bu dörtte birden çıkarılmasını isteyemez.

«Köleye sahibi namaz için izin verirse cuma kendisine farz olur.» Bu köleden murad; ticarete me´zun olan köle değildir. Ona bilittifak cuma tarz değildir. Nitekim Bahır´ın ibaresinden anlaşılmaktadır. H.

«Bahır sahibi muhayyerliği tercih etmiştir.» Buna sebep Zahîriye´de muhayyerliğin kesinlikle kabul edilmesi ve bunun kaidelere daha uygun olmasıdır.

METİN

Dördüncüsü, tahakkuk etmek şartıyle erkeklik, bülûğ ve akıldır. Bülûğ ile aklı, Zeyleî ve diğer ulema zikretmişlerse de bunlar cumaya mahsus değillerdir.

Beşincisi; gözün bulunmasıdır. Binaenaleyh tek gözlü kimseye de cuma farzdır.

Altıncısı; yürümeye kudreti olmaktır. Bahır´da kesinlikle ifade edildiği. ne göre cuma vacip olmak için bir ayağın sağlam olması kafidir. Lâkın Şu. munnî ve başkaları «bir ayağı felçli veya kesilmiş olan kimseye cuma farz değildir» demişlerdir.

Yedincisi; hapis edilmiş olmamak;

Sekizincisi; korku bulunmamak;

Dokuzuncusu; şiddetli yağmur, çamur, kar ve benzerleri bulunmamaktır.Bu şartlar yahut bunların bazıları kendinde bulunmayan kimse azimeti tercih eder de mükellef yani akıl bâliğ olarak cumayı kılarsa vaktinin farzı yerine geçer. Tâ ki mevzuuna nakzile avdet etmesin (kaide kendi kendini bozmasın). Bahır´da «Cumayı kılmak efdaldir. Bundan yalnız kadın müstesnâdır» denilmiştir.

Başka namazlarda imamlığı caiz olan kimse cuma namazında da imam olabilir. Şu halde yolcu, köleve.hasta cuma kıldırabilirler. Bunların bulunmasıyle ise cuma namazı evleviyetle mün´akit olur.

İZAH

«Tahakkuk etmek şartıyle» kaydır» Nehir sahibi inceleme yaparak ilâve etmiş çünkü hunsây-ı müşkili tariften çıkarmak istemiştir. Bunu şeyh İsmail, Bercendî´den nakletmiştir. Bazıları, «Hunsay-ı Müşkile daha meşakkatli olan şekille muamele etmek cumanın ona farz olmasını iktiza eder» demişlerdir.

Ben derim ki: Bu söz götürür. Bilâkis erkeklerin toplandığı yerlere çıkmamasını iktiza eder. Onun için de kadına cuma, farz değildir.

Bülûğ ile akıl cumaya mahsus şartlar değildir. Bunlar islâm gibi bütün ibadetlerle mükellef olmanın şartlarıdır. Kaldı ki delilik sıhhat kaydıyle tariften hariç kalmaktadır. Çünkü delilik hastalıktır. Hattâ şâir «Ruh hastalıklarının en ağırı deliliktir» demiştir.

Tek gözü bulunan kimseye cuma farz olduğu gibi görmesi zaif olana da farz olduğu anlaşılıyor. Tamamıyle âmâ olana ise cuma farz değildir. Velev ki gönüllü bir yedekçi bulsun yahut ücretle tutsun. İmameyne göre ise bu şekilde cumaya kâdir olursa cuma kılması farz olur. Âmâ camide iken cuma olursa kılmanın farz olup olmayacağı hususunda Bahır sahibi çekimser kalmıştır. Ulemadan biri buna şöyle cevap vermiştir: «Abdestli bulunursa zâhire göre cuma kılması farzdır. Çünkü burada illet güçlüktür. O da yoktur.»

Ben derim ki: Bence sokaklarda gezen ve yedecek kimsesi olmadığı halde zahmetsizce yolları tanıyan, kimseye sormadan istediği mescidi bulan bazı âmâlara cumanın farz olduğu anlaşılır. Çünkü bu takdirde âmâ kendi kendine camiye gidebilen hasta gibidir. Hattâ hastaya çok defa bundan da çok meşekkat ârız olur.

Yürümeye kudreti olmak şart kılındığına göre kötürümün götürecek kimsesi bulunsa bile kendisine bilittifak cuma namazı farz değildir. Hâniye. Zira o asla yürümeğe kâdir değildir. Binaenaleyh Âmâ hakkındaki hilâf onun hakkında cari değildir. Nitekim Kuhistânî buna tenbihte bulunmuştur.

Bahır sahibi bir ayağın sağlam olmasının cuma için kâfi geleceğini kesin bir ifade ile beyan etmiş; Şumunnî ise «bir ayağı felçli veya kesilmiş olan kimseye cuma farz değildir» demiştir. Ebû´s Suûd, Bahır´da bahsedileni, yürümeğe mâni olmayan topallığa; buradakini mâni olan topallığa hamletmek suretiyle iki kavlin aralarını bulmuştur.

Hapis edilmiş olmamak da cumanın şartlarındandır. Bunu «fakir borçlu gibi mazlum ise» diye kayıtlamak icabeder. Halen eda edebilecek kadar zengin ise cuma farz olur.

Korku bulunmamaktan maksat; sultan veya hırsız korkusudur. Müneh. İmdâd´da «Müflis hapis edileceğinden korkarsa kendisine korkan hükmü verilir. Nitekim korku sebebiyle teyemmüm etmesi caizdir.» denilmiştir.

Cumanın farz olması için dokuzuncu şart; şiddetli yağmur, şiddetli çamur ve kar, şiddetti soğuk bulunmamaktır. Nitekim imamlık bâbında bunlardan söz etmiştik.

«Azimeti tercih ederse» cümlesinden murad; "cuma namazını kılarsa" demektir. Çünkü o kimseye cumayı bırakıp öğleyi kılmak için ruhsat verilmiştir. Şu halde onun hakkında öğle namazını kılmak ruhsat. cuma namazı azimettir. Nasıl ki yolcunun oruç tutmaması da öyledir. Yani orucu terketmesi ruhsat, tutması azimettir. Zira daha güçtür.

«Akıl bâliğ» tabirleri mükellefin tefsir ve izahıdır. Bu kayıtlarla çocuk ve deli hariç kalırlar. Çünkü çocuğun kıldığı cuma nafiledir. Delinin esasen namazı yoktur. Bunu Bedayi´den naklen Bahır sahibi söylemiştir.

«Tâ ki mevzuuna nakzile avdet etmesin.» Yani "bu namaz farz yerine geçmiştir" demeyip öğleyi kılması lâzımdır dersek mevzuuna nakzile avdet eder. Şöyle ki: O kimse hakkında öğle namazı ruhsattır. Azimeti yaparak meşekkate tahammül ederse sahih olur. Ondan sonra kendisine bir de öğleyi kılmak lâzımdır dersek ona bir meşekkat yüklemiş oluruz. Ve onun hakkındaki mevzuu - yani kolaylığı - bozmuş oluruz. H.

Ben derim ki: Şu halde mevzudan murad; burada üzerine cumanın sükûtu bina edilen temeldir ki oda özrün gerektirdiği kolaylık ve terhistir.

«Bahır´da cumayı kılmak efdaldir; yalnız kadın müstesnadır.» denilmiştir. Bahır sahibi bunu fukahanın «Bu gibiler hakkında öğleyi kılmak ruhsattır.» sözünden almıştır. Bu söz cumanın azimet olduğunu gösterir; Cumayı kılmak efdaldir. Bundan yalnız kadın müstesnadır. Zira onun namazını evinde kılması daha fazîletlidir. Nehir sahibi de bunu kabul etmiştir. Ta´lilin muktezası şudur ki, kadının evi mescidin duvarına bitişik olur da imama uymaya bir mâni bulunmazsa yine evinde kılması efdal olur. Başka namazlarda imamlığı caiz olmaktan murad; erkeklere imam olmaktır. Çocuk bundan hariçtir. Çünkü ehliyeti yoktur. Kadın da hariçtir. Çünkü erkeklere imam olamaz.

«Bunların bulunmasiyle ise cuma namazı evleviyetle mün´akit olur.» Musannıf bu sözle imam-ı Şâfiî Rahimehullah´ın hilâfına işaret etmiştir. Şâfiî bunların imamlıklarının sahih olduğuna fakat cuma mün´akit olmak için hesaba katılmayacaklarına kaildir. Zira bunlar imam olmaya yarayınca imama uymaya evleviyetle yararlar. İnâye.

METİN

Cuma günü şehirde özrü olmayan kimsenin öğle namazını cumadan önce kılması haramdır. Cumadan sonra kılması ise mekruh değildir. Gaye. Haram olması, cumayı kaçırmaya sebebiyet verdiğindendir. Cumayı kaçırmak haramdır.

İZAH

Burada Kudurî ve Kenz sahibi «mekruhtur» tabirini kullanmışlardır. Musannıfın bunu bırakıp «haramdır» demesi Kemâl bin Hümâm "haramdır" dediği içindir. İbaresi şudur: «Murad mutlaka haramdır demektir. Çünkü bu ittifakla kat´î bir farzı terketmektir. Öyle bir farzı ki öğleden de kuvvetlidir. Şu kadar varki terki emir edilmekle beraber öğle namazı yine de sahih olur.»

Bahır sahibi buna şöyle cevap vermiştir: «Haram olan, cumayı kaçırtan sa´yi terk etmektir. Ondan önceki öğle namazı cumayı kaçırtmamıştır ki, haram olsun. Zira bu namazdan sonra cuma için sa´yi(cumaya gitmesi) farzdır. Nitekim fukaha bunu açıklamışlardır. Ancak cumadan önce öğle namazı kılmak mekruhtur. Çünkü ona güvenilerek bazan cumanın kaçırılmasına sebep olabilir. Fukaha yalnız öğle namazı kılmanın mekruh olduğuna hükmetmişlerdir. Cumayı terk etmenin mekruh olduğuna hüküm vermemişlerdir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Nehir sahibi bu cevabı beğenmiştir.

Özrü olan kimse için ise imam cumayı kıldırıncaya kadar öğleyi geciktirmek müstehap olur. Nitekim gelecektir. «Cumadan sonra kılması ise mekruh değildir.» Bilâkis farzdır. Çünkü cumayı kaçırmıştır.

Bahır sahibi diyor ki: «Namazın kendisi mekruh değildir. Cumayı kaçırmak haramdır. Bu da bizim söylediğimizi te´yit eder.» Yani kerahet namazın kendinden değil. hariçten gelmektedir ki. o da cuma namazını kaçırmaya sebep olmasıdır. Buna delil; cumayı kaçırdıktan sonra öğleyi kılmış olsa mekruh sayılmaması bilâkis vacip olmasıdır. Şöyle denilebilir: Gâye´nin maksadı, cumanın sahih olup olmadığında şüphe edildiği zaman kerahet bulunmamaktır. Şu halde murad; öğleyi, cuma namazını kıldıktan sonra kılmasıdır. Cumayı kaçırdıktan sonra kılması değildir.

Şehir hükmünde olmayan bir köyde ise öğleyi cumadan önce kılmak mekruh değildir. Çünkü orada cuma kılmak sahih değildir, «Haram olması cumayı kaçırmaya sebebiyet verdiğindendir.» Bunun söz götürdüğünü Bahır sahibinin incelemesinden anlamışsındır. H.

METİN

Öğle namazını cumadan önce kılar da sonra pişman olarak cumaya koşarsa; meselâ evinin kapısından ayrılır; imam da namazda bulunursa cumaya yetişsin yetişmesin o kimsenin öğle namazı bâtıl olur. Mezhebe göre özürlü ile özürsüz arasında fark yoktur. Namazın aslı ve cumaya koşmadan önce ona uyanın namazı batıl olmaz. «Koşarsa» tabirini musannıf ayete itbaen kullanmıştır. Çünkü mescidde olursa ancak namaza başlamakla öğlesi bâtıl olur.

«Cumaya koşarsa» diye kayıtlaması bir hacet için veya imam namazını bitirirken çıkar, yahut onu hiç kılmazsa esah kavle göre bâtıl olmadığı içindir. Binaenaleyh cumaya koşmakla bâtıl olmak ona erişmek imkânıyle kayıtlıdır. Cumaya mesafe uzaklığından dolayı yetişemezse esah kavle göre namazı bâtıl olmaz. Sirâc.

İZAH

Bir hâcet için çıkar da o hacetle cumaya gitmeyi ortak tutarsa itibar hangisi fazla ise onadır. Nasıl ki Bahır´dan da bu anlaşılır. T.

Burada şöyle denilebilir: Bahır´da anlaşılan sevaba bakaraktır. Burada bu uygun olur mu olmaz mı teemmül ister. Zâhire bakılırsa bu ortaklıkla iktifa etmelidir. Velev ki hâcet tarafı daha çok olsun. Zira sevabı olmasa da cumaya koşmak tahakkuk etmiştir.

«Veya imam namazını bitirirken çıkarsa...» Fethu´l - Kadîr´in şu ibaresi de bunun gibidir. Hattâ evleviyette kalır. «İmam namazını bitirdikten sonra çıkarsa kıldığı öğle bâtıl olmaz. Çünkü her iki surette cuma için koşmuş olmaz.» Lâkin bu söz bunu bilirse makbuldur, bilmezse teslim etmez. Binaenaleyh münasip olan «imam da namazda bulunursa...» diyerek bu meseleleri metinden çıkarmak idi.

«Yahud onu hiç kılmazsa» sözü, özürlü ve özürsüz bulunduğu hallere şâmildir. Keza cumaya gitmek için yola çıkarda imam ve cemaat namazda bulunurlar ancak bir hâdise sebebiyle tamamlamadan namazı bozarlarsa sahih kavle göre öğle namazı bâtıl olmaz. Bunu Sirâc´den naklen Bahır sahibi söylemiştir.

«Binaenaleyh cumaya koşmakla bâtıl olmak ona yetişmek imkâniyle kayıtlıdır.» Bahır´da da böyle denilmiştir. Nehir sahibi bu sözü aşağıda Sirâc´dan nakledilen ifadesiyle te´yit etmişse de doğru değildir. Nitekim göreceksin.

«Esah kavle göre namazı bâtıl olmaz.» Sirâc. Sirâc sahibi bu ibarede Nehir´e tâbi olmuştur. İbare yanlıştır. Doğrusu «namazı bâtıl olur» şeklindedir. Bahır´da şöyle denilmektedir: «Bozulma hususunda sözü mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh evinden çıkarken imam namazda olduğu halde mesafe uzaklığından dolayı yetişemediği ve namaza hiç başlamadığı hallere şâmildir ki, Belh ulemasının kavli de budur. Sirâc´da beyan edildiğine göre sahih olan kavil budur. Çünkü o kimse cumaya teveccüh etmiştir. Henüz vakti geçmiş de değildir. Hattâ evi mescide yakın olur da cemaatın ikinci .rekatta olduğunu işitir ve öğleyi evinde kıldıktan sonra cumaya giderse esah kavle göre yine öğle namazı bâtıl olur.»

Ben derim ki: Bunun bir misli de Nihâye, Kifâye, Mi´râc ve Fetih gibi Hidâye şerhlerindedir.

Öğle namazının bâtıl olmasından murad; farz vasfının bâtıl olmasıdır. O namaz nâfile olur. Çünkü Şeyhayn´a göre vasfın bâtıl olması aslın bâtıl olmasını icabetmez. İmam Muhammed buna muhaliftir. Namazın aslı bâtıl olmadığı gibi o kimseye uyanın namazı da bâtıl olmaz. Zira imamın namazı namazdan çıktıktan sonra bâtıl olmuştur. Bunun cemaat olana zararı yoktur. Yani şöyle bir itiraz yapılamaz: «Asıl olan, imama uyanın namazının. imamın namazıyle birlikte bozulmasıdır.» Bunu Muhit´den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Çünkü imam namazdan çıktıktan sonra o kimsenin cemaatlığı kalmamıştır/Bu meselenin birçok benzerleri vardır. Biz bunları imamlık bâbında beyan etmiştik. Bunlardan biri şudur: İmam -Maazallah- dinden döner de sonra vakit içinde tekrar müslüman olursa yalnız kendi sinin o namazı tekrarlaması lâzım gelir. Cemaata bir şey lâzım gelmez.

«Cumaya yetişsin yetişmesin o kimsenin öğle namazı bâtıl olur.» Yani velev ki yetişememesi mesafe uzaklığından ileri gelsin. Zirâ biliyorsun ki, yetişme imkânı ile kayıtlamak sahih değildir. Sonra cumaya yetişemez veya geri dönmek aklına gelir de dönerse öğleyi tekrar kılması lâzım gelir. Nitekim Münye şerhinde beyan edilmiştir.

«Mezhebe göre özürlü ile özürsüz arasında fark yoktur.» Cevhere´de şöyle deniliyor: «Köle, hasta, yolcu ve başkaları cumaya koşmakla öğlenin bozulması hususunda müsavidirler.» Bahır sahibi bu sözü Gayetü´l - Beyan´la Sirâc´a nisbet etmiş; bunu müşkil görerek şunları söylemiştir: «Özürlü kimse mutlak surette cumaya seî (koşmak) ile memur değildir. Binaenaleyh ona gitmekle öğlenamazı bâtıl olmamak gerektiği gibi cumaya başlamakla dahi bâtıl olmamak icabeder. Çünkü ondan farz sâkıt olmuştur. Onu bozmakla memur değildir. Şu halde cuma namazı nâfile olur. Nasıl ki imam Züfer´le Şâfiî buna kaildirler. Muhit´in ibaresinden anlaşılıyor ki o kimsenin öğlesi ancak cuma namazında bulunmakla bâtıl olur. Mücerret ona koşmakla bâtıl olmaz. Nitekim mazur olamayan hakkında hüküm budur. Bunun işgâli daha hafiftir.»

Ben derim ki: Buna Zeyleî´nin ve Fethü´l - Kadîr´in şu sözleriyle cevap verilir: «Özür sahibine cumayı terketmek için ancak özründen dolayı ruhsat verilmiştir. O cumayı kılmayı iltizam etmekle sağlam hükmüne girmiştir.»

«Mezhebe göre» ifadesinin yerine Münye şerhinde «Mezhebin sahih kavli budur» denilmiş sonra şöyle devam edilmiştir: «Züfer buna muhaliftir. Ona göre o kimsenin farzı öğledir. Onu da vaktinde eda etmiştir. Binaenaleyh başkasıyle bâtıl olmaz. Bizim delilimiz şudur: Özürlü kimse, başkasından ancak "cumaya koşmayı terk" ruhsatıyle ayrılmıştır. Bu ruhsatı kullanmazsa o da "başkaları" hükmüne girer.»

METİN

Özürlü, mahpus ve yolcuların cumadan önce ve sonra şehirde öğle namazını cemaatla eda etmeleri kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. Çünkü bunda cemaatı azaltmak ve şeklen bir aykırılık vardır. Bu ibare, cuma günü camiden maada bütün mescitlerin kapanacağını ifade eder. Cumayı kaçıran şehir halkının dahi öğleyi cemaatla kılmaları mekruhtur. Onlar öğleyi ezansız, ikametsiz ve cemaatsız olarak kılarlar. Hastanın, öğleyi imam namazdan çıkıncaya kadar geciktirmesi müstehaptır. Geciktirmezse mekruh olur. Sahih kavil budur.

Bir kimse cumaya teşehhüde veya -cumada secde-i sehiv yapılır diyenlere göre- secde-i sehiv halinde yetiştirse onu cuma olarak tamamlar. İmam Muhammed buna muhaliftir. Nasıl ki bayramda bilittifak bayram olarak tamamlar. Fethu´l - Kadîr´in bayram namazı bahsinde böyle denilmiştir. Lâkin Sirâc´da İmam Muhammed´e göre o kimsenin imama yetişmiş sayılmadığı bildirilmiştir. Namaza bilittifak öğleye diye değil, cumaya diye niyet eder. Öğleye diye niyet ederse imama uyması sahih olmaz. Sonra zâhire göre bu hususta yolcu ile başkası arasında fark yoktur. Bunu inceleyerek Nehir sahibi söylemiştir.

İZAH

Özürlü kimselerin cuma günü öğleyi cemaatla kılmaları mekruh olunca özürsüzlerin bunu yapması evleviyetle mekruh olur. Nehir. Mahpus kimse özürlüler de dahil olmakla beraber Kenz ve diğer kitaplarda yapıldığı gibi musannıfın da onu ayrıca zikretmesi bazılarının sözünü reddetmek içindir. Bu zevat «Mahpusun cuma kılması lâzımdır. Çünkü zâlim ise hasmını kandırmaya muktedirdir. Değilse imdâd istemesi mümkündür» demişlerdir. Hayreddin-i Remlî «Bizim zamanımızda mazluma imdada koşacak kimse yoktur. Galebe zâlimlerdedir. Bir hak için kim kendilerine çatarsa onu helâk ederler» diyor.

«Öğle namazını cemaatla eda etmeleri» ifadesinin mefhumundan anlaşılıyor ki, cemaatla kazaetmeleri mekruh değildir. Bahır´da şöyle deniliyor: «Öğle namazını diye kayıtlaması, başka namazların cemaatla kılınmasında beis olmadığı içindir.» Sonra öğle namazını cuma günü cemaatla kılmak şehirde mekruhtur. Şehir hükmünde olmayan köy bunun hilâfınadır. Zira o köy halkına cuma namazı farz değildir. Binaenaleyh onlar için cuma günü sair günler gibidir. Münye şerhi.

Mi´rac´da Mücteba´dan naklen şöyle denilmiştir: «Mesafe uzaklığından dolayı kendilerine cuma farz olmayanlar, öğleyi cemaatla kılabilirler.» Cemaatın azalması şöyle olur: Özürlüye bir başkası uyabilir. Bu ise cumanın terkine müeddi olur. Bahır. Kezâ cumadan sonra öğlenin cemaatla kılınacağını bilen bir adam çok defa onlarla birlikte kılmak için cumayı terkeder.

Şeklen aykırılığa gelince: O gün müslümanların şiarı cuma namazı kılmaktır. Onlara zıt harekette bulunmak istemek büyük bir meseleye müncer olur. Onun için de şeklen aykırı davranmakta kerahet-i tahrimiye vardır. Rahmeti.

Cuma günü büyük camiden maada şehirdeki bütün küçük mescidler kapanır. Tâ ki onlara cemaat toplanmasın. Bunu sirâc´dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Büyük camiin açılması ise zaruridir. Zâhire bakılırsa cemaat toplanmasın diye cumadan sonra büyük cami bile kapanır. Meğer ki şöyle denile: «Âdet cemaatın vaktin evvelinde toplanmasıdır. Binaenaleyh cuma kılınmayan sair mescidlerin kapanması cemaat bu camiye gelmeye mecbur olsunlar diyedir.» Bu izaha göre sair mescidler cuma namazı kılınıncaya kadar kapanırlar. Lâkin cumadan sonra onları açmaya bir sebep kalmadığı için ikindiye kadar kapalı kalırlar. Sonra bütün bu söylenenler cumadan başka bir namaza gitmekten mübalağalı bir şekilde menetmek ve onun kuvvetli bir namaz olduğunu göstermek içindir.

«Cumayı kaçıran şehir halkının dahi öğleyi cemaatla kılmaları mekruhtur.» Zâhire göre bu kerahet kerahet-i tenzihiyedir. Çünkü cemaatı azaltmak ve şeklen aykırılık yoktur. Bunu Kuhistanî´nin Muzmirat´ından naklettiği «yalnız başlarına kılmaları müstehaptır» sözü de te´yit eder.

«Onlar öğleyi ezansız, ikametsiz ve cemaatsız kılarlar.» Valvalciye´de şöyle denilmiştir: «Cuma günü şehirde cemaatla öğle namazı kılınmadığı gibi ezan ve ikamet de yoktur. Bu hapishane ve diğer yerler de de böyledir.»

«Hastanın, öğleyi imam namazdan çıkıncaya kadar geciktirmesi müstehaptır» denildiğine göre geciktirmediği takdirde mekruh olması kerahet-i tenzihiye iledir. Nehir. Şu halde Şeyh İsmail´in Dürer şerhinde Muhit´den naklen «Bilittifak kerahet yoktur» demesi kerahet-i tahrimiye yoktur mânâsına hamledilir.

«Cumada secde-i sehiv yapılır» diyenlere göre bir kimse cumaya secde-i sehiv halinde hattâ onun teşehhüdünde yetişse namazını cuma olarak tamamlar. Müteehhirin ulema ise cuma ve bayram namazlarında secde-sehiv yapılmamasını tercih etmişlerdir. Çünkü cahiller namaza ziyade edildiğini tevehhüm edebilirler. Sirâc ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir. Bahır.

Maksat, caiz değil demek değildir. Evla olan terk edilmesidir. Tâ ki cemaat fitneye düşmesinler. Bunu Azmiye´den naklen Ebu´s - Suûd söylemiştir. Bunun bir misli de İbn-i Kemâl´in izah namındakieserindedir. Namazını cuma olarak tamamlarken kıraat hususunda muhayyerdir. İsterse âşikâre isterse gizli okur. Bahır.

«İmam Muhammed buna muhaliftir.» ;O şöyle demiştir: «Şayet imamla birlikte ikinci rekatın rükûuna yetişirse cumayı onun üzerine binâ eder; daha sonra yetişirse o namazın üzerine öğleyi binâ eder. Çünkü bu namaz bir cihetten cuma bir cihetten öğledir. Zira bazı şartları kaçırmıştır. Binaenaleyh öğleye itibar ederek dört rekat üzerinden kılar, fakat cumaya itibar ederek iki rekatta behemehal oturur. Nâfile olmak ihtimalinden dolayı son iki rekatta kıraatı okur.» Şeyhayn´a göre o kimse bu halde cumaya yetişmiştir. Hattâ kendisine cumaya niyet etmek şarttır ki. o da iki rekattır. İmam Muhammed´in söylediklerinin vechi yoktur. Zira bunlar muhtelif iki namazdır. Biri diğerinin tahrimesi üzerine binâ edilemez. Hidâye´de böyle denilmiştir. «Lâkin Sirâc´da imam Muhammed´e göre o kimsenin imama yetişmiş sayılmadığı bildirilmiştir.»

Ben derim ki: Sirâc´ın ibaresi Zahîriye´nin bayram bahsinde bazı ulemadan naklen zikredilen; sonra bazı ulemadan naklen hilâfsız yetişmiş sayıldığı bildirilmiş «sahih olan budur» denilmiştir.

«Sonra zâhire göre bu hususta yolcu ile başkası arasında fark yoktur.» Zahîriye´de Münteka´ya nisbet edilerek şöyle denilmiştir: «Cuma günü imama teşehhüdde yetişen yolcu namaza girdiği tekbirle dört rekat olarak kılar.» Bahır sahibi bunun, metinlerdeki ibareyi tahfiz ettiğini ve o ibareyi mesbûka cuma vacip olduğu surete hamletmeyi gerektirdiğini söylemiş «Cuma vacip olmazsa mesbuk o namazı öğle olarak tamamlar» demiştir.

Nehir sahibi buna cevap vererek «Zâhire bakılırsa bu söz imam Muhammed´in kavline göre söylenmiştir. Şu kadar var ki Muntekâ sahibi onu tercih ettiği için kesin ifade etmiştir. Yolcu kayıt değil, misaldir» demiştir.

Ben derim ki: Hidâye´den naklettiğimiz ibare de bunu teyit eder. Orada «Şeyhayn´a göre öğleyi cumanın üzerine binâ etmenin bir vechi yoktur. Çünkü her kişi başka başka namazlardır» denilmiştir. Kaldı ki yolcu, cuma namazı kılmayı iltizam edince bu namaz ona vacip olur. Onun için aynı namazda imam olması sahihtir. Bir de yolcu cumadan evvel öğleyi kılarsa sonra cumaya gittiği takdirde yetişemese bile öğle namazı bâtıl olur. Yetiştiği zaman nasıl kılmaz. Bilâkis onu öğle olarak kılar. Ve öğle öğleyi iptal etmez. Akla yatan Nehir´in ibaresidir. Yolcuyu hassatan zikretmesi o namazı yalnız imam Muhammed´in kavline göre öğle olarak kılacağı tevehhüm edilmesin diyedir. Zira imamının farzı iki rekattır. Bundan dolayı ona göre namazı dört rekat olarak tamamlayacağına tenbihte bulunmuştur. Çünkü imamının cuması öğle yerine geçer. Allah´u âlem.

METİN

İmam -Hücre varsa hücreden, yoksa bulunduğu yerden-

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:35 am GMT +0200
METİN

İmam -Hücre varsa hücreden, yoksa bulunduğu yerden- minbere çıkmak için kalktığı zaman hutbe tamam oluncaya kadar namaz kılmak ve konuşmak caiz değildir. Mecma şerhi.

Esah kavle göre velev ki hutbede zâlimlerden bahsedilsin. Yalnız vakit namazı ile aralarında tertip sâkıt olmayan kaza namazı müstesnadır. Onu kılmak mekruh değildir. Bunu sirâc sahibi ve başkaları söylemişlerdir ki. cumanın sahih olması için bu zaruridir. Aksı takdirde olmaz. Sünnetikılarken yahut nâfilenin üçüncü rekatına kalktığında hatip minbere çıkarsa esah kavle göre namazını tamamlar. Ama kıraatı hafif tutar.

Namazda haram olan her şey hutbede de haramdır. Bunu Hülâsa ve diğer kitaplar kaydetmişlerdir. Binaenaleyh yemek, içmek ve konuşmak haramdır. Velev ki tesbih veya selâm almak yahut iyiliği emir kabilinden olsun. Bilâkis dinleyip susması icabeder. Esah kavle göre bu hususta uzakla yakın arasında fark yoktur. Muhit.

İZAH

«İmam minbere çıktığı zaman hutbe tamam oluncaya kadar namaz kılmak ve konuşmak caiz değildir» sözü hadistir. Hidâye sahibi onu merfu olarak nakletmişse de Fethu´l - Kadîr´de merfu şekli garip görülmüştür. Malum olan bunu Zührî´nin söylemiş olmasıdır. Ama ibn-i Ebi Şeybe´nin musannıfında Hazreti Ali, İbn-i Abbas ve İbn-i Ömer (r. anh.) dan rivayet ettiği bir habere göre mezkur zevat imam minbere çıktıktan sonra namaz kılmayı ve konuşmayı kerih görürlermiş. Hâsılı sahibinin sözü huccettir. Bize göre başka bir sünnete aykırı düşmemek şartiyle taklidi vaciptir.

«Hutbe tamam oluncaya kadar namaz kılmak caiz değildir» sözü, sünnetlere ve tahiyye-i mescide de şâmildir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Bahır haşiyesini yazan Remlî «yani caiz olan hiç bir namaz yoktur» diye tefsirde bulunmuştur. «Kerahet vaktinde namaz kılmak, secde-i tilâvet yapmak memnu´dur ilh...» cümlesini izah ederken şu da geçmişti: «Nâfile kılmak sahih fakat mekruhtur. Hattâ onu bozarsa kazası icabeder. Bu namazı bozup mekruh olmayan bir vakitte kaza etmek zâhir rivayete göre vaciptir. Ama tamamlarsa niyetlenmekle üzerine aldığı borçdan kurtulmuş olur. Binaenaleyh maksat mun´akit olmamak değil, haram olduğunu anlatmaktır.»

«Konuşmak caiz değildir...» ifadesinden murad; insan sözü cinsinden olan şeylerdir. Tesbih ve benzeri zikirler mekruh değildir. Esah olan kavil budur. Nitekim Nihâye ve inâye´de beyan olunmuştur. Zeyleî´nin bildirdiğine göre ihtiyat susmaktadır. Hilâfın yeri, hutbeye başlamazdan öncesidir. Başladıktan sonra ise her nevi konuşmak kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. Nitekim Bedayi´de de böyle denilmiştir. Bahır ve Nehir.

Bakalî muhtasarında şunları söylemiştir: «Hatip duaya başlarsa cemaatın el kaldırmaları ve âşikare dil ile âmin demeleri caiz olmaz. Bunu yaparlarsa günahkâr olurlar. Bazıları günahkâr değil isâet etmiş olacaklarını söylemişlerdir. Sahih olan kavil birincisidir. Fetva da ona göredir.

Keza Peygamber (s.a.v.) zikredilince cemaatın aşikâre olarak salavât getirmeleri caiz değildir. Bunu kalbleri ile yaparlar. Fetvâ buna göredir. Remli.

«Hutbe tamam oluncaya kadar namaz kılmak ve konuşmak caiz değildir» ifadesinin yerine Dürer´de şöyle denilmiştir: «Musannıf Hidâye´de denildiği gibi "hutbe tamam oluncaya kadar" dememiştir. Çünkü Muhit ve Gayetu´l - Beyan´da açıklandığına göre namaz kılmak ve konuşmak imamın minbere çıkmasından namazı bitirinceye kadar mekruhturlar.»

«Esah kavle göre velev ki hutbe de zâlimlerden bahsedilsin.» Bazıları «zâlimler zikredilirken konuşmak caizdir» demişlerdir. T.

«Tertibi ıskât etmeyen kaza namazını kılmak mekruh değildir.» Bilâkis onu kılmak vaciptir. «Aksi taktirde olmaz.» Yani tertip sâkıt olursa namazı o anda kaza mekruh olur. «Esah kavle göre namazını tamamlar. Ama kıraatı hafif tutar.» Bu sözü Bahır sahibi Velvalciye ile Mübtega´ya nisbet etmiş fakat nâfile meselesini zikretmemiştir. Şurunbulâliye´de Suğra´dan naklen «fetva buna göredir» denilmiştir.

Bahır sahibi «Fethu´l - Kadîr´de, "Sünneti kılarken hatip minbere çıkarsa iki rekatta selâm verir" denilmiş se de bu kavil zaiftir. Kâdıhân onu Nevadir´e nisbet etmiştir» diyor.

Ben derim ki: Biz farza yetişmek bâbında Fethu´l-Kadîr´deki sözün tercih edildiğini de söylemiş ve «Bütün bunlar üçüncü rekata kalkmadığına göredir. Üçüncüye kalkar da onun secdesine varırsa namazını tamamlar. Üçüncü rekatın secdesine varmazsa bazılarına göre namazını tamamlar; bazılarına göre oturup selâm verir» demiştik. Hâniyede «bu daha münasip tir» denilmiş lâ´kin Münye şerhinde birinci kavlin tercih edildiği bildirilmiştir. Meselenin tamamı oradadır. Oraya müracaat edebilirsin.

«Kıraatı hafit tutar.» Yani yalnız vacip olan miktarda yetinir. T. «Velev ki tesbih olsun» ifadesinden murad; velev ki konuşmak tesbihten ibaret olsun demektir. Ama bunu metindeki «Namazda haram olan her şey hutbede de haramdır» sözü üzerine getirdiği fer´î meseleler arasında zikretmesi söz götürür. Zira namazda tesbih haram değildir. İyiliği emir, hatipten olursa haram değildir. Nitekim şârih evvelce söylemişti.

«Bilâkis dinleyip susması icabeder.» Bu sözün zâhirine bakılırsa hutbeyi dinlemeye engel olan şeyi konuşmak olmasa bile onunla meşgul olmak yine mekruhtur. Kuhistanî bunu açıklayarak şöyle demiştir: «Çünkü hutbeyi dinlemek farzdır. Nitekim Muhit´de böyle denilmiştir. Yahut Mes´udiye´nin namaz bahsinde bildirildiği vecihle vaciptir veya sünnettir. .Bu söz hutbe okunurken uyumanın mekruh olduğunu gösterir. Meğer ki uyku galebe çala. Nitekim Zâhidi beyan etmiştir». T.

Hılye´de şöyle denilmiştir: «Ben derim ki: Peygamber (s.a.v.)´in "Biriniz cuma günü uyuklarsa yerini değiştirsin" buyurduğu rivayet olunmuştur. Bu hadisi Tirmizi tahric etmiş ve "Hasen sahihtir" demiştir.» Esah kavle göre minbere yakın olanlarla uzak olanlar arasında fark yoktur. Bazıları uzak olursa konuşmakta beis olmadığını söylemişlerdir. Bunu Halebî Kuhistanî´den nakletmiştir.

METİN

Buna, helâkinden korkulan kimseyi uyarmak .meselesiyle itiraz olunamaz. Çünkü bu uyarma insan hakkı için vaciptir. O kimse buna muhtaçtır. Susmak ise Allah Teâlâ´nın hakkı içindir. Bunun esası müsamahaya dayanır. İmam Ebû Yusuf hutbe okunurken kitabına bakar; onu tashih edermiş. Esah kavle göre kötü bir şey görünce başıyle yahut eliyle işaret etmekte bir beis yoktur. Doğru olan hareket. Peygamber (s.a.v.) in ismini işitince içinden salâvat getirmektir. Aksırana teşmitte bulunmak ve selâm almak vacip değildir. Bununla fetva verilir. Keza nikâh, bayram ve hatim-i Kur´an hutbeleri gibi hutbeler dinlemek de mutemet kavle göre vaciptir.

İmameyn «Hutbeden önce ve sonra konuşmakta beis yoktur» demişlerdir. Ebû Yusuf´a göreoturduğu zaman dahi konuşmakta beis yoktur. Hilâf âhirete dair konuşmaktadır. Başka konuşmalar bilittifak mekruhtur. Bu izaha göre zamanımızdaki mutad terakkıye İmam-ı A´zam´a göre mekruh, imameyne göre mekruh değildir. Hutbe okunurken müezzinlerin yaptığı teraddi ve benzeri şeyler bilittifak mekruhtur. Meselenin tamamı Bahır´dadır.

İZAH

Bahır nâm kitapta şöyle deniliyor: «Kuyu kenarında bir adam görür de içine düşeceğinden korkarsa; yahut bir insana yaklaşan bir akrep görürse hutbe okunurken o insanı uyarmak caizdir.»

Ben derim ki: Bu. konuşmaktan başka çare kalmadığına göredir. Zira dürtmek ve çimdirmek gibi bir şeyle uyarmak mümkünse konuşmak caiz değildir.

«İmam Ebu Yusuf´un kitabına bakmasıyle istidlâl, esah kavlin hilâfınadır. Feyzü´l-Kadir´de şöyle denilmektedir: «Şayet hutbeyi işitmeyecek kadar uzakta olursa konuşmanın haram olup olmadığına hilâf vardır. Kur´ an okumakta ve kitaplara bakmakta dahi hilâf vardır. İmam ebu Yusuf´tan rivayet olunduğuna göre kendisi hutbe okunurken kitabına bakar ve onu kalemle tashih edermiş. Ama en ihtiyatlı hareket susmaktır. Bununla fetva verilir.»

«İçinden salâvat getirmek» kendi işitecek kadar yahut harfleri doğru dürüstü çıkaracak kadar okumakla olur. Ulema bunu böyle tefsir etmişlerdir. İmam ebu Yusuf´tan bir rivayete göre hem susmak emrine hem de Peygamber (s.a.v.)´e salavat getirme emrine uymuş olmak için kalben salavat getirilir. Nitekim Kirmâni´de beyan edilmiştir. Kuhistanî bunu imamlık bahsinden az evvel nakletmiştir. Cevhere sahibi yalnız salavat meselesini söylemekle yetinmiş «salavatı söylemez. Çünkü salavat bu halden başka bir yerde tekrar edilebilir. Dinlemek ise bir daha ele geçmez.» demiştir.

Aksırana teşmitte bulunmak (yani yerhamukellah demek) ve selam almak vacip değildir. İmam ebu Yusuf´tan bir rivayete göre selam almak mekruh değildir. Çünkü farzdır.

Biz deriz ki: Bu şer´an selam almaya izin verilen yerdedir. Hutbe hali böyle değildir. Bilakis selam almakla günaha girer. Zira hutbe dinleyenin kalbini, farzı dinlemekten alıkor. Bir de selam almak her zaman mümkündür. Hutbe dinlemek böyle değildir. Fetih.

Hatm-i Kur´an hutbesi. "Elhamdülillâhi rabbil´âlemin" "Hamde-s Sâbirin" «Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah´a mahsustur. O´na, sabırlı kulların hamdı gibi hamdederim...» gibi sözlerle olur.

Kur´an okuyanın «Yarabbi okuduğumuz Kur´anın sevabını filana bağışladım.» gibi sevap hediye etmesini zâhire göre dinlemek vacip değildir, Zira duadan maduddur. T.

«İmameyn hutbeden önce ve sonra konuşmakta beis yoktur, demişlerdir.» Bu mesele Cevhere´de şöyle hulasa edilmiştir: İmam-ı A´zam´a göre imamın minbere çıkması namaza ve konuşmaya son verir. İmameyn´e göre ise minbere çıkması namaza son verir. Konuşması da cemaatın konuşmasını keser.

«Mutad terakkıye» den murad; «innallâhe vemelâiketehü» ayeti ile muttefekun aleyh olan «cuma günü imam hutbe okurken arkadaşına sus dersen muhakak gevezelik etmiş olursun.» hadisiniokumaktır.

Ben derim ki: Allaâme İbn-i Hacer Tuhfe namındaki eserinde bunun bid´at olduğunu söylemiştir. Çünkü ilk devirden sonra ortaya çıkmıştır. Bazıları «Lâkin bu bid´at-ı´ hasenedir (güzel bid´attır.) Zira ayeti kerime her kese mendup olan salat ve selâmı çok yapmaya teşvik etmektedir. Bâhusus bugün bir çok lâzımdır. Hadiste, terki cumanın fazîletini kaçıran susmanın kuvvetle lâzım olduğunu göstermektedir. Hattâ susmayı terketmek ekser ulemaya göre insanı günaha sokar» demişlerdir.

Ben derim ki: Buna şununla da istidlal edilir: Peygamber (s.a.v.) veda haccında Minâ´da hutbe okumak istediği zan^an birine cemaatı susturmasını emretmiştir. Buna kıyasan hatibin cemaatı susturmak için birine emir vermesi mendup olur. Terkıye yapanın işi de budur. Binaenaleyh onun, hadisi zikretmesi asla bid´at sahasına girmez. Hayreddin-i Remli de Şâfiî´den bunun benzerini nakil ile tasdikte bulunmuş ve «Mutad vecihle hadis okumanın horam olduğunu söylememek gerekir. Zira ümmet bunu bütün çoğunluğu ile yapılagelmiştir» demiştir.

Ben derim ki: Bunun mutad olması «konuşmak haramdır; velev ki iyiliği emir veya selâm almak olsun» diyen imama göre caiz olmasını iktiza etmez. Sonradan ortaya çıkan örf ve adet nassa muhalif olursa ona itibar yoktur. Çünkü örf ancak sahabe ve müctehidler devrinden beri umumi olursa helâl delili olur. Nitekim fukaha bunu açıklamışlardır. Cuma hutbesini Mina hutbesine kıyas etmek ise kıyas-ı mea´l fârıktır (yani birbirine uymayan iki şeyi kıyastır). Zira halk cuma günü mescidde oturur ve hutbeyi dinlemeye hazır olarak hatibin çıkmasını beklerler. Mina hutbesi böyle değildir. Teemmül buyurula!.

Öyle anlaşılıyor ki, böyle sözler terkıyecinin, müezzine. ezanı telkin ettiği zaman da söylenir. Fakat zâhire göre kerahet, terkıye yapan hatibe değil. müezzinedir. Çünkü hatibin huzurunda okunan iç ezanın sünneti terkıyecinin ezanı ile hâsıl olur. Müezzin ona icabet etmiş sayılır. O anda ezana icabet ise mekruhtur. Meğer ki «ilk ezan cemaat işitecek kadar sesle okunmazsa sünnete muhalif olur. Binaenaleyh ikinci ezan muteber olur» denile.

«Teraddî ve benzeri şeyler» den murad; ashab-ı kiramın adları zikredildiği vakit "radıyellahu anhum" demektir. Benzeri de sultanın adı geçince ona dua etmektir. Rum ili gibi bazı beldelerde mutad olduğu vecihle bunu müezzinler yüksek sesle yaparlar. Bizim memleketimizde de hatip minbere çıkarken mutad olduğu vecihle harfleri uzata uzata nağmeler yaparak Peygamber (s.a.v.)´e salavat getirmek bu kabildendir.

Şârih «meselenin tamamı Bahır´dadır» demişse de Bahır´da bundan sonra sadece «şaşılacak şeydir ki» diye anlattıkları zikredilmiştir.

METİN

Şaşılacak şeydir ki terkıyeci hatip hadisinin muktezası ile emri bilma´ruf yasak eder; sonra da: «Susun! Allah size merhamed eylesin! der.»

Ben derim ki: Ancak imameynin kavline hamledilirse o başka. Dikkatli ol!.

Esah kavle göre ilk ezanla alış verişi bırakarak cumaya koşmak vacip olur. Velev ki alış verişcumaya koşmakla beraber olsun. Mescidde olursa günahı daha büyüktür, İlk ezan Rasûlüllah (s.a.v.) zamanında olmayıp Hazret-i Osman zamanında ortaya çıkmıştır. Bahır´da kerahet-i tahrimiye ile mekruh olan bir şeye ´haram´ demenin sahih olduğu beyan edilmiştir. İkinci defa ezanı hatibin huzurunda hatip minbere oturduğu vakit okur. Musannıf burada fiili müfred kullanmakla şunu anlatmak istemiştir. Müezzinler birden fazla iseler birer birer ezan okurlar. Hepsi birden okumazlar. Nitekim Cellâbî ile Timurtâşî´de böyle denilmiştir. Bunu Kuhistani söylemiştir.

İZAH

«Ancak imameynin kavline hamledilirse o başka!» Çünkü hatip bu sözü hutbeden önce söyler. İmameyn Peygamber (s.a.v.)´in «imam hutbe okurken ilh...» hadisini hakikaten hutbeye başlamış olmaya hamlederler. O zaman terkıyeci "susun" diyerek okuduğu hadise muhalefet etmiş olmaz. İmam-ı A´zam´ın kavline göre ise «imam hutbe okurken» sözünü «hutbe için minbere çıkarken» mânâsına hamledenlere göre imam okuduğu hadise muhalefet etmiş olur ve bu mekruhtur. Cumaya koşmak (yani gitmek) farz olduğu halde musannıfın «vacip olur» demesi vaktinin ilk ezan mı yoksa ikinci ezan mı olduğunda ihtilaf edildiği içindir. Yahut itibar vaktin girmesinedir. Bahır. Bunun hulâsası şudur: Cumaya gitmenin (Sa´yin) kendisi farzdır. Vacip olan, ilk ezan vaktinde yapılmasıdır. Bu suretle Nehir´in şu ibaresi defedilmiş olur «Sa´yin vaktinde ihtilaf edilmesi, "o farzdır" demeye mâni değildir. Nasıl ki ikindi namazı bilittifak farzdır: Halbuki vaktinde ihtilaf edilmiştir.»

Musannıf «alış-verişi bırakarak» demekle sa´ye aykırı olan her ameli kasdetmiştir. Alış-veriş tabirini kullanması ayeti kerimede bu tabir kullanıldığı içindir. Nehir.

Şârih «velev ki alış-veriş (sa´yi ile) cumaya koşmakla beraber olsun» diyorsa da Sirâc´da alış-veriş cumaya gitmekten alıkoymazsa giderken yapılmasının mekruh olmadığı açıklanmıştır. Bahır.

Nehir´de «birinci kavle itimat gerekir» denilmiştir.

Ben derim ki: Şârihin "bey´i fâsit bâbı" nın sonunda anlatacağı vecihle bunda bir beis yoktur. Çünkü yasaklama cumaya gitmeyi ihlâl etmekle ta´lil edilmiştir. Cumaya gitmeye engel yoksa yasaklamakda yoktur. Alış-veriş mescidde yapılırsa günahı daha büyüktür. Bu hususta mescidin kapısı da aynı hükme dahildir. Bahır.

Esah kavle göre alış-veriş ilk ezanla terk edilir. Bu hususta Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Ulema ilk ezandan murad ne olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları «Meşru olması itibariyle ilk okunan ezandır» demişlerdir. İlk meşru olan ezan minberin önünde okunandır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) zamanıyle Ebû Bekir ve Ömer (r.a.) zamanlarında okunan ezan bu idi. Sonra cemaat çoğalınca ikinci ezanı hazreti Osman ihdas etmiş ve Zevrâ denilen yerde okunmuştur. Bu yer Medine´dedir. Esah kavle göre ilk ezan vakit itibariyle okunandır ki, zevalden sonra minarede okunur. «Bâhır´da kerahet-i tahrimiye ile mekruh olan bir şeye haram demenin sahih olduğu beyan edilmiştir.»

Ben derim ki : Musannıfın "haram - helal bahsi" nin başında anlatacağı vecihle imam Muhammed´e göre her mekruh haramdır. Şeyhayn´a göre ise harama yakındır. Evet, imam Muhammed´in kavlionlardan da rivayet olunmuştur. Nitekim bunu inşallah o bahisde söyleyeceğiz. Bahır sahibi bu sözü ile Hidâye sahibi namına özür dilemeye işaret etmiştir. Çünkü Hidâye sahibi ezan vaktinde alış - veriş yapmanın haram olduğunu söylemiştir. Halbuki haram değil kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. Bu suretle Gayetü´l - Beyan sahibinin Hidâye´ye yaptığı itiraz defedilmiş olur. Onun itirazı şöyledir: «Alış - veriş caizdir; lâkin mekruhtur. Nitekim Tahâvî şerhinde açıklanmıştır. Zira başka şeydeki bir mânâdan dolayı yapılan yasaklama meşruiyeti yok etmez.»

Kuhistani, müezzinlerin ezanı hep birden okumamaları hususunda şunu da söylemiştir: «Hidâye ve diğer kitaplarda müezzinler ezanı okurlar denilerek buna işaret edilmiştir. Hidâye şârihlerinin sözü de buna delâlet eder.» Kuhistani´nin bu sözü itiraz götürür. Hidâye şârihlerinin sözü bunun hilafına delalet etmektedir. İnâye´de şöyle denilmiştir: «Müezzinlerin cemi sîgasiyle zikir edilmesi âdete binaendir. Çünkü cuma ezanında öteden beri âdet, müezzinlerin sesleri büyük camiin etrafına ulaşsın diye bir yere toplanmalarıdır.» Nihâye, Kifâye ve Miracü´d - Dirâye´de dahi böyle denilmiştir,

Ben derim ki: Mezkur illet ancak ilk ezanda meydana çıkar. Halbuki Hidâye´de her iki yerde müezzinler cami sîgasiyle zikredilmiştir.

Minber kelimesi yükseklik mânâsına gelen «Nebr»den alınmıştır. Peygamber (s.a.v.)´e uymuş olmak için minber üzerinde hutbe okumak sünnettir. Bahır. Minber mihrabın solunda olmalıdır. Kuhistani.

Peygamber (s.a.v.)´in minberi, istirahat yeri denilenden başka ÜÇ basamaktan ibarettir. İbn-i Hacer Tühfe namındaki eserinde şöyle diyor: Ulemadan bazıları şimdi âdet olan ikinci hutbede bir basamak aşağı inerek sonra tekrar yukarı çıkmanın çirkin bir bid´at olduğunu incelemişlerdir.»

METİN

Hatip hutbeyi tamamlayınca ikamet getirilir. Hutbe ile ikameti dünya işi ile birbirinden ayırmak mekruhtur. Bunu Aynî söylemiştir. Cumayı hatipten başkası kıldırmamalıdır. Çünkü hutbe ile namazın ikisi birşey gibidirler. Ama bu yapılırsa; meselâ sultanın izniyle hutbeyi bir çocuk okur; namazı âkıl bâliğ biri kıldırırsa caiz olur. Muhtar kavil budur.

Öğlenin vakti çıkmadan şehrin binalarından ayrılmak şartıyle cuma günü sefere çıkmakta beis yoktur. Hâniye´de de böyle denilmiştir. Lâkin Zahîriye ve diğer kitapların ibarelerinde "çıkmak" yerine "girmek" tabiri kullanılmıştır. Münye şerhinde ise şöyle denilmiştir: «Sahih kavle göre zevalden sonra cumayı kılmadan sefere çıkmak mekruhtur. Zevalden önce sefere çıkmak mekruh değildir.»

Köylü bir kimse cuma günü şehre gelirse o gün orada kalmaya niyet ettiği takdirde cuma namazını kılması lâzım gelir. O gün cumadan önce veya sonra şehirden çıkmaya niyet ederse cuma kılması lâzım gelmez. Lâkin Nehir´de «cumadan sonra çıkmaya niyet ederse cuma namazını kılması lâzımdır. Aksi takdirde lâzım değildir» denilmiştir. Münye şerhinde ise «cuma vaktine kadar durmaya niyet ederse namazını kılması lâzımdır. Ama "lazım değildir" diyenler de vardır» denilmektedir. Nasıl ki bir yolcu cuma günü şehre gelir de o gün çıkmaya niyet etmediği gibi yarımay orada kalmaya da niyet etmezse cuma namazını kılması lâzım gelmez.

İZAH

Hatip hutbeyi tamamlayınca ikamet getirilir. Öyle ki ikametin evveli hutbenin sonuna bitişik olmalı ve hatibin namaz yerinde durmasıyle ikamet bitmelidir. İmam namazın iki rekatında cuma ile münâfikun sûrelerini okur. Ama başka sûreleri okumak da mekruh değildir. Nitekim Tahavî şerhinde beyan olunmuştur. Zâhidî Cuma namazında e´lâ ve gâşiye sûrelerinin okunacağını söylemiştir. Kuhistani.

Bahır´da şöyle deniliyor: «Lâkin buna devam etmemelidir. Tâ ki bâkî sûrelerin terk edilmesine yol açmasın; bir de avam takımı bunu farz sanmasın.» Bu hususta sözün tamamı kıraat faslında geçmişti.

«Hutbe ile ikameti dünya işiyle birbirinden ayırmak mekruhtur.» Fakat iyiliği emir ve kötülükten nehy ile ayırmak mekruh değildir. Keza abdestsiz veya cünüp olduğu anlaşılırsa abdest almak veya gusül etmekle ayırmak da mekruh değildir. Nitekim evvelce geçmişti. Yiyip içmek bunun hilafınadır. Hattâ aralarının ayrılması uzun sürerse hutbe yeniden okur. Nitekim bu da geçmişti.

Hutbe ile namazın ikisi bir şey gibidirler. Çünkü biri şart diğeri meşruttur. Şort olmadan meşrut tahakkuk etmez. şu halde münasip olan. her ikisini bir kimsenin yapmasıdır. T.

Bâliğ kimsenin cuma namazı kıldırması da sultanın izniyle olur. Öyle anlaşılıyor ki, çocuğun izin vermesi kâfidir. Çünkü çocuk cuma kıldırmaya me´zundur. Fethu´l - Kadîr ve diğer kitaplarda bildirildiğine göre hutbe için izin vermek namaz için de izindir. Bunun aksi de böyledir. Demek ki cumanın kıldırılması kendisine havale edilmiştir.

Bir de hutbe hakkında onu kabul etmek, delalet yoluyla yerine başkasını geçirmek için izindir. Zira sultan çocuğun imamlığının sahih olmadığını bilir. Evet, "yerine başkasını geçirdiği vakit ehliyet şarttır" diyenlere göre çocuğun izin vermesi sahih değildir. Kendisine bülûğdan sonra mutlaka yeni bir izin verilmesi gerekir. Allah´u âlem.

«Muhtar kavil budur.» Huccet nâm eserde caiz olmadığı bildirilmektedir. Çünkü hatibin imamlığa elverişli olması şarttır. Zahîriye´de «çocuk hutbe okursa ulema İhtilaf etmişlerdir. Hilâf akıl eden çocuk hakkındadır» denilmiştir. Ekseriyet caiz olduğuna kaildir. İsmail.

«Sefere çıkmakta beis yoktur» cümlesindeki sefer sözü bir kayıt değildir. İçinde cuma namazı kılmak farz olmayan bir köye gitmeyi istemek de öyledir. Nitekim Tatarhaniye´de de böyle denilmiştir. Tecnis´de de Hâniye´deki gibi izahat verilmiştir. Tecnis´in beyanına göre bunu Şemsü´l - Eimme Hulvâni müşkil görerek «vaktin sonunu itibara almak ancak yalnız başına eda ettiği namazlar hakkındadır. Cuma ise imam ve cemaatla eda edilir. Binaenaleyh cemaatın eda ettikleri vaktin itibara alınması gerekir. Hattâ şehirden, cemaat cumayı kılmadan çıkmazsa cumaya gitmesi lâzım gelmelidir» demiştir.

Ben derim ki: Tatarhaniye´de tehzib´den naklen ezanın itibara alınacağı bildirilmiştir. Bazıları birinci ezanın, bazıları da. ikincinin itibara alınacağını söylemişlerdir ki, Şurunbulâlî´ye sahibi bu ikinci kavleitimat etmişlerdir. Şârih Münye şerhinin sözü ile Zahîriye´nin ifadesini te´yit ediyor ve bununla Hâniye´nin sözünün zaif olduğunu anlatmak istiyor. T. Münye şerhinde zevalden sonra cumayı kılmadan sefere çıkmanın mekruh olması, daha önce vacip olmamakla ve huttabın cumaya gitmekle tevcih etmesiyle ta´lil edilmiştir.

Ben derim ki: Cumaya gitmiş olsa arkadaşları kendisini bırakacak ve yalnız başına da gidemeyecekse bu durumun istisna edilmesi gerekir.

«"Köylü" tabiri ile musannıf mukim olan kimseyi kasdetmiştir. Yolcuyu ondan sonra zikretmiştir. Nehir´in ifadesinin bir misli de Feyzu´l-Kadîr´dedir. Ondan sonra Feyzu´l - Kadîr´de metnin ibaresi söylenmiştir» ifadesiyle (zaif olduğuna işaret edilerek) nakledilmiştir. Münye şerhinin tam ibaresi şöyledir: «Bir köylü cuma günü şehre girerse cuma vaktine kadar kalmaya niyet ettiği takdirde cumayı kılması lâzım gelir. Cuma vakti girmeden oradan çıkmaya niyet ederse cuma kılması lâzım gelmez. Ama vakti girdikten sonra çıkmaya niyet ederse cumayı kılması lâzım gelir. Fâkih Ebu´l - Leys, lâzım gelmediğini söylemiştir. Kâdıhan bu kavli tercih etmiştir.»

METİN

Mekke gibi kılıçla fethedilen yerde imam hutbeyi kılıçla okur. Medine gibi kılıçla fethedilmeyen yerde ise kılıca lüzum yoktur. El Hâvi´l - Kudsî adlı eserde beyan olunduğuna göre müezzinler ezanı bitirince imam kılıcı sol eline alarak ayağa kalkar ve kılıca dayanır. Hülâsa´da ise «yay veya sopa üzerine dayanması mekruhtur» denilmektedir.

F E R İ M E S E L E : Bir kimse yemek yerken ezanı işitse cumayı veya bir farz namazı kaçıracağından korkarsa yemeği bırakır; cemaatı kaçıracağından korkarsa yemeği bırakmaz.

Bir köylü hem cumayı hem kendi ihtiyaçlarını kastederek seî yaparsa, (yola çıkarsa) daha ziyade cuma kılmak maksadıyle çıktığı takdirde cumaya seî sevabı kazanır. Bundan anlarsın ki, bir kimse ibadetine başka şeyi ortak ederse itibar fazla olanadır. Efdal olan, cumadan sonra saçını tıraş etmek ve tırnak kesmektir. İmam hutbeye başlamadıkça ve kimseye eziyet vermemek şartıyla safların üzerinden adımlamakta beis yoktur. Meğer ki önündeki aralıktan başka bir yer bulamaya. Bu takdirde zaruretten dolayı orayâ geçer. Dilenmek için geçmek herhalde mekruhtur.

İZAH

Kılıçla hutbe okumaktan maksat kılıcı çekerek okumaktır. Nitekim Bahır´da beyan edilmiştir. Havi´den aşağıda nakledilen ibarenin zâhiri buna muhalif ise de Nehir sahibi «maksat kılıcı çekerek tutmaktır» diyerek iki kavlin arasını bulmuştur. Kılıçla hutbe okumanın hikmeti; o beldenin kılıçla fethedildiğini cemaata göstermek ve «islâmdan dönerseniz bu alet müslümanların elinde bâkîdir. Tekrar islâma dönünceye kadar sizinle çarpışırlar» demektir. Dürer.

Mekke kılıçla fethedilmiştir. Nitekim Ebû Hanîfe, Malik ve Evzâi buna kaildirler. İmam Şafiî, Ahmed ve bir taife sulh yolu ile fethedildiğini söylemişlerdir. Bunu Kutbî´nin Mekke tarihinden şeyh İsmail nakletmiştir. Medine ise Kur´an´la fethedilmiştir. İmdâd.

Hülâsa´da «yay veya sopa üzerine dayanması mekruhtur» denilmiştir. Hılye sahibi bu sözü müşkilsaymış; Ebû Davud´un rivayetinde Peygamber (s.a.v.)´in bir deyneğe veya yay üzerine dayanarak hutbe okumaya kalktığını söylemiştir. Kuhistanî´nin Muhit´den naklettiğine göre ayağa kalkmak gibi eline sopa almak da sünnettir.

Yemek yerken ezanı işiten kimse cumayı veya bir farzı kaçıracağından korkarsa yemeği terkeder. Bunu Tatarhâhiye sahibi Fetevâ-i Ebü´l -Leys´e nisbet etmiştir. Sonra cumanın kaçırılması imamın selâm vermesiyledir. Farz namazın kaçırılması ise cemaatı kaçırmakla değil, vaktinin çıkmasıyledir. Çünkü o namazı yalnız başına kılması mümkündür. Canının çektiği yemeğin lezzetinin kaçacağından korkmak evvelce bâbında geçtiği vecihle cemaatı terk için özürdür. Lâkin bu yukarıda geçen «İlk ezanla cumaya gitmek ve alış - verişi terketmek vaciptir» sözünün karşısında müşkil kalır. Cuma için alış - verişi terketmekten maksat, sa´ye aykırı düşen her ameldir.

Cumaya seî sevabını kazanan kimse herhalde namazın sevabına da nail olur. T.

İbadete başka bir şeyi ortak koşmak hem ticaret hem hac için sefer etmek, hem farzı ıskat hem de halkın dilinden kurtulmak için namaz kılmak gibi şeylerle olur ki. bunlar sırf Allah rızası için yapılmış sayılmazlar. itibar fazla olanadır. Zâhire bakılırsa bundan murad; ibadet kasdiyle yapılan fazla ameldir. Çünkü «daha ziyade cuma kılmak maksadıyle çıktığı takdirde cumaya seî sevabı kazanır» demesinden anlaşılıyor ki. daha ziyade hâcetini görmek maksadıyle çıkar veya her iki maksat müsavi olursa sevap yoktur. Bu tafsilatı imam Gazâlî ve Şâfiîlerin diğer uleması benimsemişlerdir. Şâfiîlerden İzzettin bin Abdü´s - Selâm ise mutlak surette sevap olmayacağını tercih etmiştir. Bunun beyanı inşallah haram - helâl bahsinde gelecektir.

«Efdal olan, cumadan sonra saçını tıraş etmek ve tırnak kesmektir» Tatarhaniye´de şöyle denilmiştir: «Cuma günü namazdan evvel tırnak kesmek ve bıyık tıraş etmek mekruhtur. Çünkü bunda hac mânâsı vardır. Hac bitmeden bunlar meşru değildir.» Bu hususta sözün tamamı, tırnakların nasıl kesileceği ve gerek manzum gerekse mensur olarak söylenen sözler inşallah haram-helâl bahsinde gelecektir.

«Kimseye eziyet vermemek» başkasının elbisesine veya bedenine basmamakla olur. Zira hutbe okunurken safların üzerinden adımlamak haram bir iştir. Eziyet vermek de öyledir. Hatibe yaklaşmak ise müstehaptır. Haramı terketmek, müstehabı işlemekten önce gelir. Onun içindir ki Peygamber (s.a.v.) birinin cemaatın üzerinden adımladığını ve «yer açın» dediğini görünce "otur! sen eziyet verdin!" buyurmuştur. Tirmizi´nin Muaz bin Enesü´l-Cühenî´den rivayet ettiği hadisin yorumu da budur. Muaz (r.a) şöyle demiştir: «Rasûlüllah (s.a.v.) "Her kim cuma günü cemaatın üzerinden adımlarsa cehenneme bir köprü kurmuş olur." buyurdular.» Münye şerhi.

«Dilenmek için geçmek herhalde mekruhtur.» Nehir´de şöyle denilmiştir: «Muhtar olan kavil şudur ki, dilenci namaz kılanın önünde dilenmez; cemaatın üzerinden adımlamaz ve ısrarla istemez de yalnız zaruri bir şeyde ısrar ederse dilenmekte ve vermekte bir beis yoktur.» Bazzâziye´de de bunun misli sözler vardır. Orada şöyle denilmektedir: «Şayet bu zikredilen sıfatta olmazlarsa vermek caiz değildir. İmam ebu´n Nasru´l - lyâzi "Bunları mescidden çıkaranı Allah´ın afvedeceğiniumarım"demiştir. İmam Halef bin Eyub´un "Ben kadı olsam bunlara sadaka verenlerin şehadetini kabul etmezdim." dediği rivayet ´olunur.» Zekat verilecek yerler bâbında geleceği vecihle fiilen veya kazanan sağlam kimse gibi kuvvetli ve bir günlük yiyeceğini çıkaran kimsenin dilenmesi helal değildir. Onun halini bilip de kendisine sadaka veren de günahkar olur. Çünkü harama yardım etmiştir.

METİN

Peygamber (s.a.v.)´e "cuma günü icabet saatının ne olduğu" sorutmuştur da; «imamın oturmasıyle namazın tamam olması arasıdır,» buyurmuştur. Sahih olan da budur. Bazıları ikindi vakti olduğunu söylemişlerdir. Ulema bunu tercih etmişlerdir. Nitekim Tatarhâniye´de beyan olunmuştur. Aynı eserde şu da vardır: Ulemadan birine "Cuma akşamı mı daha fazîletlidir; yoksa cuma günü mü?" diye sorulmuş da "cuma günüdür" diye cevap vermiştir. Eşbah´ın ahkâmat bahsinde beyan edildiğine göre cuma gününe mahsus olan şeylerden biri de o günde sure-i kehfin okunmasıdır. Bunun. «sırf o günde oruç tutmak ve sırf o gecede namaz kılmak mekruhtur.» cümlesi üzerine atıf edildiğini anlayan vehim etmiştir. Ruhlar cuma gününde toplanır; kabirler o gün ziyaret edilir ve meyyit kabir azabından emniyette olur. Cuma günü veya gecesi ölen kimse de kabir azabından emin olur. Cuma günü cehennem kızdırılmaz; cennetlikler Rab´larını o gün ziyaret ederler.

İZAH

Sahihayn´da ve diğer hadis kitaplarında sabit olduğuna göre Peygamber (s.a.v.); «Cuma gününde bir saat vardır ki, kalkıp namaz kılan bir müslüman o saata rastlayarak Allah Teâlâ´dan bir şey isterse mutlaka verir» buyurmuşlardır. Bu saat hakkında birkaç kavil vardır ki en sahihi veya en sahihlerinden biri imamın minber üzerinde oturmasından namaz bitinceye kadar olduğunu bildirendir. Nitekim bu kavil Müslim´in sahihinde Peygamber (s.a.v.) den hadis olarak da sabittir. Hılye.

Mi´rac´da «Binaenaleyh dili ile değil, kalbi ile dua etmesi sünnettir. Çünkü susmakla memurdur.» deniliyor. Başka bir hadiste icabet saatının cuma gününün son anı olduğu bildirilmiştir. Bu hadisi Hâkim ve diğer hadis uleması sahihlemişlerdir. Hâkim «Bu hadis Şeyhayn´ın şartı üzeredir.» demiştir. İhtimal ulemanın muradı da budur. Tahtavî´nin Zerkâni´den nakline göre bu iki kavil bu husustaki kırkiki kavlin içinden sahih kabul edilmişlerdir. Ve icabet saatı bu iki vakit arasında devretmektedir. Binaenaleyh bu vakitlerde dua etmek gerekir. Sonra anlaşılıyor ki icabet saati az bir zaman olup vakti her beldeye ve her hatibe göre değişir. Çünkü bir yerde gündüz iken başka yerde gece olur. Keza bir yerde öğle iken başka yerde ikindi olur. Allah´u âlem.

Sure-i Kehf hem cuma gecesi hem de cuma günü okunmalıdır. Efdal olan, hayra acele etmek ve ihmalden kaçınmak için onu o gece ile o günün evvellerinde defalarca okumaktır. Zira sahih olan bir hadisde: «İlk okuduğu sure-i kehf o kimse için iki Cuma arasında nur saçar.» buyurulmuştur. Dârimi´nin rivayetinde «ikinci okuduğu ise o kimse ile Kâbe arasında nur saçar.» denilmiştir. İbn-i Hacer. Sırf cuma gününde oruç tutmak mekruhtur. Mutemet kavil budur. Vaktiyle bu emirolunmuştur. Sonra yasaklandı. T.

Sure-i kehf okumayı bu oruç meselesi üzerine ma´tuf zanneden vehim etmiştir. Nasıl ki Hamavî´ye Hâşiye yazan zât böyle yapmıştır, Bu vehmin yeri bilinsin ve ibarenin faydaları tamamıyle anlaşılsın diye biz onun ibaresîni olduğu gibi naklediyoruz. Velev ki söylediklerinin bazıları evvelce anlattıklarımızdan anlaşılmış olsun. İbare şudur: «Cuma gününün kendine mahsus hükümleri: Cuma namazı kılmak, bu namaz için cemaatın şart olması, cemaatın imamdan maada üç kişi olması, cumaya mahsus olan sureyi okumak. cumadan evvel şartı varken yola çıkmanın haram kılınması, cuma için yıkanmanın, koku sürünmenin güzel elbise giymenin, tırnak kesmenin ve saç tıraş etmenin sünnet olması - ancak tırnak ve saç meselesinin cumadan sonraya bırakılmasının efdal olması - mescidin buhurlanması, mescide erken gidilmesi ve hatip minbere çıkıncaya kadar orada ibadetle meşgul olunması gibi şeylerdir. Cumayı serinlik vaktine geciktirmek sünnet değildir. Sırf cuma gününde oruç tutmak ve sırf cuma gecesinde nafile namaz kılmak mekruhtur. Cuma gününde sure-i kehf okumak da ona mahsus hükümlerden olduğu gibi imam ebu Yusuf´un sahih kabul edilen mutemet kavline göre güneşin tam gökyüzünün ortasında bulunduğu istiva zamanında nafile kılmanın mekruh olmaması da ona mahsus hükümlerdendir. Cuma günü haftanın en hayırlı günü ve bayramıdır. İcabet saatı ondadır. Ruhlar o gün toplanırlar; kabirler o gün ziyaret olunurlar. Meyyit cuma günü azab olunmaktan emniyettedir. Cuma günü veya gecesi ölen kimse kabrin fitnesinden ve azabından emin olur. Cuma günü cehennem kızdırılmaz. Adem aleyhisselâm cuma günü yaradılmış, cuma günü cennetten çıkarılmıştır. Cennetlikler Rab´ları Teâlâ hazretlerim cuma günü ziyaret ederler,» H.

Ben derim ki: Cuma namazını serinlik vaktine geciktirmenin sünnet olmadığı cumhur ulemanın kavli olduğunu biz namaz vakitleri bâbında izah etmiş, o gün istiva zamanında nafile kılmak mekruhtur diyen İmam-ı A´zam kavlinin tercih edildiğini de bildirmiştik.

