- Nakşibendiyye

Adsense kodları


Nakşibendiyye

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
armi
Fri 29 January 2010, 12:36 pm GMT +0200
Nakşibendiyye
Evlîyanın önderlerinden ve İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bugün Nakşibendili­ğin pren- sipleri diye bilinen on bir temel düstûru da ortaya koydu. Bu prensiplerin esası "kalbe gelip onu meşgul eden her şeyi oradan çıkarıp atmak ve onu dâimâ Allahü teâlâ ile meşgûl hâle getirmek"tir. Suriye´de yetişen evliyâdan Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Deyrezorlu Molla Ahmed, Muhammed ve Hacı Hayred- dîn´e yazdığı mektupta buyurdular ki: "...Bu yüce Nakşibendiyye yoluna olan şiddetli mu­habbetinizin, samîmi azim ve arzûnuzun çoklu­ğunun habercisidirler. Bu mu­habbet ve arzu çok büyük nîmetlerdir. Nasıl büyük olmasınlar ki, bu yolun bü­yükleri, müridin, talebenin Allahü teâlânın mânevî feyz istemesini kendisine ve­rilen manevî nîmetlerin ya­rısı, arzusunu da Allah´a kavuşmanın yarısı saymış­lardır. Zîrâ istek ve talep ile Allahü teâlâya kavuşmak Azîz ve Yüce olan Al­lah´tandır. Kerem sâhibi olan Allahü teâlâ kulun kalbine isteme ve arzuyu attı­ğında, bu o kula mânevî bir mertebe vermesine ve kendine kavuşmasını irâde etti­ğine delâlet eder.

İşte kardeşlerim! Bu beyandan anlaşıldı ki, sizde hâsıl olan talep si­zin için büyük bir nîmet olup şükretmeniz gerekiyor. Tâ ki içinizdeki talep kuvvetten fiiliyete çıksın. "Nîmetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım..." (İbrâhim sûresi: 7) meâlindeki âyet-i ke­rîmesi de buna kesin bir delildir. Bununla berâber şunu da ilâve edelim ki, bu zamanda İslâmiyet garîb oldu. Bu zamanda az bir dindarlık, diğer zamanlardakinden çok hayırlıdır.

Yine size şu tavsiye olunur ki: Bu parlak şerîate (İslâmiyete) ve mü­bârek sünnete tâbi olmanız lâzımdır. Zîrâ tarîkat şerîatın çekirdeğidir. Hattâ bu tarîka­tın imâmı yâni Şâh-ı Nakşibend Buhârî hazretleri buyur­dular ki: "Şerîata aykırı olan herhangi bir tarîkat zındıklıktır." Bu yolun büyükleri buyurdular ki: "Bu ta­rîkat üç esas üzeredir: Muhabbet, ihlâs ve kendine dînini öğreten mânevî hoca­sına, mürşidine tâbi olmaktır." Bu yolun büyükleri bunları şöyle açıklamışlardır: "Muhabbetin en aşağı de­recesi, Allahü teâlâyı seven kişinin, kendini nefsânî arzu ve dileklerinden tamamiyle sıyırıp, sevgilisi olan Allahü teâlânın irâde bu­yurduğu şeylere teslim olmasıdır. İhlâsın en aşağı derecesi de; mürîd yâni tale­benin, dünyâ yüksek evliyâlarla dolu olsa bile, yine hidâyetin ancak mürşidinin kapısının eşiğinde olduğunu kesinlikle bilmesi ve buna kalben karar vermesidir. Teslimiyetin en aşağı derecesi de; müridin kendini mürşidinin huzûrunda, ölü­nün yıkayıcının elinde istediği gibi çevrildiği şekilde oldu­ğunu bilmesidir."

Kısaca; talebe kendi nefsinin irâde ve arzusundan sıyrılıp, hocasının irâde­sine bağlanmalıdır. Öyle ise şerîat ve tarîkattaki bid´atlardan sakın. Sakın. Sa­kın. Çünkü sermâyemiz bu yolun büyüklerine uymaktan başka bir şey değildir...

