GizEmLi_yAzaR
Tue 11 December 2007, 03:56 am GMT +0200
Anlatacağımız esaslar, Abdülhalik Gücdevani Hazretlerinden nakledilmiş olup, tamamı onbir cümledir. Bu onbir cümle, Nakşibendiyye yolu olup, Nakşibendiliğin en önemli kurallarıdır. Müridlerin bu kuralları muhakkak surette ezberlemeleri ve tatbik etmeleri, seyr-i sülûk için şarttır.
Bu kurallar şunlardır:
1) Vukûf-i zamânî.
2) Vukûf-u adedî.
3) Vukûf-u kalbî.
4) Huş der dem.
5) Nazar ber kadem.
6) Sefer der vatan.
7) Halvet der encümen.
-8 Yad-ı kerd.
9) Baz-keşt.
10) Nigâh-daşt.
11) Yâd-daşt.
Bu ıstılahların sırası ile kısaca açıklaması şöyledir:
1-) Vukûf-i Zamânî: Vukûf kelimesi şuur manasına gelir, yani mürid içinde bulunduğu zamana muttali olmalı ve zamanı kontrolü altında tutmalı, zamanını gafletle mi, yoksa şükre layık bir uyanıklık ve huzurla mı geçirdiğini düşünmelidir. Müridin bu zaman kontrolünü sürekli yapması, onda şu hali oluşturur:
ALLAH-u Zülcelal’in kendisini gördüğünü ve her an yanında hazır olduğunu anlar. Bu anlayış yakîn derecesinde olur ve bu hasleti kazandığı için ta mabuduna kavuşuncaya kadar, kulluk hududunu aşamaz.
2-) Vukûf-i Adedî: Kısaca manası sayıyı bilmektir. Yani mürid mürşidinin verdiği virdi yaparken, yaptığı virdin sayısına vakıf olacaktır. Burada asıl anlatılan vukuf, sayılarına riayet sureti ile, hafi zikirden ibarettir. Sadece zikrin sayısına vakıf olmak değildir. Hafi zikir esnasında, sayısına riayet edilmesi, zihni dağınıklıktan kurtarır. Zikirde asıl gaye, zikri yapılan ALLAH-u Zülcelal ile kalbin huzurudur. Ancak böyle yapıldığı takdirde, zikrin faydası görülür. Anlatılan fayda: "la ilahe" (ilah yoktur) nefyetmek, yani reddetmek esnasında, beşeri varlığın bitip tükenmesidir. "İllallah" (ancak ALLAH vardır) isbatı esnasındaysa, ilahî cezbelerin doğuşudur. Bu hal, (ledünnî) ilim mertebelerinin ilkidir.
3-) Vukûf-i Kalbî: Kalbi uyanık tutmak ve kalpte olanı bilmektir. Bu da kendi içinde iki kısımdır:
a) Kalbin yaptığına vakıf olması; zikreden, zikrini yaparken kimi zikrettiğine yakinen muttali olmalıdır.
b) Zikreden kimsenin, zikir esnasında kalbini mülahaza etmesidir. Yani haline, zikirle iştigaline ve zikrin mefhumunu (manasını) mülahaza ettiğine muttali olarak, kalbinde gaflete kesinlikle yol bırakmamaktır. Vukûf-i Kalbi'yi kısaca; zikrettiği sözlerin manasını düşünerek ve şuurunda olarak zikir etmektir diye de tarif edebiliriz.
4-) Huş der Dem: Yani alınıp verilen nefese dikkat etmek. Büyükler katında bu cümleden murad olan mana şöyledir: Aklı başında bir salik, alıp verdiği nefeslere dikkat etmeli, onları gafletten korumalıdır. Böyle yaptığı takdirde; kalben, ALLAH-u Zülcelal ile huzurda olur. Zikir yapan kişi zikri esnasında gafletten sakınmalı ve zikrini yaptığı zatı mülahaza etmelidir. Bu mülahaza ise kişiyi yaptığı zikrin esas tecellisine götürür.
