- Mutezîleye Göre Yok Olanın Bir Şey Olması

Adsense kodları


Mutezîleye Göre Yok Olanın Bir Şey Olması

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sun 10 July 2011, 02:51 pm GMT +0200
Mu'tezîleye Göre «Yok Olanın Bir «Şey» Olması Ve Ona Verilen Cevap


Fakîh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra biz akıllı olana[319] bilgi ve­ren hususlardan mu'tezile mezhebinin ana prensipleri[320] ve onların ehli edyana benzemelerinin bir bölümünü zikrederiz ki gerçekten mu'tezile mezhebinin ehli edyanın mezhepleri sonucu meydana çıktığını, düşünen kimse bilebilsin.

Mu'tezile diyor ki : Yok olan, eşyadandır. Yaratıkların «şey» ol­ması ALLAH ile değildir. ALLAH, onları yokluktan varlığa çıkarmıştır.

Ebu Mansur (r.h.) cevaben diyor ki : Öyle ise bu hususu Öne sür­mek için ezelde eşyayı tahkik etmeleri gerekir. Fakat eşya ezelde yoktur, sonra yoktan var olmuştur. Eşya henüz yok olduğu için onları takdim etmekte tevhidi nefyetmek vardır. Böylece zahir olma ve meydana çak­mada ihtilâf vukubulmuştur. Oysa eşya, ezelde yok olan şeydir. Mu'te­zile ise, ezelde ALLAH'la beraber başkalarını da var saydılar. Bu da tev­hidi nakzeder.

Öne sürdükleri ve ifade ettikleri hususlarda âlemin kadim olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü onlarca eşya, ALLAH'ın gayridir. Yok olan da Al­lah'ın gayri, sâil olmayan şeylerdir. Bu görüşleri ile bütün ehli tevhidin ALLAH-u Teâlâ'mn eşyayı bir şeyden olmaksızın yarattığı hakkındaki fikir ve görüşlerine muhalefet etmektedirler. Onların sözlerine göre, bu an­cak icad manâsına gelen yaratmaktır. Yoksa onların hepsi yaratılmamdan önce eşya idiler. Tevfik ALLAH'tandır.

Dehrîlerden bazılarının, ALLAH hakkında : «ALLAH, devamlı olarak eş­yayı yaratıyor.» demeleri, ezel hakkındaki görüşlerinin, nıu'tezilenin sö­züne daha yakın olmasındandır.[321]

Mu'tezİlenin öne sürdüğü bu husus; dehrîlerin, âlemin asıl maddesi kadimdir, sözlerine muvafakati icabettirir. «Heyula felsefesi»ni benim­seyenlerin ; arazlar, yoktan var oldu ve bunlarla âlem zuhur etti, sözü de böyledir. Sonra bunlar, yine eşyayı, yaratanı olmayıp sonradan bulunan şeyle husule geldiğini söylüyorlar. Halbuki bu görüş, ALLAH'ın gerçekten yarabcı ve icadedici olmadığım ifade etmektedir. Eşya, olduğu gibi mev­cut değildi, sonradan var oldu. ALLAH-u Teâlâ ise, bizatihi fail değil idi. Kendisi sonradan mahîûkatı yaratmak ile zahir oldu. Veyahut ALLAH, yaratıcı değildi, yaratıcı olması kendisinde sonradan bulunmuştur di­yorlar. Tevfik ALLAH'tandır.

Onlar, şu görüşü de öne sürdüler : Gerçekten ALLAH-u Teâlâ bizatihi var idi, âlem ve âlemden bir şey yök idi. Sonra âlem, ALLAH'tan kendisinin var olması için bir manâ bulunmadan var idi. Çünkü onlara göre, irade, âlemden ibarettir. Tekvin de böyledir. Öyle ise âlem, ALLAH-u Teâlâ'mn iradesi bulunmaksızın var olmuştur. Sonra âlemi, zikrolunan görüşleri ile ALLAH'ın varlığı için öne sürdükleri görüşe delil yaptılar.