Ahmed Haznevî hazretleri, insanları dünyâ ve âhiret saâdetine ka­vuşturan Nakşibendiyye yolunun fazîletiyle ilgili olarak buyurdu ki: "Hâce Behâeddîn Nakşibendî hazretleri; "Hakîkaten yolumuz, Allah´a giden yol- ların en yakını ve en kısasıdır. Allahü teâlâdan kat´î olarak kulu kendi­sine ulaştırıcı bir yol dile­dim. Dileğimi yerine getirip duâmı kabûl etti." buyurdu. Bu tarîkate ilk girişte bir tad ve zevk olup, sonunda aşk harâreti ve sekr, kendinden geçme hâli vardır. İşte bunun içindir ki, ârif kimse kendini hiçe sayıp frenk kâfirlerinin bile ken­dinden daha iyi olduklarını düşünür."

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâ buyurdular ki: "Bizim yolumuz Resûlul- lah efendimizin sünnetine uymak ve Eshâb-ı kirâmın hâllerine bakmaktır. Bunun için bu yolda az bir amel, büyük kazançlara, netîcelere sebeb olur. Sünnete uy­mak çok büyük bir iştir. Bu yoldan yüz çeviren, dînini tehlikeye atmış olur."

Behâeddîn Buhârî hazretleri bir sohbetlerinde buyurdular ki: "Bizim yolu­muzdaki kimselerin şu edebi gözetmesi gerekir: Birincisi; Allahü teâlâya karşı edeptir. Yâni zâhiri ve bâtını ile tamâmen kulluk içinde ol­malı. Allahü teâlânın bütün emirlerini yerine getirip, yasaklarından sa­kınması ve Allahü teâlâdan başka her şeyi, mâsivâyı terketmesidir. İkin­cisi; Resûlullah efendimize karşı edeb: Bu da iş ve hâllerde O´na uymak­tır. Üçüncüsü; hocasına karşı edeb: Çünkü kendisinin Peygamberimize uymasına, hocası vâsıta olmuştur. Bu ba­kımdan, hocasını hiçbir zaman unutmamalıdır."

Behâeddîn Buhârî hazretlerine, siz nasıl bir yolda bulunuyor sunuz? diye suâl sorulunca, buyurdular ki: "Ancak ârif olanların istifâde edebile­ceği bir yolda bulunuyoruz. Bu yol da üç şeyden ibârettir. Bunlar; murâ­kabe, müşâhede ve muhâsebedir. Murâkabe: Bu yola giren kimsenin, her şeyi bırakıp Allahü teâlâya dönmesidir. Murâkabe ehli pek azdır. Olanlar da gizlidir. Biz şu netî­ceye vardık ki, murâkabeyi elde etmenin yolu, nefse muhâlefet etmektir. Müşâ­hede: Gayb âleminden gelir ve kalb üzerine işlenen bir tecellîdir. Celâlî veya cemâlî olmak üzere ikiye ayrıl-mışdır. Muhâsebe: Bizim yolumuzda olan kimse, düşünüp araştırır. Kendini hesâba çekip bakar. Geçmiş zamânı gaflet ile mi, hu­zûr ile mi geçti? Eğer huzûr ile geçmişse, o kimsenin vakti değerlendirilmiştir. Allahü teâ- lâya hamd etsin. Eğer geçen zaman gaflet ile geçmişse, o kimse vak­tini zâyi etmiştir. Yapacağı iş, geleceği için tedbirli olup, tövbe etmektir. Ârif olanlar, bu üç husûsa riâyet ettikleri için pekçok fayda elde ederler. Ârif olma­dan istifâde edemezler. Bizler, maksada ulaşmakta vâ­sıtayız. Allahü teâlânın inâyeti olmadan ve rehber olmadan maksada erişmek mümkün olmaz. Şu hâlde bu yolda ilerleyen kimse, kıyâmete kadar yaşasa, kendisine rehber olan zâtın terbiye nîmetinin, lütuf ve himmetinin şükrünü yerine getiremez."