5-) Nazar ber Kadem: Manası "gözler ayakta" demektir. Müride yakışan odur ki, yürürken gözleri ile ayaklarını izleye. Ta ki, etrafa dalmaya. Sebebi, etrafa dalmak, kalbe hicap (perde) getirir. Şu muhakkak ki kalbi örten perdelerin pek çoğu, ona resmedilen suretlerden ötürüdür.
Sebebi ise temiz kalpler, cilalı aynalara benzerler. Katı kalplerde bulunan kötü huyların, bozucu düşüncenin baskısını hemen alır. Bu alış; özellikleri anlatılan kimselerin yüzüne mücerred nazarla (sadece bakmak) da olur. Bu bakış, yukarıda anlatıldığı gibi olmayıp şöyle de olabilir: Baktığı zaman, nazarı güzel yüzlere takılır; bu yüzden de fitneye düşer. Gerçekten böyle bir nazar, şeytanın oklarından biridir, kime saplansa, ALLAH-u Zülcelal’in yolundan saptırır.
6-) Sefer der Vatan: Kelime manası; herhangi bir şahsın, bir beldeden, başka bir beldeye gitmesidir. Tasavvufi manada ise, salikin kendini yetiştiricek bir mürşid araması ve ikinci mana olarak da, salik bir mürşide intisab ettikten sonra, mürşidinin emirleri doğrultusunda zahiren ve batınen ALLAH-u Zülcelal'e yönelmesi, hicret etmesidir.
7-) Halvet der Encümen: Halvet; sülûk ehlinin ibadet için yalnız kalacağı bir mekan manasına gelir. Encümen ise insan topluluğudur. Sadat katında ise mana şudur; salike yakışan, kalben ALLAH-u Zülcelal ile huzurda olup halk içinde olduğu halde, onlardan ayrı gibi yaşamasıdır. Murad olan mana, yukarıdaki gibi olunca, cümlenin manası; "murakabe" olur. Yani günlük yaşantısı içerisinde işi ile uğraşırken, yakınları ile beraberken, halk içerisinde herhangi bir şey ile meşgul iken, zâhirinin halk ile görünmesi, batının ise ALLAH-u Zülcelal'den bir an dahi gafil olmamasıdır. ALLAH-u Teala bu manaya işaret edip ayet-i celilede şöyle buyurmuştur:
"Öyle erlerdir ki; onları ticaret, alış-veriş ALLAH'ı anmaktan alıkoymaz." (Nûr; 37)
İşte bu tür "halvet" Nakşibendî yoluna hastır. Nitekim bu yolun erbabı, zâhirî olarak halvete çekilmezler. Bunların halveti, insanlar arasında bâtınî halvettir.
8-) Yad-Kerd: Kelime manası zikretmek demektir. Sadat katında kasdedilen mana şöyledir; mürid murakabe mertebesine erdikten sonra, "Nefy-i îsbat" yani: "La ilahe illallah," (ilah yoktur, ancak ALLAH vardır) zikrini belli bir miktar dille yapmalıdır. Mesela üçyüz, beşyüz yani mürşidinin emrettiği kadar. Burada da anlatılan "Nefy-i İsbat" zikrinin bu mertebede dille yapılması şart sayılmıştır. Zira, kalpler anasıra (unsurlar) bağlı olduğundan, anasır gibi paslanır. Anlatılan "Nefy-i İsbat" zikri yapılınca, pası gider. Murakabe mertebesine çıkar, müşahede mertebesine erer. Diğer bir deyişle kendisi için zikri yapılan Zatla huzur buluncaya kadar mürşidin emrettiği zikre devam etmektir.
9-) Baz-Keşt: Kelime manası; rücû-dönüş demektir. Ancak, sadat katında murad olan mana başkadır. "îlâhî ente maksudi ve rıdake matlubi" (ALLAHım, maksudum sensin; matlubum rızandır) cümlesinin tahayyülü (hayal edilmesi), "Nefy-i İsbat" zikrinin manasını kalbe yerleştirir. Zikri yapan kimsenin kalbine tevhid sırrını getirir. Böyle yaptığı takdirde, bütün yaratılmışların varlığı nazarında silinir, zuhur yerlerinde, mutlak vahid olan Zat'ın varlığı kendisine zahir olur.