Meyyit cuma günü kabir azabından vareste olur. Ehl-i Sünnet ve´l-cemaat´a göre kabir azabı hak, münker - nekir adlı meleklerin suali ve kabrin sıkıştırılması haktır. Lâkin ölen kimse kâfir ise onun azabı kıyamet gününe kadar devam eder. Ondan cuma günü ve ramazan ayı kaldırılır. Ve eti ruhuna, ruhu cismine bitişik olarak azab edilir, Cesedi ile birlikte ruhu da elem duyar, velev ki cesedin dışında olsun, İtaatkar mümin ise azap görmez. Onu kabir yalnız bir defa sıkıştırır. Onun dehşet ve korkusunu duyar. Asi mümin azap görür. Onu kabir de sıkar. Ancak azabı cuma günü ve cuma gecesi kesilir; bir daha tekerrür etmez. Şayet cuma günü veya gecesi ölürse azabı bir saat ve bir kabir sıkmasından ibaret olur. Sonra kesilir. Hanefî Ebu´l Muîn Nesefî´nin «el Mutekadât» adlı eserinde böyle denilmiştir, Bu satırlar kısaltılarak Hamavî´nin hâşiyesinden alınmıştır.

Cennetliklerin Allah Teâlâ´yı ziyaretlerinden murad; Allah´ı görmeleridir. Bu ifade bazı şahıslara bakaraktır. Bazıları Cenab-ı Hak´kı bir haftadan daha az bazıları daha çok zamanda göreceklerdir. Hatta ulemadan bir takımları «Kadınlar Cenab-ı Hak´kı ancak bayram günleri ile umumi tecelli zamanlarında görürler.» demişlerdir. Meselenin tamamı Tahtavi´dedir. Allah Teâlâ´dan bizi decemalini görenler zümresine katmasını niyaz eyleriz. Âmin.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:36 am GMT +0200
BAYRAMLAR BABI



METİN

(Bayramın Arapçası «lyd» dır ve dönüp gelen mânâsınadır.) Bayrama bu ismin verilmesi o gün Allah´ın kullarına dönüp gelen bir çok ihsanlarından dolayıdır. Bir de ekseriyetle sevinç getirerek döndüğü yahut tefaül için ona lyd denilmiştir. lyd kelimesi her sevinçli gün hakkında kullanılabilir. Onun için bir beyitte;

«Üç bayram bir araya gelmiş baksana

Sevgilinin yüzü, bayram günü, cuma!» denilmiştir.

İkisi biraraya gelirse yalnız birini kılmak lazım gelir. Bazıları cuma namazını kılmanın evlâ olduğunu söylemiş: bir takımları «Bayramı kılmak evlâdır.» demişlerdir. Timurtaşî´den naklen Kuhistanî´de böyle denilmiştir.

Ben derim ki: Ben Timurtaşi´ye müracaat ettim ve bunu başka mezhepten naklettiğini gördüm. Hem de zaif olduğunu belirterek nakletmiş.

Bayram namazı hicretin ilk senesinde meşru olmuştur. Esah kavle göre evvelce geçen şarttarıyle cuma kime farz olursa bayram namazları da ona vacip olur. Bu şartlardan yalnız hutbe müstesnadır. Çünkü bayram namazından sonra hutbe okumak sünnettir.

İZAH

Cevhere´de şöyle denilmiştir: «Bayramla cumanın münasebeti meydanda olup şudur: Bunların ikisi de büyük bir cemaatla kılınır. İkisinde de kıraat âşikâre okunur. Hutbeden maada, birinin şartı ne ise diğerinin de odur. Cuma kime farz ise bayram da ona vaciptir. Cuma namazının evvel zikredilmesi, farz olduğu ve çok tekerrür ettiği içindir,»

Her sene bayram günlerinde Allah´ın kullarına dönüp gelen ihsanlarından bazıları; ramazanda yemek içmek memnu iken bayram günü iftar edilmesi; fıtır sadakası, ziyaret tavafı ile haccın tamamlanması, kurban etleri vesairedir. Bir de ekseriyetle bu sebepten bayram gününde sevinmek, şen ve şatır görünmek âdet olmuştur.

T E F Â Ü L: Kuvvetli veya zaif her sebepten dolayı Allah´tan hayır ummaktır. Tetayyur bunun hilafınadır. Burada tefaül; bayram gelmekle ona erişene hayır ummaktır. Nasıl ki kâfileye kâfile denilmesi, dönüp gelmesi hayra yorulduğu içindir (kâfile, dönüp gelen demektir). Bahır. Meselâ hasta bir kimsenin birine «ey sağlam» denildiğini işidip düzeleceğini umması bir tefâüldür. Bir hadisde; «Peygamber (s.a.v.) tefâül yapar; tetayyur yapmazdı.» denilmiştir. (tetayyur; bir şeyi kötüye yormaktır.)

«İki bayram bir araya gelirse yalnız birini kılmak lazım gelir.» sözü bizim mezhebimizin değildir. Mezhebimize göre ikisini de kılmak lazımdır. Hidâye´de Câmi-i Sağîr´den naklen şöyle denilmiştir: «iki bayram bir güne tesadüf ederlerse birincisi sünnet, ikincisi farz olur. Hiçbiri terk edilmez.» Mirâc-ı Diraye sahibi diyor ki «bununla Âtâ´nın Cuma namazı yerine bayramı kılmak kâfidir. sözünden ihtiraz etmiştir. Böyle söz hazret-i Ali ile ibn-i Zübeyr´den de rivayet olunmuştur. İbn-i Abdil Ber bayramla cumanın sükut etmesi meselesinin terk edildiğini söylemiştir. Hazret-i Ali´denbir rivayete göre bu hüküm bedevîlere ve kendilerine cuma farz olmayanlara mahsustur.»

Esah kavile göre bayram namazı vacipdir. Bu kavlin mukabili sünnet olmasıdır. Nesefi el´Manafî´ nâm eserinde sünnet olduğunu sahihlemiş ise de birinci kavil ekser ulemanın kavlidir. Nitekim Mücteba´da beyan edilmiştir. Mezkur kavlin sahih olduğu Hâniye, Bedâyi, Hidâye, Muhit, Muhtar ve Kâfi´de açıklanmıştır. Hulasa´da «Muhtar olan kavil budur. Çünkü Peygamber (s.a.v.) bayram kılmaya devam buyurmuştur. Cami-i Sağîr´de ´sünnettir´ denilmesi, sünnetle sabit olduğu içindir. Hılye» denilmiştir.

Bahır sahibi de şunları söylemiştir: «Öyle görünüyor ki, hakikatta hilaf yoktur. Çünkü sünnetten murad sünnet-i müekkededir. Buna delil; ´hiç biri terk edilmez´ sözüdür. Nitekim bu cihet Mebsut´ta da açıklanmıştır. Defalarca söylemişizdir ki. sünnet-ı müekkede bize göre vacip mesabesindedir. Onun içindir ki, esah kavle göre vacipte olduğu gibi sünnet-i müekkedeyi terkeden günahkar olur.» Teşrik tekbiri bahsinde bunun benzeri gelecektir. Ama göreceksin ki söz götürür.

Tahtavi, musannıfın cuma şartları hususundaki sözüne itiraz ederek şunları söylemiştir: «Cumanın şartlarından biri de cemaattır ki, üç kişiden teşekkül eder. Halbuki burada bir kişi imamla birlikte cemaat olur. Nitekim Nehir´de de böyle denilmiştir.»

«Çünkü bayram namazından sonra hutbe okumak sünnettir.» sözü farkın beyanıdır. Şöyle ki: Bayram namazında hutbe okumak şart değil sünnettir. Namazdan önce değil sonra okunur. Cumada böyle değildir. Bahır sahibi şöyle diyor: «Bayramda okumaksa caiz fakat isaet etmiş olur. Çünkü sünneti terk etmiştir. Hutbeyi namazdan önce okusa yine caiz fakat isaet etmiş olur. Ama namazı tekrarlamaz.»

METİN

Kınye´de «Köylerde bayram namazı kılmak tahrimen mekruhtur.» denilmiştir. Yani ´caiz olmayan bir şeyle iştigal olduğu için mekruhtur´ denilmek istenmiştir, Çünkü sahih olmanın şartı şehirdir. Bayramla cenaze bir araya gelirse evvela bayram namazı kılınır. Zira bayram namazı aynen vaciptir, Cenaze namazı ise farz-ı kifayedir. Ama cenaze namaz» hutbeden. akşam namazının sünnetinden ve diğer sünnetlerden önce kılınır. Bayram namazı da küsuf namazından önce kılınır. Lâkin Bahır´da ezandan az önce Halebî´den naklen «Fetva cenazenin sünnetten sonra kılınacağına göredir.» denilmiş; musannıf da bunu kabul etmiştir. Herhalde bunu, sünneti farz namaz hükmüne katmak için yapmış olsa gerektir. Lâkin Eşbah´ın Ahkâmud´dın bâbının sonunda «Cenaze ve kusufu, vakti daralmamak şartıyle farzdan bile evvel kılmak gerekir.» denilmiştir.

İZAH

Köylerde cuma namazı kılmak da bayram namazı gibidir. H. «Caiz olmayan bir şey»den murad, bayram namazıdır. Yoksa kılınan namaz nafile olur. Yalnız cemaatla kılındığı için mekruhtur. H.

«Cenaze namazı ise farz-ı kifayedir.» sözüne şöyle itiraz edilebilir: Bayram namazı aynen vacip olduğu için tercih edilirse cenaze namazı da farz olması itibariyle tercih edilir. En iyisi şöyle ta´liletmektir; bayram namazı büyük bir cemaatla eda edilir. İmam cenaze ile meşgul olursa bu cemaatın dağılacağından korkulur. H.

Ben derim ki: Hatta evla olan, cemaatı şaşırtmak korkusuyla ta´lil etmektir. Zira cemaat onu bayram namazı zannederler. Sonra Bahır´ın cenazeler bahsinde Kınye´den naklen benim dediğim gibi denildiğini gördüm.

Cenaze namazı bayram hutbesinden, akşam namazının sünneti ile öğle, cuma ve yatsının sünnetleri gibi sünnetlerden Önce kılınır. Çünkü cenaze namazı farz, bayram hutbesi sünnettir. Akşamın sünneti hakkında da aynı şey söylenebilir. T.

Bayram namazı da küsuf namazından önce kılınır, Çünkü bunların ikisi de büyük bir cemaatla eda edilirse de bayram vacip, küsuf sünnettir. H.

Şu da var ki, Sirâc´da «bayramın vakti geniş ise evvela küsuf namazından başlanır. Çünkü onun kaçırılacağından korkulur. Vakit dar ise evvela bayramı sonra güneşin tutulması devam ederse küsuf namazını kılar.» denilmektedir.

Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir. Bayram namazıyle küsuf nasıl bir yere gelebilir? Küsuf (gün tutulması) âdete göre ancak ayın sonunda olur. Bayram ise ya ilk gününde yahut ayın onunda gelir? Cevaben deriz ki: Bu imkansız değildir. Rivayete nazaran Rasûlüllah (s.a.v.) in oğlu İbrahim vefat ettiği gün güneş tutulmuştur. Onun vefatı rabîulevvel ayının onuncu gününe tesadüf etmiştir. Kaldı ki fukaha bazan âdete göre mevcut olmayan şeyleri söylerler.

Feraiz âlimlerinin «Bir adam ölürde geride yüz tane nene bırakırsa.» demeleri bu kabildendir.

Ben derim ki: «Kâfirler bir peygamberi kalkan yerine kullansalar..» demeleri de böyledir. Hatta bu hükümde bile tasavvur olunabilir. Meselâ «şâhitler Receb ve Şaban aylarının eksik çektiklerine şahadet etseler bayram Ramazanın son gününe tesadüf eder» derler. Nitekim Bezzâziye´ de izah edilmiştir.

«Fetva cenazenin sünnetten sonra kılınacağına göredir.» Sünnetten maksat, cumanın sünnetidir. Nitekim orada bu açıklanmış ve «Şu halde cenaze akşam namazının sünnetinden de sonra kılınır. Çünkü o daha kuvvetlidir.» denilmiştir.

Eşbah´ın ibaresi şöyledir: «Cenaze ile sünnet namaz bir araya gelse cenaze namazı önce kılınır. Ama güneş tutulması ile cuma namazı yahut vaktin farzı bir araya gelirse ne hüküm verileceğini bir yerde görmedim. Vakit dar ise farzı evvel kılmak gerekir Vakit dar değilse küsuf namazını kılmalıdır. Çünkü güneş açılarak bu namazın kaçırılmasından korkulur, Bayram, kusuf ve cenaze bir araya gelseler cenaze namazını önce kılmak gerekir. Keza cenaze farz ve cuma namazı ile bir araya gelir de vaktin çıkacağından korkmazsa evvela cenaze namazını kılar. Husuf (ay tutulması) namazını dahi vitir ve teravih namazlarından önce kılmak gerekir.» Bu sözde evvelce söylediklerine muhalefet vardır. Evvelce, cenazenin sünnet namazdan evvel kılınacağını söylemişti ki, bu bildiğin gibi muftabih kavlin hilafınadır «Cenazeyi bayramdan önce kılar.» demişti. Bu söz musannıfın Dürer sahibine uyarak söylediklerine muhalif bir incelemedir. Küsuf namazının farzdan önce kılınacağınısöylemesi de şârihin söylediklerine muhalif bir incelemedir.

Şârih; «Bayram namazı küsuf namazından önce kılınır.» demiştir. Halbuki bayram namazı vaciptir. Binaenaleyh bayram namazı önce kılınınca vaktin farzını önce kılmak evleviyetle lazım olur.

Cevhere´nin küsuf bâbında: Küsuf ile cenaze bir oraya gelirse cenazeden başlanır. Çünkü o farzdır. Meyyitin bozulacağından da korkulur denilmiştir.» Şöyle de denilebilir: Bayram namazının önce kılınması şaşırma olmasın diyedir. Zira bayram büyük bir cemaatla kılınır. Bu izaha göre cuma dahi küsuf namazından önce kılınır. Onun içindir ki. Eşbah sahibi cumayı değil de yalnız vaktin farzını öne almalıdır, demiştir. Onun «vakit dar olursa» demesinden, akşam namazının farzının da önce kılınacağı hükmü çıkarılır. Çünkü Halebî´nin bahsettiği vecihle akşamın vakti dardır. Bu açıktır. Sonra bundan Tatarhâniye´nin cenazeler bahsinde sarahaten beyan edildiğini gördüm. Ondan sonra «Hasen imamın muhayyer olduğunu rivayet etmiştir.» deniliyor

METİN

Ramazan bayramında köylü bile olsa namaza çıkmazdan önce tek sayılı tatlı bir şey yemek, misvak tutunmak, yıkanmak, kokusu olup rengi olmayan şeylerle kokulanmak beyaz olmasa bile en güzel elbiselerini giymek ve fitresini vermek menduptur. Fitreyi yiyecek üzerine atıf etmesi sahihtir. Çünkü sözümüz tamamen namaza çıkmazdan önceye aittir. Onun için musannıf «sonra» kelimesiyle başlayarak «sonra namazgaha yürüyerek çıkması gelir.» demiştir. Tâ ki çıkmanın bu söylenenlerden sonra olacağını anlatmış olsun. Namazgah, umumun namaz kıldıkları yerdir. Vacip olan mutlak surette teveccühtür. Bayram namazı kılmak için oraya çıkmak ise sünnettir, Velev ki büyük cami cemaatı alacak şekilde olsun. Sahih kavil budur,

İZAH

«Menduptur» sözü bazı ulemanın kavlidir. Yukarıda musannıf yıkanmayı sünnetlerden saymıştı. Sahih olan kavle göre erkekler hakkında hepsi sünnettir. Bunu Zâhîdi´den naklen Kuhistânî söylemiştir. T.

Bahır´da Mücteba´dan naklen «Buna müstehap adını vermesi sünnet müstehaba da şâmil! olduğu içindir.» cümlesi ziyade edilmiştir. Nuh efendi diyor ki: «Bunun hâsılı şudur: Sünnete müstehap, müstehapa sünnet denilebilir. Onun için Hidâye sahibi yıkanmaya müstehap adını vermiş; sonra ´O gün yıkanmak sünnettir´ demiştir.» Kuhistânî´de dahi «Bu söylenenler namazdan önce menduptur ve o günün değil, bayramın adâbındandır. Nitekim Cellâbî´de beyan edilmiştir. Lâkin Tühfe´de bayram günü yıkanmak ta cumadaki gibi ihtilaf olduğu bildirilmiştir.» deniliyor.

Tatlı bir şey yemek hususunda Fethü´l-Kadir´de şöyle denilmektedir: «Yenilen şeyin tatlı olması müstehaptır, çünkü Buharideki bir hadiste «Peygamber (s.a.v.) Ramazan Bayramı günü birkaç hurma yemeden namaza çıkmazdı. Hurmaları tek olarak yerdi.» denilmiştir.

Ben derim ki; Zâhire bakılırsa bu hadisin iktizasınca efdal olan hurma yemektir. Hurma bulamayan tatlı bir şey yer sonra bunu Münya şerhinde gördüm. Şârihin dediği gibi Şurunbulâliye´de de «köylü bile olsa» denilmiştir. Herhalde bunun namazın sünnetlerinden değil, o günün sünnetlerindenolduğuna işaret olacaktır. Çünkü yemekte Hak Teâlâ´nın ziyafetini kabule ve oruç emrine imtisalden sonra şimdi de iftar emrine imtisale işaret vardır.

«Misvak tutunmak ta menduptur.» Zira misvak sair namazlarda da menduptur. İhtiyar. Bu sözün mânâsı şudur: Misvak tutunmaktan murad; namaza kalkmak istediği vakit misvaklanmaktır. Abdestin sünnetleri bahsinde anlattığımız gibi müstehaptır. İnsan arasına çıkılacağı vakit misvak tutunmak dahi müstehaptır. Bu izaha göre namaza yollanmazdan önce de misvak tutunmak müstehaptır. Abdestte misvak tutunmak ise sünnet-i müekkededir. Bu babta bayramın bir hususiyeti yoktur.

«Beyaz olmasa bile en güzel elbiselerini giymelidir.» Bahır sahibi diyor ki: «Ulemanın sözlerinden anlaşıldığına göre cuma ve bayramlarda en güzel elbiselerini -beyaz olmasalar bile- giymek tercih edilir. Buna delalet eden delil vardır. Beyhâkî´nin rivayetine göre Peygamber (s.a. v.) bayram günü kırmızı bir hırka giyermiş. Fethü´l-Kadir´de «kırmızı hulle Yemen kumaşından yapılan iki elbisedir. Kırmızı ve yeşil çizgileri vardır. Hâlis kırmızı değildir. Hırka bunlardan birine yoruluversin.» denilmektedir. Yani bu hadis kırmızı elbise giymeyi yasak eden hadise aykırı değildir. Çelişme halinde söz fiile, haram delili mubah deliline tercih edilir. Mezkur yorumla çelişki giderilince neden tercih edilmesin! Kırmızı elbise giymek hususunda sözün tamamı inşallah haram - helâl bahsinde gelecektir.

«Fitreyi yiyecek üzerine atıf etmesi sahihtir.» cümlesi mukadder bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Fitre vermek vacip olduğu halde musannıf onu menduplar üzerine nasıl atıf edebilmiştir?

Cevap: Burada sözümüz onu bayram namazına çıkmadan eda hakkındadır. Vacip olan, mutlak surette edâdır. H.

«Vacip olan, mutlak surette teveccühtür.» Yani bu söylenenlere terettüp eden veya yürümekle mukayyet olan teveccüh değildir. Hassatan namazgaha teveccüh de değildir. Bu cümle mukadder sualin tekmilesidir.

Bayram namazı kılmak için namazgaha çıkmak sünnettir. Sahih kavil budur. Zahîriye´de beyan olunduğuna göre bazıları sünnet olmadığını söylemişlerdir. Halkın bunu ödet edinmesi mescid dar geldiği ve fazla kalabalık olduğu içindir. Fakat sahih olan kavil birincisidir. Hulâsa ve Hâniye´de şöyle denilmiştir: «Sünnet, imamın namazgaha çıkması ve yerine şehirde birini bırakıp zaiflere namaz kıldırmasıdır. Bu söz iki yerde bayram namazı kıldırmak bilittifak caiz olduğuna göredir. Yerine birini bırakmazsa buna da hakkı vardır» Nuh.

METİN

Namazgaha minber çıkarmakta beis yoktur. Lâkin Hulâsa´da «çıkarmak değil, oraya minber yapmakta beis yoktur.» denilmiştir. Bayram namazından vasıtaya binerek dönmekte de beis yoktur. Başka yoldan dönmek, güler yüz göstermek. çok sadaka vermek ve yüzük takınmak menduptur. «Tegabbelallahü minnâ ve minküm» (Allah, bizden ve sizden kabul buyursun!) diyerek tebrikte bulunmak yadırganmaz. Ramazan bayramına giderken yolda tekbir alınmaz. Ondan öncemutlak surette nafile kılınmaz. Bu cümle tekbir ve nafileye taalluk eder. Musannıf onu Bahır´a uyarak böyle kabul etmiştir.

İZAH

Namazgaha minber çıkarmayı Dürer sahibi «el İhtiyar» a nisbet etmiştir. Lâkin Hulâsa´da «çıkarmak değil oraya minber yapmakta beis yoktur.» denilmiştir. Hâniye´de de böyle denilmiştir. İbareleri şudur: «Bayram günü namazgaha minber çıkarılmaz. Ulema namazgahta minber yapılması hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları mekruh olduğunu, bazıları da olmadığını söylemişlerdir.» Böylece Hulâsa ile Hâniye´nin sözleri namazgaha minber çıkarmanın mekruh olduğunda hilaf bulunmadığını göstermiştir. Hilaf yalnız orada minber yapılması hususundadır. Ama kerahetin tenzihiye mânâsına hamledilmesi mümkündür. Bu ekseriyetle «beis yoktur.» kelimesinden çıkan ilk hilafın merciidir. Binaenaleyh muhalefet yoktur. Hulâsa´da Hâherzâde´den naklen «minber yapmak bizim zamanımızda iyidir.» denilmiştir.

Eve başka yoldan dönmek menduptur, Çünkü Buhârî´nin rivayet ettiği bir hadisde; «Bayram günü peygamber (s.a.v.) yolunu değiştirirdi.» denilmiştir. Bir de bunda şahitleri çoğaltmak vardır. Zira o beldenin yerleri sahibine şahid olurlar. Münye şerhi.

Zâhire bakılırsa bayram .günü yüzük takınmak âmir, hâkim ve müftü olmayanlara da menduptur. Gerçi haram - helâl bahsinde yüzük takmak bu gibi zevata tahsis edilmişse de bu devam üzere takmaya hamledilmiştir. Nehir´de Dirâye´den nakledilen şu ibare de buna delalet eder: «Sahabeden yüzük takınmayanlar bayram günü takınırlardı.» Bu Kuhistânî´nin yaptığından daha iyidir. O, yüzük takınmayı sulta sahibine tahsis etmiştir. Menduplardan biri de sabah namazını mahallesinin mescidinde kılmaktır. T.

Şârihin «Tebrikte bulunmak yadırganmaz.» demesinin sebebi bu hususta İmam-ı A´zam´la arkadaşlarından bir nakil bulunmamasıdır.

Kınye´de «bizim imamlarımızdan kerahet nakil edilmediği bildirilmiştir» deniliyor. İmam Malik´ten bunun mekruh olduğu. Evzaî´den ise bid´at olduğu rivayet edilmiştir. Ehl-i tahkikten ibn-i Emir Hâcc «Bilâkis en münasibi caiz ve kısmen müstehap olmasıdır.» demiş; sonra sehabenin bu"u yaptıklarını gösteren sahih eserleri isnadlarıyle nakletmiş; sonra şunları söylemiştir: «Şam ve Mısır memleketlerinde âdet; (Bayramın mübarek olsun!) gibi sözler söylemektir. (Allah bizden ve sizden kabul buyursun) demek te meşru ve müstehap olmakta buna katılabilir. Çünkü ikisinin arasında telazım vardır. Bir kimsenin bir zamanda itaatı kabul edilirse onun için o zaman mübarek olur. Kaldı ki birçok şeylerde bereket duasında bulunmanın meşru olduğu rivayet edilmiştir. O rivayetten burada da dua etmenin meşruiyeti çıkarılabilir.

«Yolda tekbir alınmaz sözü evden veya namazgahtan ihtiraz için getirilmiş ihtirazî bir kayıt değildir. Bu iki bayram arasında bu hususta muhalefet olduğunu göstermek içindir. Çünkü kurban bayramında yolda tekbir getirmek sünnettir. Nitekim gelecektir.

«Bu cümle tekbir ve nafileye taalluk eder,» Maksat manevi taalluktur. Yani her ikisinin kaydıdır. Mutlak surette tekbir alınmamasının mânâsı, gizli olsun âşikâr olsun tekbir getirilmez demektir. Mutlak surette nafile kılınmaması namazgahta bilittifak, evde ise esah kavle göre caiz olmaması, bu hususta bayram namazı kılanla kılmayan arasında fark bulunmamasıdır. Hatta bir kadın bayram günü kuşluk namazı kılmak isterse imam bayram namazını namazgahta kıldırdıktan sonra kılar. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.

«Musannıf onu Bahır´a uyarak böyle kabul etmiştir.» Burada söylenen sözlerin hâsılı şudur: Hulâsa´da «Fitre bayramında tekbir alınmaz. İmameyne göre gizli olarak alınır. İmam-ı A´zam´dan rivayet edilen iki kavlin biri budur. Esah kavil, bizim söylediğimizdir ki. o da fitre bayramında tekbir alınmamasıdır.» denilmiştir. Bu şunu ifade eder: Hilâf tekbirin aslındadır. sıfatında değildir. Tekbirin âşikâre getirilmeyeceğinde ittifak vardır. Fethü´l - Kadir sahibi bunu reddetmiş ve şunları söylemiştir: Bu bir şey değildir. Çünkü Allah Teâlâ´yı zikretmekten hiçbir zaman men edilemez. Sadece bid´at vecihle zikirden men edilir ki, o da âşikâre yapmaktır. Zira âşikâre zikir AIIah Teâlâ´nın (Rab´bını içinden zikir et!) emrine muhaliftir. Ve şeriatta varit olduğu yere - ki kurban bayramıdır- münhasır kalır. Çünkü Allah Teâlâ (sayılı günlerde Allah´ı zikredin!» buyurmuştur»

Bahır sahibi Fethü´l-Kadir´e reddiye vererek «Hulâsa sahibi hilâfı ondan daha iyi bilir. Bir de zikiri şeriatın vârit olmadığı bir vakte tahsis etmek meşru değildir.» demiştir.

Ben derim ki: Hülâsa´nın beyan ettiğini Hâniye de bildirmektedir. Zira Hâniye´de şöyle denilmiştir: «Kurban bayramında âşikâre tekbir alır. Fitre bayramında ise ebû Hanife´nin kavline göre tekbir alınmaz. Lâkin şüphe yok ki mukakkıklardan ibn-i Hümâm da hilâfı tam olarak bilir. Nasıl bilmesin ki, Gayetü´l-Beyan´da tekbir yoktur demekten murad; âşikâre alınan tekbirdir. Gizli olarak alınmasının caiz olduğunda hilaf yoktur.» denilmiştir. Bu gösteriyor ki, İmam-ı A´zam´la imameyn arasındaki hilaf tekbirin aslında değil, gizli ve âşikâre alınmasındadır. Hilâfın bu hususta olduğu Bedâyi´, Sirâc, Mecma´ Dürerü´l-Bihar, Mültekâ. Dürer, ihtiyar, Mevâhib, İmdâd, İzâh, Tatarhaniye, Tecnis, Tebyin, Muhtaratü´n - Nevâzil, Kifâye ve Mi´rac´da nakledilmiştir. Nihâye sahibi bunu Mebsut, Tühfetü´l - Fukaha ve Zâde´l - Fukaha´ya nisbet etmiştir. İşte mezhebimizin meşhur kitapları hulasa´dakinin aksini açıklamaktadırlar, Hatta Kuhistani İmam-ı A´zam´dan iki rivayet nakletmiştir. Bunların birine göre tekbiri âşikâre; diğerine göre imameynin kavli gibi gizli alır.

Kuhistânî şunları söylemiştir: «Sahih olan vazî´nin söylediği gibi ikinci rivayettir, Nehir´de de böyle denilmiştir.» Hılye´de şu satırlar vardır: «Fitre bayramı hususunda ihtilâf edilmiştir. Ebu Hanife´den bir rivayete göre âşikare tekbir alır. İmameynin kavli de budur. Tahavî bunu tercih etmiştir. Diğer bir rivayete göre gizli tekbir alır. Nisab sahibi garâbet göstererek her iki bayramda gizli tekbir alınacağını söylemiştir, Nitekim (Fitre bayramında hiç tekbir alınmaz.) sözünü ebu Hanife´ye nisbet edip bunun esah olduğunu söyleyen de garâbet göstermiştir. Nasıl ki Hülâsa´nın zâhiri de budur.»

Böylece sabit olmuştur ki, Hülâsa´nın sözü garip ve mezhebin meşhur kavline muhaliftir.

Minyetü´s-Sağîr şerhinde şöyle deniliyor «Fitre bayramında İmam-ı A´zam´a göre tekbir âşikâre alınmaz. İmameyne göre âşikâre alınır. Bu İmam-ı A´zam´dan da bir rivayettir. Hilâf efdaliyetmeselesindedir. Kerahet ise her iki tarafca yoktur.»

Minyetü´l-Kebîr´de de böyle denilmiştir. Fethü´l-Kadir´in «Çünkü Allah Teâlâ´yı zikir etmekten hiçbir zaman men edilemez.» sözüne gelince: Bunu Bedâyi ve diğer kitaplar teşrik tekbiri bahsinde İmam-ı A´zam´dan nakletmişlerdir. Şu da var ki şeyh Kâsım tashihinde mutemet kavlin, İmam-ı A´zam´ın kavli olduğunu söylemiştir.

METİN

Lâkin Nehir sahibi kendisini eleştirmiş ve âşikâre kaydı ile kayıtlamasını tercih etmiştir. Burhan´da şu da ziyade edilmiştir: «İmameyn tekbiri âşikâre almanın kurbanda olduğu gibi burada da sünnet olduğunu söylemişlerdir. Bu kavil İmam-ı A´zam´dan da rivayet olunmuştur. Bunun vechi, Teâlâ hazretlerinin: «Sa´yi tamamlamalı ve size hidayet verdiği için Allah´a tekbir almalısınız!» ayeti kerimesinin zâhiridir. Birinci rivayetin vechi yüksek sesle zikir etmenin bid´at olmasıdır. Binaenaleyh şer´an nerede emir olundu ise oraya münhasır kalır.»

Keza bayram namazından sonra namazgahda nâfile namaz kılınmaz. Çünkü umumiyetle fukahaya göre bu mekruhtur. Ama bayram namazından sonra evde nafile kılmak caizdir. Hatta dört rekat nafile kılmak menduptur. Ama bu havas içindir.

Avama gelince: Onlar tekbirden ve nafile kılmaktan asla men edilmezler. Çünkü onların hayrata rağbetleri azdır. Bu Bahır´dan alınmıştır. Aynı kitabın kenarında mutemet bir zatın el yazısı ile şu kayıt vardır: Regâib, berâat ve kadir namazları da öyledir. Zira hazreti Ali radıyellahu anh bayram namazından sonra namaz kılan bir adam görmüş. Kendisine, «bunu men etmiyor musun yâ emirel mü´minin?» demişler de; «Tehdit altına girmekten korkuyorum. Allah Teâlâ (Namaz kılan bir kulu men edene ne dersin!) buyurmuştur.» cevabını vermiştir.

İZAH

Ben derim ki: Nehir sahibi onu açık olarak eleştirmemiştir. Çünkü o Bahır´ın sözünü nakil ile kabul etmiştir. Evet, ondan önce âşikâre tekbir alınıp alınmayacağı hususundaki hilafı bildirmiş ve onu Mi´racü´d- Dirâye ile Tecnis, Gayetü´l-Beyan ve Zeyleî´ye nisbet etmiştir. Burhan´da Nehir´deki beyanatın üzerine, tekbirin imameyne göre müstehap değil, sünnet olduğu açıklaması yapılmıştır. Yoksa biliyorsun ki Nehir´de İmam-ı A´zam ile imameyn arasındaki hilaf açıklanmıştır. Yalnız sünnet mi müstehap mı olduğu bildirilmemiştir.

«Binaenaleyh şer´an nerede emir olundu ise oraya münhasır kalır.» Emrolunduğu yer, Bahır´da Kınye´den naklen bildirildiğine göre şudur: Teşrik günlerinin dışında âşikâre tekbir yalnız düşman veya hırsız karşısında sünnettir. Bazıları buna yangını ve diğer bütün korku veren şeyleri de kıyas etmişlerdir. Kuhistani «yahut yüksek bir yere çıkarsa» cümlesini ilave etmiştir.

«Bayram namazından sonra namazgahta nafile kılınmaz.» Çünkü Kütüb-ü Sitte denilen altı hadis kitabında ibn-i Abbas (r.a.) dan rivayet olunduğuna göre Peygamber (s.a.v.) namazgaha çıkarak cemaata bayram namazını kıldırmış; namazdan evvel ve sonra nafile kılmamıştır. Namazdan sonra kılmaması, namazgahta kılmadığına hamledilmiştir. Zira ibn-i Mâce´de ebi Said-i Hudrî (r.a.) denrivayet olunduğuna göre Rasulüllah (s.a.v.) bayram namazından önce hiç namaz kılmazmış. Evine döndüğü vakit iki rekat namaz kılarmış. Fethü´l - Kadir´de böyle denilmiştir. Minâhü´l - Gaffar adlı eserde şöyle denilmiştir: «Ben derim ki: şârihler böylece kerahete bununla istidlâl etmişlerdir. Bence bunun müddeâyı ifade etmesi söz götürür. Zira bunda olsa olsa ibn-i Abbas´ın Peygamber (s.a.v.) in namaza çıkarak bayramı kıldırdığını ve başka namaz kılmadığını hikaye etmesi vardır. Bu ise kılmayı terk etmeyi âdet haline getirmiş olmayı iktiza etmez. Böyle delil ile kerahet sabit olmaz. Çünkü Bahır sahibinin dediği gibi kerahet için mutlaka hususi delil lazımdır.»

Ben derim kî: Lâkin Allame Nuh Efendi´nin beyanına göre istidlâlin vechi şudur Fecir doğduktan sonra sabah namazının iki rekatından fazla nafile kılmanın mekruh olduğunu anlatırken ulema, Peygamber (s.a.v.) in namaza çok hırslı olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh kılmaması kerahete delalet eder. Zira mekruh olmasa caiz olduğunu göstermek için bir defa olsun kılardı.

Ben derim ki: Bu kılmamak tekerrür etti ise mesele yoktur. Fakat bir defa kılmadı ise bunu delil olarak kabul edemeyiz. Yukarıda geçen ibn-i Abbas hadisinde tekrar tekrar bıraktığını gösteren bir şey yoktur.

Bayram namazından sonra evde dört yahut iki rekat nafile namaz kılmak menduptur. Dört kılmak efdaldir. Nitekim Kuhistani´de beyan edilmiştir. «Ama bu havas içindir.» Yani tekbirden ve nafile kılmaktan havas men edilir. Zâhire bakılırsa havasdan murad o kimselerdir ki. kendilerini menetmek hıyanet ve tembelliklerine tesir ederek tamamen terk etmelerine müeddi olmaz. T.

«Aynı kitabın kenarında» ki, kayıtda bildirilen namaz hakkında nafileler bâbında söz etmiştik. Demiştik ki: Berâetten murad; şaban ayının yarılandığı gecedir. Kadir gecesi ramazanın yirmi yedinci gecesidir. Sonra şârihin naklettiği kenar kaydı hakkında Rahmetî şunları söylemiştir: «Bu kayıt terkedilen hâşiyelerdendir. Bu yazıya itimat etmek ulemanın uydurma hadisle amelin haram olduğuna ittifak etmelerine mani olur. Ulema bu namazları bildiren hadisin uydurma olduğunu söylemişlerdir. Fıkıh meçhul derkenarlardan nakledilemez. Bâhusus fesadı meydandâ ise kabul edilemez. Hazret-i Ali´den naklettiği eserin zâhiri onlarca namazgahda kerahet bulunduğunu ve bu kerahetin tenzihi olduğunu tak´´irdir. Aksi halde onu kabul etmezdi. Çünkü kötülüğü kabul caiz değildir. Burada avamın güneş doğarken sabah namazı kılmaktan men edilmemeleri ile itiraz olunamaz. Zira bu, namazı tamamiyle terk edeceklerinden korkulduğu içindir.Böylelikle o kimse daha bir haramın içine düşmüş olur, Allah´u âlem.

METİN

Bayram namazının vakti güneşin bir mızrak boyu yükselmesinden itibaren zeval vaktine kadardır. Zeval dahil değildir. Daha önce sahih olmaz. Kılınırsa haram ve nafile olur. Bayram namazı kılarken güneş zevale ererse namaz fâsit olur. Nitekim cumada da öyledir. Sirac´da da böyle denilmiştir. Biz bunu oniki meselelerde beyan etmiştik. İmam zâid tekbirlerden önce sübhanekeyi okuyarak cemaata iki rekat bayram namazı kıldırır. Zâid tekbirler her rekatta alınan üçer tekbirdir. İmam tekbirleri fazla alırsa onaltı tekbire kadar cemaat da ona tâbî olur. Çünkü bu rivayet olunmuştur. Meğer ki imamın tekbirlerini cemaata duyuranlardan işitmiş ola. Bu takdirde hepsini alır.

İZAH

Güneşin yükselmesinden murad; renginin ağarmasıdır. Zeylei. Bir mızrak oniki karıştır. Bundan maksat, nafile kılmanın helâl olduğu vaktin girmesidir. Binaenaleyh aralarında aykırılık yoktur. Kuhistânî´nin ifadesi buna muhaliftir. T.

T E N B İ H : Kurbanları acele kesebilmek için kurban bayramını acele tutmak, fitreyi verebilmek için de ramazan bayramını geciktirmek menduptur. Netekim Bahır´da da böyle denilmiştir.

«Kılınırsa haram ve nafile olur.» çünkü vakti girmeden vacip olmamıştır. Nasıl ki o günün öğle namazını güneş doğarken kılsa hüküm budur.

«Zeval vakti dahil değildir.» Yani «sonra orucu geceye kadar tamamlayın!» emrinde gece dahil olmadığı gibi burada da zeval vakti olan gaye mukayyede dahil değildir. Kuhistânî şöyle demiştir: «Zeval bayram namazının vakti değildir. Çünkü vacip namaz zevalde mün´akit olmaz.»

Tahtavî diyor ki: «Bu söz, zevalden muradın, istiva (yani güneşin tam gökyüzünün ortasında bulunması) olduğunu gösterir. Mücâveret (yanı yan yana bulunmaları) sebebiyle istivaya zeval denilmiştir.»

«Bayram namazı kılarken güneş zevale ererse namaz fâsit olur.» Yani vasfı bozulur. Namaz bilittifak nafileye inkılab eder. Bu hüküm, zeval teşehhüd miktarı oturmadan olduğuna göredir. İmam-ı A´zam´ın kavline göre bu miktar oturduktan sonra zeval vakti girerse namaz fâsit olur. T.

Ben derim ki: Bunu şârih oniki meselelerde inceleme yaparak anlatmış ve «Ben bunu görmedim.» demiştir.

«Nitekim cumada da öyledir.» Yani cuma kılarken ikindinin vakti girerse cuma fâsit olur. T.

Bayram namazında bir kişinin cemaat olması kâfidir. Nehir´de de böyle denilmiştir. T. Zâhir rivayete göre bayram namazında zaid tekbirlerden önce imam ve cemaat sübhanekeyi okurlar. Çünkü sübhaneke okumak namazın başında meşru olmuştur. İmdâd. Zâid tekbirlere bu ismin verilmesi, iftetah ve rüku tekbirlerinin üzerine ziyade edildikleri içindir. Musannıf eûzü besmeleyi bu tekbirlerden sonra imamın çekeceğine işaret etmiştir. Çünkü bunlar kıraatın sünnetidir.

«Zâid tekbirler her rekatta alınan üçer tekbirdir.» Bu ibn-i Mes´ud ile sahabeden birçoklarının mezhebidir. İbn-i Abbas´dan da bir rivayettir. Bizim üç imamımız bununla amel etmişlerdir. İbn-i Abbas´dan diğer bir rivayete göre ilk rekatta yedi, ikincide altı -bir rivayette beş- tekbir getirilir. Bu tekbirlerin üçü aslîdir. Bunlar iftetah tekbiri ile iki rüku tekbiridir. Geri kalanlar zâid tekbirlerdir ki birinci rekatta beş, ikincide beş veya dörttür. Her rekata tekbirle başlanır

Hidâye sahibi «Bu gün bilumum müslümanların ameli böyledir. Çünkü Abbâsîler´den gelen halifeler böyle emir etmişlerdir. Ama mezhep birincisidir.» demiştir.

Zahîriye sahibi diyor ki: «Bu söz ebu Yusuf´la imam Muhammed´den rivayet olunan fiilin te´vilidir. Çünkü Harunu´r-Reşid onlara dedesinin tekbiri gibi tekbir almalarını emir edince onun emrine imtisalen bunu yapmışlardır. Böyle itikat ettikleri ve mezhepleri bu olduğu için yapmamışlardır. Mi´rac´da «Çünkü ma´siyet sayılmayan hususta hükümdara itaat vaciptir.» denilmiştir.

Ulemadan bazıları, bu kavlin imameynden bir rivayet olduğuna kesinlikle kail olmuşlardır. Hatta Mücteba´da «Ebu Yusuf´un bu kavle döndüğü rivayet olunur.» denilmiştir. Sonra fukahadan birçokları muhtar kavle göre ziyade rivayetle fitre bayramında amel edileceğini yani bir tekbir ziyade edileceğini; noksan rivayetle de kurban bayramında amel edileceğini söylemişlerdir. Bu, her iki rivayetle amel etmiş olmak ve Kurban bayramında halk kurbanlarla meşgul olacağı için onda işi hafif tutmak içindir. Bazıları, kurban bayramında fakirlerin hakkı bir tekbir miktarı acele vermiş olmak için tekbirin noksan alınacağını söylemişlerdir. Meselenin tamamı Hılye´dedir. İmam Şâfiî. İbn-i Abbas´tan rivayet olunan bütün tekbirleri zaid tekbir mânâsına yorumlamıştır. Bu bizim yorumumuza muhaliftir. Bizim mezhebimiz ibn-i Mes´ud´un kavlidir. Ulemanın zikrettikleri «Bilumum müslümanların ameli ibn-i Abbas kavline göredir. Çünkü onun sülalesinden gelen halifeler böyle emretmişlerdir.» sözü, onların zamanında geçerli imiştir. Bizim zamanımızda ise bu ortadan kalkmıştır. Bu gün amel bizim mezhebimize göredir. Münye şerhinde böyle denilmiştir. Bahır´da hilafın. evleviyet meselesinde olduğu bildirilmiştir. Hılye´de de bunun gibi beyânat vardır

T E N B İ H: Münye şerhinin «onların zamanında geçerli imiştir.» sözünden şu mânâ çıkarılır: Halife öldükten veya azledildikten sonra emrinin hükmü kalmaz. Nitekim bu cihet Fetevây´ı Hayriye´de açıklanmıştır, Fetevay´ı Hayriye sahibi bunun üzerine şu meseleyi bina etmiştir: Halife bir davanın onbeş sene sonra bakılmasını yasak etse ölümünden sonra bu yasaklanmanın hükmü kalmaz. Allah´u âlem.

«İmam tekbirleri fazla alırsa onaltı tekbire kadar cemaat ona tabi olur.» Çünkü cemaat imamına bağlıdır. Binaenaleyh ona tabi olması ve onun reyi mukabilinde kendi reyini terketmesi icabeder. Zira Peygamber (s.a.v.) «imam ancak kendisine uyulmak için imam yapılmıştır. Onun hilafına harekette bulunmayın» buyurmuştur. İmamın hata ettiği yüzdeyüz anlaşılmadıkça ona tabi olmak vaciptir. İçtihat götüren yerlerde ise hatası zâhir değildir. Ama sahabenin kavillerinden dışarı çıkarsa hata ettiği yüzdeyüz anlaşılır. Artık kendisine tabi olmak gerekmez. Onun içindir ki, bir kimse rükua giderken ellerini kaldıran yahut sabah namazında kunut okuyan veya cenaze namazının tekbirlerini beş itikad eden birine uymuş olsa ona tabi olmaz. Çünkü hatası kesinlikle zâhirdir. Çünkü bunların hepsi neshedilmiştir. Bedâyi.

Ben derim ki: Bundan şu hüküm çıkarılır: Bir hanefî cenaze namazında şâfiîye uyarsa ellerini kaldırır. Zira içtihat götüren bir yerdir. Bu neshedilmemiştir. Hanefîlerden Belh uleması buna kaildirler. Tamamı cenazeler bahsinde gelecektir. Biz bunu namazın vacipleri bahsinin sonunda izah etmiştik.

Bahır´da Muhit´den naklen «Onaltı tekbire kadar tabi olur.» denilmiştir. Fethü´l-Kadir´de ise; «Bazıları onüç, bazıları onaltı tekbire kadar tabi olacağını söylemişlerdir.» denilmektedir.

Ben derim ki: Herhalde ikinci kavlin vechi ibn-i Abbas´tan rivayet edilen onüç rivayeti ziyade tekbirlere hamledilmek olsa gerektir. Nitekim yukarıda Şâfiî´den nakledildi. Bunlar üç aslî tekbirlebirlikte onaltı olurlar. Aksi takdirde ben ziyade tekbirlerin onaltı olduğunu söyleyen görmedim. Araştırılmalıdır. Ben imam Tahâvi´nin Mecma´al-Âsâr´ına müracaat ettim. Ama onun zikrettiği hadislerle sahabe ve tâbiî´nin eserleri arasında ibn-i Abbas´tan rivayet edilenden fazlasını görmedim. Bu da birinci kavli te´yit eder. Onun için bu kavli Fethu´l-Kadir sahibi öne almış; Bedâyi sahibi de onu bilumum fukahaya nisbet etmiştir. Kaldı ki üç aslî tekbiri zaid tekbirlere katmak ihtimalden çok uzaktır. Zira kıraat bunların oralarını ayırmaktadır.

«Bu takdirde hepsini, alır.» Bu hususta Muhit´den naklen Bahır´da şöyle denilmektedir: «İmam fazla tekbir alırsa ona tabi olmak lazım gelmez. Çünkü kesinlikle hata etmiştir. Ama tekbirleri ulaştırıcılardan (müezzinlerden) işitirse ihtiyaten hepsini alır. Velev ki çok olsunlar. Zira ulaştıranların hata etmiş olmaları ihtimali vardır. Onun için her tekbirle iftetaha niyet eder; zira her tekbirde imamın önüne geçmiş olması ihtimali vardır) denilmiştir.»

Ben derim ki: Zâhire bakılırsa bu kavil zaif olduğu için «denilmiştir.» tabiri ile ifade etmiştir. Bu sebepten şârih onu zikretmemiştir. Zira bu kavil imamın tekbirini işitmeyen kimsenin üç tekbirle dahi niyet etmesini gerektirir. Velev ki üçten fazla olmasın. Çünkü hata ve öne geçmek ihtimali hepsinde mevcuttur. Yalnız ilk rekatta rivayet edilen ziyade tekbirlere mahsus değildir, Cenaze bahsinde görüleceği vecihle cenazede de her tekbirle iftetaha niyet eder. Konunun tamamı orada gelecektir.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:37 am GMT +0200
METİN

İmamın iki kıraatı peşi peşine getirip cumada olduğu gibi okuması menduptur. İmama uyan kimse imam tekbir aldıktan sonra ayakta iken yetişirse kendi reyi ile o anda tekbir alır. Çünkü mesbûktur. Şayet bir rekata yetişememişse evvela kıraatı okur; tekbirler birbiri ardına gelmesin diye sonra tekbir alır. Tekbir almaz da imam onun tekbirinden evvel rükua giderse ayakta tekbir almaz. Lâkin rüku eder: rüku halinde tekbir alır. Sahih kavil budur. Zira rüku için kıyam hükmü vardır, Vacibi ifa, sünneti ifadan daha evladır.

İZAH

İki kıraatı peşi peşine getirmek, ikinci rekatta kıraattan sonra tekbir almakla olur. Tâ ki ikinci rekatın kıraatı birinci rekatın kıraatının peşinden yapılmış olsun. Ama İbn-i Abbas hazretlerinin dediği gibi ikinci rekatta da kıraattan önce tekbir alırsa bu tekbir iki kıraatının arasını ayırmış olur. Musannıf «menduptur» sözü ile her rekatın başında tekbir alsa caiz olacağına işaret etmiştir. Çünkü hilâf, Bahır´dan naklen yukarıda geçtiği vecihle evleviyet meselesindedir. Gerçi Muhit´de peşi peşine gelmenin ta´lili yapılarak «Tekbirler şeairdendir (islâmın alâmetlerindendir). Onun için onları âşikâre almak vaciptir. Binaenaleyh ilk rekatta zâid tekbirleri iftetah tekbirine katmak vacip olur. Çünkü iftetah tekbiri rüku tekbirinden öncedir. İkinci rekatta ise rüku tekbirine katmak icabeder. Zira asıl olan odur.» denilmişse de Bahır sahibi buna cevaben şunları söylemiştir: «Zâhire göre vacip olmaktan murad, subût bulmaktır. Istılahtakı vacip değildir. Zira peş peşe okumak müstehaptır.

«Keza onları âşikâra almak vaciptir.» sözü, (ezanda olduğu gibi bazı yerlerde sabittir) mânâsınadır ki, namazgaha giderken ve teşrik günlerinde bu sabittir. Zaid tekbirlerin aşikâre alınmasına gelince: Zâhire bakılırsa bu yalnız imama müstehaptır. O da cemaata bildirmek içindir.

Lâkin Bahır´da Muhit´den naklen şöyle denilmiştir: «İmam yanlışlıkla kıraata başlar da fatiha ve sureyi okuduktan sonra hatırlarsa namazına devam eder. Yalnız fatihayı okumuşsa tekbir alır ve fatihayı lazım olarak tekrarlar. Zira kıraat tamam olmayınca farzı terk etmek değil tamamlamaktan imtina olur.» Bunun benzeri Fethü´l-Kadir´de ve diğer kitaplarda mevcuttur.

Bundan anlaşılan şudur: Tekbiri kıraattan önce almak vaciptir. Vacip olmasa onun için fatiha terk edilmezdi. Namazın sıfatı bâbında söylediklerimiz de bunu te´yit eder. Orada demiştik ki «Tekbir alır da kıraata başlar ve sübhaneke ile eûzü besmeleyi unutursa yeri geçtiği için bunları tekrar okumaz.» Şöyle cevap verilebilir: «Kıraatı tamamlamadan tekbire dönmek müstehap olan peş peşe girme meselesi için değil, vacibi düzeltmek içindir. Bu vacip tekbirdir. Çünkü tekbir ilk rekatta kıraatan sonra meşru olmamıştır. Delili şu ki, tekbiri unuttuğunu sureyi okuduktan sonra hatırlarsa onu terk eder. Ve fatihayı unutarak sureye başlamaya benzer. Bundan sonra hatırlarsa sureyi bırakıp fatihayı okur. Çünkü o vaciptir. Sübhaneke ve eûzü besmele böyle değildir. Allah´u âlem.

«Cumada olduğu gibi okuması menduptur.» Yani cuma namazındaki kıraat gibi okur Zira imamı A´zam´ın rivayetine göre Peygamber (s.a.v.) bayram namazlarıyle cuma namazında e´lâ suresi ile gâşiye´yi okurmuş. Fetih´te de böyle denilmiştir. Bedayi sahibi diyor ki: «Ekseri zamanlarda bunları okumakla Peygamber (s.a.v.)´e uymak ve bununla teberrük etmek isterse güzeldir. Lâkin bu sureleri okumayı vacip bilip başkalarını terk etmek mekruhtur. Sebebini cuma bahsinde söyledik.» Kıraat faslında beyan ettiği vecihle bayram namazlarında imam kıraatı âşikâr okur. Bahır´da bu mesele burada açıklanmıştır.

İmama ayakta iken yetişmekten murad: rüku´dan önceki kıyam halidir. İmama rüku halinde yetişirse, rükuda yetişeceğini aklı yattığı takdirde kendi reyi ile ayakta tekbir alarak rükua gider. Yetişeceğine kanaat getirmezse rüku eder ve tekbiri rüku halinde alır. İmam ebû Yusuf buna muhaliftir. Ellerini kaldırmaz. Çünkü elerini dizlerine koymak, yerinde yapılan bir sünnettir; el kaldırmak ise yerinde değildir. İmam başını rükudan kaldırırsa o kimseden kalan tekbirler sâkıt olur. Tâ ki imama tabi olması elden gitmesin. İmama rükudan doğrulduktan sonra yetişirse tekbirleri orada kaza etmez. Zira tekbirleri ile birlikte rekatı kaza eder. Fetih ve Bedâyi.

«Kendi reyi ile o anda tekbir alır.» yanı velev ki imam kıraata başlamış olsun. Nasıl ki Hılye´de de böyle denilmiştir. Kendi reyi ile tabirinden murad; İmam-ı Şâfiî olup yedi defa tekbir alsa da o üç tekbir alır demektir. Yukarıda geçen «rivayet bulunan yerde imama tabi olur.» sözü bunun hilâfınadır. Çünkü o müdrik hakkındadır.

«Çünkü mesbuktur.» Yani kaza ettiği kısımlarda o yalnız kılan hükmündedir. Yetişilemeyen zikir, imam namazdan çıkmadan kaza edilir. Fetih.

Ben derim ki : Bu izaha göre imamla birlikte kılmaya kendi reyini az olmayan miktarda yetişirseondan sonra bir şey kaza etmemesi gerekir. Buna dikkat et! Hılye.

«Şâyet bir rekata yetişememişse evvela kıraatı okur.» Yani o rekatı kaza etmeye kalktığında işe kıraattan başlar. İmama yetiştiği rekatta ise Yukarıda geçen tafsilata riayet gerekir. Yani tekbirlerin hepsine mi bir kısmına mı yetiştiği yoksa hiç mi yetişemediği nazar-ı itibara alınır. Hılye sahibinin dediği gibi yapmaz.

«Tekbirler birbiri ardına gelmesin diye sonra tekbir alır.» Çünkü kıraattan evvel tekbir alırsa imamla beraber de tedbir aldığı için iki rekatta tekbirler birbirinin ardından gelir. Bahır sahibi diyor ki: «Buna sahabeden hiç kimse kail olmamıştır. Ama kıraattan başlarsa fiili hazret-i Ali´nin kavline uymuş olur. Ve daha evladır. Muhit´de de böyle denilmiştir. Bu söz fukuhanın Mesbuk zikirler hakkında namazının evveline kaza eder.´ diyerek ifade ettikleri hükmü tahsis eder.»

T E N B i H : Biliyorsun ki mesbuk kendi reyi ile tekbir alır. Lâhık ise imamının reyine göre tekbir alır. Çünkü o hükmen imamın arkasındadır. Bunu Sirac´dan naklen Bahır sahibi söylemiştir.

«Rüku halinde tekbir alır. Sahih kavil budur.» Musannıf, Mineh adlı eserinde de böyle demîştir. Fakat Bahır sahibinin sözü buna muhaliftir. O «İmama ayakta yetişir de tekbir almadan imam rükua giderse sahih kavle göre rükuda tekbir almaz.» demiştir. Nehir´de de böyle denilmiştir. Hılye´de bundan bahs edilirken «Bazıları rükuda tekbir alır, bazıları almaz demişlerdir. Muhit sahibi bu ikinci kavli kuvvetli bulmuştur.» deniliyor. Tahtavi «Galiba bu, kusur kendinden geldiği içindir.» demiştir.

«Vâcibi îfa sünneti îfadan daha evlâdır.» Vacip, tekbirdir; sünnet ise tesbihtir. Ama bunun söz götürdüğünü biliyorsun. T. Rahmetî vacibi imama tabi olmak. sünneti de sırf kıyam halinde tekbir almakla tefsir etmiştir. Yani tekbiri rükuda almak do kâfi ise de iyice kıyam halinde almak sünnettir.

METİN

Nitekim imam da tekbir olmadan rükua gitse rükuda tekbir alır; zâhir rivayete göre tekbir almak için kıyama dönmez. Dönerse namazının bozulması gerekir.

Cemaat olan kimse zâid tekbirlerde ellerini kaldırır. Velev ki imamı bunu meşru saymasın. Ancak rükuda tekbir alırsa yukarıda geçtiği vecihle muhtar kavle göre ellerini kaldırmaz. Çünkü dizlerini tutmak. yerinde yapılan bir sünnettir. Bayram tekbirleri arasında sünnet bir zikir yoktur. Onun için ellerini salar. Ve her iki tekbir arasında üç tesbih miktarı susar. Bu cemaatın çokluğuna azlığına göre değişir. Namazdan sonra imam iki hutbe okur. Bunlar sünnettir. Namazdan önce okusa da sahih olur, fakat sünneti terk ettiği için isaette bulunmuş olur.

Cumada sünnet ve mekruh olan şeyler bayramda da sünnet ve mekruhtur. Sekiz hatta on yerde hutbe okunur. Bunların üçünde söze hamd ve senâ ile başlanır. Mezkûr hutbeler Cuma, istiskâ ve nikah hutbeleridir. Küsuf ve Kur´an hatmi hutbeleri de öyle olmak gerekir. Ama ben bunu bir yerde görmedim. Beş hutbede de söze tekbirle başlanır. Bunlar; bayramların hutbeleriyle haccın üç hutbesidir. Şu kadar ki Mekke ve Arafattaki hutbelere hatip evvela tekbirle başlar; sonra telbiye getirir; sonra hutbeyi okur. Ebu´l-Leys´in Hızâne namındaki kitabında da böyle denilmiştir.

İlk hutbeyi birbiri ardınca dokuz tekbirle başlamak müstehabtır. İkinci hutbeye ise yedi tekbirle başlamak sünnettir. Minberden inmeden ondört tekbir almak da müstehaptır. Hatip minbere çıktığı vakit bize göre oturmaz. Mirâc.

Hatibin, hutbesinde fitre sadakasının hükümleri cemaata öğretmesi dahi menduptur. Tâ ki vermemiş olanlar versinler. Bunu, cemaat vaktiyle hazırlasın diye fitre hükümlerini bir cuma evvel öğretmek gerekir. Ama ben bunu bir yerde görmedim. Bilinmesine ihtiyaç duyulan her hüküm böyledir. Zira hutbe, öğretmek için meşru kılınmıştır.

İZAH

«Zâhir rivayete göre tekbir almak için kıyama dönmez.» Şârih burada musannıfın Mineh´teki sözüne tabi olmuştur.Bahır ile Hılye´de ise şöyle denilmiştir: «Zâhir rivayete göre rükuda tekbir almaz. Kıyama dönmez.» Hılye´de şu da ziyade edilmiştir: «Kerhi´nin söylediği, ve Bedâyi sahibinin benimsediği Nevâdir rivayetine göre ise kıyama ,döner ve tekbir alır. Sonra rükuu tekrarlar, kıraatı tekrarlamaz.» Bu rivayet dahi metindekine muhaliftir. Evet, böyle bir rivayeti Bahır, Hılye ve Fethü´l-Kadir sahipleri ile vitir ve nafileler bâbında Zâhire sahibi açıklamışlar ve tekbirle -ki onun için rüku terk edilir- kunut arasındaki farkı göstererek «Bayram tekbiri Bilittifak meşrudur. Vitirin kunutu öyle değildir.» demişlerdir. Bedayi´de vitir ve nafileler bâbında bunun gibi; bu babta ise buna muhalif beyanatta bulunulmuştur. Lâkin zâhir rivayet sabit olunca ondan dönmek olmaz. Metindeki ifadeye göre tekbir ile kunut arasındaki fark; rükuda kunut yapılmadığına göre kunutun ancak kıyam halinde meşru olmasıdır. Tekbir öyle değildir.

«Dönerse namazının bozulması gerekir.» Şârih burada Nehir sahibine tabi olmuştur. Biliyorsun ki dönmek, Nevadir´in rivayetidir. Kaldı ki buna Kemâl bin Hümâm´ın dediği gibi; «bunda vacibi ifa için tarzı terk vardır. Bu helâl değilse de sahih olmasına dokunmaz.» denilebilir. (Kemâl ibn-i Hümâm bu sözü, ´ayakta iken rekatı tamamladıktan sonra ilk oturuşta dönse namaz bozulmaz´ diyenlerin kavlini tercihi için söylemiştir.) Zâid tekbirlerde eller. baş parmakları kulak yumuşaklarına dokunacak derecede kaldırılır. T.

Musannıfın zâid tekbiri diye kayıtlaması, ikinci rekatın rüku tekbirinden ihtiraz içindir. Bu tekbir zâid tekbirlere ilhak edilmiştir. Hatta biz onun da vacip olduğuna kailiz. Halbuki onda el kaldırmak yoktur. Nehir.

«Çünkü dizlerini tutmak, yerinde yapılan bir sünnettir.» Ellerini kaldırmak ise yerinde yapılmayan bir sünnettir. Yerinde yapılan evlâdır. T.

Bayram tekbirleri arasında eller yanlara salınır. Üçüncü tekbirden sonra bağlanır. Nitekim Münye şerhinde beyan olunmuştur. Zira el bağlamak, içinde sünnet vecihle zikir bulunan uzun kıyamın sünnetidir. Bayram namazında hatip hutbeyi namazdan önce okusa veya Bahır´dan naklettiğimiz gibi hiç okumasa sahih olursa da isaettir.

«Cumada sünnet ve mekruh olan şeyler bayramda sünnet ve mekruhtur.» Bundan, yalnız tekbirle, hutbeden evvel oturmamak müstesnadır. Bu iki şey bayram hutbesinde sünnet. cuma hutbesindesünnet değildir. On yerde hutbe okunması, bize göre küsuf´ta hutbe olduğundan ve imameynin kavline göre istiska´da dahi hutbe olduğundandır. Nitekim gelecektir. Mekke ve Arafat´taki hutbelerde telbiye vardır. Zilhiccenin onbirinci günü Minâ´da okunan hutbede ise telbiye yoktur. Çünkü ilk taşı atmakla telbiye kesilir. T.

«İlk hutbeye birbiri ardınca dokuz tekbirle başlamak müstehaptır.» Bunu Mecma´al-Nevâzil´den naklen Mirâc sahibi söylemiştir. Hâniye´de şöyle denilmiştir: «Zâhir rivayette tekbir için muayyen sayı yoktur. Lâkin hutbenin ekserisini tekbir teşkil etmemek gerekir. Kurban bayramında fitire bayramından fazla tekbir getirilir.»

Ben derim ki: Zâhir rivayette sa´yinin mutlak bırakılması, sünnete beyan edilen sayı ile kayıtlamaya aykırı değildir. Şâfiî rahimellah buna kaildir. Bize göre hatip minbere çıktığı vakit oturmaz. Çünkü oturmak müezzin ezanı bitirsin diyedir. Bayram namazında ise ezan meşru olmamıştır. Binaenaleyh oturmaya hacet yoktur. Mirâc.

«Ama ben bunu bir yerde görmedim.» sözü Bahır sahibine aittir. Bundan sonra «İlim, ulemanın boynunda emanettir.» demiştir. Şârih sadaka-i fıtır bâbında başında semennî´den naklen; «Peygamber (s.a.v.) fitre bayramından iki gün evvel fitrenin çıkarılmasını emir buyurmuş.» diyecektir ki, bu da Bahır sahibinin sözünü te´yit eder.

«Bilinmesine ihtiyaç duyulan her hüküm böyledir.» Bu cümle Bahır sahibinin sözünün tetimmesidir. Ve şöyle demiştir: «Ulemanın sözlerinden şu mânâ çıkarılır ki, hatip bazı hükümlerin bilinmesine hacet görürse onları cemaata cuma hutbesinde öğretir. Bilhassa bizim zamanımızda bu lazımdır. Çünkü cehalet çoğalmış, ilim azalmıştır. Onun için hutbede cemaata, namaz hükümlerini öğretmesi gerekir. Nitekim bu açıktır.»

METİN

Bir kimse bayram namazını imamla kılmaya yetişemezse yalnız başına kılamaz. Velev ki bozmak suretiyle cemaatı kaçırmış olsun. Esah kavle göre bu bilittifak böyledir. Nitekim Bahır nâm kitabın teyemmüm bahsinde beyan olunmuştur.

Bozmak hakkında şöyle lügaz yapılmıştır: «Hangi adamdır o ki üzerine vacip olan bir namazı bozar do kaza lazım gelmez?» O kimsenin başka bir imama gitmesine imkan varsa gider. Çünkü bayram namazı bir şehrin birçok yerinde bilittifak kılınır. Gitmekten âciz kalırsa kuşluk namazı gibi dört rekat kılar. Fitre bayramı namazı yağmur gibi bir özürden dolayı, yalnız ertesi günün zeval vaktine kadar geciktirilebilir. İkinci günkü vakti dahi birinci günde olduğu gibidir. Ve bu namaz eda değil kaza olur. Nitekim kurban bahsinde gelecektir. Kuhistânî iki kavil nakletmiştir. Fitre bayramının hükümleri kurban bayramının hükümleri gibidir. Lâkin kurbanda namazı özürsüz kurban günlerinin üçüncüsünün sonuna geciktirmek kerahetle, özürle geciktirmek ise kerahetsiz caiz olur. Binaenaleyh burada özür keraheti kalksın diye, fitre bayramında sahih olmak içindir. Kurban bayramına giderken yolda bilittifak âşikâre tekbir alınır. Bazıları namazgahta da âşikâre alınacağını söylemişlerdir. Bugün müslümanlar bununla amel etmemektedirler. Evde tekbir almak sünnetdeğildir. Esah kavle göre kurban kesmese bile yemeği namazdan sonraya geciktirmek menduptur. Ama yerse tahrimen mekruh olmaz.

İZAH

Bayram namazına yetişemeyen onu yalnız başına kılamaz. Fakat imam kılmamışsa kaza edilir. Nitekim gelecektir. Bunu Miracü´d-Dirâye sahibi söylemiştir. Buradaki esah kavlin mukabili Bahır sahibinin imam ebû Yusuf´tan naklettiği kavildir ki, bu kavle göre bayram namazına niyetlendikten sonra bozulursa kaza edilir. Zira vacip olmak hususunda niyetlenmek adamak gibidir.

«Bayram namazı bir şehrin bir çok yerlerinde bilittifak kılınır.» Hilaf yalnız Cuma hakkındadır. Bahır.

«Gitmekten âciz kalırsa kuşluk namazı gibi dört rekat kılması» mendup olur. Nasıl ki Kuhistânî´de beyan edilmiştir, Bu kaza değildir. Çünkü onun gibi değildir. T.

Ben derim ki: Hılye´de Hâniye´den naklen bildirildiğine göre bu namaz kuşluk namazıdır. Şârihin Bedâyi sahibine uyarak «kuşluk namazı gibi» demesinin mânâsı, bayramda olduğu gibi bunda zâid tekbirleri olmaz demektir.

«Bayram namazı yağmur gibi bir özürden dolayı yalnız ertesi günün zeval vaktine kadar geciktirilebilir.» İmamın namazgaha çıkmaması, hava bulutlu olup hilalı zevalden sonra veya önce görmeleri ve cemaatın toplanmasına imkan bulunması yahut bulutlu bir günde kılınıp sonradan zevalden sonra kılındığının anlaşılması da özre dahildir. Nitekim Dürer´de ve şeyh İsmail´in Dürer şerhinde beyan edilmiştir. Aynı eserde Hüccet´ten naklen şu da vardır; «Bir imam bayram namazını abdestsiz kıldırır da sonra cemaat dağılmadan bunu onlarsa abdest alır; ve hep beraber namazı tekrar kılarlar. cemaat dağılmış olursa onlara tekrar ettirmez. Müslümanları ve amellerini korumak için namazları caiz sayılır.

«Kuhistâni iki kavil nakletmiş» sonra şöyle demiştir: «İhtimal bu, iki rivayetin muhtelif olmasına binaendir, Nazm´ın zekat bahsinde söyledikleri de bunu te´yit eder. Orada ´Bayram namazı için temel kitaplarda bir gün, Kerhî´nin muhtasarında iki gün vardır.´ denilmiştir.»

T E N B İ H : Müctebâ sahibinin Tahtavî´den naklettiğine göre musannıfın söylediği, ebû Yusuf´un kavlidir. Ebû Hanîfe «Bayram îlk gün kılınmazsa kaza edilmez.» demiştir. Lâkin muteber kitaplarda bunda ihtilaf zikredilmiştir. Nitekim Bahır´da beyan olunmuştur. Bir özürden dolayı kurban bayramı namazını üçüncü günün sonuna kadar geciktirmek kerahetsiz caizdir. Birinci günden sonra kılınan bayram namazı yine kaza olur. Nitekim Bedâyi ve Zeyleî´nin kurban bahsinde beyan olunmuştur. Özürsüz geciktirmek ise mekruhtur. Müctebâ, Cevhere, Bezzâziye ve diğer kitaplarda özürsüz geciktirmenin isaet olduğu bildirilmiştir. Bundan anlaşılır ki, bu kerahet-i tahrimidir. Remli.

Ben derim ki: Bahır ve Dürer´e uyarak keraheti mutlak zikretmesi, tahrim ifade eder. İsaete gelince; biz namazın sünnetleri bahsinde onun kerahetten daha aşağı mı yoksa çirkin mi olduğu hususundaki hilâfı arzetmiş ve isaetin kerahet-i tahrimiyeden aşağı, kerahet-i tenzihiyeden daha çirkin olduğunu söyleyerek iki kavlin arasını bulmuştur.

«Bazıları namazgahta da âşikare tekbir alınacağını söylemişlerdir.» Muhit´de şöyle denilmiştir: «Birrivayette imam namaza başlamadıkça tekbiri kesmez. Çünkü vakit tekbir vaktidir. Müteakiben namazdan sonra âşikâre olarak tekbir alır.» Bedayi sahibi birinci kavli kesinlikle kabul etmiştir. Ama mescidlerde cemaat ikinci rivayet ile amel etmektedirler. Bahır.

«Esah kavle göre kurban kesmese bite yemeği namazdan sonraya geciktirmek menduptur.» Yani sabahtan itibaren namaz kılıncaya kadar orucu bozan şeylerden sakınmak menduptur. Çünkü kurban bayramı sabahı çocuklara yemek yedirmemek, bebekleri emzirmemek lazım geldiği hususunda, sahabeden rivayet edilen haberler mütevatirdir. Bunu Zâhidî´den naklen Kuhistani söylemiştir. T.

«Kurban kesmese bile» sözü şehirli ve köylüye şâmildir. Gayetü´l-Beyan´da bu şehirli diye kayıtlanmış; köylünün sabahtan kurban eti yiyebileceği ifade edilmiştir. Çünkü cuma kılınamayan köylerde kurbanlar sabahtan kesilir. Bazıları «Kurban kesmeyen kimsenin yemeği geciktirmesi müstehab değildir.» demişlerdir. Bahır.