Onların, âlemin ALLAH tarafından var edilmediğini söylemeleriyle, onun yok iken sonradan var olmadığını murad ettiklerini öne sürerek âlemi delil kılmalarını yalanlamalarına gelince; onların mezhepleri şunu ifade etmektedir : Gerçekten bir şeyi bilmek, o şeyi var etmeyi icabettir-mez. Kıdem, kendisinin ALLAH'la var olmasını icabettirmez. Onların katın­da ALLAH'tan bu iki şeyden başkası meydana gelmiş değildir. Bunlardan birisinin ALLAH'la olmasını icabettirmez. Bunun için, âlemin bir kimseden olmaksızın kendi kendine var olduğunun gerekliliğini öne sürdüler. Bu husus âlemin kadîm olduğunu söyliyenlerin sözüne göre ifade edilmekte­dir. Çünkü âlem, var idi; fakat gayri ile var olmamıştır. Onlar bu sözleri ile diğerlerinin sözlerine benzediler. Ancak ne var ki diğerleri kıyas için daha lâzımdır. Çünkü onlar, âlemin varlığı kendiliğinden olduğu için onu ezelî kıldılar. Bunlar ise âlemi başkası ile yoktan var olmayıp bizim yu­karıda açıkladığımız yönden var olduğunu ifade ettiler.

Sonra bundan daha taaccüp edilecek husus şudur ki, onlar âlemi hem hâlık, hem mahlûk hem sâni', hem de mesnü'â kıldılar. Böylece âlem, âlem oldu fakat başkasının kendisini yaratmasıyle değil. Sonra âlem ken­disine her kötü ismi lâzım kıldığı gibi her iyi ismi de benimsedi. Eğer âle­min, ismini değiştirmiş olsaydı daha özürlü olurdu. Fakat bu kötü sonuç­ların alâmetidir.

Ve yine bu görüşlerinde senviyelerin görüşlerine ve sözlerine ben­zemektedirler. Gerçekten onlar, eşya yok idi, sonra ALLAH ile bulunmak­sızın var olmuştur. Sonra eşyanın icadedilmesi,9 yoktan meydana gelmiş olmanın dışındadır.

Senviye şöyle diyordu : Ziya ve karanlık birbirleriyle zıt varlıklar

idiler ve birbirleriyle imtizaç ettiler. Bu âlem de yok-olmadan vaç* idi. Sonra başkası ile çelişen bir hal aldı ve o başkası ile imtizaç etti ve böy­lece âlem yok iken sonradan kendiliğinden var olmuş oldu. Zira orada bunu icabettirecek bir başkası yoktur. Mu'tezİlenin zikrettiğimiz husus­lardaki sözü de böyledir. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.

Mu'tezAle ve diğerleri, âlemin hadis olduğuna, onun bir mjıhdisten hâli kalmaması ile delil getirdiler. Onların bu husus için âlemin1' var ol­masından başka bir şey değildir. Bunun için âlemin hadis olduğunu ica-bettirdiler de onun bir muhdisle var olduğunu söylediler. Sonra mu'tezile, ALLAH-u Teâîâ hakkında diycr ki : ALLAH, ne hâlık, ne rahman ve ne de rahîm'idî. ALLAH, bugün de Öyledir. Onlar, ALLAH'ı ilk hallerinde mah-lûkatın kendisi ilim sahibi olduğu şey olarak tasavvur ettiler.

Bu, sonradan var olanlardan hâli değildir. Tıpkı âlemi hisle bulup onun sonradan var olanlardan hâli kalmadığı gibi. Âlemin hadis olmasını kendilerine bildiren sebebin aynısını hâlık ve rahman sıfatlarının hadis olduğunu bildirenin aynı olduğunu söylediler. ALLAH, devamlı olarak ka­dimdir.

Sonra bundan başka iki vecih vardır :

Birincisi :. Âlemin sonradan var olduğunu -her nekadar kendi var­lığımızla onu müşahede etmiyorsak da- kendisini var edenden hâli ol­madığını müşahede ettiğimizden dolayı söylemek lâzım gelince, bu var edenin halik olan ALLAH olduğunu söylemek gerekir. Zira kendisine hadis ismini verdiğimiz şey olarak bizzat bizim varlığımız o Hâlık'm varlığına delâlet etmektedir.