Yine buyurdular ki: "Bizim yolumuz, Allahü teâlânın gösterdiği kurtu­luş yoludur. Çünkü bu yol, sünnete uymak ve Eshâb-ı kirâma tâbi ol­maktır. İşte bu sebeple, bizim yolumuzda az zamanda çok kazanç elde edilir. Fakat sünnete uymak ve riâyet etmek, sabır ve tahammül ister. Biz, bizim yolumuza girenleri, istersek kolayca çekme ile, dilersek bir başka usûlle terbiye ederiz. Çünkü reh­ber olan âlim, bir tabîbe benzer. Hastanın hastalığını, derdini tesbit eder ve ona göre ilâç verir. Bizim yo­lumuzda yalnız kalmak değil, sohbet esastır. Sohbetin de şartları vardır. İki kişi sohbet etmek isterse, birbirinden emin olmaları gere­kir. Böyle ol­mazsa, sohbetten fayda hâsıl olmaz. Bizim sohbetimize girenlerin kalb- lerinde, muhabbet tohumu vardır. Kısaca bu yola, Ehl-i sünnet ve cemâat yolu denir. Bizim sohbetimize dâhil olanların kalbine muhabbet tohumu atıl­mıştır. Fakat Allahü teâlâdan başka her şeyden alâkasını kesmemiş olabilir. Bu durumda sohbetimize katılan kimsenin kalbinde, Allahü teâlânın sevgisinden başka neye bağlılık varsa, onu kalbinden temizleriz. Kalbinde bize karşı meyli ve muhabbeti olanlara muhabbet tohumu ekip, gece gündüz onu terbiye etme­miz bizim vazîfemizdir. Mu­habbet için uzakta olmak farketmez."

Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yolunun esaslarından olan; "Biz son- da ele geçecek şeyleri başa yerleştirdik." buyurması, Resûlullah efendi- mizin daha ilk sohbetinde bulunan bir kimsenin kalbine hikmet ve feyz akmasına ve bir soh­betle nihâyete kavuşmasına benzetilmiştir.

Buyurdu ki: "Yolun esâsı, kalbe teveccühdür. Kalp ile de, Allahü teâlâya teveccühtür. Kalp ile çok zikretmektir. Farz ve sünnetleri edâ et­mektir. Yeme, içme, giyme ve oturmada, işlerde ve âdetlerde orta dere­cede olmaktır. Kalbi kötü düşüncelerden, vesveseden korumaktır. Ken­disine rehber olan âlimin soh­betini ganîmet bilmektir. Hocasının huzû­runda iken ve yanında yok iken edebe uymaktır. Bu yoldan maksad ve ele geçen şey; Allahü teâlânın devamlı huzû­runda olmaktır. Eshâb-ı ki­râm zamânında buna "ihsân" denilmişti. Bu yolda ilerleme esnâsında; nefsin arzularını yok etmek, nûrlara ve hâllere gömülmek, fenâ ve bekâ makamlarına ulaşmak, üstün ahlâk ile ahlâklanmak gibi on makam ele geçer."

Buyurdu ki: "Lâ ilâhe illallah kelimesini söylemenin hakîkati, Allahü teâlâdan başka ne varsa hepsini yok bilmektir."

Yine buyurdu ki: "İslâm dîninin hükümlerini yapmak, yâni emirleri ya­pıp yasaklardan sakınmak, haramları, şüpheli şeyleri, hattâ mübahların fazlasını terketmek, ruhsatlardan uzak durmak, mübahları zarûret mikdâ- rınca kullanmak, tamâmen nûr ve safâdır. Aynı zamanda evliyâlık dere- celerine kavuşturan bir vâ­sıtadır. Vilâyet derecelerine bunlarla ula­şılır. Uzak kalanların hepsi, bunlara dikkat etmediklerinden uzak kalırlar ve kendi arzularına uyarlar. Yoksa cenâb-ı Hakk´ın feyzi her ân gelmek­tedir."