«Ama yerse tahrimen mekruh olmaz.» Bahır sahibi diyor ki: «Kurban etinden yemek müstehaptır. Müstehabı terk etmekten kerahetin sabit olması lazım gelmez. Zira kerahet için hususi delil lazımdır.» Şârih «tahrimen» sözünde Nehir sahibine uymuştur ve bununla kerahet-i tenzihiye sabit olduğuna işaret etmiştir. Ama bu söz götürür; Çünkü Bahır sahibinin söylediklerini gördün! Bir de Bedayi´de «isterse kurban etinden tadar isterse tatmaz. Edep ve terbiye namazdan çıkıncaya kadar bir şey tatmamaktır. Tâ ki yediği kurbanlar olsun.» denilmiştir

METİN

Hatip hutbede kurbanı ve teşrik tekbirlerini öğretir. Halkın, Arafat´da başka yerlerde vakfe yapanlara benzemek için vakfe yapmaları bir şey değildir. Bu söz siyak-ı nefide gelmiş bir nekredir. Binaenaleyh farz. vacip ve müstehap bütün ibadet nevilerine şâmil olur. Ve mübah olduğunu ifade eder. Bazıları bunun müstehap olduğunu söylemişlerdir. Miskin´de böyle denilmiştir. Bakânî «O günün şerefi ve vaaz dinlemek için toplanırlar: vakfe yapamaz ve başlarını açmazlarsa bilittifak kerahetsiz caiz olur.» demiştir. Esah kavle göre teşrik tekbiri bir defa vacip olur. Zira emir buyurulmuştur. Birden fazla yaparsa fazilet olur.

Aynî diyor ki: «Tekbirin sıfatı: «Allah´ü Ekber Allah´ü Ekber Lâ ilâhe illallah vallâhü Ekber Allah´ü Ekber ve Lillâhi´l hamd» demektir.

Halilullah İbrahim aleyhisselâmdan rivayet olunan budur.

İZAH

Teşrik tekbirini cemaata kurban bayramından bir cuma evvel öğretmek gerekir. Çünkü bayram arefe gününden başlar. Nitekim Bahır sahibi bunu incelemiştir.

«Halkın Arafat´da başka yerlerde vakfe yapması»dan murad; Arafat´taki hacılara benzemek için arefe gününün akşamı camilere veya şehir dışında bir yere toplanmalarıdır. Bu bir şey değildir. Ama bazıları müstehap olduğunu söylemişlerdir. Galiba Nihaye sahibinin muradı bu olacaktır. Çünkü o, «usulün gayri kitaplarda Ebû Yusuf´la imam Muhammed´den bunun mekruh olmadığırivayet edilmiştir. Rivayete göre ibn-i Abbas Basra´da bunu yapmıştır.» demektedir. Fethü´l-kadir´de; «Bu gösteriyor ki, bunun mukabili, usul kitaplarının rivayeti mekruh olmasıdır.» denilmiş; sonra şöyle devam edilmiştir: «Avamdan beklenen bir itikat bozukluğunun önünü almak için evla olan budur. Kastetmese bile bizzat vakfe ve başı açmak benzemeyi istilzam eder. Hak şudur ki, o gün mesela istiskâ gibi vakfeyi gerektiren bir sebep meydana gelirse vakfe mekruh olmaz. Ama o günde çıkmayı kastetmek yok mu; düşünürsek ´benzemenin mânâsı işte budur. Timurtâşî´nin camiinde şöyle denilmektedir: Cemaat o günün şerefi için toplanırlarsa caizdir. Vakfesiz ve baş açmamak şartıyle buna hamlolunur.»

Hâsılı Dürer´de beyan edildiği vecihle sahih kavil, mekruh olmasıdır. Hatta Bahır´da «Gayetü´l-Beyan´ın zâhiri kerahetin tahrimiye olduğunu göstermektedir.» deniliyor. Nehir´de de: «Ulemanın ifadeleri kerahetin tercih edildiğini başka kavlin şâz olduğunu gösteriyor» denilmiştir. Bâkânî´nin sözü Fethü´l-Kadir´in yukarıda geçen ibaresinin sonundan alınmıştır. Elhâsıl; mekruh olan istiskâ gibi bir sebep yokken çıkarmak vakfe yapmak ve baş açmaktır. Bunlar olmaksızın sırf tâat için toplanmakta bir kerahet yoktur. Sıhah ve diğer lügat kitaplarında nakledildiğine göre teşrik; eti kurutmak mânâsına gelir. Kurban gününü takip eden üç güne bu ad verilmiştir.

Halil bin Ahmed´le Nasır bin Şumeyl´in lügat ulemasından rivayetlerine göre ise teşrik; tekbir demektir. Şu halde iki mânâ arasında müşterek demektir. Burada ondan murad, tekbirdir. (Tekbir teşrik) diyerek yapılan izafet izafet-i beyâniyedir. Yani (teşrik denilen tekbir) demektir. Bu surette izafet, imameynin kavline göredir. Zira «İmam-ı A´zam´a göre teşrik günlerinde tekbir yoktur.» diyenlerin sözü defedilmiş olur. Sözün tamamı Şeyh İsmail´in Ahkâm´ında ve Bahır´dadır.

«Esah kavle göre teşrik tekbiri bir defa vacip olur.» Bazıları sünnet olduğunu söylemişlerdir. Bu kavil de sahihlenmiştir. Lâkin Fethü´l-Kadir´de ekser ulemaya göre vacip olduğu bildirilmiş; Bahır´da ise ortada hilâf diye bir şey olmadığı, zira sünnet-i müekkede ile vacibin derece ve terkinden dolayı günah istihkakında müsavi oldukları beyan edilmiştir.

Ben derim ki: Bu söz götürür. Çünkü namazın sünnetleri bahsinde arzettiğimiz vecihle sünneti terk etmenin günahı, vacibi terk etmenin günahından daha hafiftir. Yine orada beyan etmiştir ki. sünneti terk etmekten murad; özür yokken devam üzere bırakmaktır. Nitekim Tahrir şerhinde beyan olunmuştur. Onu bir defa bırakmakta günah yoktur. Bu, vacibe muhaliftir. En iyisi Bedayi´nin sözüdür. Orada şöyle denilmiştir: «Sahih olan onun vacip olmasıdır. Ona Kerhî dahi (sünnet) adını vermiş; sonra (vaciptir) diye tefsir etmiştir. Kerhî´nin sözü şudur: «Teşrik tekbiri devam edegelmiş bir sünnettir. Onu ilim ehli nakletmiş ve onunla amel hususunda ittifak etmişlerdir. Vacibe sünnet adını vermek caizdir. Çünkü sünnet makbul tarikattan ve güzel tutumdan ibarettir. Sıfatı bu olan her vacip de sünnettir.»

Ben derim ki: Birçok fukahanın namazda ilk oturuşa (sünnettir) demeleri de bu kabildendir. Teşrik tekbiri Teâlâ hazretlerinin «Sayılı günlerde Allah´ı zikredin!» ve «malum günlerde Allah´ın adını ansınlar!» ayet-i kerimeleriyle emir buyurulmuştur. Bû her iki ayetteki, zikirden murad, teşriktekbiri olduğuna göredir. Bazıları sayılı günlerin teşrik günleri, malum günlerin ise zilhiccenin on günü olduğunu söylemişlerdir. Sözün tamamı Bahır´dadır.

demenin vacip olduğunu gösterir. Lâkin Ebu-s-Suûd´un beyanına göre Hamavî Kara Hisâri´den iki defa tekbir olmanın sünnete muhalif olduğunu nakletmiştir,

Ben derim ki: «Bercendî´nin eserinden naklen Ahkâm adlı kitapta sonra ulemamızın meşhur olan kavline göre bir defa tekbir alır. Ama (üç defa alır) diyenler de olmuştur.» denilmiştir. Burada beyan edilen tekbir İbrahim Aleyhisselâmdan kalmıştır. Aslı şudur: Cebrail aleyhisselâm hazret-i İsmail´in yerine kurbanlık koç getirince İbrahim aleyhisselamın telaşa düşeceğinden endişe ederek «Allah´ü Ekber Allah´ü Ekber» demiş İbrahim Aleyhisselam onu görünce «Lâ ilâhe illallah vallâhü Ekber» diye mukabele etmiş. İsmail Aleyhisselam da kendi yerine kurbanlık geldiğini görünce; «Allah´ü Ekber ve Lillâhi´l hamd» demiş.Fukaha bunu böyle anlatmışlardır. Fakat hadis ulemasına göre subût bulmamıştır. Nitekim Fetih´te Bahır´dan naklen böyle denilmiştir. Yani bu kıssa sabit olmamıştır. Bu şekildeki tekbire ise İbn-i Ebi Şeybe güzel bir senedle İbn-i Mes´ud´dan rivayet etmiştir. İbn-i Mes´ud hazretleri böyle dermiş. Sonra bilumum sahabenin böyle tekbir aldıklarını rivayet etmiştir. Sözün tamamı Fetih´tedir. Bundan sonra Fetih´te şöyle denilmiştir! «Bu suretle anlaşılıyor ki; Şâfiî´nin dediği gibi birinde üç defa tekbir almak sabit olmamıştır.»

METİN

Muhtar kavle göre kesilecek olan Hazreti İsmail´di. Kamus´da; Bu kavlin esah olduğu bildirilmiş; İsmail´in mânâsı, (Allah´a itaat eden) demektir.» denilmiştir. Müstehap bir cemaatla edâ edilen veya kurban gibi vakti mevcut olduğu için o sene bayram günlerinde kaza edilen her farz-ı aynın arkasından, üzerine binaya; mâni bir fasıla bulunmamak şartıyla teşrik tekbiri getirmek vaciptir. Kadınlarla çıplakların cemaatı bundan hariçtir. Esah kavle göre kölelerin cemaatı hariç değildir. Cevhere.

Teşrik tekbirinin evveli arefe gününün sabah namazı, sonu da gaye dahil olmak üzere Bayram gününün ikindisidir. Tekbir getirilecek namazlar sekizdir. Bu tekbir şehirde oturan (mukim) imama, imama uyan yolcuya, köylüye ve kadına -tabi olmaları sebebiyle- vaciptir. Lâkin kadın gizli tekbir alır. Misafire uyan mukime de vaciptir.

İZAH

İbrahim Aleyhisselam´ın kesilecek olan oğlu hazreti İsmail Aleyhisselam idi. Hılye´nin başında iki kavilden en zâhir olanı bu olduğu bildirilmiştir.

Ben derim ki: İmam Ahmed de buna kâildir. Ekseriyetle hadis uleması da bu kavli tercih etmişlerdir. Ebu Hâtım «sahih kâvil budur» demiş; Beyzâvî en zâhir kavlin bu olduğunu söylemiştir. Hedyi adlı eserde; «Sahabe tâbiin ve onlardan sonra gelen ulemaya göre doğrusu budur.» denilmiştir. Hazreti İshak olduğunu bildiren kavil, yirmiden fazla vecihle reddedilmiştir. Evet, sahabe ve tâbiinden bir cemaat İshak Aleyhisselam olduğunu kabul etmiş; Kurtubî bu kavli ekserulemaya nisbette bulunmuş; Taberî bunu ihtiyar etmiş; Şifâ´ sahibi de kesinlikle buna kail olmuştur. Sözün tamamı Alkâmî´nin Gami-i Sağîr şerhinde «kesilen İshak» hadisindedir.

Bahır sahibi diyor ki: «Mâlikîler.birinci kavle meyletmişlerdir. Ebu´l- Leys Semerkandî Bustan adlı eserinde «bu, kitap ve sünnete daha uygundur.» diyerek bu kavli tercih etmiştir. Bu bâbta kitap; «Biz onun yerine büyük bir kurbanlık gönderdik» ayeti kerimesidir. Bundan sonra kesme işi hikaye edilmiş; sonra «biz ona İshak´ı da müjdeledik.» buyurulmuştur.

Habere gelince: O da rivayet olunan «Ben iki kurbanlığın oğluyum!» hadisidir. Bunlardan murad; pederleri Abdullah ile hazreti İsmail Aleyhisselamdır. Ümmetin uleması hazreti Peygamber (s.a.v.) in hazreti İsmail neslinden geldiğine ittifak etmişlerdir. Ehl-i Tevrat «bunun İshak olduğu Tevrat´ta yazılıdır.» derler. Doğru ise biz de inanırız. Halebî Şifâ şerhinde Hafacî´nin «En iyisi Teâlâ hazretlerinin (İshak´ın ardından da Yakup ile müjdeledik) ayeti kerimesiyle istidlâl etmektir. Zira Teâlâ hazretleri, babasına Yakub´un İshak sulbünden geldiğini haber verirken, onu kesmekle imtihan etmesi tamam değildir. Çünkü bu takdirde bir faidesi olmaz.» dediğini nakletmiştir. Yani Allah Teâlâ ona oğlunu küçükken kesmesini emretmiştir. Bu emrin Yakup oğlunun sulbünden çıktıktan sonra verilmesi mümkün değildir.

«Her farz-ı aynın arkasından» ifadesi cumaya da şâmildir. Bununla vitir ve bayramlar gibi vaciplerle nafileler hariç kalır. Belh ulemasına göre bayram namazının akabinde tekbir alınır. Çünkü o da cuma gibi cemaatla kılınır. öteden beri müslümanlar bunu yapagelmişlerdir. Binaenaleyh buna tabi olmak vaciptir. Nitekim gelecektir.

«Farz-ı ayn» kaydıyla cenaze hariç kalmıştır. Cenaze namazından sonra tekbir alınmaz. Bunu Bahır sahibi ifade etmiştir. Her forz-ı aynın arkasından o farzın üzerine bina etmeye mâni bir fâsıla bulunmamak şartıyle teşrik tekbiri getirmek vacip olur. Mescidden çıkar veya kasten yahut unutarak konuşur; yahut kasten abdest bozarsa tekbir sâkıt olur. Kıbleye arkasını dönmekte iki rivayet vardır. Selam verdikten sonra unutarak abdestini bozarsa esah kavle göre tekbir alır. Abdest almak için dışarı çıkmaz. Fetih.

Bayram günlerinde kaza edilen namazın dört şıkkı vardır:

Birincisi; bayram günlerinden başka günlerde kazaya kalan bir namazın bayram günlerinde kaza edilmesi.

İkincisi; bayram günlerinde kazaya kalan bir namazın bayram günlerinden başka zamanlarda kaza edilmesi.

Üçüncüsü; bayram günlerinde kazaya kalan bir namaz»n başka senenin bayram günlerinde kaza edilmesi.

Dördüncüsü; bayram günlerinde kazaya kolan bir namazın o senenin bayram günlerinde kaza edilmesidir ki bunların yalnız dördüncüsünde tekbir alınır. Bahır´da da böyle denilmiştir.

«Kurban gibi vakti mevcut olduğu için» ifadesinden murad; kurbanın birinci gün kesilemezse ikinci ve üçüncü günlerde kesilebileceğine işarettir.

«Esah kavle göre kölelerin cemaatı hariç değildir» Onlar cemaat olabilirler. Zira esah kavle göre hürolmak şart değildir. Hatta bir köle. cemaata imam olursa kendisine ve cemaata tekbir,vacip olur. Bahır.

Teşrik tekbirinin evveli zâhir rivayete göre arefe gününün sabah namazıdır. Hazretî Ömer´le Ali radıyallahu anhanın kavilleri budur. imam Ebû Yusuf´tan bir rivayete göre kurban gününün öğle namazıdır. İbn-i Ömer´le Zeyd Bin Sâbit radıyallahu Anhumanın kavilleri de budur. Nitekim Muhit´de beyan edilmiştir. Kuhistânî.

Köylüye ve yolcuya teşrik tekbiri vacip değildir. Esah kavle göre velev ki yolcular şehirde namazlarını cemaatla kılsınlar. Bunu Bedâyi´den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Yani İmam-ı A´zam´ın kavline göre esah olan budur. Zâhire bakılırsa şehirde köylülerin cemaatla kılmaları da böyledir. Kuhistanî diyor ki: «Bundan anlaşılan, mezkur mukimin sağlam olmasıdır. Hastalar cemaatla kılarlarsa tekbir almazlar. Nitekim Cellâbî´de böyle denilmiştir.

«Tabi olmaları sebebiyle» ifadesinden murad; yolcu, köylü ve kadındır.» T.

Kadının gizli tekbir olması, sesi avret olduğu içindir. Nitekim Kâfi ve Tebyin´de beyan olunmuştur.

Öyle anlaşılıyor ki, «misafire uyan mukime de vaciptir.» sözü Şurunbulâli´nindir. Zira Dürer´in «Yolcu olan imama da vacip değildir.» sözünü izah ederken şöyle demiştir: «Ben derim ki bu izaha göre o kimseye uyan mukimlere vaciptir. Zira onlar hakkında şart mevcuttur.»

Ben derim ki: Şurunbulâliye´ye ulemanın «tâbi olmaları sebebiyle» ifadeleri muarız olamaz. Çünkü tâbi olmak, imam vücûp ehlinden olduğu zamana mahsustur. O surette imama uyan kimse vücûp ehlinden değildir.

Lâkin Ebû´s-Suûd haşiyesinde Hamavî´den naklen şöyle denilmiştir: «Natıfî´nin Hidâyesinde beyan olunmuştur ki imam şehirlerden birinde bulunur da cemaata namaz kıldırırsa, arkasında o şehrin halkından kimseler bulunduğu taktirde İmam-ı A´zam´a göre hiçbirine tekbir vacip olmaz. İmameyne göre hepsinin tekbir almaları vacip olur.» Burada maksat yolcu olan imamdır. Sözün gelişi bunu göstermektedir.

METİN

İmameyn «teşrik günlerinin sonu olan beşinci günün ikindisine kadar her farzın sonunda mutlak surette tekbir vaciptir.» demişlerdir. Velev ki yalnız kılsın; yahut yolcu veya kadın olsun. Çünkü tekbir farz namaza tâbidir. itimat bu kavledir. Bilumum şehirlerde ve bütün asırlarlarda amel ve fetva da buna göredir. Bayram namazından sonra tekbir getirmekte bir beis yoktur. Çünkü müslümanlar bunu birbirlerinden nakletmişlerdir. Binaenaleyh onlara uymak vaciptir. Belh uleması bununla amel etmişlerdir. Zilhiccenin on gününde avam sokaklarda tekbir almaktan menedilmezler. Biz bununla amel ederiz. Bu sözü Bahır ve Müctebâ sahipleri ile başkaları söylemişlerdir. İmam terketse bile cemaat olanın tekbir alması vaciptir. Çünkü onu namazdan sonra eda eder. İmam ebû Yusuf şöyle demiştir: «Arefe günü cemaata akşam namazını kıldırdım. Ve tekbir almayı unuttum. Cemaata tekbiri ebû Hanife aldırdı.»

Mesbûk da lahik gibi vücûben tekbir alır. Lâkin yetişemediğini kaza ettikten sonra alır. Ama İmamlabirlikte alırsa namazı bozulmaz. Telbiye ederse bozulur. İmam evvela işe secde-i sehivden başlar. Çünkü o, namazın tahrimesinde (girişinde) vacip olmuştur. Sonra tekbir alır. Zira tekbir namazın hürmetinde vacip olmuştur. İhramlı ise bundan sonra telbiye getirir. Çünkü telbiye, namazın ne tahrimesinde ne de hürmetinde mevcut değildir. Hulâsa.

Valvalciye´de «Telbiyeden başlarsa secde-i sehiv ve tekbir sâkıt olur.» denilmiştir.

İZAH

«Çünkü tekbir farz namaza tâbidir.» Binaenaleyh üzerine namaz farz olan kimseye tekbir de vaciptir. Bahır.

«İtimat bu kavledir.» ifadesi şuna binaendir: İmam-ı A´zam´la imameyn ihtilâf ettikleri vakit itibar delilin kuvvetinedir. Esah olan budur. Nitekim EI´hâvil-Kudsî´nin sonunda açıklanmıştır. Yahut şuna binaendir: Her meselede imameynin kavli İmam-ı A´zam´dan da rivayet olunmuştur. Öyle olmasa mezhep sahibinden başkasının sözü ile nasıl fetva verilebilir!

«Beis yoktur.» Tabiri bazan ´mensud´ mânâsında kullanılır. Nitekim Bahır´da cenaze ve cihad bahislerinde bu mânâya kullanılmıştır. Burada da ´mensud´ mânâsınadır. Zira bundan sonra «Onlara uymak vaciptir» denilmiştir. öyle anlaşılıyor ki burada ki «vaciptir» tabirinden de ´sabittir´ mânâsı kastedilmiştir. Istılâhî vacip kastedilmemiştir. Bahır´da Mücteba´dan naklen şöyle denilmiştir: «Belh´liler bayram namazından sonra tekbir alırlar. Çünkü bayram namazı cemaatla kılınır ve cumaya benzer.» Bu söz ıstılâhî vacibi ifade eder. T.

«Zilhiccenin on gününde avam takımı sokaklarda tekbir almaktan men edilmezler.» Mücteba´da şöyle deniliyor: «Ebu Hanife´ye ´Kûfe´lilerin ve başkalarının zilhiccenin on gününde sokaklarda ve mescidlerde tekbir almaları uygun mudur?» diye sorulmuş da; ´Evet´ cevabını vermiştir. Fâkih ebu´l-Leys´in beyanına göre İbrahim bin Yusuf bu yerlerde tekbir alınmasına fetva verirmiş. Fâkih ebû Cafer ´bence Amme bundan men edilmemelidir. Çünkü onların hayra rağbeti azdır. Biz bununla amel ederiz.´ demiştir.» Böylece Müctebâ sahibi tekbir almanın evlâ olduğunu ifade etmiştir.

«İmam teşrik tekbirini terketse bile cemaatın olması vaciptir.» Zahirine bakılırsa İmam-A´zam´ın kavline göre yolcu, köylü ve kadın da olsa alır. Halbuki yukarıda tekbirin bunlara tâbiyet suretiyle vacip olduğu geçmişti. Lâkın murad şudur: Bu gibilere tekbirin vacip olması imama vacip olmasına bağlıdır. Bir defa üzerlerine vacip olduktan sonra artık kendilerinden sâkıt olmaz. Velevki imam terketmiş olsun. Yoksa onlar bunu imam yapıyor diye yaparlar demek değildir.

«Çünkü onu namazdan sonra eda eder.» Yani bununla imama muhalefet etmiş olmaz. Secde-i sehiv böyle değildir. Onu imam terk ederse cemaat da terk eder. Zira o namazın hürmetinde edâ edilir. T. İmam ebû Yusuf kıssası hikmete ve örfe aid faydalar tazammun eder. Hikmete ait faydası, imam tekbir olmazsa tekbirin cemaattan sâkıt olmaması; örfe ait faydası da, İmam-ı A´zam indinde ebû Yusuf´un kıymetinin büyüklüğü, ebû Yusufun kalbinde de İmam-ı A´zam´ın derecesinin azametidir. Öyle ki arkasında onun namaz kıldığını görünce âdeten unutulmayan bir şeyi unutmuştur. Zira âdet, sabah namazında ilk teşrik tekbirini unutmaktır. Üzerinden üç vakit geçtikten sonra artıkunutulmaz. Fetih.

«Ama imamla birlikte tekbir alırsa namazı bozulmaz. » Çünkü tekbir zikirdir. İmam Hasan´dan rivayet olunduğuna göre imama tâbi olur, Namazdan sonra tekbiri tekrar da etmez. Nitekim Müctebâ´da ve İsmail´in Hizanetü´l-Feteva adlı eserinde böyle denilmiştir.

«Telbiye ederse bozulur.» Zira telbiye İbrahim Aleyhisselamın sözüdür. İmam Muhammed´den bir rivayete göre namazı bozulmaz. Çünkü bununla o Allah Teâlâya hitab etmektedir. Binaenaleyh o da zikirdir. Nitekim Müctebâ´da beyan olunmuştur. İsmail.

Ben derim ki: Evla olan aşağıda geleceği vecihle «bu insan sözüne benzer» diye ta´lil etmektir. Zira «Lebbeyk Allahümme lebbeyk...» demenin Allah Teâlâ´ya hitap olduğunda şüphe yoktur.

«Çünkü o namazın tahrimesinde vacip olmuştur.» Yani namaza başlarken yaptığı tahrime devam ederken vacip olmuştur. Onun için de kendisine o halde iken uymak sahih olur. «Tekbir namazın hürmetinde vacip olmuştur.» cümlesinden murad; «fasılasız, namazın hemen arkasından vacip olmuştur» demektir. Hatta fasıla verirse sâkıt olur. Nitekim yukarıda geçti.

Valvalciye´de «Telbiyeden başlarsa secde-i sehiv ve tekbir sâkıt olur.» denilmiştir. Çünkü telbiye insan sözüne benzer. İnsan sözü namazı bozar. Binaenaleyh telbiye de bozar. Secde-i sehiv ise ancak tahrimede meşru olmuştur. Halbuki burada tahrime yoktur. Tekbir ancak bitişik olarak meşru´ olmuştur. Bitişiklik ortadan kalkmıştır. Bedâyi. Herhalde insan sözüne benzemesi, bir adama seslendiği zaman «lebbeyk» diye cevap vermesinden olacaktır. Bedayi sahibi diyor ki: «Bir kimse (yarabbi bana bir dirhem ver!) yahut (beni bir kadınla evlendir!) derse namazı bozulur. Çünkü kelime yapısı insan sözüdür. Velev ki onunla Allah´a hitabetsin. Binaenaleyh kelimenin sîgasiyle namazı bozmuş olur.» Allah´u âlem.

H A T İ M E : Münye şerhi ile Muzmerat´ta ibn-i Mübarek´ten naklen tırnak kesmek ve zilhiccenin on gününde tıraş olmak hususunda şöyle denilmiştir: «Sünnet geciktirilemez. Bu varid olmuştur. Geciktirmek vacip değildir.» Bu babta Müslim´in Sahih´inde şu hadis-i şerif rivayet olunmuştur: «Rasûlüllah sallallahu aleyhi vesellem; ´Zilhiccenin on günü girer de biriniz kurban kesmek isterse sakın saçı almasın; tırnak kesmesin!´ buyurdular.» Bu hadis vacip değil bilittifak mendup mânâsına yorumlanmıştır. Binaenaleyh «geciktirmek vacip değildir.» sözünün mânâsı anlaşılmıştır. Ancak ´vacip değildir´ demek, müstehab olmasına aykırı değildir. Şu halde müstehap olur. Meğer ki mübah olan geciktirme vaktinden fazlasını istilzam etsin. Mübah olan geciktirmenin sonu kırk gündür. Ondan fazlası mübah değildir.

Kınye´de şöyle denilmiştir: «Efdal olan her hafta tırnaklarını kesmek, bıyıklarını almak, kasıklarını tıraş etmek ve yıkanarak bedenini temizlemektir. Bunu yapamazsa her onbeş günde bir yapmalıdır. Kırk günden sonraya bırakmakta bir özür yoktur. Tehdide müstehak olur. Birincisi efdal, ikincisi orta, kırk gün ise en uzak mühlettir.»

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:38 am GMT +0200
KÜSUF BABI



METİN

Bu babla öncekinin münasebeti ya birlik yahut tezat cihetindendir. Sonra cumhura göre güneş tutulmasına küsuf, ay tutulmasına hüsuf denir. Cuma kıldırmaya hakkı olan kimse güneş tutulduğunda cemaata iki rekat namaz kıldırır. Küsuf namazını, cuma kıldıran hatibin kıldırması müstehabtır. Gerçi Sirâc adlı eserde «Hutbeden başka bütün cuma şartlarının bulunması mutlaka lazımdır.» denilmişse de Bahır sahibi bunu reddetmiştir.

«İki rekat» tabiri en azının beyanıdır. İsterse dört ve daha ziyade kıldırır ve her iki rekatta veya dörtte bir selam verir. Müctebâ. Bu namazın sıfatı nafile gibidir. Yani mekruh vaktin dışında olmak şartiyle ve bir rukû ile ezansız ikametsiz kılınır. Kıraat âşikâre okunmaz. Hutbe de yoktur. Halk toplansın diye «Essalatü câmiaten» «haydi toplayıcı namaza» diye seslenilir.

İZAH

Bu bab küsuf namazı hakkındadır. Küsuf namazı aşağıda görüleceği vecihle sünnettir. Küsuf namazının bayramla münasebeti ya birlik cihetindendir. Yani her ikisi de gündüzleyin cemaata fakat ezan ve ikametsiz kılınır. Yahut tezat (yani birbirine aykırılık) cihetindendir. Yani bayramda cemaat şart, kıraatı âşikâre okumak vaciptir. Küsuf namazında böyle değildir. H. Yahut münasebet şudur: İnsanın, biri ferah ve sürur, diğeri gam ve keder olmak üzere iki hali vardır. Musannıf sürur (sevinç) halini keder halinden önce zikretmiştir. Mirac.

Hılye´de şöyle denilmiştir: «Fukahanın dilinde daha meşhur olan, küsufu güneşe, hüsufu da ay tutulmasına tahsis etmektir. Cevherî bunun daha fasih olduğunu iddia etmiştir. Bazıları «bu iki kelime ay ve güneş tutul. ması mânâsında müsavidirler.» demiştir. Kuhistânî´de beyan olunduğuna göre ibn-i Esîr «birinci kavil daha çok kullanılır; lügatta meşhur olan da odur. Gerçi hadiste, «ayla güneşin küsuf ve hüsufları» denilmiş ise de bu taglip (birini galip saymak) içindir.» demiştir.

Küsuf namazını Cuma kıldırmaya hakkı olan hatip kıldırır. İmam-ı A´zam´dan temel kitapların dışında rivayet edilen bir kavle göre her mescidin imamı mescidinde cemaata küsuf namazı kıldırabilir. Sahih kavil zâhri rivayettir ki, o da, bu işi yalnız cuma kıldıran hatibin yapmasıdır. Bedayi´de böyle denilmiştir. Nehir. Cuma kıldıran hatip bulunmazsa cemaatla kılmak müstehap değildir. Herkes ayrı ayrı kılar. Zira gördük ki onu hatipten başkası kıldıramaz.

Bahır sahibi Sirac´ın sözünü reddetmiştir. O, küsuf namazında üç şeyin müstehap olduğunu açıklamıştır. Bunlar imam, içinde nafile kılmak mübah olan vakit ve yerdir. Yerden murad; bayram namazgahı yahut büyük camidir. İmamdan maksat, ona uymaktır. Hâsılı küsuf namazı cemaatla ve cemaatsız kılınabilir. Müstehap olan cemaatla kılmaktır. Lâkin cemaatla kılınırsa onu ancak sultan veya onun izin verdiği kimse kıldırır. Nitekim bunun zâhir rivayet olduğu yukarıda geçti. Bu namazda cemaatın müstehap olması. Sirâc sahibinin onu cumada olduğu gibi şart saymasını reddeder.

Güneş açıldıktan sonra artık küsuf namazı kılınmaz. Bir kısmı açılırsa o halde namaza başlamak caizdir. Güneşi bulut veya benzeri bir şey örterse namaz kılınır. Zira asıl olan tutulmanın devamıdır. Güneşin soluk rengi kavuşursa duadan vazgeçer ve akşam namazını kılar. Cevhere.

«İsterse dört veya daha ziyade kıldırır.» İfadesi zâhir rivayet değildir. Zâhir rivayet, iki rekat kılıp sonra güneş açılıncaya kadar dua etmektir. Münye şerhi.

Ben derim ki: Evet, Mirâc ve diğer kitaplarda beyan edildiğine göre bu namazı imam kıldırmazsa cemaat yalnız başlarına ikişer veya dörder rekat olarak kılarlar. Dört kılmaları daha efdaldir.

«Küsuf namazı bize göre bir rüku ile kılınır. Eimmei selâseye göre her rekatta iki rüku yapılır. Delilleri Fethü´l-Kadir ve diğer kitaplardadır. Bir de küsuf namazı mekruh vaktin dışında kılınır. Çünkü nafile namazlar mekruh vakitlerde kılınamazlar. Bu da bir nafiledir. Cevhere.

Yukarıda zikrettiğimiz, Sirac´ın «vakit müstehaptır.» sözü hakkında Bahır sahibi «doğru değildir.» demiştir.

Tahtavî diyor ki: «Hamavî´de Bercendî´den naklen ´Güneş ikindiden yahut günün yarısından sonra tutulursa cemaat dua ederler; namaz kılmazlar.´ denilmektedir.» Küsuf namazında kıraat âşikare okunmaz. İmam Ebu Yusuf aşikare okunacağını söylemiştir. İmam Muhammed´den iki rivayet vardır. Cevhere «hutbe de yoktur.»

Kuhistâni şöyle demiştir: «Bize göre küsuf namazında hutbe olmadığında hilâf yoktur. Nitekim Tühfe, Muhit, Kâfi, Hidâye ve şerhlerinde böyle denilmiştir. Lâkin Nazım´da namazdan sonra bilittifak hutbe okunacağı bildirilmiştir. Bu sözün bir misli de Hulâsa ile Kâdıhan´dadır.» Bayram bahsinde hutbelerin on yerde olması meselesi, bu ikinci havle ibtina eder. Lâkin meşhur olan birincisidir. Kitapların metin ve şerhlerinde zikredilen de odur. Münye şerhinde İmam Mâlik ile İmam Ahmed´in dahi buna kail oldukları bildirilmiştir.

Bahır sahibi diyor ki: «Gerçi Peygamber (s.a.v.) in oğlu İbrahim´in vefat ettiği gün hutbe okuduğu ve güneş tutulduğu rivayet olunmuşsa da bu hutbe küsuf için değil «İbrahim vefat ettiği için güneş tutuldu.» diyenlerin sözünü red içindir. Onun için de güne açıldıktan sonra okumuştu. Küsuf için hutbe okumak sünnet olsa namaz ve dua gibi onu da güneş açılmadan okurdu.»

METİN

Namazda rüku, sücud ve kıraatı, nafilenin hususiyetlerinden olan dua ve zikirleri uzatır. Bundan sonra kıbleye karşı oturarak yahut cemaata karşı ayakta durarak dua eder; cemaat da «âmin» derler. Bu hal güneş tamamen açılıncaya kadar devam eder. Hatip gelmezse halk fitneden korunmak için yalnız başlarına evlerinde kılarlar. Nasıl ki ay tutulduğu, şiddetli rüzgar estiği, gündüzün şiddetli karanlık, geceleyin şiddetli aydınlık olduğu, korku galebe çaldığı ve buna benzer korkunç alâmetlerden yer sarsıntısı, yıldırım, kesilmeyen kar yağmur ve umumi hastalıklar zuhurunda da yalnız başlarına kılarlar. Taûnun kaldırılması için duada bulunmak bundandır. İbn-i Hacer´in «bu bid´attır» sözü, «bid´at hasenedir» manâsınadır. Her taûn vebâdır. Bunun aksi yoktur. Sözün tamamı Eşbah´tadır. Aynî´de «küsuf namazı sünnettir.» denilmiştir. Esrarda ise küsuf namazının vacip, hüsuf namazının hasene olduğu diğerlerinin de bu hükümde dahil bulunduğu tercih edilmiştir. Fetih´te «İstiskâ namazının sünnet olup olmadığında ihtilâf edilmiştir. Musannıf bubahsi bundan dolayı geriye bırakmıştır.» denilmektedir.

İZAH

Bu namazda rüku, sücud vesairenin uzun tutulacağı Şurunbulâliye´de Burhan´dan nakledilmiştir. Çünkü Fetih´te ve diğer kitaplarda zikredilen hadisler bu hususta varid olmuşlardır. Kuhistâni şöyle demiştir: «İki rekatta bakara ve âl-i imran sureleri miktarı Kur´an okur. Nitekim Tühfe´de beyan edilmiştir. Sözün mutlak bırakılması, sair namazlarda okuduklarını okuyabileceğine delâlet eder. Muhit´de de böyle denilmiştir.» Kıraatı uzun tutup duayı kısa kesmek ve bunun aksi caizdir. Birini uzun tutarsa ötekini kısa keser. Çünkü müstehap olan, güneş açılıncaya kadar huşû ve korku içinde devam etmektir. Kemâl şöyle demiştir: «Bu, imamın namazı uzatmasının mekruh olmasından istisna edilmiştir. Ama hafif tutması da caizdir; sünnete muhalif olmaz. Hak, uzatmanın sünnet olmasıdır. Mendup olan, mücerret vaktin namaz ve dua ile kaplanmasıdır.» Nitekim Şurunbulâliye´de de böyledir.

«Nafilenin hususiyetlerinden olan dua ve zikirleri uzatır.» Öyle anlaşılıyor ki, bu dua ve zikirleri namazın içinde okur. Bunlar namazdan sonra okuduğu dualardan başkadır. Zira rüku ve secde´de kıraat meşru değildir. O halde bunları uzatmakta tesbih gibi dua ve zikirlerin ziyadesinden başka bir şey kalmaz.

«Bundan sonra kıbleye karşı oturarak... dua eder.» Çünkü dualar do sünnet budur. Bahır. İhtimal bu söz, namazdan önce dua etmekten ihtirazdır. Zira orada bildiğin gibi dua eder.

«Yahut cemaata karşı ayakta dua eder.» Hulvânî, «Bu daha güzeldir. Yay veya baston üzerine dayanırsa, iyi olur. Dua için minbere çıkmaz.» demiştir. Muhit´de de böyledir. Nehir.

«Hatip gelmezse halk fitneden korunmak için yalnız başlarına evlerinde kılarlar.» Yani iki veya dört rekat olarak kılarlar. Yukarıda beyan ettiğimiz vecihle dört kılmaları efdaldir. Bu namazı kadınlar da yalnız başlarına kılarlar. Nitekim Bercendi´den naklen Ahkâm´da beyan edilmiştir.

«Evlerinde kılarlar» sözü Tahâvî şerhine aittir. Zahîriye´de «Mescidlerinde kılarlar» denilmiştir. Bunu Muhit sahibi. Şemsü´l-Eimme´ye nisbet etmiştir. İsmail.

Fitneden murad; imamlığa geçirmek ve geçmek; bu hususta münakaşa etmektir. Nitekim Nihâye´de böyle denilmiştir. Cemaat isterlerse sadece dua eder; namaz kılmazlar. Gıyâsiyye. Ama namaz kılmak efdaldir. Sirâciye. Şeyh İsmail´in Ahkâm´ında da böyledir. Ay tutulması ve benzeri korkulu zamanlarda imam gelsin gelmesin cemaat yalnız başlarına namaz kılarlar. Nitekim Bercendî´de izah edilmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) in ay tutulduğunda namaz kıldığı rivayet olunmuşsa da cemaatla kıldığı açıklanmamıştır. Asıl olan yalnız kılmaktır. Nitekim Fetih´de beyan olunmuştur. Bahır´da Müctebâ´dan naklen «Bize göre cemaat caizdir, diyenler olmuştur. Fakat bu sünnet değildir» denilmiştir.

«Taûnun kaldırılması için duada bulunmak bundandır.» Yani umumi hastalıklardandır. Burada duadan murad; dua için namaz kılmaktır. Nehir´de şöyle denilmiştir: «Cemaat toplanınca taûnun kaldırılmasını niyet ederek herkes ikişer rekat namaz kılar. Bu mesele yeni fetvalardandır.»

«İbn-i Hacer´in «bu bid´attır.» sözü, «bid´at-ı hasenedir» mânâsınadır.» Nehir´de de böyle denilmiştir.

Ben derim ki: Bid´ata beş hüküm sabit olur. Nitekim bunu imamlık babında izah etmiştik. Nehir sahibi «Bu şehid olmak kaldırılsın diye dua değildir. Çünkü şehidlik taûnun eseridir.» diyor.

Ben derim ki: Çok olup devamlı yağmur gibi zarar verdiği zaman buna bir mâni yoktur. Yağmur da rahmettir; ama çok olunca zarar verir. Seyyid Ebu´s-Suûd. şeyhinden naklen şunları söylemiştir: «Bu duanın meşru olduğuna bir delil de düşmanla karşılaşmaya benzemesidir. Rasûlüllah (s.a.v.) in bundan kurtulmak istediği sabit olmuştur. Şu halde bu dua menşein kaldırılmasını istemek olur.»

«Her taûn vebadır.» Zira veba her umumi hastalığın adıdır. Nehir. Taûn ise cin çarpması sebebiyle meydana gelen umumi hastalıktır. H. Bu, taûnun bize göre beyan edilen umumi hastalıklara dahil olduğunun beyanıdır. Velevki hassaten taûnu söylememiş olsunlar.

Esrar adlı kitapta küsuf namazının vacip; hüsuf namazının hasene olduğu ihtiyar edilmiştir.

Ben derim ki: Bedayi´de de küsuf namazının vacip olduğu tercih olunmuştur. Çünkü hadisde emir buyurulmuştur. Lâkin İnâye´de umumiyetle fukahanın sünnettir´ dedikleri bildirilmiştir. Zira islâmın şeairinden değildir. O Ârızi bir sebeple kılınır. Ancak Peygamber (s.a.v.) onu kılmıştır. Bundan dolayı sünnet olmuştur. Buradaki emir nedib içindir. Fetih sahibi bu sözü kuvvetli bulmuştur. Anlaşılıyor ki, haseneden murad mendup olmasıdır. Onun için Bedayi´de «Bu namaz hasenedir. Zira Peygamber (s.a.v.) ´bu korkunç hallerden birini görürseniz hemen namaza sığının!´ buyurmuştur.» denilmektedir.

«Diğerlerinin de bu hükümde dahil, bulunmasından murad, şiddetli rüzgar, karanlık vesairedir. Böyle dehşetli zamanlarda namaz kılmak hasenedir. H.

İstiskâ namazının sünnet olmasında yani esasen meşru olup olmadığında mı yoksa cemaatla kılınmasında mı ihtilaf edilmiştir. Nitekim gelecektir. "Musannıf bundan dolayı bu bahsi geriye bırakmıştır." Yani kûsuf ile istiskânın herbiri toplanma sıfatında müşterek olmakla beraber sünnet olduğunda ittifakla edilen küsuf namazını evvel zikretmiştir.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:39 am GMT +0200
İSTİSKA BÂBI



METİN

İstiskâ, mesnun cemaat olmaksızın dua ve istiğfardan ibarettir. Zira istiğfar, yağmur gönderilmesine sebeptir. Hatta cemaat sadece caizdir. İstiskâda hutbe yoktur. İmameyn «Bayramda olduğu gibi yapılır.» demişlerdir. Zâid tekbirlerin alınıp alınmayacağında hilaf vardır. İstiskâda elbise çevirmek de yoktur. İmam Muhammed buna muhaliftir.

İZAH

İstiskâ lügatta ´su istemek ve içecek şey vermek´ mânâlarına gelir. Şeriatta ise, şiddetli ihtiyaç anında hususi bir şekilde yağmur istemektir. Şiddetli ihtiyaç, yağmur kesilmek, dere. nehir ve kuyu gibi, halkın su içeceği, hayvan ve ekinlerini sulayacağı şeyler bulunmamaktan yahut bulunup da yetmemekten doğar. Su kâfi gelirse yağmur duası yapılmaz. Nitekim Muhit´de beyan edilmiştir. Kuhistânî.

«İstiskâ duadır» Şöyle ki: İmam kıbleye karşı ayakta durarak ellerini kaldırır ve dua eder. Cemaat da kıbleye karşı oturarak onun duasına ´âmin´ derler. İmam; «Allahümmeskınâ gayşen mugîşen henîşen merîen garekan mücellilen sehhan tabekan dâimen» duasını veya benzerini gizli ve âşikâr olarak okur.

Mânâsı "Yârabbi bize umumi, âfiyetli, bol, şümullü ve devamlı yağmur ver." demektir.

Nitekim Burhan´da beyan olunmuştur. Şurunbulâliye. İmdâd´da bu duanın lafızları tefsir ve izah edilmiş; daha başka dualar da ilave olunmuştur.

İstiğfarı duanın üzerine atıf etmesi has bir kelimeyi âmm üzerine atıf kabilindendir ve hâssa ayrıca kıymet ve ehemmiyet verildiğini gösterir). çünkü istiğfar hassaten mağfiret duasında bulunmaktır. Yahut burada duadan hassaten yağmur istemek kastedilir. Bu taktirde mugâyiri atıf kabillinden olur. T.

«Zira istiğfar yağmurun gönderilmesine sebeptir.» Buna delil; Tealâ hazretlerinin «Rabbinize istiğfar edin!» âyeti kerimesinde yağmurun gönderilmesi buna bağlanmış olmasıdır.

Musannıfın «mesnun cemaat olmaksızın» yerine «cemaatsız olarak namaz kılmak» demesi gerekirdi. Nitekim Kenz ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir. H. Bu kavil İmam-ı A´zam´ındır. İmam Muhammed, «İmam yahut vekili cumada olduğu gibi iki rekat namaz kıldırır. Sonra hutbe okur.» demiştir. Yani ´hutbe okuması sünnettir´ demek istemiştir. Esah kavle göre İmam Ebû Yusuf imam Muhammed´le beraberdir. Nehir.

«Hatta cemaat sadece caizdir.» mekruh değildir. Bu söz Şeyhu´l-İslâm´ın «Hilâf esasen meşru olup olmamasında değil. sünnet olmasındadır.» ifadesine uygundur. Gayetü´l-Beyan sahibi bunu Tahavî şerhine nisbet ederek kesinlikle kabul etmiştir. Musannıfın sözü ise Kenz gibi meşru olmadığını ifade etmektedir. Nitekim Bahır´da da öyledir. Sözün tamamı Nehir´dedir. Fetih sahibinin sözüne bakılırsa o da bu kavli tercih etmiş görünüyor. Hılye´de beyan olunduğuna göre Şeyhü´l-İslâm´ın sözü delil yönünden yerindedir. İtimat ona olmalıdır. EI´münyetü´l-Kebîr şerhinde bu babtaki hadis ve eserler sıralandıktan sonra şöyle denilmiştir: «Hâsılı, namazın cemaatla kılınıp kılınmayacağıhususunda hadisler sünnet olduğun isbat edemeyecek derecede muhtelif olduğundan ebû Hanîfe bu namazın sünnet olduğuna kail olamamıştır. Ama bundan ´namaz bid´attır´ demiş olması lazım gelmez. Nasıl ki bazı mutaassıplar ondan böyle nakilde bulunmuşlardır. Bilakis o caiz olduğuna kaildir.»

Ben derim ki: Zâhire göre bundan murad; mendup ve müstehap olmasıdır. Çünkü Hidâye´de şöyle denilmiştir: «Biz deriz ki: Bunu Peygamber (s.av.) bir defa yapmış; başka zaman terk etmiştir. Binaenaleyh sünnet olamaz.» Yani sünnet, Peygamber (s.a.v.) in devam üzere yaptığı iştir. Bir defa yapıp başka zaman terk etmesi mendup olduğunu ifade eder.

«İmameyn bayramda olduğu gibi yapılır demişlerdir.» Yani imam cemaata iki rekat namaz kıldırır. Namazda âşikâre okur. Ezan ve ikamet yoktur. Namazdan sonra yerde ayağa kalkarak bir yay veya kılıca yahut bastona dayanır. Ve imam Muhammed´e göre iki, ebû Yusuf´a göre bir hutbe okur. Hılye.

«Zâid tekbirlerin alınıp alınmayacağında hilâf vardır.» İbn Kâs´ın İmam Muhammed´den rivayetine göre bayramda olduğu gibi zaid tekbirleri alır. İmameynden meşhur olan rivayete göre tekbir almaz. Nitekim Hılye´de beyan olunmuştur.

«İmam Muhammed buna muhâliftir.» Ona göre imam hutbesine biraz devam ettikten sonra elbisesini çevirir. Elbisesi dört Köşe ise üstünü altına, altını da üstüne çevirir. Yuvarlak ise sağını soluna, solunu sağına, palto ise astarını dışına. yüz tarafını içine çevirir. Hılye. Ebu Yusuf´tan bu hususta iki rivayet vardır. Kudurî imam Muhammed´in kavlini seçmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) böyle yapmıştır. Nehir. Fetva da buna göredir. Nitekim Dürerü´l-Bihâr şerhinde de böyle denilmiştir. Nehir´de «Cemaat paltolarını bütün ulemaya göre çevirmezler. Buna imam Malik muhaliftîr.» deniliyor.

METİN

Yağmur duasında zımmi bulundurulmaz. Velev ki tercih edilen kavle göre bazen istidraç (yani azabın çokluğuna alamet) olmak üzere kâfirin duası kabul edilsin. Teâlâ hazretlerinin; «Kâfirlerin duası helâk hakkında olmaktan başka bir şey değildir.» ayeti kerimesi ise âhiret hakkındadır. Mecma´ şerhleri.

Teker teker namaz kılarlarsa caizdir. Yalnız kılan için bu meşrudur. Tuhfe ve diğer kitapların kavli zâhir rivayettir. Onlar, «Cemaatla namaz yoktur.» demişlerdir.

Cemaat arka arkaya üç gün yağmur duasına çıkarlar. Zira daha fazlası rivayet olunmamıştır. İmamın duaya çıkmazdan evvel üç gün oruç tutmalarını, tevbe etmelerini cemaata emir etmesi, sonra dördüncü gün duaya çıkarması müstehaptır. Duaya yaya olarak yıkanmış veya eski elbise içinde tevazû göstererek Allah´dan korkarak. bükük boyunlarla çıkmalı, her gün duaya çıkmadan sadaka vermeli, tevbeyi yenilemeli ve müslümanlar için Allah´dan af dilemelidir. Zaiflerle, ihtiyarlar, âcizler ve çocuklarda yağmur duasında bulunmalıdır. Çocuklar annelerinden uzaklaştırılmalıdır. Hayvanları dua yerine götürmek müstehaptır. Evlâ olan, imamın cemaatla beraber çıkmasıdır. Ama cemaatonun izniyle yahut izinsiz olarak çıkarlarsa yine caizdir.

Mekke´de ve Beyti Makdis´de halk mescidde toplanırlar. Musannıf Medine´den söz etmemiştir. Galiba darlığından dolayı bir şey dememiştir. Yağmur devam eder de zarar verirse kesilmesi ve faydalı olacak başka bir yere sevk edilmesi için dua etmekte beis yoktur. Yağmur duasına çık. madan yağmur yağarsa Allah Teâlâya şükür için duaya çıkmaları mendup olur.

İZAH

Yağmur duasında cemaatla birlikte zimmi (gayri müslim) bulundurulmaz. Nitekim İbn-i Melek Mecmâ şerhinde bunu söylemiştir. Zâhire göre zımmiler yalnız başlarına duaya çıkarlarsa men edilmezler. Mirac´da bu açıklanmıştır. Lâkin Fetih sahibi bunu men etmiş, «İhtimal onların duasiyle yağmur yağar da ovam takımının zaif imanlı olanları fitneye düşerler» demiştir,

«Kâfirin duası kabul edilir.» denilip denilmeyeceği hususunda ulema ihtilaf etmişlerdir. Cumhur ulema. zikredilen âyetle istidlâl ederek ´denilmeyeceğini´ söylemişlerdir. Bir de kâfir Allah´a dua etmez. Çünkü onu bilmez. O Allah´ı ikrar etse bile lâyık olmadığı sıfatla tavsif edince ikrarını bozar. Gerçi bir hadisde «Mazlumun duası kâfir bile olsa kabul edilir.» buyurulmuşsa da bu hadis küfranı nimete (nankörlüğe) hamledilmiştir. Yani ´nankör bile olsa kabul edilir´ demektir.) Bazıları kabul edilir denileceğini caiz görmüşlerdir. Çünkü Teâlâ hazretleri iblis´den hikaye ederek, «Yârabbi bana mühlet ver!» dedi. Allah Teâlâ da «Gerçekten sen mühlet verilenlerdensin.» buyurmuştu. Bu ona icabettir. Ebu´l-Kasım Hakim ile Ebu´n-Nasr Debbusî bunu tercih etmişlerdir. Sadrı´ş-Şehid «Bununla fetva verilir.» demiştir. Sa´d´ın Akaid Şerhi´nde de böyledir. Bahır´da Valvalciye´den naklen «Fetva, "kâfirin duası kabul edilir´ demenin caiz olduğuna verilmiştir.» denilmektedir. Kâfirlerin ahiretteki dualarından maksad, cehennemde azaplarının hafifletilmesi hususundaki dualardır. Buna delil, âyet-i kerimenin baş tarafıdır. Orada «Cehennemdekiler cehennemin bekçilerine "Rabbinize dua edin de bizden bir gün azabı hafifletsin´ diyecekler. Onlar da ´Size peygamberleriniz beyyine ile gelmezler mi idi?´ diye soracaklar. "Hay hay gelirlerdi.´ cevabını verince, ´Öyle ise dua edin! Ama kâfirlerin duası ancak helâktedir.´ diyeceklerdir.» buyurulmuştur. Şârihin «mecma´ şerhleri»nde gösterdiği meseleyi ben musannıfın kendi yazdığı şerhde ve ibn-i Melek şerhinde göremedim. İhtimal bunlardan başka şerhlerdedir.

Yağmur duası için oraya çıkılır: Nitekim Yenâbi´de beyan edilmiştir. Ama bu aşağıda geleceği vecihle üç mescidden başka yerler halkı içindir. İmamın cemaata üç gün oruç tutmalarını ve tevbekar olmalarını emretmesi Tatarhaniye´de Nihâye´den naklolunmuştur. Halbuki Nihâye´de bu söz imam Gazâlî´nin Hulâsa adlı eserine nisbet edilmiştir. Nihâye sahibi bundan sonra; «Bizim mezhebimizde Hulvani´nin söyledikleri de buna yakındır.» diyerek kitabımızın metnindeki ibareyi zikretmiştir. Mirac´da da Nihâye sahibinin Gazâli´den naklettikleri gibi söz edilmiştir. Onun için Dürerü´l-Bihar şerhi ile diğer kitaplarda bundan bahsedilirken (zaifliğine işaret edilerek) «İmamın cemaata emir etmesi gerekir denilmiştir.» şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Lâkin bu ifade bu sözün mezhebimizin bir kavli olduğu vehmini verir.

T E N B İ H : İmam oruç tutmanın yasak olmadığı günlerde orucu emrederse oruç tutmak vacip olur. Çünkü bayram bâbında arzetmiştik ki imamın ma´siyet hususunda olmayan emrine itaat vaciptir. Tevbeyi yenilemenin şartlarından biri de hak sahipleriyle helallaşmaktır.

«Zaiflerle, ihtiyarlar ve âcizlerle» yağmur istemekten murad; onları dua için öne geçirmektir. Nitekim Nehir´de beyan edilmiştir. Cemaat onların dualarına ´âmin´ derler. Çünkü onların dualarının kabulü daha ziyade ümit edilir. Buhari´nin bir hadisinde «Size ancak zaiflerinizin yüzü suyuna rızk ve yardım verilir» buyurulmuştur. Zaif bir hadiste «Mütevazi gençler, otlayan hayvanlar, namaz kılan ihtiyarlar ve süt emen bebekler olmasa idi sizin üzerinize mutlaka azap inerdi.» denilmiştir. Sahih bir hadiste beyan olunduğuna göre «Peygamberlerden biri -ki ulemadan bir cemaata göre Süleyman Aleyhisselamdır- yağmur duasına çıkmış, bir de bakmış ki bir karınca, ayaklarından bazılarını gök yüzüne doğru kaldırmış dua ediyor! Bunun üzerine yanındakilere ´Dönün! duanız şu karınca sebebiyle kabul olundu.´ demiş.» Çocukların annelerinden uzaklaştırılması, çok gürültü edip ağlasın da bu hal rikkat ve tevazuu arttırsın diyedir.

«Musannıf Medine´den bahsetmemiştir. Galiba darlığından dolayı bir şey söylememiştir.» Bahır´da da böyle denilmiştir. İmdad sahibi buna itirazda bulunarak şunları söylemiştir: «Bu söz zâhir değildir. Çünkü Medine-i Münevvere´de oturanlar hacılar kadar çok değildir. Mescid-i Şerif´e hepsi toplansa yine de yer kaldığı görülür. Binaenaleyh yağmur duası için oraya toplanmak icabeder. Zira Medine-i Münevvere´de her hadisede yağmur ve rahmet ancak Peygamber (s.a.v.) in huzurunda istenir. Ve Mescid-i Haram´la Mescid-i Aksâ´da olduğu gibi hayvanlar mescid kapısında bırakılırdı.» İbare kısaltılarak alınmıştır. Yağmur kelimesi için yapılan duada Peygamber (s.a.v.) in okuduğu şu dua okunur: «Allahümme havâleyna velâ aleynâ. Allahümme alâ´l âkâmi vaz-Zirabi ve bütûni´l evdiyeti ve menâbiti´ş Şecere»

«Yârabbi! üzerimize değil etrafımıza! Yârabbi! dağlara tepelere, vadi içlerine ve ağaç biten yerlere gönder.»

Duaya çıkmadan yağmur yağarsa Allah´a şükür için ovaya çıkmaları mendup olur.» Yani daha´fazla yağmur vermesini isterler. Nitekim Sırâc´da beyan olunmuştur. Yine Sirâc´da şu satırlar da vardır: «Yağmur yağarken dua etmek. vücudu ıslansın diye yağmur altında durmak, gök gürültüsünü işitince; «Subhane men yüsebbihu´r Ra´dü bihamdihi vel´melâiketü min hîfetihi» (dipnotgoster10163) diye dua etmek, ve «Allahümme lâ tektülnâ bigadabike velâ tühliknâ biazâbike ve âfinâ min kablı zâlik» demek müstehaptır. Verimli yerler halkının çorak yerler halkı için dua etmeleri de müstehaptır. Sözün tamamı Tahtâvî´dedir.

Kendisine gök gürültüsü ile meleklerin korkudan tesbihde bulundukları Allah´ı tenzih ederim. Yârabbi bizi gazabınla öldürme, gazabınla helâk etme.»

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:40 am GMT +0200
KORKU NAMAZI



METİN

Korku namazı terkibi, bir şeyi şartına izafet kabilindendir. Tarafeyne (yani Ebû Hanife ile İmam Muhammed rahimellaha göre Peygamber (s.a.v.) devrinden sonra da korku namazı caizdir. Ebu Yusuf buna muhaliftir. Bu namazın şartı, düşmanın veya yırtıcı bir hayvanın yahut büyük yılan ve benzerinin yüzdeyüz gelmiş bulunması ve vaktin çıkmaya yaklaşmış olmasıdır. Düşman geldi zannıyle namazlarını kılarlar da sonra gelmediği anlaşılırsa namazlarını tekrar kılarlar. Vaktin çıkmaya yaklaşmış olması Mecmâal-Enhur´da zikredilmişse de başkasının bunu zikrettiğini görmedim. Bu bellenmelidir.

Ben derim ki: Sonra Aynî´nin Buhâri şerhinde gördüm. Bu ancak bazı ulemaya göre harp kızıştığı zaman şart imiş.

İZAH

İstiskâ bâbı ile korku namazı bâbının münasebeti her ikisinin korku ârızasiyle meşru olmalarıdır. Şu kadar var ki istiskâda korku semâvîdir (Allah´dandır ki o da yağmur kesilmesidir. Onun için musannıf o bâbı evvel zikretmiştir. Burada ise ihtiyaridir. Bu korku küfürden ileri gelen cihaddır. Nitekim Nehir ve Bahır´da da böyle denilmiştir.

«Korku namazı terkibi, bir şeyi şartına izafet kabilindendir.» Cevhere´de böyle denilmiştir. Lâkin Dürer´de ve keza Tuhfe´den naklen Bahır´da «bu namazın sebebi korkudur.» denilmiştir. Şurunbulâlî bu iki kavlin arasını bulmuş «Korku şarttır diyen hususi şekline bakmıştır. Çünkü bu hakkında namazın şartı düşmandır. Korku sebeptir diyen, namazın aslına bakmıştır. Zira bu namazın sebebi korkudur.» demiştir. Bana öyle geliyor ki bu namazın sebebi korkudur. Düşmanın gelmesi şarttır. Nitekim yolcunun namazında sebep meşakkattır, şer´î yolculuk ise şarttır. Şu halde korkudan düşmanı kasteden ona şart adını vermiş; hakikatını kasteden ise sebep demiştir. Lâkin her vakit korkunun tahakkuku şart değildir. Çünkü o meşru olmasının sebebidir. Ve sefer nasıl meşakkat yerine tutuldu ise burada da düşman korkunun yerine tutulmuştur.

Mirâc sahibi diyor ki: «Şeyhu´l-İslâm´ın Mebsut´unda bildirildiğine göre korkudan murad; düşmanın gelmesidir. Korkunun hakikatı değildir. Zira düşmanın gelişi korku yerine geçirilmiştir. Bilindiği vecihle bizim kaidemize göre ruhsatlar bizzat yolculuğa taalluk eder.» İmam Ebu Yusuf korku namazına muhaliftir. Ona göre bu namaza, Peygamber (s.a.v.) in arkasında namaz kılmak fazîletine nail olmak için kıyasa muhalif, meşru olmuştur. Rasûlüllah (s.a.v.) den sonra bu mânâ kalmamıştır. Tarafeynin delilleri; sahabe (r.a. hüm) hazeratının ondan sonra bu namazı kılmış olmalarıdır. Dürer.

Musannıf düşmanın gelmiş olmasını şart koşmakla, onun yakında bulunmasının şart olduğuna işaret etmiştir. Uzakta bulunursa korku namazı caiz olmaz. Dürer.

Düşman geldi zannetmek, karaltı veya toz duman görmekle olur. Bu takdirde korku namazını kılar da sonra düşmanın gelmediği anlaşılırsa o namazı yalnız cemaat olanlar tekrarlarlar. İmamın namazı caizdir. Nitekim Hüccet´te beyan olunmuştur. Mineh´te yalnız bir hal istisna edilmiştir ki o da düşmanın karşısına giden takımını safları geçmeden halin anlaşılmasıdır. Bunlar istihsanennamazların üzerine bina edebilirler. Nasıl ki bir kimse abdestim bozuldu zanniyle namazdan çıkarsa namazının bozulması safları geçmesine bağlıdır. İsmail.

Şârihin «Ben derim ki» diyerek Buhari şerhinde gördüklerini anlatmaktan maksadı, Mecmaa´l-Enhur´daki kavl ile amel edilemeyeceğini bildirmektir. Çünkü o kavil bazı ulemaya aittir. Hem sair metinlerin mutlak olan beyanlarına aykırıdır. H.

METİN

İmam düşmanı korkutmak için onun karşısına bir taife gönderir. Diğerlerini iki rekatlı namazlarda -ki cuma ile bayramlar da bunlarda dahildir- bir rekat sair namazlarda iki rekat kıldırır. Bu lazımdır; ve bunlar düşman karşısına giderek ilk taife gelir. Bu menduptur. Bunlar namazlarını kıraatsız olarak tamamlarlar. Çünkü lâhiktirler. Selam verdikten sonra öteki taife gelerek namazlarını kıraatla tamamlarlar. Zira bunlar mesbukturlar. Bu şekilde namaz, bir imamın arkasında kılmak için münazaa ettiklerine göredir. Münaza etmezlerse efdal olan, her taifeye ayrı bir imamın namaz kıldırmasıdır.

Bilmelisin ki, korku namazı hakkında pek çok rivayet vardır. Bunların içinde en sahih olanları onaltı rivayettir. Ulema bu namazın nasıl kılınacağında ihtilaf etmişlerdir. Müstesfâ´da hepsinin caiz; yalnız hangisinin evlâ olduğu hususunda ihtilaf edildiği bildirilmemiştir. Kur´an´ın zâhirine en yakın olanı, burada bildirilen şekildir. İmdad. Mücteba´dan naklen Tahtâvi´de beyan olunduğuna göre, düşmanın kıble tarafında bulunup bulunmaması fark eder. Mutemet kavil budur. Yolcunun namazı da cuma ve bayramlar gibidir. Şârih «bayramlar» kaydıyla bu namazın yalnız farzlara mahsus olmadığına işaret etmiştir. T.

«Sair namazlarda iki rekat kıldırır.» Yanı velev ki akşam namazı gibi üç rekatlı olsun. Hatta bunun aksini yaparsa namaz bozulur. Nitekim Bahır´da izah olunmuştur. Şârih «bu lazımdır.» sözüyle buna işaret etmiştir. İzahı, İmdad ve diğer kitaplardadır.

«Ve bunlar düşman karşısına giderek ilk taife gelir. «Yani bu taife iki rekatlı namazda ikinci secdeden sonra; sair namazlarda teşehhütten sonra düşman tarafına giderek onun karşısına dururlar. Velev ki kıbleye arka dönmüş olsunlar. Kuhistâni. Vacip olan, yürüyerek gitmeleridir. Binerek giderlerse namaz bozulur, Çünkü bu, amel-i kesir olur. Cevhere. İleride gelecektir ki bunların düşman karşısına gitmeleri menduptur. Hatta namazlarını yerlerinde tamamlasalar sahih olur. T. İlk taifenin gelmesi şart değildir. Giden taife düşman karşısında durup onlar da yerlerinde tamamlasalar caiz ve sahih olur. Acaba efdal olan namaz yerinde tamamlamaları mı yoksa yürümeyi azaltmak için durdukları yerde tamamlamaları mıdır? Abdesti bozulan kimse hakkında bu hususta hilaf olması gerekir, Kâfi´de dönmenin efdal olduğu tercih edilmiştir. Bunu Ebu´s-Suûd söylemiştir.

«Çünkü lâhiktirler.» Onun içindir ki, beraberlerinde kadın bulunursa hizasına durduğu erkeğin namazı bozulur. Mesbuk taife böyle değildir. Nitekim Bahır´da da böyle denilmiştir. Şârihin sözü yolcunun arkasında kılan mukime de şâmildir. Hatta birinci tafieden ise kıraatsız üç rekat. ikinciden ise kıraatla kaza eder. Mesbuk, ilk iki rekatın birine yetişirse birinci taifeden, yetişemezse ikincitaifeden olur. Nehir. «Bu şekilde namaz» ancak hepsi bir imamın arkasında kılmak istedikleri vakit kılınır. Keza vakit iki imamın kıldırmasına yetmeyecek kadar daralırsa yine bu şekilde kılınır. Nitekim Cevhere´de beyan edilmiştir.

Ben derim ki: Yukarıda geçen Mecmaa´l-Enhur sahibinin muradı da bu olabilir.

«Münazaa ederlerse efdal olan, her taifeye ayrı bir imamın namaz kıldırmasıdır.» Yani imam bir taifeye namaz kıldırıp selam verdikten sonra onlar düşman karşısına gider. Sonra öteki taife gelir. Ve imam birine emir ederek onlara namazı kıldırmasını temin eder.

T E T i M M E : Korku namazında silah taşımak bize göre vacip değil, müstehaptır. Şâfiî ile Malik buna muhaliftirler. Ayetteki silah taşıma emri, ´menduptur´ mânâsınadır. Çünkü silah taşımak namaz amellerinden değildir. Binaenaleyh vacip de değildir. Nitekim Burhan´dan naklen Şurunbulâliye´de beyan edilmiştir.

METİN

Şayet korkuları artar ve yere inmekten âciz kalırlarsa vasıta üzerinde teker teker kılarlar. Ancak imamın terkisinde olursa imama uyması caizdir. Bunlar zaruret dolayısıyle imkan buldukları tarafa doğru îmâ ile namaz kılarlar. Saf olmanın ve abdest bozulmanın dışında, yürümek ve hayvana binmek mutlak surette namazı bozduğu gibi çok harbetmek de bozar. Az harbetmek; meselâ bir ok atmak bozmaz. Denizde yüzen, bir müddet âzâsını salmak imkânı bulursa îmâ ile namazını kılar. Bulamazsa yürüyen ve kılıçla vuran gibi onun namazı da sahih olmaz.

F E R ´ İ M E S E L E L E R : Vasıta üzerinde bulunan kimse düşman tarafından takip edilirse namazı sahihtir. Kendisi düşmanı takip ederse, korkusu olmadığından namazı sahih olmaz. Harbe tutuşurlar da sonra düşman çekilir giderse müslümanların yerlerinden dönmeleri caiz değildir. Aksi surette caizdir. Seferinde âsi olan kimse için korku namazı meşru değildir. Nitekim Zahîriye´de beyan edilmiştir. Şu halde bâğilerin (âsilerin) korku namazı kılmaları caiz değildir: Peygamber (s.a.v.) in dört yerde; yani Zatü´r-Rikâ´, Batn-ı-Nahl, Usfân ve Zu´karad´da korku namazı kıldığı sabit olmuştur.

İZAH

Vasıta üzerinde bulunanlar düşman tarafından takip olunursa yürürken bile namazlarını îmâ ile kılarlar. Kendileri düşmanı takip ederlerse namazları caiz olmaz. Çünkü onlar hakkında korku zarureti yoktur. Meselenin tamamı İmdâd´dadır. imâ rüku ve secdede yapılır.

Yürümekle namaz bozulur. Zira yürümek o kimsenin hakikaten fiilidir ve namaza aykırıdır. Ama hayvan üzerinde bulunur da takip olunursa iş değişir. Çünkü bu sefer, yürümek hakikatta hayvanın işidir. Sahibine ancak yürütme mânâsı izafe edilir. Özür bulundu mu bu izafe de bozulur. Bu satırlar İmdâd´dan alınmıştır. O da Mecmaa´r-Rivâyat´dan nakletmiştir. Bunun bir misli de Bedayi´dedir. Bununla anlaşılır ki takip etsin veya edilsin yürümekle namaz bozulur.

Hayvana binmekten murad; işin başında yerden binmektir (üzerinde bulunmak mânâsına değildir). Kuhistânî. Hayvana binmek, mutlak surette (yani saf olmak için veya başka bir sebeple olsunnamazı bozar. Çünkü binmek, amel-i kesirdir. Ve muhtaç olmadığı şeylerdendir. Yürümek böyle değildir. Düşmanın karşısına saf olmak için o mutlaka lazımdır. Bunu Bedayi´den naklen ibn-i Kemâl söylemiştir.

«Meselâ bir ok atmak bozmaz.» Bunu Zeylei ve Bahır sahibi zikretmişlerdir. Çünkü amel-i kalil az iştir. Amel-i kalil namazı bozmaz. Ama amel-i kalil olması söz götürür. Zira onun yayla ok attığını gören kimse muhakkak namaz dışında zanneder. T.

«Müslümanların yerlerinden dönmeleri caiz değildir.» Çünkü ruhsatın sebebi kalmamıştır, Bunu Ebu´s-Suud´dan naklen Tahtavî söylemiştir. Yani her taife bulunduğu yerde namazını kılar. Daha evvel yerlerinden ayrıldılarsa namazlarına devam ederler. Nitekim Tatarhaniye´de beyan olunmuştur.

«Aksi surette caizdir.» Yani harp anında yerlerinden ayrılmaları caizdir. Çünkü zaruret vardır. Bunu da Ebu´s-Suud´dan naklen Tahtavî söylemiştir.

Seferinde âsi olan kimse için korku namazı meşru değildir.» Zira korku namazı ancak Allah düşmanlarıyle harbedenler ve bunlar hükmünde olanlar için meşru olmuş değildir. Bunu, şeyhinden naklen Ebu´s-Suud söylemiştir.

Ben derim ki: Bu, seferde namazı kısaltmanın hilafınadır. Çünkü onun sebebi sefer meşakkatidir. Ayette bu, mutlak zikredilmiştir. Binaenaleyh ıtlakı üzere bırakılır .ve korku namazına kıyas edilmesi mümkün değildir. Zira korku namazı kıyasın hilafına sabit olmuştur.

«Peygamber (s.a.v.) dört yerde korku namazı kılmıştır.» Bu ifade İmdâd´ın Makdisî şerhinden naklen «yirmi dört defa kılmıştır.» demesine aykırı değildir. (Dört yerde kıldıklarının toplamı yirmi dört olabilir.)

