- Muvalatın şekli ve dışa vurumu

Adsense kodları


Muvalatın şekli ve dışa vurumu

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Tue 28 September 2010, 07:58 pm GMT +0200
7. BÖLÜM

MUVALATIN ŞEKLİ VE DIŞA VURUMU


Aslında tüm dostluk şekilleri ve bunların dış görünümlerini başlı başına bir bölümde sunmak, gerçekten önemlidir. Özellikle böyle bir araştırma ve konuda bunun önemi çok daha büyüktür. Ancak okuyu­cu bu konuda yani Velâ ve Berâ konusunda bir meseleyi ele aldığı za­man diyebilsin ki, bu, Velâ ve Berâ konusunu ilgilendiren bir husus­tur. Aynı zamanda kendisi bu gibi konularda dikkatli davranma im­kanını bulabilsin.

Ben burada bir uyanda bulunmak istiyorum. Bu uyarıyı yapar­ken de her bir şekil ya da suret konusunda, bunun şer'î hükmünü araş­tırıp ortaya koyabilme gücüne sahip değilim. Zira bir konuda kesin bir hükme varmak gerçekten güç olan bir durumdur ve oldukça da zordur. İlim erbabının da söyledikleri gibi, kişinin bazan söylediği bir söz veya işlediği bir fiil küfür olabilir. Ancak görünürde böyle!olan bir durum, kul ile Rabbi arasında olan bir şey sebebiyle ortadan kal­kabilir. Biz de bunu bilemeyebiliriz. Fakat genel olarak bu hal, işleye^ nine göre farklılık kazanır ve değişiklik gösterir. Öyle durumlar var ki, o durum kişiyi dinden eder. Meselâ kâfirleri sırf kâfir. oldukları için sevmek gibi. Kimi durumlar da var ki, bu, büyük bir günah olur. Meselâ kâfirlere saygı göstermek veya bunları övmek gibi.[321]

Dolayısıyla "Muvalat" olayı, bu ismi alana göre farklılık göste­rir. Öyle muvalatta (karşılıklı dost olma, birbirini yetkili kılma) var ki, bu, mürtedlik olabilir. Kişinin tamamen îslamdan uzaklaşmasına neden olur. Bazı muvallatta mürtedlik olmaz ama,daha farklı bir durum  meydana getirir. Meselâ: Büyük günahlardan ve haramlardan birini işlemek gibi.[322]

İslâm dini ibadetin halis ve samimi olmasına çok dikkat eder. Buna çok özen gösterir. Bu ise bir tek Allah'a itaat ve kesin boyun eğişle sağlanır. Bunu yaparken tabi olunan ve peşinden gidilen Allah dışındaki her şeyden, her arzulanandan ve her korkulandan uzak duracak bunlarla her türlü ilgiyi kesecektir. Kısaca kesin bir berâ olacaktır. Kalbini haşyette, korkuda, yardım ve zaferde Rabbi olan Allah'a bağlar yacaktır.

Kim de kalbini kendisine yardımcı olmaları, rızık vermeleri, yol göstermeleri için yaratıklara bağlar ve bunlar önünde eğilirse, bu durumdaki bir kimse kime ne kadar bağlıysa, o derece onun kulu ve kölesi olmuş olur. Şurası da bilinen bir gerçektir ki, kişinin kalbinin esir düşmesi, bedeninin esir düşmesinden çok daha büyük bir tehlike arzeder. Kalbin köleleşmesi, gerçekten bedenin köleleşmesinden ve esir düşmesinden daha tehlikelidir. Zira bedenini özgür bırakmış, köleleştirmemiş, kalbini huzur içinde bırakabilmiş ise, böylesi bir bedenî esa­retin pek önemi yoktur. Çünkü bir gün kurtuluş imkan doğabilir. Fakat şayet kalbi Allah'dan başkasına bağlanmışsa işte gerçekten en büyük zillet, esaret ve aşağılık o zaman başlamıştır, bundan daha büyük bir alçalış yoktur.[323]

Doğrusu kâfirlerle dostluk kurmanın tehlikesi bütün müslüman-laradir. Böyle bütün müslümanlara zarar getiren bir olay, bir kimse­nin sadece kendisinin kafir olmasından da büyük bir tehlike ortaya koyar. Birinin zararı top yekûn müslümanlara iken, diğerinin sadece kendisinedir. Zira genel manâda müslümanların akide ve iman duru­munu birisi tehlikeye sokmaktadır. Böyle bir durumu, itikadının sağ­lam olduğunu sanana biri yapar, halbuki aslında bu kimse Allah, Rasûlü ve mü'minler yanında böyle bir davaya ve zanna kalkışmasında yalancıdır. Bilindiği gibi bu manâdaki bir mefsedet ve bozgunculuk, mücerret itikadı ve inancı bozma olayından daha büyük bir tehlike or­taya koymuş olur.[324] Ben şimdi sana kafirlere karşı olan muvalatın geniş bir açıklamasını sunayım:                                                      1- Kâfirlerin küfrüne rıza göstermek, onları tekfir etmemek, onların kâfir olduklarında şüphe etmek, onların mezhep ve görüşlerin­den herhangi birisinin doğruluğunu kabul etmek.[325]

İşte bütün bu noktalar, kişinin kâfirleri dost tanıdığını, yetkisini onlara verdiğini açıklamış olmaktadır. Müslüman kimsenin kâfirlerin basanları sebebiyle onlar adma sevinmesi, mutlu olması, onları sırf küfürleri nedeniyle uygun görmesi, dinsizlikleri veya mezhepler ve görüşleri sebebiyle onlara arkadaşlık, dostluk gösterisinde bulunması gibi hususlar tümüyle bu gibilerin durumlarını açık-seçik bir şekilde orta­ya koymaktadır.

Daha önce biz konunun hazırlık bölümünde bunun üzerinde dur­muştuk. Bu hususta Ehli Sünnet vel-Cemaatin görüşünün şu olduğu­nu belirtmiştik:

Kalbî sevginin ve bağzun mutlaka kamil manâda tam olması ge­rekir. Meselâ kâfir olan bir kimseyi sırf küfrü için yani kâfir olduğu için seven bir kimse, Ümmetin icmaıyla kâfirdir. İslâm alimlerinden hiç birisi bu hususta asla karşı bir görüş beyan etmemiş, muhalefette bulunmamıştır.

İbn Teymiyye merhum diyor ki: Kalbî sevgi ve buğz ile kalbî ira­deye = arzuya, kalbî isteksizliğe ve hoşnutsuzluğa gelince, bunların her bakımdan tam, kâmil ve eksiksiz olması gerekir. Bunların hiç bi­risinin eksik olmaması icabeder. Zira eksiklik, iman eksikliğini mey­dana getirir. Ancak bedenî fiile gelince, bu kişinin gücü nisbetindedir. Kişinin kalbî iradesi ve hoşnutsuzluğu ne derece tam ve kamil olursa, bedenî fiili de bununla birlikte gücü oranında devreye girer. Allah : (c.c) böylesine kamil manâda çalışanın sevabını verir. Bir takım in­sanlar da var ki, bunların sevgisi, buğzu, arzu ve iradesi, hoşnudsuzluğu nefsinin o şeyi sevmesi veya hoşnut olmaması oranındadır. Yok­sa bunların Allah ve Rasûlü'nün sevmesi veya Allah ve Rasülünün buğ-zetmesi nisbetinde sevgi ve buğzları olmamaktadır. Devreye kendi ne­fisleri ve çıkarları girmektedir. İşte bu da bir nevi hevâ ve hevesine uymaktır. Şayet kişi buna uyarsa, işte o kimse heva ve isteiğine uy­muş olur. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"..Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyan-dan daha sapık kim olabilir?" (Kasas, 28/50)[326]

Bu durumda sevgi ve rıza iki hususta kesin bir durum ifade ederler.Kişi sevgi ve rızayı kâfirlere gösterirse bu küfrü gerektirir. Şayet sevgi ve rıza mü'minlere karşı ise bu da imanın gereğidir.

2- Genel manâda onları tevellî edinmek, ipleri onların eline verip her türlü dostluğu onlarla sürdürmek.  Veveliler olarak kabul edinilmesi veya bunların dinlerine girilmesi gibi tüm bu manadaki şeylerden Allah (c.c)nehyetmiştir. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.