îdncisi : Kendisinin ancak sonradan var olunanlarla bilinmesiyle beraber zâtının kadim olması vacip oluyor da sonradan yaratılanlardan hâli Almazsa da âlemin hepsinin kadîm olduğunu söylemek niçin vacip âlemden his olunmayan hâdiselerin bilinmesinin imkân ve ih­timal dahilinde bulunması âleme, sükûnet, hareket ayrılık ve içtima-dan kendisine izafe edilen şey ile olur. Onların sözüne göre ALLAH'a, rah­met, yaratmak, varetmek ve iade etmek izafe olunuyor. Bunların hepsi ise onların katında hadis olanlardır. Öyle ise, ALLAH hakkında, âlem hak­kında 'iacip olan şeyi ifade etmek gerekir. Bu sıfat, kendisinde bulunan kimsa de bunun dışında olan hâlık ve sâni'. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.

/Mu'tesile diyor ki : ALLAH var idi, sonra kendisinden irade meydana gelpî İd bu irade ile ALLAH'tan yaratmak, varetmek veyahut irade etmek veyahut da irade için ihtiyaretmek bulunmaksızın âlem var oldu. Çünkü bunlar için ALLAH'ın zâtından başka bir şey yoktur. ALLAH'ın zâtı ise bu hususlardan önce var idi.

Mecûsîler de şöyle diyorlar : Aliah-u Teâlâ var idi. Sonra bir fasid fikir var oldu ki, ondan da şeytan hasıl oldu. O şeytan ki her kötü ve şer olan şey onunla meydana gelir. Mecûsîler, buna fasid fikir ismini veri­yorlar. Mu'tezile ise irade ve ihtiyaretrae, ismini vermektedir. O'nun ha­dis olması ihtiyar ve irade ile değildir. Mu'tezilelerin bu görüşü, mecûsî-lerin fasid fikri görüşüne çok benzemektedir. Sonra bu, serden başka bir şey değildir,[322] Mu'tezile'ye göre irade, âlemden başka bir şey değildir. İş­te bu husus, ALLAH-u a'lem, Resûl-i Ekrem Sallellahu Aleyhi ve Sellem'-in : «Kaderiye, bu milletin mecûsîsidir.»[323] hadis-i şerifinin ifade etmiş olduğu manâdır.

Ve sonra onların nezdinde- âlem, karar bulma, yok olma, var olma, birbirinden ayrı kalma ve bir arada toplanmadan hâli kalmaz. Bunlar öyle hallerdir ki ALLAH'ın gayri ile var olmaları mümkün ve muhtemeldir. Bu aynı binalarda toplanan tuğlalar,[324] gemilerde bir araya gelen malze­meler ve yazıda bir araya gelen kelimeler ve benzerlerindeki içtimadan meydana gelen şey gibi olur. Ayrılık da böyledir. Güneş'in ve Ay'ın sey­retmesi, mahlûkatm hareket etmesi ve sükûnette bulunması da böyle mütalea edilmektedir. Araz ve cisimlerden olan bu iki nevi bulunmazdan âlem var olmaz. Bu ifade, var olmanın ALLAH'la ve yaratmakla olması ihtimalini ortaya koyar. Böylece âlemin hepsinin ALLAH'la ve yaratmakla olmasını muhtemel kılar. Buna göre âlemin hepsi âdetle var olur ki, bu da iki ALLAH[325] olduğu fikrini kabul eden ve ikiden daha çok[326] ilâh olduğu­nu ve bunların da yıldızlar ve tabiatlardan ibaret olduğunu öne süren din­sizlerin sözüdür.