Zatü´r-Rika´dan murad; orada yapılan harptir. (Zatü´r-Rika; ´yamalı´ mânâsınadır. Bu yere bu ismin verilmesi hususunda en sahih kavil Buharî´nin Ebû Musa´l-Eş´ârî´den rivayet ettiği şu hadistir: «Ebu Musa şöyle demiştir; Rasûlüllah (s.a.v.) ile beraber yola çıktık. AItı kişi idik. Aramızda bir deve vardı. Ona nöbetleşe biniyorduk. Nihayet ayaklarımız delindi. Benim ayaklarım da delindi. Ve tırnaklarım düştü. Tırnaklarımıza bez parçaları sarıyorduk. Bu sebeple o gazaya zatü´r-rikâ gazası denildi.» Bunu Tahtavî, Mevahibü´l-Ledüniyye´den nakletmiştir. Doğrusu bu gaza Hendek vakasından sonra olmuştur. Kâfi ve İhtiyar sahipleri buna muhalif olarak beyanda bulunmuşlardır. Onlar Fetih sahibinin tahkiki vechile siyer ulamasından bir cemaata tabi olmuşlardır. Zu karad; Medine´ye bir konak mesafede bir suyun ismidir. Burada vuku bulan gaza «Gazvetü´l-Gâbe» namıyle meşhurdur. Hudeybiye´den önce altıncı yılın rabî´ul-evvelinde olmuştur. Bunu Tahtavî Mevahip´ten nakletmiştir. Allah´u âlem.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:41 am GMT +0200
CENAZE NAMAZI BABI



METİN

Cenaze namazı terkibi, bir şeyi sebebine izafet kabilindendir. Cenaze kelimesi ´fetha´ ile okunursa ´ölü´; ´esre´ ile (cenaze şeklinde) okunursa tabut mânâsına gelir. Bunların ikisinin de lügat olduğunu söyleyenler vardır. Ölüm, vücut sıfatlarındandır. Hayatın zıddı olarak yaratılmıştır. Bazıları ´adem´ (yokluk) sıfatlarından olduğunu söylemişlerdir.

Canı boğazına gelen bir kimse kıbleye karşı sağ tarafına çevrilir. Sünnet olan budur. Ölmek üzere bulunmanın alâmeti, ayaklarının gevşeyip sarkması, burnunun yumulması ve yanaklarının solmasıdır. Ayaklarını kıbleye vererek sırtüstü yatırmak da caizdir. Zamanımızda âdet budur. Lâkin kıbleye dönmüş olmak için başı biraz kaldırılır. Bazıları "esah kavle göre nasıl kolay gelirse öyle konur." demişlerdir. Mübtega sahibi bu kavli sahih bulmuştur. Meşakkat verirse, bulunduğu durum muhafaza edilir. Recm edilen kimse çevrilmez. Mirâc.

Gargaradan önce yanında iki şahadeti getirmek suretiyle telkinde bulunmak menduptur. Bunun vacip olduğunu söyleyenler de vardır. İki şahadetin getirilmesi ikinci şehadet olmaksızın birinci kabul edilmediğindendir.

İZAH

Musannıf bu bölüme cenaze namazı unvanı vermiş fakat namazdan fazla olarak birçok şeylerden bahsetmiştir. Bunların bazıları yıkamak gibi şart, bazıları kefenlemek, kıbleye çevirmek ve telkin gibi mukaddime, bazıları da defin gibi mütemmim şeylerdir. Cenaze namazını geriye bırakması her yönden namaz sayılmadığı içindir. Bir de bu namaz diri bir insana son olarak ârız olan şeye taalluk eder ki o da ölümdür. Bu namazın öncekilerle hususi bir münasebeti de vardır. Mezkûr münasebet, korku ile harbin bazen ölüme müncer olmalarıdır.

«Cenaze namazı» terkibi, bir şeyi sebebine izafet kabilindendir. Sebep cenazedir. T. (yani ´cenazenin sebep olduğu namaz´ mânâsınadır)

«Bunların ikisinin de lügat olduğunu söyleyenler. vardır.» Yani gerek cenaze gerekse cenaze okunsun ikisi de ölü mânâsında kullanılır. Nitekim Kamus´da da bu mânâya gelen sözler söylenmiş «Cenaze kesre ile okunursa ölü mânâsına gelir; fetha ile de okunabilir. Yahut kesre ile ölü, fetha ile tabut mânâlarına gelir. Yahut bunun aksine kullanılır, Yahut kesre ile okunursa ölü ile birlikte tabut mânâsına gelir.» denilmiştir.

«Bazıları adem sıfatlarından olduğunu söylemişlerdir.» Çünkü ölüm, diriden hayat maddelerini kesmekten ibarettir. Bu izaha göre ölümle hayat arasındaki mukabele, yoklukla melekenin mukabelesidir. Ölüm vücut sıfatlarından olursa, mukabele tezat mukabelesidir. Bunu Tahtavî söylemiştir. Vakıa Teâlâ hazretleri «O Allah ki ölümü ve hayatı yaratmıştır.» buyurmuştur. Fakat bu ayeti kerime, ölümün vücut sıfatlarından olması hususunda açık değildir. Çünkü yaratmak, icat, takdir ve tekdir ile idam mânâlarında kullanılır. Onun için muhakkıkin ulemanın ekserisi ikinci mânâya (yani adem sıfatlarından olduğuna) kaildirler, Nitekim Akaid Şerhi´nde nakledilmiştir.

Canın gırtlağa geldiğinin alameti, Fethu´l-Kadir´de de burada olduğu gibi izah edilmiş; fazla olarak«Hayalarının derisi uzar. Çünkü ölümle hayalar sarkar,» denilmiştir.

«Sırtüstü yatırmak da caizdir.» Maverâü´n-Nehir´deki ulemamız bu kavli benimsemişlerdir. Çünkü ruhun çıkması için bu daha kolaylıktır. Fetih´te ve diğer kitaplarda bu söz tenkit edilmiş ve «Bu ancak naklen bilinir. Hangi şekilde ruhun daha kolay çıkacağını Allah bilir.» denilmiştir. Lâkin arka üstü yatırmak, gözlerini yumdurmak. ve çenesini kapamak için daha kolay gelir. Ve âzâsının bozulmasını daha çok önler. Bahır.

Kıbleye çevirmek güç gelirse, cenaze olduğu durumda bırakılır. Yani sırtüstü olmasa ve kıbleye dönmese bile zarar etmez. Recm edilen kimse yüzü görünsün diye kıbleye çevrilmez. Şer´î bir hadden dolayı veya kısas için öldürülmek istenen kimse hakkında da aynı şey söylenebilir mi söylenemez mi, bir yerde görmedim.

Ölen kimseye telkinde bulunmak menduptur. Çünkü Peygamber (s.a.v.) «ölülerinize lâilaha illallah demeyi telkin edin! Çünkü ölürken bunu söyleyen hiçbir müslüman yoktur ki, bu söz onu cehennemden kurtarmasın.» buyurmuştur. Başka bir hadiste; "Her kimin son sözü Lâilâhe illallah olursa cennete girer.» buyurulmuştur. Burhan´da böyle zikredilmiştir. Hadisten murad; cehennem yüzü görmeyenlerle beraber cennete gireceğini tebşirdir. Yoksa Her müslüman velev ki fâsık olsun, uzun zaman azap gördükten sonra bile olsa cennete girecektir. İmdâd. Telkinin vacip olduğunu söyleyenler de vardır. Kınye´de ve keza Nihâye´de Tahavî şerhinden naklen «Eşine dostuna vacip olan, ona telkinde bulunmaktır.» denilmektedir. Nehir sahibi «lâkin bu söz mecazdır, çünkü Dirâye´de telkinin bilittifak müstehap olduğu bildirilmiştir.» diyor. Âgâh ol!

Telkin, hastanın yanında iki şehadeti getirmekle yapılır. İmdâd sahibi diyor ki: «Sadece şehadeti söylemekle yetinmesi sahih hadise teb´andır. Müstesfa ve diğer kitaplarda «İki şehadet; lâilâhe illallah Muhammedün Rasûlüllah telkin edilir» denilmiştir.

Dürer´de bunun ta´lili yapılırken «İkinci şehadet olmadan birincisi kabul edilmez.» denilmişse de bu mutlak değildir. Zira mü´min olmayan hakkındadır. Onun için Şâfiîlerden İbn-i Hacer «Umumiyetle fukahanın Muhammedün Rasûlüllah» demesi de telkin edilmelidir.

Zira maksat o kimsenin müslüman olarak ölmesidir demeleri bu adam müslümandır diyerek red edilir. Maksat o kimsenin son sözünün Lailâhe illallah olmasıdır. Tâ ki bu sevaba nail olabilsin.

Kâfire gelince: Ona kat´i surette iki şehadet «Eşhedü» lafzıyle telkin edilir Zira bu vaciptir. Kâfir iki şehadeti getirtmedikçe müslüman olamaz.»

Ben derim ki: Hidâye, Vikâye, Nikâye ve Kenz´de «şehadet telkin edilir.» tabirinin kullanılmış olması buna işaret eder. Tatarhâniye´de beyan olunduğuna göre Ebû Hafs Haddâd, hastaya, «Estağfirullâhe´llezi lâilâhe illâ hüve´l hayyü´l kayyûm ve etübü ileyhi» (yani kendinden başka ilâh olmayan Allah´tan af dilerim. Diri ve herkesin hallerini bilen odur. Ona tevbe ederim.) diyerek telkin eder; bundan da üç mânâ olduğunu söylermiş, Bu mânâların birincisi tevbe, ikincisi tevhit (Allah´ı birleme) üçüncüsü de çok defa hastanın korkmasıdır. Çünkü telkîn eden kimse onda ölüm alâmeti görmüştür. İhtimal ölenin yakınları bundan rahatsız olurlar.

Gargara, can gırtlağa geldiği zaman olur. O zaman artık iki şehâdeti söylemeye imkan kalmaz. T. Kâmus´da «Gargara; ölürken can vermektir.» denilmiştir.

Ben derim ki: Galiba bu kelime, suyun boğazda çalkalandığı zaman çıkardığı sesten alınmış olacaktır. Ölen kimse sanki ruhunu boğazında çalkalıyor gibi olur.

METİN

Yeis halindeki tevbenin kabulü hususunda ihtilaf edilmiştir. Muhtar kavle göre o kimsenin tevbesi makbul. imanı makbul değildir. Aralarındaki fark, Bezaziye ve diğer kitaplardadır. Sıkılıp reddetmesin diye hastaya şehadet getirmesi emir edilmez. Şehâdeti bir defa getirmesi kâfidir. Konuşmadıkça yanında tekrar tekrar şehadet getirilmez. Ta´ki son sözü Lâilâhe illallah olsun. Yanında yâsin ve ra´d surelerini okumak menduptur

İZAH

Yeis hali hayattan ümit kesme halidir. Bu kelime beis şeklinde de okunabilir. Bu taktirde şiddet ve ölümün dehşetleri mânâsına gelir.

Ben derim ki: Bezzâziye´nin sonlarında şöyle denilmiştir: «Bazıları yeis halindeki tevbenin makbul. imanın ise makbul olmadığını söylemiş; bir takımları imanı gibi tevbesinin de kabul edilmeyeceğini bildirmişlerdir. Çünkü Teâlâ hazretleri tevbeyi ölüme kadar geciktiren, fâsik ve kâfirlerle küfür üzerine ölenleri, «Kötülükleri işleyip de öleceği vakit ben şimdi tevbe ettim diyenlerle, kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur.» Ayeti kerimesinde müsavi tutmuştur. Nitekim Keşşâf, Beyzâvi ve Kurtubî´de beyan olunmuştur. Râzî´nin Tefsiri Kebîrinden şu satırlar vardır. Muhakkak ulemaya göre ölümün yaklaşması tevbenin kabûlüne mâni değildir. Kabule mâni olan, dehşetleri görmesidir. Zira onları görünce hasta da ıztırârî bir ilim hasıl olur. Hanefîlerle Malikilerin. Şâfiîlerin. Mûtezilerin, Sünnîlerin ve Eş´arilerin sözü şudur ki, Yeis halindeki iman gibi yeis halindeki tevbe de kabul edilmez. Çünkü ikisinde de ihtiyar (benimseme) yoktur. Tevbenin rüknü bulunmadığı halde ruh bedenden ayrılır.

Tevbenin rüknü; o zamana kadar irtikâp ettiklerini ileride bir daha yapmamak için samimi olarak niyet etmektir. Yeis tevbesinden, ölümün sebeplerini görüp yüzde yüz öleceğini anlamak kastedilirse, bu rükün onda tahakkuk etmez. Nitekim Teâlâ hazretleri bunu. «Azabımızı gözleriyle gördükten sonra iman etmeleri kendilerine bir fayda verecek değildir.» ayeti kerimesiyle haber vermiştir. Bazı fetva kitaplarında beis tevbesinin makbul olduğu bildirilmiştir. Eğer beisten bizim söylediğimiz kastedilirse, yine söylediklerimizle buna itiraz olunur, Ölümün yaklaşması mânâsı kastedilirse, buna diyeceğimiz yoktur. Lâkin zâhire bakılırsa beis zamanı, dehşetleri görme zamanıdır. Fetevâ kitaplarında yazılan yeis tevbesinin makbul olması, yeis halindeki imanın kabul edilmemesidir. Çünkü kâfir ecnebidir; Allah Teâlâ´yı bilmez. O iman ve irfana yeni başlayacaktır. Fâsık ise bilir. Onun hali bekâ halidir. Bekâ hali daha kolaydır. Onun tevbesinin mutlak olarak kabulüne delil, Teâlâ hazretlerinin «kullarından tevbeyi kabul eden odur!» ayeti kerimesinin mutlak olan ifadesidir. (Bu ayet kısaltılarak alınmıştır.)

Anlaşılıyor ki, son sözü tafsilatı tercih etmesidir. Bunu Şeyh Abdü´s-Selâm Pederi Lâkkânî´nin manzumesi şerhinde Maturidiye mezhebine nisbet etmiş ve «Eş´ariler gargara halinde ne tevbe kabul ederler ne de başka bir şey! Nitekim Nevevî de bunu söylemiştir.» demiştir. Bedeü´l-Emâlî şerhinde meselâ Alıyyü´1 Kâri ikinci kavli müdafaa etmiş; buna Rasûlüllah (s.a.v.) in Allah bir kulun tevbesini gargara haline gelmedikçe kabul eder.» hadisinin mutlak olan ibaresiyle istidlâl etmiştir. Hadisi, ebû Davud rivayet etmiştir. Bu hadis mü´min ve kâfirin tevbelerine şâmildir. Aliyyü´l-Kâri, bazı şarihlerin, «Tafsilâtı. Hanefilerden Buhara uleması ile Şafiîlerden Sübkî ve Bulkînî gibi bir cemaat tercih etmişlerdir.» sözüne itiraz etmiş, «Bu söz doğru farzedilirse delilinin meydana çıkmasına muhtaçtır.» demiştir. Hâsılı mesele zannîdir. Ama yeis halindeki iman bilittifak makbul değildir. Bu hususta sözün tamamı inşallah riddet bâbında gelecektir.

«Yanında yasin okumak menduptur.» Çünkü Peygamber (s.a.v.) «ölülerinizin üzerine yâsin´i okuyun!» buyurmuştur. İbn-i Hibbân bu hadisin sahih olduğunu söylemiş ve «Bundan murad, ölmek üzere bulunan kimsedir.» demiştir. Ebû Davud Mücalid´den, O da Şa´bî´den naklen şu hadisi rivayet etmiştir: Şa´bi, «Ensar hasta ziyaretine geldikleri vakit ölürken bakara suresini okurlardı.» demiş ancak hadisin ravisi Mücâlid zaif kabul edilmiştir. Hılye. Ra´d suresinin okunmasını bazı müteehhirin hoş görmüşlerdir. Çünkü Cabir (r.a.) «Bu sure ruhunun çıkmasını kolaylaştırır.» demiştir. İmdâd.

Cenaze defnedildikten sonra telkin yapılmaz. Ama yapılırsa mâni de olunmaz. Cevhere´de, bunun ehli sünnete göre meşru olduğu kaydedilmiştir. Şu kadar demek kâfidir: «Ey fulan oğlu fulan! Hangi dinde olduğunu hatırla! ve ´Rab olarak Allah´a, din olarak İslâma, peygamber olarak da Muhammed´e razı oldum.´ de! » ´Yarasulallah, babasının adını bilmezse ne yapacak?´ diyenler oldu. «Adem ile Havva´ya nisbet eder.» buyurdular. Kabirde soru sual edilmeyene telkin yapılmamalıdır. Esah kavle göre peygamberlerle mü´minlerin çocuklarına kabirde sual yoktur.

İZAH

«Cenaze defnedildikten sonra telkin yapılmaz.» Mîrâc´da bunun zâhir rivayet olduğu bildirilmiş; sonra şöyle denilmiştir: «Habbâziye´de ve Şeyh Zâhid Saffar´dan naklen Kâfi´de beyan edildiğine göre bu hüküm mûtezile taifesinin kavline göredir. Çünkü onlara göre öldükten sonra diriltmek imkansızdır. Ehli sünnete göre ise; ´ölülerinize Lâilâhe illallahı telkin edin!´ hakikatına haml edilmiştir. Zira hadislerin delaleti vechile A L L A H teâlâ ölen kimseyi diriltir.

Rivayete göre Peygamber (s.a.v.) definden sonra telkini emir buyurmuştur. Bu hadise göre kabrin başında: «Ey fulan oğlu fulan! üzerinde bulunduğun dinini hatırla! Allah´tan başka Allah yoktur; Muhammed Allah´ın Rasulüdür; cennet haktır; cehennem haktır; öldükten sonra dirilmek haktır; kıyamet kopacaktır bunda şüphe yoktur; Allah kabirdekileri diriltecektir. Hatırla ki sen Rab olarak Allah´a, din olarak İslâma, peygamber olarak Muhammed (s.a.v.) e, imam olarak Kur´an´a, kıble olarak Kâbe´ye ve kardeş olarak mü´minlere razı olmuştun!» denilir. Fetih sahibi, ölünün işitip işitmediğini bildiren delillerin arasını bulmakla beraber hadisdeki «ölüleriniz» ifadesinden, busözün hakikatı kastedildiğini teyit hususunda uzun uzadıya söz etmiştir. Nitekim eymân bahsinin katl bâbında gelecektir. Lâkin Münye şerhinde beyan edildiğine göre cumhur ulema buna, mecaz murad olunduğunu söylemişlerdir. Mezkur şârih bundan sonra şunları söylemiştir: «Definden sonra telkinden men edilmemesi bunda bir zarar olmadığı içindir. Bilakis fayda vardır. Çünkü meyyit zikir sayesinde yalnızlık hissetmez. Nitekim hadislerde vârid olmuştur...»

Ben derim ki : Tahtavî´nin Zeyleî´den naklettiklerini ben Zeyleî´de görmedim. Orada gördüklerim şunlardır: «Bazıları telkin yapılır, demişlerdir. Delilleri rivayet ettiğimiz hadisin zâhiridir, Bir takımları telkin yapılmayacağını; bazıları da emir edilmediği gibi yasak da edilmeyeceğini söylemişlerdir.» Birinci kavlin delilini gösterdiğine bakılırsa onu tercih ettiği anlaşılıyor:

Şârih «kabirde soru sual edilmeyene telkin yapılmamalıdır.» sözü ile kabirde herkesin suale çekilmeyeceğini işaret etmiştir. Sirâc´ın ifadesi buna muhaliftir. Orada şöyle denilmiştir: «Benî Adem´den her ruh sahibine kabirde ehli sünnetin icmaı ile sual sorulacaktır. Lâkin süt çocuğuna melek telkinde bulunacaktır. Bazıları ona melek değil, hazreti İsa´ya beşikte ilham buyurduğu gibi bizzat Allah Teâlâ ilham edecektir. demişlerdir.» Lâkin icma hikayesi söz götürür. Hafız İbn-i Abdi´l-Berr´in beyanına göre hadisler bu sualin yalnız mü´minlere ve ehli kıbleye mensup münafıklara mahsus olduğunu göstermişlerdir. Allah´ı inkar eden kâfirlere sual yoktur. İbni´l-Kayyîm ibn-i Abdi´l-Berr´i tenkit etmiştir. Fakat Hâfız Suyutî kendisine reddiye yazmış ve şöyle demiştir: «İbni Abdi´l-Berr´in söylediği daha tercihe şayandır. Ben ondan başkasına kail olamam.»

Âlkamî, cami-i-Sağîr üzerine yazdığı şerhde ibn-i Kayyim´e muhalif olarak nakletmiştir ki. yine tercihe şayan kavle göre kabir suali bu ümmete mahsustur. Hafız bin Hacer´den naklettiğine göre zâhir olan, bu sualin mükelleflere mahsus kalmasıdır. Hafız Suyûtî kendisini tenkit etmiş; sonra kabirde sekiz nevi müslümanların sual görmeyeceklerini bildirmiştir. Bunlar: şehit, hudut bekçisi asker, tâundan ölen, sabırlı olmak ve sevap saymak şartıyle tâun zamanında başka bir sebeple ölen, sıddîk, çocuk, cuma günü veya gecesi ölen ve her gece mülk sûresini okuyanlardır. Bazıları bunlara sure-i secdeyi okuyanla ölüm döşeğinde ihlas suresini okuyanı da katmışlardır. Şârih peygamberlerin de ilave edileceğine işarette bulunmuştur. Çünkü onlar sıddıklardan evladırlar.

«Esah kavle göre peygamberlerle mü´minlerin çocuklarına kabirde sual yoktur.» Diyen Kemal İbni Hümâm´dır. Bunu el´Müsâyire adındaki eserinde söylemiştir.

METİN

İmam-ı A´zam müşriklerin çocukları hakkında bir şey diyemeyip tevekkuf etmiştir. Bazıları onların cennetliklere hizmetçi olacağını söylemişlerdir. Ölümü temenni etmek mekruhtur. Meselenin tamamı Nehir´dedir. Haram bahsinde de gelecektir. ölmek üzere bulunan kimseden duyulan küfre ait kelimeler onun hakkında af edilerek kendisine müslüman mevtalarına yapılan muamele yapılır. Bu söyledikleri, aklı başından gittiği hâle hamledilir. Onun için bazıları, ölmeden önce aklının başından gittiğini kabul etmişlerdir. Bunu Kemâl söylemiştir. Öldüğü zaman çeneleri bağlanır ve güzelleştirmek için gözleri yumdurulur. Gözlerini yumduran kimse; «Bismillah ve alâ milletiRasulullah. Allahümme yessir aleyhi emrahu ve sehhel aleyhi ma ba´dehu ve üs´ıd´hü bilikâike, Vec´al mâ harece ileyhi hayran mimma harece anh» (Mânâsı; ´Allah´ın adı ile, ve Rasulullah´ın dini üzere Ya Rabbi bunun işini kolaylaştır! Sonunu âsan eyle! Ve sana kavuşmakla kendisini bahtiyar kıl! Varacağı yeri çıktığı yerden daha hayırlı eyle!´ dır). Sonra âzası düzeltilir. Ve karnına şişmemesi için bir kılıç veya demir konulur. Yanına güzel koku getirilir. Hayızlı, nifaslı ve cünüp olanlar, yanından çıkarılır. Öldüğü, komşularına ve yakınlarına bildirilir. Cenazeyi hazırlamakta sür´ at gösterilir.

İZAH

İmam-ı A´zam, müşriklerin çocukları hakkında (yani bunlara kabirde sual sorulup sorulmayacağı, cennetlik veya cehennemlik olacakları hususunda) bir şey diyememiştir. Kemal bin Hümâm Müsâyire adındaki kitabında şunları söylemiştir: «Müşriklerin çocuklarının cennete mi cehenneme mi girecekleri hususunda ihtilaf edilmiştir, Onlar hakkında Ebû Hanîfe ve başkaları tereddüt etmişlerdir. Gerçekten onlar hakkında bir birine zıt haberler varid olmuştur. Çıkar yol, onların halini Allah Teâlâya havale etmektir.

İmam Muhamed Bin Hasan, «Bilirim ki Allah, kabahatsız kimseye azap etmez.» demiştir. İmam Muhammed´in Tilmizi İbn-i ebi Şerif şerhinde şöyle demiştir: «Onların ahiretteki hükümleri hakkında mutlak surette konuşmaktan kaçınmak emir edildiği, Kâsım bin Muhammed´le tâbiînin büyüklerinden Urve bin Zübeyr´den ve başkalarından nakledilmiştir. Ebûl Berakât Nesefî, İmam-ı A´zam´ın tevekkuf ettiği rivayetini zaif bulmuş, «Ondan nakledilen sahih rivayet, bunların Allah´ın meşietine (dilemesine) kalmış olmalarıdır. Zira sahih hadisin zâhiri bunu gösterir. Allah onların ne ile amel ettiklerini en iyi bilendir. Bunlar hakkında imam Nevevi üç mezhep rivayet etmiştir. Ekseriyet cehenneme gideceklerini söylemiş; ikinciler tevekkuf etmiş; üçüncüler -ki Nevevi bunu sahih bulmuştur- cennette olacaklarını söylemişlerdir. Zira hadiste; ´Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar.´ buyurulmuştur. Yukarıda imam Muhammed bin Hasan´dan rivayet edilen kavil de buna meyyaldir. Bunlar hakkında daha bir takım zaif kaviler vardır.» demiştir.

«Ölümü temenni etmek mekruhtur.» Bu sözün Nehir´deki tamamı şöyledir: «Başına gelen bir zarardan dolayı ölümü temenni etmek mekruhtur. Çünkü bu yasak edilmiştir. Mutlaka söylemeden olmayacaksa bari şöyle demelidir: ´Yarabbi hayat benim için hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat! Ölüm benim için daha hayırlı ise canımı al!´ Sirâc´da böyle denilmiştir.»

«Onun için bazıları, ölmeden önce aklının başından gittiğini kabul etmişlerdir.» Yani aklı başından gidince söyledikleri afvedildiği için bazılar o anda aklının başından gittiğini tercih etmişlerdir. Bunu, ölüm acısı ile kasten söylemiş olmasından; ve şeytan ona musallat olûp söyletmesinden nâçiz kul hâlimi ganî ve kerîm olan Rabbime havale eyler; ona tavakittir. Bunu Kemal bin Hümâm söylemiş şunları da îlave etmiştir: «Bazıları ölürken aklının başında olacağını tercih etmişlerdir. Bu kitabı telif eden nâçiz kul hâlimi ganî ve kerîm olan Rabbime havale eyler; ona tevekkül eder; onun yüce azametinden ölüm anındaki büyük hâcetime rahmet eyleyerek imanla iz´anla çene kapamak nasibetmesini dilerim. Her .kim Allah´a tevekkül ederse Allah ona kâfidir. Kuvvet ve kudret ancak Allah azimü´ş-şân´a mahsustur.» Ben âciz dahi, Allah´ın kuvvet ce kudretinden yardım dileyerek, onun dediklerini derim.

Fakir de yaşlı gözlerimle bu mübareklerin dediğini tekrarlarım.

«Güzelleştirmek için gözleri yumdurulur.» Çünkü açık bırakılırsa manzarası çirkinleşir. Birde bu, ağzına sinekler ve yıkarken su girmesin diye yapılır. İmdâd.

«Karnına şişmemesi için bir kılıç veya demir konur.» Çünkü demirde şişmeye mâni olan bir sır vardır. Demir bulunmazsa ağır bir şey konur. İmdâd. Nehir´de «hayızlıyı çıkarmalıdır.» denilmiş; Nur´ul-İzah´da ise hayızlının çıkarılıp çıkarılmayacağının ihtilaflı olduğu bildirilmiştir.

«Öldüğü, komşularına ve yakınlarına bildirilir.» Nihâye´de şöyle denilmiştir: «ölen kimse âlim veya zâhit yahut kendisiyle teberrük olunan bir zat ise bazı müteehhirin, cenazesi için sokaklarda ilan yapılmasını iyi görmüşlerdir.» Lâkin bu iş onu büyüterek yapılmamalıdır. Sözün tamamı İmdâd´dadır.

«Cenazeyi hazırlamakta sür´at gösterilir.» Çünkü ebû Davud´un rivayet ettiği bir hadise göre Peygamber (s.a.v.) Talha bin Berâ´yi dolaşıp döndükten sonra; Talha´da ölüm belirtisinden başka bir şey görmedim. Öldüğü vakit bana haber verin de cenaze namazını kılayım. Hem onu acele hazırlayın! Zira müslüman nâaşının, ailesi arasında hapis edilmesi lâyık değildir.» buyurmuşlardır. Acele etmenin vacip olmaması, ruh için ihtiyattır. Çünkü bayılmış olması ihtimali vardır. Doktorların beyanına göre zâhirde kalp sektesinden ölenlerin çoğu diri olarak defnedilirlermiş. Çünkü kalp sektesinden hakiki ölümü ayırmak güçmüş. Bunu ancak kâmil doktorlar anlarmış. Şu halde kesinlikle anlaşılıncaya kadar geciktirmek lazımdır. İmdâd. Cevhere´de, «Bir kimse ansızın vefat ederse öldüğü yüzdeyüz anlaşılıncaya kadar beklenir.» denilmiştir.

METİN

ÖIen kimsenin yanında, yıkanmaya kaldırılıncaya kadar Kur´an okunur. Nitekim Kuhistânî´de Netfe nisbet edilerek böyle denilmiştir. Ben derim ki : Netif´de «yıkanmaya» kaydı yoktur. Orada yalnız «kaldırılıncaya kadar» denilmiştir. Bahır sahibi bunu, ruhun kaldırılması ile tefsir etmiştir. Zeyleî ve diğerlerinin ibareleri şöyledir: «Yıkanıncaya kadar cenazenin yanında Kur´an okumak mekruhtur.» Şurunbulâli bunu, imdâde´l-Fettah adlı eserinde; «Kur´an´ı ölünün pisliğinden uzaklaştırmak için böyle yapılır. Çünkü ölen kimse pislenmiştir.» diye ta´Iil etmiştir. Ölünün pisliği bazılarına göre necaset pisliği, bazılarına göre hades (abdestsizlik pisliğidir. Bu izaha göre caiz olması gerekir. Ve abdestsizin okuması gibi olur.

İZAH

Bazı nüshalarda «Kur´an okunmaz» denilmiştir. Doğrusu ´okunur´ demektir. Çünkü ben okunmaz sözünü Kuhistânî´nin iki nüshasında. Netif de ve Bahır´da görmedim. Evet okunmaz denilirse Netif ile Zeyleî arasında muhalefet kalmaz. Bahır sahibinin «ruh kaldırılıncaya kadar» diye tefsirine de hacet kalmaz. Şârihin bu bahsi, musannıfın az sonra gelecek olan «ölünün yanında Kur´an okumakmekruhtur sözünün yanında zikretmesi daha münasip olurdu.

Şârih «Netif´de yıkanma kaydı yoktur.» diyorsa da ben Netf´e müracaat ettim. Ve orada ibarenin, Kuhistânî´ninin naklettiği gibi olduğunu gördüm. Öyle görünüyor ki, «yıkanmaya kaldırılıncaya kadar.» ifadesi Bahır sahibinin nüshasından düşmüş; şârih ise Netf´in ibaresine müracaat etmeden ona tâbi olmuştur. Evet, Dürerü´l-Bihar şerhinde «Ölenin yanında kaldırılıncaya kadar Kur´an okunur.» denilmiştir. Mirâc´da da Münteka´dan naklen böyle denilmiştir. Ancak bu sözün akabinde; «Ama bizim ulemamız öldükten sonra yıkanıncaya kadar yanında Kur´an okumayı mekruh saymışlardır.» denilerek Münteka´nın sözü ölmezden önceye hamledilmiştir; kaldırılmaktan muradın da ruhun kaldırılması olduğuna işarette bulunulmuştur. Allah´u âlem.

«Ölünün pisliği bazılarına göre necaset pisliğidir.» Çünkü insan kanlı hayvanlardandır. Binaenaleyh sair hayvanlar gibi o da ölmekle pis olur. Umumiyetle fukahanın kavilleri budur. Bu daha zâhirdir. Bedayi. Kâfi sahibi de bu kavli sahih bulmuştur.

Ben derim ki: İmam Muhammed´in mutlak olan «cenaze yıkamakta kullanılmış su pistir.» sözü bunu te´yid ettiği gibi, fukahanın «Ölü yıkanmadan bir kuyuya düşerse onu pisler.» sözleri de bunu te´yid eder.

«Bazılarına göre ölünün pisliği hades pisliğidir.» Bahır´ın taharet bahsinde söyledikleri de bunu te´yid eder. Orada şöyle denilmiştir: «Esah kavle göre cenaze yıkamakta kullanılmış su müsta´meldir. İmam Muhammed mutlak olarak bu suya pis demiştir. Çünkü ekseriyetle pislikten hâli kalmaz.»

Ben derim ki: Lâkin yukarıdaki Fer´î meselelerde geçen beyanat buna aykırıdır. Meğer ki oradaki sözler âmmenin kavline binâ edilmiştir denile. Fethü´l-Kadir´de şöyle denilmiştir: «Ebu Hüreyre hadisinde; ´Süphanellah, şüphesiz mü´min diri iken de ölü iken de pis olmaz.´ buyurulmuştur. Eğer bu hadis sahih ise hadesten dolayı pis sayılmasını tercih icabeder.» Hılye sahibi de şunları söylemiştir: «Hâkim´in İbn-i Abbas (r.a) dan rivayetine göre İbn-i Abbas şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.v.) ´Ölülerinize pis demeyin! zira müslüman diri iken de ölü iken de pis olmaz.´ buyurdular. Hâkim ´Bu hadis Buhari ve Müslim´in şartları üzere sahihtir´ demiştir, Binaenaleyh hades pisliğidir. diyen kavil tercih olunur.

Ben derim ki: Bana, şöyle cevap vermek mümkün olacak gibi geliyor: Hadiste müslümanın pis olmamasından murad, daimî pisliktir. Ve bu söz kâfirden ihtiraz olur. Çünkü kâfirin pisliği daimidir. O yıkamakla da gitmez, Bunu şu da te´yid eder ki; maksat mutlak olarak pisliği kabul etmemesi olsa idi, dışarıdan bir pislik bulaşmakla da pislenmemesi icabederdi. Halbuki vakıa bunun hilafınadır. Şu halde bizim söylediğimiz taayyün eder. Bu taktirde hadiste, ölenin pisliğinden hades pisliği murad edildiğine dair bir delil yoktur. Bunu insafla teemmül et!

«Ve abdestsizin okuması gibi olur.» Zira abdestsiz bir kimsenin Kur´an okuması caiz olunca abdestsiz olan ölünün yanında okunması evleviyetle caiz olur. Lâkin «cünübün yanında Kur´an okumak gibi olur.» demesi daha münasip olurdu. Çünkü ölüm hadesi, yıkanmayı icab eder; ve dahaziyade cünübe benzer. Velev ki cünüplük sayılmasın. Bunun cünüplük sayılmadığına değil, fukahanın şu sözleridir: «Ölünün hadesi mafsallarının gevşemesi ve ölmeden aklının başından gitmesi sebebiyledir.» şu halde bu hadesin abdest uzuvlarına mahsus kalması gerekirdi. Lâkin kıyas, dirinin hadesinde bütün bedeni yıkamaktır. Abdest uzuvlarıyle iktifa edilmesi her gün tekerrür edeceği için güçlük meydana gelmesindendir. Cünüplük böyle değildir. Ölüm, tekerrür etmemek hususunda cünüplüğe benzer. Onun için ölümde fukaha kıyasla amel etmişlerdir. Çünkü o tekerrür etmez; binaenaleyh bütün bedeni yıkamakta güçlük yoktur.

T E N B İ H: Hâsılı, ölüm hades ise ölenin yanında Kur´an okumakta kerahet yoktur. Ölüm pislik ise Kur´an okumak mekruhtur. Netif´in beyanı birinci kavle, Zeyleî ve diğerlerinin sözleri ikinciye hamlolunur. Tahtavî´nin açıkladığına göre kerahet, ölüye yakın bulunduğu zaman bahis mevzuudur. Uzak olursa Kur´an okumakta kerahat yoktur.

Ben derim ki: Zâhire göre bir de bu, ölünün üzeri tamamıyle örtülmediği zamandır. Çünkü bir kimse bir pisliğin üzerinde bulunan elbise veya hasır üstünde namaz kılsa zâhire göre mekruh olmaz. Örtülü pislik yanında Kur´an okuması da, böyledir. Keza keraheti, «âşikare okursa» diye kayıtlamak gerekir. Hâniye´de şöyle denilmiştir: «Gasilhâne, helâ ve salhâne gibi pislik yerlerinde Kur´an okumak mekruhtur. Hamama gelince: içinde avret yeri açık kimse bulunmaz; hamam da temiz olursa sesli Kur´an okumakta bir beis yoktur. Böyle değilse sessiz okuduğu taktirde beis yoktur. Tesbih ve tehlilde ise sesli bile yapsa beis yoktur.» Kınye´de, «Bulunduğu yer pislik yeri olmamak şartıyle hayvan üzerinde veya yürüyerek giderken Kur´an okumakta beis yoktur. Pislik yerinde olursa okuması mekruhtur.» denildikten sonra; «yakınında olmamak şartıyle pislik kanalının hizasında namaz kılmakta beis yoktur.» denilmiştir.

Bu sözlerin hulâsası şudur: Bulunduğu yer helâ ve salhâne gibi pislik için yapılmışsa orada Kur´an okumak mutlak surette mekruhtur. Böyle değilse o yerde pislik ve avret yeri açık kimse yoksa mutlak surette herahet yoktur. Bunlar varsa; pislik yakın bulunduğu taktirde sadece sesli okumak mekruhtur.

METİN

Hâli ihtisarda bulunan kimse öldüğü gibi esah kavle göre nasıl mümkünse o şekilde bir sedire konur. Sedir sadece yediye kadar tek sayılarla buhurlanır. Fetih. Nitekim kefeni de tek olarak buhurlanır. Bir de ölürken buhurlanır. İmdi buhur üç yerde yakılır. Cenazenin arkasından buhur yakılmadığı gibi kabirde de yakılmaz. Yıkanması tamam olmadan cenazenin yanında okumak mekruhtur. Zeyleî´nin ibaresi; «Yıkanıncaya kadar» Nehir´in ibaresi ise; «yıkanmadan önce» şeklindedir. Zâhir rivayete göre yalnız avret galîzası örtülür. Bazıları; «Galiz olsun hafif olsun mutlak surette avret yerleri örtülür.» demişlerdir. Bu kavli sahih kabul edilmiştir. Onu Zeyleî ve diğer ulema sahihlemişlerdir. Avret yerini, örtünün altında o örtü gibi bir bezi ellerine doladıktan sonra yıkar. Çünkü bakmak gibi dokunmakta haramdır. Cenaze öldüğü gibi elbiseleri çıkarılır. Peygamber (s.a.v.) in gömleği içinde yıkanması ona mahsus hallerdendir.

İZAH

Esah kavle göre ölen kimse öldüğü anlaşılır anlaşılmaz mümkün olduğu şekilde buhurlu bir sedir üzerine konur. Bazıları kıbleye karşı uzunluğuna; bir takımları kabirde olduğu gibi genişliğine yatırılacağını söylemişlerdir. Bunu Bahir sahibi ifade etmiştir. «Buhurlu sedir» ifadesinde fena kokuyu gidermek ve ta´zim için sedirin cenaze konmadan buhurlanacağına işaret vardır. Nehir. Buhurlamak, buhurdanlığı sedirin etrafında üç veya beş, yahut yedi defa dolandırmakla olur. Yediden fazla buhurlanmaz. Nitekim Fetif, Kâfi ve Nihâye´de böyle denilmiştir. Tebyin´de beşden fazla buhurlanmayacağı bildirilmiştir.

Şimdi buhur üç yerde yakılır» Fetih sahibi diyor ki: «Ölünün buhurlandığı yerler üçtür.

Birincisi; ruhu çıktığı vakit fena kokuyu gidermek için yapılır.

İkincisi; yıkanırken.

Üçüncüsü de, kefenlenirkendir. Cenazenin arkasından buhur yakılmadığı gibi kabirde de yakılmaz. Çünkü Rasulullah (s.a.v.)in ´Cenazeyi sesle ve ateşle takip etmeyin!´ buyurduğu rivayet olunmuştur.»

Şârihin burada Zeyleî ile Nehir´in ibarelerini nakletmesi, musannıfın «yıkanması tamam olmadan» sözünün bir kayıt olmadığına işaret içindir. Çünkü cenaze bir defa yıkamakla temizlenir; yanında Kur´an okumak için yıkamanın tamama ermesi şart değildir.

«Zâhir rivayete göre yalnız avret galizası örtülür.» Avret galîze, ön ve arddır. Ulema bunu ta´lil ederken «Çünkü avret galîzasını örtmek daha kolaydır. Bir de ölenden şehvet olunmaz.» demişlerdir. Zâhire bakılırsa bu, yalnız ön ve ardının örtülmesini istemek değil, bu kadarcığı ile iktifa edilirse günah olmaz mânâsına vacibi beyandır.

«Avret galîzasını örtmek kâfidir.» kavlini Hidâye sahibi ve diğer ulema sahihlemişlerdir. Lâkin Münye şerhinde beyan olunduğuna göre tercih edilen kavil Zeyleî ve başkalarının sahihlediği ikinci kavildir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) hazreti Ali´ye, «Ölü veya diri hiç bir insanın uyluğuna bakma buyurmuşlardır. Zira avret yeri ölümle sâkıt olmaz. Onun için dokunulması caiz değildir. Hatta bir kadın yabancı erkekler arasında ölse ona bir erkek ellerine bir bez dolayarak teyemmüm ettirir; dokunmaz... Şurunbulâliye´de, «Bu söz hem kadına hem erkeğe şâmildir. Çünkü kadının kadına karşı avreti. erkeğin erkeğe karşı avreti gibidir.» denilmiştir.

«Çünkü bakmak gibi dokunmak da haramdır.» Bu ta´lilden anlaşılıyor ki, henüz avreti itibara alınmayan küçük çocuğun örtülmemesi zarar etmez. T.

«Ölen kimsenin derhal elbiseleri çıkarılır.» Çünkü elbisesi ısıttığı için çabucak bozulur. Bahır. Birde elbisesi temizlik için çıkarılır. Zira yıkamaktan maksat, temizlemektir. Elbise ile temizlik olmaz. Bedenden akan su ile elbise pislenince ölünün bedeni tekrar pislenir. Binaenaleyh yıkanmış olmaz. Onun için elbisenin çıkarılması icabeder. İnâye´de böyle denilmiştir. Zâhirine bakılırsa ´icab eder´ sözü ´vaciptir´ mânâsınadır.

«Peygamber (s.a.v.) in, gömleği içinde yıkanması ona mahsus hallerdendir.» Çünkü Ebû Davud´unrivayet ettiği bir hadise göre Eshab, ´acaba Rasulullah (s.a.v.) ı kendi cenazelerimiz gibi soysak mı yoksa elbisesinin içinde mi yıkasak?´ demişler; bunun üzerine beyt tarafından; «Rasulullah (s.a.v.) i elbisesi üzerinde olduğu halde yıkayın!» diye bir ses işitmişler. İbn-i Abdi´l-Berr, «Bu hadis Hazret-i Aişe´den sahih bir vecihle rivayet olunmuştur.» diyor. Bu gösterir ki, eshabın Rasulü Ekrem zamanında âdetleri, ölülerini soyarak yıkamak imiş. Münye şerhi. Mirâc´da şu cümlede ziyade edilmiştir: «Peygamber (s.a.v.) in yıkanması temizlik için değildi. Çünkü o hayatta da vefatda da temizdir.»

METİN

Namazla memur olan kimseye mazmaza ve istinşaksız olarak abdest aldırılır. Zira bunlarda güçlük vardır. Bazıları, bir bez parçasıyla mazmaza ve istinşak yaptırılacağını söylemişlerdir ki, bugün amel buna göredir. Ölen kimseye fiilen cünüp, hayızlı veya nifaslı bile olsa temizliği tamamlamak için bilittifak mazmaza ve istinşaksız abdest aldırılır. Nitekim İmdâd ef´Fettah adlı eserde Makdisî´nin şerhinden naklen böyle denilmiştir.

Cenazeyi yıkayan evvela yüzünden başlar, başına mesheder. Nebak ağacının yaprağı olan sedirle ısıtılmış suyu üzerine döker. Yahut mümkünse hordla (yani üşnânla ısıtılmış su ile yıkar. Mümkün değilse halis sıcak su ile yıkar. Bulabilirse başını ve sakalını, Irak´ta yetişen bir nebat olan hatmi ile yıkar; bulamazsa sabun ve benzeri şeylerle yıkar. Bu, başında ve sakalında saç olduğuna göredir. Sacsız veya kısa saçlı olursa hatmi ile yıkamaz.

İZAH

«Namazla memur olan kimse» kaydıyla akıl etmeyen küçük çocuk hariç kalmıştır. Çünkü henüz namaz kılacak çağa ulaşmamıştır. Bunu Hulvâni söylemiştir. Ama bu tevcih kuvvetli değildir. Zira şöyle itiraz edilebilir: «Bu abdest cenaze için farz olan yıkanmanın sünnetidir, Delide olduğu gibi ölenin namaz kılacak çağda olup olmamasıyle bunun bir alakası yoktur. Münye şerhi.» Bu sözün muktezası şudur: Deliye abdest aldırılacağında söz yoktur. Akıl etmeyen küçük çocuğa dahi abdest aldırılır. Hulvanî´nin tevcihi ise ikisine de abdest aldırılmayacağını gerektirir.

Namazla ile istinşakta güçlük olması, suyu dışarı çıkarmak mümkün olmadığı veya güç olduğu içindir. Bu sebeple mazmaza ve istinşak terk edilir. Zeylei. Bez parçası ile yapılan mazmaza ve istinşakta, yıkayıcı bezi parmağa dolayarak onunla meyyitin dişlerini, diş etlerini ve dilini yıkar. Burnuna da sokar. Bahır.

«Bu gün amel buna göredir.» diyen Şemsü´l Eimme Hulvani´dir. Nitekim Tatarhâniye´den naklen İmdad´ta beyan edilmiştir. Ölen kimsenin fiilen cünüp olması meselesine gelince: Ebu´s-Suud´un Şilbî´ye ait Kenz şerhinden nakline göre Halhâlî´nin Kudûrî şerhinde söylediği «cünüp kimseye şâmildir. Ama ben bunu açıkça söyleyen görmedim. Ancak mutlak bırakılması onu da dahil eder. illet de bunu uktiza eder.» demiştir. Ebu´s-Suud´un Zeyleî´den naklettiği «Mazmaza ve istinşaksız yıkanır. Velev ki cünüp olsun.» sözü bu bâbta açıktır. Lâkin ben bunu Zeyleî´de görmedim. «Bilittifak» sözünü dahi ne îmdâd da ne de Makdisî şerhinde bulamadım.

«Cenazeyi yıkayan yüzünden» başlar. Yanı cünübün yaptığı gibi evvela ellerini bileklerine kadar yıkamaz. Çünkü cünüp olan kimse elleriyle kendini yıkar. Binaenaleyh evvela ellerini temizlemeye muhtaçtır. Cenaze ise başkası tarafından yıkanır. Abdest aldırırken başına mesheder. Zâhir rivayet budur. Bahır.

T E N B İ H: İstinca´da ihtilaf edildiği için musannıf ondan bahsetmemiştir. İmam-ı A´zam´la İmam-ı Muhammed´e göre istinca yaptırır. Ebû Yusuf´a göre yaptırmaz. İstincanın şekli; cenazeyi yıkayan kimsenin eline bez parçası dolayarak meyyitin avret yerini yıkamasıdır. Zira avret yerine dokunmak, bakmak gibi haramdır. Cevhere.

Tezkere´de beyan olunduğuna göre sidr; malum bir ağaçtır. Meyvesine nebak derler. Yaprağı dövülerek yaralara sarılır; kirleri çıkarır. Cildi temizleyip yumuşatır. Saçı sağlamlaştırır. Hassalarından bazıları da sinekleri uzaklaştırması, sinirleri kuvvetlendirmesi ve cenazeyi çürümekten menetmesidir.

«Sıcak su»dan murad; sıcaklığı orta derecede olandır. Zira ölü de dirinin eziyet gördüğü şeyden eziyet duyar. T. Şârihin sözü sıcak su ile yıkamanın efdal olduğunu göstermektedir. Cenazenin üzerinde kir bulunup bulunmaması fark etmez. Nehir.

METİN

Yıkamaya sağdan başlamak için cenaze sol tarafına çevrilir ve su teneşir tarafındaki kısmına ulaşıncaya kadar yıkanır. Sonra sağ tarafına çevrilerek aynı şekilde yıkanır sonra dayanarak oturtulur ve yavaşça karnı silinir. Bir şey çıkarsa onu yıkar. Oturttuktan sonra onu sol tarafına yatırır; ve yıkar. Bu üçüncü defa yıkamadır. Tâ ki sünnet vecihle yıkanmış olsun. Her yatırmada cenazenin üzerine üç defa su döker ki sünnet yerini bulsun. Ama bundan ziyade veya noksan yapması da caizdir. Zira vacip olan bir defa yıkamaktır. Cenazeden çıkan pislik sebebiyle cenaze tekrar yıkanmadığı gibi abdesti de yenilenmez. Çünkü onu yıkamak hadesi gidermek için vacip olmuş değildir. Hades ölümle mevcuttur. Yıkamak, sair kanlı hayvanlarda olduğu gibi ölümle pislendiği için vaciptir. Şu kadar var ki, müslüman, şerefinden dolayı yıkamakla temiz olur. Bu da hâsıl olmuştur. Bahır ile Mecma´ şerhinde böyle denilmiştir.

Cenaze bir peşgir içinde kurulanarak hanut denilen ve güzel kokulu şeylerden -Zeğferanla versden maadasından- yapılan koku başına ve sakalına sürülür. Bu menduptur. Zeğferanla vers erkeklere mekruhtur. Bunları kefenin içine koymak cehalettir. Secde yerlerine bir ikram olmak üzere kâfur konur.

İZAH

Cenaze sol tarafına çevrilir. Cenaze tertip üzere üç defa yıkanacaktır ki bu birincisidir. Musannıfın buraya kadar beyan ettiği sidrle kaynatılmış su dökülmesi, böyle su bulunmazsa halis sıcak su vurulması ve başıyle sakalının hatmi ile yıkanması aşağıda beyan edilecek olan tertipden önce yapılır. Şurunbulâliye´nin ibaresi şöyledir: «Bu, aşağıdaki tertipden önce, üzerinde bulunan kir ıslansın diye yapılır.» T.

Ben derim ki: Lâkin Bahır, Nehir ve diğer kitaplarda açıkça beyan olunduğuna göre, «üzerine ısıtılmış su dökülür.» sözü, aşağıda gelecek üç yıkamanın dışında değildir. Bu söz kısaca, yıkanacak suyun nasıl olacağını beyandan ibarettir. Yani cenaze yıkanacak su sidrle kaynatılmış olacaktır. Soğuk ve sade su olmayacaktır. Fetih´te de «abdesti bitirdikten sonra cenazenin başını ve sakalını hatmi ile yıkar. Sonra onu yatırır ilh...» denilmiştir. Cevhere´de dahi böyledir. Evet, ulema bir şeyde ihtilaf etmişlerdir. O da şudur: Hidâye´de üç defa yıkamanın halis su ile mi yoksa karışık su ile mı yıkanacağı belirtilmemiştir. Hâkim´in sözünden anlaşılan budur. Şeyhu´l-İslâm´ın beyanına göre ilk yıkama halis su ile, ikincisi sidrle kaynatılmış su ile, üçüncüsü de içinde kâfur bulunan su ile olacaktır.

Fethü´l-Kadir´de şöyle denilmiştir: «Evla olan Hidâye´den anlaşıldığı vecihle ilk ikisini sidrle yıkamaktır. Zira Ebû Davud´da sahih bir senetle rivayet olunduğuna göre Ümmü Atiyye, ´iki defa sidrle, üçüncüde su ve kâfurla yıkanır´ demiştir.»

«Sonra sağ tarafına çevrilerek ayni şekilde yıkanır.» Bu ikinci yıkamadır. Nitekim Fetih´te ve Bahır´da da böyle denilmiştir. Bu şunu ifade eder ki, sırtını yıkamak için suyu yüzüne dökmez.

«Bir şey çıkarsa onu yıkar.» yani bunu temizlik için yapar. Remlî. «Yani şart olduğu için yapmaz. Hatta çıkan şeyi yıkamadan cenazesi kılınsa caizdir. Bu, birşey denilmeyip çekimser kalınacak şeylerden değildir.» demiştir. El-Ahkâm adlı eserde ´Akan şey silinir ve cenaze kefenlenir.» denilmiştir. İmam Hasan´ın Kitabü´s-Salatı´nda da «Kefenlenmeden akarsa yıkanır; kefenlendikten sonra akarsa yıkanmaz.» ibaresi vardır.

Ben derim ki: Bahsin tamamı cenaze namazında gelecektir. «Tâ ki sünnet vecihle yıkanmış olsun.» Sünnet vecihle yıkamak bütün cesedi kaplamak şartıyle üç defa yıkamakla olur. İmdâd. «Ama bundan ziyade veya noksan yapması da caizdir.» Yani ihtiyaç duyulursa yapılabilir. Lâkin tek sayı ile yıkamak gerekir. Bu, Kerhî´nın Muhtasar şerhinde beyan olunmuştur. Münye şerhi. «Caizdir.» tabirinden murad; "Sahih olur" demektir Ama hacet yoksa mekruhtur. Çünkü ziyade israf, noksan da taklil (eksik bırakmak) olur.

«Hades ölümle mevcuttur.» Yani ölüm cenazenin içinden çıkan pislik gibi hadestir. Ölüm mevcut olduğu halde abdeste tesir etmeyince içinden çıkan şey de tesir etmez. Bahır. Bir de ölen kimse mükellef olmaktan çıkmıştır. Münye şerhi.

«Yıkamak da hâsıl olmuştur» Ondan sonra pisliğin ârız: olması ile cenazeyi yıkamak tekrarlanmaz. Sadece pisliğin çıktığı yer yıkanır.

«Secde yerlerine, bir ikram olmak üzere kâfur konur.» Secde yerleri alın, burun, eller, dizler ve ayaklardır. Fetih. Bu hususta ihramlı olanla olmayan müsavidir. Kokulanıp ve başı örtülür. Bunu Tatarhaniye´den naklen İmdâd sahibi söylemiştir. Bu suretle bu uzuvlara ikramda bulunulması bunlara secde ettiğindendir. Bu sebeple hâssaten bunlara ziyade ikram yapılır. Bir de çabuk bozulmasınlar diye onları korumak için bu meşru olmuştur Dürer.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:42 am GMT +0200
METİN

Ölenin saçı taranmaz. Yani taramak tahrimen mekruhtur. Saçı ve tırnağı kesilmez. Bundan yalnız kırık tırnak müstesnadır. Sünnet de edilmez. Yüzüne. ön, arka, kulak ve ağız gibi menfezlerine pamuk koymakta bir beis yoktur. Elleri yanlarına bırakılır; göğsüne konmaz. Çünkü bu kâfirlerin işidir. İbn-i Melek, "Koca, karısını yıkamaktan ve ona dokunmaktan men edilir. Esah kavle göre bakmaktan men edilmez." Münye. Üç mezhebin imamları yıkamasının caiz olduğunu söylemiş ve «Çünkü hazreti Ali Fatıma (r.a. ma)yı yıkamıştır.» demişlerdir.

Biz deriz ki: Bu, evliliğin devamına hamledilmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) «Her sebep ve nesep ölümle sona erer. Yalnız benim sebep ve nesebim müstesna!» buyurmuştur. Bununla beraber sahabeden buna itiraz eden olmuştur. Aynî´nin Mecma´ şerhinde böyle denilmiştir. Kadın zımmî bile olsa kocasını yıkamaktan men edilmez. Yalnız evliliğin o ana kadar devamı şarttır.

Ümmü veled, müdebbere ve mükâtebe (oğlan cariyeler) bunun hilafınadır. Meşhur kavle göre onlar sahiplerini, sahipleri de onları yıkayamaz. Müctebâ.

«Taramak tahrimen mekruhtur.» Çünkü Kınye´de bildirildiğine göre kadını öldükten sonra ziynetlemek, taramak ve saç kesmek caiz değildir. Nehr. Tırnağı veya saçı kesilirse cenaze ile birlikte kefene sarılır. Bunu Attabî´den naklen Kuhistânî söylemiştir.

«Pamuk koymakta bir beis yoktur.» Zeyleî´de de böyle denilmiştir. Şârih bu sözle terkinin daha yerinde bir iş olduğuna işaret etmiştir.

Fethü´l-Kadir sahibi şunları söylemiştir: «Zâhir rivayetlerde, yıkarken pamuk kullanmak yoktur. Ebû Hanife´den bir rivayete göre ağzına ve burnuna pamuk konur. Bazıları kulağına, bir takımları dübürüne de konulacağını söylemişlerdir. Zahîriye´de «Bunu umumiyetle ulema çirkin görmüşlerdir.» deniliyor. Lâkin Hılye sahibi bunun İmam Şâfiî ile Ebû Hânife´den nakledildiğini, binaenaleyh ´mutlak olan çirkindir´ demenin doğru olmadığını söylemişlerdir.

«Koca karısını yıkamaktan men edilir...» Musannıf bu sözle Bahır´ın ibaresine işaret etmiştir. Orada şöyle denilmiştir: «Cenaze yıkayan kimsenin yıkanan cenazeye bakmasının helâl olması şarttır. Şu halde erkek kadını ve kadın erkeği yıkayamaz.» Kadının erkekler arasında veya erkeğin kadınlar arasında ölmesi meselesi ileride gelecektir. Öyle anlaşılıyor ki, bu, yıkamanın vücûbu veya cevazı için şarttır. Sahih olması için şart değildir.

«Esah kavle göre bakmaktan men edilmez.» Mineh adlı kitapta bu söz Kınye´ye nisbet edilmiş; Hâniye´den de şu ibare alınmıştır: «Kadının mahremi bulunursa eli ile ona teyemmüm ettirir. Ecnebi ise eline bez sararak teyemmüm ettirir. Kollarına bakmaz. Erkeğin kansını yıkaması da böyledir. Yalnız bakması müstesnadır.» Bunun vechi herhalde bakmanın dokunmaktan hafif olmasıdır. Binaenaleyh ihtilaf edilmesi, şüphe doğurduğundan caiz görülmüştür. Allah´u Âlem.

«Biz deriz ki: Bu, evliliğin devamına hamledilmiştir.» Mecma´ şerhinde şöyle deniliyor: «Fatıma (r.a.ha)yı Rasûlüllah (s.a.v.)in ve kendisinin bakıcısı Ümmü Eymen yıkamıştır. Onu hazreti Ali´nin yıkadığını bildiren rivayet hazırladığına ve hizmetini gördüğüne hamledilir. Bu rivayet sabit olsa bile ona mahsustur, Görmüyormusun, bu hususta ibn-i Mes´ud (r.a.)a itiraz edildiği vakit, ´Bilmezmisinki, Rasûlüllah (s.a.v.) Fatıma dünyada ve ahirette senin hanımındır. buyurdu.´ diye cevap vermiştir. Onun hususiyet iddia etmesi Ashab-ı Kiram´ın mezheplerince bunun caiz olmadığına delildir.»

Ben derim ki: Şârihin zikirettiği hadis dahi hususiyete delalet etmektedir. Bazıları bu hadisdeki sebebi islâm ve takva ile, nesebi de intâbile tefsir etmişlerdir. Velev ki evlilik ve süt dolayısıyle olsun. Bana öyle geliyor ki en iyisi sebepten murad, evlilik ve damatlık gibi sebebî akrabalıktır. Nesepten murad da nesep karabetidir. Çünkü İslâm ve takva sebebiyeti hiçbir kimseden kesilmez. Şu halde hususiyet Peygamber (s.a.v.)in sebep ve nesebinde kalır. Onun için Hazreti Ömer (r.a.) «Ben de bundan dolayı Ali´nin kızı Ümmü Gülsüm´le evlendim.» demiştir. Teâlâ hazretlerinin; «Onların aralarında nesepler yoktur.» ayeti kerimesi, Peygamber (s.a.v.)in dünya ve ahirette faydalı olan nesebinden başkalarına mahsustur.

«Size Allah´tan gelecek bir şeyi önleyeyim» hadisine gelince: Bunun mânâsı: «Ben buna malik değilim; meğer ki Allah malik kıla! Bu taktirde âl akrabam olsun ecnebi olsun herkese şefaatımla faydalı olurum. demektir. Bu hususta sözün tamamı bizim «EI´İlmü Zahir Fî Nef´in-Nesebi´t Tâhir» adlı risalemizdedir.

«Kadın kocasını yıkamaktan men edilmez.» Gerdeğe girsin girmesin farketmez. Nitekim Mi´rac´da beyan edilmiştir. Mücteba´dan naklen Mirâc´da da böyle denilmiştir.

Ben derim ki: Yani gerdeğe girmese bile kadına vefat iddeki lazım gelir. Bedâyi´de şu satırlar vardır: «kadın kocasını yıkayabilir. Zira yıkama mübahlığı nikahtan gelir. Ve nikahı bâki oldukça bu da bâkidir. Öldükten sonra nikah iddet bitinceye kadar bâkidir. Kadının ölmesi bunun hilafınadır. Onu kocası yıkayamaz. Çünkü nikah mülki sona ermiştir. Mahal kalmamıştır. Binaenaleyh erkek ecnebi olmuştur. Bu izahat, koca hayatta iken aralarında ayrılma olmadığına göredir. Kadını bir talak-ı bainle yahut üç talakla boşayıp sonra ölmek suretiyle ayrıldıkları sübut bulursa karısı onu yıkayamaz. Zira boşamakla milk ortadan kalkmıştır.»

«Kadın zımmî bile olsa» yerine «kadın kitabiye bile olsa» demek daha iyi olurdu. Bu, mahbus olan kadından ihtirastır. Mecusi bir kadının kocası müslüman olur da ölürse karısı onu yıkayamaz. Bahır´da «Meğer ki kadın da müslüman olsun.» denilmiştir. Nitekim gelecektir.

«Meşhur kavle göre onlar sahiplerini, sahipleri de onları yıkayamaz.» Bunun vechi şudur: Ümmü veled olan cariyede iddet devam ederken milk de devam etmez. Çünkü ondaki milk, milk-i yemindir. Sahibi ölünce o âzâd olur. Hürriyet ise milk-i yemine aykırıdır. İddet bekleyen nikahlı kadın böyle değildir. Onun hürriyeti, hayatta iken milk nikaha aykırı değildir.

Müdebbereye gelince: O âzâd olur. İddet de beklemez. Binaenaleyh sahibini evleviyetle yıkayamaz. Cariye de öyledir. Zira sahibi ölmekle onun milkinden çıkmış; mirasçılarına intikal etmiştir. Başkasının cariyesi bir kimsenin iddet yerine dokunamaz. Bu satırlar kısaltılarak Bedayi´den alınmıştır. Mükâtebe ise akdi ile hâlen yeden ve gelecekte rekabeten hür olur (yani o anda kısmen ileride borcu ödediği zaman tamamen hür olur). Onun için sağlığında onunla cima etmesi haram olur. Ve ukr denilen mehrini, vermesi gerekir. Nitekim inşallah bâbında görülecektir.

METİN

Evlilikte muteber olan, ölüm halinde değil yıkarken kadının kocasını yıkamaya selahiyetli olmasıdır. Binaenaleyh kocasının ölümünden önce talak-ı bâinle boşanmış veya ölümünden sonra dinden dönüpte tekrar müslüman olmuşsa kocasını yıkamaktan men edildiği gibi; kocasının oğluna şehvetle dokunursa yine yıkamaktan menedilir. Çünkü nikah kalmamıştır. Mecûsi kadının kocası müslüman olur da ölür; ondan sonra karısı da müslüman olursa kocasını yıkaması caiz olur. Zira bu taktirde hayat haline kıyasen ona dokunması helal olur.

Bir insanın başı veya iki parçasından biri bulunursa yıkanmaz; namazı da kılınmaz. öylece defnedilir. Meğer ki yarıdan fazlası bulunmuş ola. Bu taktirde başı olmasa bile yıkanır. Efdal olan, cenazeyi meccanen yıkamaktır. Yıkayan kimse ücret isterse orada başka yıkayacak bulunduğu taktirde ücret vermek caizdir. Başkası yoksa caiz değildir. Çünkü yıkamak ona taayyün etmiştir. Taşıyanın ve mezar kazanın hükmü de böyle olmak gerekir. Sirâc.

Cenaze niyetsiz yıkansa kafidir. Yani temizliği için yeter. Ama mükelleflerin zimmetinden farzı ıskat için kafi değildir. Onun için musannıf «Bir ölü suda bulunursa mutlaka üç defa yıkanması icab eder.» demiştir. Çünkü biz yıkamakla memuruz. Yıkayan kimse onu yıkamak niyetiyle üç defa suda hareket ettirir. Fetif. Fetih sahibinin ta´lili gösteriyor ki tekrar yıkanmadan namazını kılsalar sahih olur. Velev ki vücub zimmetlerinden sâkıt olmasın.

İZAH

Şarihin burada niçin «evlilikte muteber olan» dediği anlaşılamamıştır.

Tahtavî, «Doğrusu ´zevcede muteber olan´ demektir. Çünkü salâhiyet evliliğin değil kadınındır.» demiştir. En iyisi Mirâc, Bahır ve diğer kitaplarda olduğu gibi «Cenazeyi yıkarken evlilik şarttır.» demektir.

«Talak-ı bâinle boşanmış ise» sözü, ric´i talaktan ihtirazdır. Çünkü kocası talak-ı ric´i ile boşar da iddeti içinde ölürse o kadın kocasını yıkayabilir. Zira talak-ı ric´i milk nikahı ortadan kaldırmaz. Bedayi.

«Çünkü nikah kalmamıştır.» Ölümden sonra nikah mevcut idi. Dinden dönmekle ve şehvetle dokunmakla ortadan kalkmış olur. Şehvetle dokunmak, dokunulan kadının, dokunan kimsenin usul ve füruuna haram olmasını icabeder. İmam Züfer´in dediği gibi ölüm halinde evliliğin bâki olması itibara alınsa idi kocasını yıkaması caiz olurdu.

«Zira bu taktirde hayat haline kıyasen ona dokunması helal olur.» Yani müslüman olan mecüsiden sonra onun sağlığında karısı da müslüman olursa nikah bâkidir. Dokunması helaldir. Öldükten sonra karısının müslüman olması da böyledir. «Bu taktirde başı olmasa bile yıkanır.» K6za yarısı başıyle birlikte bulunursa yine yıkanır. Bahır.

«Çünkü yıkamak ona taayyün etmiştir.» Yanı yıkamak ona farz-ı ayın olmuştur. Tâat için ücret almak caiz değildir. Burada şöyle denilebilir: Mutekaddimin ulemaya göre tâat için ücret almak mutlak surette caiz değildir. Müteenhirin, zaruretten dolayı Kur´an öğretmek, ezan okumak ve imamlıkyapmak için ücret almayı caiz görmüşlerdir. Nitekim yerinde beyan edilmiştir. Bunun muktezası, burada başkası bulunsa bile caiz olmamaktı. Çünkü bu evvela taayyün etmiş bir tâattır. Caiz olmamak vacibe mahsus değildir. Evet, vacip için ücretle tutmak bilittifak caiz değildir. Nasıl ki bunu Kuhistânî icâreler bahsinde açıklamıştır. Fetih´in ibaresi şöyledir: «Cenaze yıkamak için ücretle insan tutmak caiz değildir. Ama taşımak ve defn etmek için caizdir. Bazıları yıkamak için de caiz görmüşlerdir.»

«Bir ölü suda bulunursa mutlaka üç defa yıkanması icab eder.» Yani sünnet vecihle yıkanmış olmak için üç defa yıkanır. Yoksa şart olan bir defa yıkamaktır. Galiba musannıf «mutlaka» sözü ile, ölünün suda bulunması ile şart şöyle dursun, sünnet vecihle yıkamak bile sâkıt olmadığına işaret etmiştir.

T E N B İ H: Malumun olsun ki. bu makamda sözün hulasası sudur: Tecnis´de «Zâhire göre cenazeyi yıkarken niyet mutlaka lazımdır.» denilmiştir. Hâniye´de bildirildiğine göre cenazenin üzerine su akıtılır yahut yağmur isabet ederse İmam Ebu Yusuf´tan bir rivayette yıkamanın yerini tutmaz. Zira bize yıkamak emrolunmuştur. Bu, yıkamak değildir. Nihâye, Kifâye ve diğer kitaplarda, «Yıkamak behemehal lazımdır. Meğer ki yıkamak niyetiyle hareket ettirsin.» denilmiştir. İnâye sahibi ise şunları söylemiştir: «Bu söz götürür. Çünkü su tabiatı icabı pisliği giderir. Diriyi yıkarken niyet vacip olmadığı gibi ölüyü yıkarken de vacip değildir. Onun için Hâniye´de; ´Bir cenazeyi ailesi gasle niyet etmeden yıkasalar kafidir.´ denilmiştir.» Tecrid, İsbicâbi ve Miftah´da dahi niyetin şart olmadığı açıklanmıştır. Fethü´l-Kadir sahibi iki kavlin arasını bularak «Zâhire göre burada niyet, mükelleften vücubu ıskat için şarttır. Temizliğini tahsil için şart değildir. Bu onun namazı kılınmak için şarttır.» demiştir. Bu hususta Münye şârihi inceleme yapmış ve şunları söylemiştir: «İmam Ebû Yusuf tan nakledilen rivayet farzın bizim tarafımızdan yıkama fiili olduğunu gösteriyor, Hatta başkasına öğretmek için yıkasa kafidir. Bu sözde, terkinden dolayı azaba müstehak olunan vacibi ıskat için niyetin şart olduğunu ifade eden bir şey yoktur. Usul-ü fıkıh ilminde takarrur etmiştir ki, başkası için vacip olan hissi fiillerde vücud şarttır. İcad şart değildir. Cumaya seî ve abdest bu kabildendir, Evet, niyetsiz ibadetin sevabı yoktur.» Bâkani bunu kabul etmiş ve Muhitin şu ifadesiyle te´yidde bulunmuştur:

«Ölü bir insan suda bulunsa mutlaka yıkanması icabeder. Çünkü hitap (Allah´ın emri) insanlara teveccüh eder. Onlardan ise fiil yoktur.»

Kısacası farzı ıskat için mutlaka fiil lazımdır. Niyet ise sevap kazanmak için şarttır. Onun için de müslüman olmayan (zımmiye kadının müslüman kocasını yıkaması caiz olmuştur. Halbuki niyette müslümanlık şarttır. Binaenaleyh mücerret fiil ile niyetsiz olarak farz bizden sâkıt olur. Hâniye´nin «Bu onlara kafidir.» sözünden anlaşılan da budur.

Şimdi Muhit´in «çünkü hitap insanlara teveccüh eder.» sözü kalır ki zâhirine bakılırsa melek bile yıkasa borç insanlardan sâkıt olmaz. Buna Hanzala kıssasıyle itiraz olunur. Hazreti Hanzala´yı melekler yıkamıştı. "Onlar bu işi niyabeten yapmışlardı´ denilebilir. Bu meselenin tahkiki şehit bâbında gelecektir. Şu da var ki küçüklerin hükümleri bahsinde açıklandığına göre çocuğun cenazeyıkaması caizdir. Bunun bir misli de Bedâ´yiden nakledeceğimiz şu sözdür: «Bir kadın erkeklerin arasında ölür de içlerinde şehvet çağına ermemiş bir çocuk bulunursa kadını yıkamak için çocuğa yıkamayı öğretirler.» Bundan bülûğun şart olmadığı anlaşılır.