"Mü'minler, müzminleri bı­rakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Al­lah nezdinde hiç bir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır.                     

Dönüş yalnızca Allah'adır," (Al’i İmrân, 3/28)

İbn Cerîr bu âyetin tefsirinde şunları zikretmektedir: Kim kâfir­leri dostlar, yardımcılar edinirse ve dinleri.konusunda onların üstün gelmesi için arka çıkarsa, müslümanîar aleyhine onların başarı kazan­ması için gayret gösterirse, bu kimsenin Allah (c.c) ile hiç bir ilgisi yok­tur. Yani o kimse Allah' dan uzaktır. Allah (c.c) da ondan uzaktır. Çün­kü o kimse hareketiyle dininden dönerek irtidat etmiş ve onlar adına küfre girmiştir. Ancak kafirlerden gelebilecek bir endişe, sıkıntı ve teh­likenin olması hali müstesnadır. Yani sizler şayet onların gücünden sıkıntı ve endişede iseniz, onlardan canınıza gelebilecek bir korku içinde iseniz, bu takdirde dillerinizle onlara dostluğunuzu açığa vurabilirsi­niz ve fakat esas düşmanlığınızı gizlersiniz. Onların küfür üzere ol­dukları o konumlarını teşyi etmez, benimsemez, bundan ötürü onlara destek çıkmazsınız. Herhangi bir şekilde bil fiil olarak bir müslümanın aleyhine olabilecek bir şekilde onlara yardım edemezsiniz.[327] Al­lah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Yahudi­leri ve hıristiyanları dost edinme­yin. Zira onlar birbirlerinin dos­tudurlar (birbirinin tarafını tutar­lar). İçinizden onları dost tutan­lar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez." (Maide, 5/51)                 

İbn Cerîr merhum bu âyetin tefsîrinde şunları yazıyor: Kim mü'minleri bırakıp yahudileri ve hıristiyanları dost edinirse  o da onlar­dandır, demek, o da onun dinindedir ve onun inancındadır demektir. Herhangi bir kimseyi biri dost edinmiş olmasın ki, o kimse, onmilum isteklerine, inancına ve dinine rıza gösteriyor demektir. Bir kimse böyle birinden razı olur ve onun dinine de rıza gösterirse, bu demektir ki, o şahıs ona muhalif olanlara ve kin besleyenlere düşmanlık gösteriyor demektir. Dolayısıyla onun hükmü de tıpkı diğerininkisidir.[328]

İbn Hazm ise âyetin: "İçinizden onları dost tutanlar, onlardan­dır." kısmının zahiri manâsına olması da doğru olabilir diyor. Yani manâ şöyle olur, böyle bir kimse^o kâfirler cümlesinden bir kâfirdir. Aslında bu, doğru ve gerçek olan bir şeydir. Çünkü müslümanlardan iki kişi bile bu konuda ihtilaf etmiş değillerdir.[329]

İbn Teymiyye merhum da diyor ki, Rabbimin haber vermesine göre, onları dost tutanlar da onlardandır. Zira Allah (c.c) şöyle bu­yurmaktadır:"Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve ona indirilene iman etmiş olsalardı onları (müşrik, kâfir, hristiyan, yahudi ve münafıklar" dost edinmezlerdi." (Maide, 5/81)

Bu da gösteriyor ki, mezkur iman hadisesi, onları dost edinmemeyi gerektirmektedir, bu hal iman ile çelişmektedir. İman ile, onları dost edinme olayı ikisi birlikte bir kalpte toplanamazlar.Kaldı ki, Kur'ân'ın hükümleri ve âyetleri hep birbirini tasdik eder, doğrular.[330]

İbn Kayyım da diyor ki: Doğrusu Allah (c.c), bir hüküm vermiş­tir. Allah'ın vermiş olduğu ya da koymuş olduğu hükümden daha gü­zel bir hüküm bulunamaz. Bu hüküm, "yahudileri ve hınstiyanları dost edinenler de onlardandır" hükmü olmaktadır. "İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır." Bunun üzerinde daha güzel bir hüküm ola­maz. Mademki Kur'ânî nass ve delil, onların velilerinin ya da dostla­rının da onlardan olduğunu bildirmiştir. O halde bunlara da onlara uygulanan hüküm uygulanır. Kısaca bunlar da aynı hükme tabidirler. Kaldı ki, bu hüküm bunlar adına genel olan bir hükümdür. Bu hükümden onları dost edinen ve İslama girdikten ve bağlandıktan sonra onların dinlerine girenler açısından bir tahsis vardır. Böylelerinin ciz­yeleri kendilerinden kabul edilmez ve ikrarlarına bakılmaz. Bunlar için iki yol vardır. Ya tekrar İslama gireceklerdir veya boyunları vurula­caktır."Çünkü hem nass itibarıyle hem de icma ile bunlar mürteddirler, dinden çıkmışlardır. Öte taraftan kâfirlerden herhangi biri İslam'a girmeden önce Yahudi ya da hıristiyanlık dinine girmiş ise veya bir hırıstiyan yahudiliğe, ya da bir yahudî hrıstiyanlığa girmiş ise, bu giriş İs­lam'a girmeden önce idiyse, bu kimse ile İslam'a girdikten sonra on­ların dinlerine giren bir müslüman aynı şekilde bir muameleye tabi tu­tulamaz. Onların dinlerine giren müslümana daha farklı bir muamele yapılır. Kur'ân'ın inmesinden sonra kâfirlerden biri, onların dinine gi­rerse, gerçi her ikisinin de batıl olmasına rağmen, o kendisince daha hayırlı bir dine girmiş demektir. Fakat bir müslüman onların dinine girecek olursa, durum tamamen değişiktir. Çünkü burada önce İslam'ın doğru ve sahih olduğunu kabullenip ikrar ettikten sonra hak olan dini bırakıp batıl bir dini kabullenmiş ve ona geçmiş oluyor. Bu ise asla kendisinden kabul edilmez.[331]

Merhum Seyyid Kutub, müslümanlardan herhangi bir kimsenin din noktasından Yahudiliği veya hnstiyanlığı benimsemesinin uzak bir ihtimal olduğunu belirtmektedir. Burada denilmek istenen, onlarla kar­şılıklı dostluk kurarak yardımlaşmak ve antlaşmalar yapmak demekr tir. Merhum diyor ki, burada esasen yasaklanan velayet va da dost­luk, karşılıklı yardımlaşma ve antlaşma dostluğudur. Bu hal müslümanlar tarafından birbirine karıştırılmıştır. Burada din bakımından onlara tabi olmak diye bir şey yoktur. Kaldı ki, bir müslümanın kaU kıp da yahudilik ve hrıstıyanlık dinini benimsemesi çok uzak bir ihti­maldir. Burada yasaklanan olay, onlarla iç içe olma, sırdaş olma ola­yıdır, bu anlamdaki bir dostluktur yasaklanan. Müslümanlar sanıyorlar ki, onlarla iç içe olmak, sırdaş olmak, sarmaş-dolaş olmak caizdir, bunu da maslahatları ve içiçelikleri gerektirir kanısındalar. Yasakla­nan, bu tür ilişkilerdir. İslam'dan önce kendileriyle yahudilerden bir cemaat arasında bu manâda bir dostluğun ve beraberliğin ayakta tu­tulması ve Medine'de İslam dgyjgünirıj^rujmaşımn ilk dönemlerinde böyle bir durumun sürdürülmesi meselesine gelince, Rabbim bunu son­radan yasaklamış ve bunun iptalini emretmiştir. Nitekim aşağıdaki âyet hicret etmeyip de kalan müslümanların durumlarını açıklamaktadır. Rabbim şöyle buyuruyor:.                 

"... İman edip de hicret et­meyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiç bir şey yoktur." (Enfâl,8/72)

Yani aranızda bir yardımlaşma, bir muavenet ve bu manâda bir dostluk da yoktur, dinî manâdaki dostluk bir yana, diğer manâda da dostluk yok.