Gerçekten onların sözlerine göre ALLAH-u Teâîâ'mn âlemi yoktan var etmesine ve kendisinin kadim olduğuna âlemden başka bir delil yoktur. Sonra başkasının meydana getirdiği arazlarla kendisinin yarattığı ara­sında hiç bir fark ve ayrılık öne sürmemiştir. Çünkü içtima ve zeval bul­ma ve benzerleri mevcudatta bulunur ve fakat onu cem' eden ve harekete geçiren görünmez.[327] Bunun her nekadar görünmezse de kendisi İçin de­ğil, gayri için olması muhtemeldir. Çünkü bu kendisinde görülenin bir benzeridir. Böylece bu ifade de senviye ve tabiat felsefesini benimseyen kimsenin sözü gibi olur; ki, onlar, eşya, kendisi ile gayrinin yaratması ayırt edilmeden ve her birinin yaratıcısına delil omlaksizm tabiatla mey­dana geldiğini söylerler. Bu ise aczin alâmet ve işaretidir. ALLAH-u Teâlâ'-nm âlemin hepsinin kendi kudreti ile meydana geldiğini delillerle ispat et­mesinin manâsı şu âyeti ceîîlede ifadesini buluyor; çünkü ALLAH, «ALLAH, hiç bir evlât edinmemiştir; beraberinde bir ilâh da yoktur. Eğer müşrik­lerin dediği gibi, ALLAH'la beraber bir takım ilâhlar olaydı, o takdirde her ilâh kendi yarattığını götürür, tek başlarına kalarak aralarında ay­rılıklar başgösterir ve bir kısmı diğerlerine üstün gelirdi...»[328] buyurmak­tadır. Onların sözlerine göre yine ALLAH-u Teâlâ, yarattığı ile bulunmaz. ' Çünkü O, kendisinin bilinmesi için ona ilim vermemiştir.

Hakikat, lâtif olan cisimelrden her cüz' parçalanmayan şeyden oldu­ğu halde cüzlerin birbirinden ayrılması düşünüldüğü zaman bu cüzün hisle idrak edilmesi mümkün olmaz ve bunun anlaşılması aklen olur. Bu cüzlerin hepsinin cevherlerin lâtif olma ve yoğun olma derecesi üzere ALLAH'ın gayri ile toplanması mümkün olur. Böylece cisimlerin idrâk ediîmesi hususundaki Alîah-u Teâlâ'nın beyan buyurduğu deliller, müm­kün olması bakımından ALLAH'ın gayrinin fiili olur. ALLAH-u Teâlâ, mah-lûkâtına -onların ALLAH tarafından olduğunu bilmeleri ile beraber- ken­disinin gayrinden mümkün olmayı reddedecek delili açıklamamıştır ki mahlûkâta hissettirmiş olduğu şeyin kendisinden var olduğunu onlara bildirsin. Müşahede ettikleri şeylerle böyle oldukları halde kendilerinden gaip olan hususta bu durum nasıl olur? Böylece bununla senviye ve baş­kalarının görüşlerinden zikrettiğim şeye benzemiş olur ki, onlardan hiç biri âlemi ALLAH'ın fiiline delil kılmamıştır. Çünkü hiç bir şer yoktur ki birisi hakkında şer olduğunda diğeri için hayır olması mümkün olmasın. Hararet ve burudetten; yani, soğukluk ve sıcaklıktan, hatta tabiatın kendisinde son bulan diğer hususlardan cevherler de böyledir. Gezegen­ler hakkında söylenilecek sözler de aynıdır. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.

Ebu Mansur (r.h.)  diyor ki : Tevhid ehli, senviyenin sözlerini red­detmek için iki hususla delil getirmişlerdir :

Birincisi : O ikiden her biri, diğerinden bir şeyi engellemeye kadir­dir. Ve diğerinin bilmediği şeyi yapmağa da kudreti vardır. Hatta on-alr bu hususa evet böyledir dedikleri zaman ikisini veyahutta ikiden bi­rini cahil yapmış olurlar. Eğer hayır dediğiniz gibi değüdir derlerse, her ikisinin aciz olduğunu ifade etmiş olurlar ki cehalet ve acizlik rububiyet sıfatını iskat ederler.