METİN

«El´ihtiyar, adlı eserde şöyle denilmiştir: «Bu hususta esas, meleklerin Adem aleyhisselâmı yıkamalarıdır. Çocuklarına da ´ölüleriniz hakkında tutacağınız yol budur!´ demişlerdir.»

F E R ´ İ M E S E L E L E R : ölen kimsenin müslüman mı kâfir mi olduğu bilinmez; bir alâmet de bulunmazsa müslüman memleketinde bulunduğu takdirde yıkanarak cenazesi kılınır. Aksi taktirde bunlar yapılmaz. Müslümanlarla kâfirlerin ölüleri birbirine karışır da bir alâmet bulunmazsa ekseriyete göre hüküm verilir. İki taraf müsavi olurlarsa yıkanırlar. Namazlarının kılınması ve defnedilecekleri yer hakkında ihtilaf olunmuştur. Nasıl ki müslümandan gebe kalan zımmî bir kadının nereye defnedileceği de ihtilaflıdır. Ulema bu kadının yalnız başına bir yere defnedilmesinin ve sırtını kıbleye çevirmenin daha ihtiyatlı bir hareket olacağını söylemişlerdir. Çünkü karnındaki çocuğun yüzü, kadının sırtına bakar. Bir kadın erkekler arasında, yahut bir erkek kadınlar arasında ölürse ona mahremi teyemmüm ettirir. Mahremi yoksa ecnebi biri bez parçasıyle teyemmüm ettirir. Hunsay-ı müşkil mürahik (yani bülûğa yaklaşmış) ise teyemmüm ettirilir. Değilse sair çocuklar gibidir. Onu erkekler de kadınlar da yıkayabilir.

Bir cenazeye su bulunmadığı için teyemmüm ettirilerek namazı kılınır da sonra su bulunursa yıkanarak tekrar cenaze namazı kılınır. «Yıkanmaz; namazı da kılınmaz» diyenler de olmuştur.

İZAH

EI´İhtiyar´ın sözünden, bunun eski bir şeriat olduğu; yıkayan mükellef olmasa bile borcun sâkıt olduğu anlaşılıyor. Onun için Adem aleyhisselâm´ın oğulları kendisini tekrar yıkamamışlardır. T.

«Müslüman memleketinde bulunduğu taktirde yıkanarak cenaze namazı kılınır.» Âlâmet bulunmazsa bulunduğu yerin nazarı itibara alınacağını bildirmesi, alâmetin evvela itibara alınacağını gösterir. Alâmet bulunmazsa sahih kavle göre bulunduğu yere itibar edilir. Çünkü onunla galebe-i zan (kanaat) hâsıl olur. Nitekim Bedâyi´den naklen Nehir´de de böyle denilmiştir. Bedâyi´de. müslüman alâmetinin dört şey olduğu bildiriliyor. Bunlar; sünnetli olmak. kınalı olmak, siyah giyinmek ve kasıkları tıraşlı olmaktır.

Ben derim ki: Bizim zamanımızda siyah giyinmek müslüman alâmeti olmaktan çıkmıştır.

«Ekseriyete göre hüküm verilir.» Bu hüküm namaz hakkındadır. Karinesi, «iki taraf müsavi olurlarsa namazlarının kılınıp kılınmayacağı hususunda ihtilaf olunmuştur.» sözüdür. Hılye´de şöyle denilmiştir: «Müslümanlarda alâmet varsa kendilerine müslüman hükmü icra edilmesi hususunda söz yoktur. Alâmet yoksa, müslümanlar daha çok olduğu taktirde hepsinin üzerlerine cenaze namazı, kılınır. Ve dua ile müslümanlar kastedilir. Kâfirler daha çok ise İsbicabî´nin muhtasar Tahavî şerhinde namazlarının kılınmayacağı, lâkin yıkanıp kefenlenecekleri ve müşriklerin kabristanına defnedilecekleri bildirilmiştir.» Tahtavî diyor ki: «Hangi tarafın çok olduğunu bilmenin yolu, müslümanları saymak ve onlardan kaç kişi öldüğünü bilmek; sonra ölenleri saymaktır. Bu suretle hakikat hali meydana çıkar.»

Namazlarının kılınması ve defnedilecekleri yer hakkında ihtilaf olunmuştur.» Bazıları «Namazları kılınmaz. Çünkü bazan müslümanın cenaze namazını kılmamak meşrudur. Nitekim bâğilerle yol kesenlerin namazları kılınmaz. Binaenaleyh müslümanın namazını terketmek, kâfir üzerine cenaze namazı kılmaktan evladır. Zira kâfire cenaze namazı meşru olmamıştır. Teâlâ Hazretleri, «Onlardan ölen biri üzerine ebediyyen cenaze namazı kılma! buyurmuştur.» demiş; bir takımları kılınacağını ve müslümanlar kastedileceğini söylemişlerdir. Çünkü kılan kimse tayinden âciz ise kasıttan âciz değildir. Nitekim Bedâyi´de böyle denilmiştir. Hilye sahibi şunları söylemiştir: «Bu izaha göre ikinci halde yani kâfirlerin daha çok oldukları halde de namazlarının kılınması icabeder. Zira kılan kimse yalnız müslümanları kastettiğine göre, kâfirler üzerine kılmış olmaz. Aksi taktirde birinci halde de namazlarını kılmak caiz olmamalı. Halbuki caiz olduğuna ittifak edilmiştir. Binaenaleyh Eimme-i Selâse´nin dedikleri gibi üç halde de namazlarının kılınması gerekir. Bir haramı irtikâb etmeksizin müslümanların hakkını ödemek için bu daha güzeldir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

«Nasıl ki müslümandan gebe kalan zımmî bir kadının nereye defnedileceği de ihtilaflıdır.» Şârih´in burada birinci hükmü buna benzetmesi. birinci hüküm hakkında İmam-ı A´zam´dan rivayet bulunmadığı içindir. Bilakis bu meseleye kıyasen onun hakkında ulema ihtilaf etmişlerdir. Bu kadın meselesinde Ashab-ı Kiram (r. anhüm) üç kavil üzerine İhtilaf etmişlerdir. Bazıları çocuğunu nazarı itibara alarak müslüman kabristanına defnedileceğini söylemiş: bir takımları «müşriklerin kabristanına defnedilir çünkü çocuk karnında olduğu müddetçe. onun bir cüzü hükmündedir.» demişlerdir. Vâsıla b. Eska" ise o kadına ayrı bir yerde kabir kazılacağını söylemiştir. Hılye sahibi «Bu daha ihtiyattır.» demiştir. Zâhire bakılırsa bazılarının da dediği gibi mesele, çocuğa ruh verildiğine göre tasvir edilmiştir. Aksi taktirde kadın müşriklerin kabristanına defnedilir.

«Çünkü çocuğun yüzü kadının sırtına bakar.» Yani çocuk babasına tabi olarak müslümandır. Binaenaleyh bu şekilde kıbleye çevrilir. T.

«Ölen kimseye mahremi teyemmüm ettirir.» sözü, erkek ve kadına şâmildir. Ecnebi sözü de öyledir, bunun ifade ettiği mânâ şudur: Mahremin bez parçası sarmasına hacet yoktur. Çünkü ölenin teyemmüm uzuvlarına dokunması caizdir. Ecnebi böyle değildir. Meğer ki ölen kimse câriye olsun. Zira câriye erkek gibidir. Sonra bilmiş ol ki, bu hüküm kadınlarla birlikte müslüman veya kâfir bir adam yahut küçük bir kız bulunmadığına göredir. Şayet yanlarında bir kâfir bulunursa ona yıkamayı öğretirler. Çünkü cinsin cinsine bakması daha hafiftir. Velev ki dinleri bir olmasın. Kadınların yanında şehvet çağına erişmemiş bir kız çocuğu bulunur da o, erkeği yıkayabilecek iktidarda olursa erkeği nasıl yıkayacağını ona öğretirler. Zira o kız hakkında avret hükmü sabit olmamıştır. Erkekler arasında bir kadın ölür de yanlarında kâfir bir kadın veya şehvet derecesine varmamış bir oğlan bulunursa hüküm yine böyledir. Nitekim Bedayi´de izah olunmuştur.

«Hünsâ-i müşkil mürâhik ise teyemmüm ettirilir.» Burada mürâhiktan murad, şehvet cağınaerişendir. Böyle değilse sair çocuklar gibidir. Fethü´l-Kadir´de şöyle denilmiştir: «Küçük oğlanla kız şehvet çağına erişmedikçe onları erkekler ve kadınlar yıkayabilir. Asıl adlı kitapta ´küçüklük´, konuşmazdan önce olmakla sınırlandırılmıştır.»

Cenazeye teyemmüm ettirilmesi hususunda Fethü´l-Kadir´de şöyle denilmiştir: «Su bulunmaz da cenazeye teyemmüm ettirilerek namazı kılınır; sonra su bulunursa İmam Ebû Yusuf´a göre yıkanarak tekrar namazı kılınır. Ebû Yusuf´tan bir rivayete göre yıkanır fakat namazı tekrarlanmaz. Cenaze kefenlenir de yıkanmadık bir uzvu kalırsa o uzuv yıkanır. Parmak kadar yıkanmadık yer kalırsa yıkanmaz.»

«Yıkanmaz; namazı da kılınmaz, diyenler de olmuştur.»

Ben derim ki: Bununla diri arasındaki fark açık değildir. Çünkü su bulunmadığı için diri, teyemmüm ederek namaz kılar da sonra su bulursa namazı tekrarlamaz. Sonra Suruci´den naklen Münye şerhinde «Bu rivayet esaslara uygundur.» denildiğini gördüm. Aynı şerhde söylediğimiz sebepten dolayı bunun tercih edildiği bildirilmiştir.

H A T İ M E: Cenaze yıkayan kimsenin yıkanması menduptur. Cenazeyi cünüp veya hayızlının yıkaması mekruhtur. İmdâd. Evlâ olan cenazeyi en yakın akrabasının yıkamasıdır. Böylesi güzel yıkayamazsa verâ´ ve takva sahibi biri yıkamalıdır. Gerek yıkayanın gerekse orada bulunan kimselerin, ölenin sağlığında gizlenmesini istediği bir şeyi gizlemeleri, kimseye ifşa etmemeleri gerekir. Çünkü söylemek gıybet olur. Ölümle meydana gelen bir kusuru; mesela yüzünün kararması gibi şeyleri söylemek de böyledir. Ancak ölen kimse bid´atla meşhur olursa bit´atından sakındırmak için söylemekte bir beis yoktur. Yüzünün parlaması ve tebessüm gibi hayır alametlerinden bir şey görülürse söylemek müstehap olur. Çünkü bu ona fazla rahmet dilenmesine ve onun yaptığını yapmaya teşviktir. Münye şerhi.

METİN

Erkeğin kefeni için sünnet vecih, izâr, gömlek ve sargıdır. Esah kavle göre ölüye sarık sarmak mekruhtur. Müstebâ. Müteehhirin ulema eşraf ile âlimlere sarık sarılmasını iyi görmüşlerdir. Bu üç parçadan ziyade yapmakta bir beis yoktur. Kefen güzel şeyden yapılır. çünkü hadisi şerifte,

«Ölülerin kefenlerini güzel yapın! Zira onlar kendi aralarında birbirlerini ziyaret ederler ve kefenlerinin güzelliği ile iftihar ederler.» buyurulmuştur. Zâhîriye. Kadının kefeni için sünnet vecih ´dir´ (yani gömlek), îzâr, başörtüsü, sargı bir de memeleriyle karnını bağlamak için kullanılan bez parçasıdır.

İZAH

Esasen cenazeyi kefenlemek farz-ı kifayedir. Burada beyan edildiği şekilde olması ise sünnettir. Şurunbulâliye.

Îzâr, tepeden tırnağa cesedi saran parçadır.

Gömlek, boğazdan ayaklara kadar yakasız ve kolsuz giydirilen elbisedir.

Sargı, cenazeyi sarmak için kullanılan îzârdan daha uzun parçadır. Üst ve alt kısımlarından bağlanır. İmdâd.

Sarık, başa sarılan parçadır. Tahtavî bunun hilaf mevzuu olduğunu söylemiştir. Habeşlilerin yaptığı gibi sarık ve bazı ziynetlerle süslemek hilafsız mekruhtur. Zira yukarıda görüldüğü vecihle ziynet için kullanılan her şey mekruhtur.

«Esah kavle göre ölüye sarık sarmak mekruhtur.» Bu ifade sahih kabul edilen iki kavilden biridir. Kuhistânî diyor ki: «Sahih kavle göre sarık sarmak iyi görülmüştür. Sağından başlayarak sarılır ve ucu sağ tarafından bir kata iliştirilir. Bazıları yüzüne sarkıtılacağını söylemişlerdir. Nitekim Timurtaşî´de böyle denilmiştir. Bazıları bunun eşrâfa mahsus olduğunu söylemişlerdir. Bir takımları ´bu, veresenin içinde küçükler bulunmazsa yapılır.´ demiş; hiçbir surette sarık sarılmayacağını söyleyenler de olmuştur. Mesele Muhit´de beyan edilmiştir. Esah kavle göre sarık bütün hallerde mekruhtur. Bunu da Zâhidî söylemiştir.»

«Kefeni üç parçadan ziyade yapmakta bir beis yoktur.» Nehir´de de Gâyetü´l-Beyan´dan naklen böyle denilmiştir. Ondan önce Nehir sahibi Müctebâ´dan mekruh olduğunu nakletmiştir. Lâkin Hılye sahibinin Zahire´den, onun da Isam´dan naklen beyan ettiğine göre beş parçaya kadar mekruh değildir. Beş parçada beis yoktur. Hılye sahibi bundan sonra şunları söylemiştir: «Bu şöyle izah edilmiştir: İbn-i Ömer oğlu Vakıdi beş elbise ile kefenlenmiştir. Bunlar; bir gömlek, üç sargı ve bir sarıktan ibaretti. Sarığı çenesinin altından dolamıştı. Bunu Said b. Mansur rivayet etmiştir.» Bahır sahibi Müstebâ´dan mekruh olduğunu rivayet ettikten sonra, «Zendustî´nin Ravza adlı eserinde şu istisna edilmiştir: Bir kimse dört veya beş parça içinde kefenlenmesini vasiyet ederse caizdir. Ama iki parça içinde kefenlenmeyi vasiyet ederse caiz olmaz. Üç parça ile kefenlenir. Bin dirhemle kefenlenmeyi vasiyet ederse orta kefene sarılır.» demiştir.

Ben derim ki : Ravza´daki istisna munkatı´dır. Çünkü mekruh olsa vasiyeti tenfiz edilmezdi. Nasıl ki az da tenfiz edilmez. «Kefen güzel şeyden yapılır.» Ve o kimse kefeni misli ile kefenlenir. Bu da hayatında cuma ve bayramlara giderken giydiği elbiselere, kadın ise anne ve babasını ziyarete giderken giydiklerine bakılarak yapılır. Mi´rac´da böyle denilmiştir, Binaenaleyh Haddâdî´nin «kefende pahalıya kaçmak mekruhtur» sözü ´kefeni misli´den ziyadeye kaçmak mekruhtur´ diye te´vil olunur. Nehir.

Ölülerin birbirlerini ziyaret ettiklerini bildiren hadisden başka Müslim´in sahihinde Peygamber (s.a.v.) den; «Biriniz kardeşini kefenlediğî vakit kefenini güzel yapsın!» hadisi rivayet olunmuştur. Ebu Dâvud dahi «kefende pahalıya kaçmayın; çünkü o çabucak soyulup gider.» buyurduğunu rivayet etmiş ve iki hadisin, arasını bularak, «Güzel yapmaktan murad, kefenin beyazlığı ve temizliğidir. Pahalı olması değildir» demiştir. Hılye. Nehir´den nakledilenin mânâsı da budur.

Ölülerin kefenleriyle iftihar etmelerinden maksat, sünnete uygun olduğu için sevinmeleridir, Bu ziyaret ruhen de olsa ruhun cesede bir nevi taalluku (ilişkisi) vardır. Şârih «diri yani gömlek» diyerek diri´le gömleğin aynı mânâya gelen müteradif kelimeler olduğuna işaret etmiştir. Ama aralarında fark görerek, «Diri´ göğüse kadar; gömlek ise omuza kadar yarılır» diyenler de olmuştur. Kuhistânî.

Şeyh İsmâil´in beyanına göre ölüm halinde başörtüsünün miktarı, bez arşını ile üç arşındır. Bu örtü kadının başına dolanmayıp yüzüne örtülür, İzah ve Attâbî adlı eserlerde de böyle denilmiştir. Bağlamak için kullanılan bezin memelerinden uyluklarına kadar olması evladır. Bunu Hâniye´ den naklen Nehir sahib söylemiştir.

METİN

Erkeğin kefen-i kifâyeti esah kavle göre bir izale bir lifâfe sargıdır. Kadının kefeh-i kifâyeti ise iki elbise ile bir baş örtüsüdür. Bundan azı mekruhtur, Her ikisinin kefen-i zarureti ne bulunursa odur. Bunun en azı bütün bedeni örtecek kadar olmaktır. Şâfiî´ye göre ise diride olduğu gibi avret yerini örtecek kadar olmaktır.

İZAH

«Erkeğin kefen-i kifâyeti» yani kefen için yetecek en az miktarı iki parçadır. Çünkü sağlığında giydiği en az elbise budur. Kefeni de vefatından sonraki elbisesidir. Binaenaleyh hayattaki elbisesine kıyas olunur. Onun için iki parça elbise içinde namazı kerahetsiz caiz olur. Mi´rac. Hâsılı kefen-i kifâyet, kerahetsiz olarak kâfi gelen en az miktardır ve kefen sünnetten azdır, Bu da sünnet mi yoksa vacip midir? Bana vacip gibi geliyor. Onun için bundan azı mekruhtur. Nitekim şârih anlatacaktır.

Bahır sahibi diyor ki: «Ulema ihtiyari olarak cenazenin bir keten içinde defnedilmesini mekruh görmüşlerdir. Çünkü hayatında bir elbise içinde namaz kılması mekruhtur. Malı az, mirasçıları çok olursa kefen-i kifâyet evlâdır, demişlerdir. Bunun aksi halde ise kefen-i sünnet evlâdır. Bunun muktezâsı şudur: Ölen kimsenin üzerinde üç elbise bulunur da başka elbisesi olmazsa borçlu olduğu takdirde borç için biri satılır. Zira üçüncü elbise vacip değildir. Hatta verese kalabalık olurlarsa onlara bırakılır. Borç için satılması evlâdır. Halbuki Hulâsa´da da beyan edildiği vecihle ulema. hayatında olduğu gibi iflas ederse borç için bunlardan bir şey satılmayacağını söylemişler ve üç elbisesi olup bunları giymiş bulunursa satmak için hiçbiri çıkarılmaz, demişlerdir.» Bahır´ın bu ifadesi Fetih´ten alınmıştır. Fetih´te, «Bu cevap ihtimalden uzak değildir.» denilmiştir. Bazıları cevaben, «Ölü ile diri arasında fark vardır. Diriden elbisesinin alınmaması ihtiyacından dolayıdır. Ölü böyle değildir.» demişlerdir.

Ben derim ki: Sen işkâlın, diri ile ölü arasında fark olmadığını açıklamalarından ileri geldiğini biliyorsun. Şu halde bu cevap nasıl sahih olabilir! Evet, Seyid´in Sirâciye şerhinde söylediğine göre sahihtir. Seyid şöyle demiştir: «Borç bütün malını kaplarsa, alacaklılar kefen-i kifayetten fazlasıyle kefenlenmesine mâni olabilirler.» Şârih Dürr-ü Müntekânın feraiz bahsinde, alacaklıların kefen mislinden men edip edemeyecekleri hususunda iki kavlin kavi olduğunu söylemiştir. Sahih kavile göre men edebilirler. Sekbü´l-Enhur adlı eserde de buna benzer sözler vardır. Lâkin yine aynı eserde şu satırlar da vardır: «Görmezmisin ki, borçlunun hayatında güzel elbiseleri bulunur da onlardan daha aşağı olanlarla iktifa edebilirse, hâkim o elbiseleri satarak borcu ödettirir; kalanı ilebir elbise alarak ona giydirir. Borçlu ölen hakkında da böyledir. Bunu Hasaf dahi Edebü´l-Kâdı bahsinde tercih etmiştir.» Sonra bunun bir mislini Dav´ü Sirâc adlı Sirâciye şerhinden naklen Remlî hâşiyesinde gördüm. Şu halde ne işkâl vardır; ne cevap! Bundan anlaşılır ki yukarıda Hulâsa´dan nakledilen söz, sahihin hilâfıdır. Bu iki kavlin arası şöyle bulunabilir: Hulâsa´nın diri hakkındaki sözü, üçten aşağı kefenlikle iktifa etmediğine; ölü hakkındaki sözü de alacaklılar mâni olmadığına hamledilir. Kalaidü´l-Manzum şerhinde şöyle deniliyor: «Allâme Hayder Mişkât adlı Sirâciye şerhinde, alacaklılar mâni olmadıkça veresenin kefen-i misl kullanabileceğini sahihlemiştir.»

Ben derim ki: Zâhire göre mâni olmamaktan murad, buna razı olmaktır. Yoksa veresenin sünnet olan bir şeyi vacip olan borca tercih etmeleri nasıl caiz olabilir! Sonra bu bizim bahsettiğimiz «Kefen-i kifâye, ihtiyari olarak daha azı caiz değildir mânâsına vâcibtir.» sözünü te´yid etmektedir. Sonra Makdisî şerhinde gördüm ki şöyle denilmiş: «İhtiyârî olarak kefenlemekte caiz olanın en azı budur.» Allah´u âlem.

Bazıları «Erkeğin kefen-i kifâyeti bir gömlek ve bir sargıdır.» demişlerdir. Zeyleî. Bahır sahibi şunları söylemiştir: «Bunu izârla sargıya tahsis etmemek gerekir. Çünkü kefen-i kifâyet, kişinin hayatında kerahetsiz olarak giyebileceği en aşağı elbise ile itibar edilir. Nitekim Bedayi´de de bununla ta´lil edilmiştir.» Musannıf kadının kefen-i kifayeti hakkında «iki elbise» tabirini kullanmış; Hidâye sahibinin yaptığı gibi bunları tayin etmemiştir. Fetih sahibi bunları gömlek ve sargı diye tefsir etmiştir. Kenz´de ise bunlar îzâr ve sargı diye tayin edilmiştir. Bahır´da deniliyor ki: «Zâhir olan, yukarıda arzettiğimiz gibi tayin etmemektedir. Bunlar ya bir gömlek ile bir îzâr, yahut iki îzâr olabilir. İki îzâr olması evlâdır. Çünkü bunda, baş ve boynunu daha fazla örtmek vardır.»

«Bunun en azı bütün bedeni örtecek kadar olmaktır.» Bu sözün zâhirine bakılırsa, bütün bedenini örtecek kefen bulunmazsa böyle bir elbise başkalarından istenir. Zira bundan aşağısı, yok hükmündedir. Ve onunla mükelleflerden farz sâkıt olmaz. Velev ki avret yerlerini örtsün. Lâkin kimseye gizli değildir. Kefen-i zarurete ancak zarurette baş vurulur, Binaenaleyh onu bir şeyle kayıtlamak münasip değildir. Onun için de musannıf «ne bulunursa odur.» tabirini kullanmıştır. Evet, bütün bedeni örten kefen farz olan kefendir. Nitekim Münye şerhinde açıklanmıştır. Onunla mükelleflerden farz sâkıt olur. Ama «zaruret halinde» diye bir kayıt yoktur. Çünkü zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunurlar.

Mus´ab b. Umeyr Uhud harbinde şehit edilince üzerinde çizgili bir kumaş parçasından başka bir şey bulunmamış. Bu kumaşla başı örtülürse ayakları açıkta kalır, ayakları örtülürse başı açılırmış. Onun için Peygamber (s.a.v.) kumaşla başının örtülmesini, ayaklarının üzerine de izhir örtü atılmasını emir buyurmuştur. Meğer ki şöyle denile: Bedeni örtmeyen örtü zaruret zamanında da kâfi değildir. Kalan yerleri izhir gibi otlarla örtmek icabeder. Bundan dolayıdır ki, Zeyleî Mus´ab hadisini naklettikten sonra. «Bu gösterir ki yalnız avret yerini örtmek kâfi değildir. Şâfiî buna muhaliftir.» demiştir.

METİN

Evvela sargı, sonra onun üzerine îzâr yapılır. Ve gömleği giydirilir sonra îzârın üzerine konularak evvela sol tarafı, sonra sağ tarafı sarılır. Sonra yine böylece sargı da sarılır. Tâ ki sağ taraf solun üzerine gelsin. Kadına gömleği giydirilir. Ve saçları iki pelik halinde gömleğin üzerinde göğsüne konur. Baş örtüsü saçın üzerine, sargının altına konur. Sonra yukarıdaki gibi yapılır. Kefenin açılmamasından korkarsa düğümlenir.

Kefen hususunda hunsayı müşkil kadın gibi, ihramlıihramsız gibi, mürahik bâli´ gibidir. Bulûğa yaklaşmayan çocuk bir parça içine kefenlenirse caizdir. Düşük cenîn, ölünün bir uzvu gibi kefenlenmez, beze sarılır. Kabrinden taze çıkarılmış ve dağılmamış insan defnedilmemiş gibi defalarca kefenlenir. Dağılmışsa bir parça içine kefenlenir. Buraya kadar kefenlenen kimselerin sayısı onbir oldu. Onikinci şehittir. Bunu Müctebâ sahibi söylemiştir.

İZAH

Gömleği, cenaze bir peşkirle kurulandıktan sonra giydirilir, Nitekim yukarıda geçmişti. Musannıf, «Evvela sol tarafı sonra sağ tarafı sarılır.» diyerek îzârla sargının ayrı ayrı sarılacağına işaret etmiştir. Çünkü bu şekilde cenaze daha güzel örtülmüş olur. T.

«Sonra yukarıdaki gibi yapılır.» Yani gömlek giydirilip baş örtüsü konulduktan sonra îzârın üzerine bırakılır. Ve evvel sol tarafı sarılır ilh... Fetih sahibi diyor ki: ...«bez parçasını zikretmemiştir. Kenz şerhinde bunun açılmasınlar diye kefenlerin üzerine bağlanacağı bildirilmektedir. Genişliği kadının memeleriyle göbeğinin arası kadar olacaktır. Bazıları, yürürken kefen uyluklardan açılmasın diye bu parçanın memelerle dizler arası olacağını söylemişlerdir. Tühfe´de; bez parçası kefenlerin üzerine göğüste memelerin üzerinden bağlanır denilmiştir.» Cevhere sahibi de şunları söylemiştir: «Hucendî´nin "bez parçası kefenlerin üzerinden memelerin üstüne bağlanır.´ sözünden murad, ihtimal, sargının altı, îzâr ve gömleğin üstüdür. Anlaşılan budur. «El´İhtiyar adlı kitapta. «Evvela gömlek giydirilir Sonra. gömleğin üzerinden bez parçası bağlanır.» deniliyor. Bu ibarelerin ifade ettiği mânâ, bez parçasının genişliğinde, nereye ve ne zaman bağlanacağında ihtilaf edildiğini anlatmaktadır.

«Kefen hususunda hunsayı müşkil kadın gibidir.» Yani ihtiyaten beş parça içine kefenlenir. Zira erkek olması ihtimali karşısında fazlanın bir zararı yoktur. Nehir´de, «Şu kadar varki ipek, usfurlu ve ze´feranlı kumaşlardan ihtiyaten kaçınmalıdır.» denilmiştir.

«İhramlı ihramsız gibidir.» Yani başı örtülür. Kefenleri kokulanır. Şâfiî Rahimallah buna muhaliftir.

«Mürâhik de bâl)ğ gibidir...» (mürâhik bulûğa yaklaşan çocuktur) Erkek çocuk erkek hükmünde, kız çocuğu da kadın hükmündedir. H. Bedâyi´de şöyle denilmiştir: «Zira mürâhik hayatında âdet vecihle bâliğ kimselerin giydiği elbise ile dolaşır. Kefen hususunda da onlar gibi kefenlenir.»

«Bülûğa yaklaşmayan çocuk» erkekse bir parça kefene sarılması caizdir. Zeyleî şöyle demiştir: «Erkek çocuğu en azından bir parça kefene sarılır. Kız çocuğuna ise iki parça gerekir.» Bedâyi´de de şöyle denilmiştir: «Ölen bulûğa yaklaşmamış erkek çocuğu ise izâr ve gömlekten müteşekkil iki parça ile kefenlenmesi iyi olur. Ama bir izârla kefenlenmesi do caizdir. Kız çocuğunun ise iki parçaile kefenlenmesinde beis yoktur.»

Ben derim ki: Bedâyi sahibinin «iyi olur.» demesinde bâliğ gibi kefenlenmesinin daha iyi olacağına işaret vardır. Çünkü Hılye´de Hâniye ve Hulâsa´dan naklen bildirildiğine göre şehvet çağına gelmeyen bir çocuk hakkında yapılacak en iyi iş onu bâliğ gibi kefenlemektir. Ama bir parça ile kefenlenmesi de caizdir. Bu sözde bülûğa yaklaşmamış olmaktan murad, şehvet çağına erişmeyen olduğuna işaret vardır.

«Düşük cenin beze sarılır.» zira onun için kâmil hürmet yoktur. Ölü olarak doğanın hükmü de budur. Bedâyi.

«Düşük, ölünün bir uzvu gibidir.» Yani insanın kol ve bacaklarından biri, yahut bedeninin yarısı, uzunluğuna veya genişliğine yarılmış olarak bulunsa bir bez parçasına sarıldığı gibi bu da bez parçasına sarılır. Ancak bulunan parça ile birlikte başıda varsa o zaman kefenlenîr. Nitekim Bedâyi´de beyan edilmiş ve şöyle denilmiştir: «Kâfir de öyledir. Kâfirin müslüman bir zirahim mahremi bulunursa onu yıkar. Bir beze sararak kefenler. Çünkü sünnet vecihle kefenlenmesi kerahet kabilindedir.»

«Kabrinden taze çıkarılmış» cenaze, kefeni soyulmuş olarak bulunursa, dağılmamış olmak şartiyle hiç defnedilmemiş gibi ikinci defa üç parça kefenle kefenlenir. «Dağılmamış olmak» kayıttır. Zira dağılmışsa bir parça kefene sarılır.

«Defalarca kefenlenir.» ifadesinden murad; ikinci, üçüncü ve daha fazla defalar kabrinden çıkarılıp soyulursa taze olmak şartıyle bize göre malının aslından her defasında kefenlenir. Velev ki borçlu olsun. Ancak alacaklılar terekeden haklarını alırlarsa geri alınmaz. Malı, mirasçıları arasında taksim olunmuşsa her mirasçı nasibine göre kefene iştirak eder. Buna alacaklılarla vasiyet edilen kimseler iştirak etmezler. Zira onlar ecnebidirler. Sekebü´l-Enhur.

«Buraya kadar kefenlenen kimselerin sayısı onbir oldu.» Bunların beşi metinde zikredilmişlerdir ki onlar da erkek, kadın, hunsa, mezarından taze çıkarılan ve çürüyüp dağılan kimselerdir. Şerhde de altısı zikredilmiştir. Onlar da; ihramlı, mürâhik, mürâhik erkek, mürâhik kız, mürâhik olmayan çocuk ve düşürülen cenindir. Lâkin gördük ki mürâhik kızın hükmünü ayrıca zikretmemiştir. Biz Bedâyi´den iki kişi daha naklettik onlar da ölü doğan çocukla kâfirdi.

METİN

Kefenin Yemen kumaşından ve ketenden yapılmasında beis olmadığı gibi, kadın kefeninin ipekten, ze´feranlı ve usfurlu kumaştan yapılmasında da bir beis yoktur. Çünkü hayatta iken giyilmesi caiz olan her şeyden kefen yapılabilir. En makbulü beyaz, renklisi yahut içinde namaz kıldığı elbisedir. Malı bulunmayan kimsenin kefeni, nafakası kime vacipse ona düşer. Böyleleri birkaç kişi iseler, mirasları miktarınca kefene iştirak ederler. Zevce hakkında ihtilaf edilmiştir. Ebu Yusuf´a göre fetva, onun kefeninin, kocasına ait olduğuna göredir. Velev ki mal bırakmış olsun. Hâniye. Bahır sahibi «zâhir olan budur» diyerek bu kavli tercih etmiştir. Çünkü kefen kadının elbisesi gibidir.

İZAH

«Musannıf, «Beis yoktur.» demekle, hilâfetin daha evla olduğuna işaret etmiştir. Hilafı beyaz pamukludur. Câmiu´l-Fetva adlı eserde, «Erkeğe keten ve yün kumaştan kefen yapmak caizdir. Lâkin evla olan pamuktur.» denilmiştir. Tâciye´de dahi, «yün, kıl ve deri kullanmak mekruhtur.» denilmiş; Muhit ve diğer kitaplarda, beyaz kefenliğin müstehap olduğu bildirilmiştir. İsmail.

«Kadın kefeni» demekle musannıf erkeklerden ihtiraz etmiştir. Çünkü erkekler için za´feranlı ve usfurlu (kokulu) kefen mekruhtur. En makbul kefen beyaz renkli olandır. Bunun yenisi eskisi, yıkanmışı yıkanmamışı müsavidir. Nehir.

«Yahut içinde namaz kıldığı elbisedir.» Bu kavil Abdullah b. Mübarek´ten rivayet olunmuştur. T.

Malı olmayan kimsenin kefeni. akrabasına düşer. Malı varsa kefeni kendi malından alınır. Ve rehin, teslim alınmamış mal ve cinayet işlemiş köle gibi başkasının hakkı taalluk etmemek şartıyle sünnet miktarı kefenlik borcundan vasiyet ve mirasından önce gelir. Bahır ve Zeyleî´de böyle denilmiştir. Yukarıda beyan etmiştik ki alacaklılar mirasçıları kefen-i kifâyeden fazla kefen almaktan men edebilirler.

«Malı bulunmayan kimsenin kefeni, nafakası kime vacipse ona düşer.» Kölenin kefeni sahibine, rehin kölenin kefeni râhine, satanın elindeki satılmış kölenin kefeni satana aittir. Bahır.

«Birkaç kişi iseler mirasları miktarınca kefene iştirak ederler.» Nasıl ki nafakası da üzerlerine vacipti. Fetih. Yani nafaka da mirasa göredir. Meselâ ölenin anne bir kardeşi, bir de anne baba bir kardeşi bulunursa birincisi kefenin altıda birini verir. Kalanını ikincisi tedarik eder.

Ben derim ki: Kefeni nafaka ile itibara almanın muktezası şudur: Ölenin bir oğlu bir kızı varsa kefeni yarı yarıya tedarik ederler. Nafaka da öyledir. Çünkü asla karşı fer´a vacip olan nafakada, miras nazar-ı itibara alınmaz. Onun içindir ki o kimsenin biri müslüman diğeri kâfir iki´ oğlu bulunursa nafakası ikisine pay edilir, Yine bunun muktezası, ölenin babası ile oğlu bulunursa, nafaka gibi kefeni de oğluna düşer; babasına düşmez. Bu husustaki tafsilat inşallah bâbında verilecektir.

T E N B İ H: Mevcut olan mirasçı, kefeni kendi yalından verip hissesi miktarınca gaipten almaya niyet etse, hâkimin izniyle vermediği taktirde ondan bir şey alamaz. Hâvi´z-Zâhidi. Bundan Hayreddin Remlî şu hükmü çıkarmıştır: Bir kimsenin karısına, o kimsenin veya hâkimin izni olmaksızın başka biri kefen alsa bu yaptığı teberrudur. (ondan bir şey alamaz).

«Ebû Yusuf´a göre fetva, kefenin kocaya ait olmasınadır.» İmam Muhammed´e göre kocasına bir şey lâzım gelmez. Çünkü ölümle evlilik sona ermiştir. Bahır´da Müctebâ´dan naklen bildirildiğine göre bu meselede İmam-ı A´zam´dan rivayet yoktur. Lâkin Münye şerhinde Sirâciye şerhinden naklen, «İmam-ı A´zam´ın kavli Ebû Yusuf´un kavli gibidir.» denilmektedir.

«Velev ki mal bırakmış olsun.» bilmiş ol ki, Ebû Yusuf´un kavlini izah hususunda ulemanın ifadeleri muhteliftir. Meselâ Hâniye, Hulâsa ve Zahiriyye´de; «Mal bırakmış olsa bile kefeni kocasına aittir. Fetvâ buna göredir.» denilmiş; Muhit, Tecnis, Vâkıât ve musannıfına ait olan Mecma´ şerhinde, «Kadının malı yoksa kocasına aittir. Fetva buna göredir.» ifadesi kullanılmış; musannıfına ait Mecma´ şerhinde ise: «Kadın ölür de malı bulunmazsa kefeni zengin olan kocasına düşer.» denilmiştir. EI´Ahkâm adlı eserde Mübtega´dan naklen böyle denilmiştir. «Fetva buna göredir» cümlesi ziyade edilmiştir. Bunun muktezası, kocası fakir ise bilittifak kefenlenmesi lazım gelmemektir. Yine Ahkâm´da Uyun´dan naklen; «kadının kefeni malı varsa kendi malından, yoksa kocasının malından tedarik edilir. Kocası fakir ise beytü´l-malden verilir.» denilmektedir. Bahır sahibinin tercihi şudur: Kocası zengin olsun olmasın kadının malı bulunsun bulunmasın kefeni kocasına aittir. Çünkü kefen elbise gibidir. Kadının elbisesi mutlak olarak kocasına aittir. Bahır sahibi bu kavli Valvalciye´nin de nafakalar bahsinde sahihlediğini söylemiştir.

Ben derim ki: Valvalciye´nin ibaresi şudur «Kadın ölür: de malı bulunmazsa Ebu Yusuf kefen için kocasının mecbur edileceğini söylemiştir. Burada esas şudur: Bir kimse hayatında birisinin nafakasını vermeye mecbur edilirse ölümünden sonra da mecbur edilir. İmam Muhammed ´koca mecbur edilmez.´ demiştir. Sahih olan birinci kavildir.

T E N B İ H: Hılye sahibi diyor ki: «Hilâfın yeri, ölüm halinde kefenin vacip olmasına mâni, kadının geçimsizliği veya küçüklüğü gibi bir hal bulunmadığı suret olmak gerekir.» Bu mütalaa güzeldir. Çünkü nafakanın lazım gelmesiyle kefenin lazım gelmesi itibara alınırsa nafakayı ıskat eden şeyle kefen sâkıt olur. Sonra bilinmeli ki kocasına vacip olan, şer´an techiz ve tekfindir ki bunlar da kefen-i sünnet veya kefen-i kifâyet. buhur, yıkama ücreti, taşıma ve defin ücreti gibi şeylerdir. Zamanımızda icat edilen tehlilciler, şarkı okuyan hâfızlar ve üç gün yemek vermek gibi şeyler değildir. Bunu akıl baliğ veresenin geri kalanlarının rızası olmaksızın yapan kimse kendi malından öder.

METİN

Orada nafakası üzerine vacip olacak kimse yoksa, kefen beytü´l-maldan vacip olur. Beytü´l-mal ma´mur veya muntazam değilse o cenazeyi kefenlemek müslümanlara düşer. Onlar da buna kâdir olamazlarsa cenaze için başkalarından bir elbise isterler. Bir şey artarsa, tasadduk eden bilindiği taktirde kendisine iade edilir. Bilinmezse o parça ile böyle bir cenaze kefenlenir. O da yoksa tasadduk edilir. Müctebâ. Bu sözün zâhirine bakılırsa başkalarından yalnız kefen-i zaruret istenir. Kefen-i kifâyet istemez. Cenaze yalnız bir kişinin bulunduğu bir yerde olur da o bir kişinin birden başka elbisesi olmazsa o elbise ile kefenlenmesi lâzım gelmez. Kefen teberru edenin mülkünden çıkmaz.

Cenaze namazının sıfatı bilittifak farz-ı kifâyedir. Binaenaleyh onu inkâr eden kâfir olur. Zira icmâı inkâr etmiştir. Kınye. Defni. yıkanması ve techizi de öyledir. B´unlar da farz-ı kifâyedir.

İZAH

Beytü´l-mâlın ma´mur olmaması. içinde bir şey bulunmamasıyle; muntazam olmaması da, ma´mur fakat yerlerine, harcanmasıyle olur. T.

«Müslümanlara düşer.» ifadesinden murad, onu tanıyanlardır. Kefen farz-ı kifâyedir. Terk edilirse ölen kimseyi tanıyanların hepsi günahkar olurlar. T.

«Bilinmezse o parça ile böyle bir cenaze kefenlenir.» Bu ibare Müctebâ´da yoktur. Onu Bahır sahibiVâkıât ve Tecnis´den naklen ziyade etmiştir.

Ben derim ki: Hidâye sahibinin eseri´ olan Muhtaratü´n-Nevâzil´de. «Bir fakir ölür de halktan para toplanarak kefenlenir ve bir şey artarsa, sahibi bilindiği taktirde ona iade edilir. Sahibi bilinmezse başka bir fakirin kefenine harcanır yahut tasadduk edilir.» denilmektedir.

«Bu sözün zâhirine bakılırsa başkalarından yalnız kefen-i zaruret istenir.» Bu incelemeyi Nehir sahibi yapmıştır. Lâkin Muhtaratü´n Nevâzil´de naklettiğimiz ibareden sonra. «Halktan bir parça elbiseden başka bir şey toplanmaz.» denilmiştir. Sonra El´Ahkâm´da Umdetü´l-Müftî´den naklen gördüm ki; «Halktan bir elbiseden fazla bir şey toplamazlar.» deniliyor.

«O elbise ile kefenlenmesi lazım gelmez.» Zira kendisi ona muhtaçtır. Elbise ölenin olur da diri onun vârisi bulunursa onunla ölen kefenlenir. Çünkü kefenlenmek mirastan önce gelir. Bahır. Ancak diri, soğuk veya telef edeceğinden korkulan bir sebeple buna mecbur kalırsa o zaman dirinin hakkı tercih edilir. Meselâ ölenin suyu bulunur da orada susuzluktan muztar kalmış biri ölürse, ölüyü yıkamaya tercih edilir. Münye şerhi.

«Kefen teberru edenin mülkünden çıkmaz.» Hatta öleni yırtıcı bir hayvan parçalasa, kefeni teberru edene verilir. vârislere verilmez. Nehir. Yani vârislere hibe etmemişse demek istiyor. Nitekim Muhit´den naklen Ahkam´da böyle denilmiştir.

Musannıf burada cenaze namazının sıfatından başlayarak şartını, rüknünü, sünnetlerini, keyfiyetini ve kıldırmaya kimin daha haklı olduğunu beyan etmiştir. Kuhistani diyor ki: «Cenaze namazının vücübuna sebep, müslüman olan cenazedir.» Nitekim Hulâsa´da da böyle denilmiştir. Vakti. cenazenin getirildiği zamandır. Onun için de akşam namazının sünnetinden önce kılınır. Hızâne´de dahi böyle denilmiştir.

Bahır´da, «Namazı bozan şeyler cenaze namazını da bozar. Yalnız kadınla bir hizaya durmak müstesnadır. O bozmaz. Nasıl ki Bedâyi´de beyan olunmuştur. Mekruh zamanlarda cenaze namazı da mekruhtur. Cenaze namazında imamın abdesti bozulur da yerine başka birini geçirirse caizdir. Sahih kavil budur. Zahiriyye´de de böyledir.» denilmektedir.

Cenaze namazı bilittifak farz-ı kifâyedir Bazı ibarelerde vaciptir denilmişse de bundan maksat farzdır. Bahır. Lâkin Kuhistâni´de Nazım´dan naklen, «Cenaze namazının sünnet olduğunu söyleyenler de vardır.» denilmiştir.

Ben derim ki: Bu sözün «sünnetle sâbit olmuştur.» mânâsına te´vili mümkündür. Nasıl ki bu gibi yerlerde te´vil budur. Lâkin «bil´icmâ» diye tasrih edilmesi buna aykırıdır. Meğer ki «İcmâın senedi sünnettir.» denile. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.)in, «İyi kötü herkesin cenaze namazım kılın! » hadisi böyledir.

Allah Teâlâ hazretlerinin, «Onların cenaze namazlarını kıl!» emri, bazılarına göre farz olduğunun delilidir. Lâkin bu kavil Nehir´de de beyan edildiğine göre reddedilmiştir. Zira Bu ayetle emir edilen şeyin tasadduk edene dua ve istiğfar olduğuna müfessirlerin icmâı vardır. Şu da var ki muhakkık ulemadan Kemâl b. Hümâm Tahrir adlı eserinde cenaze namazının farz.olmasını. küçük çocuğunkıldırmasıyla sâkıt olması karşısında müşkil saymıştır. O şöyle demektedir: «Maksat fiildir demek, vücüb lafzıyle vârid olan itirazı def edemez.» Yani cenaze namazı. mükelleflere farzdır. Binaenaleyh fiilin mutlaka onlar tarafından icrası gerekir. Tahrir şârihi İbn-i Emir Hâcc «Cenaze namazının mümeyyiz küçük çocuğun kıldırmasıyle sâkıt olması Şâfiîlere göre esah olan kavildir.» demiş; sonra şunları söylemiştir: «Benim gördüğüm, mezhebimiz kitaplarında bunun nakledildiğini hatırlamıyorum. Mezhebimizin esası sâkıt olmamasıdır,» Sözün tamamı yakında gelecektir.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:42 am GMT +0200
METİN

Cenaze namazının şartı altıdır.

Birincisi; ölenin müslüman olması;

İkincisi; üzerine toprak çekilmedikçe temiz olmasıdır. Toprak çekilirse, yıkanmadan namazı kabrinin üzerine kılınır. Velev ki evvela namazı kılınmış olsun. Bu istihsânen yapılır. Kınye´de şöyle denilmektedir: «Pislikten temizlemek - elbisede, bedende, mekanda- ve avret yerini örtmek hem cenaze hem imam hakkında şarttır. İmam abdestsiz olarak imam olur da cemaat abdestli bulunurlarsa namaz .tekrarlanır. Aksi halde tekrarlanmaz. Nasıl ki bir kadın câriye imam olursa namaz tekrarlanmaz Çünkü cenaze namazı bir kişi ile (zimmetten sâkıt olur. Kalan şartlardan üçüncüsü; İmamın bâliğ olmasıdır. Teemmül et! Dördüncü şartı da cenazesinin gelmesidir. Beşinci şartı cenazeyi yere koymak; altıncısı; cenazenin veya bedeninin ekserisinin namaz kılanın önünde bulunması ve kıbleye karşı konulmasıdır.

İZAH

Bu şartlar cenazeye aittir. Namazını kılana ait şartlar, sair namazların şartlarıdır ki, bunlar da bedenin, elbisenin ve yerin temizliği gibi hakiki temizlik ile hükmî temizlik avret yerini örtmek, kıbleye karşı dönmek ve niyettir. Yalnız vakit şart değildir.

«Ölenin müslüman olması şarttır.» Velev ki anne babasından birine veya memleketine tabi olarak müslüman sayılsın. Nitekim gelecektir. Ölenden murad; diri olarak doğduktan sonra ölendir. Âsi ve bâğî, yol kesici veya şehirde zorba olmak, anne babasından birini öldürmek veya intihar etmek suretiyle ölen değildir. Bunların izahı gelecektir.

Cenaze yıkanmadan defnedilir de üzerine toprak çekilmeden hatırlanırsa kabirden çıkarılarak yıkanır ve namazı kılınır. Cevhere.

«Toprak çekilirse yıkanmadan namazı kabrinin üzerine kılınır.» Yani dağılmadığı müddetçe kılınır. Nitekim ileride musannıfın, «Namazı kılınmadan defnedilirse...» dediği yerde gelecektir. Orada Bahır sahibinin açıkladığına göre yıkanmadan namazının kılınması, İbn-i Semâa´nın İmam Muhammed´den rivayetidir. Gâyetü´l-Beyan´da Kudûrî´ye ve Tühfe sahibine nisbet edilerek ka´bri üzerine namaz kılınmayacağı sahihlenmiştir. Zira yıkanmadan cenaze namazı meşru değildir. Remlî. Bu hususta sözün tamamı ileride gelecektir.

«Velev ki evvela namazı kılınmış» da sonra yıkanmadan defnedildiğini hatırlamış olsunlar. Bu istihsânen caizdir, Çünkü bu namaz muteber değildir. İmkânı varken temizlik terk edilmiştir. Şimdiimkân da kalmamış ve yıkama farzı sâkıt olmuştur. Cevhere. Kınye´nin sözünün bir misli de Miftah´ta ve Tecri´de nisbet edilerek Müctebâ´dadır. İsmail. Lâkin Tatarhâniye´de şu satırlar vardır: «Kâdıhân´a ´cenazenin yerinin temiz olması, namazının caiz olması için şartmıdır?´ diye sorulmuş da şu cevabı vermiştir: Cenaze tabut üzerinde ise şüphesiz caizdir. Değilse bunun hakkında rivayet yoktur. Ama caiz olması gerekir. Kâdı Bedreddin de böyle cevab vermiştir.» Tahtavî´de Hızâne´den naklen şöyle deniliyor: «Kefen cenazenin necasetiyle pislenirse güçlüğü def için zarar etmez. Baştan pislenen kefen böyle değildir.» Keza cenazenin bedeni ondan çıkan necasetle pislenirse, kefenlenmeden önce pislendiği taktirde yıkanır. Sonra pislenirse yıkanmaz. Nitekim bunu gusül bâbında arzetmiştik. Şu halde Kınye´nin sözü, cenazeden çıkmayan necaset, diye kayıtlanır. Namazı imam abdestsiz, cemaat abdestli olarak kılarlarsa namaz tekrarlanır. Çünkü abdestsiz namaz sahih değildir. İmamın namazı sahih olmayınca cemaatın namazı da sahih olmaz. Bahır. «Aksi halde tekrarlanmaz.» Çünkü imamın namazı sahihtir. Velev ki cemaatın namazları sahih olmasın. «Nasıl ki bir kadın imam olursa namaz tekrarlanmaz.» Yani kadın erkeğe imam olursa kendi namazı caizdir. Velev ki erkeğin ona uyması sahih olmasın. «Veya câriye» sözü bazı nüshalardan düşmüştür.

«İmamın bâliğ olması »şartında, şârihin «teemmül et!» demesi, bu şart naklen değil, inceleme suretiyle zikredildiği içindir. İmam Usturuşunî Ahkamü´s-Sığâr adlı kitabında şunları söylemiştir: Çocuk cenaze yıkarsa caizdir. Ama cenaze namazında imam olursa caiz olmamak icabeder. Bu açıktır. Çünkü cenaze namazı farz-ı kifâyelerdendir. Çocuk farzı edâya ehil değildir. Lâkin biri cemaata selam verir de selamı çocuk alırsa bununla iş müşkilleşir.»

Ben derim ki: Bunun hâsılı şudur: Çocuğun kıldırmasıyle cenaze namazı bâliğ olanlardan sâkıt olmaz. Çünkü onların namazı, imama uyma şartı. yani «imamın bâliğ olması» bulunmadığı için sahih değildir. Çocuğun namazı haddizatında sahih olsa da farz yerine geçmez. Zira çocuk ehil değildir. Bu izaha göre çocuk yalnız başına kılsa onun fiiliyle bâliğlerden namaz sâkıt olmaz. Kadın bunun hilâfınadır. Yukarıda geçtiği vecihle o imam olsun, yalnız kılsın, namaz caizdir. Lâkin buna göre selam meselesi müşkil kalır Cenazeyi yıkamasının caiz olması da öyledir. Halbuki o da farzdır. Az yukarıda Tahrir´den naklen beyan ettik ki çocuğun cenaze namazı kılmasıyle borcun sâkıt olması müşkildir. Hatta Tahrir şârihi, «Ben bunu bir yerde göremedim.» demişti. Yine orada mezhebin usulüne göre borcun sâkıt olmaması lâzım geldiği bildiriliyordu. Lâkin EI´Ahkâm adlı kitapta Camiu´l-Fetevâ´dan naklen, selam almakta olduğu gibi, namazın da çocuğun kılmasıyle sâkıt olacağı beyan olunmuştur. Ondan sonra çocuğun bülûğa ermesi şart olduğu Siraciye´den nakledilmiştir.

Ben derim ki: İkincisini (bülûğ meselesini), imam olmak için bülûğ şarttır mânâsına hamletmek mümkündür. Binaenaleyh bu onun kılmasıyle namazın sâkıt olmasına aykırı değildir. Nitekim cenaze yıkaması ve selam alması da böyledir. Çocuğun farzı edâya ehliyeti olmaması buna aykırı değildir. Nitekim biz bunu imamlık babında musannıfın, «Erkeğin kadına uyması caiz değildir.» dediği yerde tahkik etmiştik. Oraya müracaat edebilirsin.

Cenazenin imamın önünde bulunması, bir kişi olduğuna göre zâhirdir. Cenazeler birden fazlaolurlarsa imam onlardan birinin hizasına durur. Delili, aşağıda gelecek muhayyerlik meselesidir. Teemmül et! Sonra bunu Tahtavî´de gördüm. Şöyle diyor: «Bu, imam hakkında zâhirdir. Çünkü cemaatın sıfatları bazen hizadan çıkabilir.»

METİN

Binaenaleyh gâibin, hayvan gibi bir şey üzerinde taşınmakta olanın ve namaz kılanın arkasına bırakılanın üzerine cenaze namazı kılmak sahih değildir. Çünkü cenaze bir vecihden imam gibidir. Bir vecihden değildir. Zira sabi üzerine namazı kılmak sahihtir. Peygamber (s.a.v.)in Necâşi´ye cenaze namazı kılması lügât itibariyledir. Yahut ona mahsustur Cemaat cenazenin başını ayaklarının yerine koyarlarsa namaz sahih olur. Fakat bunu kasten yaparlarsa isaet etmiş olurlar. Kıblede hata ederlerse araştırdıkları taktirde namaz sahihtir. Araştırmazlarsa sahih olmaz. Miftahü´s-Saade.

Cenaze namazının rüknü iki şeydir. Birincisi dört tekbirdir, İlk tekbir dahi şart değil rükündür. Onun içindir ki diğerlerini onun üzerine bina etmek caiz değildir. İkincisi kıyâmdır. Özürsüz, oturarak cenaze kılınamaz. Sünnetleri üçtür. Bunlar subhâneke, senâ ve duadır. Bunu Zahidî söylemiştir. Kemâl duanın rükün, ilk tekbirin şart olduğunu anlamışsa da Bahır sahibi bunu reddederek «Ulema bunun hilâfını açıklamışlardır.» demiştir.

İZAH

Şârih burada son üç şartta ihtiraz olunan şeyleri beyan ediyor. Hayvan gibi bir şey üzerinde taşınmak; meselâ cemaatın elleri üzerinde bulunmakla olur. Muhtar kavle göre bu. halde iken üzerinde namaz kılmak caiz değildir. Meğer ki bir özür buluna. Bunu İmdâd sahibi Zeyleî´den nakletmiştir. Ama bu hüküm ilk baştan eller üzerinde iken kılındığına göredir. Şayet bazı kimselerin elleri üzerinde iken namazın bazı tekbirleri alınırsa tekbire yetişemeyenler imam selam verdikten sonra onları alırlar, velev ki omuzlara kaldırılmadan eller üzerinde iken olsun. Nitekim gelecektir.

Cenaze bir vecihten imam gibidir.» Zira bu şartlar veya bazıları bulunmadıkça sahih olmaz. Bir vecihten imam gibi değildir. Çünkü çocuğun ve kadının üzerine kılınması sahihtir. Bu söz bir vecihten imam gibi olmamanın illetidir. Zira her cihetten imam olsa çocuğun ve kadının üzerine kılınması caiz olmazdı. Necâşi Habeş kıralıdır. İsmi Eshame´dir. Lügât itibarıyle duadan murad, mücerret duadır. Ama bu ihtimalden uzaktır.

«Yahut ona mahsustur.» Veya tabutu kaldırılmış da Peygamber (s.a.v.) onu huzurunda görmüştür. Bu taktirde imam önünde bulunan cenazeyi görerek, cemaat ise görmeden namazını kılmış olurlar ki bu imama uymaya mâni değildir. Fetih sahibi bu iki ihtimale söz götürmez bir şekilde istidlâl etmiştir. Ona göre müracaat edebilirsin. Bu cümleden olmak üzere şunu söylemiştir: «Rasulullah (s.a.v.)in ashabından birçok kimseler vefat etmişti. Onun nazarında bunların en kıymetlileri kurrâ denilen hâfızlardı. Kendisi cenaze namazı kılmaya son derece istekli olduğu, hatta «Sizden biriniz ölürse bana mutlaka haber verin! Çünkü cenaze namazını benim kılmam onun için rahmettir.» buyurduğu halde, bu zevata, namaz kıldığı nakledilmemiştir.»

Cenazenin başını ayaklarının yerine koysalar namaz sahih olur.» Bedâyi´de de böyle denilmiştir. Münye şerhinde Tatarhâniye´ye nisbet edilerek bu söz, «başını imamın soluna gelecek şekilde koyarlarsa» diye tefsir edilmiştir. Bu suretle cenazenin başını imamın sağ tarafına gelecek şekilde koymanın sünnet olduğu anlaşılmıştır. Nitekim şimdi bilinen de budur. Onun için Bedâyi sahibi «isâet» sözünü ta´Iil ederken; «Çünkü öteden beri nakledilegelen sünneti değiştirmişlerdir.» demiştir. EI´Hâvi´l-Kudsî´nin, «Cenazenin başı kıbleye karşı duranın sağına gelmek üzere yere konur» sözü de buna uygundur. Şu halde Rahmetî hâşiyesindeki buna aykırı beyanat söz götürür. Ona dikkat et!

«Cenaze namazının rüknü iki şeydir.» Kuhistânî´de. «cenazenin bir cüzü hizasında bulunmakta da rükün olarak gösterilmişse de öyle anlaşılıyor ki bu rükün değil, şarttır. Nitekim evvelce beyan etmiştik.

«Onun içindir ki» Yani tekbirler şart değil, rükün olduğu içindir ki diğerlerini o tekbir üzerine bina caiz değildir. Çünkü o tekbirle diğerine, de niyet ederse üç tekbir almış olur ki bu caiz değildir. Bunu Muhit´den naklen Bahır beyan etmiştir. Özürsüz oturarak cenaze namazı kılınmadığı gibi hayvan üzerinde kılınması dahi caiz olmaz. Ama bir özürden dolayı, meselâ yağmur veya çamur sebebiyle yere inmek mümkün olmazsa hayvan üzerinde kılması caiz olur. Cenazenin velîsi hasta olduğu için oturarak kılar; arkasında cemaat ayakta edâ ederlerse şeyhayna göre caizdir. İmam Muhammed, «Yalnız imamın namazı caizdir.» demiştir. Hılye.

«Cenaze namazının sünnetleri, sübhâneke, sena ve duadır.» Muhitten naklen Bahır´da da böyle denilmiştir. Şârihin «Üçtür.» demesinin muktezası, senânın sübhânekeden başka bir şey olmasını gerektirir. Halbuki aşağıda geleceği vecihle kendisi senâyı «Sübhâneke´llâhümme ve bihamdik» diye tefsir etmiştir: Bundan anlaşılır ki ikisi bir şeydir. Nitekim beyanı gelecektir. Şu halde şârihin, «Üçüncüsü Peygamber (s.a.v.)e salavattır.» demesi icabederdi. Kemâl´in anladığı mânâ hususunda Münye´nin iki şârihi (yani Burhan-ı Halebî ile İbn-i Emîr Hâcc) dahi ona tâbi olmuşlardır. Kemâl duanın rükün olduğu mânâsını anlamış, «Çünkü ulema cenaze namazının hakikatı ve ondan maksat dua olduğunu söylemişlerdir.» demiş; ilk tekbir hakkında da «zira bu tekbir ihram tekbiridir.» ifadesini kullanmıştır. Bahır sahibi bunu reddederek «ulema bunun hilâfını açıklamıştır.» demiştir.

Dua meselesi hakkında Muhit´te şöyle denilmektedir: «Dua sünnettir. Ulemanın ´Mesbûk, tekbiri atıf suretiyle duasız olarak kaza eder.´ sözleri buna delâlet eder. Tekbir meselesi, yukarıda geçeri ´Diğerini o tekbir üzerine bina caiz değildir.´ ve ulemanın ´Dört tekbir, dört rekat yerini tutar.´ sözleriyle açıklanmıştır.»

Ben derim ki: Muhit´in «dua sünnettir.» sözü hakkında Hılye´de şöyle denilmektedir: «Bu söz götürür. Zira ulema son neferlerine kadar açıklamışlardır ki cenaze namazı meyyite duadır. Çünkü ondan maksat duadır.» «Mesbûk, tekbiri atıf suretiyle duasız olarak kaza eder.» sözü hakkında Münye şerhinde, «Onun yerine bunu imam üzerine alır. Yani böylece Onun rükün olmasına aykırıdüşmez. Nasıl ki onun yerine kıraatı da üzerine alır. Bu dahi rükündür.» denilmiştir. Lâkin kıraatı üzerine alması imama uyarkendir. Namazı bitirdikten sonra mesbûk onu îfâ eder. Şöyle de denilebilir: İmamın mesbûk nâmına duayı üzerine alması, namazının sahih olması zaruretindendir. Çünkü sözümüz cenazenin kaldırılacağından korkarak tekbirleri birbirine birleştirmek suretiyle aldığına göredir.

Ben derim ki: Namazın şartları bâbında geçtiği vecihle cenaze namazı kılan kimse, Allah için namaza, meyyit için duaya niyet eder. şârih orada bunu, «Bize vacip olan budur.» diye illetlendirmiş; biz de bunu orada Zeyleî´den, Bahır ve Nehir´den nakletmiştik. Bu, Muhakkık Kemâl´in tercihini te´yid eder. Muvaffakiyet Allah´tandır. Diğerini o tekbir üzerine bina caiz olmaması, bu tekbir rekat yerine geçtiği içindir. Onun böyle olmasından her cihetle rükün olması lâzım gelmez. Zira şüphesiz bu tekbir tahrîmedir. Onunla namaza girilir. Onun için de el kaldırmak ona mahsus kalmıştır. Binaenaleyh o bir cihetle şart, bir cihetle rükündür.

METİN

Ölen her müslümanın cenaze namazını kılmak farzdır. Bundan yalnız dört kişi müstesnadır ki, onlar da bâğîlerle yol kesenlerdir. Böyleleri harpde öldürülürlerse yıkanmazlar; namazları da kılınmaz. Harpten sonra öldürülürlerse cenazeleri kılınır. Çünkü bu ya haddi şer´î (ceza) yahut kısastır. Keza çeteciler geceleyin şehirde silahla zorbalık edenler ve defalarca insan boğan kimselerdir. Bunların hükmü de bâğîler gibidir.

İZAH

Bâğîler, haksız yere hükümdara âsi olan müslüman cemaattır. Onların namazlarının kılınmaması, kendilerine ihanet ve başkalarını onların yaptığından menetmek içindir. Şârihin yıkanmayacaklarını da söylemesi, bazıları «yıkanırlar; fakat namazları kılınmaz.» dedikleri içindir. Bu, şehitlerle aralarında fark olduğunu göstermek içindir. Nitekim Zeyleî ve başkaları böyle demişlerdir. Bunun rivayeti azdır ki mezkur rivayetin zaif olduğuna işaret eder. Lâkin Dürer ve Vikâye sahipleri bunu tercih etmişler; Tatarhâniye sahibi, «Fetva buna göredir» demiştir.

«Harpten sonra öldürülürlerse cenazeleri kılınır.» Zeyleî diyor ki: «Böyleleri hükümdar kendilerine galebe çaldıktan sonra öldürülürlerse yıkanırlar; namazları da kılınır. Bu tafsilat güzeldir. Ulemanın büyükleri bununla amel etmişlerdir. Çünkü bu halde yol kesicinin öldürülmesi ya haddi şer´î yahut kısastır. Bunlardan biri ile öldürülen ise yıkanır ve namazı kılınır. Bu halde bâğînin öldürülmesi siyaset içindir. Yahut nüfuzları kırılmak için öldürülür. Bunun faidesi umuma ait olduğu için kısas yerine tutulur.».

«Yahut kısastır.» demesi, haddi düşürecek bir sebep bulunduğuna bakaraktır. Meselâ mahremi olan bir kimsenin yolunu kesmesi bu kabildendir. Bu tafsilden anlaşılır ki bunlardan biri yakalanmazdan önce veya sonra eceli ile ölse namazı kılınır. Nitekim Hılye´de bundan bahsedilmiş fakat «Ben bunu açık olarak bir yerde görmedim.» denilmiştir.

Ben derim ki: El´Ahkam´da Ebu´l-Leys´den naklen, «Bunlar harpten başka bir yerde öldürülürlerveya ölürlerse namazları kılınır.» denilmektedir ki bu husus ta açıktır.

Çeteci (diye terceme ettiğimiz usbe sözü) zulüm için kavmine yardım eden; onlar için gazaba gelen kimsedir. «asabiyete çağıran yahut asabiyet için çarpışan bizden değildir.» hadisi bu kabildendir. Dürerü´l-Bihar şerhi ile Nevâzil´de şöyle denilmiştir: «Ulemamız asabiyet için öldürülenleri bu tafsilata göre bâğîler hükmünde tutmuşlardır. EI´Mugnî adlı kitapta Dervâzekli ile Kelebâzlı da bağî hükmünde tutulmuştur. (Dervâzek ile Kelebâz iki mahalle olup, biri Buhara´da diğeri Nişâbur´dadır. Bunu Tabâkat Abdülkâdir´den Ebu´s-Suûd nakletmiştir.) Bu gibilere durup bakarken kendilerine taş veya başka bir şey isabet ederek o halde ölenler de bu hükümdedir. Oradan dağıldıktan sonra ölürlerse namazları kılınır.» Tahtavî, «Mısır´daki Sa´d ve Haram kabileleriyle Yemen ve diğer bazı memleketlerdeki Kays kabilesi de bunlar gibidir.» diyor.

Ben derim ki: Zâhire bakılırsa bu hüküm isyan ve tecavüz her iki taraftan olduğuna göredir. Bir fırka diğerine tecavüz ederde o taraf mümkün olduğu kadar kendini müdafaa ederse, müdafaacı şehit olur. Molla Miskîn şerhinde bunu te´yid eden sözler vardır. Oraya müracaat et!

«Geceleyin şehirde silahla zorbalık edenler.» dört müstesnadan üçüncüsüdür. Dürer, Bahır ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Zorba (diye terceme ettiğimiz mükâbirden murad) şehrin bir tarafına durup masum insanlara sataşan kimsedir. Zâhire bakılırsa bu söz İmam Ebû Yusuf´un kavline dayanmaktadır. Ona göre böylesi, şehirde geceleyin çıkarsa mutlak surette yol kesici; gündüzün çıkarsa silahlı olmak şartıyle yol kesicidir. Fetvada buna göredir. Nitekim inşallah bâbında görülecektir. Şehirde olmazsa bunlara yol kesici hükmü verilir. Yani henüz bir şey almadan ve öldürmeden yakalanırsa tevbe edinceye kadar hapsedilir. Malı almışsa el ve ayağı çapraz kesilir. Masum bir kimseyi öldürmüşse hadd-i şer´î olmak üzere öldürülür. Nitekim tafsilâtı, yerinde gelecektir. O kimsenin cezası ölüm olduğuna göre, namazı kılınmaz. Şu anlattıklarımızla açığa çıkmıştır ki «silahla» sözü kayıt değildir. Çünkü şehirde geceleyin bir yerde durunca silahla veya taş ve sopa gibi bir şeyle öldürmesi arasında fark yoktur. AIIah´u âlem.

Dördüncü müstesna, «defalarca insan boğan kimsedir.» Musannıf bâğîler babında bunu «şehirde olursa» diye kayıtlamıştır. Şerhle birlikte. ibaresi şöyledir: «Bir kimsenin şehirde adam boğması tekerrür ederse, yani tekrar tekrar insan boğarsa, bundan dolayı siyaseten öldürülür. Çünkü fesat peşinde koşmuştur. Böyle olan herkesin şerri. öldürmekle defedilir. Tekrar etmez de, meselâ bir defo boğarsa siyaseten öldürülmez. Zira bu ağır bir şeyle insan öldürmek gibidir ki. Ebû Hanîfe´den başkalarına göre cezası kısastır. Yani Ebû Hanîfe´ye göre burada ağır bir şeyle insan öldürmekte olduğu gibi, o kimsenin âkilesinin (akrabasının) diyet ödemesi lazım gelir.

«Bir defa boğarsa» sözünün zâhirine bakılırsa, tekrar, iki defa ile hâsıl olur. «Bunların hükmü de bâğîler gibidir.» Bahır´la Zeyleî´de de böyle denilmiştir. Yani çetecinin, zorbanın ve insan boğanın hükümleri de bâğîlerin hükmü gibidir. Onlar da yıkanmaz ve namazları kılınmaz. Dürer´deki, «Her ne kadar bâğî, yol kesici ve zorbalar yıkansalar da namazları kılınmaz.» ifadesi diğer rivayete göredir. Biz bu rivayetin tercih edildiğini yukarıda arzettik.

METİN

Kendini öldüren kimse, bu işi kasten bile yapsa, yıkanır ve namazı kılınır. Bununla fetva verilir. Velev ki günah itibariyle başkasını öldürmekten daha büyük olsun. Kemâl, Ebû Yusuf´un kavlini tercih etmiştir. Çünkü Müslim´in sahihinde «Peygamber (s.a.v.) kendini öldüren bir adamın yanına geldi de onun namazını kılmadı.» denilmektedir. Ana babasından birini öldüren kimseye bir ihanet (ve tahkir) olmak üzere cenaze namazı kılınmaz. Nehir sahibi böylesini bâğîlere katmıştır.

İZAH

«Bununla fetva verilir.» Çünkü bu adam fâsıktır. Fakat yeryüzünde fesat çıkarmak için koşmaz, velev ki kendi nefsine bâğî olsun. Şu halde sair müslüman fâsıklar gibidir. Zeyleî.

«Kemâl, Ebû Yusuf´un kavlini tercih etmiştir.» Ona göre intihar eden kimse yıkanır: namazı kılınmaz. Bunu İsmail Hızânet´ül-Fetevâ´dan nakletmiştir. Kuhistânî, Kifâye ve diğer kitaplarda, İmam Suğudî´nin, «Bence esah olan kavil namazının kılınmamasıdır. Çünkü o kimsenin tevbesi yoktur» dediği rivayet olunmuştur. Bahır sahibi diyor ki «Tashih muhteliftir. Lakin ikinci kavil hadisle te´yid edilmiştir.»

Ben derim ki: Şöyle denilebilir: Hadiste buna delalet yoktur. Zira onda Rasûlüllah (s.a.v.)in o kimse üzerine cenaze namazı kılmadığından başka bir şey yoktur. Zâhire bakılırsa başkalarını böyle bir işten menetmek için kılamamıştır. Nasıl ki borçlunun cenaze namazını da kılmamıştır. Bundan, onun namazını ashabdan da kimsenin kılmamış olması lazım gelmez. Çünkü onun namazı ile başkasının namazı bir değildir.