Bir kimse sizin yolunuzun esâsı ne üzere kurulmuştur? deyince; "Zâ­hirde halk ile, bâtında Hak ile olmak üzere kurulmuştur." buyurdu ve şu beyti okudu:

"İçerden âşinâ ol, dışdan yabancı,

Az bulunur cihânda böyle yürüyüş."



İstanbul´un büyük velîlerinden olan Seyyid Emîr Ahmed-i Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine, yollarının esaslarını şöyle bildirdi: "1) Ruhsatlardan sakınarak, nefse zor gelenleri yapmak, 2) Dinde Pey­gamber efen­dimiz ve dört büyük halîfe devrinde olmadığı halde sonra­dan çıkarılmış âdet ve uygulamaları, bid´atleri terketmek, 3) Sünnet-i seniyyeye sıkı sarılmak, 4) Gös­terişten uzak olmak, 5) İnsanlarla ihtiyacı kadar görüşmek, 6) Az konuşmak, az yemek, az uyumak, 7) Geceleri ibâdet etmek, 8) Gündüzleri oruç tutmak."

Osmanlı Devleti zamânında yetişen âlimlerden Muhammed Es´ad Efendi hazretlerine, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı mektubun bir kısmı şöy­ledir:

"Sıhhatte olduğunuzu bildiren mektubunuz geldi. İnkarcıların çok ol­masına rağmen, bu yolda ve sünnet-i seniyye üzere sebâtınızı, devâmı­nızı ifâde etmeniz bizi sevindirdi. Bu sebeple Allahü teâlâya tekrar tekrar hamd ettim. Hakk-ül-yakîn sırlarından habersiz bâzılarının, evliyâya kal­ben bağlanmayı bid´at say­dıkları, aslı ve esâsı olmadığını iddiâ ettikleri, bu fakîrin kulağına geldi. Hakîkat aslâ onların dedikleri gibi değildir. Bilâ­kis kalben bağlılık Müceddidiyye yolu­nun mühim bir esâsıdır. Hattâ o, Kur´ân-ı kerîme ve Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine tam ola­rak yapıştıktan sonra, maksûda kavuşturacak yolla­rın en büyüğüdür. Büyüklerimizden bâzısı tasavvuf yoluna kavuşmak için, sâ­dece kalb ile olan bağlılıkla yetinmemişlerdir. Fenâ-fillah, kalbin yalnız Allahü teâlâdan başka her şeyi terk etmesi mertebesinin başlangıcı olan hocada fâni ol­maya en çabuk ve kolay götüren yol olduğunu kesin bir şekilde ifâde et­miş­lerdir.

Tasavvuf yolunun büyüklerinden, Hâce Ahrâr diye bilinen, Şeyh Ubeydullah-i Ahrâr şöyle buyurdu: "Sâdıklarla berâber olmak Kur´ân-ı kerîmde emrolunmuştur. Onlarla berâber olmak, hem sûreten hem de mânen olur. Sonra onlarla mânen berâber olmanın, kalbî bağlılık ile ol­duğunu açıkladı. Bu husus, ehlince mâlum ve meşhûrdur. Reşahât kita­bında, tafsilatlı olarak yazılmıştır."

Sanıyorum, kalben bağlanmayı kabûl etmeyenler, onu ıstılah mânâsı ile dü­şünmediler. Eğer bu husûsu ıstılah mânâsı tasavvuftaki mânâsı ile düşünselerdi, onu inkâr etmezlerdi. Çünkü tasavvufta kalben bağlılık, talebenin edeb üzere olması ve hocasının huzûrunda olduğu gibi, gıyâ­bında da ondan feyz alması için, sûretini çok hatırında tutmakla fenâ-fillah mertebesinde olan hocasının rûhâniyetinden yardım istemektir. Talebe hocasının sûretini hatırına getirmek sûretiyle tam bir huzûra ka­vuşur ve kalbi nûrlanır. Bu sebeple kötü işlerden sa­kınır. Kalben bağlılı­ğın bu mânâda inkârı düşünülemez. Bunu ancak Allahü teâlânın, alnını hüsran ile mühürlediği kimselerden başkası inkâr etmez. Bu şe­kilde sa­âdette mahrûm olmaktan ve gazâba uğramaktan Allahü teâlâya sığınırız. Çünkü; "Bir kimse evliyâya inanıyorsa, kalben bağlılığın güzelliğini ve faydası­nın büyüklüğünü anlar." buyrulmuştur. Hattâ bu hususta ittifak et- mişlerdir. Ev­liyânın sözlerine tâbi olan kimse için bu husus gizli değil­dir.