"Burada şunu belirtmek isteriz ki: Bazı kimseler, İslam'ın, Kitap ehline karşı olan müsamahayı, İslam toplumunda yaşayan gayri müslimlere yapılacak olan iyilikle velayet yani İslam'a göre dostluk ve düş­manlık hadisesiyle birbirine karıştırmaktadırlar. Sadece Allah için, Rasûlü için ve müslüman cemaat için öngörülen velayeti, bunlara da gös­terme manâsında meseleyi yanlış anlamışlardır.

Bu kimseler, Kur'ân'ın şu gerçeğini unutmuş olmaktadırlar. "Ki­tap Ehli, İslam toplumuna karşı savaşmak için birbirlerinin dostudurlar. Böyle bir durumda onlar daima birbirlerinin tarafını tutarlar. Kaldı ki, onların böyle davranmaları her bakımdan kanıtlanmış olan bir ger­çektir. Bunlar, müslümanlar dinlerini bırakmadıkça ve onların dinle­rine uymadıkça müslümanlardan hoşnut kalamazlar.

Bu, gerçekten unutulmayacak bir gaflettir, bir basitliktir. Yani müslümanın: "Bizim de onların da bir tek gideceğimiz bir yol vardır, dinde temkin için buna başvururuz! diye düşünmesi büyük bir gaflet­tir. Evet kâfirler ve dinsizler önünde böyle sanmak büyük bir gaflet­tir. Çünkü bir savaş, şayet müslümanlara karşı yapılıyorsa, bu kimse­ler hemen kâfirler ve mülhidlerle birlikte hareket ederler ve onların yanında yer alırlar.

Biz şimdi bu gaflete dalanları bırakalım da, Kur'ân'ın bizi uya­ran şu ikazına kulak verelim. Rabbim şöyle buyuruyor: "Ey iman eden­ler! Yahudileri ve hırıstiyanları dost edinmeyin." (Maide, 5/51)[332]

3- Bunların küfürlerinden olan bazı şeylerine iman etmek, ya da  Allah'ın kitabının dışındaki bir şeyle muhakemeleşmek; Rabbim bu­yuruyor ki:"Kendilerine Kitab'dan na­sip verilenleri görmedin mi; put­lara ve batıl (tannlar)a iman edi­yorlar, sonra da kâfirler için:" Bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır" diyorlar?" (Nisa, 4/51)

Bu âyetin bir benzeri, Bazı kitap ehli hakkında Rabbimizin bu­yurduğu şu kavlidir:

"Allah tarafından kendileri­ne, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince ehli kitaptan bir grup, sanki Allah'ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına atıp terkettiler. Süleyman'ın hü­kümranlığı hakkında onlar, şey­tanın uydurup söylediklerine tabi oldular." (Bakara, 2/101, 102)

Allah (c.c), bunların Allah'ın kitabını terkettiklerini ve sihre, bü-yüye tabi olduklarını bildirmektedir. Nitekim yahudilerden bir çokla­rı ve bazı İslâm müntesipleri de bunu yaptılar. Bu ümmetten kim, kâ­firlere dostluk ve yakınlık gösterirse, meselâ müşriklere veya kitâb ehline uyarsa, bazı muvalat sayılan şeyleri yapmak suretiyle onlara tabi olursa, batıl ehline gitmek, onların batıl iş ve sözlerine uymak gibi şeyleri ya­pacak olursa, o kimse, bunlara ne kadar bağlanıyor ve bunlarla uyum içerisinde bulunuyorsa, o oranda zem edilir, cezalandırılır veya o nisbette kendisinde nifak vardır.[333]

İşte bütün bunlar düşmanla dostluk ve yakınlık örnekleridirler. Günümüz müslümanlarının çoğu böyle bir hadiseyi yaşamakta ve içi­ce hayat sürdürmektedir. Günümüz İslâm dünyasında, kitap ehlinin yapa geldikleri ye kabul ettikleri şeylerin bazısına iman etmek artık inkar edilemez bir vakıa ve gerçektir. Böyle bir gerçeği de ancak cahil ve büyüklük taslayan biri inkara kalkışır. İşte bunlar bizim toplumu­muzun çocuklarından oluşan papağanlardır. Bunlar bizim dilimizi ko­nuşurlar, fakat görüş ve düşünce sistemi olarak komünizmi benimse-miştir, bazan da sosyalizmi düşünce ve mezhep olarak bir inanç diye savunur. Sistem olarak demokrasiyi veya anayasa ve kanun olarak da laikliği alıp savunmakta ve buna inanmaktadır. Artık İslâm ülkelerinde bu küfri prensipler ve sistemler alınıp uygulanır olmuş, insanla­rın da bunlara uyması mecburiyeti ve bağlılığı getirilmiştir. İnsanlar itaat edecekler, boyun eğecekler, uygulayacaklar ve fakat hiç karşı gel­meyecekler, diye istekte bulunmaktadırlar, bunu da zorunlu hale ge­tirmektedirler. Bu arada Müslümanlara ,muvahhid Müslümanlara karşı, bunlar insanları Allah’ın kitabına ve Rasûlü’nün sünnetine çağır­dıkları için her türlü düşmanlıklarını sürdürmektedirler.

İşte bu, yeni bir irtidad yani dinden dönme olayıdır ki, Allah'ın izni ile, son bahiste biz bundan söz edeceğiz.

Yine bunların savundukları davalarından öyle şeyler vardır kî, bu­nu iman haline getirmişlerdir. Meselâ dinin devletten ayrılması, bun­larda bu, artık bir iman meselesidir. Bunlara göre İslam'ın siyasetle herhangi bir ilgisi yoktur. Bu aynı zamanda bir önceki meselenin de bir parçası durumundadır ki bu, sadece Avrüpada bulunan bir haldir. Yani Kilisenin ilim erbabına baskı yaptığı dönemlere ait olan bir olay­dır. Fakat bu, İslam ile irtibatlandırılmak istenmektedir. Halbuki bun­ların İslam ile mukayeseleri bile mümkün değildir. Zira İslâm adalet dinidir, siyaset dinidir ve insanları kilise baskısından kurtaran güç ve kuvvet dinidir. Çünkü bu kilise erbabı zehirli bazı düşünceleri getirip yaydılar. Bu fikirler daima Avrupa menşe'li olmuştur. Amaç İslam'a yalancı bir yafta takmak ve bu anlamda bir kanaati yaygınlaştırmak­tı. Bunun için şöyle dediler: "İslâm kul ile Rabbi arasında devam et­mesi gereken bir alakadan ibarettir. Siyasete gelince onun adamları vardır ve bunun prensipleri ve hükümleri bulunmaktadır ki, bunların bu manâda dinle bir ilgileri ve bağları yoktur. Evet böyle diyerek ze­hirli düşüncelerini akıtmak isterler.[334]

4- Bunları sevmek, saygı göstermek. Allah (c.c) bundan d; yetmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akraba­ları da olsa- Allah'a ve Rasûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini görmezsin." (Mücadele, 58/22)

Şeyhul İslâm îbn Teymiyye merhum diyor ki: "Rabbim şunu bil­dirmektedir. Allah'a ve Rasûlüne düşman olan bir kimseyi, bir mü'-minin onu sevdiğini göremezsin. Bir yerde iman varsa, orada onun zıddı olan şey de yok demektir. Çünkü bizzat iman olayı, onları sevmeye engeldir. Tıpkı iki zıd şeyin birbirleriyle bir arada bulunmadıkları gi­bi. Mademki bir yerde iman var, orada imanın karşıtı olan şey de or­tadan kalkmıştır. Bu ise Allah'ın düşmanlarına dost olmak olayıdır. İman varsa bu yoktur. Şayet kul, Allah düşmanlarını kalben seviyor-sa, bu gösteriyor ki, o kimsenin kalbinde vacip ve gerekli olan iman yoktur.[335]                                                                     

Allah (c.c) şöyle buyuruyor:"Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar si­ze gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz.'' "Mümtehine, 60/1"

5- Onlara meyletmek, onlardan yana olma eğilimini sürdürmek. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:"Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur (cehen­nemde yanarsınız).) Sizin Allah'­tan başka dostlarınız yoktur. Son­ra (O'ndan da) yardım göremez­siniz!" (Hud, 11/113)

Kurtubî diyor ki, burada meyletmek anlamında olan Rükün ger­çekte şu manâdadır: İstinad etmek ve dayanmak, bir şey ile sükûna ermek ve onunla hoşnut olmak.[336] Katade de diyor ki âyetin manâsı şöyledir: "Onları sevmeyin, onlara itimat etmeyin"İbn Cüreyc| : "Onlara meyletmeyin" diye yorumluyor.