Teâlâ hazretleri «şüphesiz senin namazın onlar için rahatlıktır.» buyurmuştur. Sonra Münye şerhinde böylece incelendiğini gördüm. Bir de «Ona tevbe yoktur.» diye yapılan ta´lil, ehli sünnet velecmaat, kâidelerine göre müşkildir. Zira âsinin tevbesinin kabul edileceğini bildiren naslar mutlaktır. Hatta küfürden dolayı yapılan tevbe katîi surette makbuldür. Halbuki onun vebali daha büyüktür. İhtimal murad, yeis halindeki tevbedir. Nitekim âdeten yaşamayacağı bir şey yapması. meselâ anında ölüverecek şekilde yaralaması, denize yahut ateşe atması ve arkasından tevbe etmesi bu kabildendir. Ama kendini yaralar da birkaç gün sağ kalır, sonra tevbe ederek ölürse tevbesinin kesinlikle kabul edileceğini söylemek gerekir. Velev ki o fiili helâl itikad etsin. Çünkü o zaman günahtan tevbe şöyle dursun, küfürden tevbe bile makbuldür. Hatta yeis halinde âsinin tevbesinin kabul edilip edilmeyeceği hûsusundaki hilaf önce geçmişti. Sonra bilmelisin ki bütün bunlar kendini kasten öldüren hakkındadır. Hataen öldürürse namazı hifafsız kılınır. Nitekîm Kifâye ve diğer kitaplarda açıklanmıştır. Böylesinin, şehitlerle beraber sayılacağı ileride gelecektir.

«Ana babasından birini öldüren kimsenin cenaze namazı kılınmaz.» Zâhirine bakılırsa bundan maksat, hükümdar tarafından kısas olarak öldürülendir. Eceli ile ölürse namazı kılınır. Nitekim bâğîlerle benzerleri hakkında da hüküm budur. Ama bunu açık olarak bir yerde görmedim. Araştırılmalıdır!

METİN

Cenaze namazı dört tekbirle kılınır. Her tekbir bir rekat yerine geçer. Yalnız ilk tekbirde eller kaldırılır. Belh uleması her tekbirde kaldırılacağını söylemişlerdir. İlk tekbirden sonra senâ okunur. Bu. «subhânekellâhümme ve bihamdik»ten ibârettir. İkinciden sonra teşehhütte olduğu gibi Peygamber (s.a.v.)e salavat getirilir. Çünkü salavatı duadan önce okumak duanın sünnetidir.

Üçüncü tekbirden sonra ahiret umuruna dair dua okunur. Rivayet edilen duayı okumak evladır. Bu duada. islâm önce zikredilmiştir. Halbuki islâm imandır. Çünkü islâm inkiyat ve teslim olmak mânâsına gelir. Sanki sağlığında iman ve teslimiyet ile duadır. Vefat halinde ise emelden ibaret olan teslimiyet mevcut değildir.

Dördüncü tekbirden sonra dua etmeksizin cenaze ve cemaatı niyet ederek iki tarafa selam verilir. İmam, tekbirden maada her şeyi gizli okur. Bunu Zeyleî ve diğer ulema söylemişlerdir. Lakin Bedâyi´de. «Bizim zamanımızda selamı âşikâre vermekle amel olunur.» denilmiştir. Cevahiru´l-Fetevâ´da selamın birini âşikâre okuyacağı bildirilmiştir.

İZAH

Belh ulemasının sözleri, eimme-i selâsenin kavilleridir. Bu, İmam-ı A´zam´dan da birer rivayettir. Nitekim Dürerü´l-Bihâr şerhinde beyan edilmiştir. Birincisi zâhir rivayettir. Bu, Bahır´da da zikrolunmuştur. Remlî´nin yazdığı Bahır haşiyesinde, «Bundan şu mânâ çıkarılabilir ki; bir Hanefî Şâfiîye uyarsa el kaldırmakta ona tâbi olması evladır. Ama ben bunu bir yerde görmedim.» deniliyor.

Ben derim ki: Vaciptir dememiştir. Çünkü tâbi olmak ancak farz veya vacipte lazım olur. Bu el kaldırmak Şâfiîye göre vacip değildir. Gerçi Kuhistânî´nin Keydâniyye şerhinde «Rükû ve cenaze tekbirlerindeki el kaldırmada tâbi olmak câiz değildir.» denilmişse de söz götürür. Çünkü bu, cenaze tekbirlerine bakarak ictihad caiz olmayan şeylerden değildir. Biliyorsun ki bizim ulemamızdan Belhliler buna kail olmuşlardır. Biz bu makamı, namazın vacipleri bâbının sonunda izah ettik. Bayram namazlarında da bundan birşeyler arzettik,

«Senâ, Sübhâneke» okumaktan ibarettir. Dürerü´l-Bihâr şerhinde ve diğer kitaplarda senâ böyle tefsir edilmiştir. İnâye´de, «Hidâye sahibinin muradı da budur. Çünkü senâ denilince malum olan budur.» denilmiştir. Nehir´de bunun, imam Hasan tarafından Ebû Hanîfe´den rivayet edildiği bildirilmektedir. Mebsut´ta ise zâhir rivayetten naklen Allah´a hamdedileceği kayıt edilmiştir.

Ben derim ki: Zâhir rivayetin muktezası, sünnetin hangi hamd sîgasiyle olursa olsun yerine gelmesidir. Bu, mezkûr senâya da şâmildir. Çünkü onda da hamd vardır.

«Çünkü salavatı duadan önce okumak duanın sünnetidir.» Nasıl ki senâyı salavat ve duadan önce okumak ta sünnettir.

«Üçüncü tekbirden sonra ahiret umuruna dair dua okunur.» Duayı okuyan kendinin, cenazenin ve bütün müslümanların afvını diler. Dua eder ki, kendisi afv ve başkası hakkında yaptığı duası kabul olunsun. Bir de duanın sünneti, evvela kendinden başlamaktır. Teâlâ hazretleri, «Beni, annemi babamı ve evime mü´min olarak girenleri afveyle.» buyurarak duayı talim etmiştir. Cevhere´debundan sonra menkul duayı iyi bilmeyen kimsenin, «Allahümme´ğfirlenâ veliyâlideynâ» (Yarabbi bizi ve anne babalarımızı bağışla) diye dua etmesi, kendine ve müminlere afv dilemesi gerektiği ifade edilmiştir.

«Rivayet edilen duayı okumak evladır.» Rivayet edilen dualardan biri şudur:

Mânâsı şudur: «Yarabbi! Bizim dirimizi, ölümüzü, şâhidimizi, gâibimizi, küçüğümüzü, büyüğümüzü, erkeğimizi, kadınımızı afveyle! Yarabbi, bizden yaşattıklarını islâm dini üzere yaşat, öldürdüklerini de iman üzere öldür! Yarabbi! Bu meyyite mağfiret eyle! Rahmet eyle! Âfiyet ver! Afveyle! Kendisine ikramda bulun! Vardığı yeri genişlet! Onu su ile karla ve dolu ile yıka! Onu beyaz elbisenin kirden temizlendiği gibi günahlarından temizle! Kendisine evinden daha hayırlı ev, ailesinden daha hayırlı aile, eşinden daha hayırlı eş ver! Onu cennete koy, kabir ve cehennem azabından koru!»

T E N B İ H: Maksat duanın şümulüdür. Mânâ «Bütün müslümanları afvet!» demektir. Binaenaleyh «Küçüğümüzü», sözü aşağıda gelen «Çocuk için mağfiret dilenmez.» yani «onu afv et denilmez.»; ifadesine aykırı değîldir. Bunu Kuhistânî söylemiştir. Aile ve eşi daha karisiyle değiştirmekten murad: Kendilerini değil. vasıflarını değiştirmektir. Çünkü Teâla Hazretleri «Zürriyetlerini de kendilerine katacağız.» buyurmuştur. Taberânî ve diğer hadis kitaplarının rivayet ettiği bir hadiste. «Cennetteki dünya kadınları, Hûrîlerden daha üstün olacaklardır.» buyurulmuştur. Bir de bu temenni, eşi olmayan hakkındadır. Yani olmuş olsa. böyle hayırlı olmalıdır demektir. Şu da var ki, «Kadın son kocasına aittir.» hadisi sahihtir. Yani kadın nikahında iken ölen son kocasına aittir demektir. Hadis ulemasından bir cemaatın rivayet ettiği bir hadiste, «Bizden bir kadının çok defa dünyada iki kocası oluyor. Kadın ölür, kocaları da ölürler. Cennete girdiklerinde bu kadın hangisine ait olur, diye soruldukta Rasûlüllah (s.a.v.), dünyada kadın nikahında iken hangisinin ahlâkı daha güzel idi ise ona ait olur, buyurdular.» denilmiştir. Lâkin bu hadis zaiftir. Tamamı İbn-i Hacer´in Tühfe adlı eserindedir. Yukarıda geçtiği vecihle rivayet edilen duada, islâm önce zikredilmiştir.

Malumun olsun ki, İslam iki manaya gelir. Birincisi şer´i olup iman mânâsınadır. ikincisi lüğâvidir ve teslim olmak, inkıyat etmek mânâsınadır. Nitekim Nesefî´nin Umde şerhinde beyan edilmiştir. Şârihin. «Halbuki islâm imandır.» sözü islâmın şer´î mânâsına nazarandır. Şârihin sözü Sadrı´ş-Şeria´dan alınmıştır. Hâsılı islâm hayat haline mahsustur. Çünkü kelimenin her iki mânâsıyle münasip olan budur. İman ölüm haline tahsis edilmiştir. O hale münasip olan da budur. Zira iman amel değil, sadece tasdik mânâsını ifade eder. Ölüm halinde ise bundan başkası mümkün değildir.

Dua etmeksizin selam vermek zâhir mezheptir, Bazıları, «Allâhümme Rabbenâ âtinâ fiddünya haseneten» duasını bir takımları «Rabbenâ lâ tüzi´ kulûbenâ» yı okuması lâzım geldiğini söylemişlerdir. Sükut ile dua arasında muhayyer kalacağını. söyleyenler de olmuştur. Bahır.

Cenazeyi ve cemaatı niyet ederek iki tarafa selam verir.» Fetih´te böyle denilmiştir. Zeyleî, «Her iki selamla namazın sıfatı bâbında anlattığımız şekilde niyet eder. İmama niyet ettiği gibi cenazeye de niyet eder.» diyor. Bu sözden anlaşıldığına göre hafaza meleklerini dahi niyet eder. Sonra bunu açıkolarak Dürerü´l-Bihâr şerhinde gördüm. Hâniye, Zahiriyye ve Cevhere´de beyan olunduğuna göre cenazeye niyet etmez. Bahır sahibi. «Bu açıktır. Çünkü meyyit selamla muhatap değildir ki, ona da niyet etsin. O selama ehil değildir.» demiş; Nehir sahibi de onu tasdik etmiştir. Lâkin Hayreddin-i Remli şunları söylemiştir: «Bu sözü kabul edemeyiz. Kabirde yatanlara «esselamü aleyküm dâre kavmin mü´minîn» denileceğini bildiren hadisi şerif ve Peygamber (s.a.v.)in ölülere nasıl selam verileceğini .öğretmesi ileride gelecektir.»

Bedâyi sahibinin, selamı âşikâre vermek hususundaki sözüne karşı şöyle denilebilir: Zeyleî selam vermenin zikredilen külliyeye dahil olduğunu kastetmemiştir. Bedâyi´de şöyle denilmiştir: «Her tekbirden sonra okuduklarını âşikâre okumaz. Çünkü bu zikirdir. Zikirde sünnet, gizli okumaktır. Selam verirken sesini yükseltir mi yükseltmez mi meselesine dair zâhir rivayette söz yoktur. Hasan b. Ziyâd´ın söylediğine göre sesini yükseltmez. Çünkü bu. ilan içindir; buna hacet yoktur. Zira selam vermek tekbirin arkasında fasılasız meşrudur. Lâkin zamanımızda amel bunun hilafınadır.»

METİN

Cenaze namazında kıraat ve teşehhüt yoktur. İmam Şafiî ilk rekatta fâtihayı tayin etmiştir. Bize göre fatiha dua niyetiyle caizdir. Kıraat niyetiyle okuması mekruhtur. Çünkü cenaze namazında Peygamber (s.a.v.) den sâbit olmamıştır. Cenaze saflarının en hayırlısı son saftır. Bu, tevazu göstermek içindir. İmamı beş tekbir alırsa cemaat kendisine tâbi olmaz. Çünkü bu mekruhtur. Cemaat olan bekleyerek imamla birlikte selam verir. Bununla fetva verilir. Bu, doğrudan doğruya tekbiri imamdan işittiğine göredir. Tebliğciden işitirse ona tâbi olur. Ve her tekbirde iftetaha niyet eder. Bayramda da böyle yapar.

İZAH

İmam-ı Ahmed´in kavli Şâfiî´nin gibidir. Çünkü İbn-i Abbas hazretleri bir cenazenin namazını kılmış ve fâtihayı sesli okuyarak «Sünnet olduğu bilinsin diye ben bunu kasten yaptım.» demiştir. Bizim mezhebimiz Hazreti Ömer´le oğlunun, Ali ve Ebu Hureyre (r.a. hüm hazerâtı)nin kavilleridir. İmam-ı Mâlik de bizimle beraberdir. Nitekim Münye şerhinde beyan olunmuştur.

«Bize göre fâtiha dua niyetiyle caizdir.» Öyle anlaşılıyor ki, bu taktirde fâtiha senâ yerim tutar. Zira zâhir rivayete göre ilk tekbirden sonra tahmid sünnettir.

«Kıraat niyetiyle okunması mekruhtur.» Bahır´da Tecnis ve Muhit´ten naklen «Caiz değildir. Çünkü burası kıraat değil, dua yeridir.» denilmiştir. Valvalciye ile Tatarhâniye´de de böyle denilmiştir. Zâhirine bakılırsa buradaki kerahet kerahet-i tahrimiyedir. Kınye sahibinin. «Cenaze namazında fâtihayı okursa caizdir.» Yani dua niyetiyle okursa caizdir demesi. sözü başkalarının sözlerine uygun olsun diyedir. Yahut «caizdir.» sözünden, «sahihtir» manâsını kastetmiştir. Şu da var ki Kınye sahibinin sözü başkalarıyle çelişirse onun sözüyle amel edilmez. Binaenaleyh Şurunbulâlî´nin risalesinde, «Kınye sahibi cenaze namazında fâtiha okumanın caiz olduğunu nassan bildirmiştir..» demesi, açık söz götürür. Şurunbulâlî´nin ve keza Molla Aliyyü´l-Kârî´nin, «İmam-ı Şâfiî´nin hilafından çıkmak için cenaze namazında dua niyetiyle fâtihayı okumak müstehaptır.» demeleri de söz götürür. Çünkü Şafiî´ye göre fâtiha ancak Kur´an niyetiyle okunursa caiz olur. Bir kimse başkasının mezhebine riayet için fâtihayı kıraat niyetiyle okuyarak kendi mezhebine göre mekruh olanı irtikâb edemez. Nitekim izahı kitabın başında geçmişti.

«Cenaze saflarının en hayırlısı son saftır.» Kınye´de de böyle denilmiştir. Hılye sahibi Sahih-i Müslim´de Peygamber (s.a.v.)den rivayet olunan, «Erkeğin saflarının en hayırlısı birincisi, en hayırsızı da sonuncusudur.» hadisinin mutlak olan ifadesiyle istidlâl ederek bu hususta inceleme yapmıştır. Bir de tevazu göstermenin geri durmaya bağlı olmamasıyle istidlâl etmiştir.

Ben derim ki: Cevaben şöyle denilebilir: Hadis mutlak olarak namaza mahsustur. Zira hemen hatıra gelen odur. Bir de Peygamber (s.a.v.) «Bir kimsenin cenaze namazını üç saf cemaat kılarsa o kimsenin günahı afvolunur.» buyurmuştur. Bu hadisi Ebû Davud rivayet etmiş ve, «Müslim´in şartı üzere sahihtir.» demiştir. Onun için de Muhit sahibi, hasen hadistir, demiştir. Hakim dahi rivayet etmiş ve «Müslimin´in şartı üzere sahihtir.» demiştir. Onun için de Muhit sahibi, «Safların üç olması müstehaptır. Hatta cemaat yedi kişi olsa biri imamlığa geçer. Onun arkasına üç kişi, onların arkasına iki kişi, en sona bir kişi durur.» demiştir. Cenazede dahi ilk saf efdal olmuş olsa bunların hepsini bir saf yapmak efdal olur; bir kişinin yalnız başına durması mekruh sayılırdı. Nitekim başka namazlarda mekruhtur. Benim anladığım budur.

«Çünkü bu mensuhtur.» Rasûlüllah (s.a.v.)in fiili hususunda rivayetler muhteliftir. Cenaze namazında beş tekbir aldığı rivayet edildiği gibi, yedi, dokuz ve daha ziyade tekbir aldığı da rivayet olunmuştur. şu kadar var ki, son fiili dört tekbir olmuştur. Binaenaleyh bu evvelkileri neshetmiştir. Bunu Halebî İmdâd´tan nakletmiştir. Zeyleî´de, «Peygamber (s.a.v.) Necâşî´nin cenaze namazını kıldığı vakit dört tekbir almış ve bir daha vefatına kadar buna devam etmiştir. Böylece öncekiler neshedilmiştir.» deniliyor. T.

«Bununla fetva verilir.» Fethü´l-Kadir sahibi bunu tercih etmiş ve şunları söylemiştir: «Tekbirleri aldıktan sonra namazın hürmetinde kalmak mutlak surette hata değildir. Hata yalnız beşinci tekbirde imama tâbi olmaktadır.» Bahır. İmam-ı A´zam´dan bir rivayete göre hemen selam verir; muhalefeti tahakkuk ettirmek için beklemez. T.

«Ve her tekbirde iftetaha niyet eder.» Zira caiz ki imamın iftetah tekbiri o anda olur da, tebliğ eden müezzin hata etmiştir. Bunu Bahır sahibi el´ Mecmaa´l-Melekî şerhinden «ulema demişlerdir.» ifadesiyle. bayram namazı bâbında ise «denilmiştir.» tabiri ile nakletmiştir ki, her iki sîga zaiflik bildirmektedir. Nasıl zaif olmasın. bu sözün anlaşılır bir tarafı yoktur. Çünkü murad. dördüncü tekbirden fazla olanla iftetaha niyet etmesi olsa ki hatıra gelen budur. ondan sonra başka üç tekbir daha alması lazım gelir. Zira iftetah niyeti, müezzinin hata etmesi ihtimalinden dolayı namazını sahih kılmak içindir. Namazın sahih olması ancak o tekbirden sonra üç tekbir almakta olur. Çünkü bu tekbirler rükündür. Böyle olmasa niyeti hükümsüz kalır. Ve tekbirlerin alınmaması vacip olurdu. Murad bütün tekbirler olsa, müezzinin dörtten ziyade aldığını nereden bilecektir ki hepsiyle iftetaha niyet etsin! Zira hata ihtimali ancak ziyade vakitte meydana çıkar.

METİN

Cenaze namazında çocuk, deli ve bunak için mağfiret dilenmez. Çünkü bunlar mükellef değillerdir. Belki bâliğlerin duasından sonra «Allâhümme´c´alhü lenâ feretan» «Yârabbi, bunu bize öncü yap!» (yanı bize su hazırlamak için havz-ı kevsere bizden önce varsın!» diye dua edilir. Hayırda öne geçeceği için bu aynı zamanda çocuğa da dua olur. Bâhusus ulema «Çocuğun hasenatı kendinindir; anne babasının değildir. Onlara öğretme sevabı vardır.» demişlerdir. «Vec´alhü zühran ve şâfian müşeffean» yani «onu bize, zahîre ve şefaatı makbul olan bir şafaatçı yap!» cümleleriyle dua tamam olur.

İZAH

Deli ile bunağa mağfiret istenmemesi, asıldan bu hallere müptelâ olduklarına göredir. Yoksa bülûğdan sonra ârız olan delilik ve bunaklık geçmiş günahları iskat etmezler. Nitekim Münye şerhinde beyan olunmuştur.

«Bâliğlerin duasından sonra» ifadesinin yerine bazı Dürer nüshalarında «Bâliğlerin duasına bedel bu dua okunur.» denilmiştir. Allâme Nuh efendi «bâliğlerin duasından sonra» diye yazılı nüshanın üzerine «Bu, meşhûr kitaplarda beyan edilene muhaliftir. Çocuk için mağfiret dilenmez, sözünü de nakseder. Onun için bazıları bunun bedel kelimesinden doğma bir hata olduğunu söylemişlerdir.» diye yazmıştır. Şeyh İsmâil bir hayli söz ettikten sonra şunları söylemiştir: «Hâsılı, mezhebimizin metinlerinin. fetva kitaplarının ve Gurerü´l-Ezkâr´ın acık ifadesinin iktizasınca, küçük çocuk hakkında ´Allâhümme´c´alhü lenâ feratan ilh...´ duâsını okumakla yetinmelidir.»

Ben derim ki: Bu sözü hâsılı da bâliğlere ait dualardan hiçbir şey okumayıp bu kadarcığı ile yetinmektir. Filhakika Hılye´de Bedâyi, Muhit ve Kadıhân´ın Cami´ şerhinden alınarak bu hususta hemen hemen açık sözler nakledilmiştir. Ona müracaat edebilirsin!

Bununla anlaşılıyor ki, Münye şerhindeki «Bu duayı "Ve men teveffeytehü minnâ feteveffehu ale´l İmân" cümlesinden sonra okur.» ifadesi, Dürer´in «bâliğlerin duasından sonra« yazılı nüshasına göredir. Bunu tedebbür eyle! Yukarıda geçen bâliğlerin duasındaki «ve sağîrinâ ve kebîrinâ» «küçüğümüzü büyüğümüzü« ifadesi, ulemanın «Çocuk için mağfiret dilenmez.» sözlerine aykırı değildir. Nitekim yukarıda arz ettik. El´-Muğrib adlı lügat kitabında ´feratan´ önceden gönderilen ecir mânâsına geldiği, bu kelimenin asıl itibarıyla suya gidenlerin önünden gidip onlara su hazırlayan hakkında kullanıldığı bildirilmiştir. «Ene feratuküm ale´l havz» ben havzı kevsere sizden önce varacağım; hadisi bu cümledendir. şârih asıl olan bu ikinci mânâ ile yetinmiştir. Çünkü Bahır´da, «Burada bu mânâ daha münasiptir, Tâ ki, onu bize ecir yap, cümlesiyle birlikte tekrar olmasın.» denilmiştir. Tahtavî diyor ki: «Nehir ve diğer kitaplarda ferata öncü mânâsına tefsir edilmiştir ki, ahirette anne babasının yerlerini hazırlayan öncü demektir.

Bu aynı zamanda çocuğa da dua olur.» Yani anne babasına ve namazını kılanlara dua olduğu gibi çocuğa da duadır. Çünkü o çocuk hayırda öncü olmazsa susuzluğu gidermek için su, yahut annebabasına o bekâ âleminde yer hazırlayamaz. Bu söz, bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Bu dua diriler içindir. Onun cenazeye bir faydası yoktur. T.

«Ulema, ´çocuğun hasenatı kendinindir.´ demişlerdir.» Yani hayır hasenatının sevabı kendinin olunca, çocuk sevap ve cezaya ehil demektir. Binaenaleyh bu duanın onun için de olması münasiptir. Tâ ki kıyamet gününde ondan istifade etsin. Hidâye, Kâfi, Kenz ve diğer kitaplarda, «Vec´alhü lenâ ecran vec´alhü lenâ zuhran» «Yârabbi onu bize ecir, onu bize zahîre yap! diye dua edileceği yazılmıştır. Dürer ve Vikâye´de ise kitabımızdâki gibidir.

T E T İ M M E: Bazı kitaplarda şöyle dua edileceği bildirilmiştir: «Allâhümme´c´alhü livâlideyhi feretan ve selefen ve zühran ve ızaten ve i´tibâren ve şefîan ve ecran. Ve sekkıl bihi mevâzînehümâ ve frugi´s sabre alâ kulûbihimâ velâ teftinhümâ ba´de vagfirlenâ veleh.» T.

«Yarabbî, Bunu anne babasına öncü ve peşin hayır, zahîre, vaaz, ibret, şefaatçı ve ecir yap! Onunla anne babasının mizânlarını ağırlaştır; kalblerine sabır ver! Bundan sonra onları ibtilâ etme! Bizi de onu da afveyle!» T.

Ben derim ki: Bunu Şâfiîlerin kitaplarında gördüm. Yalnız «vağfirlenâ velehu» yerine «velâ tüharrimhümâ ecrehu» «Anne babasını bunun ecrinden mahrum etme!» denilmiş. Bu daha iyidir. Zira yukarıda çocuğa afv istenmeyeceği geçmişti. Münye şerhinde şöyle deniliyor: «Müfid´de beyan edildiğine göre cenaze namazını kılan kimse çocuğun anne babasına dua eder. Bazıları, «Allahümme seggıl bihi mevazînehümâ ve e´zım bihi ecrahüma vela teftihüma ba´dehü. Allahümmecalhü fî kefaleti ibrahime ve elhıghü bi salihilmü´minin» duasını okur demişlerdir.»

METİN

İmamın mutlak surette cenazenin göğsü hizasında durması menduptur. Yani erkekle kadın arasında fark yapmaz. Çünkü göğsü imanın yeridir. Şefaat imandan dolayı yapılır. Namazın bazı tekbirlerine yetişemeyen mesbûk hemen tekbir almayıp imamla beraber tekbir almak için onun tekbir almasını bekler. Onun imamla beraber aldığı bir tekbir, iftetah tekbiridir. Zira yukarıda geçtiği vecihle her tekbir bir rekat gibidir. Mesbûk. yetişemediğini kazâdan başlamaz. İmam Ebû Yusuf, «Geldiği gibi tekbir alır.» demiştir. Nitekim tahrime halinde oraya gelen kimse beklemeyip bilittifak tahrime için tekbir alır. Zira müdrik gibidir, Sonra her ikisi namaz bitince cenazenin omuzlara kaldırılacağından korkarlarsa dua etmeksizin yetişemedikleri tekbirleri ardı ardınca alırlar. "

İZAH

Burada mendup olan, imamın cenazenin göğsüne yakın durmasıdır. Yoksa meyyitin bir cüzünün hizasında durmak mutlaka lâzımdır. Bunu Tühfe´den naklen Kuhistânî söylemiştir. Öyle anlaşılıyor ki bu, imam hakkındadır. Ve cenaze bir olduğu zamandır. Cenazeler müteaddit olurlarsa imam yalnız bir tanesinin göğsü hizasında durur. Meyyit´ten uzaklaşmaz. Nitekim Nehir´de böyle denilmiştir. T.

«Erkekle kadın arasında fark yapmaz.» ifadesi, küçük oğlanla kız aradaki iftetah tekbirinin bir rekat yerine geçtiği bildirilmiştir. Bu tekbirle ise, erkeğin başında, kadının ayak ucunda durur. «Şefaatimandan dolayı yapılır.» Yani namazını kılan kimse cenazeye imanından dolayı şefatçıdır, Binaenaleyh imanın bulunduğu bir hizasında durması münasiptir.

«Bazı tekbirlerine yetişemeyen» ifadesi, azına çoğuna şâmildir. T. Hiçbirine yetişemeyenin hükmü ise ileride gelecektir. Cenazenin bazı tekbirlerine yetişemeyen kimse hemen tekbir alıvermez; imamın tekbirini bekler. Şayet beklemez de gelir gelmez tekbir alırsa tarafeyne göre namazı bozulmaz. Lâkin eda ettiği kısım muteber değildir. Hulâsa´da böyle denilmiştir. Bahır. Bu sözün bir misli de Fetîh´tedir. Eda ettiğinin muteber olmaması. bu namaza başlamış sayılmaz demektir. O zaman aldığı tekbir de fâsid olur. Halbuki Kınye´de başlamış sayıldığı yazılmıştır. Buna göre eda ettiği kısım muteber olur. Ben bunu açıkca beyan eden görmedim. Sen bunu tedebbür eyle! Nehir.

Hamavî, Kenz şerhinde buna şöyle cevap vermiştir: «Muteber olmamasından, başlamış olmaması lâzım gelmediği gibi; başlamasının muteber olmasından da, eda ettiğinin muteber olması lazım gelmez görmüyormusun, imama secdede yetişenin namazı girişi sahihtir. Bununla beraber imamla eda ettiği secdesi muteber değildir. Yetişemediğini, kazaya kalktığı vakit onu tekrarlaması icabeder. Binaenaleyh Hulâsa ile Kınye´nin ifadeleri arasında muhalefet yoktur.» Lâkin mezkur eserde bude şâmildir. Bunu Tahtavî Ebu´s-Suud´dan nakletmiştir. Şâfiî (r.a.)ye göre namaza girdiği sahih olursa itibara alınması tazım gelir. Ancak şöyle denilebilir: Bu tekbir yukarıda geçtiği vecihle iki şeye benzer. Şart olması cihetinden onunla namaza girmenin sahih olduğunu kabul ederiz. Ama rekata benzemesi cihetinden sayıyı tamamlamak hususunda onu itibara almayız,. Onun için de «Bu tekbirle namaza girmesi sahihtir; fakat imam selam verdikten sonra onu tekrarlar.» diyoruz. Allha´u âlem.

Mesbûk, işe yetişemediğini kazadan başlamaz.» Bu söz ta´lilin tamamıdır. Yani tekbir alır da beklemezse, namaz bitmeden yetişemediği yeri kazaya başlayan mesbûk gibi olur. T. İmam Ebû Yusuf. «Geldiği gibi tekbir alır.» demiştir. Nihâye sahibi diyor ki: «Mesele onun kavline göre şöyle izah edilir: İmam iftetah tekbirini aldıktan sonra gelen adam. iftetah için tekbir alır. İmam ikinci tekbiri alınca o tekbirde imama tâbi olur. Böylece mesbûk sayılmaz. Tarafeyne göre ise geldiği gibi iftetah tekbirini almaz. İmamın ikinci tekbiri almasını bekler ve onunla birlikte tekbir alır. Bu tekbir, .o adam hakkında iftetah tekbiridir. Ve adam bir tekbire yetişememiştir. İmam selam verdikten. sonra onu kaza eyler.»

«Nitekim tahrime halinde oraya gelen kimse beklemeyip bilittifak tahrime için tekbir alır.» Musannıf bu teşbihle, oraya gelen kimse hakkında meselesinin ittifâkı olduğunu anlatmıştır. Onun için de «Gelen kimse bilittifak tekbir alır.» demiştir. Gelenden murad, imamın tahrimesi zamanında onun namazına girebilecek bir yerde bulunmasıdır. Nitekim Müçtebâ´dan naklen ileride gelecektir. Yani Hindiye´de de Kâdıhân´ın Cami´ şerhinden naklen beyan edildiği gibi, namaz için hazır olmasıdır. İmamla beraber olur da gâfil davranarak onunla birlikte tekbir almaz; yahut henüz niyetle meşgul iken tekbiri geciktirirse, imamın ikinci tekbirini beklemeyip tekbirini alır. Bu bilittifaktır. Çünkü hazır olunca iştirak etmiş gibi sayılır.

«Tahrime halinde» ifadesinin mefhumu şudur: Tahrimeye yetişemeyip, meselâ ikinci tekbirde yetişirse o tekbire yetişmiş sayılmaz. Belki üçüncü tekbiri beklerse. tarafeyne göre iki tekbire yetişememiş sayılır. Lâkin zâhire bakılırsa «tahrime» sözü bir kayıt değildir. Zira ileride göreceğiz ki o adam orada iken imam dört tekbiri alırsa, adam onlara yetişmiş sayılır. Bunu, Kâdıhân´dan yukarıda naklettiğimiz talil ile. onun akabinde gelen Fetih´in sözleri de te´yid eder.

«Zira Müdrik gibidir.» Fethü´l-Kadir sahibi diyor ki: «Bu söz hakikaten müdrik olmadığını, tekbirde oraya geldiği için güçlüğü defetmek üzere müdrik itibar edildiğini anlatmaktadır. Çünkü bir rekatta yetişmenin hakikatı, onu imamla birlikte kılmakla olur. Tekbirde beraberlik şart koşulursa, iş cidden dara düşer. Zira ekseriyetle niyet biraz imamın niyetinden sonraya geçilir. Ama orada bulunduğu için müdrik (yani imama yetişmiş) sâyılır.

«Sonra her ikisi» yani mesbûk ve yetişen cenazenin omuzlara kaldırılacağından korkarlarsa dua etmeden arka arkaya tekbir alarak yetişemediklerini kaza ederler. Şârihin «yetişemediklerini kaza ederler.» sözü pek acık değildir. Çünkü «gelen»den murad, tahrime halinde yetişendir. Tahrimeyi yapınca onun yetişemediği bir şey kalmamıştır. Meğer ki bir tekbirden fazlaya yetişip te bir tekbir aldığı kastedile. Bu taktirde selamdan sonra o tekbiri alır. Şârih lâhıktan ihtiraz etmiştir. Meselâ imamla beraber ilk tekbiri alır da ikinci ve üçüncüyü almazsa evvela bunları alır; sonra dördüncü tekbiri imamla birlikte alır. Nitekim Hılye ve Nehir´de de böyle denilmiştir. Şu da var ki Nuru´l-İzah´ta ve şerhinde beyan edildiğine göre, mesbûk işiterek imamının dua okuduğunu bilirse ona muvafakat eder. Bilmezse ne yapacağı beyan edilmemiştir. Uymayı bilmekle kayıtladığına göre, meselâ ikinci veya üçüncü tekbirde mi olduğunu bilmezse, evvela senâyı sonra salavatı sonra duayı tertip üzere okur.

«Omuzlar üzerine kaldırılacağından korkarlarsa». İfadesinin mefhumu şudur: Eller üzerine kaldırılır da omuzlara konmazsa tekbiri kesmez. Bilakis alır. İmam Muhammed´den nakledilen zâhir rivayet budur. Diğer bir rivayette, yere daha yakın ise tekbir alır; değilse almaz. Mirâc. Bu ifadenin bir misli de Bezzâziye ile Fetih´tedir. Bahır´ın Zahîriyye´den naklettiği ibarede «Cenaze eller üzerinde taşınırda omuzlara konmazsa zâhir rivayete göre tekbir almaz.» denilmiştir. Lâkın Şurunbulâliye Sahibi, «Bezzaziye´nin söylediklerine itimat etmek gerekir. İleride gelecek olan «cenaze cemaatın elleri üzerinde ise caiz değildir.» sözü buna göre muhalif değildir. Çünkü iptidâda caiz olmayan bir şey sonunda caiz görülebilir.» diyor.

METİN

Müctebâ´daki «Müdrik bütün tekbirleri derhal alır.» sözü şâzzdır. Nehir. Mesbûk, imamın dördüncü tekbirinden sonra gelirse namaza yetişememiş sayılır. Çünkü imamın tekbirine girmesine imkan kalmamıştır. İmam Ebu Yusuf´a göre girer. Zira tahrime bâkidir. İmam selam verdiği vakit üç tekbir alır. Nasıl ki imama yetişende de hüküm budur. Fetva bunun üzerinedir. Bunu Halebî ve başkaları söylemişlerdir.

İZAH

Müdrikten murad, namaza yetişendir. Bu da vakit namazına yetişen mesabesinde olduğu için ona müdrik demiştir. Müctebâ´nın ibaresi şöyledir: «İmamın namazına girmek caiz olacak şekilde ayakta duran bir adam imam ilk tekbiri aldığında onunla beraber tekbir almazsa imam ikinci tekbiri almadıkça tekbir alır. imam ikinci tekbiri alırsa onunla birlikte alır. Ve birinci tekbiri o anda kaza eder. Keza ikinci üçüncü ve dördüncüde tekbir almazsa hüküm yine böyledir. Yapamadıklarını derhal kaza eder.» Bu ibare şâzzdır. Çünkü birçok ulemanın nassan beyan ettiği «İmam selam verdikten sonra kaza eder.» sözüne aykırıdır; Bunu Nehir sahibi söylemiştir.

«Mesbuk, imamın dördüncü tekbirinden sonra gelirse namaza yetişememiş sayılır.» Tarafeyn ile Ebû Yusuf arasındaki hilafın semeresi bu meseledir. Nitekim Nehir´de beyan edilmiştir.

«Çünkü imamın tekbirine girmesine imkan kalmamıştır.» Yukarıda geçmişti ki mesbûk, imamla birlikte tekbir almak için onu bekler. Dördüncü tekbirden sonra imamın alacak tekbiri kalmamıştır ki tâbi olmak için onu beklesin. Dürer sahibi şöyle söylemiştir: «Tarafeyne göre bu babta asıl olan şudur: İmama uyan kimse imamın tekbirine dahil olur. İmam Dördüncü tekbirden ayrıldıktan sonra artık girmesi imkansız olur. Ebu Yusuf´a göre ise tahrime bâki olduğu müddetçe namaza girer. Bedâyi´de de böyle denilmiştir.

«Nasıl imama yetişende de hüküm budur.» Yani ya sadece dördüncü tekbirde yahut bütün tekbirlerde imama yetişip de onunla beraber tekbir almayanın hükmü de böyledir. Şârih Bedâyi´ sahibine uyarak, bu teşbihle imama yetişen meselesinin ittifâkî olduğuna işaret etmiştir. Bunun söz götürdüğü ileride gelecektir.

«Fetva bunun üzerinedir.» Yani musannıfın metinde tercih ettiği kavlin hilafına olarak, mesbûk meselesinde fetva Ebû Yusuf´un kavline göredir. Bunu Halebî ve başkaları söylemişlerdir. Halebî´nin Münye şerhindeki ibaresi, şöyledir: «Eğer imam dördüncü tekbiri aldıktan sonra gelirse, tarafeyne göre namaza yetişememiştir. Ebu Yusuf´a göre ise tekbir alır. İmam selam verdikten sonra üç tekbiri kaza eder. Muhit´te fetvanın buna göre olduğu bildirilmiştir.»

Ben derim ki: Fetevâ-ı Hindiye´de dahi Muzmerat´tan naklen bu kavlin esah olduğu zikredilmiş; «Fetva bunun üzerinedir.» denilmiştir. Lâkin musannıfın metinde söylediğini Bedâyi sahibi «sahihtir.» diye açıklamıştır. Bu sözün bir misli de Dürer, Makdisi Şerhi ve Nuru´l-izâh´tadır. Evet, İmdâd´ta Tecnis ile Valvalciye´den nakledildiğine göre bu kavil Ebû Hanife´den bir rivayettir. Ebu Yusuf´a göre o kimse namaza girer. Fetva da buna göredir. İmdâd sahibi, «Demek ki sahih kabul edilen kavli (bir değil) muhteliftir.» demiştir.

T E N B İ H: Bütün bunlar mesbûk hakkındadır. Dördüncü tekbirde yetişen ise namaza girer. Şârih Bedâyi´ sahibinin yaptığı gibi bunun bilittifak böyle olduğuna işaret etmiştir. Nehir sahibi de bunu açıklamıştır. Yukarıda naklettiğimiz Müctebâ ibaresinin zâhiri de budur. Lâkin Bahır´da, Muhit´ten naklen şöyle denilmektedir: «O adam gelmişken imam dört tekbir alırsa, imam selam vermedikçe o adam tekbir alır; ve üç tekbiri kaza eder. Bu kavil Ebû Yusuf´undur. Fetva da ona göredir. İmam Hasan bu adamın tekbir almayacağını namaza yetişememiş olduğunu rivayet etmiştir.»

Ben derim ki: Lâkin ekseriyetle ulemanın ibarelerinden anlaşılan şudur ki, yetişen kimse hakkında namazın elden kaçmamış olması, Ebû Yusuf´la tarafeyn arasında ittifaklıdır. Namazın elden kaçması, İmam Hasan´ın Ebû Hanife´den rivayetidir. Fetva, elden kaçmadığına verilmiştir. Ulemanın yukarıda geçen takrirlerine münasip olan budur. Bu, Ebû Yusuf´un kavline göre zâhirdir. Çünkü ona göre mesbûk, namazı kaçırmış değildir. Yetişenin kaçırması ise evleviyette kalır.

Tarafeynin kavline gelince: Hidâye ve diğer kitaplarda açıklanmıştır ki, oralara göre yetişen kimse müdrik hükmündedir. Bu adam da dördüncü tekbir vaktinde yetişmiştir. Binaenaleyh imam selam vermeden onu alır. Diğer üç tek birin yeri geçtiği için onları kaza eder. Şu halde Muhit´in, «Bu kavil Ebû Yusuf´undur.» sözünden, tarafeynin kavli bunun hilafına olması lazım gelmez. Bilakis onların kavli de Ebû Yusuf´un kavli gibidir. Buna delil. Ebû Yusuf´un kavlini yalnız Hasan´ın rivayeti ile karşılaştırmasıdır. Aksi taktirde münasibi, onu tarafeynin, kavliyle karşılaştırmak idi. Onun için bu kavil Hâniye, Valvalciye ve Gâyetü´l-Beyân´da Ebu Yusuf´a nisbet edilmemiştir. Bu zevat onu mutlak bırakmış; ve Hasan´ın rivayeti ile karşılaştırmışlardır. Hatta bundan sonra Gayetü´l-Beyân´da «Ebu Yusuf´tan bir rivayete göre imamla birlikte namaza dahil olur.» ibaresi ziyade edilmiştir ki, bu söz Ebu Yusuf´un kavlinin de tarafeynin kavli gibi olduğunu; muhalefetin yalnız İmam Hasan´ın rivayetinde zikredildiğini gösterir.

T E N B İ H: Bahır sahibi, Muhit´in yukarıda geçen ibaresini nakletmiş, sonra şunları söylemiştir: «Hakâik´taki «fetva Ebu Yusuf´un kavline göredir» sözü, ancak namaza yetişen hakkındadır. Mesbûk hakkında değildir. Şöyle denilebilir: O adam yetişir de imam iki veya üç tekbir alıncaya kadar tekbir almazsa şüphesiz mesbûk olur. Bir şey yapmadan orada bulunması, kendisini müdrik yapmaz. Binaenaleyh mesbûk meselesi gibi olması gerekir. Ve yetişenle yetişemeyen arasında fark, sadece ilk tekbirde olmalıdır. Nitekim bu açıktır.»

Ben derim ki: Hakâik´in sözü, mesbûk meselesine hamledilmiştir. Zira yukarıda gördük ki bu meselede muhalif Ebû Yusuf´tur; fetva da onun kavline göredir. Namaza yetişen meselesi. bildiğin gibi ittifâkidir. Bahır sahibinin «şöyle denilebilir» diyerek anlattığının hâsılı şudur: Namaza yetişen kimse meselesi, ancak ilk tekbire yetişip imam ikinci tekbiri almadan onu alanla tahakkuk eder. Biraz gecikir de imam ikinci veya üçüncü tekbiri alırsa o kimse yetişmiş değil mesbûktur. Bu ibare açık olarak söz götürür. Çünkü o kimse yetişir de imam, meselâ iki tekbir alırsa, ikinciye yetişmiş sayılır. İmam üçüncü tekbiri almadan o tekbiri almaya hakkı vardır. Birinci tekbirle mesbûk olur. Onu da imam selam verdikten sonra alır. Şu halde o tekbirde mesbûk olması, diğer tekbirlere yetişmiş olmasına aykırı değildir. Bahır´da Vâkıat´tan nakledilen şu ibare de bunu gösterir: «Namaza yetişen kimse, imam iki tekbir alıncaya kadar tekbir almazsa, ikinci tekbiri alır; birinciyi imam selam vermeden almaz. Zira birincinin yeri geçmiştir. O kaza edilir. Mesbûk kimse, imam namazını bitirmeden kaza ile meşgul olamaz.» O adamı bak nasıl hem yetişmiş hem mesbûk saymıştır! Çünkü yalnız mesbûk olsa, ikinci tekbiri almaya hakkı olmaz; imamın üçüncü tekbirini beklerdi. Bu makamın izahını ganimet bil!

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:43 am GMT +0200
METİN

Birkaç cenaze bir oraya gelirse herbirinin namazını ayrı ayrı kılmak, toptan kılmaktan daha iyidir. Efdal olanın namazını önce kılmak efdaldir. Ama toptan kılmak ta caizdir. Sonra imam isterse bütün cenazeleri bir saf yaparak efdal olanın hizasına durum. İsterse onları birbiri arkasına kıbleye doğru bir saf yapar. Her birinin göğsü hizasına durmak için, her cenazenin göğsü imamın karşısına gelecek şekilde dizer. Basamak şeklinde dizerse dahi iyi olur. Çünkü maksat yerine gelir. Hayatlarında imamın arkasında durdukları mâlûm tertibe riayet eder. Ve en fazîletli erkek cenazeyi kendisine yakın bulundurur. Ondan sonra derece derece diğer erkeğin cenazeleri. sonra çocukları, sonra hünsâları, sonra bâliğ kadınları, sonra büluğa yaklaşmış kızları sıraya dizer. Hür olan çocuk köleden önce, köle de kadından önce gelir. Fakat zaruretten dolayı bir kabre defnedilirlerse, tertipleri bunun aksine olur. Ve en fazîletli erkek kıble tarafına konur. Fetih.

İZAH

Her cenaze namazını ayrı kılmak toptan kılmaktan daha iyidir. Çünkü toptan kılmanın caiz olup olmadığı ihtilaflıdır. Kınye.

«Efdal olanın namazını önce kılmak efdaldir.» Yani evvelâ en fazîletli cenazenin namazı kılınır. Daha sonra fazîletçe onu takip edenin cenaze namazına geçilir. İmdâd adlı eserde bu tertip «daha önce getirilmemişse» diye kayıtlanmıştır. Yani daha evvel getirilmişse fazîletçe aşağı bile olsa onun namazı kılınır. Tertibin beyanı ileride gelecektir. Toptan kılmaktan murad, hepsine bir namaz kılmaktır. Bir saftan murad da, namaz safdır. Hayatta iken namaza durdukları şekilde dizilirler. Bedâyi.

«isterse onları birbiri arkasına kıbleye doğru bir saf yapar.» Bedâyi´de imamın bu iki şekil arasına muhayyer olduğu bildirilmiştir. Bundan sonra Bedâyi sahibi şunları söylemiştir: «Zâhir rivayetin cevabı budur.» Esâs kitaplardan başkalarında, Ebû Hanîfe´den ikinci şeklin´ daha iyi olduğu rivayet edilmiştir. Çünkü .sünnet, imamın cenazenin hizasına durmasıdır. Bu ise birinci değil ikinci şekilde olur.» Basamak şeklinde dizmek, ikinci cenazenin başını birincinin omuzlarına getirmekle yapılır. Bedâyi. «Çünkü maksat yerine gelir.» Maksat namazlarının kılınmasıdır. Dürer.

«Ve en fazîletli erkek cenazeyi kendisine yakın bulundurur.» Bu, kıbleye doğru uzunluğuna bir saf yaptığına göredir. Namaz safı gibi genişliğine saf yaparsa, öne geçtiği en fazîletli cenazenin hizasına durur. Bu izahat, fazîletçe birbirlerinden farklı olduklarına göredir. Fazilette müsâvî olurlarsa en yaşlılarını öne alır. Nitekim Hılye´de beyan edilmiştir. Bahır´da, Fetih´ten naklen, «İki erkek cenazede yaşça. Kur´an´ca ve ilimce büyük olanı öne geçirir. Nasıl ki Peygamber (s.a.v.) Uhud şehitlerinde böyle yapmıştır». deniliyor.

«Hür olan çocuk köleden önce gelir.» Velev ki bâliğ olsun. Nitekim Zâhiriye´den naklen Bahır´da, «Hür, köleden önceye alınır. Velev ki hür, çocuk olsun.» denilmiştir. Tahtavî diyor ki: «bu, bâliğ olan hürün evleviyetle öne alınacağını ifade eder. Meşhur olan da budur. Hasan´ın İmam-ı A´zam´dan rivayetine göre köle daha salih ise öne alınır. Mineh.»

Toptan bir kabre defnedilmeyi «zaruretten dolayı, diye kayıtlaması, birinci çürüyüp toprak olmadan, iki kişinin bir kabre defnedilmesi caiz olmadığındandır. Birinci cenaze toprak olduktan sonra kabrinin üzerine bina yapmak ve ekin ekmek caiz olur. Ancak zaruret bulunursa iki kişi bir kabre defnedilebilir. Aralarına toprak veya kerpiç konularak iki kabir gibi yapılır. Ve kıbleye karşı erkek, ondan sonra erkek çocuk, sonra hunsâ daha sonra kadın konur. Mültekâ şerhi.

METİN

Cenaze namazını kıldırmak için orada ise sultan, yoksa nâibi geçirilir; nâibi şehrin valisidir. Sonra Kadı, sonra emniyet amiri, sonra onun halifesi sonra kadının halifesi, sonra mahallenin imamı gelir. Musannıfın sözünde îham vardır. Çünkü valileri öne geçirmek vacip, mahallenin imamını geçirmek ise velîden efdal olmak şartıyle sadece menduptur. Efdal değilse velîyi geçirmek evladır. Nitekim Müçtebâ´da ve musannıfın Mecmâ´ şerhinde böyle denilmiştir. Dirâye´de «Büyük camiin imamı, mahalle imamından (yani mahalle mescidinin imamından) evladır.» denilmektedir. Nehir.

İZAH

Şurunbulâliye sahîbi diyor ki: «Kemâl´in sözünden anlaşıldığına göre emniyet amiri şehrin valisinden başkadır. Mi´rac´da ise ikisinin bir olduğunu ifade eden sözler vardır. Zira «murad, Buhârâ emiri gibi şehrin emiridir.» denilmektedir.» Tahtavî buna cevap vermiş; şehir amirini, sultan tarafından değil de sultanın naibi tarafından tayin edilen kimse, diye yorumlamıştır. Şu do var ki, cuma bahsinde emniyet amirinin kadıdan evvel geldiğini görmüştük. Buradaki tertip onun hilafınadır. Buna tenbih eden görmedim. Teemmül buyurula!

«Sonra emniyet amiri, sonra onun halifesi gelir.» Bahır´da da böyle denilmiştir. Burada şöyle bir itiraz vârid olabilir: Kadıyı emniyet âmirinden öne aldığına göre münasip olan, onun halifesini de emniyet amirinin halifesinden önceye almaktı. Burada Fetih sahibinin dediği gibi «sonra valinin halifesi, sonra kadının halifesi» demek münasiptir. Bu sözün bir misli de Zeyleî´den naklen İmdâd´tadır.

«Sonra mahallenin imamı gelir,» bundan murad, mahalle mescidinin imamıdır. Bunun evla olması, cenaze, sağlığında onun arkasında namaz kılmaya razı olduğu içindir. Böyle olunca, vefatından sonra cenaze namazını da onun kıldırması gerekir. Münye şerhinde şöyle deniliyor: «Bu izaha göre hâli hayatında ondan razı olmadığı bilinse namazını kılmaya geçirilmesi müstehap olmamak gerekir.»

Ben derim ki: Haklı bir vecihten dolayı ondan razı olmadığı bilinirse bunu teslim ederiz. Aksi taktirde teslim edemeyiz.

«Musannıfın sözünde îham vardır.» Yani adı geçen kimseleri cenaze imamlığına geçirmek hususundaki hükümde müsavat îhamı vardır. (sanki müsâvi imişler gibi bir zan veriyor.). Lâkin usul-ü fıkıh kaidesine göre, zikirde beraberlik, hükümde birliği icabetmez (yani beraber zikredildiler diye her birinin hükmü bir olmaz).

«Çünkü valileri öne almak vaciptir.» Başkalarını onların önüne geçirmek onları tahkir olur. Halbukiülül´emri ta´zim vaciptir. Fetih´te de böyle denilmiştir. Valvalciye, İzâh ve diğer kitaplarda «sultanın geçirilmesi vaciptir.» diye açıklanmıştır. Menba´ ve diğer kitaplarda bu söz ta´lil edilirken «Çünkü sultan, mü´minlere kendi nefislerinden daha ileri olan Peygamber (s.a.v.)in naibidir. Binaenaleyh o da öyle olur.» denilmiştir. İsmail. «Büyük camiin imamı» yerine, Münye şerhinde «cumâ imamı» tabiri kullanılmıştır.

T E N B İ H: Vâkıf´ın şart koştuğu ve vakfından kendisine maaş tahsis ettiği cenaze namazgâhının imamı da mahalle imamı gibi veliden önce mi gelecektir sonra mı? Zira kesinlikle biliniyor ki hâli hayatında arkasında namaz kılmaya razı olmanın illeti, mahalle imamına mahsustur. Bana öyle geliyor ki, kadı tarafından tasdikli ise onun naibi gibidir. Vakfın nâzırı tarafından tayin edilmişse ecnebi gibidir. Bunu Bahır sahibi söylemiş; Nehir sahibi ise ona muhalefet ederek «İmamlık babında geçen maaşlı imamın mahalle imamına tercih edilmesi burada da tercihini iktiza eder.» demiştir. Makdisî mutlak surette ecnebi gibi olmasını daha zâhir bulmuştur. Çünkü nâzır tarafından tayin edilen yalnız yabancılarla velîsi olmayanlar içindir.

Ben derim ki: Bu daha iyidir. Zira ileride geleceği vecihle asıl itibariyle hak velînindir. Valilerle mahalle imamının ona tercih edilmesi yalnız, yukarıda geçen ta´lilden dolayıdır. O ta´lil burada mevcut değildir. Kâdıhân´ın onu tasdik etmesi, kendisine nâip yapmak için değil, maaşını hak edebilmesi içindir. Aksi taktirde imamlık vazifesinde kadının tasdik ettiği her şahıs kadının nâibi olmak ve mahalle imamına tercih edilmek lazım gelir. Bununla maaşlı imam arasındaki fark açıktır. Zira cenaze, hâli hayatında onun arkasında namaz kılmaya razı olmamıştır. Maaşlı imam öyle değildir. Benim anladığım budur.

METİN

Bundan sonra nikahlama asabeliği tertibince veliye sıra gelir. Bundan yalnız baba müstesnadır. O bilittifak oğla tercih edilir. Meğer ki oğul âlim, baba cahil ola. Bu taktirde oğul evladır. Meyyitin velisi yoksa sıra eşine ondan sonra da komşularına gelir. Kölenin sahibi hür olan oğlundan evladır. Zira milki bâkîdir. Fetva, yıkamak ve namazını kılmak için yapılan vasiyetin bâtıl olduğuna göredir.

İZAH

Veliden murad, ölenin erkek ve akıl bâliğ olan velisidir. Kadının, çocuk ve bunağın veli olmaya hakları yoktur. Nitekim İmdâd´da beyan olunmuştur. Münye şârihi diyorki: «Asıl itibariyle namaz hususunda hak velinindir. Onun için de imam Ebû Yusuf´la Şâfiî´nin ve bir rivayette Ebû Hanîfe´nin kavline göre veli bütün sayılanlara tercih edilir. Çünkü bu, nikahlamak gibi veliliğe bağlı olan bir hükümdür. Şu kadar var ki istihsânen sultan ve diğerleri tercih edilmişlerdir. Zâhir rivayet de budur. Zira rivayete göre hazreti Hasan vefat edince hazreti Hüseyin radıyallâhü anhümâ cenazesini kıldırmak için Said b. Âs´ı geçirmiş ve «Sünnet olmasa idi seni geçirmezdim.« demiştir. Said Medîne´de vali idi. Valilerle mahalle imamının tercih edilmelerinin vechi de yukarıda geçti. (Asaba, kişinin baba tarafından olan erkek akrabasıdır.) Veliye tercih hakkı nikahlama tertibine göre sabit olur. Kadınların ve kocaların veli olmaya hakları yoktur. Şu kadar var ki koca, ecnebiden daha çokhak sahibidir. Şârihin sözünde uzak velinin gâip olan yakın veliden daha ziyade hak sahibi olduğuna işaret vardır. Gâip olmanın haddi, geldiği zaman namaza yetişemeyecek kadar uzak bir yerde bulunmasıdır. Bunu Tahtavi Kuhistâni´den nakletmiştir. Bahır´da, «Cemaat onun gelmesini beklemektedir.» cümlesi ziyade edilmiştir.

Ben derim ki: Zâhire göre zevil´erhâm denilen akrabalarda veli olmakta dahildir. Asaba diye kayıtlamak, yalnız kadınları çıkarmak içindir. Onlar için de daha evladırlar. Bu zâhirdir. Hidâye´nin «nikah velayeti» tabirini kullanması da bunu te´yit eder.

«O bilittifak oğla tercih edilir.» Sahih olan kavil budur, çünkü babanın oğula üstünlüğü ve yaş ziyadeliği vardır. Üstünlük ve ziyade sair namazlarda olduğu gibi burada da imamlığa hak etmek için tercih sebebidir. Bunu Bedâyi´den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Bazıları bu kavlin İmam Muhammed´e ait olduğunu söylemişlerdir. Şeyhayna göre. oğul evladır. Fethu´l-Kadir´de şöyle denilmiştir: «Daha yaşlı olanı ancak sünneti delili ile tercih ettik. Peygamber (s.a.v.) kasâme hadisinde «İkinizden hanginiz büyükse o konuşsun!» buyurmuştur. Bu gösterir şeyhayna göre hak oğulundur. Ancak onun da babasını geçirmesi âdet olmuştur. Buna ulemanın şu sözleri delalet eder: O kadından oğlu yoksa diğer akrabaları kocadan evladır. Oğlu varsa koca bunlardan evladır. Çünkü hak oğulundur. O da babasını geçirir. Onu kendi nefsinden ileri tutması, sünnetle vaciptir denilse yadırganmaz.»

Bedâyi´de şöyle denilmiştir: «Velâyet hükmünde oğlun başkasını Heri geçirmeye hakkı vardır. Çünkü velâyet onun hakkıdır. İleri geçmekten menedilmesi, sadece babasını küçümsememesi içindir. Binaenaleyh geçirmeyi velâyeti sâkıt olmaz.»

«Bu taktirde oğul evladır.» Bir nüshada «yaşlı olan evladır.» denilmiştir. Bu söz üzerine hâşiyeyi yazan şunları söylemiştir: «Derecede yakınlıkta ve kuvvette denk iseler, meselâ iki kardeş, iki oğul veya iki amca olurlarsa yaşlı olanı evladır.»

Ben derim ki: «Ancak yaşlı olmayan efdal ise onu geçirmek evla olur.» Yani bu efdal olan oğlu babasına tercih meselesine kıyasladır. Hatta bu daha evladır. Küçük yaştaki anne baba bir kardeş, büyüğü baba bir kardeş olursa, küçüğü geçirmek evladır. Nitekim mirasda da böyledir. Hatta küçük olan birini geçirirse büyüğü onu menedemez. Bahır´da da böyle denilmiştir.

«Meyyitin velisi yoksa sıra eşine ondan sonra da komşularına gelir.» Fethu´l-Kadir´de böyle denilmiştir. Bu söz kocanın ecnebi üzerine tercih edileceğini açık olarak gösterir. Velev ki o ecnebi komşu olsun. Kuhistânî´den yukarıda naklettiğimiz «koca ecnebiden daha ziyade hak sahibidir.» şeklindeki mutlak sözün muktezası budur. Buradaki ibare Nehir´-in, «Koca ile komşular ecnebiden daha evladır.» sözünden daha iyidir. Velî sözü. Bunlar kocadan evladırlar. Zira ölümle karı kocalık sona ermiştir. Bahır.

«Kölenin sahibi hür olan oğlundan evladır.» Keza babasından ve başkalarından da evladır. Zeyleî şöyle demiştir: «Sahih kavle göre kölenin sahibi, kölesinin yakınından evladır. Yakını da âzad eden sahibinden evladır.» Şu halde Kuhistânî´nin «Kölenin oğlu ve babası sahibinden ev´ ladır.» sözü, sahihin hilafınadır.

«Zirâ milki bâkidir.» Bu söze Hâmiliye şerhindeki şu ifade ile itiraz olunmuştur: «Köle sahibi câriyesini, ümmü veledini ve müdebberesini yıkayamaz. Çünkü ölümle bunlardan milki kesilmiştir.»

Ben derim ki: Yani ölünün cesedi milki kabul etmez. Lâkin murad, milkin hükmen bâki olmasıdır. Nitekim Bahır´da bu kaydedilmiştir. Onun içinde kölesini kefenlemesi lâzım gelir. Nitekim karısını da kefenler. Halbuki yukarıda geçtiği vecihle karıkocalık ölümle sona erer. Yıkamada dokunmak ve bakmak gibi haram olan şeyler bulunduğu için hükmen milke itibar edilmez. Zira o zaiftir. Binaenaleyh kefenlemekle namaz velisi olmak meselelerinden ayrılır. Benim anladığım budur.

«Fetva, yıkamak ve namazını kılmak için yapılan vasiyetin bâtıl olduğuna göredir.» Bu sözü Hindiye sahibi Muzmerat´a nisbet etmiştir. Yani bir kimse cenazesini ileri geçmeye hakkı olmayan birinin kıldırmasını yahut kendisini filanın yıkamasını vasiyet etse vasiyetini tenfiz lâzım gelmez. Bununla velinin hakkı bâtıl olmaz. Keza fulan elbise ile kefenlenmesini veya fulan yere defnedilmesini vasiyet etse vasiyeti bâtıl olur. Nitekim bu sözü de Muhit´e nisbet etmiştir. Dürri´l-Bihâr şerhinde beyan edildiğine göre, mahalle imamını, meyyit sağlığında ona razı olmuştur; diye ileri geçirmenin ta´Iili gösteriyor ki, vasiyet edilen şahıs mahalle imamına tercih edilir. Çünkü onu açık olarak seçmiştir. Şu kadar varki Müntekâ´da bu vasiyetin bâtıl olduğu zikredilmiştir.

METİN

Velinin cenaze namazını kıldırmak için başkasına izin vermeye hakkı vardır. Çünkü bu onun hakkıdır. Binaenaleyh onu iptale de hakkı vardır. Veliye tercih edilen kimse de evleviyetle veli gibidir. Ancak orada veliye müsavi biri bulunursa, velev yaşça daha küçük olsun, onu men edebilir. Çünkü hakta ona ortaktır. Uzak veli bulunursa menedemez. Cenaze namazını veliye tercih edilmeye hakkı olmayan bir başkası kıldırır da veli ona tabi olmazsa veli dilediği taktirde - velev kabri üzerine olsun -namazını tekrar kıldırabilir. Bu, farzı ıskat için değil, hakkı olduğu içindir.

İZAH

«Veliye tercih edilen kimse de evleviyetle veli gibidir.» Bu sözün zâhirine bakılırsa, sultan velinin izni olmaksızın ecnebi birine namaz kıldırmak için izin verebilir. Hılye sâhibi bunu inceleyerek beyan etmiştir. Şuna binaen ki sultan ve emsalinin hakları iptidaen sabittir. Yalnız mahalle imamını istisna etmiştir. Onun izin vermeye hakkı yoktur. Zira onun veliden ileri tutulması müstehaptır. O iki kardeşin büyüğü gibidir. Büyüğü ecnebi birini geçirirse küçüğünün onu men etmeye hakkı vardır. Veli de onun gibidir.

Ben derim ki: Sultanın iptidaen hakkı sabit olması. söz götürür. Çünkü Münye şerhinden naklettik ki esasen hak velinindir. Zâhir rivayete göre sultanın ileri geçirilmesi kendisiyle alay edilmesin diyedir. Ona ta´zim vaciptir, Mahalle imamının ileri geçirilmesi. cenaze hayatta iken ondan razı olduğu içindir. Bu sözün bir misli de Kâfi´dedir. Kâfi sahibi velinin namazı tekrar kıldırması meselesini ta´lil ederken şöyle demiştir. «Çünkü hak velilerindir. Onlar ölene en yakın kimselerdir. Namazı hususunda da en ziyade hak sahibidirler. Şu kadar varki sultan yahut îmam ancak saltanat ve imamlık arızasıyle öne alınırlar» Böylece evleviyet de ortadan kalkar.

Velinin başkasına izin vermesi namaz hususunda olduğu gibi başka türlü de tefsir edilmiştir ki, o da cenaze namazından sonra definden önce dağılmak için cemaata izin vermesidir. Çünkü cemaatın ancak onun izniyle dağılmaları gerekir. Zeyleî başka bir mânâ daha zikretmiştir. O da namazını kılmaları için o kimsenin öldüğünü ilandır. Bahır. Lâkin birinci mânâ musannıfın ibaresinde taayyün etmiştir. Çünkü mezkur istisnayı yapmıştır. Kenz ve Hidâye´nin ibareleri buna muhaliftir.

«Onu iptâle de hakkı vardır.» Yani başkasını geçirmekle kendi hakkını iptal edebilir. Hidâye. Şu halde iptalden maksat, hakkı kendisinden başkasına nakildir.

«Veliye müsavi biri bulunursa velev ki yaşça daha küçük olsun onu men edebilir.» Oradakiler iki kardeş iseler yaşlı olan evladır. Lâkin birini ileri geçirirse küçüğü kendisini men edebilir. İkisi de birer kişi geçirirlerse büyüğünün geçirdiği evla olur. Bahır.

«Uzak veli orada bulunursa men edemez.» Yaşça küçük olan anne baba bir kardeş, büyüğü baba bir kardeş olur da, küçüğü birini ileri geçirirse büyüğü onu men edemez. Bahır. Yine Bahır´da beyan edildiğine göre anne baba bir kardeş başka yerde olur da, birine namazı kıldırmasını yazarsa. Baba bir kardeş onu men edebilir. Şehirde olan hasta, sağlam gibidir. Dilediğini ileri geçirebilir. Uzak veli kendisini men edemez.

«Veliye tercih edilmeye hakkı olmayan» ifadesiyle, sultan ve benzeri, bir de mahalle imamı hariç kalmışlardır. Bunlardan biri kıldırırsa veli o namazı tekrarlayamaz. Zira bunlar veliden önce gelirler. Nitekim ileride görülecektir.

«Veli o namazı tekrar kıldırabilir.» ifadesinin mefhumu, veliden başkası, meselâ sultan, namazı hakkı olmayan birinin kıldırdığını görürse o namazı tekrar kıldıramaz mânâsını ifade eder. Meğer ki veliden namaz kıldırmaya hakkı olan veli kastedile. Bu izahata göre musannıfın, «O namazı, ileri geçmeye hakkı olan kimse tekrarlar.» demesi daha iyi olurdu. Lâkin veli kıldırırsa, sultan gibi ondan ileride bulunan biri velinin o namazı tekrar kılmaya hakkı olur mu olmaz mı meselesinde ihtilaf edilmiştir. Nihâye ile İnâye´de, «Evet hakkı olur. Çünkü veli sultandan daha aşağı olduğu halde başkası kıldırdığında o namazı tekrar kılma hakkına mâlik olunca, sultan ve kadı´nın evleviyetle tekrara hakları olur» denilmiştir. Sirâc ile Müstesfâ´da ise hakkı olmadığı bildirilmiştir. Bahır sahibi bu iki kavlin arasını bulmak için birinciyi. sultan orada iken cenaze namazını velinin kıldırmasına; ikinciyi de sultanın bulunmadığı hâle yorumlamıştır. Nehir sahibi buna itiraz ile «Sultanın orada bulunmadığı vakit bir hakkı yoktur. Hilaf, orada bulunduğuna göredir.» demiştir. Bana Sirâc ile Müstefsâ´da beyan edilen daha zahir gibi geliyor. Zira Kâfî´den naklen arz ettik ki, hak velilerindir. Sultan ve benzerinin öne geçirilmesi ârızidir. Evleviyet meselesi kabul edilmiş değildir. Bunun eşi oğul meselesidir. Oğulun hakkı iptidaen sabittir Lâkin. kendisi babalık hakkına hürmeten babasını geçirir.

Burada İbn-i Âbidin´in el yazısıyle derkenara kaydedilmesi istenilen bir ibare bulunmuştur. İbare şudur: Ben derim ki: Lâkin Mebsut´tan naklen Nihâye´de bu mesele zikredildikten sonra şöyle denilmiştir: «Ashabı kiramın, Peygamber (s.a.v.)´in cenaze namazını kılmalarının tevili şudur: Ebu Bekir (r.a.) işleri düzeltmek ve fitneyi yatıştırmakla meşgul idi. Ashabı, cenaze namazını gelmeden kılmışlardı. Hak, O´nun idi. İşini bitirince O da kıldı. Ondan sonra kimse kılmadı.» Bu gösteriyor ki sultanın tekrar kılmaya hakkı vardır. Velev ki orada bulunmasın. Bu ifade Bahır´ın ve Nehir´in ibarelerine aykırıdır. Ancak şöyle denilebilir: «Veli olmak hakkı, Peygamber (s.a.v.)´ın amcası Abbas´a aitti. O ise Ebu Bekir´den önce kılmamıştı. Bizim sözümü», veli kıldığına göredir. Binaenaleyh aykırılık yoktur.» Lâkin bu işin sübutuna muhtaçtır.

Bahır sahibinin, Nihâye ve İnâye´nin sözlerini Hulâsa, Valvalciye ve diğer feteva kitaplarının, «Sultan veya kadı yahut mahalle imamı kıldırır da veli ona tâbi olmazsa namazı tekrarlayamaz. Çünkü bunlar ondan evladır.» ifadeleri ile te´yidine gelince: Bu söz götürür. Çünkü bunların ondan evla olmalarından, huzurlarında kıldırınca kendilerine tekrarlama hakkının sabit olması lazım gelmez. Hak sahibi odur. Velev ki sultan ve emsaline karşı vacip olan ihtiram terk etmiş olsun.

Hidâye´nin, «Veliden veya sultandan başkası kıldırırsa veli namazı tekrarlar. Zira hak velilerindir. Veli kıldırırsa ondan sonra kimsenin kıldırmaya hakkı kalmaz.» Sözü de buna delalet eder. Kenz ve diğer kitaplarda bunun gibı sözler vardır. «Ondan sonra kimsenin kıldırmaya hakkı kalmaz.» sözü sultana da şâmildir. Sonra Gâyetü´l-Beyân´da şöyle denildiğini gördüm: «Bu umum yoluyiadır. Hatta sultanın da başkasının da tekrar hakkı yoktur.»

«Mi´râc´da, Müçtebâ´dan nakledildiğine göre veli sultanın huzurunda kıldırırsa sultan o namazı tekrarlayabilir. Bundan sonra Mi´râc sahibi, «Lâkin Menâfi´ adlı kitapta, sultanın tekrarlama hakkı olmadığı kaydedilmiştir.» demiş; ye Menâfi´in rivayetini te´yid etmiştir. Ona müracaat edebilirsin. Bu bizim söylediğimizin aynıdır. Bu makamın izahını ganîmet bil vesselâm!

«Veli dilediği taktirde namazı tekrarlar.» Gerçi Takvim adlı eserde, «Cenaze namazını veliden başkası kıldırırsa namaz velinin üzerinde borç kalır.» denilmişse de bu kavil zaiftir. Nitekim Nehir´de de böyle denilmiştir.