İkinci olarak, bunun ispat etmek, yani var etmek istediği şeyi diğe­ri, nefyeder ve böylece aralarında uyumsuzluk olur. Bu husus vücûd bul­manın bir olandan meydana geldiğine delâlet eder.

Sonra mu'tezile mezhebinde şu görüş yer almaktadır : Gerçekten kul, ALLAH-u Teâlâ'nın olmasını bildiği şeyin dışında bir iş yapmaya ka­dirdir. Çünkü ALLAH-u Teâlâ'nın kâfir olduğunu bildiği her kimsenin mümin olmasına o kimse kadirdir. Onun olmasının hakikati ALLAH'ın il­minin dışında bulunmasıdır. Böylece mu'tezile, kulu, fiilini ALLAH'tan giz­lemesine kadir olduğunu ispatla gerektirici bulmuştur. Sonra ALLAH'ın vah­daniyetini de nefyetmiyor. Orada eğer ALLAH'tan başka bir ilâh olsaydı. durum yine böyle olurdu. Bu hususları onların mezhebinin incelendiği vakitte dinsizlerin mezhebi olduğunu bilmen için[329] serdediyoruz. Çünkü kendisi ile tevhidin sabit olduğu şey, her iki mezhebin de görüşlerini nakzediyor. Tevfik ALLAH'tandır.

İkinci delil ; Onlar, kul için Alîah-u Teâlâ'nın, doğanların hepsinin meydana getirmesini nefyetmekte ve A13ah-u Teâlâ'nın «... And olsun ki, onlardan her kim sana (şeytana) uyarsa, Cehennemi hep sizden doldu­racağım.[330] kavl-i celîlindeki ALLAH'ın vaîdini reddetmek için kudrete sa­hip olduğunu söylüyorlar. Ve bütün kâfirlerin ve şeytanların ALLAH-u Te-âîâ'nm olmasını murad buyurduğu şeyin gayrini işlemeye kudretli ol­duklarını ifade ediyorlar. Hatta ALLAH'ın, olmamasını murad ettiği şeyin aksini bile yapabilirler, diyorlar. Bunu menetmek için ALLAH-u Teâlâ, ha­zinesinde olan şeyin hepsini harcar, hatta onun . üzerine bir şey ziyade kılmasını dilerse onu yerine getirmeye kadir olmaz. Sonra bir ilâhın var olduğunu söylemeyi menetmez. Ve mahlûkat, ALLAH'ın ilminde sabit olduğu gibi olur. Âlemin durumu hakkındaki görüşleri de böyledir. Bu husus, onların mezhebinin sonunun, müslümanların mezhebi değil, dinsizlerin ve materyalistlerin mezhebine varması hususundaki sana, bildir­diğimi açıklamış olur. Tevfik ALLAH'tandır.

Zındıkların mezhebi şöyledir : Gerçekten âlem, iki ilâhın fiili ile var olmuştur ki, bunlardan birinin, diğerinin fiilinde hiç bir dahil ve tedbiri ve kuvveti yoktur. Gerçekten bu iki ilâhtan her biri şer ve hayır çeşitlerini münferiden meydana getirir ki, buna, diğerinin kudreti yetmez. Mecûsî-lerin mezhebi de böyledir.

Mu'tezile mezhebine göre kulun, fiilin bir çeşidi üzerine kudreti var­dır ki, o da kesbden ibarettir. ALLAH'ın da fiilden bir nevi kudreti var­dır ki, o ise icad, yani var etmekten ibarettir. ALLAH'ın kulda bulunan fiil için ne takdiri ve ne de yaratması vardır. Kulun da ALLAH'da bulunan hu-susdan bir şeyi yoktur. Bu iki emir üzerine âlemin tedbiri ve var edilmesi cereyan-etmiştir. Böylece bu görüşle tafsilen zikrettiğimiz kimseye ben-zemişlerdir.