îşte bu âyet küfür ehlinden ve bir de bidatcı olan masiyet sahibi kimselerden uzak kalmayı ve onları terketmeyi göstermekte, buna işaret etmektedir. Bu ve benzerlerinden ilgiyi kesmesi bildirmektedir. Çün­kü bunlarla sohbet ve yakınlık ya küfrü getirir veya mâsiyete sürük­ler. Çünkü birileriyle sohbet, ancak o kimselere olan sevgi sebebiyle olur. Nitekim şöyle denilmiştir:

Kişiyi Sorma, Arkadaşını Araştır.
Zira her yakın ve arkadaş mukayese edilerek kendisine uyulur.[337] Rabbim de şöyle buyurmaktadır:"Eğer seni sebatkar kılmasaydık, gerçekten, neredeyse on­lara birazcık meyledecektin.

O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat taddırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın." (İsrâ, 17/74, 75)

Yaratılanların en şereflisi olan Hz. Muhammed (s.a)'e Rabbim böyle hitap ettiğine göre, acaba başkalarının durumu ne ola ki?[338]

6- Yağcılık yapmak, aldatmak, yüze gülerek aldatmak. Bütün bun­ları dini bir hesap gözeterek yapmak. Rabbim şöyle buyuruyor: "On­lar isterler ki, sen yumuşak davran asında onlar da sana yumuşak dav­ransınlar." (Kalem, 68/9)

Din adına müdahane = yağcılık, güzel görünmek ve müdaraya kal­kışmak gibi şeyler günümüz müslümanlarının çoğunda bulunan bir has­talıktır ve bu, bir gerçektir. Zira bakıyorlarki, Allah düşmanları mad­dî güçleri sayesinde yükseliyorlar ve böyle yapmakla da rahat bir ne­fes alıyoTİar. İşte müslümanlar düşmanları böyle gördükleri için, özel­likle de aklanmış olanlar bu düşmanların böyle yükseldiklerini ve iler­lediklerini gördükleri için, bunları gücün ve örnek olmanın sembolü olarak kabul edip değerlendirmektedirler. Sonuç olarak da kâfirlere sirjp görünmek maksadıyla dinî prensiplerinden sıyrılıyorlar, aman ha bunlar bize: "Mutaassıp ve gerici" damgasını vurmasınlar diye hemen bu kâfirlere şirin gözükmek ve yağçılık etmek  veya mudaraya kalkış­mak için dini esaslardan sıyrılıverirler. Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a) ne doğru buyurmuşlar; O (s.a) böyleleri için şöyle buyuruyor:

"- Siz mutlaka sizden öncekilerin yollarım karış karış, arşın ar­şın izleyeceksiniz. Öyle ki onlar bir kelerin deliğine girseler, siz de on­lara uyacaksınız." Dedik ki;

Ey Allah'ın Rasûlü! Bu (izleyeceklerimiz) yahudi ve hırıstiyanlar mı? O (s.a) da şöyle buyurdular:

"- Ya kimler?"[339]

Esasen bu müdahane yani yağcılık, güzel görünmek ve şirin olmak olayı var ya, önce küçük şeylerden başlar, sonra giderek öylesine büyür ki, -Allah göstermesin- kişiyi dininden edecek noktaya kadar getirir. Bu da şeytanın müslümanı kaydırma yollarından biridir. Müs­lüman, bu noktada kendi nefsi adına dikkatli davransın. Müslüman şu hususu hiç bir zaman hatırından çıkarmasın, bilsin ki en güçlü ve en şerefli olan kendisidir. Evet müslüman Allah'ın emrine ve yoluna yapıştığı zaman, O'nun jeriatına bağlandığı vakit, akide ve inancının gereklerini yerine getirince bilsin ki, en güçlü ve en şerefli insan  kendisidir.

İslâm tarihindeki parlak örneklerden olan bir gerçek vardır. O da müslümamn Allah'a ve Rasûlüne iman etmesinden sonra, onu ba­şarıya götüren en büyük amillerden birisi diniyle büyüklenmek ve ona mensup olmakla en büyük şerefe sahip olduğunu bilmektir. Bu gerçe­ğin böyle olduğunu Hz Ömer Faruk (r.a)'un aşağıdaki ifadeleri doğ­rulamaktadır. Diyor ki: "Biz bir toplumun en aşağılık kavmi idik. Allah (c.c), bizi İslam ile şereflendirip güçlendirdi. Ne zaman ki, biz şerefi ve izzeti Allah'ın bizi aziz kıldığı şeyin dışında aramışsak ,Allah(c.c)bizi zelil kılmıştır.[340]

7- Bunların sırdaş edinilip, mü'mihlerin bırakılması; Bu konuda Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin, çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar, hep sıkıntı­ya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıktan ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmak­tadır. Kalblerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür düşünüp anlıyorsanız âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz.(Al’i İmrân, 3/118)

Bu âyet, bazı mü'minler hakkında nazil olmuştu ki bunlar, hep münafıklarla bir arada bulunuyorlar, Yahudilerden bir adamla bulu­şuyorlardı. Çünkü aralarında yakınlık, dostluk ve komşuluklardı. Allah (c.c)bu âyeti bunlar hakkında inzal buyurdu. Bununla, rnü'minleri onlarla bir araya gelmekten, sırlarını onlara açmaktan menetti. Zira bundan ötürü başlarına bir fitnenin gelmesi korku ve endişesi var­dı. Âyet bu noktaya dikkat çekiyordu.[341]

Âyette “Bitane” kelimesi geçmektedir. Meselâ: "Bitanetürracül" denilince bu, özellikle elbise üzerindeki kuşağa benzetilmiştir Çünkü o karnı üzerindeki elbiseye yapışıktır. Dolayısıyla başkasının öğrenmesini istemediği ve sadece kendisinin haberdar olmasını arzuladığı şeyleri bu manâda saklar. Allah (c.c), onların sırdaş edinilmemesi hu­susunu ve bunun yasaklanma sebebini de şöyle açıklıyor: Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri durmazlar." Yani sizin başınıza bir kö­tülük gelmesinden, bir hataya düşmenizden ve benzeri kötülüklerin gel­mesinden geri durmazlar. Kaldı ki .bunlar, daima başınıza zarar gel­mesini ve felakete uğramanızı isterler Onların açık olan düşmanlıkları ise: Müslümanlara şetmetmek, sövmek onların da böyle bir duru­ma düşmelerini istemektir. Başka bir görüşe göre ise, müşriklerin müslümanlara ait sırlarının öğrenilmesini istemektir.[342] Nitekim Ebû Da­vud'un Sünen'inde yer alan bir hadislerinde Rasûlullah (s.a) şöyle bu­yurmaktadır:

"Adam dostunun dini üzeredir. Kişi kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin."[343]

8- Emrettikleri ya da tavsiye ettikleri konularda bunlara itaat et­mek; Rabbim (c.c) böyle bir şeyden nehiy maksadıyla şöyle buyurmaktadır.[344]

“Kalbini, bizi anmaktan ga­fil kıldığımız, kötü arzularına uy­muş ve işi gücü aşırılık olan kim­seye boyun eğme." (Kehf, 18/28)

Bir başka âyette ise şöyle buyuruyor:

"Ey iman edenler! Eğer kâ­firlere uyarsanız, sizi eski dinini­ze geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz." (Al’i îmrân, 3/149)

Yine Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Gerçekten şeytanlar dostlarina, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz, siz de Allah'a ortak koşanlardan olursunuz." (En'âm, 6/121)

İbn Kesîr, "Eğer onlara uyarsanız = (itaat ederseniz) şüphesiz siz de ortak koşanlardan (müşriklerden) olursunuz" âyeti hakkında diyor ki: "Öyleki siz, Allah'ın sizin lehinize olan emrinden ve şeria­tından döner, başkasının sözüne ve görüşüne yönelirseniz, başkasının emrini ve şeriatını buna takdim ederseniz, işte bu, şirkin tâ kendisi­dir. Nitekim yüce Mevlâ şöyle buyuruyor:

"(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını) (hırıstiyanlar rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i (İsa'yı) rabler edindiler." (Tevbe 9/31),[345]

9- Allah'ın âyetleriyle alay ederlerken onların yanlarına gitmek ve birlikte oturmak: Allah (c.c), bundan men ederek şöyle buyuruyor:

"O (Allah), size Kitap'ta in­dirmiştir ki: Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini, yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze da­lıncay a (konuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz.