Nakşibendiye Hâcegânı, bu cümleyi söylemeyi müridlere emrederler. Ta ki ona devam etmek sureti ile manası mucibince sıfatlansınlar. Zira tevhid sırrının zuhuru, tecrid ve tefrid hakikatının açılması, bahsi edilen cümlenin özelliği arasında sayılır.
10-) Nigah-Daşt: Kelime manası korumaktır. Sadat katında kalbi havatırdan korumaktır. Havatır altı çeşittir:
a) Hevacis: Nefis yönünden kalbe gelenler.
b) Vecais: Şeytan tarafından kalbi ve dimağı meşgul edenler.
c) İlhamat: Melek yönünden gönüle gelenler.
d) Varidat: Canib-i Hak'dan gelenler.
e) Suver-i Kainat: Bünyenin hisleri canibinden canın istekleri.
f) Ma'kulat: Akıl yönünden gelenler.
Müride düşen odur ki; zikrini yaptığı zaman, "Nefy-i İsbat" manasını düşünerek, kalbine sahip olsun. Böyle yapmalı ki; oraya yersiz hatıralar girmesin. Oraya yersiz hatıralar girince, zikrin ne-ticesi hasıl olmaz. Zikrin neticesi; zikri edilen Zat ile kalbin huzura ermesidir. Başka bir deyişle bu konu, 3. Sıradaki (Vukûf-u Kalbi) maddesi ile de beraber düşünülebilir.
11-) Yad-Daşt: Zikreden kimseye gereken: Zikrini ettiği Zatın zikri anında, kalbini huzurda tutarak korumaktır ki bu, "Nefy-i İsbat" zikrini nefesini tutarak yaptığı zaman olacaktır. Denildi ki; her halde, devamlı olarak, kalbi ALLAH-u Zülcelal'in huzurunda bulundurmaktır. Böyle olunca, murakabe ile aynı manaya gelir.
Netice olarak, mürid şunu bilmelidir ki zikir, murakabe, sohbet, râbıta ve Yad-Daşt diye anlatılanlardan hasıl olan huzur manası, hakikatte birdir. Kaldı ki huzur, Zat-ı Ehadiyet nurlarını müşahededen ibarettir; ancak şekilleri değişiktir. Bu değişik durumu ise ancak havas zümresi zatlar bilirler.
Bu kurallar şunlardır:
1) Vukûf-i zamânî.
2) Vukûf-u adedî.
3) Vukûf-u kalbî.
4) Huş der dem.
5) Nazar ber kadem.
6) Sefer der vatan.
7) Halvet der encümen.
-8 Yad-ı kerd.
9) Baz-keşt.
10) Nigâh-daşt.
11) Yâd-daşt.
Bu ıstılahların sırası ile kısaca açıklaması şöyledir:
1-) Vukûf-i Zamânî: Vukûf kelimesi şuur manasına gelir, yani mürid içinde bulunduğu zamana muttali olmalı ve zamanı kontrolü altında tutmalı, zamanını gafletle mi, yoksa şükre layık bir uyanıklık ve huzurla mı geçirdiğini düşünmelidir. Müridin bu zaman kontrolünü sürekli yapması, onda şu hali oluşturur:
ALLAH-u Zülcelal’in kendisini gördüğünü ve her an yanında hazır olduğunu anlar. Bu anlayış yakîn derecesinde olur ve bu hasleti kazandığı için ta mabuduna kavuşuncaya kadar, kulluk hududunu aşamaz.
2-) Vukûf-i Adedî: Kısaca manası sayıyı bilmektir. Yani mürid mürşidinin verdiği virdi yaparken, yaptığı virdin sayısına vakıf olacaktır. Burada asıl anlatılan vukuf, sayılarına riayet sureti ile, hafi zikirden ibarettir. Sadece zikrin sayısına vakıf olmak değildir. Hafi zikir esnasında, sayısına riayet edilmesi, zihni dağınıklıktan kurtarır. Zikirde asıl gaye, zikri yapılan ALLAH-u Zülcelal ile kalbin huzurudur. Ancak böyle yapıldığı takdirde, zikrin faydası görülür. Anlatılan fayda: "la ilahe" (ilah yoktur) nefyetmek, yani reddetmek esnasında, beşeri varlığın bitip tükenmesidir. "İllallah" (ancak ALLAH vardır) isbatı esnasındaysa, ilahî cezbelerin doğuşudur. Bu hal, (ledünnî) ilim mertebelerinin ilkidir.