Ayrıca, dört mezheb âlimlerinin büyükleri de, kalben bağlılığın fayda­sından açıkça bahsetmişlerdir. Şimdi ben, kalbinde evliyâyı inkâr hasta­lığı bulunmaya­nın mürâcaat edebilmesi, sırf nefsine uymak sûretiyle ev­liyâyı kabûl etmeyen kimselerin inkâr etmemesi için, bu âlimlerin sözle­rini, yerlerini de söylemek sû­retiyle bildireceğim:

İmâm-ı Şa´rânî, En-Nefehât-ül-Kudsiyye kitabında, zikrin âdâbını an- latır­ken, yedincisi için şöyle dedi: "Talebe, hocasını gözünün önüne getirecek. Bu, bu yolun büyüklerine göre, zikrin edeplerinin en büyüğü ve en mühimidir."

Yine Hanefî mezhebi âlimlerinin büyüklerinden olan Allâme Şerîf Cürcânî, Şerh-i Mevâkıf´ın sonlarında, evliyânın sûretlerinin talebelerine göründükleri, talebelerin onlardan feyz aldıkları, hattâ vefâtlarından son- ra da onların feyzlerinden istifâde edildiğinin sahîh olduğunu bildir­miştir.

Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de şöyle buyurdu: "Tasavvuf yoluna giren bir kimse, evliyâ-yı kirâm ile kalben bağlantı yapar. Bu bağlantı se­bebiyle, bâtınen hatırladığı velîden istifâde eder."

Şemsüddîn ibni Kayyım, Kitâb-ür-Rûh adlı eserinde şöyle demekte­dir: "Rûhun, bedenin durumundan başka bir durumu vardır. Rûh, refîk-i âlâda bulu­nur. Meyyitin bedenine bitişir. Şöyle ki; rûh sâhibine selâm ve­rilince, selâma cevap verir. Fakat rûh yine refîk-i âlâda kendi yerindedir. Bu mânâda olan de­liller pekçoktur. Bütün bunlar vefâtlarından sonra ev­liyânın bir nevî tasarrufla­rının olduğuna delâlet eder."

Beni bu mevzûlardan bahsetmeye sevkeden sebep; Allahü teâlânın rızâsını kazanmaya vesîle, temeli Ehl-i sünnet akâidine yapışmak olan, Resûlullah efen­dimize tâbi olmak, ruhsata yapışmayı terketmek, azî­metlere yapışmak, murâka­beye devâm etmek, Allahü teâlâya yönelmek, Allahü teâlâdan başkasından yüz çevirmek, Allahü teâlâyı görür gibi ibâ­det etmek, dînî ilimleri öğrenmek ve öğ­retmek, müslümanların avâmı gibi görünmek, gizli zikr yapmak, nefes alıp-ve­rirken dahi Allahü teâlâdan gâfil olmayacak şekilde nefslerini muhâfaza etmek, Allahü teâlânın ve Resûlullah´ın sallallahü aleyhi ve sellem ahlâkı ile ahlâklanmaktan ibâret olan tasavvuf yolunu müdâfaa etmektir."