METÎN

Onun için diyoruz ki: Cenaze namazını kılan kimsenin onu veli ile birlikte tekrarlamaya hakkı yoktur. Çünkü onun tekrarı meşru olmamıştır. Aksi taktirde, yani kadı veya naibi yahut mahallenin imamı gibi ileri geçmeye hakkı olan biri kıldırır yahut ileri geçmeye hakkı olmayan biri kıldırıp veli ona tâbi olursa namazı tekrarlamaz. Zira bunlar namaz hususunda ondan evladırlar. Şayet veli hakkıyla cenaze namazını kıldırırsa, meselâ ona tercih edilecek kimse gelmemişse, ondan sonra kimse namaz kıldıramaz. Velev ki ileri geçmeye hakkı olan gelmiş olsun. Çünkü hakkıyle kılınmıştır. Ama veli meselâ sultan huzurunda kıldırırsa sultan namazı tekrarlar. Nitekim Müçtebâ ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir. Müçtebâ´da şu da vardır: «Velâyeti olmayan kimsenin cenaze namazı kıldırması, hiç kılınmamış gibidir. Binaenaleyh cenaze dağılmadığı müddetçe namazıkabrinin üzerine kılınır.» Cenaze, namazı kılınmadan defnedilir de üzerine toprak çekilirse yahut yıkanmadan namazı kılınarak defnedilir veya velâyeti olmayan biri tarafından namazı kılınırsa, dağıldığı kanatı hâsıl olmadıkça, istihsânen kabrinin üzerine namazı kılınır. Dağılması hakkında takdir yoktur. Esah kavil budur. Zâhirine bakılırsa, dağıldığında şüphe edildiği taktirde namazı kılınır. Lâkin Nehir´de İmam Muhammed´den kılınmayacağı rivayet olunmuştur. O, bunu galiba mâni öne almak için söylemiştir.

İZAH

«Onun için diyoruz ki: ilh...» sözü, «Bu, farzı ıskat için değil» ifadesinin illetidir. Yani farz birinci namazla sâkıt olmasa idi ilk namazı kıldıranın da veli ile birlikte tekrar kılmaya hakkı olurdu. Bahır sahibi bu sözle Gâyetü´l-Beyân´ın söylediklerini reddetmiştir. Gâyetü´l-Beyân´da. «Birinci namaz mevkuftur. Eğer veli onu tekrarlarsa anlaşılır ki, farz onun kıldığıdır. Tekrarlamazsa borç birinci namazla sâkıt olur.» denilmiştir. Lâkin Allâme Makdisî Gâyetü´l-Beyân´daki ifadenin kaidelere uygun olduğunu söylemiş ve «Çünkü nafile olarak cenaze namazı kılmak bize göre meşru değildir. Bunun benzeri vardır ki, o da evvelâ öğleyi kılan bir kimse için öğle ile birlikte cumadır.» demiştir.

Evet, Bahır sahibinin sözü cevaba muhtaçtır. Cevap da güçtür. En iyisi Makdisî´nin sözüne şöyle cevap vermelidir: «Velinin cenaze namazını tekrar kılması nafile değildir. Çünkü başkasının kıldırdığı namazla farz eda edilmiş olsa bile - ki bu meyyitin hakkıdır - nâkıstır. Zira o namazda velinin hakkı kalmıştır. Veli tekrar kıldığı zaman, bu farz ilk farzı tamamlamış olur. Tıpkı kerahetle kılınan namazı tekrar kılmaya benzer. Çünkü yerinde tahkikini yaptığımız vecihle, bu namazların ikisi de farzdır. Birincisi farz olunca, ilk defa kılanın, veli ile tekrar kılmaya hakkı olmaz. Zira bu tekrar, her vecihle nafile olur. Veli bunun gibi değildir. O hak sahibidir. Benim anladığım budur.

«Çünkü cenaze namazının tekrarı meşru olmamıştır.» Bu, bize ve İmam Mâlik´e göredir. Şâfiî (R) buna muhaliftir. İki tarafın delilleri mufassal kitaplardadır.

«Yahut mahallenin imamı gibi» ifadesi, nassan Hulâsa ve diğer kitaplarda da mevcuttur. Nitekim yukarıda arzetmiştik. Keza Mecma´da ve şerhinde açıklandığına göre, mahalle imamı, velinin namazı tekrarlayamaması hususunda sultan gibidir. Bundan anlaşılır ki Gâyetü´l-Beyân´ın «mahalle imamı kıldırırsa velinin tekrar kılmaya hakkı vardır. Sultan kıldırırsa onunla alay edilmemesi için tekrar kılamaz.» sözü zaiftir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir.

«Zira bunlar namaz hususunda ondan evladır.» sözüne şârih şunu da eklemeli idi: «Bir de onun tâbi olması namazı kıldırması için izindir,» Böyle dese idi «Yahut ileri geçmeye hakkı olmayan biri kıldırıp, veli ona tâbi olursa» ifadesinin de illetini beyan etmiş olurdu. T.

«Ama veli, meselâ sultanın huzurunda kıldırırsa sultan namazı tekrarlar.» Bu ifade, «ona tercih edilecek kimse gelmemişse» sözünün mefhumunu açıklamadır. Ulemanın sözleri arasında Bahır sahibinin yaptığı yatıştırma budur. Bu makamın izahını az yukarıda gördük.

«Müctebâ´da şu da vardır. ilh...» ibaresini ona nisbet eden Bahır sahibidir. Lâkin ben bu ibareyi Müctebâ´da bulamadım. Benim orada gördüğüm şudur: «Sonra cenaze, namazı kılınmadandefnedilir de velâyeti olmayan biri tarafından namazı kılınırsa, dağılmadığı müddetçe üzerine namazı kılınır. Maksat, dilerse veli namazını -kılabilir, demektir. Bu, farzı ıskat için değil, hakkı olduğu içindir. Binaenaleyh yukarıda geçene aykırı değildir. Keza «hiç kılınmamış gibidir» sözünü. «velâyeti olana nisbetle kılınmamış gibidir ki tekrarlamaya hakkı vardır.» şeklinde te´vil etmek mümkündür. Nitekim Halebî böyle demiştir.

Namazı kılınmadan defnedilen cenazenin üzerine toprak çekilmişse, namazı kabrinin üzerine kılınır. Toprak çekilmemişse kabirden çıkarılarak namazı kılınır. Nitekim evvelce arzetmiştik. Bahır.

Yıkanmadan namazı kılınma meselesini, İbn Semâa rivayet etmiştir. Sahih kavle göre, bu halde kabir üzerine cenaze namazı kılınmaz. Zira yıkanmadan cenaze namazı meşru değildir. Gayetü´l-Beyân´da da böyle denilmiştir. Lâkin Sirâc ve diğer kitaplarda «Kabri üzerine cenaze namazı kılınmaz, diyenler olmuştur.» denilmektedir. Kerhî «Kılınır» demiştir. İstihsan da budur. Çünkü birinci namazın şartı imkan varken terk edildiği için, bu namaz muteber değildir. Şimdi imkan ortadan kalkmıştır. Yıkamanın farzıyeti de sâkıt olmuştur. Bu, mutlak olmanın tercihini iktiza eder. Evla olan da budur. Nehir.

T E N B İ H: Kuyu gibi bir yere düşenin veya üzerine bina yıkılıp çıkarılmasına imkan olmayanın ´hükmü de, namazı kılınmadan defnedilenin hükmü gibi olmak gerekir. Denizde boğulan bunun hilafınadır. Çünkü bunun vücudu imamın önünde tahakkuk etmez.

«İstihsânen kabrinin üzerine namazı kılınır.» İlk ikisinde (yani namazı kılınmadan defnedilenle, yıkanmadan namazı kılınanda) kabrinin üzerine namazını kılmak farz; sonuncuda (yani namazı) velâyeti olmayan biri tarafından kılınnanda caizdir. Çünkü bu, velinin hakkı içindir. Bunu Halebî söylemiştir.

Ben derim ki: Bu, zannedildiği gibi, müşterek iki mânâsında kullanılması kabilinden değildir. Zira bu üç meselede namazın hakikatı birdir. İhtilaf sadece vasıftadır ki o da hükümdür. Binaenaleyh insan kelimesini beyaz ve siyah olanlarına şâmil olacak şekilde mutlak söylemek kabilindendir.

«Dağılması hakkında takdir yoktur. Esah kavil budur.» Çünkü bu, mevsimin sıcaklığına, soğukluğuna, cenazenin semizliğine, zaifliğine ve yerine göre değişir. Bahır. Bazıları üç günle, bazıları on günle takdir edileceğini söyleyenler de vardır. Bunu Hamavî´den naklen Tahtavî söylemiştir.

«O, bunu galiba mânii öne almak için söylemiştir.» Yani mesele. namaz kılınmayacağını iktiza eden dağılma ile, iktiza etmeyen dağılma arasında kalınca, mânii (yani dağılmayı) tercih ederiz T.

Ben derim ki: Hılye´de beyan olunduğuna göre ulema şüphe ile namazı kılınmayacağını bildirmişlerdir. Bu, Müfid, Mezid Cevâmiu´l-Fıkıh ve bilimum kitaplarda zikredilmiş, Muhit´te ise caiz olduğunda şek olduğu için» diye ta´lil edilmiştir. Tamamı o kitaplardadır.

METİN

Özürsüz, hayvan üzerinde veya oturarak cenaze namazı kılmak istihsânen caiz değildir. Cenazenin yalnız başına yahut cemaatla birlikte, içinde bulunduğu cemaat mescidinde cenaze namazı kılmaktahrimen mekruhtur. Bazıları tenzihen mekruh olduğunu söylemişlerdir. Yalnız başına yahut cemaattan bazıları ile birlikte mescid dışında bulunan cenaze hakkında ihtilaf edilmiştir. Muhtar olan kavil, mutlak surette mekruh olmasıdır. Hulâsa. Şuna binaendir ki.mescid ancak farz namazlarla nafileler gibi onlara tâbi olan namazlar ve ilim öğretmek için yapılmıştır. Muvafık olan da budur. Çünkü Ebû Dâvud´un rivayet ettiği, «Her kim cenaze namazını mescid içinde kılarsa onun namazı yoktur.» hadisi mutlaktır.

İZAH

«Özürsüz» kelimesi her iki meseleye râcidir. Bir kimse yağmur veya çamurdan dolayı yere inemeyerek hayvan üzerinde cenaze namazı kılarsa caizdir. Keza hasta olduğu için veli oturduğu yerden, cemaat ise ayakta kılsalar şeyhayna göre caiz olur. İmam Muhammed. «İmama caiz; cemaata caiz değildir.» demiştir. Bu, ayakta olanın, oturarak kılana uyması hakkındaki hilafa mebnidir. Bahır.

«Veli» diye kayıtlaması, hak onun olduğu içindir. Veliden başkası ve hak sahiplerinden olmayan biri. özürden dolayı oturarak imam olursa zahire göre hüküm yine böyledir. Onun kıldırmasıyle farz sâkıt olur. Seyyid Ebu´s-Suud´un bahsettiği, bunun hilafınadır. Bunu Tahtavî söylemiştir.

«Bazıları tenzihen mekruh olduğunu söylemişlerdir.» Bunu muhakkık İbn-i Hümâm tercih etmiş ve uzun izahat vermiştir. Tilmizi Allâme İbn-i Emîr Hâcc ona muvafakat etmiş; ikinci tilmizi Hâfız Zeynî Kâsım ise Feteva´sında hususi bir risale ile muhalefette bulunarak birinci kavli tercih etmiştir. Çünkü İmam-ı Muhammed Muvattâ´ında bunu mutlak olarak men etmiş, «Mescid içinde cenaze namazı kılınmaz.» demiştir.

İmam Tahavî, «Bundan men etmek ve mekruhtur demek Ebû Hanîfe ile Muhammed´in kavlidir. Ebû Yusuf´un kavlı de budur.» demiş; uzun uzadıya söz ederek vaktiyle caiz olduğunu, sonra neshedildiğim tahkik etmiştir. Bahır sahibi de ona tâbi olmuştur. Seyyidi Abdülgani dahi «Nüzhetü´l-Vâcid...» adını verdiği bir risalede ona taraftar olmuştur.

«Cemaat mescidi»nden murad, büyük cami ve mahalle mescididir. Kuhistânî. Caddede ve halkın arazısinde kılmak dahi mekruhtur. Nitekim Muzmerat´tan naklen Fetevây-ı Hindiye´de beyan edilmiştir. Mescid içinde ´cenaze namazı kılmak mekruh olduğu gibi, cenazeyi mescide sokmak da mekruhtur. Nitekim bunu şeyh Kâsım nakletmiştir.

«Muhtar olan kavil mutlak surette mekruh olmasıdır.» Yani yukarıda zikri geçen bütün suretlerde mekruhtur. Nitekim Hulâsa´dan naklen Fetih´te böyle denilmiştir. Muhtârâ´tü´n-Nevâzil´de, «Cenaze mescidin dışında olursa, namazının içeride kılınması mekruh değildir.» denilmiştir.

«Şuna binaen ki mescid ancak namaz ve ilim öğretmek için yapılmıştır.» Ama mescidi pisleyeceği için diye ta´lil yaparsak, cenaze yalnız başına veya cemaattan bazıları ile birlikte mescidin dışında bulunduğu zaman mekruh değildir. H. Münye şerhinde, «Mebsut sahibi ile Muhit sahibi buna meyletmişlerdir. Amel buna göredir. Muhtar olan kavil de budur.» denilmektedir.

Ben derim ki: Hatta Gayetü´l-Beyân ile İnâye´de bundan bilittifak kerahet olmadığı bildirilmiştir. Lâkin Bahır sahibi bunu reddetmiştir. Nehir sahibi ise ittifakı, mescid dışında olanlar hakkında kerahet bulunmadığına; yukarıda geçeni de mescid içinde olanlara hamletmek suretiyle cevap vermiştir. Sonra bilmelisin ki, birinci ta´lilde gizli nokta vardır. Zira cenaze namazının dua ve zikir olduğunda şüphe yoktur. Dua ile zikir ise mescid yapmanın gayelerindendir. Aksi taktirde yağmur duası ve kusuf duası gibi şeylerin men edilmesi tâzım gelir. Halbuki bu hususta vârid olan, Müslim´in rivayet ettiği şu hadiste «Bir adam mescide kayıp hayvanını soruşturdu do, Peygamber (s.a.v.), «Bulamayasın! Mescidler ancak ne için yapıldı ise ona yararlar!» buyurdu.»

«Muvafık olan da budur.» Fetih´te de böyle denilmiştir. Lâkin söz götürür. Çünkü «mescidde» sözün namaz kıldı fiiline veya cenazeye yahut her ikisine birden zarf olması ihtimali vardır. Birinci ihtimale göre cenazenin mescid içinde bulunması, namazının dışarıda kılınması mekruh değildir. İkinci ihtimale göre aksi mekruh değildir. Üçüncüye göre, biri bulunmazsa mekruh değildir. Herhale göre bu. muhtar kavle muhaliftir. Muhtar kavil mutlak kerahettir.

Bahır sahibi şöyle cevap vermiştir: «Bu ihtimallerden hiçbirine aynen delil bulunmayınca, ulema hangisi olursa olsun biri bulunursa kerahet vardır, demişlerdir.»

Ben derim ki : Bu söze göre keraheti, delilsiz ispat etmek lazım gelir. Çünkü ihtimal kapısı acılınca onunla istidlâl sâkıt olur. Lâkin kimseye gizli değildir ki, «Zeydi evde döğdüm.» cümlesinden, lügatan ve örfen hemen anlaşılan, fiilin zarfa ta´lik etmesidir. Cümle, fail ile mef´ulün bihin yahut bunlardan birinin muayyen olarak o yerde bulunmasını iktiza eder mi edemez mi bu lazım değildir. Evet, Telhisu´l-Câmîi´l-Kebir´de ve şerhinin «söğmekte yeminden dönme» bâbında bunun için bir kaide zikredilmiştir. Kaide şudur: «Fiilin bazan mef´ulde eseri olmaz. İlim ve zikir böyledir. Bazen da eseri olur. Dökmek ve öldürmek böyledir. Bir kimse meselâ «Zeyd´e, mescidde söğersem şöyle olsun» derse, ancak söğen kimse o yerde olmakla yemin tahakkuk eder. Söğülenin de orada olup olmaması müsavidir. Çünkü söğmek, söğüleni kötülükle anmaktır. Zikir, zikir edenle hâsıl olur. Onun zikir edilene te´siri yoktur. Çünkü o cenaze ve gâip hakkında söğmek olarak tahakkuk eder. Binaenaleyh failin yeri muteberdir. Öldürmek ve döğmek gibi şeylerin bir yerde vuku, mef´ul bih orada bulunmakla tahakkuk eder. Failin de orada bulunması veya bulunmaması müsavidir. Zira bu fiillerin mahalde meydana gelen eserleri vardır. Binaenaleyh mef´ulun bih´in bulunması şarttır ki, o da o yerde ki mahaldır. Fail değildir. Çünkü bir kimse mescid içinde bulunan bir koyunu kendisi mescidin dışında olduğu halde kesse «mescid içinde kesti» denilir. Aksi bunun hilafınadır. Görmüyor musun Haremi Şerif´teki bir avı vuran kimse, kendisi Harem dışında olsa bile Harem´de vurmuş sayılır.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Tahkikin tamamı oradadır. Müracaat edebilirsin.

Bunu öğrendikten sonra anlarsın ki cenazenin namazını kılmak. bir fiil olup mefulde eseri yoktur. Bu fiil namaz kılanla hâsıldır. Binaenaleyh «Bir kimse mescidde bir cenazenin namazını kılarsa» sözü. namaz kılanın mescidde olmasını iktiza eder. Cenazenin orada olup olmaması müsavidir. Bu, hadisin mantukundan alarak mekruh olur. Bunu Allâme Kâsım´ın risalesinde rivayet ettiği Necâşi hadisi de te´yid eder. Rivayet olunmuştur ki, Peygamber (s.a.v.) Ashabına, Necâşî´nin vefat haberinibildirdiği zaman namazgâha çıkarak orada cenaze namazı kılmıştır. Allâme Kâsım, «Cenaze namazı mescidde caiz olsa namazgâha çıkmanın bir mânâsı kalmazdı.» demiştir. Halbuki cenaze de mescidin dışında idi.

Şimdi namazı kılan dışarıda, cenaze içeride olduğu suret kalır. Hadiste bunun mekruh olmadığına delalet yoktur. Çünkü bize göre böyle yerlerde mefhum muteber değildir. Belki mekruh olduğuna delalet, nass ile istidlâl edilir. Çünkü kendisi içeride olmadığı halde mesciddeki cenazenin namazını kılmak mekruh olunca - ki namaz zikir ve duadır - cenazeyi içeri sokmak evleviyetle mekruh olur. Zira bu sırf abesle iştigaldir. Bâhusus namazın mekruh olması mescidi pislemek illetine ibtina ederse, hâlis abestir. Bu izahatla anlaşılır ki hadisi şerif olan mutlak kerahet kavlini te´yid eder. Bu kavil yukarıda arzettiğimiz vecihle zâhir rivayettir. Bir biricik izahı ganimet bil! Zira Mevlânın, bu âcz kuluna lütuf buyurduğu futuhattandır. Bundan dolayı ALLAH´a hamdolsun!

«Her kim cenaze namazını mescid içinde kılarsa onun namazı yoktur.» Bu hadisi İbn-i Ebî Şeybe rivayet etmiştir. İmam Ahmed´le Ebû Davud un rivayetlerinde, «Ona hiç bir şey yoktur.» denilmiştir. İbn-i Mâce´nin rivâyetinde de az farkla böyle denilmiştir Hadis, «Ona hiç bir sevap yoktur.» şeklinde de rivayet olunmuştur. İbn-i Abdi´l-Berr, «Bu rivayet fena bir hatadır. Doğrusu, «ona hiç bir şey yoktur.» şeklidir demiştir. Meselenin tamamı Nuh Efendi Hâşiyesi´yle Medenî Hâşiyeleri´ndedir. Hadisi şerif, değişmez nehiy değildir. Tehdit de bildirmemektedir. Çünkü sevabın bulunmaması, azabı hak etmeyi gerektirmez. Caiz ki mübahtır. Burada şöyle bir itiraz vâriddir: Namazın kendisi sevap için bir sebeptir. Onu kılmışken yok hesap etmek, ancak bu sevaba karşı gelecek bir günahı da onunla beraber irtikâb etmekle olur. Ama bu itiraz söz götürür. Fetih´te böyle denilmiştir. Keza Hadisin «onun namazı yoktur.» rivayeti hakkında da aynı itiraz vâriddir. Çünkü kesinlikle malum ki bu namaz. sahihtir. Binaenaleyh bu hadis «mescide komşu olan kimsenin mescidden başka yerde namazı yoktur.» hadisi gibidir. Hatta bunun te´vili daha kolaydır. Yani kâmil namaz yoktur demektir. Binaenaleyh asıl sevabın sabit olmasına aykırı değildir. Bu suretle Bahır´ın «bu rivayet keraheti tahrimiye kavlini te´yid eder.» sözü defnedilmiş olur.

T E T İ M M E: Mescidde cenaze namazı ancak özür yoksa mekruhtur. Özür varsa mekruh değildir. Özürlerden biri de yağmurdur. Nasıl ki Hâniye´de bildirilmiştir. İtikâf dahi bir özürdür. Bu, Mebsut´ta Hılye´de ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Zâhire bakılırsa itikâf´tan maksat, velinin itikâfıdır. İleri geçmeye hakkı olanlar da veli gibidir. Başkaları veliye uyarak onunla birlikte namazı kılabilirler. Aksi halde başkasının da kılamaması lâzım gelir. Bu ise ihtimalden uzaktır. Çünkü mescidde sokmak ve namazı kıldırmak günahı özürle ortadan kalkmıştır.

Bizim memleketimizde cenaze namazı kılınan yerlerin yıkılması sebebiyle mescidden başka yerde kılmak imkansız veya güç olduğundan, cenaze namazını mescidde kılmak âdet olmuştur. «Bu özürdür» denilebilir mi bir düşün!

Mescide cenaze namazına gelen bir kimse onu cemaatla birlikte kılmazsa başka yerde kılmasına imkan yoktur. Bu suretle ömründe hiç bir cenaze namazı kılamaması lâzım gelir. Evet, bazı yerlerdecenaze mescidin dışında caddeye konur da namazı kılınır. Bundan, birçok kimselerin namazlarının bozulması lazım gelir. Çünkü pislik umumidir. Pislenen ayakkabılarını da çıkarmazlar. Halbuki biz caddede kılmanın mekruh olduğunu söylemiştik. Bir şey darlaşırsa genişler. (Bu bir kaidedir). Şu halde «kerahet-i tenzihiye ile mekruhtur» diye fetva vermek gerekir. kerahet-i tenzihiye, evlanın hilafı mânâsınadır. Nitekim Muhakkık İbn-i Hümâm bu kavli tercih etmiştir. Bu söylediklerimiz özür olunca, aslâ kerahet yoktur. Allah´u âlem.

METİN

Doğar doğmaz ölen çocuk istihlâl yaparsa yıkanır ve namazı kılınır. O başkasına, başkası ona mirasçı olur. Adı konur. İstihlâlden murad bedeninin ekserisi çıktıktan sonra sağlığına delalet eden bir alâmet bulunmasıdır. Hatta yalnız başı çıksa da bağırsa ve bir adam onu kesse, gurre ödemesi lâzım gelir. Kulağını keser de diri olarak çıkar ve hemen ölürse diyet vermesi icabeder. İstihlâl yapmazsa, İmam Ebû Yusuf´a göre yıkanarak adı konur. Esah olan budur. Binaenaleyh bununla fetva verilir. Zâhir rivayet bunun hilafınadır. Bu, ademoğullarına ikram içindir. Nitekim Mülteka´l-Bihâr adlı kitapta böyle denilmiştir.

İZAH

Doğan çocuk hemen ölürse yıkanıp kefenlenir ve namazı kılınır. Musannıfın kefenden bahsetmemesi, söylediklerinden anlaşılacağı içindir. Zira namazın sahih olması için avret yerinin örtülmesi şarttır. Buraya bir de «istihlâl yaparsa» kelimesini getirmesi lüzumsuzdu. Çünkü «doğar doğmaz ölen» demesi, yaşadığını gösteriyordu. Ondan sonra tafsilata girişmesi hoş bir şey değildir. Kenz´in yaptığı gibi «çocuk hayat eseri gösterirse yıkanıp namazı kılınır; göstermezse kılınmaz.» demeli idi.

İstihlâl hilâli görünce seslenmektir. Sonra hilâli görmeye istihlâl denilmiş ve kelime giderek mutlak surette sesi yükseltmekte kullanılmaya başlanmıştır. çocuğun istihsali de bu kabildendir. Yani doğduğu zaman ağlayarak sesini yükseltmesidir. Sağlığına delalet eden alametten murad, ağlamak, bir uzvunun veya kolunun bacağının hareket etmesidir. Bedâyi, bu istihlâlin şer´î mânâsıdır. Nasıl ki Bahır´da beyan edilmiştir.

Şurunbulâli sahibi diyor ki: «Maksat temelli hayattır. Bozulmanın ve elin açılıp kapanmasının ehemmiyeti yoktur. Çünkü bu gibi şeyler kesilen hayvanın hareketidir. Onlara itibar yoktur. Hatta bir adam kesilir de hareketle can çekişirken babası ölürse, kesilen oğul babasına mirasçı olamaz. Zira bu halde ona ölü hükmü verilir. Nitekim Cevhere´de de böyle denilmiştir.»

Ben derim ki: Fetih, Bahır ve Zeyleî Bedâyi´den naklettiğimiz kavlî tercih etmişlerdir. Ama bunu Şurunbulâliye´deki ibareye yorumlamak mümkündür.

T E N B İ H: Bedâyi´de şöyle denilmiştir: «Ebe kadın veya anne, çocuğun istihlâl yaptığına şahitlik ederse yıkanıp namazı kılınmak için sözü kabul edilir. Çünkü diyanet meselelerinde haber-i vâhit (bir kişinin haberi) adalet şartıyle makbuldur. Miras hakkında ise annenin şahitliği kabul edilmez. Zira kendine menfaat celbetmekle itham olunur. Ebu Hanîfe´ye göre ebe kadının şahitliği de öyledir. İmameyn, adaletli olmak şartıyle kabul edileceğini söylemişlerdir.» Zâhirine bakılırsa Ebû Hanife´ye göre mirasta nisâb şehadet (şahitlikte tam sayı şarttır. Bahır´da Müctebâ´dan naklen «Ebû Hanife´den rivayet edildiğine göre» denilerek bu şekilde açıklanmıştır.

«İstihtâlden murad, bedeninin ekserisi çıktıktan sonra sağlığına delalet eden bir alamet bulunmasıdır.» denildiğine göre çocuğun başı çıkar da ağlayarak ölürse mirasçı olmaz; diri olarak ekserisi çıkmadıkça namazı kılınmaz. Bunu Mübtegâ´dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Çokluğun hududu, ayaktan yukarı doğru göbektir. Baştan aşağı doğru ise göğsüdür. Bunu Münyetü´l-Müftî adlı kitaptan naklen Nehir sahibi söylemiştir.

«Hatta yalnız başı çıksa da bağırsa ve bir adam onu kesse gurre ödemesi lâzım gelir.» Yani çocuğun yarıdan az kısmı çıktığı anda sağlığı itibar edilse, diyet lâzım gelirdi. Bu halde gurre lâzım gelmesi, o miktar çıkmanın yok hükmünde olduğuna binaendir. Çünkü gurre yalnız hamile bir kadının karnına vurarak çocuğunu ölü olarak düşürtmekle vacip olur. Şu halde bedeninin ekserisi çıkmadan kesmesi, annesinin karnında iken vurması hükmündedir. Ekserisi çıktıktan sonra kesmesi böyle değildir. O diyeti icab eder. Bu söylediklerimizle tefriin sahih, itirazın bâtıl olduğu meydana çıkar.

Gurre, çocuk erkekse, erkeğin onda bir kıymetinin yarısını; kız ise kadının onda bir kıymetini diyet olarak vermektir. Bunların ikisi de beşer yüz dirhem gümüş eder ki, elli altundur. Nitekim yerinde gelecektir.

«Ölürse diyet: vermesi icabeder.» sözünden anlaşılıyor ki ölüm, kesilmek sebebiyle meydana gelmiştir. Şu halde eğer kulağını hata olarak keserse, murad nefsin diyetidir. Aksi taktirde kısası vacip olur. Lâkin Bahır´ın Mübtegâ´dan naklettiği ibare «sonra ölürse» şeklindedir. Buna göre, ölümü kesmekten ileri gelmezse kulağın diyeti vacip olur. Kesmekten ileri gelirse ya nefsin diyetini vermek yahut kısas lâzım gelir. Nasıl ki bunu söylemiştik. Lâkin Rahmetî, «Diyet vacip olup kısas lâzım gelmemesi şüpheden dolayıdır. Çocuğun babası olduğu tahakkuk etmeden onu yaralamıştır.» diyor.

Şeyh İsmail´in el´Ahkâm adlı kitabında «Et-Tehzib lizih lebib»den naklen şöyle denilmektedir: «Meselâ bir adam bir insanın kulağını keserse beşyüz altun vermesi vacip olur; başını keserse elli altun vermesi icabeder? (buna ne dersiniz?) Cevap: Bu adam doğum anında başı dışarı çıkan çocuğun kulağını kesmiştir. Doğumu tamam olur da yaşarsa, yarım diyet ödemesi vacip olur ki, bu beşyüz altun eder. Çocuğun başını keserse kalan kısmı çıkmadan ölür. Ve gurre vermesi lazım gelir. Bu do elli altun eder.»

«Yıkanarak adı konur.» sözü. teşekkülü tamam olmuş çocuğa şâmildir. Bunun yıkanacağında hilaf yoktur. Teşekkülü tamam olmayan çocuğa da şâmildir ki, bunda hilaf vardır. Muhtar kavle göre bu çocuk yıkanarak bir beze sarılır. Namazı kılınmaz. Nitekim Mi´râc, Fetif, Hâniye. Bezzâziye ve Zahiriyye´de böyle denilmiştir. Şurunbulâliye. Musannıfının yazdığı Mecma´ şerhinde bildirildiğine göre hilaf birincidedir. İkincisi bilittifak yıkanmaz. Bahır sahibi bilittifak yıkanmayacağı hususundakisöze aldanarak, Fetih ve Hulâsada ki «Muhtar olan kavle göre yıkanır.» ifadesinin yanlış olduğunu; bunların, teşekkülü tamam çocuğa gözleri kaydığını yahut yazanın hata ettiğini söylemiştir. Fakat Nehir sahibi. kendisine itirazla Fetih ve Hulâsa´daki ifadeyi Mi´rac sahibinin Me6suf ile Muhit´e nisbet ettiğini bildirmiştir. Bunun mezkur kitaplardan nakledildiğini de gördün. Ahkâm´da beyan edildiğine göre Umdetü´l-Müffi, Feyz, Mecmâ´ ve Mübtegâ sahipleri kesinlikle buna kail olmuşlardır. Bilumum kitaplarda zikredilen kavil bu olduğuna göre, hata hükmü Mecma´ şerhine vermek münasip olur.

Lâkin Şurunbulâliye´de. «Bu iki kavlin arasını bulmak şöyle mümkündür: Yıkanmaz diyen, sünnet vecihle yıkanmayı; yıkanır diyen ise kısmen yıkanmayı murad etmiştir. Üzerine su dökülür. Abdest aldırılmaz, yıkamaya sedirle başlamak gibi tertibe riayet edilmez.» denilmektedir.

Ben derim ki: Ulemanın «bir beze sarılır.» demeleri de bunu te´yid eder. Zira tekfini hususunda sünnete riayet etmemişlerdir. Yıkanmasında da öyledir.

«İstihlâl yapmazsa yıkanarak adı konur.» Bu cümlenin yeri aşağıdaki «uzuvlarının bir kısmı belli ise» ifadesinden sonra idi. Çünkü hilafın bunda olduğunu biliyorsun. Mecma´ şerhi ile Nehir´in ifadesi buna muhaliftir.

METİN

Nehir´de Zahiriyye´den naklen «uzuvlarının bazısı belli olmuşsa yıkanır ve toplanır; muhtar kavil budur.» denilmiştir. Sonra bir beze sarılarak defnedilir. Namazı kılınmaz. Yerinden kendiliğinden ayrılmışsa mirasçı da olmaz. Nitekim anne babasından biri ile esir edilen çocuğun da namazı kılınmaz. Zira dünya hükümlerinde çocuk ona tabidir. Ahiret hükümlerinde tabi değildir. Yukarıda geçmişti ki çocuklar cennetliklerin hizmetçileridir. Anne babasından ayrı olarak esir edilirse memleketine veya esir edene tabi olarak çocuk müslümandır.

İZAH

Şârih´in «ve toplanır» sözünü «muhtar kavil budur.» dedikten sonra getirmesi münasip olurdu. Zira Zahîriyye´nin ifadesi şöyledir: «Muhtar kavle göre yıkanır, acaba toplanır mı? Ebû Cafer Kebir´den nakledildiğine göre şayet ruh üfürülmüşse toplanır. Üfürülmemişse toplanmaz. Ulemamızın mezhebi iktizasınca-uzuvlarının bazısı belli olursa toplanır. Şa´bî ile İbn Sîrin´in kavilleri de budur.» Bunun vechi şudur: Adını koymak toplanmasını iktiza eder. çünkü bunun. kendisine mahşerde ismiyle çağrılmaktan başka bir bir faydası yoktur. Alkamî, düşük çocuklarınıza ad koyun çünkü onlar sizden önce gideceklerdir.» hadisi hakkında söz ederken şunları söylemiştir. «Faide, düşük çocuk şefaatçi olur mu, olursa ne zaman şefaatçi olur? Sonra bu kan pıhtısı olduğundan itibaren midir yoksa gebelik zuhur ettikten sonra mıdır? Dört ay geçtikten sonra mı yoksa ruh verildikten sonra mıdır, diye soranlar olmuşlardır. Cevap şudur: İtibar ancak uzuvlarının belli olup olmamasınadır. Nitekim üstadımız Zekeriyya bunu izah etmiştir.» Uzuvları tamam olsun olmasın namazı kılınmaz. T.

«Yerinden kendiliğinden ayrılmışsa mirasçı da olmaz.» Fakat başkası tarafından ayrılırsa, meselakarnına vurarak kadın çocuğu ölü düşürürse mirasçı da olur; kendisine mirasçı da olunur. Çünkü şeriat sahibi, vurana gurreyi vacip kılınca onun diri olduğuna hükmetmiş demektir. Nehir. Yani yerinden ayrılmadan, mesela babası ölürse, düşük ona mirasçı olur.

«Nitekim anne babasından biri ile esir edilen çocuğun da namazı kılınmaz.» Her ikisiyle beraber esir edilirse namazının kılınmayacağı evleviyette kalır. Büluğa ermiş bulunan deli çocuk gibidir. Nitekim Şurunbulâliye´de de böyle denilmiştir. Çocuğun mümeyyiz (zararı faydayı ayırır halde) olup olmaması, keza islâm veya küfür diyarında ölmesi fark etmediği gibi esir edenin müslüman veya zımmî olması da fark etmez Zira anne baba mevcut olunca memleketin ve esir alanın itibar ve ehemmiyeti yoktur. Mümeyyiz iken yani müslüman olmadıkça büluğa kadar çocuk anne ile babasından birine tâbidir. Nitekim Bahır sahibi bunu açık ifade etmiştir.» H.

Muhakkık İbn Emîr Hâcc Tahrir şerhinin Hâkim faslında tâbilik meselesini. zikrettikten sonra şunları söylemiştir: «Fahru´l-İslam´ın Câmi´ şerhindeki ibaresi, bu söylediğimiz hususatta akli erenle ermeyen müsâvidir.» şeklindedir. Bu kitabta buna işâret etmiştir. Câmi´ Kebîr´de ise nassan açıklanmıştır. Şu halde şerhinde «Anne babasından biri müslüman olursa çocuk ona teb´an müslüman sayılır. Küçük aklı başında olsun olmasın fark etmez. Çünkü çocuk anne ile babasından hangisi din itibariyle daha hayırlı ise ona tâbîdir.» demişse kusur etmiş olmaz.» Hayreddin-i Remlî´nin beyanına göre çocuk babasının babası ile birlikte esir edilirse bu hükümde değildir. Onun namazı kılınır.

«Ahiret hükümlerinde tâbi değildir.» Tâbî olsalar onlar da anne babaları gibi cehennemde olurlardı. Çocuklar hakkındaki kavillerden birî de budur. Makâsıd şerhinde, bu ekser ulemadan nakledilmiştir. T. Biz bu meselenin tamamını bu bâbın başında arzetmiştik.

«Memleketine veya esir edene tâbî olarak çocuk müslümandır.» Yani esir alan zımmi ise, memlekete tabaan müslüman ise, esir edene tabaan müslüman sayılır. Münye şerhinde böyle denilmiştir. Bahır´da sadece memlekete tabaan denilmekte iktifa edilerek şöyle denilmiştir: «Çünkü esir alana tâbî olmanın faydası ancak darı harpte görülür. Mesela çocuk, bir adamın hissesine düşer de ölürse, esir alana tâbî olarak namazı kılınır. Ama sözümüz esir almak hususundadır. Lügatta bu kelime, bir yerden başka yere götürülen esirler mânâsınadır. Esir denilmek için mutlaka götürülmek şarttır. Burada bu yoktur.»

Ben derim ki: Lâkin Sıhah ve Kâmusta, götürülmek şart koşulmamıştır. Evet, İmam Serahsî Siyer-i Kebîr şerhinin sonlarında bunun, kelimenin mefhumundan hariç. bir şart olduğuna delâlet eden sözler söylemiş ve şöyle demiştir: «Çocuk yalnız başına esir alınırsa, islâm memleketine çıkmadıkça müslüman olduğuna hükmedilmez. Çıkarsa memlekete tabaan müslüman olur. Yahut hükümdar ganimetleri taksim eder; veya onları dârı harpte satar da mal sahibine tabaan müslüman olur. Zira sahibine tâbî olmanın tesiri, memlekete tâbî olmanın tesirinden daha büyüktür. Satın alan zımmî ise, meselâ çocuğa satın almak veya bahşiş verilmek suretiyle malik olmuş ise yine müslüman olduğuna hükmedîlir. Hatta ölürse namazı kılınır. Zımmî onu satmaya mecbur edilir. Çünkü çocuk müslümanların kuvvetiyle elde edilmiş; o da bu sayede çocuğa mâlik olmuştur. Şu halde satış ve taksimle elde edilmesinin tamamı, islâm memleketine çıkarmakla tamamı gibi olmuştur. Bir zımmî hırsızlık için dârı harbe girer de müslüman memleketine bir çocuk getirirse, o çocuk müslümandır. Zımmî onu satmaya mecbur edilir. Çünkü bu çocuğa ancak müslüman memleketine çıkarmakla mâlık olmuştur. Binaenaleyh ganimetçi gibi olur. Meselâ kumandan, kim.bir esir alırsa esir onun olacak, der de zımmî birisi anne babası yanında olmayan bir çocuk alırsa bu çocuk müslümandır. Zira çocuğa müslümanların ordusuyla mâlik olmuştur. Zımmînin müsaade ile dârı harbe girmesi bunun hilâfınadır. Oraya pasaportla gider de onların kölelerinden bir küçük çocuk satın alırsa çocuğa akitle mâlik olur. Müslüman ordusu ile mâlik olmuş sayılmaz. Bu çocuğu müslüman memleketine getirdiği zaman çocuk müslüman olmaz. Ama onlardan satın atan müslüman ise çocuğu yalnız başına islâm diyarına çıkardığı zaman müslümanlığına hükmolunur. Sahibine tâbî olmak, ancak bunda kendini gösterir. Sahibi müslüman ise satın aldığı da ona tâbî olarak müslüman; zımmî ise satın aldığı da zımmî olur.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Hâsılı şudur: Çocuğun müslüman olduğuna ancak islâm memleketine çıkarmakla memlekete tabaan yahut taksim veya hükümdarın satmasıyle, sahibi müslüman ise sahibine tabaan, sahibi zımmî ise ganimeti alanlara tabaan hükmolunur. Allah´u âlem.

Ben derim ki: Serahsî´nin «satış ve taksimle elde edilmesinin tamamı, islâm memleketine çıkarmakla tamamı gibi olmuştur;» ifadesinden su hüküm çıkarılır: Zımmî, çocuğa mâlik olunca islâm memleketine çıkarmadan müslüman olduğuna hükmedilir. Çocuk dârı harpte ölürse namazı kılınır.

METİN

Yahut anne babasından biri ile esir edilir de o müslüman olur, veya çocuk aklı erdiği yani yedi yaşına vardığı halde müslüman olursa cenaze namazı kılınır. Zira müslüman olmuştur.

Ulema, avâmdan olan bir kimseye, islâmiyetin sorulmaması, bilâkis onun yanında islâmın hakikatı ve îmân edilmesi vacip olan şeyler söylenmesi gerektiğini. sonra kendisine «sen bunu tasdik ediyor musun?» diye sorulması lâzım geldiğini söylemişlerdir. O kimse evet, diye cevap verirse bununla iktifa edilir. «İman nedir, islâm nedir?» suallerine cevaben duraklaması zarar etmez. Fetih.

Müslüman, aslen kâfir olan dayısı gibi bir yakınını hînî hâcette yıkayarak kefenler ve defneder. Eğer kendi dininden yakını varsa onlara bırakması evlâdır. Mürted ise köpek gibi bir çukura atılır. Kâfir yıkanırken, sünnete riayet edilmez. Onu yıkayan kimse pis elbise yıkar gibi yıkar ve bir beze sararak bir çukura atar. Kâfir, akrabası olan müslümanı yıkayamaz.

İZAH

«Yahut anne babasından biri ile esir edilir de o müslüman olursa» yani anne ve babası müslüman olursa çocuğun cenaze namazı kılınır. Zira çocuk anne babasının hangisi din itibariyle daha hayırlı ise ona tâbidir. Burada ona tabaan çocuk da müslümandır. Mümeyyiz (yani zararı faydayı ayıracakyaşta) olması şart değildir. Nitekim evvelce geçmişti. Hayreddin-i Remlî, kâfirin nikahı bâbında iki kavil nakletmiş; Şilbî de çocuğun mümeyiz olmaması şarttır diye fetva vermiştir. Lâkin Serahsî Siyer şerhinde «bu kavil hatadır.» diye açıklamıştır. Bu hususta sözün tamamı inşallah kâfirin nikahı bâbında gelecektir.

Ben derim ki: Şimdi şu kalır: Çocukla birlikte anne babası yahut bunlardan biri esir alınır da ölürse, sonra çocuk yalnız başına islâm memleketine çıkarıldığında müslüman olur. Çünkü anne babasının dârı harpde ölmeleriyle onlara tâbî olmaktan çıkmıştır. İslâm memleketine çıktıktan veya taksimden yahut satıştan sonra olurlarsa iş bunun hilâfınadır. Siyer-i Kebîr şerhinde de böyle denilmiştir.

«Aklı erdiği halde» sözü, müslüman olan çocuğun kaydıdır. Çünkü aklı ermeyen çocuğun sözü muteber değildir. O kasıtla sâdır olmamıştır. «Yedi yaşına vardığı halde» sözü de aklı erenin tefsiridir ki, böylesinin kendi kendine müslüman olması sahihtir. Bunu Nehir sahibi Fetevâ-i Kârii´l-Hidâye´ye nisbet etmiştir. İnâye´de bu «fayda ve zararları bilen. islâmın hidayet yolu olduğunu, ona tâbî olmanın hayır getireceğini anlayan» diye tefsir edilmiş; Fetih´te de «islâmın sıfatını bilmesidir ki. o da hadisdeki Allah´a, meleklerine, peygamberlerine, son güne, kadere hayrına şerrine inanmandır, ifadesidir.» şeklinde izah edilmiştir.

Fethü´l-Kadir sahibi şöyle demiştir: «Bu gösteriyor ki, mücerret Allah´tan başka ilâh yoktur demek, bu. söylediklerimize inanmadıkça, müslümandır diye hüküm vermeyi icabetmez. Meselenin tamamı Bahır ve Nehir´dedir.

Ben derim ki: Zâhire göre maksadı şudur: Çocuk bunlara tafsilatıyle bildirilip îman etmesi istenildiği zaman îman etmiş olacaktır. Karinesi aşağıda gelecektir. îman istenildikte inkâr eder veya ikrardan çekinirse, «Lâilâhe illâllah» demesi kafi değildir. Çünkü Peygamber (s.a.v.)in müşriklerin lâilâhe illallah deyip kendi peygamberliğini ikrar etmeleri ile yetindiği, îman edilecek şeylerin tafsilâtını istemediği malumdur. Evet, bazen her iki şehadetin veya birinin ikrarı şart olur. Bazen bütün muhalif dinlerden sıyrıldığını söylemek de şart olur. Bunların tafsilâtı inşallah riddet bâbında şârihin «kâfirler beş sınıftır.» dediği yerde gelecektir.

«Duraklaması zarar etmez.» Çünkü avam tabakası bazen bilmiyoruz diye cevap verirler. Ve bunu söylerken tevhitten, ikrardan, cehennem korkusundan ve cennet arzusundan uzaktırlar. Herhalde bu suallerin cevabının hususi ve manzum bir sözle olacağını zannederek cevaptan çekinirler. Bunu Fetih´ten naklen Bahır sahibi söylemiştir.

Müslümanın, kâfir olan yakını yıkayıp defnetmesi vacip değil, caizdir. Çünkü yıkamak vacip olmak için cenazenin müslüman olması şarttır. Bedâyi´de şöyle denilmiştir: «Hatta kâfiri yıkamak vacip değildir. Zira yıkamak cenazeye ta´zim ve ikram için vacip olmuştur. Kâfir buna ehil değildir.» Şârih «dayısı gibi» demekle, yakından muradın zevi´l-erhâma da şâmil olduğuna işaret etmiştir. Nitekim Bahır´da da böyle yapılmıştır. «Aslen kâfir» sözünü Kuhistâni Cellâbi´den naklen şehit bâbında «harbî olmayan» diye kayıtlamıştır.T.

«Kâfir, akrabası olan müslümanı yıkayamaz» yani müslümanın müslüman akrabası yoksa, onun techiz ve tekfinini müslümanlar üzerlerine alırlar. Kâfirin, müslüman akrabasını defin için onun kabrine girmesi mekruhtur. Bahır.

Evvelce arzetmiştik ki müslüman bir erkek, kadınlar orasında ölür de yanlarında bir de kâfir erkek bulunursa ona cenaze yıkamayı öğretirler. Sonra kadınlar namazını kılarlar. Şu halde kâfirin cenaze yıkaması zaruretten dolayıdır. Bu, zaruret yokken onun müslüman akrabasını techizi de mümkündür mânâsına gelmez. Zeyleî buna muhaliftir. Bunu Bahır sahibi ifade etmiştir.

METİN

Cenazeyi taşıyan kimsenin önce onun tarafını sağ omuzuna alarak on adım gitmesi menduptur. Çünkü hadiste «her kim bir cenazeyi kırk adım taşırsa kırk büyük günahına kefaret olur.» buyurulmuştur. Sonra aynı şekilde arka tarafını sağ omuzuna alır. Sonra ön tarafını sol omuzuna, sonra aynı şekilde arka tarafını sol omuzuna alır. Böylece taşıma işi cenazenin arkasında sona erer ve o kimse cenazenin ardından yürür. Sahih rivayete göre Peygamber (s.a.v.) Sa´d b. Muâz´ın cenazesini taşımıştır. Bize göre cenazeyi tabutun iki kolu arasında taşımak mekruhtur. Bilakis her adam eli ile bir kol kaldırır. Eşya taşır gibi ensesine koymaz. Onun için sırtta ve hayvan üzerinde taşınması mekruh olmuştur.

Meme emen veya memeden ayrılmış yahut az daha büyücek çocuğu bir kişi elleri üstünde taşır. Velev ki hayvana binmiş olsun. Büyük olursa tabuta konur. Cenaze koşmamak şartıyle acele götürülür. Koşarak götürmek mekruhtur. Cuma namazından sonra namazını büyük bir cemaat kılsın diye cenaze namazını ve defni geciktirmek mekruhtur. Meğer ki cenazenin defni sebebiyle cumanın kaçırılacağından korkula; Kınye. Nitekim cenazenin ardından giden kimsenin cenaze yere konmadan oturması ve konduktan sonra ayağa kalkması da mekruhtur.

İZAH

Musannıf burada cenazenin nasıl taşınacağını beyana başlıyor. Halbuki bunu Bedâyi sahibinin yaptığı gibi namazdan önceye almalı idi. Zira taşımak ekseriyetle namazdan önce olur. Zikri geçen hadisi Zeyleî rivayet ettiği gibi Bahır sahibi dahi Bedâyi´den nakletmiştir.

Münye şerhinde «Cenazeyi her taraftan kırk adım taşımak müstehaptır. Delili mezkur hadistir. Bu hadisi Ebu Bekir Neccâr rivayet etmiştir.» denilmektedir.

Bazan küçük günaha da büyük denilir. Çünkü her günah daha büyüğüne bakarak küçük, daha aşağısına bakarak büyüktür. Yahut büyük günahtan murad, hakiki büyük günahtır. Ulemanın «Büyük günahlar ancak tevbe yahut sırf fazlı ilâhi veya haccı mebrur ile afvolunur.» sözleri, hakkında nas bulunmayanlara hamledilir. T. Bu bahsin tamamı inşallah hac bâbında gelecektir. Buradaki «aynı şekilde» ifadelerinden murad, onar adım yürümektir ki, taşıyanın sağı cenazenin sağına ve tabutun soluna geldiği gibi, solu da cenazenin soluna, tabutun sağına gelir. Kuhistâni t.

«Bize göre cenazeyi tabutun iki kolu arasında taşımak mekruhtur.» Çünkü sünnet vecih dört taraftan tutmaktır. Bahır. Gerçi bazı seleften, iki kol arasında taşınacağı nakledilmişse de, bu rivayetsahih olduğu taktirde yerin darlığı veya cemaatın çokluğu yahut taşıyanların azlığı gibi bir ârızaya hamledilir. Nitekim Fethu´l-Kadir´de izah olunmuştur.

«Her adam eli ile bir kol kaldırır.» Sonra omuzuna koyar. «Eşya taşır gibi ensesine koymaz.» sözü baştan o şekilde yüklenmez mânâsınadır. Nitekim üstadımız böyle söylemiştir. H. Hılye´de şöyle denilmiştir; «Cenazeyi ellerine alarak kaldırırlar. Yük taşır gibi enselerine koymazlar. Bunu Fâkih Ebu´l-Leys, el´ Camiu´s-Sağîr şerhinde söylemiştir.» Enseden murad, Tahtavî´nin dediği gibi omuzdur.

«Çocuğu bir kişi elleri üstünde taşır.» Yani el üstünde taşımakta cemaat nöbetleşirler. Bahır. «Cenaze, koşmamak şartıyle acele götürülür.» Sünnet vecihle acele, cenaze tabuta vurmayacak şekilde hızlı yürümekle olur. Zira bir hadiste «Cenazeyi sür´atle götürün. Eğer iyi kimse ise onu hayra takdim etmiş olursunuz. Böyle değil ise o şerdir. Onu omuzlarınızdan atarsınız.» buyurulmuştur. Efdal olan öldüğü andan itibaren bütün techiz ve teklifininde acele etmektir. Bahır.

«Cenazeyi koşarak götürmek mekruhtur.» Çünkü bu öleni tahkir, götürenlere de zarardır. Bahır.

«Meğer ki cenazenin defni sebebiyle cumanın kaçırılacağından korkula!» Bu taktirde defin işi geri bırakılır. Bayram namazı cenaze namazından. cenaze de hutbeden öne alınır. Kıyasa göre. cenaze bayram namazından öne alınmalı idi. Lâkin kargaşalığa sebep olur korkusuyla öne alınmıştır. Bir de son saflarda bulunanlar bayram namazı kılıyoruz zannetmesinler diye bayram namazı önce kılınır. Bunu Kınye´den naklen Bahır sahibi söylemiştir ki, ifade ettiği mânâ, mezkur illetten dolayı cuma namazının cenazeden önce kılınmasıdır.. Şu da var ki, cuma namazı farzı ayındır. Hatta fetvaya göre onun sünneti bile cenaze namazından önce kılınır. Bu meselenin tamamı bayram bâbının başında geçmişti.

Cenaze yere konmadan oturmak yasak edilmiştir. Nitekim Sirâc´da beyan olunmuştur. Nehir. Bunun muktezası, buradaki kerahetin kerahet-i tahrimiye olmasıdır. Remlî.

Cenazeyi omuzlardan yere koyduktan sonra ayağa kalkmak ta mekruhtur. Nitekim Hâniye ile İnâye´de de böyle denilmiştir. Muhit´te ise bunun aksi ifade edilerek şöyle denilmiştir: «Efdal olan, kabrin üzerine toprağı tesviye etmeden oturmamalarıdır.» Bahır sahibi birinci kavlin evlâ olduğunu söylemiştir. Zira Bedâyi´de şöyle denilmiştir: «Cenazeyi yere koyduktan sonra oturmakta bir beis yoktur. Çünkü Ubâde b. Sâmit´ten rivayet olduğuna göre Peygamber (s.a.v.) meyyit lâhde konulmadıkça oturmazmış. Bir defa Ashabı ile birlikte bir kabrin başında ayakta dururken bir yahudi (gelerek), ölülerimizi biz de böyle yaparız, demiş. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) oturmuş ve Ashabına, «Bunlara muhalefet edin!» buyurmuşlardır. Yani ayağa kalkmak hususunda demek istemişler. Onun için mekruh olmuştur. Bunun muktezası kerâhet-i tahrimiyedir.» Bu söz hâcet ve zaruret bulunmamakla kayıtlıdır. Remlî.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:44 am GMT +0200
METİN

Namazgâhta olan bir kimse cenazeyi gördüğünde, yere konmadan ayağa kalkmadığı gibi: cenaze yanından geçen kimse de kalkmaz. Muhtar olan kavil budur. Bu hususta vârid olan hadisneshedilmiştir. Zeyleî. Cenazenin arkasından yürümek menduptur. Zira cenaze matbudur. Ancak arkasında kadınlar bulunursa, bu taktirde önünde yürümek daha iyidir. Kadınların çıkması kerâhet-i tahrimiye ile mekruhtur. Yasçı kadın tutmak menedilir. Yasçı kadından dolayı cenazenin arkasından gitmek terk edilmez. Cenazenin sağından ve solundan yürünmez. Önünde yürümek kerâhetsiz caizdir. Bunda da fazîlet vardır. Lâkin cenazeden uzaklaşır veya bütün cemaat öne geçer yahut önünde hayvana binerek yürürse mekruh olur. Nitekim cenazede yüksek sesle zikirde bulunmak veya Kur´an okumak da mekruhtur. Fetih.

İZAH

Neshedilen hadis şudur: «Cenazeyi gördüğünüz vakit ona ayağa kalkın! Sizi geride bırakıncaya veya yere konuluncaya kadar ayakta kalın.» H.

Bu hadis Ebu Davud ile İbn Mâce´nin, İmam Ahmed´in ve Tahavî´nin birçok yollardan Hz. Ali´den rivayet ettikleri «Rasulullah (s.a.v.) ayağa kalktı. Sonra oturdu.» hadisi ile neshedilmiştir. Müslim de bu mânâda bir hadis rivayet etmiş ve «Vaktiyle var idi. Sonra neshedildi.» demiştir. Münye şerhi.

«Zira cenaze matbudur.» sözüyle Şârih, Sahih-i Buhâri´de Berâ´ b. Âzib´den rivâyet edilen şu hadise işarette bulunmuştur: «Rasulullah (s.a.v.) bize cenazenin arkasından tâbi olmayı emir buyurdu.» Hz. Ali, «Arkadan tabı olmak ancak cenazeyi arkadan takip edene ıtlak olunur. Önden yürüyene «tâbi oldu» denilemez; o matbudur.» demiştir. Bu emri vücup değil, nedip içindir. (yani bunun mendup olduğunu ifade eder). Zira bu hususta icmâ vardır. Hz. Ali (r.a.)dan bir rivayete göre kendisi, «Cenazeyi önüne koy, gözünü ondan ayırma; Çünkü o ancak bir mev´ıza, bir hâtıra ve bir ibrettir.» demiştir. Tamamı Münye şerhindedir.

«Kadınların çıkması keraheti tahrimiye ile mekruhtur.» Çünkü Peygamber (s.a.v.) kadınları, «sevap kazanarak değil, günaha girmiş olarak dönün!» buyurmuştur. Bu hadisi İbn Mâce zaif bir senetle rivayet etmiştir. Lâkin zamanın değişmesiyle meydana gelen yeniliğin mânâsı bunu teyid etmektedir. Bu yeniliğe Hz. Âişe (r.a.) şu sözleriyle işaret etmiştir: «Rasulullah (s.a.v.) kendisinden sonra kadınların ne modalar çıkardığını görse idi Benî İsrail´in kadınları men edildiği gibi mutlaka onları men ederdi.» Bu. onun zamanındaki kadınlar hakkında söylenmiştir. Ya zamanımız kadınlarına ne demeli? Sahihayn´da Ümmü Atiyye´den rivayet olunan, «Biz cenazelerin peşinden gitmekten men olunduk oma kati olarak bize yasak edilmedi.» Yani «bu nehi tenzih içindir» hadisine gelince Bu hadis o zamana mahsus olmak gerekir. O zaman kadınların mescid ve bayramlara çıkmaları mübah idi. Tamamı Münye şerhindedir.

«Yasçı kadından dolayı cenazenin arkasından gitmek terk edilemez.» Yaygaracı kadının hükmü de budur. Şurunbulâliye. Çünkü sünnetle birlikte bid´at irtikâb ediliyor diye sünnet bırakılmaz. Buna düğün daveti ile itiraz edilemez. Düğün davetinde bid´at işlenirse davete icâbet edilmeyebilir fakat aralarında fark vardır. Cenazenin arkasından gitmek terk edilirse cenazenin intizamı bozulmak tâzım gelir. Düğün daveti böyle değildir. Zira gidilmezse o yemeği yiyen bulunur. Bunu Tahtavî Ebu´s-Suud´dan nakletmiştir.

Öyle anlaşılıyor ki, cenazenin ardından gitmekten murad, mutlak surette onunla beraber yürümektir. Hâssaten arkasından gitmek değildir. Yasçı kadın varsa cenazenin arkasında yürünmez. Sebebini yukarıda İhtiyar´dan naklen arzettik. Böylece ara bulunmuş olur.

«Cenazenin sağında solunda yürünmez.» Fetîh ve Bahır´da böyle denilmiştir. Kuhistâni´de ise, «Bunda bir beis yoktur.» denilmiştir. Bu söz yürümenin hilâf-ı evlâ olduğunu gösterir. Zira bunda mendubu (yani cenaze ardından gitmeyi terk etmek vardır.

«Bunda da fazilet vardır.» ifadesi ulemanın «Cenazenin arkasında yürümek bize göre daha fazîletlidir.» sözlerinden alınmıştır. Lâkin yalnız olarak yürüyor sayılacak derecede cenazeden ´´uzaklaşır; yahut yanında kimse kalmamak şartıyla bundan cemaat cenazeyi arkalarında bırakırlar veya cenazenin önünde hayvana binerse mekruh ölür. Zira hayvana binmek toz kaldıracağı için arkadakine zarar verir. Cenazenin arkasında hayvana binmekte beis yoktur. Ama yürümek daha efdaldir. Nitekim Bahır´da da böyle denilmiştir. Buradaki kerahetten murad; zâhire göre kerahet-i tenzihiyedir. Remlî.

Ben derim ki: Lâkin önünde hayvana binmeye zarar tahakkuk ederse kerahet-i tahrimiye olur.

«Nitekim cenazede yüksek sesle zikirde bulunmak veya Kur´an okumak da mekruhtur.» Bazıları bu kerahatin tahrimi, bazıları da tenzihi olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Bahır´ da Gaye´den naklen böyle denilmiştir. Yine oradan Gayeden naklen şöyle denilmiştir: «Cenazenin arkasından gidenin uzun zaman susması gerekir.» Aynı eserde Zahîriye´den naklen de şunlar söylenmiştir: «Eğer Allah Teâlâ´yı zikretmek isterse onu içinden zikreder. Çünkü Teâlâ hazretleri, «O hüdâyı tecâvüz edenlerî (yani sesli dua edenleri) sevmez.» buyurmuştur.» İbrahim Nehaî´den rivayet olunduğuna göre kendisi cenaze ile beraber giden bir kimsenin, «Bunun için afv dileyin ki Allah sizi de afvetsin!» demesini mekruh sayarmış.

Ben derim ki: Dua ve zikir hakkında hüküm bu olunca, şu zamcında ortaya çıkan mûsikiye ne buyurursun;...

METİN

Ölenin kabri, hâne içinde olmamak üzere yarım boy kadar kazılır. Daha fazla kazılırsa iyi ölür. Kabre lâhid yapılır; Şok (yarma) yapılmaz. Meğer ki kaba topraklı bir yerde ola! Kabre döşek koymak caiz değildir. Hz. Ali´den rivayet edilen fiil meşhur değildir. Onunla amel edilmez. Zahiriyye.

İZAH

Musannıf burada defin meselelerine başlamıştır. Defin mümkün okursa bil´icmâ farz-ı kifâyedir. Hılye.

Mümkün olursa kaydı. mümkün olmadığı suretten ihtiraz içindir. Meselâ gemide ölürse defin mümkün değildir. Nitekim gelecektir. Bu sözün ifade ettiği mânâ, Şâfiîlerin dediği gibi «üzerine binâ yaparak yer yüzüne defnedilmesi caiz değildir. »demektir. Bizim imamlarımızın bunu açıkça söylediklerini görmedim. Musannıf «kabri» diyerek zamiri müfred kullanmakta, evvelce gecen «iki kişi bir kabre defnedilemez. Meğer ki zaruret ola.» sözüne işaret etmiştir. Bu iptidâda olduğu gibisonradan da caiz değildir. Fetih´de şöyle denilmiştir: Bir başka birini defnetmek için kabir açılamaz. Ancak birinci cenaze çürür de kemikleri kalmazsa o zaman caiz olur. Fakat başka yer bulunmazsa aynı kabre iki kişi defnedilebilir. Ve birinci meyyitin kemikleri toplanarak aralarına topraktan perde yapılır. Mahzene cenaze defni mekruhtur.

Mahzenden maksat, içine ayakta bir cemaat sığan ev gibi yapılmış binâdır. Bu, sünnete muhalif olduğu için mekruhtur. İmdâd. Bunda birçok vecihlerden kerâhet vardır. Şöyle ki: Lâhid yoktur. Zaruret bulunmadığı halde bir cemaat bir kabre defnedilir. Aralarında perde olmaksızın erkeklerle kadınlar birbirine karışır. Kireçle sıvanır ve üzerine binâ yapılır. Bahır. (Bunların hepsi mekruhtur.)

Hılye sahibi şöyle diyor: «Bâhusus içinde çürümemiş meyyit olursa daha da kötüdür. Câhil mezarcıların yaptıkları gibi, içindeki çürümeden kabri açıp üzerine başkasını defnetmek açık açık münkerattandır. Bir adamın, yakını ile bir araya defnedilmesini istemesi, yahut başka kabristan varken o kabristanda ki yer darlığı, iptidâen iki cenazeyi bir kabre defnetmeyi mübah kılan zaruretlerden değildir. Velev ki yanına defin ile teberrük olunan zevâttan olsun. Nerde kaldı ki bu ve benzeri şeyler. kabri açıp içindeki çürümeden, üzerine başkasını koymayı mübah kılsın; Bunda ilk meyyitin hürmetini ayaklar altına almak ve onun parçalarını çiğnemek de vardır. Bundan sakınmalıdır!»

Zeyleî dahi, «Meyyit çürür de toprak olursa onun kabrine başkasını defnetmek, üzerine ekin ekmek ve binâ yapmak caiz olur.» demiştir,

İmdâd sahibi diyor ki: «Tatarhâniyye´nin ibaresi buna muhaliftir. Orada şöyle denilmiştir: Meyyit kabirde toprak olduğu vakit onun kabrine başkasını defin etmek mekruhtur. Çünkü hürmet bâkidir. Salih komşularla teberrük için meyyitin kemiklerini bir tarafa toplayarak yanına başkasını defin etseler, başka boş yer bulunduğu taktirde bu mekruh olur.»

Ben derim ki: Lâkin bunda büyük meşakkat vardır. En iyisi, caiz olmayı çürümeye bağlamaktır. Çünkü her cenaze için başlı başına kabir hazırlamak" birinci toprak olsa bile yanına başkasını defin etmemek bilhassa büyük şehirlerde mümkün değildir. Aksi taktirde vadiler ovalar kabirle dolardı. Halbuki kemik kalmayıncaya kadar kabir kazmaktan men etmek cidden güçtür. Velev ki bazı kimseler için bu mümkün olsun. Lâkin sözümüz, bunu herkese şâmil bir hüküm yapmak hususundadır.

T E T İ M M E: EI´Ahkâm adlı eserde şöyle deniliyor: «Müşriklerin alâmetlerinden bir şey kalmamak şartıyla bir müslümanı müşrik mezarlığına defnetmekte beis yoktur. Nitekim Hizânetü´l-Fetvâ´da da böyle denilmiştir. Müşriklerin kemiklerinden bir şey kalırsa kabirden çıkarılır ve eserleri giderilerek mescid yapılır. Çünkü rivâyete göre Peygamber (s a.v.) Mescidi. evvelce müşriklerin kabristanı imiş. Bu kabirler açılarak temizlenmiştir. Vâkıat´ta da böyledir.»

Kabir «yarım boy» yahut göğüs hizasına kadar kazılır. Bir boy kadar fazla kazılırsa daha iyidir. Nitekim Zâhîre´de böyle denilmiştir. Bundan anlaşılır ki, en azı yarım boy, en çoğu bir boydur. Ortası ikisinin arasıdır. Münye şerhi. Bu, derinliğin hududur. Maksat, fena kokunun yayılmasınamübalağalı bir şekilde mâni olmak; yırtıcı hayvanların kabri eşmesini önlemektir.

Kuhistani´de, «Kabrin uzunluğu meyyitin uzunluğu kadar, genişliği de uzunluğunun yarısı kadar olur.» denilmiştir.

Lâhid yapmak sünnettir. Bunun şekli. kabir kazıldıktan sonra kıble tarafından bir hendek açmaktır. Meyyit bunun içine konur. Ve bu lâhid tavanlı oda gibi yapılır. Hılye.

Şak ise kabrin ortasına bir hendek açarak cenazeyi içine koymaktır. Hılye. Buna ancak toprak gevşek olduğu zaman cevaz verilir. Ve cenaze sahibi şak ile tabut yapmak arasında muhayyer bırakılır. Bunu Tahtavî «Ed-Dürrü´l-Müntekâ» dan nakletmiştir. Bir misli de Nehir´dedir. Mukâbelenin muktezâsı şudur: Lâhid yapılır. Tabut lâhdin içine konur. Çünkü lâhdi bırakıp şak yapmak, lâhid yıkılır diye korkulduğu içindir. Nitekim Fetih´te bu açıklanmıştır. Tabut lâhda konunca, kabrin, cenazenin üzerine yıkılması tehlikesi kalmaz. Lâhid yapmak mümkün olmazsa şak yapmak taayyün eder. O zaman tabuta hâcet kalmaz. Ancak toprak nemli olur da çürüyen meyyit içine çabuk işlerse tabut kullanılır. Hılye´de Gaye´den naklen şöyle denilmiştir: «Toprak gevşek veya nemli olursa meyyitin malından bir tabut yapılır. Böyle olmayan toprakta tabut kullanmak bütün ulemanın kavillerine göre mekruhtur.»

«Şöyle denilebilir: Şakkın üzerinde bina yoksa, cenaze toprağa gömülmemek için tabuta konarak şakka yerleştirilir. Memleketimizin kabirlerinde olduğu gibi üzerinde tavan veya bina varsa, yer dahi nemli olmayıp lâhid yapılmamışsa tabut kullanmak mekruhtur.

«Kabre döşek koymak caiz değildir.» Yani mekruhtur. Hılye´de, «Kabirde meyyitin altına döşek, yastık, hasır ve benzeri bir şey koymak mekruhtur.» denilmiştir. Bunun vechi, her halde zaruretsiz mal israfı olsa gerektir. Binaenaleyh kerâhet-i tahrimidir. Onun için şarih «Caiz değildir» ifadesini kullanmıştır. Gerçi «Hz. Ali bunu yapmıştır» diye bir rivayet varsa da bu rivayet «meşhur» yani sâbit değildir.Yahut Ashâbı Kiram arasında şöhret bulmamıştır. Bulsa icmâ´ olurdu. Bilakis başkasından bunun hilâfı sâbit olmuştur. Münye şerhinde beyan edildiğine göre İbn Abbas (r.a.) meyyitin altına bir şey konulmasını kerih görmüştür. Bunu Tirmizi rivayet etmiştir. Ebu Musâ´nın. «Benim cesedimle yerin arasına bir şey koymayın»! dediği rivayet olunmuştur.

Sonra şârih Hz. Ali meselesinde musannıfın EI´Mineh adlı eserine tâbi olmuştur. Benim Zahiriyye´de gördüğüm ise Hz. Âişe´den rivâyet olunmuştur. Keza Bahır ve Nehir´de de bu rivayet Zahiriyye´ye nisbet edilmiştir. Münye şerhinde şöyle deniliyor: «Gerçi Peygamber (s.a.v.) kabrine bir kadife yapıldığı rivayet edilmiştir. Ama bazıları buna «Çünkü Medine´nin toprağı sulak idi.» diye cevap yermişlerdir. Bir takımları da Abbas´la Ali´nin münakaşa ettiklerini ve münakaşayı kesmek için kadifeyi Şekran´ın yaydığını söylemişlerdir.»

«Peygamber (s.a.v.) bu kadifeyi üzerine alır ve yere sererdi. Şekran «Vallahi RasuluIIah (s.a.v)den sonra seni ebediyen kimse giyemez:

diyerek kabre koymuştur.» diyenler de vardır.

METİN

Hâcet olursa erkek cenazeye velev ki taştan veya demirden olsun tabut yapmakta beis yoktur. Meselâ yer gevşek olursa tabut yapılabilir. Kabrin içine toprak döşemek sünnettir. Gemide ölen kimse yıkanarak kefenlenir ve karaya yakın değilse namazı kılınarak denize atılır. Ölen kimse küçük bile olsa eve defnedilmemelidir. Çünkü bu sünnet, Peygamberlere mahsustur. Vâkıât.

Cenazeyi kabre kıble tarafından koymak müstehaptır. Kıble tarafında yere bırakılır. Sonra kaldırılarak lâhda yerleştirilir. Kabre indiren kimsenin, Bismillâhi ve billâhi ve alâ milleti Rasûlillâhi sallallâhu aleyhi vesellem. «Allah´ın adı ile, Allah ile ve Rasulullah (s.a.v.)´in dini üzere» demesi de müstehaptır.

İZAH

İhtiyaç duyulursa tabut kullanmaya ruhsat verilir. İhtiyaç yoksa bu mekruhtur. Nitekim yukarıda beyan ettik.

Hılye sahibi diyor ki: «Birçok kimseler İmam İbn Fadl´ın buna cevaz verdiğini nakletmişlerdir. Çünkü onların arazisi kaba topraklıdır. Lâkin kabrin içine toprak döşemek ve cenazeye temas eden üst kısmının çamurla sıvanması gerekir. Lâhid gibi olması için meyyitin sağına soluna hafif kerpiç dizilir.

«Sıvanması gerekir» sözünden murad, «sünnettir» demektir. Nitekim Fahru´l-İslâm ve başkaları açıkça «sünnettir» demişlerdir. Hattâ Yenâbî´de «Sünnet olan, kabre toprağı döşemektir. Sonra da demirden bir şey yapmak için ruhsat araştırmamalıdır. Bunun mekruh olduğunda şüphe yoktur. Nitekim vechi zâhirdir.» denilmiştir. Yani demir ateşle işlenir; ve ateşte pişmiş tuğla gibi olur, denilmek istenmiştir. Nitekim gelecektir.