İbn Cerir bununla ilgili olarak diyor ki: "Yoksa siz de onlar gibi olursunuz" demek, sizler şayet onların meclislerinde onlarla birlikte bulunursanız, onlar bu âyetlere küfrederlerken ve alay ederlerken yan­larında durup onları dinlerseniz, bu halde siz de onlar gibisiniz..Böyle bir durumda onları protesto etmeksizin yanlarında sessiz kalıp aynl-mazsanız, onlar gibisiniz. Çünkü siz onlarla birlikte böyle bir durum­da otururken, Allah'ın âyetleri inkar edilir ve alay olunurken kalkıp gitmezseniz, Allah'a isyan etmiş olursunuz.

Bu âyet-i kerime de, batıl ve küfür ehlinin hangi türüyle olursa olsun, kâfirlerin küfürlerinde, bid'atçiların bid'atlerinde, fasıkların fısklarında bunlarla birlikte olmak konusunda kesin ve açık bir yasakla­ma yer almaktadır. Dolayısıyla bu durumdaki insanlarla hiç bir za­man bir arada bulunulmayacaktır.[346]

Hadiste ise Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyorlar: "Ağlar olma haliniz dışında, onlara isabet edenin aynısının sizin de başınıza gelmesinden sakınmanız için, nefislerine zulmetmiş olanların yurtlarına (ev ve meskenlerine) girmeyin."[347]

10- Bunların, müslüman'arla ilgili işlerin başına getirilmesi. Me­selâ emirlik görevi, kitabet (önemli yazışmalarda) kullanılma görevi ve daha benzeri bir çok görevler gibi. Tevliyet velayetin öz kardeşidir. Bu bakımdan bunlara görev verilmesi, bir nevi onların varlığını ve ve­layetini kabullenmek demektir. Halbuki Allah (c.c), onları dost edi­nenlerin de onların dostu olduğunu, onlardan olduğunu beyan buyur­muştur. Böyle bir durumda imanın kamil olması ve tamamlanabilme­si için, ancak onlardan uzak kalmakla ve onlarla dostane ilgi kurma­makla, onları daima düşman bilmekle sağlanabilir. Çünkü Velayet ve Beraat birbirleriyle çelişki ifade eden terimlerdir. Birinin olduğu yer­de diğeri olamaz. Bu ikisi asla bir arada toplanamazlar.

Aslında velayet bir izazdır, güçlülüktür, şereftir. Dolayısıyla bir zillet ve aşağılık olan küfürle bunların bir arada bulunması ve toplanması hiç bir zaman mümkün değildir. Şayet İslâm devlet adamları (kral­ları), devletin önemli mevkilerinde hırıstiyanları ve İslâm düşmanları­nı yazışma işlerinde ve devletin önemli mevkilerinde görevlendirme­nin ne büyük bir ihanet ve ne büyük bir tehlike olduğunu anlayabilse-lerdi, bir de bu düşmanların amaçlarının müslümanlanmn kökünü ka­zımak olduğunu, tüm gayretlerini böyle bir amaca yönelttiklerini de görebilselerdi, o zaman bunları devlet işlerinde kullanmaktan, görev­lendirmekten mutlaka uzak dururlardı.

İşte Melik (Salih)! Bu adamın devletinde Muhadiruddevle Ebu'l-Fadl b.Duhan adında bir hırıstiyan yardı. Esasen müslüman olanlara değil, kral daha çok buna güveniyordu. Bu, İslamın gözünde bir leke gibiydi ve İslam devletinde bir çıban başı durumundaydı. Bunun du­rumu hakkında gelen haberlere göre, hırıstiyanlığı reddederek müslü­man olmuş ve ancak İslam dininden de çıkmış bir adam. Hakkında böyle söylenen bu adam, hrıstivan algmjne müslümanlara ait haberle­ri^ işleri, devlet sırlarını ye durumlarıyla ilgili kapsamlı bilgileri yazıp durmuş, ajanlık yapmıştır.

Bu adamın meclisi her zaman frenk (yabancılar) ve hrıstiyanlarla doluydu. Gelen İslâm düşmanları bundan çok fazlaca ikram görür­lerdi. Buniann ihtiyaçları onun tarafından derhal giderilir ve arzulan yerine getirilirdi. Bunlara tüm ziyafet ve ikram kapıları açıktı. Ancak müslümanların önde gelenlerine ve büyüklerine bu kapılar ardına ka­dar kapalıydı, hiç bir müslümanın, huzura girmesine izin yoktu. Şa­yet müslümanlar huzura girecek olurlarsa, onlar selamına iltifat olun­maz, konuşulmak için yüzlerine bakılmaz. Bildirildiğine göre "Salih"in meclisinde devlet işlerinde ve yazışmalarında kullanılan kişilerin önde gelenleri, kadılar ve alimler bir araya gelip toplanmışlar. Sultan ora­da bulunanlardan bazılarına, işi hrıstiyanların rezilliklerine ve aşağı­lıklarına götüren bir soru sordu. Bu hususta dilini bir hayli uzattı. On­lara ait bazı fiilleri ve huyları dile getirdi. Söyledikleri arasında şu ifa­deler de vardı:

- Aslında hırıstiyanlar hesap bilmezler. Hesabı gerçek manâda kav­rayacak durumda değiller. Zira bunlar bire üç, üçe de bir diyorlar.Allah (c.c) ise şöyle büyürüyor:

"Andolsun "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler de kâfir olmuş­lardır." (Maide, 5/73)

Bunların emanetlerinin ve akidelerinin başında şu ifade vardır: "Bir tek ilah olan babanın, oğulun ve Ruhulkudüs'ün adıyla”Bazı şairler bu manâyı almışlar ve bir kasidelerinde şöyle, demişlerdir:"Âlemlerin Rabbı bir tek iken Hiç hesaptan anlar mı bir teke üç diyen"

Sonra şöyle devam etti: Böyle bir Kimse asıl itikadının gereğini yaptığı gibi, sultana karşı olan muamelesinde nasıl güvenilir olabilir? Bütün bunlarla birlikte hrıstiyanların çoğu nasıl güvenilir olurlar? Zi­ra ne zaman üç dinar çıkarmak istese, hemen birini sultana verir, ken­disine de iki dinar ayırır. Özellikle de o bunu yakınlık, ibadet ve dinî olan bir şey olarak kabul ediyorsa?

Orada bulunan toplum ayrılıp gittiler ve böylece de hırıstiyanın sevinci de öfkeyle boğazına tıkanıp kaldı. Çünkü ihaneti ortaya çık­mıştı. Hemen kanı akıtıldı. Böylece varlığının ortadan kaldırılmasına hüküm verilmiş oldu. Bu ittifakla,verilen karar sonucu meydana gel­miş oldu.[348]

11- Emin görünmek istemeleri. Halbuki Allah (c.c), onların dai­ma ihanet içinde olduklarını bildirmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

"Ehl'i Kitaptan öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet bıraksan, onu sana noksansız iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet bıraksan, te­pesine dikilip durmazsan onu sa­na iade etmez. Bu da onların,

"Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur." demelerindendi. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar." (Al’i İmrân, 3/75)                                       

12- Onların yaptıklarına rıza göstermek, onlara benzemek ve onların giyim, kuşam ve modalarını taklid etmek.[349]

13- Onlara güler yüz göstermek, iyi davranmak, gönlünü onlara açmak, onlara ikramda bulunmak, onlarla yakınlaşmaya çalışmak ve yakınlaşmak.[350]

14- Onların yaptıkları zulümlerde onlara yardımcı olmak, onla­rın zafere ulaşmasında yanlarında yer almak.