Evliyanın büyüklerinden Hâce Hasan Attâr (rahmetullahi teâlâ a- leyh) haz­retlerinin babası ve aynı zamanda hocası olan Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin ta­savvuftaki yolunu anlatan bir eser yazmıştır. Bu kitapta buyuruyor ki: "Biliniz ki, Alâeddîn-i Attâr´ın ve onların silsilesi olan mübâ­rek büyüklerimizin yolu Hakk´a ulaştıran yollar arasında en kısa olanıdır. Bunların yolunda, dünyâya âit bütün hicâblar, perdeler kaldırılmıştır. Allahü teâlâ onlar için, mâsivâ denilen, dünyâya âit şeylerin muhabbet ve sevgisini celâl sıfatıyla yakıp kül eder. Bunlar öyle büyüktür ve Allahü teâlânın öyle yüksek velîleridir ki, başka yollarda, uzun zamanlarda ve çok zahmetlerle yolun sonunda ele geçen şeyler, bu yolda baş­langıca yerleştirilmiştir.

Bu yolda bulunmak arzusunda olanlar, kendisinden bu yolun edeple­rini öğ­rendikleri zâtı çok sevip, ona ve diğer büyüklere karşı her zaman edepli olmalı­dır. Bu yolda ilerlemek için çok gayret etmelidir. İlerleme devâm ettikçe, Allahü teâlâdan başka şeylere alâka ve bağlılık azalır. Bu hâlin meydana gelme­sine, yokluk ve kendinden geçme denir. Bu alâka ve bağlılığın azala azala yok olması hâlinde de, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisi kalmaz. İşte bu hâle de fenâ denir.

Kalbe gelen vesveselerden kurtulmaya çalışarak tövbe ve istigfâr e- dip zikre devâm etmelidir. Hiç gaflette bulunmamalıdır. Bir ân için gaflet gelecek olsa bile, hemen kendini toparlayıp, gafleti gidermelidir. Yolda yürümekte, alış-veriş etmekte, yemekte, içmekte, yatmakta, uyumakta, hep gafleti terkedip, kalbi uyanık tutmalıdır. Bu hâller kendiliğinden hâsıl oluncaya kadar böyle uğraş­malı, her işi Allahü teâlâ için yapmaya gayret etmelidir. Böylece yapılan her iş, her hareket, zikr olur ve insan gafletten kurtulur."

Gâziantep velîlerinden Mehmed Hasîb Dürrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin tasavvuf esaslarından bahseden şiirlerinden biri:



Tarik-i Nakşibendde şart-ı evvel terk-i bid´attır

İkinci, îtikâd-ı ehl-i sünnet ve´l cemâattir

Üçüncü gaflet ile ettiği cürme edip tevbe

Maâsî semtine gitmem deyü azm ile niyyettir.

Düşerse kalbine bir katre nâgeh çirk-i isyândan

Anın sabunu istiğfârdır, âbı inâbettir.

Azimet râhını derpiş edip her bir umûrunda

Güzel ahlâk ile her dem tahallük istikâmettir

Bu ilmin haddi terk-ı mâsivâ, hem hubb-ı fillahdır



Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) karşılaştığı güçlükleri hocası Abdullah-ı Dehlevî´ye bir mektupla arz edince, hocası ona yazdığı mektupta şunları buyuruyordu:

"Mektubuma Rahman ve Rahîm olan Allahü teâlânın şerefli ismiyle başlıyorum. Allahü teâlânın sevgili kulu mübârek Mevlânâ Hâlid! Esselâ- mü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü. Tepeden tırnağa ka­dar kusurlu olan bu fakîre, her an ziyâdesi ile gelmekte olan Allahü teâlânın ni- metlerine şükür ve hamd etmek yazıya ve söze sığmaz.

Siz, istifâde etmek isteyenlere yardımcı olunuz. Onlar da emredilen zikir ve diğer vazifeleri yerine getirip, saâdetlerini bunlardan bilsinler. Bü- yüklerin yolunu inkâr edenlerle görüşmesinler. "Hocana kötülük edenle iyi olursan, köpek senden daha iyidir." sözü meşhûrdur. İmâm-ı Rabbânî hazretlerine îtirâz edenlerden uzak olunuz. Âlimler ve ârifler söylemişler ve yazmışlardır ki: "İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenler, mümin ve müttekîlerdir. Ona buğz edenler münâfık ve şakîlerdir." İslâm memleket- leri hazret-i Müceddîd´in feyzleriyle doldu. Ve bütün müslümanlara, haz- ret-i Müceddîd´in nîmetlerine şükür ve hamd etmek vâcib oldu.