3-) Vukûf-i Kalbî: Kalbi uyanık tutmak ve kalpte olanı bilmektir. Bu da kendi içinde iki kısımdır:
a) Kalbin yaptığına vakıf olması; zikreden, zikrini yaparken kimi zikrettiğine yakinen muttali olmalıdır.
b) Zikreden kimsenin, zikir esnasında kalbini mülahaza etmesidir. Yani haline, zikirle iştigaline ve zikrin mefhumunu (manasını) mülahaza ettiğine muttali olarak, kalbinde gaflete kesinlikle yol bırakmamaktır. Vukûf-i Kalbi'yi kısaca; zikrettiği sözlerin manasını düşünerek ve şuurunda olarak zikir etmektir diye de tarif edebiliriz.
4-) Huş der Dem: Yani alınıp verilen nefese dikkat etmek. Büyükler katında bu cümleden murad olan mana şöyledir: Aklı başında bir salik, alıp verdiği nefeslere dikkat etmeli, onları gafletten korumalıdır. Böyle yaptığı takdirde; kalben, ALLAH-u Zülcelal ile huzurda olur. Zikir yapan kişi zikri esnasında gafletten sakınmalı ve zikrini yaptığı zatı mülahaza etmelidir. Bu mülahaza ise kişiyi yaptığı zikrin esas tecellisine götürür.
5-) Nazar ber Kadem: Manası "gözler ayakta" demektir. Müride yakışan odur ki, yürürken gözleri ile ayaklarını izleye. Ta ki, etrafa dalmaya. Sebebi, etrafa dalmak, kalbe hicap (perde) getirir. Şu muhakkak ki kalbi örten perdelerin pek çoğu, ona resmedilen suretlerden ötürüdür.
Sebebi ise temiz kalpler, cilalı aynalara benzerler. Katı kalplerde bulunan kötü huyların, bozucu düşüncenin baskısını hemen alır. Bu alış; özellikleri anlatılan kimselerin yüzüne mücerred nazarla (sadece bakmak) da olur. Bu bakış, yukarıda anlatıldığı gibi olmayıp şöyle de olabilir: Baktığı zaman, nazarı güzel yüzlere takılır; bu yüzden de fitneye düşer. Gerçekten böyle bir nazar, şeytanın oklarından biridir, kime saplansa, ALLAH-u Zülcelal’in yolundan saptırır.
6-) Sefer der Vatan: Kelime manası; herhangi bir şahsın, bir beldeden, başka bir beldeye gitmesidir. Tasavvufi manada ise, salikin kendini yetiştiricek bir mürşid araması ve ikinci mana olarak da, salik bir mürşide intisab ettikten sonra, mürşidinin emirleri doğrultusunda zahiren ve batınen ALLAH-u Zülcelal'e yönelmesi, hicret etmesidir.
7-) Halvet der Encümen: Halvet; sülûk ehlinin ibadet için yalnız kalacağı bir mekan manasına gelir. Encümen ise insan topluluğudur. Sadat katında ise mana şudur; salike yakışan, kalben ALLAH-u Zülcelal ile huzurda olup halk içinde olduğu halde, onlardan ayrı gibi yaşamasıdır. Murad olan mana, yukarıdaki gibi olunca, cümlenin manası; "murakabe" olur. Yani günlük yaşantısı içerisinde işi ile uğraşırken, yakınları ile beraberken, halk içerisinde herhangi bir şey ile meşgul iken, zâhirinin halk ile görünmesi, batının ise ALLAH-u Zülcelal'den bir an dahi gafil olmamasıdır. ALLAH-u Teala bu manaya işaret edip ayet-i celilede şöyle buyurmuştur:
"Öyle erlerdir ki; onları ticaret, alış-veriş ALLAH'ı anmaktan alıkoymaz." (Nûr; 37)
İşte bu tür "halvet" Nakşibendî yoluna hastır. Nitekim bu yolun erbabı, zâhirî olarak halvete çekilmezler. Bunların halveti, insanlar arasında bâtınî halvettir.