Kur'ân-i Kerîm bu gibi şeyler için iki örnek vermektedir. Bu ikisi Hz. Lût ile Hz. Nuh'un hanımlarıdırlar. Hz. Lût (a.s)'un hanımı, kendi kavmine yardım ediyordu. Çünkü bu kadın da kendi kavminin yolunda gidiyordu. Onların çirkin fiillerine rıza gösteriyordu. Öyleki kocası Hz. Lût'un misafirlerini onlara bildirmişti. Aynı şekilde Hz. Nuh'un ha­nımı da böyle idi.[351]

15- Karşılıklı olarak bunlarla Öğütleşmek, hep bunları övüp dur­mak ve onların üstünlüklerini, faziletlerini yayıp durmak.[352]

Bu anlattığımız husus son çağlarda alabildiğine açık bir şekilde gözükmektedir. Meselâ müsteşriklerin faziletlerini, üstünlüklerini ve meziyyetlerini etrafa yayıp durduklarını görmekteyiz. Güya bunların bilimsel ve dürüst metod sahibi olduklarını, vs. vs. gibi bir çok meziyyetlerinden sözedip dururlar. Bir de batının ya da doğunun meziyyetlerini, faziletlerini yayıp duranlar, buna ilericilik, uygarlık ve medenîlik adını vererek sürekli propoganda yapanlar vardır. Bunu yaparlarken İslamı ve ona mensup olanları lekeliyorlar, onları gericilikle ve  aynı yerde sayıp durmakla damgalıyorlar. İleri ve uygar ülkelere ayak uyduramamakla, onlar gibi medenî olmamakla suçlayıp duruyorlar.   

16- Bunlara tazim gösterme, mutlak lakaplarla ve İsimleri e anmak,   

Meselâ: Ekselansları, saygıdeğer majesteleri vs. vs. gibi. Daha onları görür görmez öncelikle kendisinin bunlara selam vermesi. Halbuki bir çok cahillerin yapageldiği bu şeylerin menedilmesi gerekmekte­dir. Zamanımız cahilleri Allah'ın düşmanlarından biriyle karşılaştık­larında hemen ona selam veriyor. Hatta daha da ileri giderek elini de kalbinin ya da göğsünün üstüne koyarak onu içtenlikle ve kalben sev­diğini bildiriyor. Ya da elini başının üzerine götürerek o kimsenin ba­şının üstünde yerinin olduğuna işaret ediyor.

Aslında bu tür bir fiil ve davranış haramdır. Böyle yapan bir kim­senin İslam'dan çıkıp mürted olmasından korkulur. Zira bu manâda­ki davranışlar, Allah düşmanlarını çok fazla sevdiklerini, onlara iç­tenlikle bağlı bulunduklarını, bundan ötürü de saygılı olduklarını gös­termiş olmaktadırlar.[353]

Bunları tazim etmek, üstün unvan veya Iakablarla çağırmak, on­lara karşı duyulan saygının, yüceltmenin ve takdir edilişlerinin işare­tidir. Halbuki Saygı ve değerli lakabla anılma sadece mü'mine ait olan bir semboldür. Kâfirlere gelince bunların aşağılanmaları ve zelil kılın­maları gerekir.

Sahih bir hadiste bildirildiğine göre, önce müslümanların onlara selam vermeleri yasaklanmıştır. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmakta­dırlar:

"Yahudilere olsun hırıstiyanlara olsun, onlara ilk olarak siz se­lam vermeyin. Şayet yolda onlardan biriyle karşılaşacak olursanız, on­ları yolun en dar olan tarafından gitmeleri için sıkıştırın."[354]

Bu meseleyle ilgili açıklama İkinci Bapta ele alınacaktır.

17- Onların ülkelerinde onlarla birlikte oturmak ve onların yük­selmelerini ve güçlenmelerini artırmak.[355]

Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyorlar: "Kim müşriklerle bir arada toplanır ve onlarla beraber oturursa, o da onun gibidir."[356]

Yine Rasûlullah (s.a) şöyle buyuruyorlar: "Müşriklerle birlikte yaşamayın ve onlarla birlikte bir arada bulunmayın. Kim onlarla bir­likte yaşar veya bir arada bulunursa o halde o bizden değildir."[357]

Allah'ın izniyle bu konuya ait etraflı açıklama ikinci bapta ele alı­nacaktır. Şayet bunlarla bir arada bulunma zarureti varsa, buna ait bilgi ikinci bapta (ikinci ciltte) sunulacaktır.

18-  Onlarla birlikte istişarede bulunmak, onların planlarını uy­gulamak: Onların antlaşma yaptıkları paktlara ve düzenlere girmek.

Onlar adına casusluk yapmak. Müslümanlara ait haberleri ve sırları onlara aktarmak. Onların saflarına katılıp müslümanlara karşı savaş­mak.[358]

İşte bugünkü çağda biz müslümanların ve ümmetimizin karşı kar­şıya bulundukları hastalıkların en tehlikelisi bu maddedekilerdir. Ni­tekim bugün buna "Beşinci kol" adı verilmektedir. Bu, hemen her alan­da toplum fertlerini çepeçevre kuşatmış bulunan bir tehlikedir. Eği­timde; öğrenimde; siyasette; hüküm ile alakalı işlerde; edepte, ahlak­ta, din ve dünya ile ilgili şeylerde kısaca hemen her alanda ümmetimi­zi çepeçevre kuşatmış bulunmaktadır. Gerçekten Şair Mahmud ne güzel ifade etmiş. Üstad Prof. Muhammed Kutub'un aktardığına göre, sö­mürgeci İngilizler Mısır'dan çıktıklarında o şöyle söylemiştir:

"Kızı! sömürgeci çıktı, şimdi esmer sömürgeci kaldı." Evet, bugün gerçek hastalığımız esmer sömürgecilerdir.

Acaba eğitim ve öğretim konusunda, Dunlop'un ortaya koymuş olduğu ya da çizmiş olduğu planlarının uygulanması hakkında kimle­ri uyanık görebilirsiniz ki? Yine üç yahudi plancı ya da stratejist olan Marks, Froued ve Dürkeym'in planları karşısında uyanık olan kimler var ki? Bunların iğrenç fikir ve düşüncelerini yayma karşısında kim­ler uyanıktırlar?[359]

Gerçekten bu ümmetin ya da milletin çocukları olmalarına rağ­men batılılaşma garabetine düşmüş olanların, Allah düşmanları adı­na gerçekleştirdiklerini onlar rüyalarında görememişlerdir. Ancak hey­hat bunlara! Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:"Andolsun ki, Peygamber kullarımıza söz vermişizdir. On­lar, mutlaka zafere ulaşacaklar­dır. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir." (Saffât, 37/171-173)

"19- Daru'l-İslâm'dan Daru'l-Harbe sırf müslümanlara olan ki­ni ve kâfirlere olan dostluğu sebebiyle kaçmak.[360]

  20- Laiklikle ilgili kuruluşlara, partilere bağlanmak veya dinsizlikle alakalı komünizm, sosyalizm, kavmiyetçilik, masonluk gibi teşkilatlara katılmak, dostluğunu, sevgisini ve yardımını bunlar için ortaya koymak.[361]                                                                   

 
Kabul Edilecek Ve Edilmeyecek Olan Özürler
 
Şimdi bu anlattığımız durum ya da şekillerle ilgili olarak kabul edilebilecek ve edilemeyecek olan özürler nelerdir, bunları görelim.