Sonra bu mezhebin salikleri ALLAH-u Teâlâ'mn hareket ve sükûnetten kulda bulunan şey üzerine kudretinin bulunmasını ifade etmeleri bakı­mından çirkinliklerini ziyadesiyle açıklamışlardır. ALLAH-u Teâlâ, kulu hareket ve sükûnete kadir kılmasmdandır ki, kendisinden kudret gitmiş­tir. Biz, senviyelerden iki ilâhtan birinin diğerinden daha kudretli oldu­ğunu ifade etmekle birinin kudretini azalttıklarını görmüyoruz. Bununla bilinir ki, senviyeler katında rububiyetin kendisine izafe edilendeki kud­retin manâsı, mu'tezile katındaki aynı kudretin manâsı ile olması daha gerçek ve lâyıktır. Bunda da ALLAH'ın bizatihi kudretinin bulunduğunu yok ve izale etmek tezahür ediyor ki, bu da en çirkin bir sözdür.

İkinci olarak, yalan söylemeleri ortaya çıkmıştır. Çünkü onlar, ya­ratıcı oîan ALLAH'a ispat ettikleri şeyin hepsinin fiili gibisini kula da ispat ettiler. Halbuki kula yaratma fiilinden kendisi ile ALLAH'ın bilindiği ulû-hiyet ismini vermediler. Hâlık ismi de böyledir. Bununla beraber mu'te­zile mezhebini benimsiyenler, kadir olan kulun kudretinin ALLAH-u Teâlâ'­mn kudreti üzerinde derece bakımından yükselttiler, ziyadeleştirdiîer. Çünkü onlar şöyle diyorlardı : Gerçekten ALLAH-u Teâlâ, vaadedilen şe­yin olmasına ve söz verdiği fiili yerine getirmesine kadir değildir. Bu sö­zü ALLAH-u Teâlâ'yı kudret sıfatıyla vasfetmeîeri ile beraber ifade edi­yorlardı. Buna şöyle bir örnek veriyorlar; meselâ diyorlardı ki, ALLAH-u Teâlâ, kullarına yardım etmesini vaadeder. Ve onlar için rızık takdir et­tiğini beyan buyurur. Sonra kullarından biri gelir, ALLAH'ın    kudretinin

kendisiyle baki kalmasıyla beraber, sözünü yerine getirmezden ve kulun ALLAH-u Teâlâ'mn yardımından istifade etmezden Önce onu öldürür. Aî-Iah-u Teâlâ, kendi sözünü yerine getirmek için kulun kudretini kuldan yok etmiyor ve işlediği bu işlem kulu menetmeğe kadir olmuyor. Böylece kulun kudreti daha büyük, dilemesi daha nafiz oluyor. Rabbimiz, bu gibi sıfattan berî ve münezzehtir.

Senviye mezhebinden olanlar da şu batıl iddialarda bulunuyorlar : Gerçekten ziya, karanlığın hapsine ve tuzağına düşmüştür ki, bu yön­den salahını istediği ve kendi cevherinden karanlığın şerrinin defetme­yi başaramadı.