O memleketin âlimleri, şerîfleri ve âmirleri mübârek varlığınızı nîmet bilip sizden istifâde edeler. Size tâzim ve hürmette kusur etmeyeler, mu­hâliflerinize, size sû-i kasd edenlere ve sizi çekemeyenlere mâni olalar. Bu fakîr, bunları nasîhat yollu yazdım. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Din nasîhattir." buyurdu.

Allahü teâlâ, sizi, Şâh-ı Nakşibend´in, Müceddîd-i elf-i sânî´nin ve kalbimin kıblesi Mirzâ Sâhib´in halîfesi etmiştir. Hiç kimse sizin yerinizi alamaz. Sizin eliniz, benim elimdir ve sizi görmek, beni görmektir. O uzak yerden buraya gelmeye kalkmayın. İhtiyâç yüzünü bu tarafa çevir­mek ve kalb ile hatırlamak yetişir. Allahü teâlâ kendi rızâsına ve Habî- bine uymaya muvaffak eylesin! Âmîn."

Büyük evliyândan, tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi Mevlânâ Hasan Berkî hakkında İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, Ah- med-i Berkî?ye yazdığı mektupta; ?Şeyh Hasan, sizin devlet erkânı­nız- dandır. İşlerinizde sizin yardımcınızdır. Eğer siz bir sefere çıkacak olursanız, vekîliniz odur. Ona iltifât ve teveccühü eksik etmeyiniz. Çok gayret ediniz ki, zarûrî din ilimlerini bitirsin. Hindistan?a gelişi, onun için de sizin için de büyük nîmet oldu. Allahü teâlâ bize ve size istikâmet ver­sin.? buyurdular.

Bundan kısa bir zaman sonra, Ahmed Berkî âhırete intikâl etti. Haz­ret-i İmâm?a haber gelince, Ahmed-i Berkî?nin eshâbına şu mektubu yazdılar: ?Ahmed-i Berkî?nin gösterdiği yolda yürüyünüz. Zikir ve murâ­kabe ile meşgûl olun ki, bir isteksizlik ve gevşeklik hâsıl olmasın. Tale­beleri toplanıp, birbirlerinde fânî olsunlar ki, sohbetin eseri görülsün. Bu fakîr bundan önce; ?Eğer Mevlânâ bir sefere çıkarsa, kendi yerine Şeyh Hasan?ı bırakması uygun olur.? diye yazmıştım. Herhâlde bu seferi kast etmişiz. Şimdi de tekrar tekrar düşünüyorum. Bu işi yapacak ancak Şeyh Hasan?ı buluyorum. Bâzı arkadaşlara bu sözümüz ağır gelmesin. Bizim ve onların istemesiyle olmuyor. Ona uymanız lâzımdır. Şeyh Hasan?ın yolu, Mevlânâ?nın yoluna çok yakındır.

Mevlânâ?nın son defâ bizden aldığı nisbette Şeyh Hasan?ın da or­taklığı vardır. Diğer arkadaşlar, her ne kadar keşf ve müşâhede sâhibi olsalar da, bu nisbetten nasîbleri azdır.?

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bu yolun büyükleri son derece gayretli ve nâ­ziktir­ler. Onların yolu, hiç eksiksiz Resûlullah´ın yoludur."

Irak´ta ve Mısır´da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerin­den Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazret­lerine bir kimse gelerek Nakşibendiyye yolunun üstünlüğünü ve tasav­vu- fu inkâr etti. Ona her­hangi bir karşılıkta bulunmadı. Oradan ayrılırken o kimseyi tasavvufî haller ve cezbeler kapladı. Bu hâli uzun müddet de­vâm etti. Sonra Muhammed Erbilî hazretlerine gelerek özür diledi ve onun talebelerinden oldu.