Kâfirlere dostluk gösterenlerden bazılarının mazeretleri kabul edilebilir. Meselâ: Kişi onların gücünden ve varlığından, mal varlıklarından, merkezlerinden ve benzer doğru dairesi içinde değerlendirilme-j yecek olan imkanlarının korkutulduğundan çekinmek gibi. Allah'ın muteber kabul etmediği şeylerden çekinmek ve korkmak, yani doğru g olmayan ve Allah'ın muteber olarak kabul etmediği bir şeyi mazereti olarak onlar adına bir mazeret olarak değerlendirmek nedir, ne değildir? Bunun tesbiti gerekir. Zira Allah'ın mazeret kabul etmediği ve! kişinin öyle değerlendirdiği şey, mutlaka şeytanın o şeyi kendisine süslü göstermesindendir ve aynı zamanda o şeyi ona sevdiren ve ona teşvikte bulunan şeytandır. Dünya sevgisi, dünyaya olan tamahı ve dünya zineti ve süsüdür.                                                                                 

Allah (c.c), ikrah dışında herhangi bir müslüman için kâfirlere muvalatta bulunmasını, dostluk göstermesini, onlara itaat etmesini vel dinleri konusunda onlara muyafakat etmesin kesinIikle bir mazeret  olarak kabul etmemektedir. Sadece ikrah yani hayatî tehlike olan bir  zorlama. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:                         

"Kim iman etmesinden son­ra Allah'ı inkar eder,  kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkara) zor­lanan başka- Fakat kalbini kâfir­liğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır.

Bu (azap), onların dünya hayatını ahirete tercih etmelerinden ve| Allah'ın kâfirler topluluğunu hidayete erdirmemesinden ötürüdür."(Nahl, 16/106-107)                                                                         

Yine Rabbim şöyle buyuruyor:"Mü’mini er, müzminleri bı­rakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Al­lah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız başkadır." (Al'i îmrân, 3/28)

İkrah kalbî rızaya taalluk eden bir şeyde hiç bir kimseye bir fayda getiremez  Batınî yani içten kâfirlere olan bir meyil ve eğilim ikrah meselesinde bir kimseye bir menfaat getiremez. Çünkü bu durumda herhangi bir hal karşısında bununla mezun değildirler. Zira Rabbim şöyle buyurmaktadır: "Kalbi iman ile dolu olduğu halde" ikraha ge­lince bunun, kalbî olan şeylerde herhangi bir fonksiyonu yoktur. Zira kalbde var olanını sadece Allah (c.c) bilir.

Kim de kalbiyle kâfirlere dostluk gösterir, onlara sevgi besler,j)n-lara meyledecek olursa, böyle bir kimse her halükarda kâfirdir. Şayet bu kimse onlara karşı diliyre de dostluğunu açıklar, davranışlarıyla da bunu ortaya koyarsa, dünyada bu kimseye kâfir olarak muamelede bulunulur, ahirette ise ebedî olarak cehennemliktir. Şayet bu durumu sözle olsun davranışlarıyla olsun açıklamazsa, bu takdirde dış görü­nüşü itibariyle ona İslam muamelesi yapılır, malı, canı ve ırzı korun­ma altındadır. Ancak buna rağmen o münafıktır ve cehennemin en alt tabakasında kalacaktır.[362]

 
Bu Durumlar Karşısında Müslümanın Tavrı
 

Vela ve Berâyani İslam'a göre dost ve düşman olayı, kesin ola­rak akide açısından fiilen uygulanması gereken bir olaydır. Öte taraf­tan bu, müslümanm hissinde, akidesinin taşıdığı büyüklük ve yücelik nisbetinde büyüklük ve yücelik gösteren bir kavramdır. Allah (c.c) şöyle buyuruyor;

"... Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kini tağutu reddedip Allah'a ina­nıyorsa, kopması mümkün olma­yan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah   işitir   ve   bilir."   (Bakara,2/256)

Allah (c.c) müslüman için, hatta insan için yeryüzünde asaleti ve kerameti dilemiştir. Nitekim şöyle buyuruyor:

"Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık." (İsrâ,17/70)

Müslüman dostluğunu, sevgisini ve yetkisini Allah'a, dinine ve onun rnü'min taraftarlarına verdiğinde, işte o bu haliyle asil, şan ve şerefli olmuş olur. Hem de buna değerince de hak kazanmış olur. Allah'a O'nun istediği anlamda ibadetini ve kulluğunu yerine getirir. Çün­kü o artık başka güçlerden kurtulmuştur. Öyleki Allah'tan başkasına kulluğu ve boyun eğmeyi gerektiren tüm güçlerden arınmış ve onları düşman bilecek bir duruma gelmiştir.

Ancak başkasının önünde eğildiği ve Allah’tan başkasına kul olduğu zaman, bu durum ister şiarlarda, ister şeriatlerde, ister itaat ye boyun eğmede olsun hiç farketmez. Zira bu durumda o kimse o şerefli ve asil olan makamdan aşağı yuvarlanmıştır. Öyleki değişik sistem­lerin, arzu ve isteklerin kulu ve kölesi haline gelmiştir. Farklı görüş­ler, mezhepler edinmiştir ki bu, onun dünya hayatım paramparça ettiği gibi ahiretini de tümüyle elinden çıkarmış ve kendisine kaybettir­miştir. Böylece de bir şakı ve asi olarak yaşamıştır. Fakat o kimse bü­tün bunlara rağmen saîd ve mutlu bir hayat sürdürdüğünü söylese ve­ya iddiaya kâlkışsa da olan budur.

Zira İslam terazisi ve ölçüsüne göre mutlu yada mutsuz olmanın ölçüsü bir tek olan Allah'a ibadetle ve O'na kullukla sağlıklı olarak belirlenir. O'nun şeriatını hakim kılmak ve pekiştirmekle, O'nun adı­na samimi ve ihlaslı davranmakla kazanılır. Ya da bunun aksi olur ki, o da Tağut'a, heva ve isteğe ve şehvetlere ibadet ve kulluktur. Bu ise felaketin tâ kendisidir. Zira böyle bir felakete ve uçuruma yuvarlananlar, Allah'ın gösterdiği yoldan ve dininden yüz çevirenlerdir.

Öte taraftan mü'min olmayanlara duyulan sevgi ve dostluk, bunun bir rnürtedlik, dinden dönme ve Allah'a isyan olduğu hususu bir tarafa bırakılacak olsa bile bu, kararsızlığın tek kaynağıdır. Evet bu, işleyenin hayatında kararsızlığın yani ortada kalışın ve kesin kopukluğun ta kendisidir. Çünkü bu gibileri ne onlardandırlar ne de bunlar­dan. Kaldı ki çağımızda tüm kavramlar da birbirine karışmış durumdadır. Görüşler farklılaşmış, Hak batıla karışmıştır. Hatta daha da ötesi hak amacından son derece saptırılmış, batılın güzel ve iyi olarak gösterdikleri yücelmiştir. O halde müslüman nerede duracak? Müslümanın dostluğu nerede olmalı ve kime karşı olmalı? Zira o, apaçık küfrü insan hayatında uygulanır olarak görmektedir, ilan edilir ola­rak yaşandığını bilmektedir. Sonra da suna şöyle bir kılıf uydurmak­tadır: "Bu basit bir yaftadır" bununla İslâm'ın çelişmesi söz konusu mu olur? Bunun\örneğini şöyle verebiliriz: Meselâ adam sosyalizmi, demokrasiyi, laisizmi? kavmiyetçiliği ve ırkçılığı ya da komünizmi inanç ve din olarak benimsemiştir. Sonra da bu âdâm kalkıp şöyle diyebili­yor veya kendisi için şöyle denilebiliyor:

- Bunun İslâm ile çelişen bir yönü yoktur. Zira din, kul ile Rabbi arasında olan bir ilişkidir.

O halde müslüman kimlere velayet verecek? Kimleri dost kabul edecek? Çünkü o müslüman Allah'ın şeriatımın yeryüzünde uygulan­masını ve o yolda savaşı uzak görmektedir. Sqnra da beşerin kanun­larını ortaya koymakta ve insan hayatında bunların gerçek anayasa olmasını sağlamaktadır. Bunların gidişatlarının ve yollarının bir prog­ramı ve metodu olsun istemektedirler. Sonra da şöyle deniliyor:

- Aslında bunlar İslâm ile çelişmez. Çünkü îslamî yasa mevcut ilerlemelere ve kültürlere, uygarlıklara ayak uyduramamaktadır? Bu ifade ister bizzat sözle söylensin veya tavırlarla ima edilir olsun hiç fark etmez. Hepsi İslam dışı şeylerdir. Küfürdür.   

Müslüman dostluğunu kime karşı sürdürmeli? ;Çünkü bakıyor ki münafık olan kimse de İslam adını alıyor. Fakat buna rağmen bu kimse, islam'ın' açık düşmanlarından din adına çok daha .büyük tehlikeler do­ğurmaktadır. O halde müslüman kimi dost bilecektir?