8-) Yad-Kerd: Kelime manası zikretmek demektir. Sadat katında kasdedilen mana şöyledir; mürid murakabe mertebesine erdikten sonra, "Nefy-i îsbat" yani: "La ilahe illallah," (ilah yoktur, ancak ALLAH vardır) zikrini belli bir miktar dille yapmalıdır. Mesela üçyüz, beşyüz yani mürşidinin emrettiği kadar. Burada da anlatılan "Nefy-i İsbat" zikrinin bu mertebede dille yapılması şart sayılmıştır. Zira, kalpler anasıra (unsurlar) bağlı olduğundan, anasır gibi paslanır. Anlatılan "Nefy-i İsbat" zikri yapılınca, pası gider. Murakabe mertebesine çıkar, müşahede mertebesine erer. Diğer bir deyişle kendisi için zikri yapılan Zatla huzur buluncaya kadar mürşidin emrettiği zikre devam etmektir.
9-) Baz-Keşt: Kelime manası; rücû-dönüş demektir. Ancak, sadat katında murad olan mana başkadır. "îlâhî ente maksudi ve rıdake matlubi" (ALLAHım, maksudum sensin; matlubum rızandır) cümlesinin tahayyülü (hayal edilmesi), "Nefy-i İsbat" zikrinin manasını kalbe yerleştirir. Zikri yapan kimsenin kalbine tevhid sırrını getirir. Böyle yaptığı takdirde, bütün yaratılmışların varlığı nazarında silinir, zuhur yerlerinde, mutlak vahid olan Zat'ın varlığı kendisine zahir olur.
Nakşibendiye Hâcegânı, bu cümleyi söylemeyi müridlere emrederler. Ta ki ona devam etmek sureti ile manası mucibince sıfatlansınlar. Zira tevhid sırrının zuhuru, tecrid ve tefrid hakikatının açılması, bahsi edilen cümlenin özelliği arasında sayılır.
10-) Nigah-Daşt: Kelime manası korumaktır. Sadat katında kalbi havatırdan korumaktır. Havatır altı çeşittir:
a) Hevacis: Nefis yönünden kalbe gelenler.
b) Vecais: Şeytan tarafından kalbi ve dimağı meşgul edenler.
c) İlhamat: Melek yönünden gönüle gelenler.
d) Varidat: Canib-i Hak'dan gelenler.
e) Suver-i Kainat: Bünyenin hisleri canibinden canın istekleri.
f) Ma'kulat: Akıl yönünden gelenler.
Müride düşen odur ki; zikrini yaptığı zaman, "Nefy-i İsbat" manasını düşünerek, kalbine sahip olsun. Böyle yapmalı ki; oraya yersiz hatıralar girmesin. Oraya yersiz hatıralar girince, zikrin ne-ticesi hasıl olmaz. Zikrin neticesi; zikri edilen Zat ile kalbin huzura ermesidir. Başka bir deyişle bu konu, 3. Sıradaki (Vukûf-u Kalbi) maddesi ile de beraber düşünülebilir.
11-) Yad-Daşt: Zikreden kimseye gereken: Zikrini ettiği Zatın zikri anında, kalbini huzurda tutarak korumaktır ki bu, "Nefy-i İsbat" zikrini nefesini tutarak yaptığı zaman olacaktır. Denildi ki; her halde, devamlı olarak, kalbi ALLAH-u Zülcelal'in huzurunda bulundurmaktır. Böyle olunca, murakabe ile aynı manaya gelir.
Netice olarak, mürid şunu bilmelidir ki zikir, murakabe, sohbet, râbıta ve Yad-Daşt diye anlatılanlardan hasıl olan huzur manası, hakikatte birdir. Kaldı ki huzur, Zat-ı Ehadiyet nurlarını müşahededen ibarettir; ancak şekilleri değişiktir. Bu değişik durumu ise ancak havas zümresi zatlar bilirler.