Karanlık da menetmenin başlangıcının ziyadan odluğunu söyliyen-îerin sözüne göre böyledir. Hepsi de fiilinin murad ettikleri şeyin hilafına meydana geldiğinden hataya düşmüşlerdir. Bunlardan her birisi bir yön­den, diğerinin eli altında bulunmuş oldu. Bunun için ziya hakkında ha­talı, cehl ve acz ile bulunduğunu söylemeleri lâzım gelir. Hata, akıbe­tinin dilediği şey üzere olmamasındandır. Cehli ise düşmanının tuza­ğında ve hepsinde baki kalacağını bilmemesinden ileri gelmektedir. Aczi de, o, kurtulmak için çaba harcadığı ve tedbirler aldığı halde kendisi için işler kolaylaşıp karanlığın etkisinden kurtuîamamasıdır. Mu'tezile mez­hebinin sözü de böyledir; yani hakikatte ALLAH-u Teâlâ, kâfire ve her hangi bir kimseye ancak kendisine itaat etsin, diye kuvvet verir. Birini de her hangi birşeye sahip ve malik kılması onun kendisine şükretmesi içindir. Yarattığı her hangi bir şeyi de ancak kendisine boyun eğmesi için yaratır, işte ALLAH böyle murad ediyor. O'nun dilediği şeyi yapma­ğa hakkı vardır, kimse karışamaz. Eğer ALLAH da bundan başkası ol­muş olsaydı ALLAH, onu sefîh ve zalim olarak yaratırdı. Scnra ALLAH-u Teâlâ, düşmanlarına verdiği şeyin hepsini murad etmiş değildir. Al­lah'ın hataları vardır, o hatalardan bilinenin biri de emrettiği şeyin dilediği şeye uygun olarak meydana gelmemesidir. Sonra ALLAH'ın kud­reti Öyle  olmayan şeye vukubulur ki  eğer onu işlemiş olsa kendi ilminden hariç olurdu. Sonra ondan menettîği hakkındaki ALLAH'ın fiilin­den sonra meydana gelen şeyin fiil olduğu sabit olur. Bunların bu söz­leri[331] ve iyleri yukarıda zikrettiğimiz bütün kötü ve zem edilmiş ve-cihlere benzemektedir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki ; Zındıklar, yani dinsizler, benzerinin fikirde ve zihinde tasavvur olunmadığı için birşey olmadan bir şeyin var olması fikri ve sözünü inkâr ettiler. Müşebbihe mezhebinin taraftar­larının da cisim hakkındaki sözleri böyledir.

Mu'tezile de, kulların fiillerinin yaratıldığını inkâr etti. Çünkü on­lar akıllarda bulunmuyorlar ve zihinlerde de düşünülmüş değillerdir. Kaderiyeler ise, şu batıl iddiayı öne sürüyorlar ve diyorlar ki, gerçekten AHah-u Teâîâ, kadir olmuş olduğu hiç bir hayn bırakmıyor ki, onu iş­lemesin. Dinsizler de böylece iddiada bulunup ALLAH'ın hayrı işlediğini ve şerrin halikının ALLAH'tan başkası olduğunu söylüyorlar. Kaderiye mezhebinin sözü de böyledir. Yani onlar, serden mevcud olan her han­gi bir şeye ALLAH kadir değildir ve şerrin hepsi kulların işidir. Mu'tezi-le de söyle diyor : Gerçekten ALLAH-u Teâlâ, şerrin birisinden sadır ol­masını ve başka birisinde vaki olmasını dilemez. Şerri dileyen şeytandır. Sonra o şer vukubulur. ALLAH-u Teâlâ, onu murad etmese de. Bu tıpkı zın­dıkların şerrin şeytandan geldiğini ve ALLAH dilemese de şerri yaratan şeytan olduğunu ifade etmeleri gibi. [332]


[319] Kitabın aslında  «el'âkılu» kelimesi,  «leâkılin» olarak yazılmıştır.

[320] Kitabın aslında  «usûlihî»  kelimesi,   «usûlin» olarak yazılmıştır.

[321] Kitabın aslında «litekûne»  kelimesi, .yekûnu» olarak yazılmıştır.

[322] Kitabın aslında  «tekün» kelimesi •yekûn» olarak yazılmıştır.

[323] Bu hadisle istidlal etmemiz mümkün değildir.

[324] Kitabın aslında «âcuri» kelimesi noktasız .ha» harfi ile yazılmıştır.

[325] Kitabın aslında  «bi'sneyni» kelimesi  «fi'sneyni*  olarak yazılmıştır.

[326] Kitabın aslında «bieksere» kelimesi .fîeksere»  olarak yazılmıştır

[327] Kitabın aslında «velâ» kelimesi  -illâ. olarak yazılmıştır.

[328] El-Mûminun, âyet 91.

[329] Kitabın aslında  «lita'leme*kelimesi  «et'taalumu» olarak yazılmıştır.

[330] El-A'râf, âyet,  18

[331] Kitabın aslında «kavluhum» kelimesi «fi'luhum»  olarak yazılmıştır. Bunu  dip notta «bikavlihim» olarak tashih ettim.

[332] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:183-192.