İşte hep sorular ve yine sorular... daha akla gelebilen sayısızca sorular... Bu sorulara verilecek olan cevaba gelince, o gerçekte içinde şunları gizlemektedir:                                                   

Bir kimsenin Allah için, dini için ve mü'minler içîn samimi ola­rak dostluğu ve velayeti ancak Tevhîd kelimesi olan:”La ilahe illallah" kelimesinin ifade etmiş olduğu manâyı tümüyle kavramasıyla sağlanır. Evet: "La ilâhe illallah Muhammedun Rasûlullah" kelimesinin ifade etmiş olduğu manâyı gereğince kavramakla, buna tam anlamıy­la yarılmakla, bir de gereğini ve şartlarını yerine getirmekle kazanılır. İşte bunun cevabı budur.

Daha sonra cahiliyyenin, şirkin, küfrün, riddetin (mürtedliğin) ve nifakın ne olduğunu kesin bilecektir. Evet bilecektir ki, kendisi bu şerrin ve kötülüğün tuzağına ve ağına düşmemiş olsun. Çünkü cahiliyeyi bilmeyen bir kimse İslamı bilemez.

Sonra bu kimse İslâm'ın doğru ifadesiyle Velâ ve Berâ'yı, İslâm'a göre dostu ve düşmanı kavram olarak bilmek zorundadır. Zira hangi cinsten olursa olsun, hangi dili konuşursa konuşsun ve nerede bulu­nursa bulunsun dostluk, sevgi ve. vardım ancak mü'minleredjr, Çünkü mü'min cahiliyenin kan bağı çirkefine, ırk ve cins kokuşmuşluğu­na ve toprak bütünlüğü rezaletine inanmayan kimse demektir.

Mü'min, kalbiyle; diliyle, malı ve canıyla kardeşlerinin yanında yer alır. Onların elemiyle elemlenir, onların sevinciyle sevinir. Tüm Allah düşmanlarına olan buğzu ve onlardan uzaklaşmasıyla o da buğuzda bulunur ve Allah düşmanlarından uzak durur. Bu düşmanlar ister asıl kâfirler, ister mürteci"ve münafıklar olsunlar düşmanlıkla hepsi aynıdırlar. Bunlar karşısında yeri ne olması gerekiyorsa işte öyle dav­ranır. Meselâ: Canıyla, malıyla, kalemiyle ve diliyle bunlara karşı cihad eder. Bu noktada ne kadar gücü varsa ve ne oranda kuvvet kullanabiliyorsa bütün bunları ortaya koyar.

İşte şu anlatılan gerçekleri müslüman gereğince anlar, gücü ora­nında gerekeni de yaparsa, daha önce anlatılan yirmi madde ile orta­ya konulan durumlar karşısında nasıl bir tavır takınacağını kavramış olur. Böylece kimleri dostluğuna alacak, kimleri de düşmanları ola­rak kabul edecekse hepsini tanımış ve öğrenmiş olur. İslâm'ın kendi­sinden istedikleri nelerdir, düşmanları tarafından da İslam için neler yapılmak isteniyorsa bütün bunları gereğince anlamış ve kavramış olur.

İşte onun böyle davranması halinde o, gerçek anlamda uyanık, şerefli, güçlü bir müslüman olacaktır. Hem de Allah'ın izzeti sayesin­de şerefli ve güçlü bir müslüman!... Artık onun için bir korku, bir gev­şeme ve bir üzüntü sözkonuşu olamaz. Zira Allah (c.c) bu durumlar­da onunla olduğunu şöyle beyan ediyor:

"Gevşeklik göstermeyin; üzüntüye kapılmayın. Eğer kalbden inanmışsanız, üstün gelecek sizsiniz." (Ali îmrân,3/139)

Allah (c.c) kiminle beraber ise ve kimin yanında yer alıyorsa, bü­tün beşer yani insanlar ona zarar vermek için bir araya gelseler, Allah onun için herhangi bir zarar murad etmemiş ise, Allah'ın kaderi ve iradesi dışında asla bir şey yapamazlar.


[321] ed-Dürerüsseniyye, 7/201; "el-Hediyyetüssemîne," 17.

[322] er-Resâilu'l-Müfîde, 43.

[323] İbn Teymiyye,- Kulluk, 95, 96.

[324] İbn Teymiyye, es-Sarimu'l-Meslûl Alâ Şatimirresûl, 371.

[325] Mecmuatuttevhîd (Nevakidu'l-lslâm), 129.

[326] Şezeralül Helâlin, 1/354 (Emr'i bil Maruf risalesi).

[327] Taberî Tefsiri, 3/228.

[328] agk. 6/277.

[329] el-Muhallâ, 13/35. Thk. Hasan Zeydân.

[330] İbn Teymiyye, İman, 14.

[331] îbn Kayyım, Ehlüzzimme (Zimmîler),

[332] Fî Zilal, 2/909, 910.

[333] İbn Teymiyye, Fetâvâ, 28/199-201.

[334] Bu arada şunu hatırlatmak isterim ki, bilindiği gibi çok değerli ve büyük yazarlar var ki, bunlar bu hususta hayli söz etmişlerdir. Meselâ S. Kutub, D. Muhammed el-Behiyy, M. Kutub, Mevdûdî ve daha başkaları. Bu konuda gerçekten daha fazla bilgi edinmek isteyenler varsa, Üstad Sefer b. Abdurrahman el-Havalî'nin (Laik­lik) adındaki kitabına başvursunlar.

[335] İbn Teymiyye, İman, 13.

[336] Kurtubî Tefsiri, 9/108; Bağavî ve Hazin, 3/256.

[337] Kurtubî, 9/108; Bağavî ve Hazin, 3/256; Buradaki beyt Tarafa b. Abd'a aittir.

[338] Mecmuatuttevhid,' 117.

[339] Buharî, î'tisâm, 14, Enbiya, 50; Müslim, İlim, 6; İbn Mâce, Fiten, 17.

[340] Hakim, Müstedrek, 1/62, K. İman; Buharî ve Müslim'in şartlarına göre hadis sa­hihtir, demiştir. Ancak ikisi bu hadisi sahihlerinde zikretmemişlerdir. Zehebî de Telhis adlı eserinde bu konuda ona katılmıştır.

[341] Vahidî, Esbabünnüzûl, 68.

[342] Beğavî Tefsiri, ,1/409, İbn Kesir, 2/89.

[343] Müsned, 16/178; Tirmizî, Zühd, 2379.

[344] Mecmu atuttevhîd, 117.

[345] İbn Kesîr Tefsir, 3/322.

[346] Taberî Tefsîri, 5/330.

[347] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 8/80; Buharî-Meğazî, 4419; Müslim, Zühd, 2980.

[348] Zimmet ehli Ahkamı, tbn Kayyım, 1/242, 244.

[349] Mecmuatuttevhîd, 117.

[350] agk. 117.

[351] İbn Kesîr Tefsiri, 6/210. Daha Önce biz bu konu hakkında bilgi vermiştik.

[352] Mecmuatuttevhîd, 117. Sa'd b. Atîk Risaleleri, 101.

[353] Şeyh Hamûd et-Tuveycurî, Tuhfetu'I-İhvân, 19.

[354] Müslim, Selâm, 2167; Tirmizi, siyer, 40.

[355] Şeyh Abdullatîf, er-Resaihı'l-Müfîde, 64.

[356] Tirmizi, Siyer, 40; Sahihıı Camiussağîr, 6/279.

[357] Hakim, Müstedrek, 2/141; Bu hadisin Buhârî'nin şartına göre sahih olduğunu söy­lemektedir. Zehebî de buna uymaktadır.

[358] Dr. Muhammed Naim Yasin, İman (Hakikati, rükünleri ve onunla çelişen şeyler),147.     

[359] bkz. M. Kutub, İnsan hayatında değişiklik ve sebat (Bölüm: Üç Yahudi, 35). Biz  Müslüman mıyız, 133.

[360] Dün ve bugün oian irtidat, 33.

[361] agk. 40.

[362] Dr. Muhammed Naim Yasîn, t man, 147-148.