«Erkek cenazeye» tabirinin mefhumu, kadın için mutlak surette beis olmamaktır. Münye şerhinde bu açıkça ifade edilmiş ve şöyle denilmiştir: «Muhit´te beyan olunduğuna göre, ulemamız kadınlar için tabut yapmayı iyi görmüşlerdir. Velev ki toprak gevşek olmasın. Çünkü bu örtmek ve kabre koyarken dokunmaktan korunmak için daha kullanılışlıdır.

«Ve karaya yakın değilse namazı kılınarak denize atılır.» Zâhire göre bu yakınlığın miktarı, kara ile aralarında cenaze bozulmayacak kadar mesafe bulunmaktır. Sonra Nuru´l-İzâh´ta gördüm ki «meyyite zarar vereceğinden korkulmayacak» tabiri kullanılmış.

Fethu´l-Kadir´de şöyle denilmiştir: İmam Ahmed´den bir rivayete göre denize atılan cenazeye, dibe çökmesi için ağır bir şey bağlanır. Dârı harbe yakın ise Şâfiilerden de bu kavil rivayet edilmiştir. Yakın değilse, - deniz sahile atsın da defnedilsin diye - iki tahtanın arasına bağlanır.»

«Ölen kimse eve defnedilmez.» Münyetü´l-Müftî ve diğer kitaplardan naklen Hılye´de bildirildiğine göre bu ibâre Feth´in sözünden daha umumidir. Orada şöyle denilmiştir: «Küçük veya büyük hiçbir kimse öldüğü evde defnedilmez. Çünkü bu. peygamberlere mahsustur, Bilâkis müslümanların kabristanına götürülür.»

Bu sözün muktezası sudur: Medrese ve benzeri.bir bina yaptırıp da yanına kendisi için kabir tahsîs edenlerin yaptıkları gibi kendisine has mezara defnedilemez.

«Kıble tarafında yere bırakılır.» Yani yerden kaldıran kimsenin yüzü, kadırırken kıbleye döner. imam Şafiî ile İmam Ahmed, çekip çıkarmanın müstehap olduğunu söylemişlerdir. Meyyit kabrin ucuna konur. Sonra baş tarafından indirilerek çekilir. İki tarafın delilleri Münye şerhi ile Fetih´tedir. Bize göre kabre girenlerin sayısının tek veya çift olması zarar etmez. Şâfiî tek olmasını tercih etmiştir. Tamamı Bahır´dadır.

Musannıf Bismillâh´dan sonraki «Ve billâh» lafzını Kenz ve Hidâye´deki rivayete ilave etmiştir. «Ve billâh» Tirmizi´nin bir rivayetinde sabittir.

«Bismillâhi ve alâ milleti Rasûlullah» şekli ise. İbn Mâce´nin rivayetindedir. İbn Mâce´nin bir rivayetinde «Bismillâh»dan sonra «ve fî sebilillâh» ziyadesi vardır. Bunu Bedayi sahibi. İmam Hasan´ın Ebu Hanîfe´den rivayeti olmak üzere nakletmiştir. Ulemanın beyanına göre mânâ, «Seni Allah´ın adı ile yere koyduk. Ve Rasulullah´ın dîni üzere teslim ettik.» demektir. Sonra İmam Ebû Mansur Mâtüridî şunları söylemiştir: «Bu, meyyite dua değildir. Çünkü eğer Rasûlullah (s.a.v.)in dîni üzere vefat etti ise hâlini değiştirmesi caiz değildir. Onun dîni üzere vefat etmedi ise yine değiştiremez. Lâkin müminler yeryüzünde Allah´ın şahitleridir. Ve o kimsenin İslâm dîni üzere öldüğüne şâhitlik ederler. Sünnet böyle cereyan etmiştir.» Hılye.

T E M B İ H: Vârid olan dua namına bu kadarla iktifa etmesinden, cenaze kabre indirilirken ezan okumanın sünnet olmadığına işaret vardır, Nasıl ki şimdi bu adettir; İbn Hacer´in Fetevasında açıklandığına göre bu bid´attır.

İbn Hâcer, «Her kim "hayatın sonunu basına ilhak için yeni doğan çocuğa kıyasen ezan okumak sünnettir" derse, isâbet edememiştir» diyor.

Ulemamızdan bazıları ile daha başkaları, namazların sonunda âdet olan musafahanın da mekruh olduğunu söylemişlerdir. Halbuki musafaha sünnettir. Burada mekruh olması, buraya mahsus olarak rivayet edilmediği içindir. Namazlardan sonra musafahaya devam, avam takımının sünnet zannetmesinden ileri gelmektedir. Onun içindir ki, ulema bazı bid´atçıların uydurdukları Regâib namazı için bir yere toplanmayı men etmişlerdir. Zira bu hususi gecelerde bu şekilde Regâib namazı rivayet olunmamıştır. Velev ki namaz en hayırlı iş olsun.

METİN

Cenazeyi kıbleye karşı çevirmek vaciptir. Sağ tarafına yatırılması gerekir. Ama kıbleye çevirmek için kabir açılmaz. Kefenin düğümü çözülür. Zira ona hâcet kalmamıştır. Lâhdin üzerine kerpiç ve kamış örülür. Pişmiş tuğla ve tahta gibi şeyler etrafına konmazsa da üstüne koymak mekruh değildir. İbn Melek. Fayda, Peygamber (s.a.v.) in lâhdine konulan kerpiçlerin sayısı dokuzdur. Behensi.

Gevşek toprakta, tabut gibi, lâhdin etrafına tuğla ve tahta koymak da caizdir. Kadının kabrine perde çekilir. Yani örtülür. Velev ki hunsâ olsun. Erkeğin kabri örtülmez. Meğer ki yağmur gibi bir özürden dolayı ola. Kabrin üzerine toprak yığılır, Fazla toprak yığmak mekruhtur. Çünkü bina yerinedir. Kabrin baş tarafından elleriyle üç avuç toprak serpmek,definden sonra dua ve Kur´anokumak için bir koyun kesilerek eti dağıtılacak kadar oturmak müstehaptır.

İZAH

«Cenazeyi kıbleye karşı çevirmek vaciptir.» Burada vaciptir sözünü şârih, Hidâye´nin «Rasulullah (s.a.v.) bunu emir etmiştir.» ifadesinden almıştır. Lâkin hadis yazanlar onu bulamamışlardır.

Fetih´de «bu gariptir.» denilmiş; Ebû Davud ve Nesâi´nin rivayet ettikleri bir hadisle bu hususta kanaat husûle getirildiği bildirilmiştir. Hadis şudur: «Bir adam, "Yâ Rasûlüllah, büyük günahlar nedir?" diye sordu. Rasulullah (s.a.v.) "Onlar dokuzdur" cevabını verdi. Ve bunlar meyanında, "Kıbleniz Beytü´l-Haram´ı ölünüzün dirinizin helal saymasıdır" cümlesini de zikretti.»

Ben derim ki : Bunun izahı şudur: Zâhirine göre hadisi şerif, hayatIa ölümü, kıbleye karşı dönmenin vacip olması hususunda müsâvî tutmuştur. Lâkin Tühfe´de bunun sünnet olduğu açıklanmıştır.´´

«Ama kıbleye çevirmek için kabir açılmaz.» Yani cenazenin arkası kıbleye çevrilir de üzerine toprak örtülürse kabir açılmaz. Çünkü kıbleye dönmek sünnet; kabri açmak ise haramdır. Toprak örtülmeden kerpiçler dizildikten sonra olursa iş değişir. Bu sefer kerpiçler alınarak meyyitin yüzü sağından kıbleye çevrilir. Bunu Tühfe´den naklen Hılye sahibi söylemiştir. Kabirde bir İnsanın eşyası kalırsa açmakta bir beis yoktur. Zahiriyye.

«Zira ona hâcet kalmamıştır.» Çünkü düğüm, cenaze götürülürken kefen açılmasın diye yapılır.

«Lâhdin üzerine kerpiç ve kamış örülür.» Kerpiçler kabir tarafından lâhdin üzerine işlenir, Hılye´de şöyle denilmiştir: «Kerpiçlerin aralarındaki boşluklar, meyyitin üzerine bunlardan toprak inmemesi için moloz ve kamışlarla tıkanır. Ulema burada kerpiç gibi kamış kullanmanın da müstehap olduğunu söylemişlerdir.»

Lâhdin etrafına pişmiş tuğla işlemek mekruhtur. Bedâyi sahibi diyor ki: «Çünkü tuğla zînet için kullanılır. Meyyitin zînete ihtiyacı yoktur. Bir de tuğla ateşte pişmiş şeylerdendir. Binaenaleyh tefâul (yani hayra yormak için meyyitin üzerine konması mekruhtur. Nitekim kabrine doğru ateşle yürümek de tefâul için mekruhtur.» Hılye´de şöyle denilmiştir: «Ulema tuğla ve tahtaları mekruh saymışlardır. İmam Timurtâşi, «Bu, meyyitin etrafında olduğuna göredir. Üstüne işlenirse mekruh olmaz. Çünkü yırtıcı hayvanlardan korur.» demiştir.»

Buhâra uleması, «Bizim memleketimizde tuğla kullanmak mekruh değildir. Zira arazı zaif olduğu için buna ihtiyaç vardır.» demişlerdir.

«Kadının kabrine perde çekilir.» Yani kabre indirilirken elbise gibi bir şeyle örtülmesi müstehaptır. Bu lâhdin üzerine kerpiç dizilinceye kadar devam eder. Münye şerhi ile İmdâd´da dahi böyle denilmiştir. Hayreddin Remlî´nin nakline göre, Zeyleî Kitabü´l-Hunsâ´da bunun vacip olduğunu açıklamıştır.

Ben derim ki: Bunu, cenazenin bedeninden bir şey çıktığı kanaatı hâsıl olduğuna. hamletmek suretiyle, iki kavlin arasını bulmak mümkündür. Yağmur, dolu, kar ve sıcak gibi özürlerden dolayı erkeğin kabri de örtülebilir. Kuhistânî.

«Fazla toprak yığmak mekruhtur.» Çünkü Müslim´in Sahihi´nde Hz. Câbir´den rivayet edilen birhadiste. Câbir (r.a.)«Rasulullah (s.a.v.) kabrin kireçlenmesini, üzerine bina yapılmasını yasak etti.» demiştir. Ebû Davud bu hadîse «yahut üzerine bir şey ziyade edilmesini» cümlesini ziyade etmiştir, Hılye.

«Çünkü bina yerinedir.» Bedâyi´de de böyle denilmiştir. Zâhirine bakılırsa kerâhet^ tahrimiyedir ki mezkûr yasaklamanın muktezası budur. Lâkin Hılye sahibi bu ta´lili eleştirerek şöyle demiştir: «İmam Muhammed´den rivayet edildiğine göre bunda bir beis yoktur.» Mam Şafiî ile başkalarının Ca´fer b. Muhammed´den, O´nun da babasından rivayet ettiği şu hadis dahi bunu te´yid eder. «Rasulullah (s.a.v.) oğlu İbrahim´in kabrine su serpti ve üzerine çakıl koydu.» Bu hadis mürsel ve sahihtir. Binaenaleyh kerahet. fazla olan ziyadeye; kerahetsizlik de az olana (yani kabrin bir karış veya biraz fazla yükselten toprağa) hamledilir.

«Kabrin baş tarafından iki eli ile üç avuç toprak serpmek müstehaptır.» Çünkü İbn Mâce´nin Ebû Hüreyre´den rivayet ettiği bir hadisde, «Rasulullah (s.a.v.) bir cenazenin namazını kıldı. Sonra kabre gelerek üzerine başı tarafından üç avuç toprak serpti.» denilmiştir. Münye şerhi.

Cevhere sahibi diyor ki: «İlk defa serperken: «minha halegnâküm» İkincide «ve fîhâ nuîdüküm» üçüncüde «ve minhâ nuhricüküm târeten ührâ» der.»

Bazıları, birincide «Allahümme câfi´l erda an cenbî.» "Yâ Rabbi Bunun iki yanındaki toprağı kof eyle!"

İkincide, «Allahümmeftah ebvâbe semâiliruhihi» "Yâ Rabbi! Bunun ruhuna semâ kapılarını aç!"

Üçüncüde, «Allahümme zevvichü mine´l hûri´l ıyn» "Yâ Rabbi! Buna Hurilerden eş ver!" Kadın için de "Allahümme edhilhel cennete birahmetike"

"Yâ Rabbi Bunu rahmetinle cennete koy!" denileceğini söylemişlerdir.

«Definden sonra oturmak ta müstehaptır.» Delili, Ebu Davud´un Sünen´indeki şu hadistir: «Rasulullah (s.a.v.) cenazeyi defin işini bitirdikten sonra kabrinin başında durur ve «Din kardeşiniz için istiğfarda bulunun! Onun için Allah´tan sebat dileyin! Çünkü o şimdi sorguya çekiliyor.» buyururdu.» İbn Ömer (r.a.) definden sonra kabrin başında bakara sûresinin başını ve sonunu okumayı severmiş. Rivayete göre Amr b. Âs öleceği vakit şunları söylemiştir: «Ben öldüğüm zaman beraberimde yasçı kadın ve ateş bulunmasın! Beni defnettiğinizde üzerîme toprağı güzelce serpin! Sonra kabrimin etrafında bir koyun kesilip eti dağılacak kadar durun ki, sizinle avunayım ve Rabbimin meleklerine ne cevap vereceğimi düşüneyim!» Cevhere.

METİN

Toprağını dağılmaktan korumak için kabrin üzerine su serpmekte beis yoktur. Kabir dört köşe yapılmaz. Çünkü bu yasaklanmıştır. Hörgüç şeklinde bir karış yükseklikte yapılması menduptur. Zahiriyye´de bunun vacip olduğu kayıt edilmiştir. Yasak edildiği için kabir kireç ve toprakla da sıvanmaz. Üzerine bina yapılmaz. Bazıları bunda bir beis olmadığını söylemişlerdir ki, muhtar olan da budur. Nitekim Sirâciye´nin kerahet bahsinde beyan edilmiştir. Aynı kitabın cenazeler bahsinde «Hâcet olursa yazı yazmakta da beis yoktur. Tâ ki eseri kayıp olmasın ve tahkir edilmesin.» denilmektedir.

İZAH

Kabrin üzerine su serpmekte beis yoktur. Hatta mendup olması gerekir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Hz. Said´in kabrine bunu yapmıştır. Nitekim hadisi İbn Mâce rivayet etmiştir. Ebû Dâvud´un mürselleri meyanında rivayet ettiği vecihle, bunu oğlu İbrahim´in kabrine de yapmış: Osman b. Mamzu´nun kabrine dahi yapılmasını emir buyurmuştur. Hadisi Bezâr rivayet etmiştir. Binaenaleyh İmam Ebû Yusuf´tan rivayet edilen «Mekruhtur zira toprakla sıvamaya benzer.» sözü reddedilmiş olur.

«Çünkü bu yasaklanmıştır.» Bundan murad, İmam Muhammed b. Hasan´ın «EI´Âsar» adlı eserinde rivayet ettiği şu hadistir: «Bize Ebû Hanîfe haber verdi. Dedi ki: Bize bir şeyhimiz bu hadisi Peygamber (s.a.v.) merfu olarak rivayet etti. Rasulullah (s.a.v.) kabirlerin dört köşe yapılmasını ve kireçle sıvanmasını yasak etmişler.» İmdâd.

Kâbir, deve hörgücü şeklinde bir karış yahut biraz fazla yükseltilir. Bedâyi. Çünkü Buhârî´nin Süfyan Nemmar´dan rivayet ettiği bir hadiste. Hz. Süfyan, Peygamber (s.a.v,)in kabrini hörgüçvâri yapılmış gördüğünü söylemiştir. Sevri, Leys, İmam Mâlik, İmam Ahmed ve Cumhur buna kâildirler. İmam Şâfiî tastih (yani dört köşe) yapmanın efdal olduğunu söylemiştir. Tamamı Münye şerhindedir. Zahiriyye´de hörgüç şeklinde yapmanın vacip olduğu kayıt edilmiştir. Mezkûr yasaklamanın muktezası da budur. Bedâyi sahibinin ta´lili de bunu te´yid eder. O, bunu ehli kitabın yaptığını söylemiş «Kaçınılması mümkün olan bir şeyde onlara benzemek mekruhtur.» demiştir. Lâkin Nehir´de birinci kavlin evlâ olduğu bildirilmiştir.

Ben derim ki: Bunun vechi herhalde ihtilâf şüphesi ile İmam Şafii´nin istidlâl ettiği hadis olsa gerektir. Bu suretle yasaklama zâhirinden değiştirilmiştir.

«Kabrin üzerine bina yapılmaz.» Yani ziynet için yapılırsa haram, definden sonra muhkemleştirmek için yapılırsa mekruhtur. Definden evvel yapılırsa bu kabir değildir. İmdâd. EI´Ahkâm adlı kitapta Camiu´l-Fetevâ´dan naklen»şöyle denilmiştir: «Ölen kimse meşâyihten ulema ve sâdâttan olursa üzerine bina yapmanın mekruh olmadığını söyleyenler de vardır.»

Ben derim ki: Lâkın bu, vakıf olmayan mezarlıklarda olur. Bu meydandadır. «Bazıları bunda bir beis olmadığını söylemişlerdir.» Bu cümlenin münâsip olan yeri, «toprakla da sıvanmaz.» sözünden sonra idi. Zira Sirâciye´nin ibâresi - Rahmetî´nin de naklettiği gibi - şöyledir: «Ebu´l-Fadl´ın Tecrîd´inde beyan edildiği vecihle kabirleri toprakla sıvamak mekruhtur. Ama muhtar olan kavle göre mekruh değildir.» Bu sözü musannıf dahi EI´Mineh adlı eserinde Sirâciye´ye nisbet etmiştir.

Bina meselesine gelince: Bunun caiz olduğunu tercih eden görmedim. Münye şerhinde Münyetü´l-Müftî´den naklen şöyle denilmiştir. «Muhtar kavle göre toprakla sıvamak mekruh değildir. Ebu Hanîfe´den bir rivayete göre kabrin üzerine ev. kubbe ve bunlara benzer bir şey bina etmek mekruhtur. Çünkü Câbir (r.a.) «Rasulullah (s.a.v.) kabirlerin kireçle sıvanmasını, üzerlerine yazı yazılmasını ve bina yapılmasını yasak etti.» dediği rivayet olunmuştur. Bu hadisi Müslim ve başkaları rivayet etmişlerdir. Evet, İmdâd´da şu satırlar vardır: «Bu gün halk kabirleri açılıpsoyulmaktan korumak için üzerlerindeki hörgüçvâri kısmı kerpiçle örmeyi adet edinmiş ve bunu iyi görmüşlerdir. Peygamber (s.a.v.), "Müslümanların iyi gördüğü şey, Allah indinde de iyidir." buyurmuştur.»

«Yazı yazmakta da beis yoktur:» Zîra yazı yazmak gerçekten yasak edilmişse de yazılabileceğine ameli icmâ vâki olmuştur. Hâkim, yazının yasaklandığını muhtelif yollardan tesbit etmiş; sonra şunları söylemiştir: «Bu isnatlar sahihtir Ama bunlarla amel edilmemektedir. Çünkü doğudan batıya kadar bütün müslüman imamlarının kabirleri üzerine yazı yazılmıştır. Bu, halefin seleften aldığı bir ameldir.» Bu kavil Ebû Davud´un güzel bir isnatla tahric ettiği şu hadisle kuvvet bulmaktadır: «Rasulullah (s.a.v.) bir taş getirerek onu Osman b. Mazun´un başı ucuna koydu. Ve «Bununla kardeşimin kabrini tanıyacağım ve ailemden vefat edeni bunun yanına defnedeceğim.» buyurdular.» Zira yazı. kabri tanımanın yoludur. Evet anlaşılıyor ki bu ameli icmaın ruhsat yeri, kısmen ona ihtiyaç duyulduğu zamandır. Nitekim Muhit´te buna şu ibâre ile işaret edilmiştir: «Kabrin eseri kayıp olmamak ve tahkir edilmemek için yazıya ihtiyaç duyulursa bunda bir beis yoktur. Ama özürsüz yazı yazmak doğru değildir.» Hatta kabrin üzerine Kur´ân´dan veya şiirden yahut methiyeden bir şey yazmak da mekruhtur. Bu ifade kısaltılarak Hılye´den alınmıştır.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:44 am GMT +0200
ŞEHİD BÂBI



METİN

Şehid, feîl vezninde olup, mef´ul (yani meşhud, kendisine şâhitlik yapılmış) mânâsınadır. Çünkü cennetlik olduğuna şâhitlik edilmiştir. Yahut fâil mânâsınadır, Zira şehit Rabbi katında diridir. Binaenaleyh kendisi şâhitdir.

Şehid, mükellef, müslüman ve temiz olarak kesici bir âletle (yani kısâsı icabeden bir şeyle) zulmen haksız yere öldürülüp sırf öldürmekle mal vâcip olmayan, belki kısas lâzım gelen ve yaralı iken canlı olarak başka yere nakil de edilmeyen kimsedir. Nakledilir de ölürse yıkanır. Nitekim gelecektir. Hatta sulh gibi ârizi bir şeyle mal vacip olursa yahut baba oğlunu öldürürse şehidlik sâkıt olmaz.

Hayzlı kadın üç gün kan görürse yıkanır. Aksi taktirde yıkanmaz. Çünkü hayzlı değildir. Peygamber (s.a.v.) Hanzala´yı tekrar yıkamamıştır. Çünkü meleklerin fiili ile yıkanma hâsıl olmuştur. Buna delil, Âdem Aleyhisselâm kıssasıdır.

İZAH

Öldürülen kimse eceli ile öldüğü. halde musannıfın, şehidi cenaze namazı bâbından çıkararak ayrı bir bâbta zikir etmesi, başkasında bulunmayan hususi bir fazîleti hâiz olduğu içindir. Nehir.

Şehid kelimesi ya "şuhud" yani hazır bulunmak, yahut "şehâdet" yani gözle görerek veya basîretle müşâhede ederek hazır bulunmak mânâsından alınmıştır. Kuhustanî.

«Çünkü cennetlik olduğuna şâhitlik edilmiştir.» sözü, şehid kelimesi şehâdetten alındığına göredir. Şuhuddan alındığına göre ise ona ikram için yanında melekler hazır bulunduğundandır. Şehidin buradaki tarifi örte göre olup, aşağıda gelen yıkanmaması ve elbisesinin çıkarılması hükmî itibariyledir. Mutlak tarif değildir. Çünkü o, görüleceği vecihle daha umumidir.

«Mükellef»den murad, akıl bâliğ olan kimsedir. Bu kayıtla çocuk ve deli, tariften hâriç kalırlar. Bunlar İmam-ı A´zam´a göre yıkanırlar. imameyne göre yıkanmazlar. Çünkü kılıç temiz olduğu için yıkama yerini tutmuştur. Çocuk ile delinin günahları yoktur. Bu söz, delinin deli olarak bâliğ olması kaydını iktiza eder. Aksi taktirde şüphe yok ki geçmiş günahlarını temizleyecek bir vasıtaya muhtaçtır. Meğer ki «Deli olarak ölürse tevbeye kudreti olmadığı için günahlarından muâheze olunmaz.» denile. Bahır. şüphesiz ki bu, işlediği günahın hemen ardından delirdiğine göredir. Fakat aradan zaman geçerse tevbeye muktedir olup da tevbe etmediği taktirde işi Allah´ın meşîine (dileğine) kalır. Nehir.

Tarifteki «müslüman» kaydı, kâfiri çıkarmak içindir. ´Kâfir zulmen öldürülse bile şehid değildir. Evvel geçtiği vechile. müslüman akrabası kâfiri yıkayabilir.

«Temiz olarak» kaydından murad, cünüp, hayızlı ve nifaslı olmamaktır. Cünüp kimse şehid edilirse yıkanır. Bu, İmam-ı A´zam´a göredir. İmameyne göre yıkanmaz. Hayız ve nifas kesildikten sonra şehid edilen kadın dahi bu hilâfa göredir. Kadın, hayz veya nifas kesilmeden şehid edilirse", İmam-ı A´zam´dan iki rivayetin esah olanına göre yıkanır. Nitekim Muzmerât´ta beyan edilmiştir. Kuhistâni. Meselenin hâsılı şudur: Esah rivayete göre kadın hayz kesildikten sonra yıkandığı gibi, kesilmedendahi yıkanır. Bir rivayette kesilmeden ölürse yıkanmaz. Çünkü o kadına yıkanmak vacip değildi. Meselâ üç günden evvel kan kesilirse kadın bilittifak yıkanmaz. Nitekim Sirâc ile Mi´râc´da da böyle denilmiştir.

«Kesici bir âletle» kaydı, İmam-ı A´zam´la göredir. İmameyn buna muhaliftir. Nitekim Nihâye´de beyan edilmiştir. Bu kayıt âsilerin, harbînin ve yol kesenin öldürmediği kimse hakkındadır. Buna karine aşağıda gelen atıftır. Bu kayıtla musannıf, ağır bir şeyle öldürülenden ihtiraz etmiştir. Zira bu şekilde öldürmek, İmam-ı A´zam´a göre kısası icabetmez. Kısas icabeden şeyden murad, insanın cüzlerini parçalayan şeydir. Bunda ateş ve kamış ta dahildir. Fetih´te de böyle denilmiştir.

«Belki kısas lâzım gelen» sözü ile şârih, meselenin kâtili bilinen kimse hakkında tasavvur edildiğine işarette bulunmuştur. Nitekim Hidâye şârihleri bunu açık olarak söylemişlerdir. Çünkü kısas ancak bilinen kâtile lâzım gelir. Sadrı´ş-Şeria´nın söyledikleri buna aykırıdır. Nitekim Dürer sahibi tahkik etmiştir. Kâtili bilinmezse yıkanacağı aşağıda gelecektir. Lâkin şârihin, «Yahut öldürmekle hiçbir şey lâzım gelmezse» cümlesini de ilâve etmesi gerekirdi. Meselâ dârı harbte bir esir kendisi gibi bir esiri öldürürse, İmam-ı A´zam´a göre bir şey lâzım gelmez. sahibi kölesini öldürürse bütün imamlarımıza göre birşey lazım gelmez. Nitekim Münye şerhinde de böyledir.

«Canlı olarak başka bir yere nakil de edilmeyen.» sözü ile musannıf, bunun harp şehidine mahsus olmadığına işaret etmiştir. Onun için Hz. Ömer ve Ali (r.a.) şehid edildikleri zaman yıkanmışlardır. Çünkü canlı olarak başka yere nakledilmişlerdir. Hazreti Osman (r.a.) ise düştüğü yerde techiz edilmiş; başka yere naklolunmamış ve yıkanamamıştır. Nitekim Bedâyi´de beyan edilmiştir.

«Hatta sulh gibi ârızi bir şeyle mal vacip olursa ilh.» sözü, «bizzat öldürmekle» sözünün mefhumu üzerine yapılan bir tefri´dir. Zira mal kasten öldürmenin kendisiyle vacip olmaz. Öldürmekle vacip olan kısastır ancak kısas bir ârıza ile yani sulh veya babalık şüphesi âile sâkıt olmuştur. Binaenaleyh muhtar rivayete göre yıkanmaz. Nitekim Fetih´te de böyle denilmiştir. Elhâsıl öldürüldüğü zaman kısas vacip olursa -velev kî bir ârızadan dolayı sükut etsin; yahut öldürülmekle bir şey tâzım gelmezse- bildiğin gibi o kimse şehiddir. Ama öldürülmekle iptidâen mal vacip olursa şehid değildir. Bu da öldürülmesi sopa ile vurmak gibi kasda benzer ölüm yahut bir hedefe atıp da insanı vurmak gibi hata veya uyuyan kimsenin üzerine düşmesi gibi hata yerine geçen ölüm ile olur.

Kasâme icab eden ölüm de böyledir. Zira şer´an mal, nefsi katl ile vacip olur. Kesilmiş olarak bulunur da kâtili bulunmazsa kasâme vacip olsun olmasın hüküm yine böyledir. Sahih olan kavil budur. Zira zulmen öldürmemiş olmak ihtimali vardır. Nitekim gelecektir. Dürer şerhinde tahkik edilen mesele budur. Bu satırlar Kuhistâni´den ve Münye şerhinden kısaltılarak alınmıştır.

«Baba oğlunu» veya başka bir şahsı öldürür de oğlu o şahsa mirasçı olursa, şehitlik sâkıt olmaz. Bahır. Meselâ karısını öldürür de ondan bir oğlu bulunursa. oğlu babasından kısas almaya hak kazanır; fakat babalıktan dolayı kısas sâkıt olur.

«Hayızlı kadın» tabirinden murad, hayz görendir. .Yoksa o anda hayızlı mânâsına değildir. Aksitaktirde ondan sonra gelen «çünkü hayızlı değildir.» ibâresine aykırı düşer. Şârih nifaslı kadın hakkında tafsilât vermemiştir. Çünkü nifasın azı için hudut yoktur.

«Aksı taktirde yıkanmaz.» Yani üç gün kan görmezse bilittifak yıkanmaz. Nitekim bunu yukarıda Sirâc ile Mirâc:dan nakletmiştik. İmdâd´daki «Hayızlı kadın kan kesildikten sonra veya üç günden önce öldürülsün yıkanır.» ifâdesi. hata yahut sakattır. Doğrusu, «Yahut devam ettikten sonra kesilmezden önce» şeklinde olacaktır. Dikkatli ol!

«Peygamber (s.a.v.) Hanzala´yı tekrar yıkamamıştır.» İmam-ı A´zam, cünüp olarak öldürülen bir kimsenin yıkanmasının vacip olduğuna şu sahih hadisle istidlâl etmiştir: Hanzala b. Ebî Amir Sekâfi şehid edilince peygamber (s.a.v.), «Arkadaşınız Hanzala´yı melekler yıkıyor.» Karısına sorun bakalım!» demiş, Ashab karısına sorduklarında, "cünüp olarak çıkmıştı." cevabını vermiş; bunun üzerine Rasulullah (s.a.v.) «Onun için melekler onu yıkadılar.» buyurmuştur.

İmameyn şöyle itirazda bulunmuşlardır. «Yıkamak vacip olsa idi Âdemoğullarına vacip olur; meleklerin yıkamasıyla iktifâ edilmezdi. » Bu itiraza menfi cevap verilmiştir. Şârihin «meleklerin fiili ile yıkanma hâsıl olmuştur ilh...» sözü buna işarettir. Çünkü vacip olan gusüldür. Yıkayan kim olsa olur. Nitekim Mirâc´da beyan edilmiştir.

Bahır sahibi «Bu gusül İmam-ı A´zam´a göre cünüplükten dolayıdır. Ölüm için değildir.» diyerek itiraz etmiştir. Yani cünüplükten dolayı olunca meleklerin kıssasıyla istidlâli yerinde değildir. Çünkü onların Âdem Aleyhisselâmı yıkaması, ölüm için idi. Cünüplükten dolayı değildi, demek istemiştir.

METİN

Kezâ bâğinin, harbînin veya yol kesenin öldürdüğü kimse şehid olur. Velev ki sebep olunmakla ölmüş veya keskin âletten başka bir şeyle öldürülmüş olsun. Hangi âletle olursa olsun böylelerin öldürdüğü kimse şehiddir. Zira bu bâbta asıl olan uhud şehidleridir. Onların hepsi silahla öldürülmüş değildi. Böylelerle harp ederken yaralı olarak ölü bulunan kimse dahi şehiddir, Yaralıdan murad, gözlerinden, kulaklarından veya boğazından sâfi kan gelmek gibi ölüm alâmeti bulunmaktır. Burnundan. ön ve arka avret yerinden veya boğazından pıhtı kan gelmesi alâmet sayılmaz.

İZAH

Bâğîlerle emsalinin öldürdükleri kimselerin dahi, canlı olarak başka yere nakledilmiş olamamaları şarttır. Geceleyin şehirde zorbalık edenler, yol kesici hükmündedirler. Nitekim Bahır´da Mecma´ şerhinden naklen izah edilmiştir. Bu gibilerin öldürdüğü kimse dahi şehiddir. Velev ki keskin âletle öldürmüş olmasınlar. Aşağıda görüleceği vecihle geceleyin hırsızların öldürdüğü kimse de şehiddir.

Bahır´da beyan edildiğine göre Muhit´te dördüncü bir sebep dahi ilave edilmiştir ki, o da kendini müdâfaa ederken ölendir. Velev ki kendini bir zımmîden müdafaa ederken ölsün ve hangi âletle vurulursa vurulsun bu dahi şehiddir. Vuranın bu üç tâifeden yani bâğî, harbî ve yol kesenlerden olup olmaması fark etmez.

Nehir sahibi diyor ki: «Keskin öletle öldürülmeyen kimsenin şehid olması cidden müşkildir. Çünkü onu öldürmekle diyet vacip olur. Bunu dikkatle düşünerek tedebbür eyle!»

Ben derim ki: Bunu aynen kâtilin kim olduğunu bilmediği hâle hamletmek mümkündür. Nitekim önüne yol kesiciler ve hırsızlar ve emsâli çıkarsa hal bu olur.

Bahır´da Müctebâ´dan naklen şöyle deniliyor: «Müslümanlardan iki kıta asker karşılaşır da birbirlerini müşrik sanarak iki taraftan adam öldürdükten sonra çekilip giderlerse İmam Muhammed´e göre hiç birine diyet lâzım gelmediği gibi kefâret de lâzım gelmez. Çünkü her biri nefsini müdafaa etmiştir. Yıkamaktan bahis etmemiştir. Bunların yıkanmaları icabeder. Çünkü onları öldüren kendilerine zulüm etmemiştir.»

Bu ibâreden şu anlaşılır: İki fırkadan biri diğerine zulüm etmiş olsa: Meselâ müslüman olduğunu bildiği halde harbetse, karşı taraftan öldürdükleri yıkanmaz. Velev ki kâtil belli olmasın. Çünkü ölen kimse kendini ve cemaatını müdafaa ederken ölmüştür.

«Velev ki ölümüne sebep olmak suretiyle ölsün» Çünkü o kimsenin ölümü onlara izâfe edilir. Meselâ hayvanlarına bir müslümanı çiğnetseler yahut bir müslümanın hayvanını ürküterek düşmesine sebep olsalar veya gemiye ateş atarak yanmasına sebep olsalar, bu şekilde ölenler şehiddirler. Ama müşriklerden birinin hayvanı çiğner de üzerinde kimse bulunmazsa yahut müslümanın hayvanı çiğnerse veya müslümanın kurşunu müslümanı öldürürse, keza müslümanları bir hendeğe veya ateş gibi bir şeye sıkışırlar da ölürse şehid olmaz. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir. Meselenin tamamı Bahır´dadır.

Şârih, «Yaralıdan murad, ölüm alâmeti bulunmaktır.» diyor. Tâ ki söyledikleri dâhilî yaraya ve boğmak.âzâyı kırmak gibi hiç yaralama olmayan şeylere de şâmil olsun. Bu söz de Hidâye ve diğer kitaplardaki «Yahut harb yerinde bulunur da üzerinde eser olursa» şeklindeki ifadenin daha yerinde olduğuna işarettir. Üzerinde hiçbir eser bulunmazsa şehid sayılmaz. Zira zâhire göre fazla korkudan kalbi durmuştur. Fetih. Yani ölümü düşünmenin fiiline izâfe edilmez. Bedâyi.

Şârih kan çıkmayı, göz, kulak veya boğazdan olursa ölüm alâmeti sayıyor. Maksat şudur: Kan, menfezlerinin birinden çıkarsa bakılır: İçerde dert olmaksızın kan çıkan burun, zeker ve dübür gibi bir yerse şehid sayılmaz. Çünkü insan bazen burun kanamasına müptelâ olur. Bazen şiddetli korkudan kan işer. bazen da içeride yara olmadığı halde dübürden kan gelir. Binaenaleyh guslün sâkıt olması hususu şüpheli kalır. Şüphe ile ise gusül sâkıt olmaz. Kulağından veya gözünden çıkarsa şehiddir. Zira bunlardan âdeten kan gelmez. Meğer ki içeride bir dert buluna! Zâhire göre o kimsenin başına vurulmuş da kulağından gözünden kan gelmiştir. Ağzından kan gelirse başından indiği taktirde şehid sayılmaz. Mideden çıkarsa şehir sayılır. Çünkü karnında yara olmadıkça mideden kan gelmez. Bu iki nevi kan ancak renklerden belli olur. Bedâyi.

Baştan inen kan sâfi olur. Mideden çıkan ise pıhtıdır. Cevhere ve Fetih. Pıhtı koyu olur. Fetih sahibi bunu müşkil saymış ve «Mideden çıkan kan bazen içerideki yaradan geldiği için berrak olur. Nitekim temizlik bahsinde geçmişti. Binaenaleyh yeni bir yaradan çıkmış olması lâzım gelmez. Buihtimallerden bir ihtimaldir.» demiştir.

«Kulaklarından veya boğazından sâfi kan gelmek ölüm alâmetidir. Avret yerinden veya boğazından pıhtı kan gelmek alâmet değildir.» cümlelerindeki «sâfi» ve «pıhtı» kelimeleri boğazın kaydıdırlar. Fakat yer değiştirmişlerdir. Doğrusu birincide «boğazından pıhtı kan» ikincide «veya boğazından sâfi kan gelirse» olacaktır. Nitekim yukarıda naklettiğimizden anlaşılmaktadır.

METİN

Şehidin üzerinden, kefen olmaya yaramayan şeyler çıkarılır. Üzerindeki elbise kefen-i sünnetten noksan ise, ziyade edilir. Ziyade ise azaltılır ve sünnet vecih üzere kefen tamamlanır. Yıkanmazdan namazı kılınır ve kariyle elbisesiyle defin edilir. Çünkü hadiste «Onları yaralarıyla sarın» buyurulmuştur.

Şehirde veya köyde yani diyet vacip olan bir yerde, velev ki beytül mâlde olsun -Câmide veya caddede öldürülen gibi- ölü bulunup kâtili bilinmeyen yahut bilinip de kısas vacip olmayan kimse yıkanır. Kısas vacip olursa şehiddir. Meselâ geceleyin hırsızların öldürdüğü kimse böyledir. Zira böylesinin kâtili hırsızlar olduğu bilindiği için, hakkında kasâme ve diyet yoktur. Nihayet bunun aynı malum değildir. Bu bellenmelidir. Çünkü halk bundan gâfildir. Had sebebiyle veya kısasla öldürülen dahi yıkanır. Keza ta´zirle öldürülen veya yırtıcı hayvan tarafından parçalanan yahut yaralanıp bir yere nakledilen ve az da olsa yiyip içen, uyuyan veya tedavi gören mürtes ve bir çadıra sığınan yahut aklı başında olduğu halde üzerinden bir namaz vakti geçip de onu edâya kâdir olan kimse de yıkanır.

İZAH

Musannıf burada şehidin hükümlerini izâha başlıyor. Kefen olmaya yaramayan şeyler gocuk, pamuk dolgulu elbise külah, mest, silah ve zırh gibi eşyadır. Don bunlardan değildir. En muvâfık kavle göre o çıkarılmaz. Nitekim Hindiye Hindivâni´den naklen böyle denilmiştir. Başka elbise bulunmadığı vakit gocuk ve pamuklu da çıkarılmaz. Bunu İmdâd sahibi söylemiştir.

«Üzerindeki elbise kefen-i sünnetten noksan ise ziyâde edilir.» Muhit´te şöyle denilmiştir «Bazılarına göre ziyade ve noksan yapılır, sözünün mânâsı ikram için yeni bir elbise ziyâde edilir. Diledikleri kadarını azaltırlar. Velev ki üzerinde bulunan elbisesi kefen-i sünnet derecesine varsın. demektir.

Bir takımları «Az ise ziyâde edilir; çok ise azaltılır. Sünnet derecesi bırakılır.» demişlerdir ki, bu «sünnet vecih üzere kefen tamamlanır.» sözüne daha münasiptir. Kuhistâni.

Bahır sahibi diyor ki, «Musannıf bütün elbiseleri çıkarılıp yeni kefen giydirilmesinin mekruh olduğuna işaret etmiştir. Bunu İsbicâbî söylemiştir.» Şârihin zikir ettiği hadis Uhud şehidleri hakkında vârid olmuştur, Bu hadisi imam Ahmed rivayet etmiş olup tamamı şöyledir: «Onları yaralarıyla ve kanlarıyla sarın!» Münye şerhinde böyledir. Bundan sonra Münye şerhinde Halebî, şehidin namazı kılınacağına delil olmak üzere Peygamber (s.a.v.)in Uhud şehidleri üzerine cenaze namazı kıldığını kayıt eylemiş ve birçok hadisler naklederek şunları söylemiştir: «Bu hadislerden her birinin sıhhat derecesine yükselmediğini teslim etsek bile hasen derecesinden de aşağıinmez. Mecmuu katî olarak sıhhat derecesine yükselir ve Buhârî´deki Câbir hadisine muâraza eder. Bunlar isbât, o ise nefi ettiği için Buhârî hadisine tercih edilirler. Tamamı Münye şerhindedir.

«Yani diyet vacip olan bir yerde» dediğine göre, şehir ve köyden murad, onlara yakın yerlerdir. Yakında binalar olmayan bir ovada bulunan bundan hariçtir. Zira böylesinde kasâme ve diyet yoktur. Binaenaleyh üzerinde katl eseri bulunursa yıkanmaz. Nasıl ki Bahır´da Mirac´dan naklen açıklanmıştır.

«Kâtili bilinmeyen» yani ister kısası icabeden bir şeyle. ister başka bir aletle öldürsün, mutlak surette yıkanırlar. Zira zülum yoluyla öldürdüğü tahakkuk etmemiştir. Bir de diyet vaciptir. Bu sözün mefhumu bilindiği taktirde dahi, mutlak surette yıkanmayacağını ifâde edince -Halbuki mutlak mânâ murad değildir.- Şârih tafsilât vererek, «Bilinir de kısas vacip olmazsa meselâ ağır bir şeyle veya hata olarak öldürülürse hüküm yine böyledir. Yani yıkanır. Aksi taktirde yıkanmaz.» demiştir. Musannıf yukarıda geçen «zulmen öldürülen» ifadesiyle iktifa ederek bu sözü mutlak bırakmıştı.

«Meselâ geceleyin hırsızların öldürdüğü kimse böyledir.» Yani silahta veya başka bir şeyle öldürsün şehiddir. Keza şehir dışında yol kesicinin silahla veya başka bir şeyle öldürdüğü kimse şehiddir. Çünkü bu yerlerde kâtil, bedel yani mal bırakmamıştır. Bunu Bahır sahibi Bedâyiden nakletmiştir. Zira yol kesmenin mucibi mal değil ölümdür. Bedâyi´de de böyledir.

«Bu bellenmelidir.» sözünün aslı, Bahır sahibine aittir. Yukarıda Bedâyiden naklettiklerinden sonra şunları söylemiştir: «Bundan anlaşılır ki, bir kimseyi evinde hırsızlar öldürür de muayyen kâtili bilinmezse, hiçbir kimseye kasâme ve diyet lâzım gelmez. Çünkü bunlar ancak kâtil bilinmezse vacip olurlar. Burada ise kâtili malumdur. Velev ki kaçtıkları için tesbit edilememiş olsun. Bu bellenmelidir. Çünkü halk bundan gâfildirler.»

Ben derim ki: Gafletin vechi ileride kasâme bahsinde gelecek olan «Bir kimse kendi evinde ölü olarak bulunursa diyet. mirasçılarının âkılesine düşer.» ifadesinin mutlak olmasıdır. Orada bu ifadeyi bizim söylediklerimizle kayıtlayan görmedim. Onun için buna yaptığı tenbihi te´kid etmiştir. Yaralı, bir yere nakil edilir de az veya çok yer içer ve uyursa yıkanır. Zira bir hayat menfaatı görmüştür. Kendisinde Uhud şehidlerindeki hâlis şehidlik kalmamıştır. Bu hükümde asıl olan onlardır. Çünkü diğer âdemoğullarında meşru olan yıkamayı terk etmek kıyasa muhaliftir. Binaenaleyh onda kendisine kıyas edilendeki bütün sıfatların bulunmasına dikkat edilir. Tamamı Münye şerhindedir.

Aklı başında olduğu halde» denildiğine göre, aklı başında olmazsa yıkanmaz. Velev ki bir gün bir geceden fazla devam etsin. Bahır.

«Onu edâya kâdir olan kimse de yıkanır.» ifadesini Zeyleî dahi bu şekilde kaydetmiş ve «Hatta terk ederse kaza etmesi lâzım gelir. Bununla o dünya hükümlerinden olur.» demiştir. Dürer sahibi de kendisine tâbi olmuştur. Fetih sahibi ise «Bunun doğruluğunu Allah bilir.» demiştir. Tamamı Bahır´dadır.

METİN

Yahut yaralandığı harb yerinden, aklı başında olduğu halde atların Çiğnemesinden başka bir korku sebebiyle nakledilirse, ister o yere diri olarak ulaşsın. ister eller üzerinde ölsün yıkanır. Keza bir yerden kalkıp başka yere giderse yahut dünya işleri vasiyet ederse yine yıkanır. Bedâyi. Âhiret işleri vasiyet ederse, İmam Muhammed´e göre mürtes (dünya nimetinden istifade eden yaralı) sayılmaz. Esah olan budur. Cevhere. Çünkü bu ölülerin hükümlerindendir. Yahut bir şey satar veya satın alır yahut çok sayılacak söz söylerse mürtes sayılır. Aksi taktirde mürtes değildir. Bütün bunlar harb bittikten sonra olduğuna göredir. Harbederken olursa zikir edilenlerden hiçbiri ile mürtes olmaz. Yine bütün bunlar kâmil şehir hakkındadır. Yoksa mürtes de âhiret şehididir. Cünüp ve emsâli ile düşmanen atıp kendini vuran, suda boğulan, yanan. gurbette ölen. üzerine bina yıkılan karın hastalığından, tâundan ve nifastan ölen, cuma gecesi ölen, zatü´l-Cenbden ölen ve ilim öğrenirken ölen dahi âhiret şehididir. Suyûti bunları otuz kadar saymıştır.

İZAH

Mürtes harb yerinden yaralı olarak başka bir yere nakledilen kimsedir. Bu lügat mânâsıdır. Şer´î mânâsı ise, yaralı olarak nakledilen ve az çok bir şey yiyip içen, uyuyan veya tedavi gören kimsedir. Böylesinin Uhud şehidleri hükmünde olmadığını az yukarıda gördün. Yaralı, atların çiğnemesinden korkularak başka yere nakledilirse, bu nakil onun şehidliğine mâni değildir. Hidâye ve Bedâyi´de bu, «Çünkü dünya rahatından bir şey görmemiştir.» diye ta´lil edilmiştir.

«Esah olan budur.» Bahır´da Muhit´ten naklen beyan edildiğine göre, en zâhir olan şekil bu hususta hilâf olmamasıdır. Zira İmam Ebû Yusuf´un «mürtes olmaz» sözü, dünya umuruna ait vasiyette bulunduğuna; İmam Muhammed´in «mürtes olmaz» sözü ise, âhiret işlerine vasiyet ettiği zamana aittir. Nitekim Hz. Sa´d b. Rebi´nin vasiyeti böyle idi. Nehir sahibi buna kesinlikle hüküm etmiştir.

Tahtâvî, Hz. Sa´dın vasiyetini, Sâmî´nin Sîret´inden nakletmiştir. Hulâsasası şudur: Rasulullah (s.û.v.) hâlini sormak için Sa´d´a birini göndermişti. Sa´d ona şunları söyledi «ben ölüler arasındayım. Rasulullah (s.a.v.)´e benden selâm söyle De ki: "Sa´d b. Rabi´, Allah sana bizim nâmımıza, bir peygambere ümmeti nâmına verdiği hayrı mükâfât olarak ihsan buyursun! diyor" o´na söyle ki, ben cennetin kokusunu duyuyorum. Kavmine de benden selâm söyle! De ki: "Sa´d b. Rebi´ size şunu söylüyor: Sizde, ucu ile bakan bir göz kaldığı müddetçe, şâyed Rasulullah (s.a.v.)´e bir kötülük dokunursa, Allah indinde sizin için hiçbir özür yoktur.» Bundan sonra çok geçmeden vefat etti.

«Aksi taktirde mürtes değildir.» Yani bir veya iki kelime gibi çok sayılmayacak söz söylerse mürtes sayılmaz. (Bütün bunlar» yani mürtes sayılmanın yıkamayı icabedeceği hususunda söylenenler, harp bittikten sonraya aittir. Dürer.

«Yine bütün bunlar» Yani yukarıda geçen altı şart - ki Bedâyi´de zikir edildiği vecihle bunlar; akıl, büluğ, zulmen öldürülmek, katl ile mal karşılığı vacib olmaması. cünüp olmamak ve mürtes olmamaktır.- kâmil şehid hakkındadır.

Kâmil şehidden murad, hem dünyada hem âhirette şehid sayılandır. Dünyadaki şehidliğiyıkanmamak iledir. Meğer ki kanından başka bir pislikten dolayı yıkanmış ola. Nitekim Ebu´s-Suud´da böyle demiştir. Âhiret şehidliği, şehide va´dedilen sevaba nâil olmakladır. Bunu Bahır´dan naklen Tahtâvî söylemiştir. Âhiret şehidinden murad, mazlum olarak öldürülen yahut din yolunda "kelimetullah"ı yüceltmek maksadıyla çarpışırken ölendir. Eğer dünyaya ait bir maksatla çarpışırsa, yalnız dünya şehidi olur. Kendisine dünyada şehid hükmü icrâ edilir. Şu halde şehidler üç kısımdır.

«Cünüp ve emsalinden murad» deli, çocuk ve katli ite mal vacib olan mazlumdur.

Tâun zuhurunda, başka bir hastalıktan ölen bir kimse dahi, beldesinde sabır edip sevap umarsa kendisine şehid sevabı verilir. Nitekim Buhârî´nin bir hadisinde beyan edilmiştir. Hâfız ibn Hacer böylesinin, kabrinde sorguya çekilmeyeceğini söylemiştir.

«Nifastan ölen» kadın zahire bakılırsa doğururken ölsün, doğurduktan sonra nifas müddetini tamamlamadan ölsün âhiret şehididir. T.

Cuma gecesi ölen hakkında Humeyd b. Zenceveyh, amellerin fazileti bâbında İyâs b. Bükeyr´den mürsel olarak şu hadisi rivayet etmiştir: «Rasulullah (s.a.v.) cuma günü ölene şehid sevabı yazılır.» buyurdular.

Suyûtî, âhiret şehidlerini otuza kadar çıkarmış ve şöyle demiştir: «Karın hastalığından ölen hakkında ihtilâf edilmiştir. Bundan murad, ne olduğu hususunda iki kavil vardır. "Bir kavle göre karının su toplaması, diğerine göre ishaldir. Her ikisine şâmil olmasına da bir mâni yoktur.

Boğulan, üzerine bina yıkılan ve zatü´l Cenbden ölen de şehiddir. Rasulullah (s.a.v.). «Hangi kadın zatü´l Cenbten ölürse şehiddir.» buyurmuştur. Bu hastalık, insanın yanlarında derinin iç tarafında peyda olan bir takım yaralardan ibârettir. Bunlar şiddetli ağrı yapar. Ve nihayet açılırlar. Veremden ölen de şehiddir. Verem, akciğer hastalığıdır. Bu hastalıktan beden erimeye ve sararmaya başlar. Gurbette ölen, düşerek veya humma ile ölen, ailesi, malı ve canı uğurunda savaşırken ölen zulümle ölen nâmuslu ve gizli olmak şartıyla aşktan ölen de şehiddir. Velev ki kötüsü haram olsun. Şiddetli öksürükten, yırtıcı hayvanın parçalamasından, sultanın zulmen hapis etmesinden, dayaktan ölenlerle. gizlenerek ölen, akrep ve yılan sokmasından ölen, şer´î ilimler okurken ölen sevabına müezzinlik yaparken ölenler keza doğru iş görenler, tâcirler çoluk çocuğunun rızkını kazanan kimseyi ve köleleri arasında Allah´ın emrini icra edip onları helâl lokma ile doyuranı Allah Teâlâ kıyâmet gününde muhakkak şehidlerle beraber ve onların derecelerinde haşır edecektir. Deniz tutup kusacağı kalkan ve kusan kimseye de şehid sevabı vardır. Kıskançlığa sabır edene şehid sevabı vardır.

Her gün (25) yirmibeş defa «Allahümme bâriklî fil mevti ve fîmâ ba´del mevti»

"Yârabbi bana ölümde ve ölümden sonra bereket ver!" deyip sonra döşeğinde ölen kimseye Allah şehid ecri verir. Kuşluk namazını kılarak her aydan üç gün oruç tutan ve vitir namazını seferde hazarda terk etmeyen kimseye şehid ecri yazılır. Ümmetimin fesâdı zamanında benim sünnetime sarılana şehid ecri vardır.

Hastalığında kırk defa «lâilâhe illâ ente subhaneke inni küntüm minezzalimîn»diyerek ölen kimseye şehid sevabı verilir. Düzelirse afvedilmiş olarak düzelir. Bunların delilleri ihtisar niyetiyle atılmıştır.» Bu satırlar da kısaltılarak alınmıştır. T.

Ben derim ki: Bunları Mâlikîlerden Allâme Aliyyü´l-Echurî manzum olarak yazmış ve güzelce şerhetmiştir. O da otuz kadar saymışsa da buradakilerden fazla olarak tâundan öleni, yananı, gönüllü askeri, her akşam yâsîn suresini okuyanı, hayvandan düşüp öleni de zikir etmiştir. Yukarıda Suyûtî´nin «düşerek ölen» dediği ihtimal budur.

«Abdestle yatıp ölen kimse ile iyi geçinerek yaşayan şehid olarak ölür.» Bu hadisi Deylemî rivayet etmiştir. Peygamber (s.a.v.)´e yüz kere salâvat getiren de öyledir. Bunu Taberânî rivayet etmiştir.

«Bir kimse gerçekten Allah yolunda ölmeyi ister de ölürse Allah ona şehid sevabı verir.» Bu hadisi Hâkim ve başkaları rivayet etmiştir. «Bir kimse müslüman şehirlerinden birine yiyecek celbederse şehid sevabı kazanır.» Bu hadisi Dilemî rivayet etmiştir. Yukarıda geçtiği vecihle cuma günü ölen de öyledir.

İmam Hasan´a, karla yıkanarak soğuk alan ve ölen kimsenin hükmü sorulmuş da, «Hey gidi şehidlik!..» cevabını vermiştir. Tirmizî´nin Ma´kıl b. Yesâr´dan rivayet ettiği bir hadiste Hz. Ma´kıl şöyle demiştir: «Rasulullah (s.a.v.), Bir kimse sabahladığı vakit üç defa, Eûzübillâhi´s - Semîı´l alîmi Mine´ş Şeytâni´r - Racîm der de haşır suresinin sonundan üç âyet okursa, Allah ona yetmişbin melek vekil eder. Bunlar ona akşama kadar salât eylerler. O gün ölürse şehid gider. Bu âyetleri gecelediği zaman okursa sabahlayıncaya kadar yine bu vaziyette olur." buyurdular.» Bu suretle şehidlerin sayısı kırkı geçmiştir. Bazıları bunları elliye çıkarmışlardır. Rahmetî onları manzum olarak zikir etmiştir. Ona müracaat edebilirsin.

Hatime: Echurî´nin beyanına göre «EI´Âriza» adlı kitapta şöyle denilmiştir: «Bir kimse yol keserken boğulursa şehiddir. İşlediği günâhı da boynundadır. Ma´sıyeti ile beraber ölen kimse şehid değildir. Ama şehidlik sebeplerinden bir sebeple ma´sıyeti işlerken ölürse şehidlik sevabını kazanır. İşlediği günâhı da boynunadır. Keza bir kimse gasp edilmiş bir at üzerinde harbeder; yahut ma´sıyet işleyen bir cemaatın üzerlerine ev yıkılırsa şehid olurlar. İşledikleri ma´siyetin günâhı da boyunlarındadır.»

Bundan sonra Echuri şunları söylemiştir: «Zinâdan çocuk doğururken ölen kadın hakkında, fikir tereddüt eder. Acaba sebebin sebebi sebep yerine geçip de bu kadın şehid olmaz mı? Yoksa sebep yerine geçmez de şehid olur mu? Zâhir olan birincisidir (yani şehid olmaz). Şâfiî´lerden Remlî ikinciye kesinlikle kâil olmuş ve şöyle demiştir: «Bununla, ma´siyet için gemiye binen yahut kaçak olarak sefer eden köle ve geçimsiz kadın arasında ne fark vardır? Gemiye, gemilerin hareket etmediği bir zamanda binmesi yahut kadının çocuğunu düşürmeye kendi sebep olması bunun gibi değildir. Zira sebeple isyan etmiştir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.

Ben derim ki: Zâhire göre deniz veya kara yolculuğunu «ma´siyet için değilse» diye kayıtlamak gerekir. Aksi taktirde sebep olur. Çünkü ma´siyete sebeptir. Bu, asabiyet ve zulüm için harbedipde yaralanan ve ölen kimseye benzer. Binaenaleyh münasip olan, bazılarından naklettiği «sefer mübah olmakla kayıtlanır.» sözüdür. Allah´u âlem.

neslinur
Sat 1 May 2010, 10:45 am GMT +0200
KA´BEDE NAMAZ BÂBI



METİN

Bu bâbta, ünvânın üzerine ziyâde vardır. Bu güzel bir şeydir. Kâ´be´nin içinde ve üzerinde sütresiz bile olsa farz ve nâfile namaz caizdir. Çünkü bize göre kıble, arsa ile gök yüzüne kadar havadır. Velev ki İmam Ebû Yusuf «yasaklanmıştır .ve ta´zimi terkdir» diyerek, üzerinde namaz kılmayı mekruh saymış olsun. Bu namaz yalnız başına ve cemaatla kılınabilir. Velev ki cemaatın yüzleri Kâ´be´ye teveccüh hususunda muhtelif olsun. Ancak kafasını imamının yüzüne çevirirse, onun önüne geçtiği için kendisine uyması caiz olmaz. Arada perde olmaksızın imamla yüz yüze durmak ta mekruhtur. Yüzü imamın yan tarafına gelirse mekruh değildir. Bu taraflar dörttür.

Ka´be´nin etrafında halka olarak namaz kılmaları caizdir. Velev ki cemaattan bazıları Kâ´be´ye imamdan daha yakın bulunsun. Elverir ki imamın tarafında olmasın. Çünkü hükmen imamın arkasında sayılır. Şayet imam tarafındaki Rükne doğru namaza dururda Ka´be´ye imamdan daha yakın olursa; hükmün ne olacağını görmedim. Ama ihtiyaten namazın bozulması gerekir. Çünkü imamın tarafı tercih edilir. Şekli şudur:





<

İmam

<

Cemaat

Keza cemaat dışarıda, İmam Kabe´nin içinde olduğu halde ona uyarsa. kapısı açık bulunduğu taktirde namaz sahihtir. Çünkü bu imamın mihrapta durması gibidir.

İZAH

Musannıf, Kâbe´nin dışında kılınan namazın hükmünü beyan edince, içinde kılınan namazın beyanına başlıyor. Dışında kılınan namazı daha evvel zikretmesi. çokluğundan dolayıdır. Şârihin, «Bu bâbta ünvanın üzerine ziyâde vardır.» sözünden muradı, üzerinde ve etrafında kılınan namazdır. (Çünkü başlık, Ka´be´nin içinde namazdır. Musannıf bununla yetinmeyerek, üzerinde ve etrafında kılınan namazdan da bahis etmiştir.)

«Bu güzel bir şeydir.» Yani başlıkta vaad ettiğinden fazlasını beyan etmek güzeldir. Ondan noksan bırakmak ise çirkindir. Ziyadeye bir emsal de, Peygamber (s.a.v.) in kendilerine deniz suyu ile temizlik sorulunca, «o suyu temizleyici ve ölüsü helâl olan bir şeydir.» diye cevap vermesidir.

«Ka´be´nin içinde farz ve nâfile namaz kılmak caizdir.» İmam Mâlik´e göre, içinde farz kılmak caiz değildir, Çünkü bir ciheti karşısına gelse bile başka ciheti arkasına gelir.

Bizim delilimiz şudur: Vâcip olan, Ka´be´nin bir cüzüne karşı namaza durmaktır. Bu cüzü muayyen değildir. Ne zaman namaza başlanır da bir cüzüne teveccüh edilirse, o cüzü muayyen olur. Muayyen cüzü kıble olunca, başka cüzlere sırt çevirmek namazı bozmaz. Şu izaha göre o cüzden başka tarafa doğru bir rekat kılsa sahih olmamak gerekir. Zira kendisi için yüzdeyüz kıble olan tarafa sırtçevirmiş olur. Buna bir zaruret de yoktur. Kıbleyi araştıran bunun gibi değildir. Çünkü onun döndüğü taraf kendisine yüzdeyüz kıble olmuş değildir. Onun içtihadına göre kıbledir. İlk içtihadı ile kıldığı rekatlar da bâtıl olmaz. Çünkü içtihadla edâ edilmiş bulunan rekatlâr, o ictihadın misli olan bir içtihadla bozulamaz. Bedâyi´den kısaltılmıştır.

«Bize göre kıble, arsa ile havadır.» Yani bina değildir. Şu delil ile ki: Bina başka bir arsaya nakledilerek ona doğru namaz kılınsa caiz olmaz. Bir de Ebû Kubeys dağının üzerinde kılınsa namazı bilittifak caizdir. Halbuki binaya tekabül etmez, Bedâyi. Arsadan murad, içinde bina olmayan ev yeridir.

İmam Ebû Yusuf, yasaklanmış diye Ka´be´nin üzerinde namaz kılmayı mekruh saymıştır. Çünkü Rasulullah (s.a.v.)´in yasak ettiği yedi şeyden biri budur. Tarsusî bu yedi şeyi bir manzume de toplamış ve şöyle demiştir:

İnsanın en hayırlısı Rasül Ahmed;

Bazı muteber yerlerde namazı yasaklamıştır.

Deve ağıllarında sonra kabirde;

Mezbelede, yollarda ve salhânede;

Beytullâh´ın üzerinde, bir de hamam,

Velhamdülillâhi alet´tamam.

«Velev ki cemaatın yüzleri. Kâ´be´ye teveccüh hususunda muhtelif olsun.» ifadesi, onaltı şekle şâmildir. Bu onaltı şekil, imama uyanın yüzü, kafası, sağı ve solu olmak üzere dört şeyin imamdaki misilleriyle çarpılmaktan meydana gelir. H.

Ben derim ki: Onaltı şekle daha şâmildir. Bu da cemaatın birbirlerine nisbetledir. Nitekim Bedâyi´de buna işaretle. «Bazılarının yüzü diğerlerinin sırtına, bazılarının sırtı bazılarının sırtına geldiği zaman dahi böyledir Çünkü kıbleye dönme mevcuttur.» denilmiştir.

Şârih «Kâ´be´ye teveccüh hususunda» kaydını ziyâde etmesi, maksat yüzlerinin birbirinden başka taraflara dönük olmadığına işaret içindir. Çünkü bu taktirde yüzyüze gelindiği şekle şâmil değildir. T.

«Kafasını imamının yüzüne çevirmek» imamın önüne geçerek onun döndüğü tarafa doğru dönmektir. İster sırtı imamın yüzüne gelsin, ister biraz sağa solo dönsün fark etmez. Zira illet, cihet bir olduğu zaman öne geçmektir.

«Arada perde olmaksızın imamla yüz yüze durmak da mekruhtur.» Mültekâ şerhinde şöyle denilmiştir: «Çünkü bu sûrete (resme) ibâdet etmeye benzer. Kuhistânî´de Cellâbi´den naklen "İmamla cemaatın arasına perde veya elbise gibi bir şey asmakla sütre koymak gerekir." denilmektedir. T. Yani yüz yüze gelmekten korunmak için böyle yapılmalı demek istiyor .

«Bu taraflar dörttür.» Yani imama uyanla imamın tarafları dörttür. Bu, yukarıda geçen onaltı şekle aykırı değildir. Anla!

«Kâ´be´nin etrafında halka olarak namaz kılmaları caizdir.» Bu söz, Kâ´be´nin dışında namaz kılmanınhükmüne giriştir. Halka olmak caizdir. Çünkü Mekke´de namaz, Rasulullah (s.a.v.) devrinden bu güne kadar böyle kılına gelmiştir. İmam için efdal olan, Makâm-ı İbrâhim Aleyhisselâmda durmaktır. Bedâyi.

«Elverir ki imamın tarafında olmasın.» Ama imamın tarafında olup da Kâ´be´ye ondan daha yakın bulunur ve hizasında imamın önüne geçerse, sırtı imamın yüzüne geleceğinden; aynı cihetten imamın sağında veya solunda bulunup önüne geçer de; sırtı imamla birlikte namaz kılan sofa, yüzü Kâ´be´ye dönerse, imama uyması caiz değildir. Zira imamdan ileri geçince ona tâbi olamaz. Bedâyi.

«İhtiyaten namazın bozulması gerekir.» Bu incelemeyi Dürer hâşiyesinde Şurunbulâli yapmıştır. Bahır hâşiyesinde Remlî dahi yapmıştır. İzahı şudur: İmama uyan kimse, meselâ Haceri Esved rüknüne karşı namaza durursa her iki yanı ona cihet olur. İmam Kâ´be kapısına karşı durur da. cemaat olan ona imamdan daha yakın bulunursa sahih olmaz. Çünkü imama uyanın sol tarafı rükne cihet ise de; sağ tarafı imamın ciheti olduğundan ihtiyaten tercih edilir. Bu, fesad iktiza edeni, sıhhat iktiza edene tercih için yapılır. Bunun bir örneği de şudur: İmam rükne karşı namaza durur da iki tarafındaki cemaattan biri. Kâ´be´ye ondan daha yakın bulunursa, sahih olmaz.

Hayreddîn-i Remlî´nin ibaresi şöyledir: Ben derim ki: Şâfiîlerin kitaplarında gördüm, imam veya cemaat olan rükne doğru dönerse, her iki yanı onun cihetidir.» deniliyor.

Ben derim ki: Bizim kaidelerimizde de buna aykırı bir şey yoktur. İmam rükne doğru namaza durursa onun iki tarafı kendisinin cihetidir. İmama uyanlardan sağında ve solunda bulunanlara bakar. İmam, hangisinden duvara daha yakın yahut ona müsâvî bulunursa, namazının sahih olduğuna hüküm edilir. Ama duvara imamdan daha yakın olanın namazı fâsiddir. Bu izahattan, Kâ´be-i Muazzama´nın etrafında sair hallerde imamla birlikte halka olarak namaz kılanın hali anlaşılmış. olur.

«Keza cemaat dışarıda, imam Kâ´be´nin içinde olduğu halde ona uyarlarsa...» Cemaattan bazıları imamla birlikte bulunsun bulunmasın namaz sahihtir. İmdâd sahibi diyor ki: «İhtimal kapının açık bulunması, imama nazaran intikal tekbirleri bilinsin diye şart kılınmıştır, Kapı kapalı olduğu halde tebliğ suretiyle intikal tekbirleri işitilirse. ona uymaya bir mâni yoktur. Nitekim imama uymanın sahih olmasının şartları bâbında söylemiştik.» Lâkin bu mekruhtur. Çünkü imamın durduğu yer bir boy yüksektir. Ve kimse bulunmadığı vakit mihrapdaki yüksek yerde yalnız başına durmak gibidir. T.

Ben derim ki: Meselenin aksini söyleyeni görmedim. Aksi, cemaat olan Kâ´be´nin içinde; imam dışında bulunmaktadır. Zâhire bakılırsa, cihet bir olup imamın önüne geçmek gibi bir mâni bulunmadığı zaman sahih olmak gerekir.

Sonra Seyyid-i Abdulgânî´nin Nefdu´l-Ca´be adını verdiği bir risâlesini gördüm. Orada bu meselenin sorulduğunu ve zamanının uleması arasında Mekke´de bunun hakkında ihtilâfa düştüğünü zikretmiş, bazılarının "caizdir", bazılarının da "değildir" diye cevap verdiklerini; fakat nâssan bir yerde bulunmadığını bildirmiş. Kendisi "caizdir" diye cevap vermiş ve muhalifin istinad ettiği deliliçürüterek bunu, Şâfiîlerden Zerkeşî´nin «İ´Iâmü´s-Sâcidi bi Ahkâmi´l-Desâcidi» adlı eserinde zikir ettiğini bildirmiş. Bizim kaidelerimizin de onun zikir ettiği cevaza aykırı olmadığını söylemiş.

Ben derim ki: Ben 1233 senesinde hac ettiğimde, Minâ´da Medine´i Münevvere kadılarından Rumelili bir zât ile buluştum. Bana bu meseleyi sordu. Ben kendisine yukarıda geçeni söyledim. Bunun üzerine şunu söyledi: «İmama uymak sahih değildir. Çünkü imama uyanın hâli, imamın hâlinden daha kuvvetlidir. O içeride, imam dışarıdadır.» Bunun üzerine şunu da ilâve etti: «Hicr-i İsmâil´de namaz kılan bir kimse başka yerde olan imama uyamaz. Zira Hicir Kâbe´dendir.» Bana da «Mekke kadısı olursan halkı bundan men et» dedi.

Ben kendisine itiraz ederek şunları söyledim: «Senin söylediğin kuvvet, mâni olmaya tesir etmez. Zira vâcipte müsâvidirler. Bu vacip de Kâ´be´nin bir cüzüne karşı durmaktır. Kâbe´nin etrafında halkalı namaz kılmak Peygamber (s.a.v.) zamanından kalma eski bir âdettir. Velev ki İmam, Hicrin dışında olsun. Müctehidlerden ve onlardan sonra gelen ulemadan, Hicirdeki safların eklenmesini men eden duymadık. Bu, sahih olduğuna icmâdır. Bir de Hicrin bir kısmı kati olarak Kâbe´den değildir. Onun için Hicre karşı namaz sahih değildir. Onun Kâbe´den olması zannîdir. Kati olan sıhhat şartları bulunursa, meselenin aslını kabul ettikten sonra zannî bir şey için namazın fesadına hüküm olunamaz. Aksi halde, bildiğin sebepten dolayı bu asıl müsellem değildir.

ALLAH´U ÂLEM.

yagmur_7-c
Wed 29 January 2014, 05:12 pm GMT +0200
ALEYKÜM SELAM;
Gelen yetişsin diye kırâatı veya rükûu uzatmak kerâhati tahrimiye ile mekruhtur. Çünkü Bedâyi ve Zahîre´de imam ebu Yusuf´tan şu rivayet vardır: «Bu meseleyi ebu Hanife ile ibn ebî Leylâ´ya sordum ikisi de mekruh gördüler. Ebu Hanîfe o kimseye büyük bir şey lazım geleceğinden - yani şirkten - korkarım dedi.» Hişâm´da İmam Muhammed´den bunu mekruh gördüğünü rivayet etmiştir. Kezâ imam Malik´le yeni mezhebin imamı Şâfiî´den dahi mekruh gördükleri rivayet olunmuştur.   ::)

Namaz kadar değerli ve doğru ,Allah a daha çok yaklaşılan bir ibadet yoktur.
Değerini bilin, namaz kılın..
  ;) :)

Sevgi.
Tue 11 April 2023, 03:46 am GMT +0200
Rabbim ilmimizi artırsın inşaAllah